İmdat Freni

Tarih

Genel Grev/2- Grev Komitelerinden İkili İktidara – Ernest Mandel

Üç bölüm halinde aktardığımız bu metin Ernest Mandel’in 1974’te bir kadro eğitim çalışmasında yaptığı sunumun yazıya dökülmüş halidir.

5. Grev Komitelerinden İşçi Şuralarına [Konseylerine/Sovyetlerine]

Grev komitesi – hatta grev merkez komitesi, Fransa’da Mayıs 68’de Lambertist yoldaşlarla bir polemiğe neden olduğundan bu konuya daha sonra döneceğim – henüz grev alanı dışına, yani burjuvazinin siyasî (devlet) iktidarına henüz reel olmayan, potansiyel bir karşı çıkış alanının dışına taşmaz.

Grev komitelerinden işçi şuralarına nasıl geçilecektir? İşçi şurası, ayrıca ilk Petrograd Sovyeti gibi, 100 örneğin 99’unda grev komitesinden doğmuş olsa bile bunların arasındaki niteliksel fark nedir? Şimdiye kadar tarihsel deneyim temelinde – yine de ihtiyatlı olunmalıdır zira gelecekteki deneyim geçmişteki deneyimden daha zengin olabilir – bu dönüşümde iki unsur belirleyici olmuş gibi görünmektedir:

  1. Federasyon, yani bir fabrika düzeyinde doğan işçi iktidarı rüşeyminin [tohumunun] parçalanmasına son verilmesi: Lip bir bütün olarak burjuva ekonomisine veya burjuva devletine karşı çıkış değildir ama federasyon oluşturup iki ya da üç sanayi koluna taşan 50 Lip, işte bu niteliksel olarak farklı bir şeydir! Özellikle de bu kısmen bankacılık sistemini, elektrik dağıtımını, kamu toplu taşıma araçlarını vesairi kapsadığı takdirde. Yatay veya dikey yani bir kentte veya bir sanayi kolunda federasyon – bu arada karşı çıkışçı karakteri keskinleştirme eğiliminde olduğundan kent sanayi kolundan önemlidir – eğer bu federasyon belli bir düzeyi aşacak olursa mantığı gereği bu grev komitelerini ikili iktidar organlarına dönüştürür.
  2. Federasyonda yalnızca imkân olarak ihtiva edilen ama henüz gerçekleştirilmemiş olan ikinci unsur da aynı ölçüde olmazsa olmazdır: grev komiteleri federasyonunun bu organları, grev yönetimi yetkilerini aşan yetkilere sahip olurlar. Grevi örgütlemekle, grevcilere para veya erzak dağıtmakla ve ajitasyona yönelik bir grev gazetesi çıkarmakla yetinen bir grev merkez komitesinin nihayetinde burjuvazinin bölünmez iktidarıyla bağdaşması hâlâ mümkündür. Bu giderek zorlaşır, bu sınır bir durumdur ancak bunu tahayyül etmek hâlâ mümkündür. Buna karşın, yalnızca grev örgütlemenin ötesinde yetkiler üstlenip üretimi, bankalarda kredi finansman dağıtımını, toplu taşımacılığı, elektrik dağıtımını örgütlemeye başlayan, tek kelimeyle fiilî yetkiler kullanan bir grev merkez komitesi, böyle bir komite artık bir grev komitesi olmaktan çıkıp bir işçi şurası, işlemeye başlayan bir iktidar organı haline gelmiştir.

Bir ikili iktidar organının doğuşu kendisini, burjuva toplumunda normal olarak ya burjuvazi veya bankacılık sistemi gibi kendi araçları ya da burjuva devleti eliyle kullanılan yetkilerin bu organlar tarafından üstlenilmeye başlanmasıyla açığa vurur. Bu asgarî düzeyde olabilir; benim dünyada değilse de Avrupa’da yaymaya çalıştığım ve bu yüzden Liyejli [Belçika’nın Valon bölgesinde önemli bir kent – Liège] yoldaşları müthiş kızdırdığım hikâyeyi [anekdotu] herkes bilir: 1950 ve 1960’taki iki genel grevde Liège kentinde trafiği düzenleyen ve FGTB damgası taşımayan araçların [binek otomobillerin, kamyonların] trafiğe çıkmasını yasaklayan FGTB Liège yönetimi fiilen bir kamu yetkisi kullanmaktaydı. Kamyoncular böylece, burjuva devlet iktidarından tamamen farklı işçi kaynaklı bir kamu gücünü kabul etmiş oluyorlardı. Bu son derece rüşeym halinde olmakla birlikte gerçekti.

Bir kez daha anekdotun kendisi çok az önem taşır; önemli olan buna benzer örnekleri işçi sınıfının kolektif belleğine ve imgelemine aktarmaktır. Bu, kafa yapısına bir alışkanlık kazandırmak demektir zira bir sonraki genel grevde bu tür örnekler çoğalıp, genelleşebilir ve burjuva iktidar organlarına karşıt işçi sınıfı iktidar organlarının, işçi şuralarının hakikaten doğmasını sağlamak için muazzam bir pratik öneme sahip olabilirler.

6. Ekonomik İkili İktidar ve Siyasî İkili İktidar 

İkili iktidar kavramı geleneksel olarak münhasıran siyasî bir kavram sayılmıştır – ve “Zinovyevci-Stalinist” okul da bu konuda işçi sınıfı içinde çok büyük bir etkide bulunmuştur. Maocu yoldaşlar günümüzde bunun karikatürleşmiş ürünüdür. Bunların elinde kolaycı ve kesinlikle saydam bir şema vardır: “Troçkistler sovyetlerin yalnızca bir devrimci durumda var olduğunu ve bunların devrimci iktidarın organları olduğunu anlamamışlardır. Günümüzde devrimci bir durum yoktur, o halde işçi denetimi üzerine, ikili iktidar üzerine gevezelik etmek boşa konuşmak ya da daha beteri reformizmdir” vesaire.

Bu akıl yürütmede sakat olan yanı anlıyoruz: bu akıl yürütme yaygınlaşan ve genelleşen bir işçi mücadelesinin en karakteristik durumunu, yani bir devrimci durumu ve devrimcilerin devrimci-durum-öncesi bir duruma ne şekilde müdahale edebileceklerini ve etmek zorunda olduklarını hesaba katmayı bütünüyle reddeder. Maocu kavramın gerisinde aslında, üzerinde işçi öncünün eyleminin hiçbir etkisinin olamayacağı nesnel koşullar tarafından belirlenen, gökten zembille inen kaderci, mekanikçi, Kautskici ve anti-Leninist bir eski devrimci durum geleneği vardır.

Biz bunun tersine işçi denetimi deneyimlerini özendirerek, işçi denetimini genelleştirerek, bu müdahale yoluyla devrimci-durum-öncesi bir durumu bir devrimci duruma dönüştürdüğümüzü, devrimci bir durumun doğması için cisimleştirme etmeni, katalizatör etmen vazifesi gördüğümüzü iddia ediyoruz. Troçki ise büyük iktisadî buhranın başlancında Almanya’ya ilişkin olarak daha cesur ve daha yenilikçi bir düşünceye sahipti: “İkili iktidarı ve ikili iktidar organlarını 1917 Devriminden gelen klasik tipte sovyetlerle özdeşleştirmekten kaçınmalıyız. 1930 Almanyasının somut durumunda, sendikaların hâkimiyetindeki işletme konseylerinin (burjuva Weimar Anayasası çerçevesinde legal organlar E.M.) nesnel olarak ikili iktidar organları haline gelebilmeleri ihtimal dışı değildir”.

Şu an için bu konuda oldukça açık fikirli olmalıyız. İkili iktidarın Rus Devrimininkilerle veya Alman Devrimininkilerle tam olarak aynı tipte sovyet tarzı organlarla özdeşleştirmenin düşülmemesi gereken bir hata olduğu açıktır. Büyük ölçekli en azından bir tarihsel deneyim yaşanmıştır: Temmuz 1936’da İspanya’da sovyetlerinkinden başka bir kökenden, başka bir tutumdan kaynaklanan ve kesinlikle apaçık ikili iktidar organları olan milis komiteleri. Ayrıca, en muhtemel örneği alıyorum, İngiliz işçi hareketinin tikel yapısı dikkate alındığında, Büyük Britanya’da klasik sovyetten oldukça farklı bir tipte organların ikili iktidar organları rolü oynayabilmeleri ihtimal dışı bırakılamaz.

İngiliz yoldaşlarımız bugün en azından yerel planda, İngiltere’de bir değişmez haline gelen bir şeyden destek alıyorlar: yerel düzeyde çok gergin bir mücadele durumu her ortaya çıktığında, hepsini olmasa da en savaşkan fabrika delegelerini, hepsini olmasa da yörenin en savaşkan sendikal örgütlerini, bazen hepsini olmasa da işçi partisinin [Labour Party] yerel örgütlerini ve yerel olarak örgütlü ve etki sahibi devrimci örgütlerin temsilcilerini bir araya getiren “ad hoc” [anlık amaca yönelik] birleşik cephe organları doğmakta.

İngiltere’de söylendiği puddingin pudding olduğunun kanıtı yenildiğinde elde edilir [ya da Başkan Mao’nun dediği gibi “armut tadılarak tanınır” çn.]. Eğer bu organ yörenin işçi sınıfının tamamını harekete geçirmeye muktedirse bu yerel bir sovyetle aynı şeye tekabül eder. Eğer sadece öncüyü çatısı altında toplayan ve işçi sınıfının %10 ila 15’ini seferber eden bir organ söz konusuysa, bu bir sol (ya da bizim Belçika’da adlandıracağımız gibi antikapitalist) birleşik cephedir. İşçi sınıfının ezici bir çoğunluğunun hâlâ şu ya da bu şekilde geleneksel örgütler içinde yetişmiş [eğitilmiş] olduğu ülkelerde bu tür organların ortaya çıkma olasılığını göz ardı etmemeliyiz; bu hiç kuşkusuz bu tipte bir bir-araya-gelişin sovyet tarzı bir yapıyla aynı rolü oynayabilmesinin koşuludur.

Söylemiş olduğum “örgütlenmiş” sözünün altını çizmek isterim zira bu durum Avrupa’da çok sıradışıdır. Sanırım İngiltere – belki benim az bildiğim İsveç – dışında başka bir örnek yoktur; Fransa’da durum kesinlikle bu değildir. Eğer yukarıda sözünü ettiklerimin hepsi Fransız şehirlerinin çoğunda bir araya getirilecek olsaydı, bu işçi sınıfının üçte birini ya da dörtte birini temsil edecekti. Aynı şey İtalya, Belçika için de geçerlidir. Bu, İngiltere’de bütünüyle istisnaî olan bir işçi sınıfı örgütlenme ve eğitim düzeyini – oy atıyor olmayı değil, örgütlü olmayı ve [örgütün] çağrısına uymayı – önvarsayar. Büyük sanayî merkezlerinin çoğunda işçi sınıfının tamamının şu ya da bu biçimde sendikalarda ve sendikalar bu parti içinde oldukları için işçi partisinde örgütlü olduğunu söylemek neredeyse mümkündür. Aklımınn gerisindekini söylemem gerekirse, ben daha çok, İngiltere’de bile bir genel grev halinde ortaya çıkacak olanın bu tür organlardan ziyade seçilmiş grev komiteleri olacağı kanısındayım. Ancak, İngiliz işçi hareketinin belli bir mantığı içinde kaldığından böyle bir ihtimali de bütünüyle dışarıda bırakmamak gerekir.

İşlevi belli ekonomik yetkileri üstlenmek olan – seçilmiş ya da değil, burada belirleyici olan bu değildir – organlarla, burjuva devlet iktidarına karşı çıkışa geçiş arasında ayrım yapmak o halde çok önemlidir. Peki, bu sorun neden bu kadar belirleyici ve zordur? Çünkü karşımıza nesnel bir eğilimle bilinçte belli bir niteliksel sıçrama arasındaki ayrım çıkmaktadır. Olayların baskısı altında, neredeyse sezdirmeden, salt hareketin iç mantığıyla sosyal-demokrat işçilerin veya Hruşçovçu eğitimden geçmiş işçilerin, kendilerine rağmen, aktif grev de dâhil, grevcilere ödeme yapmak için banka gişelerini tekrar açmak da dâhil (1’den 4’e maddeleri) benim daha önce tarif ettiğim tüm bir dizi şeyi yapmaya sürüklenebileceklerini söylemek mümkündür. Gelgelelim bunun imkânsız değilse bile güç bir hale geldiği bir sınır mevcuttur: bu da burjuva demokrasisinin kurumlarıyla bilerek ve bilinçli bir çatışma yolunda bir seçim yapıldığında ortaya çıkar. Bugüne dek Batı Avrupa’da tüm devrimlerin kaybedilmesine neden olan da budur.

Bunun klasik bir örneği vardır, en bilineni budur çünkü söz konusu ülke aynı zamanda hadiselerin en sert biçimde gerçekleştiği ülkedir: bu İngiltere örneğidir. İngiliz işçi hareketinin gücünün zirvesine vardığı anda, Birinci Dünya Savaşının hemen ertesinde, bütünüyle farklı bir tarihsel bağlamda 1926’dakinden çok çok daha güçlü bir genel grevle sonuçlanabilecek ortak grev yapma kararı almış en büyük üç sendika (metal işçileri, madenciler ve taşımacılık işçileri) arasında meşhur üçlü ittifak varken – (yarı-sovyetik tipte) “shop-steward” [demokratik seçimle gelmiş işyeri sendika temsilcileri] hareketi İngiliz fabrikalarında büyük bir yaygınlık kazanmışken, İngiliz burjuvazisinin en zeki önderi Lloyd Georges “üçlü ittifak” sendikalarının başlıca üç önderini evine çağırıp onlara şunu söylemişti: “Tüm ülkeyi felç etme yeteneğine sahip olduğunuzu, bizden çok daha güçlü olduğunuzu ve hatta askerlerin çoğu kışlalarından çıkmayı reddedeceğinden orduyu size karşı kullanamayacağımızı biliyoruz ama bir tercihte bulunmak zorundasınız: Ben ulusun, parlamentonun çoğunluğunu temsil ediyorum; ulusun, parlamentonun çoğunluğuna karşı bir genel grev yapmaya hazırsanız, bunu ancak kendinizi bu çoğunluğa ikame etmeye ve parlamentoyla genel oyunkinden başka bir iktidar, başka bir devlet yapısı kurmaya hazır olduğunuz takdirde yapabilirsiniz. Bunu yapmaya hazır mısınız?” Bu sendika bürokratlarının ne cevap verdiğini herhalde uzun uzadıya anlatmama gerek yok, sanırım herkes anlamıştır.

Bu aynı mantığın en trajik (İngiltere’dekinin traji-komedi olduğunu söylemek mümkündür zira hiçbir şey olmamıştır – zaten Lloyd Georges’un istediği de buydu) ifadesi Almanya örneğidir. Almanya’da hemen her kentin neredeyse her fabrikasında işçi şuraları [konseyleri] vardı, burjuva devlet aygıtı neredeyse çökmüştü (yani iktidar gerçekte işçi sınıfının elindeydi) ne var ki bu işçi şuralarındaki sosyal-demokrat çoğunluk hiç tereddüt etmeden bir burjuva parlamentosu için genel seçim çağrısında bulunma ve elindeki iktidarı bu burjuva parlamentosuna devretme kararı aldı. Sadece canice değil aynı zamanda ahmakça! Çünkü bu parlamento seçimlerinde çoğunluğu elde edeceklerine inanıyorlardı. Bunu bile elde edemediler (oyların %44’ünü aldılar). İşçi şuraları iktidarını sosyal-demokratlara dahi devredemediler, burjuva partilerine teslim ettiler.

Böylece Alman Devrimi üç ayda tasfiye edilmiş oldu (18 Kasım – 19 Şubat): Weimer Kurucu Meclisinin toplantıya çağrılmasından sonra ortada sovyet movyet kalmamıştı. Bu geri dönüşü olmayan nokta, belli sayıda iktisadî yetkiyi üstlenmeye başlayan işçi şuralarını, burjuva devletinin burjuva demokratik parlamenter kurumlarının iktidarını bilinçli biçimde olumsuzlayan organlara dönüştürmek bilinçte niteliksel bir sıçramayı gerektirir; bunun ayırdına varmadan işçilerin çoğunluğunu sosyalist devrim yapmaya götürmek olanaksızdır; bu tam bir yanılsamadır.

O halde, işçi sınıfının çoğunluğunun bilinç düzeyinde, reformist bir düzeyden devrimci veya yarı-devrimci bir düzeye belirleyici bir dönüşüm olması gerekir. Bunun olması için bir dizi elverişli koşul vardır:

  1. Bir devrimci durum sırasında olayların deneyiminde ve bilincine varılmasında genel hızlanma – ki bu öyle hafife alınacak bir şey değildir. Lenin’le Troçki’nin söylediklerini herkes bilir: “Devrim sırasında işçiler devrimci olmayan bir durum döneminin bir ya da beş yılında öğrendiklerinden fazlasını bir günde öğrenirler”. İşçiler daha fazlasını öğrenirler çünkü daha fazla kitle etkinliği vardır – devrimci bir dönemi karakterize eden de hiç kuşkusuz budur.
  2. Bu durum ve koşullarda devrimci partinin rolü tamamen belirleyicidir. Devrimci partinin aktif ve önder rolü olmaksızın işçi sınıfının çoğunluğunun antikapitalist ve devrimci bir bilinç kazanabilmesini tasavvur etmek mümkün değildir – ve bunun geçmişte bir örneği yoktur. Yine burada da, devrimci bir dönemde devrimci parti kendisini dönüştürüp, görece sakin bir dönemdekinden katbekat daha hızlı bir tempoda büyüyebilir.
  3. Ne kadar tuhaf gözükürse gözüksün ben tüm bu süreçte belirleyici rolü yine de üçüncü bir etmene, düşmandan kaynaklanan etmene vereceğim.

Son derece zor olan yegâne durum, düşmanın hiçbir şey yapmadığı durumdur. Bunun tarihsel bir örneği mevcuttur: kuzey İtalya işçileri bölgedeki tüm büyük fabrikaları işgal ettiğinde, ünlü 1920 Kasım büyük grevi sırasındaki İtalyan burjuvazisi örneği. Tıpkı [İngiltere’de] Lloyd Georges gibi İtalyan burjuvazisinin en kurnaz önderlerinden biri olan devrin İtalyan Başbakanı Giolitti o sırada şunu söylemişti: “İşçiler fabrikaları işgal ettiler, silahlılar (en azından Torino’dakiler – E.M.): bu, devletin ayakta kalmasına yönelik bir tehdittir. Yapabileceğimiz işe yarar tek şey hiçbir şey yapmamaktır”. Diğer bir deyişle, ‘umalım ki işçiler ileri doğru belirleyici bir hamle yapmak için kendiliklerinden belirleyici bir inisiyatif alamasınlar’. Aynen öyle oldu: sendika yönetimleri, sosyalist parti önderliği – komünistler hâlâ SP içindeydiler -, işçi şuraları 1, 2, 5, 6 gün boyunca toplantılar yaptılar. Vurgunun nereye yapılacağının belirlenmesi tartışıldı: işçi denetimi olacak mı, olmayacak mı, patronlardan, hükümetten ne talep edilecek vesaire. Sonuçta hareket iç tartışmalar, yerinde saymalar, hiçbir şey yapamamaz hale gelme, yukarıda tarif ettiğim dönüşümü gerçekleştirmek için kesin sonuca götürecek bir inisiyatif almaktan acz içinde eriyip gitti.

Eğer İtalyan burjuvazisi o sırada fabrikaların üzerine faşist sürüleri salma veya askerî bastırmaya girişme hatasını işlemiş olsaydı, devrim olacağı hemen hemen kesindi: işçiler silahlıydı, iktidarı almak için, karşı cenahtan gelecek herhangi bir kışkırtmaya karşılık vermek için maddi güce sahiptiler. Lakin, iş kışkırtma olmadan kendiliklerinden inisiyatif almaya, burjuva demokrasisinin kurumlarından kendiliklerinden vazgeçmeye geldiğinde, bunun ne bilincine, ne iradesine ne de önderliğine sahiptiler.

Bundan, itiraz edilmekle birlikte Batı Avrupa’daki genel grevlerin tüm deneyiminden çıkan çok önemli bir sonuç çıkarmak gerekir: genel grevden doğan işçi iktidarı organlarının varlıklarını sürdürmesi, varlığını sürdüren bir ikili iktidar yapısının olması ve başlamakta olan bir ikili iktidar döneminin olması için çaba sarfetmek tayin edici önemdedir. Çünkü bunları idame ettirmekte başarılı olunduğu andan itibaren hasmın er ya da geç bunlara saldırmaya mecbur kalması ve karşılık vermek için gerekli inisiyatiflerin hazırlanabilmesi, henüz daha yeni ileri doğru devasa bir örgütsel sıçrama yapmış bu işçilerden, kararlarının tüm siyasî ve devrimci sonuçlarını bir çırpıda anlamaları istenecek olsaydı – ki bu, en azından işçi sınıfının reformist veya neo-reformist etki altında olduğu ülkelerin çoğunluğunda pek az muhtemeldir – olabileceğinden çok daha etkin bir tarzda merkezileştirilebilmesi hemen hemen kaçınılmazdır.

Diğer bir deyişle en olası değişke [varyant] hakikî bir ikili iktidardır; yani – sovyetik iktidarın ruşeymi – işçi şuraları bir geçiş dönemi boyunca burjuva parlamentosu ve kurumlarıyla yan yana var olacaklardır. O zaman, emekçilerin çoğunluğunun burjuva parlamentosu ve kurumlarından tereddütsüz biçimde ve bilinçli olarak vaz geçip, işçi şuralarına dayanmaya hangi anda, hangi biçimde ve hangi bahaneyle götürüleceğini belirlemek söz konusu olacaktır.

Tüm bunlar eğer emekçilerin çoğunluğu hâlâ reformist veya neo-reformist ideolojinin etkisi altındaysa geçerlidir. Şayet işçilerin çoğunluğu ikili iktidar doğmadan önce bile çoktan komünist, antikapitalist, Troçkist, devrimci, Maoist vb. ise artık bunların hiçbiri uygulanmaz, işçiler işçi şuralarını açık biçimde sovyetlere dönüştürecek ve iktidarı fethetmeye gideceklerdir. Gelgelelim böyle bir durum, Avrupa ülkelerin neredeyse tamamında – yine de çok temkinli olmak kaydıyla olası İspanya istisnasıyla – son derece zayıf bir ihtimaldir.

7. Merkezileşme

Burada karşımızda, çok büyük bir psikolojik önemi haiz ve Lenin’in Rus Devriminin belli sayıda deneyimini Batı Avrupa bağlamına oturtmak istediğinde hiç kuşku yok küçümsemiş olduğu bir görüngüyü buluyoruz: Batı Avrupa işçi sınıfı çok uzun zamandan beri sendikal ve siyasî işçi örgütlerinde merkezileşmiş durumdadır. Posadas yoldaş Avrupa’ya gelip işçilerin omuzlarına vurarak onlara “Biliyor musunuz, merkezileşmeyi öğrenmelisiniz” dediğinde, bu işçilere 75 yıldır bildikleri bir şeyi öğretiyordu.

İşçilerin bu alandaki deneyimi hem ikili hem de en azından olumsuzdur: merkezileşme gücü tartışmasız biçimde artırmakla birlikte merkezileşmenin somut biçimi aynı zamanda bürokratikleşmeyi de güçlendirmiştir; günümüzde bir kitle örgütü ne kadar merkezileşirse o kadar bürokratikleşmektedir, bu kuralın Avrupa’nın hiçbir yerinde istisnası bulunmamaktadır.

Oysa bir genel grevde olumlu olan yanın tam da büyük ölçüde, genel grevin işçi sınıfı ve işçi hareketi üzerinde bürokratik denetimi tartışma konusu yapabilen işçi özerkliği güçlerini serbest bırakacak olması olduğunu açıklamıştık. Bu işçi özerkliğinin başlangıçta ihmal edilemeyecek bir adem-i merkeziyet derecesiyle karakterize olması neredeyse kaçınılmazdır. Bu, burjuvaziye ve devletine olmaktan çok bürokrasiye bir başkaldırıdır. Gelgelelim bu ikisi eşyanın tabiatı gereği birbirine çok yakından bağlıdır.

Bu da alınacak bütün inisiyatiflerin merkezileşmesinin bir Troçkistin söylemindeki veya bir kadro okulundaki kadar apaçık bir şey olmayacağı anlamına gelir. İspanyol Devriminden çıkan bir örneği alalım (bu devrime sık sık başvurmak gerekir zira bu devrim emperyalist ülkelerde şimdiye dek tanık olduğumuz en zengin deneyimdir). Devrimin ilk günlerinde emekçiler tarafından spontane biçimde yaratılan sovyetik tipte organlar farklı şehirlerde aynı ismi dahi taşımıyorlardı. Hareketin en ilerlemiş olduğu Katalonya’da bunlara genellikle (ama her yerde değil) “milis komitesi” deniyordu; ülkenin diğer kısımlarında farklı biçimde adlandırılıyorlardı: “üretim komitesi”, “yerel komite”, “fabrika komitesi”, “işçi konseyi”, “birleşik cephe komitesi” vesaire. Bu isim bir kentten diğerine değişiyordu. Adlandırma yalnızca biçimsel bir sorun değildi, aynı zamanda farklı bir işlevi, farklı bir bileşimi, içinde yer alan kişilerin bu komitelerin neyi temsil ettiğine dair farklı özbilinçlerini de kapsıyordu. Bu komitelerin hepsini 24 saat içinde tek bir ulusal Kongrede federasyon halinde birleştirmek ise yalnızca imkânsız değildi, ama aynı zamanda olmadı da ve bunun olmaması bir tesadüf değildi!

Bu merkezileşmenin gelişebileceği birkaç yola işaret etmek isterim:

  1. Çok önemli bir yol daha önce bahsetmiş olduğum ekonomik veya ekonomist yoldur: aktif greve geçildikçe, aktif grevin mantığında vurgulamamız gereken muazzam bir merkezileştirici güç bulunur. Nakliye, hammadde, dağıtım, enerji şirketleriyle temas kurulmadan bir işletmede üretimi başlatmak olanaksızdır. Burada neredeyse otomatik biçimde doğan bir merkezileşme, eşgüdüm gücü vardır. Bu, sürecin başındaki bir genel grevi sosyalist devrime doğru dönüştürmek açısından aktif greve geçmenin önemini göstermek için bir başka argümandır.
  2. Hâlâ küçümseme eğiliminde olduğumuz çok önemli bir diğer etmen iletişimin merkezileşmesidir. Günümüzde toplumun sinir merkezleri bundan 60 yıl öncekilerle aynı merkezler değildir. Mesela tren garı değildir: 1917 işçileri için mantıklı bir fikir olan garı işgal etme fikri, bugün azımsanamayacak sayıda ülkede kimsenin aklına gelmeyecektir. Şu andaki sinir merkezleri, telekomünikasyon, radyo, TV ve bunlarla bağlantılı merkezlerdir: matbaalar (özellikle para basılan matbaanın önemini küçümsememek gerekir), bankalar, posta çekleri vesaire.

Bu birkaç öğeye bakılacak olursa, bir genel grevde doğabilecek merkezileştirici güçler görülür. Bir sosyalist devrimin mümkünlüğü bakış açısından, Mayıs 68 genel grevinin dönüm noktasını hemen hiç kimse farketmemiştir: grevin ilk günlerinde telekomünikasyon şirketleri de dâhil işletmelerin tamamı emekçilerin işgali ve denetimi altındaydı. Paris’te artık grevciler tarafından kontrol edilmeyen – İçişleri ve Savunma Baknalıklarınınkiler de dâhil – tek bir telekomünikasyon anteni kalmamıştı. De Gaule hükümetinin tek askerî müdahalesi İçişleri Bakanlığı için Paris’te bir anteni boşaltmak için yapıldı: bunun için 100 CRS’in [ Cumhuriyetçi Güvenlik Bölükleri – çevik kuvvet polisinin] müdahalesi yetti.

Grevde başka bir önderlik olsaydı – olsayla bulsayla elbette çok şey yapmak mümkün – işçilerde başka bir bilinç olsaydı, hadiselerin belirleyici önemini kavramış olsalardı bu antenin ele geçirilmesine direnirlerdi. Hiç kuşkusuz muzaffer olacak böyle bir direnişten ne doğabileceğini ise izah etmeye gerek yok.

Bu doğaya sahip merkezileşme önlemlerini alan bir genel grevin burjuva devletine dayatacağı felçe uğrama derecesinin geçmişte tanık olunanlardan niteliksel olarak üstün olduğunu kavramak gerekir. Burada çağdaş teknolojinin tekyanlı ve yanlış eleştirisini yapıp, çağdaş teknolojiyi salt bir ezme ve sömürme gücü olarak – ki kapitalist rejimde budur – gören ve bu teknolojinin burjuva toplumunu tam da teknikçi olduğundan tüm ücretlilerin toplu ve genelleşmiş eylemi karşısında geçmişe oranla çok çok daha kırılgan hale getirdiğini anlamayanların kavrayışsızlığının en şaşırtıcı yanlarından biri ortaya çıkar.

50 ya da 60 yıl önce burjuva zorla bastırması neydi? Halkın üzerine salınan birkaç bin paralı askerdi; o sırada yapılacak tek şey vardı: silaha silahla karşılık vermek. Günümüzde toplum çok daha kırılgandır; yüksek hareket yeteneğine sahip olmakla birlikte hepsi birbirlerine çok sınırlı sayıda sinir merkeziyle bağlı birimler söz konusudur. Bütün telekomünikasyon antenlerini ele geçirin, yayın yapma imkânlarını kesin, on beş dakika sonra merkezileşme proletarya cephesine, devrim cephesine geçer, karşı-devrim ise bütünüyle merkezsiz kalır.

Fransa’da Mayıs 68 genel grevinin ilk günlerinde İçişleri Bakanının valilerle hiçbir iletişim imkânının kalmadığı bir duruma varılmıştı; valiliklerin sekreterleri, daktilo yazıcıları, memurları dahi grevde olduğundan durum acayip bir hal almıştı. Yani sorun valilerle iletişim kuramıyor olması bile değildi; bunun bir işe yaramamasıydı. İçişleri Bakanının doğrudan valiyle ya da yardımcılarından biriyle iletişim kurması gerekiyordu, yoksa mesaj iletilmiyordu.

Burjuva ve karşı-devrim cephesini kıpırdayamayacak hale getirmek ve merkezileşmenin işçi cephesine geçmesini sağlamak açısından bütün bu telekomünikasyon araçlarının oluşturduğu bu yeni sinir merkezlerinin öneminin anlaşılması çok kritiktir. Bu alanlarda pasif grevin aktif greve dönüştürülmesi otomatik bir merkezileşme demektir. Radyo-TV çalışanların genel grevi sırasında aktif greve geçiş olduğunu düşünün. Bu, radyo-TV’nin tarifi imkânsız bir merkezileştirme gücüyle birlikte grevin hizmetine girmesi anlamına gelir. Karşı-devrim bunun tam olarak bilincindedir: son 15 yılın her karşı-devrimci darbesi her şeyden önce radyo-TV’yi ele geçirmeyi hedeflemiştir. Karşı-devrimciler, şayet radyo-TV halkın ve emekçilerin elinde olsaydı, bunun bir işçi iktidarının merkezileşmesi açısından geçmişte hiçbir zaman var olmamış devasa bir güç sağlayacağını biliyorlardı.

Bundan geleceğe dair sonuçlar çıkarmak ise kesinlikle mümkündür: ilk güç sınamaları işte bu merkezler etrafında patlak verecektir. Belçika jandarması önce grevcileri Cockerill ya da ACEC fabrikalarından çıkartmaya uğraşmakla oyalanmayacaktır – böyle bir şey yapmak için akıllarını yitirmiş olmaları gerekir. Güçlerini Waremme garı ya da Haine-Saint-Pierre sınır istasyonuna da yoğunlaştırmayacaklardır. Daha ziyade RTB’ye (Belçika Radyo Televizyonu), posta çeki şubelerine, büyük bankalara yöneleceklerdir. Bir cenahın ya da diğerinin denetiminde kalmaları halinde olayların genel seyrini bir dönem için belirleyebilecek merkezler aslında bunlardır.

Emekçilerin çok daha büyük bir kitlesinin bilinç kazanmasının alevlenebilmesi ve az çok soyut ve genel tarzda konulduklarında anlaşılmayan belli sayıda şeyin gerekliliğinin kavranabilmesi tam da, doğaları gereği iktidarın epeyce büyük oranda bir cenahtan diğerine geçmesini sağlayan bu tür kurumların özsavunması sorunu etrafında mümkündür.

Türkçesi: Osman S. Binatlı

Kaynak: http://www.ernestmandel.org/fr/ecrits/txt/inconnu/la_greve_generale.htm

Genel Grev/1- Kökeni ve Türleri-Ernest Mandel

Üç bölüm halinde aktaracağımız bu metin Ernest Mandel’in 1974’te bir kadro eğitim çalışmasında yaptığı sunumun yazıya dökülmüş halidir.

Genel grevi ele alıp işliyorsak eğer, bunun nedeni genel grevin emperyalist ülkelerde sosyalist devrimin en olası modeli olduğunu düşünüyor olmamızdır. Bu elbette tek olanaklı model değildir; genel grev belli sayıda doğrulanmış başlangıç hipotezini önvarsayar:  önümüzdeki yıllarda bir dünya savaşının olmaması, emperyalist ülkelerde faşizmin ya da askerî-yarı-faşist bir diktatörlüğün zafer kazanmış olmaması, bu ülkelerde ücretlilerle Sermaye arasında şu anda kurulmuş olan güç ilişkilerinin fazla değişikliğe uğramadan olduğu şekliyle muhafaza edilmesi. Bu güç ilişkileri geçmişte hiçbir zaman tanık olunmadığı kadar ezici biçimde işçi sınıfı lehinedir; demek istediğimiz şu ki nüfusun yüzde 80 ila 85’i, kimi ülkelerdeyse %90’ı ücretlilerden oluşmaktadır.

Bu başlangıç hipotezleri elbette sonsuza dek garanti edilmiş değildir. Yoldaşlar X. Dünya Kongresinde hareketimiz tarafından ne söylendiğini ve hangi kararların oylanıp kabul edildiğini biliyorlar, bununla birlikte makul bir zaman sınırında kalmak kaydıyla, kendimizi hazırladığımız önümüzdeki yıllarda, bu başlangıç hipotezlerinin muhtemelen korunacağını düşünüyoruz. Bu başlangıç hipotezlerinin benimsenmesinde bir spekülasyon değil, bir akıl yürütme, bir iç mantık söz konusu: yukarıda işaret ettiğim üç alanda nitel bir değişimin ancak ve ancak öncesinde işçi sınıfının ağır bir yenilgiye uğramış olmasıyla mümkün olduğundan kesinlikle eminiz.

Dolayısıyla akıl yürütmemiz şu şekildedir: bu yenilgi şu anda genel greve doğru giden yükselişin olumsuz biçimde son bulmasını önvarsayar. Bunun tersine, sonu genel greve varacak bu işçi yükselişinin bir zaferle sonuçlanmasını, bu yenilgiyi önlemesini sağlayacak imkânların hangileri olduğunu çözümlemek ise bütünüyle yerindedir. Bu nedenle, bir genel grevin sosyalist devrimlerin zaferine dönüşmesini mümkün kılacak koşulların değişime uğratılmalarının çözümlenmesi de aynı şekilde bütünüyle yerindedir.

Gelecekteki Sosyalist Devrimin Modeli Olarak Genel Grevin Kökeni

Genel grev sorunsalının gelecekteki sosyalist devrimin modeli üzerine tartışmanın merkezine konulması işçi hareketi tarihinde ilk kez olmamaktadır. Bu konuda ilk tartışma XIX. Yüzyılın sonunda gerçekleşmiş ve anarşist, özellikle anarko-sendikalist eğilimler tarafından, üstelik o dönemde Marksistlerin çoğu tarafından benimsenen sosyal-demokrat seçim mücadelesi ve parlamenter mücadele taktiğiyle kararlı bir karşıtlık içinde başlatılmıştır.

Marksistler o dönemde anarko-sendikalist tezlere, hâlâ bir doğruluk payı taşımaya devam eden ve bizim de vazgeçmeye hazır olmadığımız bir eleştiri getirdiler. Bu devrimci-sendikalist genel grev tezinin Marksist eleştirisinin temel doğruluk payı bu tezin siyasi iktidar sorununu hafife alması ve bu burjuva toplumunun çökmesi için işçi sınıfının iktisadî planda çalışmayı durdurmasının, iktisadî yaşam düzeyinde ise işletmelerin yönetimini kendi önderliğinde devralmasının yeterli olduğunu sanmasıdır. Devlet sorununun, hükümet sorununun, silahlanma sorununun, genel grevin bir ayaklanmaya dönüştürülmesinin zorunluluğu sorununun vahim, hatta sonu felakete varabilecek biçimde küçümsenmesi söz konusudur. Eski genel grev tezinin Marksist eleştirisinin bu bölümünün tamamı hiç kuşkusuz doğru olmaya devam eder.

Ama bir genel grev bir sosyalist devrimin başlangıcı olabilir. Emperyalist ülkelerde XX. Yüzyıl tarihi devrimci-sendikalist tezin bu yanına dair günümüzde kesinlikle ikna edici olan bir hüküm vermiştir: sanayileşmiş bir ülkede bir genel grev bir sosyalist devrimin başlangıcı olabilir ve muhtemelen de öyle olacaktır. Bu konuda Marksistlerin, özellikle de müstakbel reformistlerin XIX. Yüzyıl sonunda söyledikleri, Alman sosyal-demokrat sendikalarının ünlü “Genel grev, genel enayiliktir” ifadesinde özetlenen, yani kapitalist rejimde bir genel grevin olanaksız olduğunu öngören tez, bunların hepsinin bütünüyle yanlış olduğu ortaya çıkmıştır. Sosyal-demokratların akıl yürütmelerinin kesinlikle yanlış olduğu XX. Yüzyıl işçi hareketi tarihi boyunca ortaya çıkmıştır.

Yalnızca kapitalist rejime çoktan entegre olmuş kişilerin kötü niyeti değil de bir akıl yürütme söz konusu olduğuna göre bu akıl yürütme neydi? Bu sosyal-demokrat savın gerisindeki akıl yürütme neydi?

Bu, bütün bir dizi sürecin sözde eşzamanlılığına dair kesinlikle mekanikçi bir görüştü: bir genel grevin başarılı olması için tüm işçilerin örgütlü olması, şimdiden sosyalist olması gerekir; işçilerin hepsi örgütlüyse ve sosyalistse, bir genel greve ihtiyaçları yoktur, parlamentoda çoğunluğa ve devlet içinde iktidara sahip olurlar diyorlardı. Akıl yürütme buydu. Mücadele yeterliği, örgütlenme yeterliği ve bilinç yeterliği üçlü sürecindeki sözümona eşzamanlılık hiç kuşkusuz bütünüyle yanlıştır: hâlâ azınlıkta örgütlü ve henüz görece sınırlı bir azınlıkta sosyalist bir işçi sınıfı bir genel grev yapma yeteneğine sahip olduğunu tarihsel olarak göstermiştir. Bu üç görüngü arasında zorunlu bir düşümdeşlik [zaman çakışması] yoktur.

Bu mekanikçi kavrayışın altında yatan yöntembilimsel hataya gelince,  bu hata bilinç kaynağı olarak eylemin son derece kesin küçümsenmesidir. Bu, işçilerin belli bir bilinç düzeyine erişme yeteneğine kavuşmaları için önce onları bireysel propaganda temelinde ikna etmek gerektiği fikridir. Oysa deneyim, işçi sınıfının bireysel eğitim ve propaganda yoluyla sınıf bilincine erişemeyen bütün bir kesiminin, bu sınıf bilincine tam da büyük siyasî kitle grevleri içerisinde, genel grevler içerisinde gözlerini açtıklarını veya uyandıklarını ve son derece savaşkan hale geldiklerini göstermiştir.

Bu hata sonucunda varılan nokta ise yüzyılın başından beri Avrupa işçi hareketinin solu ile sağı arasında süregiden tartışmada değişmez bir eğilimdir. Bu, Rosa Luxemburg’un Lenin veya Troçkiden bile daha fazla belirleyici bir rol oynadığı tartışmadır: Rosa işçi sınıfının örgütlü bir öncüyle örgütsüz bir artçı arasında bölünmesinin gerçekliğin haddinden fazla kolaycı ve dar bir görümü olduğunu kavramıştı. Örgütlü bir öncünün var olduğu ve örgütsüz işçiler olduğu doğru olmakla birlikte, gerçekliği anlamak için bu çözümlemeye en azından üçüncü bir öğe katmak gerekir: örgütsüz işçilerin öyle bir kesimi vardır ki, bir kitle mücadelesinde örgütlü işçi sınıfının, işçi örgütlerinin bürokratikleşmesine bağlı olarak mücadelede bürokrasinin şiarlarını izleme eğiliminde olacak ve böylece mücadelede öncü olmaktan çıkacak bir kesimini aşabilir.

Rosa Luxemburg’un bu tezi, kendiliğindenci bir tez olarak yanlış yorumlanmıştır. Bu tam olarak doğru değildir. Doğrusu bir kendiliğindencilik öğesi mevcuttur ama yalnızca bir öğe; yani “örgütlü” olmanın “ileri” olmakla özdeş olmak zorunda olmadığının kavranması ki bu da günümüzde gerçeğin ta kendisidir, kimse buna itiraz etmeyecektir. Rosa Luxemburg örgüte asla düşman değildi. Örgüte, devrimci örgüte fazlasıyla taraftardı. Sadece örgütle öncü arasında her an ve özellikle de bir genel grev sırasında zorunlu olarak özdeşlik olmadığını kavramıştı.

Lenin’in bunu kavraması birkaç sene aldı, ama 1914’ten itibaren anlamıştı. Sosyal-demokratların bu tarihten sonra Lenin’e “Ama sen örgütü yıkıyorsun, bu senin 20 yıl boyunca savunduğun her şeyin revizyonu demek” diyerek saldırmış olmaları da ayrıca manidardır. Lenin uluslararası sosyal-demokrasiye karşı polemik yazılarından birinde şu cevabı veriyordu: “yozlaşmanın belli bir aşamasında bazı bürokratikleşmiş örgüt biçimleri gerçekten de engeller haline gelebilir, örgütsüz işçiler ise bürokratikleşmiş örgütlerin tutsağı olmaya devam eden işçilerin bilinç düzeyinden daha yüksek bir bilinç düzeyine ulaşabilirler. O zaman yeni bir örgüt inşa etmek gerekir. II. Enternasyonal ölmüştür, III. Enternasyonali inşa etmek gerekir”. Troçki ise III. Enternasyonal partilerinin Hitler’in zaferinin ardından ıslah edilebilir olmaktan çıktıklarına karar verdikten sonra, Lenin’in 1914’ten sonra kullandıklarıyla ve Rosa’nın aynı tezi savunmak için 1905 – 1914 yılları arasında Almanya’da daha o zamandan kullandıklarıyla neredeyse tıpa tıp aynı sözcükleri seçmiştir.

Şimdi bugün kendisini ortaya koyduğu haliyle genel grev sorunsalına gelelim. Önce tarihsel değil analitik tarzda hareket edeceğiz. Bir genel grevin mekanizmasını çözümlemeye ve genel grevin sosyalist devrimin zaferine doğru, bu zafer de dâhil ilerleyişini düşünsel düzeyde tasarlamaya imkân tanıyan on öğeyi tartışmaya çalışacağız. Sunumun son bölümünde özellikle Belçika işçi hareketinden birkaç tarihsel örneği gözden geçirip, her seferinde bu aşarak-gelişmenin gerçekleştirilmesi açısından eksik kalan etmenleri tartışacağız.

  1. Bir Genel Grev Nedir?

Bir genel grevin ilk ve belki de tam bir kesinlikle tanımlanması en zor karakteristik özelliği şu soruya verilecek cevaba bağlıdır: genel grevi büyük bir grevden farklı kılan nedir? Bu cevaplanması zor bir sorudur çünkü bu soruya salt niceliksel tarzda yanıt vermek mümkün değildir. Hiç kuşkusuz bir genel grev tüm işçilerin katıldığı bir grev değildir, böyle bir şey hiçbir zaman olmamıştır ve asla olmayacaktır! Bir greve genel grev demek için son işçinin de greve katılmasını beklemek saçmalıktır. 1960’ta Belçika’da haklı olarak genel grevden söz ediyorduk: diyelim ki bir milyon grevci vardı, bu bizim ileri sürdüğümüz rakamdı ve sanırım biraz abartılıydı. Belçika’da besbelli bir milyondan fazla, iki buçuk milyon işçi vardı. Yine de adlandırma bütünüyle yerindeydi.

Bir genel grev, salt büyük bir grevden nerede ayrılır?

Genel grevin başlıca karakteristiklerinden birkaçı şunlardır:

  1. Grev yalnızca katılım bakımından değil, aynı zamanda hedefleri bakımından da büyük ölçüde farklı işkollarını kapsar.
  2. Özel sektörden çok büyük ölçüde taşıp, sadece fabrikaları değil bütün bir dizi devlet kurumunu da – demiryolları, gaz, elektrik, su vb. – işlemez hale getirecek şekilde tüm kamu kesimi emekçilerinin kararlı unsurlarını kapsar.
  3. Ve atmosfer; bu elle tutulur olmamakla birlikte belki de en önemli etmendir. Ülkede yaratılan atmosfer sınıflar arasında genel bir çatışma atmosferidir, yani bu bir sektörün patronlarıyla bir sektörün işçileri arasında bir çatışma değildir. Buna karşın toplumun tüm sınıfları, bu greve emekçilerin katılımı %100’e ya da %90’a varmasa da bunun bir bütün olarak burjuvaziyle bir bütün olarak işçi sınıfı arasında bir çatışma olduğu izlenimini edinir.

Bu sorunla uğraşan Marksist militanlar ve teorisyenler tarafından çok sık eklenen başka bir karakteristiği eklememiş olmam belki gözünüzden kaçmamıştır. Neden? Bir genel grev bir bütün olarak burjuvaziyle ve burjuva devletiyle çatışma demek olduğundan nesnel olarak siyasidir ama işin başından beri bunun bilincinde olması gerekmez. Avrupa’da bunu doğrulayan büyük bir tarihsel örnek, 68 Mayısına gelinceye dek belki de en büyük örnek bulunmaktadır. Bu örnek, hiçbir siyasî talebin öne sürülmediği, işçilerin fabrikaları işgal edip, görünürde yalnızca ekonomik tipte (çalışma saatlerinin azaltılması, ücretli izin vesaire ve en fazlasından işçi denetimi) talepler öne sürmekle yetindiği Haziran 36 örneğidir. Ama bizzat Troçki ve bu hareketi biraz olsun dürüstlükle inceleyenlerin hepsi, bu emekçilerin temelde dile getirebildiklerinden çok çok daha fazlasını talep ettiklerinin ayırdına varıyorlardı. Bir grevin doğası hakkında bu greve belirli bir anda önderlik edenlerin bilinçli ifade yeteneklerine bakarak bir yargıya varmak çok vahim bir hata olacaktır.

Bir grevin ancak siyasî talepler öne sürdüğü takdirde bir genel grev olacağına inanmak şunu söylemek demektir: “bir grev ancak ve ancak eğer onu yönetenler ve taleplerini dile getirenler grevin tam olarak ne ifade ettiğinin bilincinde olurlarsa genel grev olur”. Bu, genel grev kavramının uygulanmasını tehlikeli bir biçimde kısıtlar. Bundan çıkan sonuç, devrimci öncünün hareketin başından itibaren grevin siyasî doğasını, falanca sektörün ekonomik veya kendine özgü hedeflerini aşan hedeflerini dile getirmeye çalışması ve öncünün politikleştirme çabasının gündelik olma zorunluluğudur.

  • Pasif [Edilgen] Genel Grev

Pasif grevin tarihte, hatta en parlak olanları arasında bile birkaç örneği vardır. Batı Avrupa’da tanık olunan en büyük genel grev, en etkili genel grev Alman işçi sınıfının General Kapp’ın 1920 darbe girişimine karşı genel grevidir. Tüm ekonomik ve kamusal yaşamı durduran ve etkinlik ve etki bakımından kesinlikle tam olan bu genel grev pasifti: birkaç bölge ve istisnaî birkaç örnek dışında, işçiler fabrikaları işgal etmediler, evlerine döndüler.

İşçilerin yalnızca çalışmayı durdurmakla yetindikleri büyük ölçüde pasif bir genel grevi, sınıfın gücünü bir araya getirmeye imkân tanıdığından (ekonomik veçheleri şimdilik bir kenara bırakıyorum, bunlara birazdan döneceğim) hiç kuşkusuz muazzam bir ileri adım oluşturan fabrika işgalleriyle gelişen bir genel grevden ayırt etmek gerekir. Pasif bir genel grev sınıfın gücünü dağıtan bir grevdir: her işçi evine gider. Ne ona dokunmak ne de onunla konuşmak mümkündür.

İşgallerin olduğu bir genel grev işletmelerde kendileriyle her an konuşulabilecek, herkesin evinde kaldığı bir genel grevinkinden hiç kuşkusuz nitelik bakımından üstün bir güce ve bir sınıf insicamına [ahenk ve bağlılığına] sahip yüzbinlerce veya ülkenin boyutuna bağlı olarak milyonlarca işçinin toplanması demektir.

Sonuç burada pratiktir: biz işgal fikrini sistematik bir biçimde yayıyoruz, zaten basınımızı okumak yeter. Bizim öncüyü ikna etmeye çalıştığımız genel grev modeli ise fabrika işgallerinin olduğu bir genel grevdir. İşgalden doğan ve işgallerin olduğu bir genel grevi, hakikî bir devrim için bir yola çıkış noktasına dönüştürmekte belirleyici halkalar olan son derece önemli örgütsel veçhelere daha sonra döneceğim.

  • Aktif [Etken] Genel Grev

Aktif genel grev fikri de yine – bu konuda haklarını teslim etmek lazım – anarko-sendikalist kökenli olmakla birlikte, devrimci-sendikalistlerin bu fikre, hiç kuşkusuz 1936 devrimi sırasında İspanya’dakiler dışında çok az örnek, uygulama getirmiş oldukları söylenebilir.

Bu fikir ne anlama gelir? Emekçiler Haziran 1936’da ya da daha büyük ölçüde Mayıs 68’de yapıldığı gibi fabrikayı yiyip içip eğlenerek işgal etmekle yetinmezler. Yani yalnızca tartışma, sinema ve kâğıt oyunu seansları düzenlemezler – çalışanların işgalindeki (ki çalışanların işyerini işgal ettikleri bir grev Belçika tarihinde ilk kez olmaktaydı: Aralık 71 – Ocak 72) Cockerill’e geldiğimizde tanık olduğumuz manzara buydu. İşçiler resmî bir LRT (Devrimci Emekçiler Birliği – 1980’de POS Sosyalist İşçi Partisi, 2008’de LCR Devrimci Komünist Birlik adını alan IV. Enternasyonal Belçika Seksiyonu) heyetini konuk etmekteydiler; çalışanların kâğıt oynadıklarını gördüğümüzde yine de biraz hayal kırıklığına uğramıştık. Bu elbette bir işgaldir, ancak hiç kuşku yok burada işgalin en ilkel düzeyi söz konusudur.

Bunun tersine “aktif grev” ne demektir? İşçiler üretimi kendi yönetimleri altında bizzat kendileri örgütlerler. Yalnızca bir genel grev olmakla kalmayıp hakikî bir devrim olan 1936 İspanyol Devrimi deneyimi dışında geçmişte bunun çok az örneği vardır. Batı Avrupa işçi sınıfında şu anda son derece önemli bir dönüm noktası yaşanmakta: Fransa’da Lip, İngiltere’de Clyde, Belçika’da Glaverbel işçilerin bir fabrika işgal edildiğinde kültürel etkinlikten veya kâğıt oynamaktan fazlasının yapılabileceği, yönetimin kendileri tarafından ötgütlenebileceği fikrini benimsemeye hazır hale gelmeye başladıklarını göstermektedir ki bu da muazzam bir ileri adımdır.

Bu örneklere bu denli önem veriyorsak eğer, bunun nedeni sosyalizmin tek fabrikada inşa edilmesinin mümkün olduğuna inanıyor olmamız değil, bugün henüz yalıtık olan bu örneklerin genel grev halinde yaygınlaşabileceğini ve genelleşebileceğini düşünüyor olmamızdır. Bütün fabrikaların işçilerinin, Lip veya Glaverbel işçilerinin yaptıklarını yaptıkları bir genel greve gelince, işte bu bütünüyle başka bir şeydir! Bu, geçmişte genel grev olarak bildiğimiz her şeyden niteliksel olarak üstün bir tarihsel düzeydir. Bununla birlikte her türlü mekanikçi akıl yürütmeden sakınmak ve aktif greve geçişin çok farklı güdülenme ve bilinç noktalarından kalkındığının iyice ayırdına varmak gerekir. En iyi durum, bunun emekçilerin üretim araçlarını kendi ellerine alma yani kapitalizmi yıkma yönünde az çok bilinçli istencini dile getirdiği durumdur. Eğer bu gerçekleşecek olursa kuşkusuz çok mutlu oluruz.

Ama mümkün başka varyantlar da mevcuttur. Bunların ikisine değinmek isterim:

  1. Aktif greve geçiş genel grevin iç mantığı diyebileceğimiz bir şeyin, yani salt genel grevde daha başarılı olma istencinin sonucu olabilir. Bu bir savaşım yöntemi güdülenmesidir; genel grev, daha uzun erimli hedeflerinden bağımsız olarak sadece mücadeleyi daha etkin kılmak için gerekli hale gelebilir. Burada, Fransa’da Mayıs 68’e ilişkin sunumlarda sıklıkla karşımıza çıkan birkaç örnek vereceğim:
  1. Pasif bir grev olan bir ulaşım genel grevinin çok büyük bir şehirde belli bir andan itibaren grev kırıcı bir etmen haline geleceği açıktır: Londra, Paris ya da Roma gibi bir kentte eğer metro, otobüs, banliyö trenleri işlemez hale gelirse bu, işçi sınıfının artık bir araya gelemeyeceği, insanların bir gösteri amacıyla toplanmak için 20, 30 ya da 50 kilometre yol gitmelerinin olanaksız olduğu anlamına gelir. O zaman devrimciler tarafından da savunulması gereken şu fikir doğabilir: burjuva ekonomik hayatını karmakarışık hale getirmek ve felce uğratmak için ulaşım genel grevini sürdürelim ama işçi sınıfı şehirde merkezî bir gösteri çağrısı yaptığında, işçileri mitinge getirebilmek için ve yalnızca bu amaçla, toplu taşıma araçlarını bunların sadece bu amaçla kullanılmasını gözeten grev komitesi denetiminde çalışır hale getirelim.
  2. Kapitalist toplumun kutsallarının kutsalına dokunduğu ölçüde daha üstün bir başka örnek bankalarda, tasarruf sandıklarında vesairede bir genel grevdir. Böylesi bir pasif grev burjuva ekonomik hayatını felce uğratmak açısından yaşamsal bir araç olmakla birlikte, grev uzadığı takdirde işçilere karşı dönebilir. Gerçekten de, işçilerin çok büyük bir bölümü küçük tasarruflarını bir sandıkta, işçi örgütlerinin tasarruf sandıklarında (yardımlaşma sandıkları, koperatifler) veya çek yazılabilir banka hesaplarında tutmaktadır ve eğer bu paraya dokunamayacak olursa malî direnç yeteneği azalır. Aktif bir genel grevde, finansal kurum çalışanları gişeleri belli anlarda kendi grev komiteleri denetiminde açarak, grevci olduklarını kanıtlayan bir belge ibrazı halinde grevcilere belli bir miktar ödeme yaparlar. Bu ise çok önemlidir: bu çalışanların banka ve finans sistemini yönetmeye başlamaları demektir.
  3. Aktif grevin genel grev çerçevesinde başka bir güdülenmesi genel grevin iktisadî mantığı olarak adlandırılabilecek bir mantıktan kaynaklanır. Bu mantık tüm ekonomik yaşamı felce uğratır. Gelgelelim (birkaç günden bir şey çıkmaz ama) ekonomik yaşamın tamamının uzun süre kıpırdayamaz hale gelmesi bizzat grevcileri de doğrudan ilgilendiren yaşamsal sorunlar ortaya çıkarır. Her zaman verilen en basit örneği alalım: bir hafta süren kesinlikle tam, yani yiyecek bir lokma ekmek dahi bulamaz hale geldikleri bir genel grev. Bu hiç kuşkusuz İtalyancada söylendiği gibi bütünüyle “contraproducente”dir [beklenenin tam tersi sonuç verir]. Düzeneklerin belli bir andan itibaren işçi sınıfının fizikî varlığını sürdürebilmesi için asgarî bir işleyişe izin verecek şekilde emekçilerin yönetiminde çalışmaya başlaması gerekir. Bunun bilinen ve çok önemli marjinal örnekleri zaten daha önce uygulanmıştır: Belçika’da Gazelco (gaz, elektrik şirketi) işçileri uzun zamandan beri grev hali kuralını uygulamakta, işletmelerin, kamu kurumlarının, bankaların vesairenin elektriklerini keserken, hanelerin elektriğinin kesilmesini önlemek üzere elektrik dağıtımını kendileri kontrol etmektedirler. Çünkü hanelerin elektriğinin kesilmesi işçi sınıfını bölme ve grevin işçi sınıfının kimi kesimlerinde popülerliğini yitirmesi tehlikesini taşır. Buna karşılık, eğer üretim, ekonomik yaşamın felç edilmesi etkisinin tüketiciler kitlesinin çıkarları fazla zarar görmeden devamını güvence altına alan grevcilerin denetiminde sürdürülürse grevin etkinliği güçlü biçimde artmış olur.

Aynı akıl yürütme tarzı Mayıs 68’de özellikle Nantes kentinde küçük ölçekte uygulanmıştır – bu arada bu küçük örneklerin önemini küçümsememek gerekir. Nantes kentinde grev komiteleri, öncü işçi grupları grevcilerin yiyecek gereksinimin karşılanmasını köylülerle bir ürün değiş-tokuşu [mübadelesi] sağlayarak organize etmek istemişlerdi. Ki bu da yeterince yiyeceğe erişebilmek için grevcilerin yönetiminde üretimin yeniden başlaması ya da devamı, mevcut stokların eritilmesi, her türden iktisadî etkinlik anlamına geliyordu.

Yine, büyük işçi mücadelelerinin gelişiminde henüz bir öneme sahip olmamakla birlikte, iktisadî gelişimin genel eğilimi göz önünde bulundurulduğunda gitgide daha da önemli gelebilecek marjinal bir örnek vermek mümkündür. Bu, bugün İngiltere’de hemşire greviyle gündeme gelen örnektir. Bu çok tehlikeli bir grevdir zira bu bir bakım/tedavi grevidir: hastalar eksik tedavi görebilecek ya da ölebileceklerdir. Ki bu da grevi geniş bir kamuoyu nezdinde itibarsızlaştıracak ve burjuvazi tarafından grev hakkına, sendikalara, işçi militanlığına karşı kampanyasında kullanılabilecektir. Dolayısıyla, hemşireler hastalara zarar vermekten kaçınan ama aynı zamanda vurucu güçlerini de gösteren grev biçimleri bulmak zorunda kalmışlardır! Sağlık Bakanlığının yönetimi. Uygulanan çözümlerden biri (ki şimdiden gerçekleşmiş aynı türden vakalar mevcuttur) bir ödeme grevi olmuştur; yani herkesi tedavi etme ama hiçbir kayıt, muhasebe tutmama, kimseye bir kuruş para ödetmeme grevi olmuştur. İşte size halk tarafından son derece tutulan bir çözüm! Hem de gereken finansal ve yönetsel karmaşa yaratma etkinliğine sahip bir çözüm! Daha da ileri bir veçhe, bazı İngiliz kentlerinde aralarında madencilerin ve taşımacılık işçilerinin de bulunduğu işçi gruplarının bu grevi desteklemesi ve işçilere hemşirelerin davalarını desteklemek için greve gitmeyi önermeleri olmuştur. İşte size sınıf dayanışmasında çok önemli bir ileri adım!

Tüm bunların önemi ne? Bu anekdotları neden öne çıkarıyorum? Bunlar [tek başlarına] önemli olduklarından değil elbet. Bunları, komünist bilincin bir hastanede olağanüstü gelişimine, sosyalizmin tek bir fabrikada örgütlenmesine inandığımızdan değil, bu örneklerin çoğalmasının, popülerleşmesinin bunların genel grevlerden birinde genelleşmesini hazırlayan koşulları yarattığını düşündüğümüz için anlatıyorum.

Ayrıca, şimdiye dek Avrupa’da böylesi örneklerin gerçekten de genelleşmediği tek bir genel greve dahi tanık olmadığımızı belirtmek gerekir. Peki, toptan bir değişim nasıl olacaktır? İşçi sınıfı kesimlerinin çoğunun tüm bu teknikleri en geniş anlamda uygulayacakları, Mayıs 68’deki gibi az çok tam bir genel grevin nasıl bir şey olacağını kafasında canlandırması için kişinin hayal gücünü biraz zorlaması gerekir: bu toplumsal bir devrimin başlangıcı olacaktır. Bütün bu hayli bölük pörçük anekdot kabili örnekleri işte bu nedenle öne çıkarıyorum. Önemli olan bunların parçalı ya da anekdotlar şekilde olması değil, örneğin belli bir zihniyet değişikliğine yol açacak şekilde yaygınlık kazanmasıdır. İşçi sınıfının gitgide artan sayıda kesimleri bu sorunsalı bir kez kavradığında bütünüyle yeni bir şey doğabilir ve biz de bu yolda çaba sarfediyoruz.

  • Özyönetimli Genel Grev Ya da Geleneksel İşçi Örgütü Tarafından Yönetilen Genel Grev

Yeni sorunsal: geleneksel işçi örgütleri tarafından az çok bürokratik tarzda yönetilen bir grev mi, yoksa özyönetimli, yani tabanda grevi yöneten örgütlenmelerin belirmesiyle işçi özerkliğini açığa çıkaran bir genel grev mi gerekir? Yoldaşlar bu sorunsalı bildiklerinden ve bu sorunsalı propagandamızda ve hatta gündelik ajitasyonumuzda durmaksızın ayrıntılarıyla anlattığımızdan bunun üzerinde fazla durmuyorum. Yine de bir gerçeği iyice vurgulamak gerekir: bizim yaptığımız sekter bir tarafgirlik değildir. Biz emekçilerin kendileri tarafından yönetilen genel grevden (ve genelde her türlü grevden) yana tavır alıyorsak eğer, bunun nedeni bizim FGTB’nin [Belçika Genel Emekçi Federasyonu – sosyal-demokrat] ya da CSC’in [Sosyal-Hristiyan Sendikalar Konfederasyonu] yöneticilerinden hoşlanmıyor olmamız değildir. CGT’nin [(Fransa) Genel Emekçiler Konfederasyonu – FKP çizgisinde] ya da FGTB’nin yönetimi münhasıran IV. Enternasyonal üyelerinden oluşmuş olsaydı bile, biz yine özyönetimli grev biçimlerinden yana olacaktık. Çünkü bir genel grevin ancak ve ancak işletmelerde seçilmiş grev komiteleri yaratılarak, mümkün en fazla sayıda emekçiyi grevin yönetimine ortak ederek başarılı olabileceğine inanıyoruz.

Küçük bir aygıt tarafından, isterse siyasî bakımdan dünyanın en iyi insanlarından oluşsun tepede düğmelere basan küçük bir kurmay heyeti tarafından yönetilen bir genel grev fikri, yalnızca ütopik bir fikir olmakla kalmaz, aynı zamanda siyasî bakımdan da, toplumsal bakımdan da temelli yanlış bir fikirdir. Bu fikir işçi sınıfının ve burjuva toplumunun ne olduğunun kavranmasına karşılık gelmez; bu fikir temelde 1900’lerin sosyal-demokratlarının daha önce söz ettiğim mekanikçi karıştırmalarıyla aynı karıştırmayı, her türlü sürecin gerçekliğe tekabül etmeyen bir eşzamanlılığını önvarsayar.

Fransa’da 10 milyon işçinin katıldığı bir grevin gerçek anlamda başarılı olması için, tepede 15, 20 olağanüstü parlak yöneticiden oluşan bir kurmay heyetinin olması yetmez, aynı zamanda en fazla sayıda savaşçının bu grevin yönetimine hem de tüm kademelerde azamî biçimde ortak edilmesi de gerekir. İkili iktidar organlarının birden ortaya çıkıvermesini ve bunun yanısıra, bürokrasinin burjuva toplumundan alıp işçi hareketine yeniden soktuğu şeflerle kitleleler arasındaki işbölümünü kıran ve – Lenin’in “Devlet ve Devrim”deki şura tipi örgütlenme üzerine düşüncesinin temelini oluşturan – sovyet tipi örgütlenme fikrini, yani mümkün en fazla sayıda emekçinin, halktan insanın kendi işlerinin gündelik yönetimine işbölümü olmaksızın, dolaysız biçimde, doğrudan ortak olduğu örgütlenme fikrini devralan bir sosyalist devrimin mümkünlüğünün birdenbire belirivermesini biz bu şekilde anlıyoruz.

Ortaya attığımız ideal modeli biliyorsunuz:

  1. Grevcilerin oluşturduğu bir genel kurul tarafından bir grev komitesi seçilmesi,
  2. Grev komitesinin her bir üyesini görevden alma hakkına ve olanağına sahip genel kurulun düzenli aralıklarla toplanması,
  3. Genel kurula katılanlar arasından mümkün en fazla sayıda militanı her türden işleve – propaganda, iaşe temini, finansman, iletişim, kültürel faaliyet vb. – ortak etmek üzere grev komitesi tarafından kendi üye sayısının üzerinde üyeye sahip biz dizi komisyonun seçilmesi. Tüm bunlar üzerinde daha önce çokça konuştuğumuz şeyler.

Buna karşın, “tüm koşulların bir araya gelmesini bekleyen [ultimaliste] şemadan” sakınmak gerekir: bu ideal modeli her yerde aynı anda gerçekleştirmeyi muhtemelen başaramayacağız. Bu ideal biçimin, modelin uygulanması devrimci militanların alanda hazır bulunmasını, oldukça yüksek bir bilinç düzeyini önvarsayar. Çok büyük sayıda işletmede grev komitesi seçimi olsa, bu bizim fazlasıyla mutlu olmamız için çoktan yeterli olacaktır. Bu en azından niteliksel bir ileri adımdır.

Şunu daha önce çok söyledik: Mayıs 68’de [bırakalım öteki koşulları] yalnızca tüm işletmelerde grev komitesi seçimi – bunların federasyonu – olsaydı, [bu] devrimin başlangıcı olacak, durumda niteliksel bir değişim meydana gelecekti. İdeal modeli teşvik ediyorsak eğer, bunun nedeni, bu modelin avantajlarının apaçık ortada olmasıdır: bu [model] örgütlenme, öz-örgütlenme ve ençok sayıda emekçinin grevin yönetimine katılması ve işçi sınıfı açısından en iyi koşullarda devrimci bir durumun doğması için en uygun koşulları oluşturur.

Aynı şekilde, aktif grev yönünde baskıyla grevin özörgütlenmesi arasındaki yakın bağ da anlaşılacaktır. Aktif grevin [bir kez başladığında] artık bir sendika sekreteryası ya da sürekli çalışanı tarafından yönetilemeyeceği açıktır: bir fabrikada üretimin, yiyecek, içecek ve diğer gündelik gereksinimlerin sağlanmasının, hammadde tedarikçisi işletmelerle bağlantının vesairin bir ya da iki kişi tarafından örgütlenmesi ne mümkündür, ne de bu kişiler bunları becerebilirler. Bunun mümkünü yoktur: aktif greve geçilir geçilmez grevin yönetimine ve bütün bir dizi yetki gerektiren kararın alınmasına çok büyük sayıda emekçiyi ortak etmek zorunda kalınır. Aktif grevin bizzat kendisi, Lip, Glaverbel-Gilly örneklerinin ve son aylardaki azımsanamayacak sayıda başka örneğin gösterdiği gibi grevin özörgütlenmesi için çok güçlü bir uyarıcıdır.

Türkçesi: Osman S. Binatlı

Kaynak: http://www.ernestmandel.org/fr/ecrits/txt/inconnu/la_greve_generale.htm

“Kırmızı Pazartesiler” – Masis Kürkçügil ile Katliamlar üzerine

Express dergisinin Ocak 2012 sayısı için Siren İdemen ve Yücel Göktürk tarafından Masis Kürkçügil ile yapılan söyleşiye birartibir.org‘ta yayınlandığı haliyle sitemizde yer veriyoruz.

Gabriel Garcia Marquez’in Türkçeye Kırmızı Pazartesi adıyla kazandırılan ünlü romanı “Önceden Anlatılan Ölüm”de bir cinayet anlatılır, henüz işlenmemiş, ama işlenmesi kaçınılmaz bir cinayet… Osmanlı-Türkiye tarihi de bir “kırmızı pazartesiler” serisi, önceden anlatılan katliamlar tarihi. Siyasal tarih üzerine birçok kitabı ve makalesi olan Masis Kürkçügil’den Dersim’den Roboski / Uludere’ye,  1915 soykırımından Hrant Dink’in katline,  kanlı pazartesileri dinliyoruz. Express’in Ocak 2012 tarihli 125. sayısından naklen…

Gündemimiz katliamlar: Dersim’i tartışırken Maraş’ın 33. yıldönümü geldi, Fransa’daki soykırım inkârını yasaklayan yasa nedeniyle Ermeni meselesini tartışırken Uludere katliamı oldu. Uludere’den başlayalım… 

Masis Kürkçügil: Konunun teknik boyutlarını gündeme getirdiğinde politik yanını kaybediyorsun. Kürt meselesini askeri yöntemlerle çözmeye niyetlendiğinde kaçınılmaz sonuç budur. O toprakta yaşayan insanları de factodüşman olarak görüyorsun demektir. İnsanın yaptığı mesleğin ve toplumsal hayatının bilincini belirlemesi gibi, çözüm tarzı diye gördüğün şey de, niyetin ne olursa olsun, kaçınılmaz sonuçlar üretir. Uludere’de olan, seçtiğin yönteme dahildir. Kuver gibi yani, lokantaya oturdun mu, istesen de istemesen de, su ve ekmek gelir, kuveri ödersin mutlaka. Masum insanların, sivillerin zarar görmesi kaçınılmaz; birinin tetiği oynar, birinin nevri döner, birinin gözü seğirir. Onun gözünün seğirmesinde değil mesele, senin aldığın kararda. O karar alındığında, bütün bu “hata payları” diye söylenenler gerçeklik haline dönüşür. Bir de şu var, 35 kişinin ölmesi korkunç bir şey, ama toplumun genelinde bir infial yaratmıyor. İnsanlar bunu bir “kaza” olarak kabul ediyorsa, iman tahtası sağlam da diyebiliriz, insani konularda gamsız da diyebiliriz. Böyle bir duyarlılık yok. “Kaçakçılık suç değil mi?” denebiliyor. Herkes kaçakçı, Türkiye’de vergi kaçırmayan var mı!

AKP Dersim katliamını İnönü üzerinden CHP’ye vurmak için kullanmak isterken işin ucu Bayar’a ve Atatürk’e gelince tartışma kapanıverdi. Ermeni meselesinin kahramanlarına doğrudan sahip çıkan parti yok, ama Enver Paşa’nın naaşı getirildi, devlet töreniyle anıt mezara defnedildi, Talat Paşa’nın da adı caddelerde, okullarda yaşatılıyor. AKP “33 Kurşun”un kahramanı Mustafa Muğlalı’nın ismini kışla kapısından kaldırmakla övünüyor, her fırsatta CHP’ye “İttihatçı zihniyet” diye yükleniyor, ama ne Bayar’a toz konduruyor, ne de Talat Paşa’nın ismini okullardan, caddelerden kaldırıyor. Kurtuluş’taki Ergenekon Caddesi’nin isminin değiştirilmesi de Şişli belediye meclisinde AKP’lilerin oylarıyla reddedildi. İlk Ermeni kıyımlarının faili Abdülhamit AKP cenahında hâlâ “Ulu Hakan”. Bu nasıl bir “iman tahtası”? 

Dersim de aslında Atatürk, İnönü, Bayar meselesi değil. Abdülhamit’ten başlayan bir mesele. Osmanlı İmparatorluğu’nda, daha sonra Türkiye’de yönetici kademede yer alan muhafazakâr, İslâmcı, sağcı, Kemalist, laik, mütedeyyin, bütün kesimlerden insanların Dersim’in tedip edilmesi (yola getirilmesi) için hazırladığı raporlar var. Cumhuriyet döneminde, Dersim harekâtına kadar yaklaşık yirmi Doğu Raporu var. Adını koyalım, Kürt Raporu diyelim, bunların onu Dersim’e aittir. Bir olayın gerçekleşmesi için birçok ulusal ve uluslararası koşulun yan yana gelmesi gerekir. Ama, bu kararın oluşumuna yol açan tarihi bir zihniyet var. Dersim meselesi, 19. yüzyılda, Tanzimat’la başlamış olan modern devlet inşasının –isterseniz modern ulusal devlet veya Abdülhamit’inki gibi biraz daha karma, ama modern bir devlet– getirdiği bir sonuçtur. Türk modernitesine ya da Osmanlı modernitesine büyük katkıları olan bir padişahtır Abdülhamit…

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermenilerin siyasallaşma süreçleri önce kendi içlerindeki sınıf mücadelesiyle açığa çıkıyor. Bugün sözünü ettiğimiz çeşitli tartışmaların kökeninde bir Ermeni entelijansiyası var. Bu entelijansiyadan bir kesim 1848 devrimine, barikatlara katılmıştır. Bunlardan biri de anayasanın hazırlanmasında Mithat Paşa’nın yanında olan Kirkor Odyan’dır.

O “modern devlet”in inşası Abdülhamit’ten elli küsur yıl öncesine, III. Selim II. Mahmut dönemine uzanıyor. 1826 Yeniçeri Ocağı’nın büyük bir katliamla kaldırılması, o arada Bektâşi kahvelerinin –ve o mekânlarda vücut bulan Bektâşi kültürünün– imha edilmesi, “Şapka Kanunu”nu aratmayan fes uygulaması… 

Tabii. “Osmanlı yöneticileri moderniteye karşıydı” gibi abes tezlere girmeye gerek yok. Özellikle Abdülhamit döneminde okullardaki, örneğin tıbbiyedeki eğitimde Batı’daki en uç felsefi görüşler, natüralist görüşler zuhur etmiştir, hatta cumhuriyet yöneticilerine yakıştırılan sosyal Darwincilik gibi görüşler Abdülhamit dönemindeki okul sıralarında dokunmuştur. “Ermeni meselesi”nin de mutlaka 19. yüzyıldaki büyük meselelerin içinde ele alınması gerekir. Bu olay 1915’te tecelli etmiştir. 1914’te başlayan bir dünya savaşı olmasaydı, bu şekilde tecelli etmesi biraz zordu. Ama, bu savaş bir taraftan Ermeni milliyetçilerini, öbür taraftan da Türk milliyetçilerini ringe çıkarıyor ve iki boksör kapışıyor gibi bir durum değil. Bu bir siyasi, tarihi ve sosyal mücadele. 1908’in 100. yılı için çeşitli derlemeler, kitaplar yayınlandı. Doğu Batı dergisinde Halil İnalcık “Ermeniler Meşrutiyet’in hazırlanmasında önemli rol oynamışlardır” diye yazmıştı. Hikâye şöyle başlıyor aslında. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermenilerin siyasallaşma süreçleri önce kendi içlerindeki sınıf mücadelesiyle açığa çıkıyor. Bugün sözünü ettiğimiz çeşitli tartışmaların kökeninde bir Ermeni entelijansiyası var. Bu entelijansiyadan bir kesim 1848 devrimine, barikatlara katılmıştır. Michelet’nin, Guizot’nun öğrencisi olmuşlar, Victor Hugo’yu çok sevmişler… Bunlardan biri de anayasanın hazırlanmasında Mithat Paşa’nın yanında olan Kirkor Odyan’dır.

Merzifon’da İkinci Meşrutiyet kutlaması. Türkçe ve Ermenice pankartlar: “Hürriyet, Adalet, Müsavat”… “Azadutyun, Artarutyun, Havasarutyun”…


Kirkor Odyan’ın (1834-1887) hazırlayıcılarından olduğu Ermeni Milleti Nizamnamesi (1863) ana hatlarıyla nasıl bir düzenleme getiriyordu?

Osmanlı’daki millet esasına göre dağılımda, dini temsil önde. Ermeniler için Gregoryen milleti deniyor. 1863 Ermeni Nizamnamesi’nin oluşması, modern bir sınıf mücadelesinin ürünüdür. O ana kadar kilise babaları, yani patrikhane ile amiralar –yani sarayla iyi ilişkileri olan Artin Dadyan Paşa gibi sanayiciler, para babaları– bu milleti birlikte yönetirken, esnaf ve zanaatkâr yönetime dahil olmak ister. Ermeni Nizamnamesiyönetime katılmak anlamında bir tür anayasal devrim niteliğindedir. 1848 devriminin ruhuna uygun bir belgedir. Bugünkü tabirle “anayasal yurttaşlık” dediğimiz mesele, Ermeni siyasi hareketlerinin oluşumunda çok önemli bir unsur olmuştur. İkincisi de toprak meselesidir. Bugün toprak meselesi denince, “topraklarımıza el koyacaklar” diye herkesin tüyleri diken diken oluyor. Bahsettiğimiz o değil. Talan edilen veya gasp edilen Ermenilerin toprakları söz konusu. Anadolu’daki yoksul Ermeni köylüler hem devlete vergi vermek hem de Kürt beylerine haraç vermek durumundaydı. Aynı zamanda, özellikle 19. yüzyılın sonlarına doğru, dönem dönem büyük göçler, kaçışlar oluyor. Gasp, talan, yağma ekonomiyi yürütmenin, insanların hayatlarını idame ettirmesinin bir yoluydu.

Bugünkü tabirle “anayasal yurttaşlık” dediğimiz mesele Ermeni siyasi hareketlerinin oluşumunda çok önemli bir unsur olmuştur. İkincisi de toprak meselesidir. Bugün toprak meselesi denince, “topraklarımıza el koyacaklar” diye herkesin tüyleri diken diken oluyor. Bahsettiğimiz o değil. Talan edilen veya gasp edilen Ermenilerin toprakları söz konusu.

Topraklar gasp edilirken katliamlar da oluyor mu?

Katliam denebilir. Bilindiği gibi, literatürde “pogrom” var, “massacre” var; “jenosit” çok sonra kullanılmaya başlandı. Yağma, talan sırasında üç-beş ailenin öldürülmesi pogroma girmiyor. Pogrom, nispeten daha etli butlu bir temizlik hareketi. Yağma ve talan yapıyorsanız, insanları da öldürürsünüz. Bu, içeriden yürüyen bir süreç. Bu sürecin politizasyonunda Ayastefanos Antlaşması (3 Mart 1878) ve arkasından Berlin Antlaşması (13 Temmuz 1878) da rol oynuyor. Ayastefanos’tan sonra, Rusya’nın çok lehine olan statüyü yeniden düzenlemek için Batılılar araya giriyor ve ilk defa Berlin Antlaşması’nda Alman dış politikası Doğu’ya açılıyor. Bismarck o zamana kadar Doğu politikasına yüz vermezdi. Böylece Almanlar da işin içine giriyor. Bir anlamda, Rusya’yı sınırlıyorlar. Ermenilerin kendi konumlarını iyileştirme beklentisi söz konusu oluyor.

Ve o günlerde Ermeni siyasi hareketinin iki ünlü partisi, Hınçak ve Taşnak kuruluyor…

Siyasi hareketler yurtdışında kuruluyor. Hınçakların da, Taşnakların da kurucuları Türkiye dışındandır. Sosyal Demokrat Hınçak Partisi 1887’de Cenevre’de, Taşnaktsutyun (Ermeni Devrimci Federasyonu) ise 1890’da Tiflis’te kuruluyor. Bizim resmi görüş bunlara “terörist çete” diyor tabii. Ama Hınçaklar Cenevre’de Plehanov’un çevresinde Marksist bir parti olarak kurulmuştur. Kurucusu olan zat-ı muhterem de Rusya kökenli Avedis Nazarbeg’dir. Orada bir 1 Mayıs’ta Rus öğrenciler adına konuşma yapacak kadar tanınan, bilinen bir insandır. Geleneksel olarak Marksistler arasında Ermeni meselesi Avrupa gericiliğinin kalesi olan Çarlık’a göre irdelenirken, bu zat-ı muhterem sayesinde başlı başına bir mesele olarak, bir milli mesele olarak irdelenmeye başlamıştır.

Hınçak Partisi kurucuları Cenevre’de

Ermeni meselesini enternasyonal düzeye taşıyan ise Balkan Marksizminin kurucusu diyebileceğimiz Christian Rakovsky’dir (1873-1941); bütün Balkan dillerini ve Türkçe bilirdi. 1917 Ekim’inden sonra Ukrayna Halk Komiserleri Konseyi başkanlığını yapmış bir isimdir. Rosa Luxemburg’un Ermeni meselesi üzerine görüşlerini değiştiren, klasik bakışın dışına çıkaran da Rakovsky’dir. Ermeni meselesi böylece devletlerarası politikanın meselesi haline geldiği kadar ve ondan da fazla, sosyalistlerin bir meselesi haline gelmiştir. 1890’ların başından itibaren, Ermeni sosyalistler Lenin’in, Kautsky’nin, Rosa’nın, Troçki’nin bulunduğu İkinci Enternasyonal’de gözlemci olarak bulunmuşlardır. “Yabancı devletler bu meseleye parmak atıyor” denir. Oysa bu mesele, “devlet adamları”ndan ziyade, sosyalistlerin gündemine girmiştir. Örneğin, 1894-96 Abdülhamit katliamından sonra –öldürülenlerin sayısı 100 ila 200 bin ara sında verilir– sosyalist lider Jean Jaurès’in Fransız meclisinde yaptığı konuşma vardır. Ermeni meselesi, Rosa Luxemburg’un da ifadesiyle, yoksul bir halkın sorunu olarak ele alınır. Nihayetinde, bir köylü meselesidir, bir vatandaşlık meselesidir.

Sosyal Demokrat Hınçak Partisi 1887’de Cenevre’de, Taşnaktsutyun (Ermeni Devrimci Federasyonu) ise 1890’da Tiflis’te kuruluyor. Bizim resmi görüş bunlara “terörist çete” diyor tabii. Ama Hınçaklar Cenevre’de Plehanov’un çevresinde Marksist bir parti olarak kurulmuştur.

Hınçak ve Taşnaklar kuruluş amaçlarını nasıl ifadelendiriyordu?

Bu partilerin bir amacı Berlin’de, 1878’de söz verilen reformların yapılmasını sağlamaktı. Esas olarak, her iki partinin de kuruluşlarındaki temel mesele Çarlık Rusyası’ydı. Fakat unutmamak gerekir ki, Taşnakların adında federasyon tabiri vardı. Yalnızca Osmanlı topraklarında değil, Rusya ve İran’da da faaliyet gösteriyorlardı. 1908 Tebriz Encümen ayaklanmasına –bizdeki II. Meşrutiyet’e karşılık gelir– aktif olarak katıldılar. “Ermeni Garibaldi’si” denen Yeprem Khan yönetimindeki küçük bir Kafkasyalı grup Tahran’a giren güçler arasındaydı. 14 Temmuz 1909 İran anayasasının kabulünde katkıları oldu. Kafkasya’da, Bakü ve Tiflis’te çeşitli türden Ermeni sosyalist gruplar ortaya çıkmıştı. Ermeniler arasında “spesifist” denen, özgülcü bir akım vardı. Onlar “biz topraksız, yani vatansız ve yoksul bir halkız, millet olarak proleteriz” derler. Sultan Galiyev’den çok önce “proleter millet” tabirini kullanmışlardır.

Taşnaklarla Hınçakların temel ayrım noktaları neydi? 

Aslında, ikisi de köylü meselesini öne çıkardı. Taşnaklarınki esas olarak Narodniklerin programıdır, tam köylü sosyalistidir. Taşnaklar bir koalisyondur aslında, içinde liberalleri, milliyetçileri, sosyalistleri görürsünüz. 1907’de, Taşnaksutyun İkinci Enternasyonal’e kabul edilir. Dolayısıyla, bir İkinci Enternasyonal örgütüdür. 1907’de Bulgaristan’da yaptıkları Emek Kongresi’nde, bulundukları bölgelerdeki coğrafyada “özerklik, iyileştirme, reform, toprak meselesi, demokratik haklar”ı öne getiriyorlar. Bu çok önemli bir hikâye; kendi aralarında ayrışmalara da neden oluyor. Taşnakların tutunmasının esas nedeni kadro devşirmeleri ve fedai hareketini oluşturmaları.

Karekin Pastırmacıyan

Hınçak ve Taşnaklar Osmanlı Ermenileri arasında hemen karşılık buluyor mu?

Nasıl ki Jöntürk fikriyatı dışarıdan geldiyse, bu hareket de büyük miktarda dışarıdan geliyor. “Türk ilericiliği”nin de kökü dışarıda yani. Bu radikal görüşler dışarıdan buraya taşınıyor. 1896 Osmanlı Bankası baskını bu açıdan önemli bir olay. Armen Garo kod adlı Karekin Pastırmacıyan, daha sonra Osmanlı Meclisi’nde (1908-12) Erzurum milletvekilliği yapmış bir muhteremdir. Savaş sırasında da gönüllü Ermeni birliklerinden birinin başında. O ve bir grup fedai, 26 kişi oldukları yazılır, uluslararası mihrakların dikkatini çekmek için Karaköy’deki Osmanlı Bankası’na baskın yapıyorlar. Çatışmada dokuz fedai ölüyor, ama bankayı işgal ediyorlar. Rus ve Fransız elçiliklerinin araya girmesiyle baskını yapan fedailer tutuklanmadan bir Fransız gemisine bindirilip Marsilya’ya götürülüyor.

Bu “terörist” Armen Garo’nun Osmanlı meclisinde mebus olması nasıl oluyor?

Armen Garo, 1875 Erzurum doğumlu. 1894’te Fransa’da ziraat mühendisliği okuyor. O dönemde Taşnaklara katılıyor. 1895’te Zeytun isyanına katılmak üzere geri dönüyor. O dönemde kendisine kod adı olarak Armen Garo’yu alıyor. Osmanlı Bankası baskınından sonra Marsilya’dan Cenevre’ye geçiyor, orada doktorasını tamamlıyor. Ve Tiflis’e gidiyor. Meşrutiyetin ilanından sonra Erzurum’daki Taşnaklar telgraf çekerek ondan Meclis-i Mebusan’da kendilerini temsil etmesini istiyorlar. O da geliyor. Dört yıl milletvekilliği yaptıktan sonra Erzurum’a dönüyor. 1914 ağustosunda Taşnakların Erzurum’da topladığı Ermeni Kongresi’ne katılıyor. Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine, Rusya’nın yanında Osmanlı devletine karşı Ermeni Gönüllü Birlikleri’nde yer alıyor.

Osmanlı Bankası baskınının öncesine, Abdülhamit katliamına dönelim… 

1894-96 yıllarındayız. Asgari rakam 100 bin, azami rakam 200 bin ölü.

Resmi rakam ne? 

Resmi rakamı göreceğiz, tarih devam ediyor. (gülüyor) En az 100 bin” bile çok büyük sayı.

Ermeni meselesini enternasyonal düzeye taşıyan Balkan Marksizminin kurucusu diyebileceğimiz Christian Rakovsky’dir. 1917 Ekim’inden sonra Ukrayna Halk Komiserleri Konseyi başkanlığını yapmış bir isimdir. Rosa Luxemburg’un Ermeni meselesi üzerine görüşlerini değiştiren, klasik bakışın dışına çıkaran da Rakovsky’dir.

20. yüzyıl başında Osmanlı topraklarındaki Ermeni nüfus ne kadar?

Bir buçuk ila iki milyon arasında oynayan bir rakamdır bu.

Taşnakların tutunmasının esas nedeni kadro devşirmeleri ve fedai hareketini oluşturmaları” dedin. Fedai hareketi nasıl bir şey? 

Diyelim ki, Tiflis’ten kalkıyorsunuz, Daron’a, yani Muş’a ya da Varto’ya geliyorsunuz, oradaki yoksul Ermeni halkı, başlarındaki belâlardan kurtarmak için mücadele ediyorsunuz. Adınız yok, sanınız yok, özel hayatınız yok. Bu fedailer gayet sınıfsal bir analizle hareket ediyor. Mesela, Ermeni tefeci varsa, onun halli vaciptir. Kürt beylerine karşılar. Kızılbaş köyleri dost köyler. 1908 inkılâbından önce dağlarda olan Rupn Ter Minassyan sekiz cilt halinde anılarını yayınlamış. Sosyolojik bakımdan çok zengin malzeme sunan gözlemleri var. Fakat bu fedaileri de çok abartmamak lâzım, büyük sayılar değil bunlar nihayetinde.

Yaklaşık kaç kişiden söz ediyoruz? 

Mesela “on kişilik bir tim Daron’a gitmiş” deniyor. Bütün Muş’ta elli fedai yoktur. Ama Narodnik gelenekten geliyorlar. Rus popülizmi de yaklaşık otuz-kırk yıl çok küçük sayıda insanla o devrimci ruhu ayakta tuttu. Fedailerin örnek aldığı esas olarak bu.

“Kızılbaş köyleri dost köyler” dedin. 1915 ertesinde Ermenilerin Dersim’de kabul görmelerinin böyle bir tarihsel, kültürel geri planı mı var? 

Kızılbaş dediğimiz Kürt Aleviler, Zaza Aleviler… Dersim apayrı bir bölge. Tarihsel olarak orada Ermeniler zaten var, birlikte yaşıyorlar. Dersimlilerin inanç sistemi de, örneğin Nusayrilerin veyahut Yesevilerinkine benzemiyor. O açıdan da bir yakınlık söz konusu. Dersim bölgesinin güneyinde, Mamuretülaziz’de, yani Elazığ’da, yani Harput’ta yoğun Ermeni nüfus var. Harput şimdiki gibi değil; kolej var, manüfaktür var, insanlar ürettiklerini Avrupa’ya satıyor. 1915’te Harput’tan Dersim’e çok büyük bir göç gidiyor. Dersimliler bu göçü kabul ediyor, gelenleri teslim etmiyor. Daha sonra da buradan büyük bir koridorla o Ermeniler doğuya, Kafkasya’ya doğru kaçıyor. Birkaç yüzyıllık tarihe bakarsak, Kızılbaşlar da, Ermeniler de merkezi devlet tarafından her zaman baskı görmüş, tedip edilmişler.

14 Ağustos 1896’da, Anadolu’daki Ermeni kırımlarına dikkat çekmek için Karaköy’deki Osmanlı Bankası’na baskın düzenleyen Ermeni fedailer, Rusya ve Fransa’nın arabuluculuğuyla serbest bırakılıp gönderildikleri Marsilya’da

İttihat-Terakki 1889’da, Hınçak ve Taşnak partileriyle aşağı yukarı aynı tarihte kuruldu. Kuruluşundaki ve 1908’deki İttihat-Terakki ile 1908 sonrasındaki İttihat Terakki hep aynı çizgide mi? 

Unutmamak gerekir ki, bugün sözünü ettiğimiz İttihat-Terakki, Ahmet Rıza ve Paris’teki çevre değil. Gerçi o çevreden Bahattin Şakir, Dr. Nâzım gibileri daha sonra önemli roller üstlendilerse de, ağırlık Ahmet Rıza’daydı. Hareketin esas vurucu gücü Selânik ve Manastır’daki askeri ve siyasi çevreler. Dolayısıyla, Paris ve Rumeli’deki İttihat-Terakki arasında ciddi bir fark var. Paris’teki çevre bir fikri mücadele yürütmekteydi. Rumeli’de örgütlenen kesim ise, entelektüellik merakı olmayan, Makedon ve Ermeni devrimci örgütlerinden öğrendikleri örgütlenme biçimini devleti kurtarmak üzere gayet pragmatik bir biçimde kullanan insanlardan oluşuyordu. Yani Ahmet Rıza’nın pozitivizm temelindeki fikri faaliyetinin yerini komitacılık almıştı. Bu kan uyuşmazlığı, Ahmet Rıza’nın hızla fahri bir konuma yerleştirilmesiyle sonuçlandı. İttihat-Terakki’de bir evrim, bir değişim var mı diye bakarsak, nihayetinde planlı, programlı bir parti değil. Beğenelim beğenmeyelim, Taşnakların, Hınçakların programları var. Hatta, Hürriyet ve İtilaf’ın demesek bile, Prens Sabahattin’in çizgisi siyaseten çok daha açıklanabilir. “Teşebbüs-ü şahsi” derler, “adem-i merkeziyet” derler, önerileri açık seçiktir. Ama İttihat-Terakki bir koalisyondur, içinde her şeyi bulabilirsin.

O koalisyonda Ermeniler de var, değil mi? 

İttihatçıların çelik çekirdeğinde Ermeni yok, ama İttihatçı listesinden milletvekili seçilip 1918’e, savaşın sonuna kadar bu işi sürdüren var.

1890’ların başından itibaren, Ermeni sosyalistler İkinci Enternasyonal’de gözlemci olarak bulunmuşlardır. Ermeni meselesi, Rosa Luxemburg’un da ifadesiyle, yoksul bir halkın sorunu olarak ele alınır. Nihayetinde, bir köylü meselesidir, bir vatandaşlık meselesidir.

Abdülhamit katliamının 18-20 yıl öncesine, 1876’ya, ilk meclise dönersek, o mecliste Ermeniler de temsil ediliyor, değil mi? 

Bir temsiliyet var ama, vilayetlerdeki ileri gelenlerin kendi aralarından seçtikleri kimselerdir bunlar. Aşağıdan bir temsiliyet veya çifte intihap dediğimiz, yani seçecekleri seçen vatandaş konumu söz konusu değil. Ama bu mecliste çeşitli milliyetlerden insanlar var.

1877’de, Abdülhamit Rus harbini gerekçe göstererek meclisi kapatıyor. Uzun bir istibdat döneminin ardından, 1908’de “ilan-ı hürriyet”le birlikte meclis yeniden açılıyor. 1908’e nasıl bakmalı?

1908 Osmanlı inkılâbına çeşitli şeyler yakıştırabiliriz. Bir kere öncelikle, niyet halisâne. Biraz zamanından erken patladı deniyor. Sokaklarda nümayişler var… Esas olarak 31 Mart vakasından sonra, İttihat-Terakki ağırlığını koyduktan sonra işin rengi değişiyor.

İlk günlerde sokaklardaki nümayişlerde Müslümanlar, gayrimüslimler birarada, ortak bir gelecek arayışı söz konusu… 

Evet. Herkes hürriyet bekliyor. Hürriyetin muhtevası konusunda bir berraklık söz konusu değil, ama bir biraradalık var. Hürriyet isteniyor ama, hangi koşullarda, nasıl konularında netlik yok. Seçim sisteminin demokratikleştirilmesi söz konusu olmuyor. Yine de yılların baskı döneminden sonra bir ferahlık söz konusu. Buna öngelen bir dizi vergi ayaklanmaları var. Aykut Kansu, 1908 Devrimi kitabında, özellikle Pro-Armenia dergisinde çıkan yazıları kullanarak gösterdi ki, sadece Rumeli’de değil, Anadolu’da da ciddi hoşnutsuzluklar söz konusu. Ve Rumu da, Ermenisi de, Kürdü de, çeşitli anasırdan insanlar birlikte davranıyor. Birinci seçimlerde İttihat-Terakki ile Taşnaklar ortak listede yer aldı, Taşnaklar İttihatçıların listesinden seçime girdi. Ama bunun bir evveliyatı var. İlle de benzeteceksek, 1908 inkılâbını 1917 Ekim’ine değil, 1905 devrimine benzetebiliriz. Niyetler hâlisâne; baskı var, insanlar hürriyet istiyor, ama herkes kendi cenahından bakıyor.

Van’da Ermeni devrimciler

1908’de Abdülhamit’in devrilmesiyle birlikte, Kürtlerin tavrı menfi oluyor. Kürt beyleri Abdülhamit rejiminden hoşnut, çünkü onlara özel okul, Hamidiye Alayları, para-pul, hareket serbestisi, itibar tanınmış… Devletin merkezileştirilmesinden veya önlerine çıkacak her türlü engelden, tırnak içinde “hürriyet”ten müştekiler. 1911 İttihat-Terakki kongresinin gizli oturumunda Talat Paşa “biliyorsunuz ki Kanun-ı Esasi’ye göre Müslümanlar ve gâvurlar eşittir” dedikten sonra, bunun hikâye olduğunu anlatır. Yani Tanzimat “gâvura artık gâvur dememek” anlamına geliyorsa, Meşrutiyet de İttihatçılar için Osmanlı İmparatorluğu’nun Türkleştirilmesinden ibaretti.

Yaygın anlayışa göre, “İttihat-Terakki başından beri faşizan, milliyetçi bir zihniyetle kuruldu ve adım adım 1915’e geldik”. Böyle mi, yoksa daha karmaşık bir resimle mi karşı karşıyayız? 1908’den sonra bir yol ayrımı mı ortaya çıkıyor? 

Başlangıçta bir siyasi netlik söz konusu değil. Bu konuda en iyi çalışmaları yapan Şükrü Hanioğlu’dur. İttihat-Terakki’nin siyasi fikriyatının kuruluşunda faşizan olduğu söylenemez; o zaman zaten faşizm diye bir kavram da yok. Hanioğlu İttihatçıların fikriyatının sosyal Darwinizm de değil, kaba materyalizm denebilecek bir yönde olduğunu söylüyor. İttihatçıların temel derdi, Osmanlı devletini idame ettirmek. Bunun için de önlerinde birkaç alternatif var. 1908 inkılâbından bir hafta sonra, ağustosta, Christian Rakovsky Fransızca yayınlanan Sosyalizm dergisinde yazdığı yazıda diyor ki, “ya bu devrim halklar meselesi, toprak meselesi, kadın meselesi gibi sorunları çözerek demokratik bir Osmanlı toplumu yaratacak ya da imparatorluk dağılacak”.

Tiflis’ten kalkıyorsunuz, Daron’a, yani Muş’a ya da Varto’ya geliyorsunuz, oradaki yoksul Ermeni halkı, başlarındaki belâlardan kurtarmak için mücadele ediyorsunuz. Bu fedailer Narodnik gelenekten geliyor,  gayet sınıfsal bir analizle hareket ediyor. Mesela, Ermeni tefeci varsa, onun halli vaciptir. Kürt beylerine karşılar. Kızılbaş köyleri dost köyler.

Ayrıca, bir dünya savaşı beklentisi o günlerde bazı yerlerde tartışılıyor. Bunu dile getirenlerden biri de Parvus’tur. Çok zikzaklı bir muhterem olduğu için, değerli sayılabilecek görüşleri ve yazıları da maalesef ıskartaya çıkarılmıştır, ama 1907’de yazdığı bir broşürde, dünya ekonomisini de tahlil ederek bir dünya savaşına gidildiğini söylüyor. Rakovsky’ye dönersek, demokratik bir Osmanlı toplumunun bölgedeki savaşa da engel olacağını söylüyor. Troçki Balkan Harbi sırasında Kievskaya Misl (Kiev Düşüncesi) adında liberal düşüncedeki –liberali şu anki anlamıyla değil, o zamanki açık görüşlülük anlamıyla düşünelim tabii ki– gazetede müstear isimle yazılar yazıyor. Bölgeyi inceliyor, olayları inceliyor, yakın arkadaşı Rakovsky’nin hızlandırılmış kursundan geçiyor. Kasım 1911’de çok açık bir şekilde iki tehlikeden bahsediyor: Batılılar Osmanlı’yı parçalayacak, Osmanlı yönetimi Ermenileri kesecek.

Tekirdağ mebusu Hagop Babikyan

Troçki’nin öngörüsünün arkasında 1894-96 Abdülhamit katliamı ve 1909 Adana katliamı var herhalde.

Tabii. Adana katliamı olmuş vaziyette. Adana katliamı İttihatçılar tarafından örtüldü. Bunu araştırmak isteyen İttihat-Terakki milletvekili Hagop Babikyan da öldürüldü. Dolayısıyla, bu mesele tartışılıyor. Bir taraftan siyasallaşan bir cemaat, bir millet var, ama bu millet sınırın iki tarafında. Bir tarafında, Çarlık’ta Panslavizm yükseliyor, öbür tarafında, Osmanlı’da Panturanizm yükseliyor…

1908’den 1909’a ne oluyor da “hürriyet” elden gidiyor? 

1908’de Osmanlı inkılâbı çıktığında, İttihat-Terakki’nin ağırlığını koyabileceği bir ilişkisi yok devlet ricaliyle. Henüz ne nedir kavramaktan aciz durumda. Ama yavaş yavaş, kademe kademe bakanlıklara etkili adamlarını yerleştiriyor. Politikanın şekillenmesi 1909’da. Tatil-i Eşgal Kanunu çıkarılıyor; grevler, sendikalar yasaklanıyor. 12 Eylül gibi mübarek. 1908 temmuzunda Hürriyet, 1909 31 Mart (Nisan) ayaklanması, ardından Abdülhamit gidiyor… Ve Tatil-i Eşgal Kanunu’nu çıkarıyorsun. Dakika bir, gol bir. Bugün sadece milli meseleyle ilgileniliyor, ama sosyal ve siyasal tercihlerini de İttihatçılar Tatil-i Eşgal Kanunu’yla ortaya koyuyor. Milli mesele soyut bir şey değil ki. “Sosyal meselelerde çok özgürlükçü, çok eşitlikçi, ama haklar konusunda biraz nekes” diye bir şey tarihte yok, kimin için söylenirse söylensin, palavradır. İttihatçılar Ermenilere kötü davrandı da, Kürt hamallara iyi mi davrandı? Onlara “sendikalaşın, örgütlenin, adaylarınızı çıkarın” mı dendi? Ermeni meselesini konuşurken maalesef demokratik haklar, sosyal haklar, siyasi haklar meselesini hep es geçiyoruz. Tartışmalara bakarsan zannedersin ki, “herkes DNA testini yapsın, hakiki Türk olanlara doğrudan demokrasi veriyoruz, ötekilere vermiyoruz” denmiş. Böyle bir rejim yok ki.

1909’daki Tatil-i Eşgal kanunu için, 1925’teki Takrir-i Sükun gibi bir dönüm noktası diyebilir miyiz?

Çok açık seçik. Fikriyata, söylenene değil, fiiliyata bakacağız, eylemin muhtevasına bakacağız, Marksistsek şayet. İttihatçılar 1909’daki Adana katliamını gargaraya getiriyorlar.

Taşnakların adında federasyon tabiri vardı. Yalnızca Osmanlı topraklarında değil, Rusya ve İran’da da faaliyet gösteriyorlardı. Ermeniler arasında “spesifist” denen, özgülcü bir akım vardı. Onlar “biz topraksız, yani vatansız ve yoksul bir halkız, millet olarak proleteriz” derler. Sultan Galiyev’den çok önce “proleter millet” tabirini kullanmışlardır.

Adana katliamı nasıl oluyor? Ne kadar can kaybı var?

Adana katliamı sırasında İttihatçıların devlet teşkilatına tam oturduklarını söyleyemeyiz. Ölen insan sayısı 30 bin. Bunun tartışılacak hiçbir yanı yok. 29 binde anlaşamayız, 30 bindir! Pazarlık kaldıracak bir hikâye değil. İç içe yaşayan halklarda her zaman için düşmanlıklar olabilir, bunlar körüklenebilir… Burada İttihatçıların pozisyonu, hadisenin üstünün örtülmesi açısından önemli. İttihatçıların kulüplerinin doğrudan dahli var mı, yok mu meselesine girmek istemiyorum, bu ayrıntı birdenbire esasa nüfuz ediyor…

İttihatçılar Adana katliamını niye gargaraya getiriyor?

Takip ettiğinde ne çıkacak karşısına? Bugün Hrant’ın cinayetinin arkasına gidemedikleri gibi… Tayyip Erdoğan ya da İçişleri Bakanı kendileri gidip Hrant Dink’i öldürmedi. Peki, dibine gidiyor mu? Gitmiyor. Niye? Kendi toplumsal desteklerini, dayanaklarını kaybedecek, kendisini besleyen kanalları yok edecek. Şimdi liberaller bile “AKP devlet kanallarıyla barıştı, iç içe geçti, onları nüfuzu altına alınca şikâyet etmekten vazgeçti” diyor. Biraz örgüt sosyolojisi yapmak gerekir. (gülüyor) 

Talat Paşa’nın “gâvurla Müslüman eşit olur mu?” dediği 1911’de Selânik’teki İttihat toplantısı, 1908’in tamamen reddi değil mi?

Tabii. Bu meseleler tartışılırken hiç bu konulara girilmiyor, ama esas bunların konuşulması lâzım. “İttihatçılar ile Taşnaklar işbirliği yaptı” deniyor. Bu doğru, ama işbirliği yaparken şartları var. Abdülhamit döneminde Kürt beylerinin, Hamidiye Alayları’nın baskısıyla canlarını kurtarmak için Amerika’ya, Kafkasya’ya kaçan on binlerce Ermeni 1908 inkılâbından sonra geri döndü. Paris’te gerek Prens Sabahattin, gerekse Ahmet Rıza çevresiyle ilişkileri olan Ermeni örgütleri, 1908 sonrasında bu ilişkilerini memlekette sürdürdüler. Enver ve Talat beylerin Ermeni mezarlığında Ermeni fedailerin mezarlarına çiçek koymaları, bu ilişkinin öyle lafla geçiştirilmeyecek kadar ciddiye alındığını gösterir. Kâğıt üzerinde kalsa da Paris’te Aralık 1907’de Taşnaklar ve İttihatçılar arasındaki antlaşma, yalnızca Abdülhamit’in devrilmesini değil, kökten değişimleri de öngörüyordu.

İttihat-Terakki temsilcileri Bahattin Şakir, Ömer Naci ve Tunalı Hilmi’nin de katıldığı, Ağustos 1914’te Erzurum’da toplanan Taşnak kongresinde Taşnaksutyun partisi yöneticileri

Taşnakların İttihatçılarla yaptıkları antlaşma “haklarınız sonuna kadar verilecek” şeklindeydi. 1914’te Norveçli ve Hollandalı iki müfettişin buraya gelmesinin esas nedeni de bu hakların verilmesi. Bu, emperyalist bir müdahale olarak gösteriliyor. Peki ama, gerekçe ne, ne için geliyorlar? Adamın toprağını, evini, malını gasp etmişsin, vermiyorsun. Uluslararası hukukta “ben yaptım, oldu” yok. Biz de şimdi Fransızlara “Cezayir’de soykırım yaptınız” diyoruz. Sen bütün vatandaşların hakkını veriyorsun, millet huzur ve refah içindeyken birdenbire isyan ediyor… Şimdiki Kürtler gibi! Adamlar spor olsun diye kaçakçılık yapıyor. Bir başka açıdan tarihe baktığında görüyorsun; aynı yerde otluyorsun. Biz şimdi Hınçaklar, Taşnaklar diyoruz, ama çeşitli sosyalist çevreler de vardı. Mesela Selânik Sosyalist İşçi Federasyonu…

İlle de benzeteceksek, 1908 inkılâbını 1917 Ekim’ine değil, 1905 devrimine benzetebiliriz. Niyetler hâlisâne; baskı var, insanlar hürriyet istiyor, ama herkes kendi cenahından bakıyor. 1908’de Abdülhamit’in devrilmesiyle birlikte, Kürtlerin tavrı menfi oluyor. Kürt beyleri Abdülhamit rejiminden hoşnut, çünkü onlara özel okul, Hamidiye Alayları, para-pul, hareket serbestisi, itibar tanınmış…

Selânik büyük ölçüde Yahudi kenti, ağırlıklı olarak proletarya. Üç dilli işçi gazeteleri çıkıyor ve sosyalist bir milletvekili olan Vlahof Efendi de buradan Osmanlı Meclisi’ne giriyor. 1909’dan sonra, birçok sosyalist Hürriyet ve İtilaf’a daha yakın düşüyor, çünkü İttihatçıların bu tutumunun onlara hayat hakkı tanımayacağını ve bir zorbalık rejimi olduğunu görüyorlar. Selânik Sosyalist İşçi Federasyonu 1908 seçiminde İttihatçılarla ittifak yapmış olmasına rağmen, daha sonra Vlahof Efendi de Hürriyet ve İtilaf’la işbirliği yapıyor. Taşnaklar İttihatçılarla ilişki konusunda çok ikircikli kalıyor ve aralarında bölünüyorlar. Bazıları, mesela Andranik, “İttihatçılardan bir hayır çıkmaz” diyor, işbirliğine karşı çıkıyor. Bazıları Abdülhamit dönemindeki katliamı veya Adana katliamını göz önüne alarak “ötekiler bir felaket, bunlarla anlaşmak durumundayız” diyor. Taşnaklar İttihatçılarla hep işbirliği içinde, onlarla anlaşmak istiyorlar.

Etyen Mahçupyan geçenlerde bir televizyon programında “Taşnaklar ile İttihatçılar birbirinin kopyası” mealinde bir yorum yaptı. Bunu nasıl değerlendirmeli? 

Taşnaklar ile İttihatçılar aynı şey mi? Dürbünün hangi tarafından baktığına bağlı. “İkisi de milliyetçidir” mi demek istiyor, “ikisi de pozitivisttir” anlamında mı söylüyor, anlayamadım. Siyaseten aynı şey değil. Biri Sosyalist Enternasyonal üyesi. İttihatçıları ehven-i şer olarak görüyorlar ve bu ilişki kesintili olarak Temmuz 1914’e, Taşnakların Erzurum’daki kongresine kadar sürüyor. O kongreye Bahattin Şakir ve İttihatçıların sözcüsü Nuri Bey de katılıyor. Savaşı kazanacaklarından eminler; bölgenin bir kısmının Gürcülere, bir kısmının Müslümanlara verileceğini söylüyorlar ve Taşnaklar Osmanlılar lehine Rusya kısmında bir isyan çıkarırlarsa Erivan, Kars, Erzurum, Van, Bitlis’te Osmanlı himayesinde Ermenilere özerklik teklif ediyorlar. Taşnaklar bu teklifi kabul etmiyor, her kesimdeki Ermenilerin bağlı oldukları ülkenin ordusunda, yani Rusya’dakilerin Rus ordusunda, Osmanlı’dakilerin Osmanlı ordusunda kalacağını söylüyorlar. 1914’e gelinirken, ilişkiler artık kopmuş vaziyette. Bu “büyük felaket” sözü aslında savaş henüz başlamadan Taşnakların yayın organında başlık oluyor. Sınırın iki yanında da, yani hem Osmanlı hem Rus topraklarında Ermeniler yaşıyor. Ahalinin kim vurduya gittiğinin resmi. Ben Taşnakları siyaseten benimseyecek durumda değilim, o ayrı. Ama Taşnaklar, bırakalım ezilen ulusun bir siyasi hareketi olmasını, Sosyalist Enternasyonal içinde yer alan bir parti.

İstanbul mebusu Krikor Zohrab

İttihat-Terakki ise bir devlet partisi, hatta parti olduğu bile şüpheli. Taşnaklar kongre yapıyor, neşriyat çıkarıyor, birbirleriyle dalaşıyor, biri dağa gidelim diyor, öbürü bayıra gidelim, öteki evde oturalım diyor, farklı çizgiler var. İttihat-Terakki’de de farklı çizgiler var belki ama, karar organı demir yumruk. O karar organına herkes dahil olamıyor. Taşnaklar için hep söylenen nedir, “terörist, çeteci”. Taşnakların genel merkezi Beyoğlu’nda, Ağa Camii yanındaki Sakızağacı Sokağı’nda. Yasal bir parti! Meclis’te vekili var, gazetesi var, dergisi var, Sosyalist Enternasyonal’de temsiliyeti var. Bu adamlar bir yandan da İttihatçılarla oyun arkadaşı, meyhane arkadaşı… Hepsi değil tabii, Vartkes’le Krikor Zohrab Talat Paşa’yla öyle bir ilişkide; Armen Garo öyle değil.

Hınçakların İttihat-Terakki’yle ilişkileri nasıl?

O zamanki tabirle “Ermeni kolonileri”yle, mesela Mısır’daki Hınçaklarla İstanbul’daki Hınçaklar arasında fikri ayrılıklar var. 1908’in ardından yıllar geçmesine rağmen Ermeni halkının durumunda herhangi bir iyileşme olmadığı için, Hınçakların 1913 Köstence Kongresi’nde şiddeten yana olanlar öne çıkıyor. Hürriyet ve İtilaf’ın önderleri Şerif Paşa, Sadık Bey gibilerle anlaşma yapıp onlardan yüklüce para da alınca, Talat, Enver ve Cemal’e suikast hazırlarlar. Hınçakların Osmanlı üyeleri buna karşı çıksa da, suikast timi Mısır’dan hareket eder. Ancak, Cemal Paşa durumdan haberdar olduğu için İstanbul’a varır varmaz enselenirler. Aradan bir yıl geçer, olay yeniymişçesine, yanlarına bazı başka Hınçak üyeleri ve ilgisiz kişiler katılıp 17 Haziran 1915’te idam edilirler. Dördü suikastçı, toplam 21 kişi. Katliamı meşrulaştıran bir unsur olarak kullandılar onları. “Bakın işte bunlar yine isyan etti” diye savaştan önce tutuklanan bu kişiler tehcirden üç ay sonra asıldı. Zengin bir tarih bu. (gülüyor)

Troçki Kasım 1911’de çok açık bir şekilde iki tehlikeden bahsediyor: Batılılar Osmanlı’yı parçalayacak, Osmanlı yönetimi Ermenileri kesecek.

1915 konuşulurken hep Talat Paşa’dan bahsediliyor. Enver Paşa niye resimde yok? Dersim için Bayar’ın söylediği, 1915 için de geçerli değil mi? Enver “vurun” demese, Talat Paşa vurabilir miydi? 

Enver Paşa ordunun başında. Enver Paşa’dan ziyade, onun çok yakını olan Bahattin Şakir Teşkilat-ı Mahsusa aracılığıyla bu işi yürütüyor. Talat da evinden telgrafla idare ediyor. Bunlar açıkça biliniyor. Birebir, adam adama markaj! Talat’ın defteri maşallah yani! Talat Paşa daha sonra Berlin’de “yapmadık, etmedik, müstahaktırlar” diyor, kendisini haklı göstermeye çalışıyor. Kahramanca deniz yoluyla kaçmadan önce, ciddi miktarda evrak yakılıyor. Ama, Ermeni siyaset adamları, milletvekilleri arasında anılarını yazanlar var. Bu anılar ne kadar gerçek, ne kadar yanlış, test etmek lâzım. Ama, daha savaş başlamadan önce, 1913’te bile sonradan olacaklar neredeyse tamamen söyleniyordu. Ermenilerin mal ve can güvenliğinin sağlanması için İttihatçılar “tamam, yapacağız, edeceğiz, ama kaşımayın bu işi” diyorlardı. “Kaşırsanız, insanlar galeyana gelir, 300-400 bin Ermeni ölür!” Bunlar İttihat-Terakki’nin üç liderinden biri olan Cemal Paşa’nın sözleri.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ileriki yıllarda kabul edeceği resmi rakamı o zamandan vermişler yani…

Tunceli Kanunu da 1935’te çıktı, birkaç sene sonra orada “isyan çıkacağını” önceden biliyorlarmış. Bizim bürokrasi her şeyi önceden bilir. (gülüyor) Savaş başladığında, Krikor Zohrab’ın Büyükada’daki evinde, Taşnaklardan bazı tiplerle İttihatçılar arasındaki görüşmeler devam ediyor bir yandan da. Ermeni mebuslar aralarında bir katliamın olacağını konuşuyorlar, ama kafalarında Abdülhamit dönemindekine benzer, onu olsa olsa biraz aşacak bir şey var. Görüşmeler son dakikaya kadar devam ediyor. İstiklal Caddesi’nde kâğıt oynuyorlar, ayrılırlarken Talat Paşa Zohrab’ı yanaklarından öpüyor. Zohrab Ayaspaşa’ya, evine gidiyor. Evine giremeden polis kaldırıyor. Polis de nereden geldiğini biliyor. Böyle terörist olur mu? Talat Paşa’yla kâğıt oynuyor, kahve içiyor, öpüşüyor, kalkıp evine gidiyor… Teröristse, Talat Paşa’yı alnından vurur, olur biter. Zohrab tutuklanırken “Talat’ın haberi var mı?” diye soruyor. (gülüyor) Bu, olayların akışıyla, ufak ufak örülen bir hadise.

1915’te Harput’tan Dersim’e çok büyük bir göç gidiyor. Dersimliler bu göçü kabul ediyor, gelenleri teslim etmiyor. Daha sonra da buradan büyük bir koridorla o Ermeniler doğuya, Kafkasya’ya doğru kaçıyor. Kızılbaşlar da, Ermeniler de merkezi devlet tarafından her zaman baskı görmüş, tedip edilmişler.

Ezcümle, 1915 “Kırmızı Pazartesi”… 

Doğrudur. Kırmızı Pazartesi. Aynı şey Süryâni katliamı için de söz konusu, Rumların tehciri için de. Nihayetinde, ya demokratik bir Osmanlı toplumu yaratacaksın veya bu unsurlardan kurtulacaksın. Tartışmaları izlediğinde görüyorsun, 1915’in geleceği adım adım biliniyor. Bunu bu açıklıkla sadece Troçki demiyor, birçok kişi dillendiriyor. Yıllar geçiyor. Nasıl çözeceksin? Çözmeyeceksin. Çözemezsen ne olacak? Kan gölü olacak. Tarihte seçenekler sınırlı. Demokratik hakların tanındığı bir Osmanlı toplumu yaratamazsan, bu kaçınılmaz.

Bugün de Kürt meselesinde aynı durumda değil miyiz?

Evet. Ya demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti oluşturacaksın, Kürtlere talep ettiklerini vereceksin veyahut kan gölü… Siyasal ve sosyal haklar açısından birlikte yaşamanın koşullarını yaratman lâzım. Bunu yaratamıyorsan, adın ister Abdülhamit olur, ister Rüknettin…

1908 meclisine dönelim… 

Bu Hınçaklar, Taşnaklar Meclis-i Mebusan’da ne mi yapıyorlardı? Bunlar sadece toprak talebiyle veya sadece Ermeni meselesiyle mi ilgiliydi? Meclis kayıtlarında –Türkçe harflerle basılmıştır hepsi– aklınıza gelebilecek bir dizi sosyal meselede, sözünü ettiğimiz milletvekillerini sık sık kürsüde görürsünüz. Mesela, Kürt hamallarının meselesi, Zohrab Efendi kürsü alır. Bugünkü tabirle ister sosyal demokrat deyin, isterseniz merkez sol, isterseniz sosyalist, bu insanlar 1908 meclisinde sosyal meselelerin temsilcisidir ve aralarında bir işçi bloku var. Türkiye İşçi Partisi’nin 1965’te Meclis’e girmesinden önce, bu topraklarda ilk kez bir işçi grubu oluşturmuşlardır.

O grupta kimler vardı? 

Birkaç Ermeni sosyalist mebus ile Vlahof Efendi var. Önce Selânik’te mebus olan Vlahof Efendi çok önemli; daha sonra Bulgaristan’da, sonra da Yugoslavya’daki mücadelede yer alır. Anıları da yayınlanmıştır. Bugün çok tartıştığımız Kürt meselesi konusunda Armen Garo’nun Erzurum milletvekiliyken Talat’la açık görüşmesinde söylediği sözler vardır. Kürtler de olayın içinde ve bu gidişatın onların da bir bakıma Türkleştirilmesini hedeflediğini Ermeni mebus Armen Garo o zaman görüyor ve söylüyor. Bu meselelerin olduğu dönemi irdelerken, önemli bir tartışmayı unutmamak gerek. Balkan Harbi’nden de önce, Christian Rakovsky ve sosyalistler bir Balkan devletleri federasyonu kurulmasından yanaydı. Balkanlar ve Kafkasya, halklar tımarhanesi gibi. Sınırın nerede olduğu, hangi köyün ne tarafa ait olduğu, hatta birçok insanın milleti belli değil.

1909’da Tatil-i Eşgal Kanunu çıkarılıyor; grevler, sendikalar yasaklanıyor. 12 Eylül gibi mübarek. İttihatçılar Ermenilere kötü davrandı da Kürt hamallara iyi mi davrandı? Tartışmalara bakarsan zannedersin ki, “herkes DNA testini yapsın, hakiki Türk olanlara doğrudan demokrasi veriyoruz, ötekilere vermiyoruz” denmiş.

Biz hep Osmanlı’dan baktığımız için, Birinci Balkan Savaşı’nda oradan buraya göç edenlerin trajedisini biliyoruz. İkinci Balkan Savaşı’nda büyük katliam oldu. Bu halklar tımarhanesine bir çözüm olarak, daha sonra Üçüncü Enternasyonal de Balkan Sosyalist Devletler Federasyonu önerisini getirmişti. Önce, demokratik bir federasyon düşünülüyordu. Savaşı engelleyebilecek bir çözüm olarak görülüyordu bu. 1911’de Selânikli sosyalistler, Rakovsky, Ermeni ve Osmanlı sosyalistler ortak bildiri yayınlayıp Sosyalist Enternasyonal nezdinde, İtalya’nın Trablus’a, yani Libya’ya asker çıkarmasını telin etmişlerdir. Yani masal anlatmıyoruz. Düşük kalibreli de olsa, bir seçenek dile getiriliyor, insanlar ısrar ediyor, mücadele ediyordu.

Gelelim 1915’e, “büyük felaket”e… 

Maalesef bu çok trajik felaketten şu anda da tartıştığımız çeşitli halkların birarada yaşama imkânı meselesine dair çıkarılacak çok büyük dersler var. Sadece bizim için değil, bütün insanlık için. Sosyal hareketlerle ulusal hareketler arasındaki ilişki ve, tabir caizse, farklı siyasal konumlanıştaki halklar arasındaki ilişki açısından da anlamlı bir yan var. Ermeni sosyalist hareketi, kendi içindeki tutarsızlıkları veri almak kaydıyla, bir taraftan da talihsiz bir hareket, çünkü birlikte davranabileceği bir Osmanlı proletaryası söz konusu değil; Kürt proletaryası da, Türk proletaryası da çok zayıf. Dikran Zaven adında gazeteci bir muhterem var, Abdülhamit döneminde Osmanlı’daki bütün ezilen kesimlere seslenir. “Hepimiz bu istibdattan mağduruz” der. Ne kadar sınırlı da olsa, bu deneyim önemlidir. Tarihteki başarılı, başarısız hiçbir deneyim kutsanacak bir şey değildir. Mutlaka önümüzdeki sorunlar geçmişte yaşananlardan çok daha karmaşık, çok daha zorlu olacaktır. Dolayısıyla, kutsayarak, model yaratarak, fetiş yaratarak yol alınamaz, ama en küçük deneyimi de bilincimizde canlı tutmak kaydıyla.

Kayseri’de Taşnak mahkûmlar, 1915

Geldik 2006’ya… Fransa’da soykırımın inkârının yasaklanmasına dair yasa tasarısına…

2006’dan öncesi var. 1990’da, Fransız Komünist Partisi üyesi Jean-Claude Gayssot parlamentoya bir yasa teklifi getiriyor. Sonra Gayssot Yasası olarak da kabul edildi. Gayssot Yasası, insanlığa karşı işlenmiş kabul edilen her türlü suçun gerçekliğinin sorgulanmasını ve Yahudi soykırımını inkâr etmeyi yasaklıyordu. Böyle bir yasanın ifade özgürlüğüne aykırı olup olmadığı tartışması 21 yıldır sürüyor. Bu olay Ermeni meselesinden çıkmadı, biz sadece kendi meselelerimizle ilgilendiğimiz için Gayssot Yasası’nı atladık. Soykırım inkârcılığı tabii ki Yahudi meselesinden ortaya çıktı. Bu, birtakım şaklabanları, dalaverecileri meşhur etmekten başka bir işe yaramayan bir yasaklamadır. Adamın teki çıkıyor, “Hitler Yahudi dostudur” diyor, sonra Viyana’da mahkûm ediyorlar. Adam meşhur oluyor. Bu konuda çok ciddi çalışmalar yapanların çalışmaları kimse tarafından okunmuyor, ama bu adamın görüşü biliniyor. Üstelik, mağdur durumuna giriyor. Riyakâr, sahtekâr, düzenbazın teki kahraman haline geliyor. Bu tartışmaları bu şekilde engellemek tarihçilerin de üzerinde durduğu, eleştirdiği bir konu.

1913’te bile sonradan olacaklar neredeyse tamamen söyleniyordu. “Kaşımayın bu işi” diyorlardı. “Kaşırsanız, insanlar galeyana gelir, 300-400 bin Ermeni ölür!” İttihat-Terakki’nin üç liderinden biri olan Cemal Paşa’nın sözleri bunlar.

Tartışma bize yanlış aksettiriliyor. Ermeni soykırımı bağlamında inkârın yasayla engellenmesine karşı çıkanlar “soykırım değildir” demiyor. Örneğin, Dominique Vidal gibi pek çok önemli Fransız tarihçi bu yasaya karşı çıkıyor, ama onlar “1915 soykırım değildi, Ermeni soykırımı olmamıştır, mukateledir, hatta Ermenilerden fazla Türkler ölmüştür” demiyor ki! Türk devletinin parayla tuttuğu birisi yoksa, böyle tezler ileri süren yok. Onlar “biz tarihçiyiz, yargıç değiliz” diyor, “bu olay nasıl cereyan etti, bu konuda özgür bir şekilde çalışmak, tartışmak durumundayız. Bu tartışmaya herhangi bir engel konulamaz” diyorlar. Ama Türkiye’ye öyle bir yansıyor ki, bu yasayı eleştirenler sanki “soykırım değildir” görüşünde. Önce, Sarkozy için seçim yatırımı dediler. Sonra fark ettiler ki, daha önce bunu Sosyalist Parti parlamentoya getirmiş. Sarkozy söz vermiş, sonra sumenaltı etmiş, şimdi senatoda Sosyalist Parti çoğunluk olduğu için “gündeme getirin” diyorlar. Bu yasanın kaynağında Komünist Parti milletvekilinin imzası var. Dolayısıyla, bu bir Sarkozy meselesi, ucuz bir seçim taktiği değil. Fransa’daki Ermeni seçmenin oyu belli. Böyle bir tartışma nedeniyle oyunun rengini değiştirecek insan sayısı da belli. Komünist Partili bir Ermeni, Sarkozy bu yasayı gündeme getirdi diye ona oy vermez. Sosyalist Partili de vermez. Orada oylar bizdeki gibi sabahtan akşama değişmiyor. Bu yasa demokratik değil, bu mesele yasaklamayla olacak bir hikâye değil. Ama, bu yasaya biz karşı çıkabiliriz de, bu hükümet karşı çıkamaz. Karşı çıkması için önce buradaki özgürlüklere aykırı maddeleri kaldırması lâzım. Hrant’ı 301’den götürmüşsün! Kim kime ders verecek? Ayıp denen bir şey var! Orada para cezası; burada adamı öldürüyorlar, sen üstünü örtüyorsun.

2006’da Hrant Dink’in, bugün de Hosrof Dink’in bu yasaya eleştirileri çarpıtılıyor: “Bizim Ermeniler soykırım demiyor, ama ah o diaspora yok mu!” 2006’da Hrant Dink şöyle demişti: “Paris’e gideceğim, Concorde Meydanı’nda ‘soykırım olmamıştır’ diye bağıracağım. Sonra Ankara Güven Park’ta ‘Soykırım yapılmıştır’ diyeceğim.” Ama bu sözlerin hep sadece ilk kısmı hatırlatılıyor. 

Soykırım meselesine gelip dayanınca, işin esası kayboluyor. Bizim, ezilenlerin, emekçilerin bu tarihle yeniden didişmemiz gerekir. Egemenlerinki Orwell’yen bir hikâye, onların tarihsel gerçeklikle bir ilişkileri yok. Onların geleceklerini, hallerini doğrulayacak bir tarihi safsataya ihtiyaçları var. Bizimse, kendi tarihimizi yaratmak için insanların yaşamış oldukları bütün büyük felaketleri çok iyi irdelememiz lâzım ki, buradan geleceğimiz için dersler çıkaralım. Ermeni meselesi Türk-Ermeni meselesi değildir, insanlık meselesidir. I. Dünya Savaşı insani bir felakettir, bu felaketin faturasını ödeyenler vardır. Vücutta bir arıza varsa, bir yerden çıkıyor. Bu fatura da birilerine kesilmiştir. II. Dünya Savaşı’nda da Yahudilere, Çingenelere, eşcinsellere… Benzer koşullar yeniden oluştuğu zaman, şu anda çok rahat tartıştığımız bazı meseleler birden bizi tarihin girdabına sokar götürür. Dolayısıyla, hadisenin nasıl oluştuğunu bilip tartışmak çok önemli.

Tayyip Erdoğan ya da İçişleri Bakanı kendileri gidip Hrant Dink’i öldürmedi. Peki, davanın dibine gidiyor mu? Gitmiyor. Niye? Kendi toplumsal desteklerini, dayanaklarını kaybedecek, kendisini besleyen kanalları yok edecek. Biraz örgüt sosyolojisi yapmak gerekir.

Bir de “meseleyi tarihçilere bırakalım” tezi var. Bir tarafta Ermeni tarihçiler ve onları destekleyenler, diğer tarafta Türkçü tarihçiler ve devlet teşviğiyle onlara destek veren “Türk dostu” tarihçiler, tartışıp konuyu çözüme ulaştıracaklar.

Orhan Pamuk Ermeni meselesiyle ilgili açıklama yaptığında, Türk Tarih Kurumu’nda Ermeni masasının şefi profesör Kemal Çiçek “Türkiye, soykırım iddiasını kabul ederse Ermenilere 60 milyar dolar tazminat ödemeye mahkûm olacak. Pamuk’un bütün kitaplarını altın yapıp satsak bunun bedelini ödeyemeyiz. Dolayısıyla herkes haddini bilmeli ve susmalı” demişti. Bu tarihçiyle şimdi neyi tartışacaksın? Parası olan tartışır. Bu kafaya göre, 100 milyarım varsa, iki milleti katledebilirim, tazminatını verdikten sonra… Sorunumuz bu değil. Bütün bu olup biteni sosyal güçleriyle, siyasi güçleriyle kavramak, bu tarihi yeniden canlandırmak gerek ki, bütün bunlar boşuna yaşanmamış olsun.

Türkiye inkâr hakkının peşinde” başlıklı, internet üzerinden imzaya da açılan bir bildiri var. Son paragrafı şöyle: “İnkârdan beslenen bir ifade özgürlüğü söylemi buram buram riya kokuyor. Tartışmayı üçüncü ağızlardan alıp ait olduğu topraklara taşımalıyız. Söz konusu tasarıya karşı çıkmanın belki de en haklı gerekçesi budur. Onun için bırakın Fransa’yı. Fransa çok kötü bir şey yapıyormuş, niyeti hayra değilmiş. Peki, Türkiye ne yapmayı düşünüyor?” 

Henüz bu yasa karara bağlanmış değil. Bazılarının bütün ümidi yasanın çıkmaması. Halbuki yasa, soykırım meselesini değil, soykırımın tartışılabilir olup olmamasını karara bağlayacak. İşin garibi, bizim devletlûlarımız de facto soykırımı kabul etmiş durumda, “bunun tartışmasını yasaklayamazsınız, bu demokratik haklara aykırıdır” diyorlar. “Soykırım demeniz demokratik haklara aykırıdır” demiyor, diyecek hali de yok zaten. Soykırımı de facto kabul etmiş durumda.

Hugo Pratt’ın “Corto Maltese —Semerkant’taki Altınlı Yaldızlı Ev”inden

Aynı metinde, “Parlamentoların tarihi olaylarla ilgili karar alması çok yanlışmış. Parlamentoların tarihi olaylarla ilgili karar alması yanlışsa, bu, bizim Ermeni soykırımı ile ilgili TBMM’den bekleyebileceğimiz bir şey olmadığı anlamına mı geliyor” deniyor. 

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden bu yönde bir beklentisi olanlar olabilir, ama benim derdim o değil tabii. Ben ezilenlerin, emekçilerin bu meselenin bilincine varmasını, ne olup bittiğini anlamasını temel mesele olarak görürüm. Tarih bir mücadele alanıdır. Herkes kendi tarihini kuruyor. Meclis de kendine göre bir pazarlıkla tarihi kuracaktır. Meclis’ten bir şey beklemeye gerek yok. Meclis nerede zorda kalırsa, ona göre davranır. Esas mesele bu değil. Demokratik hakların, her türlü meseleyle birlikte bu meselenin de tartışılmasının ortamının sağlanması önemli olan. Bugün tartışabildiğimiz kadarıyla bu tartışma ortamının oluşmasına siyasi partilerin, yani devletlû siyasi partilerimizin zerre kadar katkısı olmamıştır. Bakınız, Cemil Çiçek’in Ermeni konferansı sırasındaki beyanatı: “Bizi sırtımızdan hançerlediler!” Böyle bir zihniyet Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı olmuş, “anayasa tartışması yapılsın” diyor. Kimse tartışmıyor. Ben de olsam korkarım. Polis sorgusunda “konuş!” demek gibi. Niye konuşayım, başım belaya girecek! Dolayısıyla, bütün tarihi, siyasi, sosyal meseleleri özgür bir biçimde tartışma ortamının sağlanması, bizim Meclis’ten isteyebileceğimiz bu. Parlamentolar soykırım konusuna karar veremezler, menfi ya da müspet anlamıyla buna insanlar karar verecektir. Hükümetin, devletlûların, Meclis’teki siyasi partilerin bu yasa tasarısı hakkında konuşma hakları yoktur, onlar önce bu toplumun önündeki benzer engelleri ortadan kaldırsınlar.

Sen bütün vatandaşların hakkını veriyorsun, millet huzur ve refah içindeyken birdenbire isyan ediyor… Şimdiki Kürtler gibi! Adamlar spor olsun diye kaçakçılık yapıyor. Bir başka açıdan tarihe baktığında görüyorsun; aynı yerde otluyorsun.

Davutoğlu bu yasa tasarısıyla ilgili konuşurken, “yasa geçerse, Fransa kendi varlığını reddetmiş olur” dedi, Fransa’nın düşünce özgürlüğüne verdiği önemi kastederek. Türkiye için böyle bir “varlık reddi” tehlikesi söz konusu değil tabii.

Başbakan Voltaire’den ne okumuştur, bilmiyorum, Voltaire’in, Montesquieu’nün adlarını geçirdi konuşmasında. Onlarla bugünkü siyasi rejim arasındaki ilişkiyi nasıl kurdu, anlamak mümkün değil. Ayrıca, şu anda Fransa’da siyaseten kendisine benzer bir lider bulunmakta. Sarkozy ve Tayyip Erdoğan aynı siyasi çizgi. Avrupa Parlamentosu’nda AKP komünistlerle aynı gruba gitmiyor herhalde. İkincisi, Fransa’da Cezayir meselesini mesele yapan kim oldu? Tabii ki Cezayirliler kendi mücadelelerini verdiler, ama Fransız sosyalistler, demokratlar, bu mücadelenin yanında yer aldılar ve bunu kendi tarihlerinde başköşeye oturtup çalışmalar yürütüyorlar. Bu bilinci ayakta tutan geniş bir kesim var. Fransa’da, Cezayir’de yapılan işkencelerden tutun, aklınıza gelebilecek her türlü ayrıntıyı içeren kitaplar, araştırmalar, belgeseller bulmanız mümkün, bunların yasaklanması söz konusu değildir. Fransa’da sol da, toplumun azımsanmayacak kısmı da bu meseleyle yüzleşmiştir.

Türkiye 1958’de, yani AKP’nin selefi ilan ettiği Menderes döneminde, BM’de Cezayir’in kendi kaderini tayin etmesi hakkındaki oylamada çekimser oy kullandı. 

Cezayir kurtuluş savaşı sırasında da Türkiye Fransa’nın yanında yer aldı. Aynı şekilde, Irak’ta Faysal devrildiği zaman da… Dolayısıyla, bu argümanları dile getiren arkadaşlarda, tarihi bilinçten vazgeçtim, tarihi malûmat da biraz kıt galiba, ne bulurlarsa, uluorta alet edevat yerine kullanmaya çalışıyorlar.

Tarihçiler tartışsın” tezine değinmiştik. “Tarihçi”den kasıt, resmi tezi savunan tarihçiler. Ermeni meselesine devletin gözüyle bakmayan birçok Türkiyeli tarihçi var, ama onların tartışması söz konusu değil; onlar tarihçi bile sayılmıyor… 

Baştan kararı vermişsin zaten, diyorsun ki “benim soyumda, sopumda, tarihimde böyle bir şey olamaz”. Bu demektir ki, “böyle bir şey olmuştur” deme ihtimali olanlar tarihçi olamaz. Yani tarihçileri de tasnif ediyorsun. Bizde bu mesele hakkında menfi, müspet konuşan tarihçiler arasında, soykırım diyen var, katliam diyen var, mukatele diyen var, asıl Ermeniler Türkleri daha çok öldürdü diyen var… Bu da nasıl oluyorsa? Ermeniler koskoca orduları çökertmişler! Çeşitli emekli büyükelçiler de TV’deki açık oturumlarda açıkça söylüyor, dünyada soykırım konusunda genel bir kanaat var. Bunu değiştirmek mümkün değildir, zaten hükümet de bir savunma hamlesi yapmaya çalışıyor. Onların düşündüğü, “acaba bunun arkasından ne gelir?”

“Büyük felaket” sözü aslında savaş henüz başlamadan Taşnakların yayın organında başlık oluyor. Sınırın iki yanında da, yani hem Osmanlı hem Rus topraklarında Ermeniler yaşıyor. Ahalinin kim vurduya gittiğinin resmi.

“Üç T” gelir diyorlar: “Tanıma, tazminat, toprak”.

Bu aslında bitmiş bir tartışmadır. Bizim için mülkiyete dayalı bir tartışmanın, üç T, beş T gibi şeylerin bir anlamı yok. Bizim için önemli olan, bu ve benzeri olayların bilince çıkarılmasıdır.

Topraklarından sürülen insanlara mülklerinin iade edilmesi ya da tazminat ödenmesi gerekmez mi? 

Ölenlerin arkasından bir ayrım yapmak mümkün değil, ama yoksul köylünün hiçbir şeyi yok, onlara hiçbir şey düşmeyecek, tefecilikten para kazanan malını alacak… Böyle abuk sabuk şeylere doğru gideriz. Burada temel sorun, toplumun bunu kendi tarihine yedirmesidir. Bu, bizim farklı bir gelecek inşa etmemize katkıda bulunacaktır ve o gelecekte insanlar kardeşçe, özgür bir biçimde yaşama imkânını bulacaklardır. Göç edenlerin geri dönmesi meselesine gelince, tabii ki göç edenlerin durumu buraya gelip yaşamak isteyebilecek bir Japondan farklıdır –Japonyalı bir insan da tabii ki hangi toprakta çalışmak, yaşamak istiyorsa yaşar; bizim anlayışımızdaki vatandaşlık hukuku böyledir. Ama sözünü ettiğimiz basit bir göç meselesi değil, sırtlarında topraklarını taşımış insanlar bunlar. Dışarıdaki Ermeniler burada yaşayan birçok Ermeniden daha fazla topraklarına bağlılar, çünkü anılar abartılarak yaşanıyor. Evlerini bağ bahçe içinde hatırlıyorlar, Allah bilir kıraç bir araziydi. Cennet gibi anlatıyorlar, nenelerinden öyle dinlemişler. Bugün tabii istediği yerde yaşamayı tercih hakkı olmalı. Avrupa Birliği’ne “sınırları kaldırın” dedikten sonra, “Ermeniler asla doğdukları topraklara dönmesin” dersen komik olur.

Bir Japon gelip “ben Yozgat’ı çok sevdim, burada yaşamak istiyorum” derse, kabul görür, hatta el üstünde tutulabilir, ama bir Ermeni aile “vaktiyle burası bizim köyümüzdü, döndük geldik” derse… 

Vay haline! Toplum bunu kabullenmezse olamaz… Hrant’ın hep çabaladığı buydu. Buradaki insanlar bunu kabul etmedikçe, kendi tarihlerini anlamayacaklar, kendi insanlıklarını da anlamayacaklar. Kâğıt üzerinde, “ona beş kâğıt verdim, buna bir bina verdim” desen bile o hayatı yeniden kurma şansın yok. Bizde bu durumlar çok arızalı. Son yaşadığımız olaylara bakınca, “şu kadar insan öldürülmüş, sürülmüş; olur böyle şeyler” gamsızlığı var. Gamsızlığın mertebesi yoktur, 35 köylü de ölse, 350 de ölse, öyle bakarsın. Birincisinde “ne oluyoruz” demezsen, binincisinde de sesini çıkarmazsın. Zihniyet meselesi. Ve maalesef milliyetçilik, muhafazakârlık, yabancı düşmanlığı, komşu sevmezlik son yirmi yılda artmıştır.

Kırmızı Pazartesi. Aynı şey Süryâni katliamı için de söz konusu, Rumların tehciri için de. Nihayetinde, ya demokratik bir Osmanlı toplumu yaratacaksın veya bu unsurlardan kurtulacaksın. Tartışmaları izlediğinde görüyorsun, 1915’in geleceği adım adım biliniyor.

Bir yandan da, “Yeni Türkiye”de dinlerin, cemaatlerin barıştığı, birbirini kucakladığı, diyalog ortamının geliştiği iddiası var. Hükümet cemaatlere bir parmak bal misali, kimi vakıf mallarını alâyıvalâ ile bahşediyor. Ermeni cemaati de hükümete teşekkür ilanları veriyor. 

Cemaat kendi içine kapalı, muhafazakâr bir çevredir. Daha önceki yönetimlere bakarak, bu yönetimin getirdiği bazı soslar konusunda, cemaat yöneticileri veya kanaat önderleri böyle bir hevese kapılmış olabilirler. Hatta bu öylesine önemsendi ki, bu kanaat önderlerinin bazıları seçimlerde AKP’den milletvekili olmak için beklentiye girdiler. Bu da bir zihniyet meselesi, cemaat de bir bütün değil. Herkes tarihle ilişkisini tasarladığı gelecekle bağlantılı olarak kuruyor. Zaten şu kadar insan kalmış, iki çeşme, bir kilise vermişsin… Hiç yoktan iyi, o ayrı hikâye, ama bunlar işin teferruatı. Kendi sorunlarını ayrı tutarak değil, diğer demokratik taleplerle bütünleşik bir şekilde ortaya koymak gerekir. Böylece, kendi talebin de büyür, genişler. Temel problem bu.

1915’in 100. yıldönümüne üç yıl kaldı. Önümüzdeki üç yılda Ermeni meselesi ve soykırım tartışması nasıl bir seyir izleyecek sence? 

1915 soykırımının daha genel kabul görmesi yönünde seyredecektir. Hükümet belli ki buna karşı birtakım savunma mekanizmaları kuracak. Ama, on yıl, yirmi yıl önceki bahaneler artık yavaş yavaş ortadan kalkmış gözüküyor. “Mukatele”, yani Ziya Gökalp’in söylediği “karşılıklı öldürme” pek geçerli olmayacak. Bu demektir ki, bir tür “yol kazası” tezine yönelinecek, yani “Ermeniler Der Zor’a sürgün edilirken birtakım çapulcuların öldürmesiyle olaylar meydana gelmiştir” denecek. “Zaten 1916’da çeşitli mahkemelerde şu kadar insan idam edildi” diye bu tez güçlendirilmeye çalışılacak. Onların Ermenileri öldürdükleri için değil, mallarına mülklerine el koydukları için yargılandıklarını biliyoruz. Sonuçta, kademe kademe savunma mekanizmalarını kuracaklar. Güç ilişkilerine bağlı bir hikâye. Şartlar başka türlü olursa, dünya politikası elverişli olursa, bir süre daha bunu gargara etme imkânı olabilir. Ama malûmuâliniz, daha birkaç sene önce Kürt yoktu, “kart kurt” vardı. Şimdi, kâh “hepsi kardeşimiz” oluyor, kâh hepsi ressamlarla beraber “terörist” oluyor, duruma göre. Bu normal, sistem kendisini koruya koruya gidecektir. Oradan bir değişim beklemek yerine, ahalinin bu konudaki hassasiyetini artırmak, aşağıdan bir tazyik, bu tartışmaları daha makûl bir çizgiye sürükleyebilir.

Tarihte seçenekler sınırlı. Ya demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti oluşturacaksın, Kürtlere talep ettiklerini vereceksin veyahut kan gölü… Siyasal ve sosyal haklar açısından birlikte yaşamanın koşullarını yaratman lâzım. Bunu yaratamıyorsan, adın ister Abdülhamit olur, ister Rüknettin…

19 Ocak’ın beşinci yıldönümüne geliyoruz. Hrant Dink davasının seyrini nasıl değerlendiriyorsun?

Duruşma günleri mahkeme önüne gitmeye özen gösteriyorum ama, işin hukuki yönünden başından beri umutlu değildim. Nitekim, olay çok sınırlı tutuldu ve öyle kaldı. Davanın takibine, hükümetten biraz fazla beklentiyle başlandı. Ancak giderek, hükümeti karşıya almamanın çözüm olmadığı görüldü. Hükümet üzerinde yeterli baskı oldu mu? Aslında önemli bir baskı oldu, ama hükümetin bu işi daha fazla deşmesi, asli faillerin, mekanizmaların üzerine gitmesi zordur. Bir şey daha var, bu toplumda Hrant’ın öldürülmesini meşru gören birçok insan vardı, biri de çıkıp vurdu. Temel problem budur.

Cinayetten sonra beyaz bereli insanların stadyumları doldurup “Hepimiz Ogün Samastız” dediği hatırlarda. Bu dava takip edilirken hükümetin sorumluluğunun üzerinde yeteri kadar durulduğunu söylemek de zor. Cinayet işlendiğinde AKP beş yıldır iktidardaydı, bir beş yıl da cinayetin üzerinden geçti. Geldiğimiz noktada, hükümet icraatı olarak gördüğümüz, cinayetle birlikte adı anılan devlet görevlilerinin terfi ettirilmeleri ya da dönemin İstanbul valisi Muammer Güler örneğinde olduğu gibi AKP’den milletvekili seçilmesi. 

Bu hükümetin valisinin muavini çağırdı, Hrant onun makamında tehdit edildi. Birkaç gün sonra bir arkadaş evinde Hrant’la birlikte yemekteydik. Açıkça bu işten ürktüğünü söylemişti. O anda meseleyi tam olarak algılayamadım ama, şimdi olayın nereden başladığını biliyoruz. Bütün isimler belli. Ama olayın üstü örtüldü. Başlangıçta, bu Ergenekon’la, derin devletle sınırlı görüldü, ama AKP, en azından meseleyi örtmesiyle, buna yol vermiş oldu. Bu terfiler, milletvekili yapmalar, aklamak anlamına gelir. “Maaşına zam, işine son” gibi bir durum değil, aksine, hem maaşına zam ve rütbeye terfi, hem de işine devam. Bazı arkadaşlar AKP hükümetinden sadece bu meselede değil, genel olarak demokratikleşme açısından birtakım beklentilere sahipti.

Rosa Luxemburg’un sözünü ettiği sosyalizm ya da barbarlık alternatifinin –ki, tam da Ermeni katliamının gerçekleştiği günlerde söylemiştir onu– hükmünü sürdürdüğü bir dünyada, beşerin özgürleşmesi yolunda umutların kırıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Tarihin kaydettiği felaketler bu bakımdan ezilenler için, emekçiler için kendi tarihimizin ayrılmaz parçaları.

Aslında, bu konuda son zamanlarda bir değişim söz konusu, birçok arkadaş, tabir caizse, köklü bir görüş değişikliğine uğradı. Bu hükümetin bu meselenin gerektiği gibi üzerine gitmediğini artık herkes kabul ediyor. Türkiye’de bu tür meselelerde ciddi bir hassasiyet olmamasına rağmen, çok farklı kesimlerden insanlar Hrant’ın anısına gerçekten sahip çıktı; bu bizim için önemlidir. Bu insanlar bir baskı oluşturdu derken, karınca kararınca, mütevazı ölçekte… Cenazede bulunan yüzbinler her duruşmada mahkemeye gelecek değillerdi tabii, ama dönüp baktığımızda, bu kadar yıldır, yağmurdur, kardır, kıştır, kıyamettir, her şartta mahkemenin önüne gelen insan topluluğu olayın deşifre olması umuduyla orada bulundu. Bunun etkisini de içinde bulunduğumuz toplumsal koşullarla birlikte ele almak gerekir. Uludere’de 35 kişi öldürüldü, tabii sokağa çıkanlar oldu, ama genelde sessizlik hâkim. Usûlen bir bakan istifa eder, usûlen bir idare amiri görevden alınır… O bile olmadı.

Hadi gel 1908’e dönelim” desek, 1908 temmuzuna, ne dersin?

Önümüzdeki meselelere bakarak sorarsak, acaba biz neredeyiz? O sorunları çözdük mü? İnsanlığın önünde o gün varolan sorunlarda, haklar meselesinden halklar meselesine, bir hamle yapılmış değil. Sorunları çözmüş değiliz. İlginç başka bir şey var, 1908’de şu veya bu şekilde insanlar hep birlikte coşkuyla sokaklara döküldüler. Bunu bir kez daha yaşamadık.

1907’deyiz yani. Fenerbahçe’nin kurulduğu tarihte.

1907’de, yani Taşnakların Emek Kongresi’ni yaptığı yıldayız. (gülüyor) Maalesef öyle bir şey de yok bugün.

Yoksa, Hamidiye döneminde miyiz? 

Bu toplum artık Hamidiye’yi kaldıramayacağını gördü. Korucu sistemi çöktü. Ayrıca, bir-iki yer hariç korucu sistemi tam olarak Hamidiye Alayı olmadı. Ne oldu diye soracak olursanız, daha modern bir kapitalist toplum olduk, ama insani ihtiyaçlar açısından katedilen mesafe alet edevat babında katedilenin çok altında kaldı. Rosa Luxemburg’un sözünü ettiği sosyalizm ya da barbarlık alternatifinin – ki, tam da Ermeni katliamının gerçekleştiği günlerde söylemiştir onu– hükmünü sürdürdüğü bir dünyada, beşerin özgürleşmesi yolunda umutların kırıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Tarihin kaydettiği felaketler bu bakımdan ezilenler için, emekçiler için kendi tarihimizin ayrılmaz parçaları. Rosa’nın bir köle ayaklanmasının sembolü olan birini, Spartaküs’ü yeni dönemin mücadelelerine bayrak yapmasının böyle bir anlamı da var. Ermeni katliamı insanlığın 20. yüzyıldaki ilk büyük yenilgisinin neticesiydi; yeni yenilgilerden korunmak için bu tarihin canlandırılması şart.

Express, sayı 125, Ocak 2012

Stalin Yüzlerce Komünisti Hitler’e Teslim Ederken – Alex De Jong

1930’lu yıllar boyunca Almanya ve Avusturya’dan birçok Komünist ve Sosyalist, Nazilerden kaçarak SSCB’de sığınma aradılar. Ancak hayret verici bir ihanetle, Sovyet gizli polisi yüzlerce kişiyi Hitler’in Gestapo’suna teslim etti. 

1936 Sovyetler Birliği Anayasası, “emekçilerin çıkarlarını savundukları için zulme uğrayan yabancı yurttaşlara sığınma hakkı”nı kabul etti. Ancak Sovyet yetkilileri, 1930’ların sonlarından itibaren ağırladıkları yüzlerce Alman ve Avusturyalı sürgünü Nazilere teslim ederek bu sözü utanç verici bir şekilde bozdular. Kurbanlar arasında emektar devrimciler, Yahudi Komünistler ve anti-faşist eylemciler vardı. 

Sınır dışı edilenlerden biri de Alman Komünist Margarete Buber-Neumann’dı. 1949’da İngilizce olarak İki Diktatör Döneminde: Stalin ve Hitler’in Tutsağı olarak yayınlanan anıları, muhtemelen sınır dışı edilenlerin hayatlarından en iyi bilinenidir. Buber-Neumann, Sovyet yetkililerinin onu yirmi dokuz kişiyle birlikte Nazi muhafızlarının gözetimine transfer edildiği anı anlatıyor: 

“Sonunda tren durdu ve son kez o tanıdık ‘eşyalarınızla birlikte hazır olun’ bağrışını duyduk. Kompartıman kapılarının kilidi açılmıştı… biraz ileride bir tren istasyonu vardı. Adını yakındaki bir kontrol odasının üzerinde görebilirdiniz: Brest-Litovsk.” 

Buber-Neumann, bir grup Sovyet gizli polis memurunun (hâlâ eski adı GPU ile anılan NKVD) Alman topraklarındaki köprüyü geçip bir süre sonra geri döndüğünü anımsıyor: “Yanlarında SS subayları vardı. SS komutanı ve GPU başkanı birbirlerini selamladılar. Sovyet komutanı mahkumların isimlerini okumaya başladı: 

Biri Macaristan’dan gelen Yahudi bir göçmendi, diğeri ise 1933’te Nazilerle girişilen ve bir Nazi’nin öldürüldüğü çatışmaya karışmış olan Dresdenli genç bir işçiydi. Sovyet Rusya’ya kaçmayı başarmıştı. Duruşmada diğerleri, Sovyetler Birliği’nde onun güvende olduğunu bilerek, daha doğrusu öyle düşünerek suçu onun üzerine atmışlardı. Akıbeti belliydi”. 

Hitler’e Karşı Sığınma Aramak

1901 doğumlu Buber-Neumann, 1921’de Alman komünist gençlik hareketine ve beş yıl sonra yetişkin partisi KPD’ye katılır. 1928’den itibaren Komünist Enternasyonal’in Inprekorr gazetesi için çalışır. Orada KPD liderliğinin üyesi Heinz Neumann ile tanışır ve birlikte olurlar. Naziler Berlin’de iktidara geldikten sonra ikisi de Sovyetler Birliği’ne sığınır. 

Ancak 1930’ların sonlarında Jozef Stalin tarafından başlatılan tasfiyeler, SSCB’yi Alman Komünistleri için ölümcül bir tehlike haline getirdi. NKVD, Heinz Neumann’ı sahte casusluk suçlamalarıyla tutuklar ve 26 Kasım 1937’de idam eder. Margarete Buber-Neumann’ı da hapse atarlar ve sonunda 1940’ta Nazi Almanya’sına gönderirler. 

O zamanlar Sovyetler Birliği’nde birkaç farklı Alman vatandaşı grubu yaşıyordu. Bazıları oraya çalışmak için gelmişti. Bu kategoride pek çok kişi, illa parti üyesi olmasa da birer komünist sempatizandı. Ayrıca siyasi sürgünler, Komünistler ve 1938’de Nazilerin Avusturya’yı ilhak etmesinden sonra resmen Alman vatandaşı olan Avusturyalılar da dahil olmak üzere diğer anti-faşistler vardı. Kimileri Sovyet vatandaşlığı kazanmıştı. 

Bu insanların akıbetiyle ilgili bilgiler, bazılarına hala araştırmacılar tarafından erişilemeyen birçok arşive dağılmış durumda. Bu nedenle, kaç kişinin Buber-Neumann ile aynı kaderi paylaştığını bilmek zor. Temkinli bir tahminde bulunmak gerekirse, altı yüzden fazla kişinin sınır dışı edildiğini ileri sürmek mümkün.

Franz Koritschoner’in Kaderi 

Nazi Almanyası’na gönderilen sürgünler arasında Franz Koritschoner gibi Komünist hareketin emektarları da vardı. 1892’de Avusturya-Macaristan’da doğan bu genç Yahudi sosyalist, 1914’ten sonra sosyal demokrat partilerin savaş çabalarına verdiği desteğe karşı çıkmıştı. Koritschoner, 1916’da, savaş karşıtı devrimci sosyalistlerin bir araya geldiği Kienthal Konferansı’nda Vladimir Lenin ile bir araya geldi. 

Koritschoner Ocak 1918’deki Avusturya-Macaristan grev ve gösterilerinde öncü rol oynamaya devam etti. Aynı yıl yeni kurulan Avusturya Komünist Partisi’ne (KPÖ) katıldı. Koritschoner, KPÖ gazetesinin editörlüğünü yapıyor ve kendisine “sevgili dostum” diye hitap eden Lenin’in eserlerini tercüme ediyordu. 1918’den 1924’e kadar Koritschoner, KPÖ merkez komitesinin bir üyesiydi.

1920’lerin sonlarında, Uluslararası Kızıl Sendika (Profintern) için çalışmak üzere Sovyetler Birliği’ne gider, 1930’da Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ne katılır. NKVD, 1936’da bir karşı devrimci olmakla itham ederek Koritschoner’i tutuklar. Sovyet makamları onu Nisan 1941’de Gestapo’ya teslim etmeye karar verir. 

Koritschoner’ın yaşamının son haftaları hakkında biraz bilgimiz var çünkü savaştan sağ kurtulan Uluslararası Tugayların bir üyesi olan Hans Landauer ile aynı hücreyi paylaştılar. Landauer’e göre, Koritschoner ciddi şekilde zayıflamış bir adamdı ve NKVD ile Gestapo’nun elinde gördüğü işkencenin izlerini taşıyordu. Artık dişleri kalmamıştı ve Landauer’e onları SSCB’nin en kuzey bölgesindeki bir çalışma kampında iskorbüt hastalığından kaybettiğini söyledi. 7 Haziran 1941’de Naziler, Koritschöner’i iki gün sonra öldürüleceği Auschwitz’e gönderdi. 

Schutzbündler’in İhanete Uğrayışı

Stalin yönetimi altındaki Sovyetler Birliği’ni kasıp kavuran tasfiyeler, giderek daha halkın daha geniş kesimlerini vurmaya başladı. Kurbanlardan biri Avusturya Schutzbund’un yani Avusturya Sosyal Demokrat Partisi’nin paramiliter kanadı olan Cumhuriyet Savunma Birliği’nin eski üyeleriydi. 

4 Mart 1933’te Avusturya Şansölyesi Engelbert Dollfuss parlamentoyu askıya aldı ve faşist bir rejim kurar. Şubat 1934’te Schutzbund üyeleri yeni sisteme karşı silaha sarılırlar, ancak hükümet ordusunun ağır silahlarıyla boy ölçüşemezler. Çatışmalarda yaklaşık iki yüz kişi ölür ya da yargısız idam edilir. 

Komünist hareket Schutzbund’un direnişini kutlar ve Sovyetler Birliği onlara sığınma teklif eder. Sosyal Demokratların faşizm karşısında yeterince militan bir tavır gösterememiş olmasından dolayı hayal kırıklığına uğrayan Schutzbund’un birçok üyesi Komünist Partiye katılır. Yaklaşık 750 Schutzbündler SSCB’ye sürgüne gider.

Ancak birkaç yıl sonra sosyal demokrat geçmişleri onları bir zulüm hedefi haline getirir. Yaklaşık yarısı Sovyetler Birliği’nden ayrılırken, kalan Schutzbündler’in çoğu tasfiyelerin kurbanı oldu. NKVD hayatta kalanların çoğunu Nazi Almanyası’na sürdü. 

Aralık 1939’da nakledilen yirmi beş kişilik bir grup, on Schutzbündler’i içeriyordu. Bunlardan biri Georg Bogner’dı. Sovyetler Birliği’ne kaçmadan önce memleketi Attnang-Puchheim’da Şubat 1934 ayaklanmasında savaşmıştı. Sovyet gizli polisi 1938’de Bogner’i tutukladı. Aralık 1939’un sonunda, Alman istihbarat servisleri Sicherheitsdienst tarafından Varşova’da gözaltına alındı. Daha sonra ona ne olduğu bilinmiyor. 

Antlaşmadan Önce 

Ağustos 1939’da Sovyetler Birliği, Nazi Almanyası ile saldırmazlık antlaşması imzaladı. Bir hafta sonra, Wehrmacht Polonya’yı işgal etti. Kısa bir süre sonra, Sovyet güçleri ülkeye doğudan saldırdı. Çatışma sona ermeden önce, iki hükümet aynı yılın Eylül ayında “Dostluk Antlaşması ve Alman-Sovyet Sınırı” üzerinde anlaşmaya vardı. 

Anlaşma, karşılıklı saldırmazlık vaadinin ötesine geçiyor: taraflar, diğerine karşı yönlendirilen bir koalisyonu desteklememe ve “karşılıklı çıkarlar hakkında” bilgi alışverişinde bulunma sözü verdiler. Moskova ve Berlin’in Baltık Devletleri ve Polonya topraklarını böldüğü anlaşmalara gizli protokoller de eklendi. Sovyetler Birliği, 1989 yılına kadar bu protokollerin varlığını resmen tanımadı. 

Birçoğu, anti-faşistlerin Nazi Almanyası’na sınır dışı edilmesini Dostluk Antlaşması ile bağlantılı olarak değerlendirdi. Margarete Buber-Neumann onları bu açıdan “Stalin’den Hitler’e bir hediye” olarak gördü ve başka yazarlar da aynı metaforu kullandılar. Bununla birlikte, sınır dışı etme ve antlaşma arasındaki bağlantı tahmin edildiği kadar dolaysız olmayabilir.

Sovyetler Birliği, antlaşmanın imzalanmasından daha önce anti-faşist mahkumları Nazi Almanyası’na sınır dışı etmişti. 1937-1938’de Yahudiler ve Komünistler de dahil olmak üzere yaklaşık altmış sürgün sınır dışı edildi. Bunların arasında Ernst Fabisch adında genç bir adam da vardı. 

1910’da Breslau’da Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Fabisch, on dokuz yaşında Almanya Komünist Partisi (Muhalefet)’e, kısaltılmış adıyla KPO’ya katıldı. Heinrich Brandler ve August Thalheimer tarafından yönetilen KPO, komünist hareketteki sözde “Sağ Muhalefet”in bir parçası ve Stalin’in son büyük rakibi Nikolai Buharin gibi Sovyet politikacılarıyla bağlantılı olan komünist bir akımdı. KPD’nin sosyal demokratlara ve sosyalistlere yönelik sekter düşmanlığını reddediyor ve faşizme karşı birliği savunuyordu.

KPO’nun önde gelen üyelerinin 1933’te Naziler tarafından tutuklanmasından sonra, Fabisch yeraltına inmiş olan parti yönetimine katıldı ve bunların çoğu 1934’te tutuklandı. Sovyetler Birliği’ne kaçtı ama kısa sürede yeniden tehlike altında buldu kendini. NKVD, 1937’de Fabisch’i tutukladı ve ertesi yıl onu Almanya’ya sınır dışı etti. Gestapo, Fabisch’i hemen tutukladı ve 1943’te Auschwitz’de öldürüldü. 

Suç Ortaklığı Modelleri

O zamanlar Sovyetler Birliği ile Nazi Almanyası arasındaki doğrudan sınır olmadığı için, bu ülkelerin ilgili makamları iki devlet arasındaki mahkumların hareketini koordine ediyordu. Sovyet makamları onlara sadece Almanya’ya seyahat için geçerli olan geçiş kartları veriyor ve Nazi muadillerine sınır dışı edilenlerin isimlerini ve geçmişlerini bildiriyordu. Şu anda Alman Büyükelçiliği ve Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde bulunan bu dosyalar, mağdurlar hakkında önemli bir bilgi kaynağı. 

Sınır dışı edilmeler, Hitler-Stalin Paktı’nın imzalanması ve Polonya’nın parçalanmasıyla başlamadı ve bu mahkumların kaderi, Moskova ile Berlin arasındaki müzakerelerin bir parçası gibi görünmüyor. Bununla birlikte sınır dışı edilmelerin sayısı bu dönemeçten sonra artıyor. 

Bu dönemde sınır dışı edilenlerin çoğu o zamana kadar Sovyetler Birliği’nde kalan Alman ve Avusturyalıların profilini yansıtan siyasi sürgünlerdi. Bazen Alman makamları belirli kişilerin sınır dışı edilmesini talep ediyordu. Ancak diğer zamanlarda, Naziler sınır dışı edilenlerle pek ilgilenmiyor gibiydi.

 Avusturyalı tarihçi Hans Schafranek‘in Zwischen NKWD und Gestapo adlı kitabında alıntı yaptığı Alman Büyükelçiliği belgeleri, bu ikinci duruma işaret ediyor. Vakaların çoğunda, sınır dışı edilmeler, karşılığında Sovyet yetkilileri tarafından aranan mahkumları transfer etmeye dönük Nazilerden herhangi bir hareket olmadan gerçekleşti. Sınır dışı edilmeler, iki devlet arasındaki ilişkiler halihazırda bozulmaya başlamışken, Barbarossa Operasyonu’ndan sadece haftalar önceye, Mayıs 1941’e kadar devam etti. 

Sınır dışı edilmelerin arkasındaki itici güç, esas olarak Sovyet sistemine içseldi. Stalin’in tasfiyeleri, kesin biçimde tanımlanmış bir grup insana bir saldırı olarak başladı: bunlar, muhalefetin potansiyel destekçileri olarak değerlendirilen komünistlerdi. Zamanla, şüphelileri isim vermeye zorlamak için işkence ve diğer baskı biçimlerinin kullanılması, yaygın bir paranoya ve güvensizlik atmosferinin yanı sıra tutuklama kotalarının doldurulmasına ilişkin bürokratik zorunluluklar ile birleşerek hedef sayısını amansız bir şekilde artırdı. 

Fanteziler ve Uydurmalar 

Hain ve casus olduğu şüphelenilen insanlara yönelik suçlamalar giderek daha tuhaf hale geldi. KPD’nin paramiliter kanadı Roter Frontkämpferbund’un eski bir lideri güya “Troçkist-faşist” bir terör örgütü örgütlemişti. Sovyet yetkilileri, sürgündeki komünistlerin çocuklarını yeraltında bir Hitler gençliği oluşturmakla bile suçladı. 

Tipik olarak, Heinz Neumann gibi yabancı komünistler, kendi “asıl ülkelerinden” maaş almakla suçlandılar. Stalin, 1938’de Polonya Komünist Partisi’ni feshetti ve üyelerini Lev Troçki’nin ve aynı anda Varşova hükümetinin ajanları olarak çalışmakla suçlayarak idam ettirdi ya da Gulag’a gönderdi. Tarihçi Hermann Weber’in işaret ettiği gibi, KPD’nin kırk üç üst düzey yöneticisinden, Sovyet gizli polisinin gözetiminde ölenlerin sayısı Nazilerin katlettiklerinden fazladır. Yüzlerce Alman sürgün düpedüz idam edildi, çok daha fazlası esir kamplarında öldü. 

1887 doğumlu Hugo Eberlein, KPD’nin kurucu üyesiydi. 1919’da Komünist Enternasyonal’in kuruluş kongresinde parti temsilcisi olarak Rosa Luxemburg’un yerine gelmişti. Eberlein 1936’da Sovyetler Birliği’ne geldi, ancak ertesi yıl Naziler adına “terörist faaliyetlere” katıldığı iddiasıyla tutuklandı. 

Karısına yazdığı ve daha sonra NKVD arşivlerinde bulunan bir mektupta çektiği çileyi anlatırken, “on gün, on gece boyunca” aralıksız sorgulanırken sürekli ayakta durmak zorunda kaldığını, uyuma imkanından yoksun bırakıldığını ve kendisine neredeyse hiç yiyecek verilmediğini anlatıyor. Gardiyanlar, Eberlein’ı acımasızca dövmüşlerdi: “Sırtımda artık deri yoktu, sadece çıplak et vardı. Haftalarca yalnıca bir kulağım işitiyordu ve bir gözüm haftalarca kör oldu.” NKVD sonunda onu 16 Ekim 1941’de öldürdü. 

Cadı Avı Kurbanları 

Buber-Neumann, Fabisch, Bogner, Eberlein ve daha pek çoğu bir cadı avına kurban gitti. Nihai kaderleri keyfi bürokratik kararlara bağlıydı. Birkaç yüz vakada, Sovyet yetkilileri kurbanlarla kendileri ilgilenmek yerine bunu Nazilere bırakmayı tercih etti.

Naziler Margarete Buber-Neumann’ı Ravensbrück kadın toplama kampına gönderdi. Nisan 1945’te rejim çökünce serbest kaldı. Kızıl Ordu ilerledikçe Sovyet yetkilileri tarafından tekrar tutuklanmaktan korkan Buber-Neumann, ABD birliklerinin temel işgal gücü olduğu 150 kilometre batıya doğru yol aldı.

Buber-Neumann 1989’da, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından birkaç hafta önce öldü. Kendi deneyiminin faşizm ve komünizmin aynı oranda suç içeren ideolojiler olduğunu gösterdiğini savunarak sağcı bir muhafazakar olmuştu. Bugün sosyalistler bu tür argümanlara karşı çıkmak istiyorlarsa, tarihin bu utanç verici sayfalarını görmezden gelemezler. Kendi sosyalizm anlayışımız sözlerini tutmalı ve insanlık onurunu kaygılarının merkezine yerleştirmelidir. Bu, kurbanlara olan asgari borcumuzdur.

Bu yazı ilk olarak Jacobin’de yayımlandı, ardından çeşitli dillerde Fourth.International sitesinde yayımlandı.

Türkçe tercüme İmdat Freni Çeviri Kolektifi tarafından gerçekleştirildi. 

Görsel: Schutzbund üyeleri, Almanya Federal Arşivi

Utanmak için Geç Değil: Hrant Dink Cinayeti Dava Süreci – Gizem Karaköçek

Hrant Dink, yazdığı yazılar çarpıtılarak medya-devlet işbirliğiyle hedef gösterilmiş, mesnetsiz iddialardan yola çıkılarak açılmış davalarla halkın gözünde itibarsızlaştırılmaya çalışılmıştı. Bu süreçte aldığı sayısız tehditler için yaptığı şikayetler sonuçsuz kalmış, bu tehditler için son yazısında kendini güvercin tedirginliğinde resmetmişti: “Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik. Tıpkı bir güvercin gibiyim… Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım. Başım onunki kadar hareketli… Ve anında dönecek denli de süratli.” Ve bu tehditlere rağmen gitmeyeceğini ifade edip şöyle bitiriyordu yazıyı: “Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.”
19 Ocak’ta güvercin tedirginliğinde yaşayan bir gazeteciyi katlettiler. Hrant aramızdan ayrılalı 15 yıl geçti.

Hrant Dink Davası Süreci
20 Nisan 2007’de tetikçi Ogün Samast ve azmettiriciler hakkında “tasarlayarak öldürmek” suçundan dava açıldı.
Daha sonra düzenlenen ek iddianamelerle sanık sayısı 20 oldu ancak Ogün Samast, cinayeti işlediği tarihte 17 yaşında olduğu için yargılaması çocuk mahkemesinde yapılmak üzere dava dosyası ayrıldı. Yargılamanın sonucunda Ogün Samast, “tasarlayarak öldürmek” ve “ruhsatsız silah bulundurmak suçlarından 21 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırıldı.
Azmettiriciler Erhan Tuncel ve Yasin Hayal’in de içinde bulunduğu sanıkların yargılaması İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesinde yapıldı ancak bu yargılamaya ihmali olan kamu görevlileri dahil edilmedi.
Oysa soruşturma ve dava aşamalarında kamu görevlilerin bilgisinin olduğu ortaya çıkmıştı.  15 Şubat 2006’da “Yasin Hayal’in Hrant Dink’i öldüreceği” bilgisinin Trabzon İstihbarat Şubesi polisleri tarafından kayıt altına alındığı ve bu bilginin 17 Şubat 2006 tarihinde Ankara Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanlığı ve İstanbul Emniyet İstihbarat Şubesi’ne gönderildiği öğrenildi.
Kamu görevlilerinin soruşturulmasına izin verilmemesi nedeniyle Dink ailesinin avukatlarının yaptığı başvuruyu değerlendiren Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Eylül 2010’da devlet görevlilerinin Hrant Dİnk’in yaşamına yönelik bir tehlike bulunduğunu bilmelerine rağmen cinayeti engellemek üzere eyleme geçmediklerini  ve bu kişiler hakkında etkin bir soruşturma yürütülmediğini karara bağladı.
17 Ocak 2012’de yargılaması yapılan 19 sanık hakkında hükmü açıklayan mahkeme Yasin Hayal’in müebbet hapsine, Erhan Tuncel’in ise beraatine karar verdi. Ayrıca bu kararda “örgüt yok” denildi.
13 Mayıs 2013’te Yargıtay “örgüt yok” kararını bozarak “terör örgütü yok ama suç işlemek için oluşturulan bir örgütün varlığı söz konusu” dedi.
Yargıtay’ın bu kararı üzerine dava yeniden görülmeye başlandı. Mahkeme 30 Ekim 2014’te Yargıtay’ın bozma kararına uyulması yönünde karar verdi.
“Dördüncü Yargı Pakedi” adı verilen değişiklikle beraber AİHM tarafından etkin soruşturma yürütülmediğine karar verilen davalarda soruşturma açılması mümkün oldu. Bu değişiklikle Temmuz 2013’te Dink ailesi avukatları Trabzon Emniyet, Jandarma, İstanbul Valilik ve Emniyet görevlileri hakkında soruşturma açılması için başvuruda bulundu. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı İstanbul’daki emniyet görevlileri hakkında soruşturma izninin İstanbul Valiliğince karara bağlanmasını istedi. Valilik soruşturmaya izin vermedi. İstanbul Bölge İdare Mahkemesi’nce Dink ailesinin bu karara yönelik yapmış olduğu itiraz reddedildi. Bu kararlar üzerine İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma izni istenenler hakkında takipsizlik kararı verdi.
Dink ailesi avukatları soruşturma izni verilmemesi yönündeki kararlara karşı Anayasa Mahkemesine başvurdular.  21 Mayıs 2014’te İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın kovuşturmaya yer olmadığı yönündeki karar kaldırıldı. 17 Temmuz 2014 tarihinde ise Anayasa Mahkemesince oluşturulan ihlal kararında  İstanbul Valilik ile Bölge İdare Mahkemesi kararının hatalı ve hukuka aykırı olduğunu yönünde karar verildi.
1 Temmuz 2014 tarihinde HSYK kurulu tarafından Trabzon Emniyet ve Jandarma tarafından savcılık makamınca soruşturulma yürütülmesine yönelik karar oluşturuldu.
13 Ocak 2015’te yürütülen soruşturma kapmasında dönemin Trabzon Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şubesi görevlisi polis memurları Muhittin Zenit ve Özkan Mumcu tutuklandı.
18 Ocak 2015’te dönemin Trabzon Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şubesi görevlisi Ercan Demir tutuklandı.
6 Mart 2015’te dönemin Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Ramazan Akyürek, 28 Mayıs’ta Emniyet İstihbarat Dairesi C Şubeden Sorumlu Emniyet Müdür Yardımcısı Ali Fuat Yılmazer tutuklandı.
Savcılık tarafından 25 kamu görevlisi hakkındaki ilk iddianame hazırlandı. Kamu görevlilerinin ihmallerine ilişkin hazırlanan iddianamede, savcılık Fethullah Gülen Cemaatinin cinayeti bütün ayrıntılarıyla bildiğini iddianameye ekledi ve ‘yol verilen cinayet’ olarak tanımladı.
Kasım 2015’te, jandarmanın olay yerinde olduğuna dair kanıtlar savcılık dosyasına girdi. Jamdarmanın ihmali olduğu iddiaları ortaya atıldı. Ancak konuyla ilgili olarak kimse ifade vermeye çağırılmadı.
Savcı Gökalp Kökçü tarafından sunulan ancak başsavcılık tarafından reddilen iddianame savcının tekrar sunması ve ısrarıyla 4 Aralık 2015’te kabul edildi. Ancak Savcı Gökalp Kökçü, Dink cinayeti soruşturmasından alındı.
Nisan 2016’da kamu görevlileri hakkındaki yargılamaya başlandı. Kamu görevlileri hakkındaki dosya ile cinayetle ilgili ana dava birleştirildi.
15 Temmuz 2016’da yaşanan darbe girişimi sonrasında Savcı Gökalp Kökçü dosyaya yeniden atandı. Bu atamadan sonra dosyaya Fethullah Gülen ve Zekeriya Öz de eklendi.
Soruşturma yürütülürken Jandarma’ya yönelik operasyon başlatıldı. Dosyada ismi geçen jandarma görevlilerinden birkaçı darbe girişimine katıldıkları gerekçesiyle tutuklandı. Darbe girişimi sonrası ise Dink cinayetiyle ilgisi olduğu konusunda 30’u aşkın jandarma görevlisi gözaltına alırken 15 ‘e yakın jandarma görevlisi ise tutuklandı.
 Birleştirilen dosyayla beraber sanık sayısı 85’e yükseldi.  Eski Mülkiye Başmüfettişi Mehmet Ali Özkılınç hakkında hazırlanan iddianameyle cinayetin “FETÖ/PDY”nin “araç suçu” olduğu iddia makamınca eklendi.
13 Haziran 2019’daki duruşmada ana dava hükümlüleri Ogün Samast, Yasin Hayal ve Erhan Tuncel’in de aralarında bulunduğu 9 kişinin dava dosyası zamanaşımı ihtimali nedeniyle ayrıldı. 9 Temmuz 2019’da açıklanan kararla, dosyası ayrılan Erhan Tuncel 99 yıl 6 ay, Yasin Hayal 7 yıl 6 ay, Ogün Samast 2 yıl 6 ay, Zeynel Abidin Yavuz 14 yıl 22 gün, Tuncay Uzundal 16 yıl 10 ay 15 gün, Ahmet İskender ile Ersin Yolcu 1 yıl 10 ay 15’er gün hapisle cezalandırıldı, Salih Hacısalihoğlu ve Osman Hayal ise beraat etti.

76 sanıklı davanın 20 Şubat 2020’deki duruşmasında tanık olan Kürşat Yılmaz ise kendisine Hrant Dink’in resmini gösteren bazı kişilerin onu öldürmesini istediğini ancak bu teklifi, ‘Türkiye zor duruma düşer’ diye kabul etmediğini söylerek planlanmış cinayete yönelik itiraflarda bulundu. 

6 Kasım 2020’de Dink cinayetinin eski savcılarından ve şu an FETÖ suçlamaları nedeniyle firari durumda olan Muammer Akkaş hakkında Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından “FETÖ üyelerini koruma gayesiyle işlem yapmayarak dosyayı sürüncemede bıraktığı” gerekçesiyle, “silahlı terör örgütüne üye olmak ve görevi kötüye kullanmak” suçlarından 17 yıla kadar hapis istemiyle iddianame hazırlandı.

14 Aralık 2020’de savcılık tarafından sunulan esas hakkında mütalaada ise özellikle cinayetin FETÖ tarafından yapıldığı vurgulandı. Mütalaada en çok dikkat çeken noktalar ise cinayetin işleneceğine dair bilgilerin, raporların görevliler tarafından kasten gizlendiği ve cinayetin tetikçisinin isim ve detay bilgilerinin yer aldığı raporun kasten Trabzon İstihbarat Şube Müdürlüğü ve İstihbarat Daire Başkanlığı tarafından yok edildiği oldu. 

26 Mart 2021’de ise 76 sanığın yargılandığı dosya karar bağlandı. Mahkeme, aralarında Ramazan Akyürek ve Ali Fuat Yılmazer’in de bulunduğu 26 sanığı hapis cezalarına çarptırırken, aralarında eski İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun ve dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın da bulunduğu 39 sanık hakkında düşme ve beraat kararı verdi. 

76 sanık hakkında karar çıkan dosyada gerekçeli karar 14 Temmuz 2021’de açıklandı. Dink ailesi avukatları ise cezalandırılmaların eksik olduğunu, beraat ve düşme kararlarının hukuka aykırı olduğunu söyleyerek karara itiraz etti. Dosya istinafa gönderildi, istinafın dosyaya yönelik incelemeleri devam ediyor.


Bu cinayetin aydınlatılması Dink ailesinin avukatlarından Fethiye Çetin’in de dediği gibi ülkenin aydınlatılması demek. 15 yıl utanmak için hala geç değil! 

Rus Marksizmi Hakkında Tarih Notları – Michael Löwy

Rus Marksizmi uluslararası işçi hareketinin en büyük düşünürlerinden ikisini yaratmıştır: Lenin ve Troçki. Paradoksal biçimde, bu ikisinin ideolojik hegemonyası Rusya’da gerçek anlamda çok kısa bir dönem etkin olmuştur: 1917’den 1923’e. Bu ara dönemin öncesinde ve sonrasında, Rus Marksizmi ortak çekim merkezi vülger maddecilik ve kaderci belirlenimcilik olan farklı teorik akımların hakimiyeti altında olacaktır. Günümüzün resmi Sovyet doktrininin tarihsel kaynaklarını oluşturan Rus Marksizminin içindeki bu Leninizm öncesi ve sonrası eğilimlerin ve ideolojilerin şaşırtıcı birliğini göstermeye çalışacağız.

Bir entelektüel ve siyasal hareket olarak Rus Marksizmi 19. yüzyıl sonunda popülizme karşı yürütülen şiddetli bir ideolojik mücadele içinde ortaya çıkmıştır. Bu mücadelenin yöneticisi ve “Rus Marksizminin babası”, Georgi Valentinoviç Plehanov, Narodniklerin öznelciliğinin, bir köylü sosyalizmine dair romantik hayallerinin ve iradeciliklerinin karşısına nesnel sosyo-ekonomik gerçekliğin yani Rusya’da kapitalist gelişme sürecinin Marksist bir analizini koydu. Bununla birlikte, Narodnik iradeciliğin topyekûn reddine kendini kaptıran Plehanov, felsefi, siyasi ve hatta estetik eserlerini karakterize eden Marksizmin mekanist-belirlenimci bir yorumuna meyletti.

En önemli felsefi metni, Marksizmin Temel Meseleleri’nde (1908) Plehanov, modern maddeciliğin temsilcisi olarak “Marx ve Engels’in Spinozacılığı”ndan söz eder. Elbette, bunun “ilahi boyutundan kurtulmuş” bir spinozacılık olduğunu ekler, fakat bu “boyutun” dışında Marx’ın düşüncesiyle Spinoza’nınki arasında hiçbir temel fark görmüyor gibidir… Monist Tarih Anlayışı’nda (1895) Plehanov Spinoza’nın insanların bir taştan fazla özgürlüğünün olmadığını kanıtlama çalıştığı metafizik belirlenimci bir argümanını sahiplenir: “Bir dış neden, bir taşa belirli miktarda hareket [kapasitesi] sağlamıştır… Şimdi taşın kendi hareketinin bilincinde olduğunu, bundan zevk aldığını, fakat bunun nedenlerini bilmediğini, hatta bu hareketin herhangi bir dışsal nedeni olduğunun bile bilincinde olmadığını varsayın. O halde bunu nasıl algılayacaktır? Kesinlikle kendi arzusunun, kendi özgür iradesinin sonucu olarak: Hareket etmek istediği için hareket ettiğini söyleyecektir”. Plehanov bu açıklamanın “birçok okura”, “kaba bir maddeciliğin” ürünü gibi geleceğini kabul eder; fakat ona göre bu açıklama doğrudan ve sava destek olarak insan düşüncesinin “beyin hücrelerinin belirli bir hareketi”yle açıklanabileceğinin altını çizer… (Plehanov, Œuvres Philosophiques, Yabancı dilde yayın, Moskova, s.605.)

Plehanov’un Menşevik siyasal teorisi (“kaba maddeciliğe” hayli yakın olan) felsefesiyle kesin biçimde tutarlı: Nesnel ekonomik koşullar Rusya’da bir devrimin gerçekleşmesi için yeterince olgunlaşmamıştır, böylesi bir dönüşümün maddi önvarsayımları eksiktir, vs…

Georgi Plehanov

Plehanov’un sanat ve estetik hakkındaki yazıları bile aynı belirlenimci-kaderci vurguya sahiptir: “Bir elma ağacı elma, bir armut ağacı armut vermek zorundaysa… bir çöküş çağının sanatı bir çöküş sanatı olmak zorundadır” (Plehanov, L’art de la vie sociale, Ed. Sociales, Paris, 1949, s.145). Marx’ın sanat ile toplumsal ilerleme veya çöküş arasındaki ilişki hakkındaki görüşü çok daha nüanslıydı: “Sanat konusunda, sanatsal üretim bakımından bazı parlak dönemlerin hiçbir biçimde toplumun genel gelişimiyle ilişkili olmadığını biliyoruz…” (Grundrisse der Kritik der Politischen Okonomie, Europaische Verlaganstalt, s.30). Meyve ağaçlarıyla yapılan karşılaştırmalar, doğa yasalarına benzer “nesnel yasalarla” yönetilen, ve insanal irade veya praksisten bağımsız bir süreç olarak algılanan “şeyleşmiş” bir maddeci tarih anlayışında tipiktir. Bir sosyalist devrim için “olgunlaşmış” veya “olgunlaşmamış” toplum kavramı aynı toplumsal-doğalcı sorunsala dayanır.

Plehanov’un fikirleri, Lenin’in 1917’deki zaferine kadar Rus Marsizmi’ne hakim olmuştur – ve yeni ve farklı bir biçimle Vladimir Ilyiç’in 1924’deki ölümünün ardından yeniden ortaya çıkmıştır. Lenin’in teorik akıl yürütmesi, Rus Marksist düşüncesinde bir çeşit istisnai ara-hakimiyet olarak değerlendirilebilir. Lenin, belirlenimcilik-iradecilik antitezini aşmaya ve nesnel-olan ile öznel-olanı, Rusya’da kapitalist gelişim ile sınıf bilincinin, örgütlenmenin ve devrimci eylemin rolünü diyalektik bir sentezde birleştirmeye çalışmıştır. Plehanov gibi popülist geleneği bir tabula rasa ile tümüyle silmemiştir. Narodnizm eleştirisi soyut bir reddiyeyi değil diyalektik bir aşmayı (Aufhebung) içerir. Bunun yanı sıra, ilk ideolojik polemikleri Rus sosyal demokrasisi içinde beliren ekonomist eğilimlere yöneltilmişti (Ne Yapmalı?, 1902). Lenin ile Plehanov arasındaki felsefi ayrımlar ilk yazılarından itibaren mevcuttu, fakat 1914’ten sonra, Lenin Felsefe Defterleri’nde Plehanov’un vülger maddeciliğini ve Hegelci diyalektiği kavrayamamasını eleştirdiğinde daha açık ve keskin hale gelir. Siyasal düzeyde, Lenin tarafından 1905 ve 1917’de savunulan devrimci strateji ve taktik ile Plehanov’un pasif ve kaderci görüşleri arasındaki karşıtlık bilinmekte, bunları burada açıklamamıza gerek yoktur.

Troçki ise Marksizmle, Marx / Hegel ilişkisini düzgün biçimde anlamış ve pozitivizmi eleştirmiş dönemin nadir filozoflarından Labriola’nın eserleri aracılığıyla tanışmıştı. Troçki’nin siyasal metinleri, diyalektik nitelikleriyle ilk başından itibaren Rus sosyal-demokrasisindeki hakim eğilimlerden farklılaşır. Metodolojik bakımdan totalite (ulusal sınırları aşan bir bütün olarak dünya ekonomisi) ve çelişkili birlik (eşitsiz ve bileşik gelişme yasası) kategorilerine dayanan sürekli devrim teorisi ancak Rus Marksizmi üzerinde ağırlığını hissettiren metafizik maddeciliğin ideolojik cenderesini aşabilmiş bir düşünce tarafından tasarlanabilirdi. Troçki’nin Marksist yöntemi 1929’da yazılmış muhteşem bir formülle özetlenebilir: “Skolastik, mekanik belirlenimcilik (kadercilik) ile öznel keyfilik arasında maddeci diyalektiğin olduğunu anlamak istemiyor”. (Trotsky, L’Internationale après Lénine, Presses Universitaires de France, Paris, 1970, s.70. Bu konuda bkz. Denise Avenas’ın mükemmel eseri, Economie et Politique dans la pensée de Trotsky, Maspero, Paris, 1979)

Fakat Lenin ve Troçki’nin düşüncesinin Rus Marksizminde hegemonik olduğu kısa dönemde bile (1917-1923), bizzat Bolşevik Partisi’nin içinde, her şeyden önce Nikolay Buharin tarafından temsil edilen diyalektik öncesi maddeci eğilimler mevcuttu. 1928’e kadar Buharin genel olarak Parti’nin başlıca ideologu ve Marksist düşünürü olarak görülüyordu. Lenin’in kendisi de ona değer atfediyor ve ünlü Vasiyetinde onu “Partinin en büyük ve en değerli kuramcısı” olarak tanımlıyordu; ne var ki aynı zamanda felsefi fikirleri konusunda büyük çekinceleri de vardı ve aynı metinde şunu ekliyordu: “Diyalektiği hiçbir zaman öğrenmedi ve öyle sanıyorum ki onu hiçbir zaman gerçekten anlamadı”.

Nikolay Buharin

Benzer bir eleştiri, Buharin’in temel felsefi eseri Tarihsel Materyalizm Teorisi’ne (1921) karşı George Lukacs tarafından da getirilmiştir. Lukacs’a göre Buharin’in bakış açısı tehlikeli biçimde burjuva, seyre dayalı, “doğal bilimci” maddeciliğe yakındır; bu, özellikle, Buharin’in tarihsel ve toplumsal gelişimi ekonomik teknikle belirlenmiş olarak açıklama eğiliminde ve doğa bilimlerinin yöntemini toplum bilgisi alanında eleştirelliği sınırlı, diyalektik olmayan ve tarih-dışı kullanımında görülebilir (bkz. Lukacs, “N. Bucharin, Theorie des historischen Materialismus, Hamburg, 1922 (Literaturbericht)” Archiv für die Geschichte des Sozialismus und die Arbeiterbewegung, XI, Leipzig, 1925, ss216-218, 224.)

Buharin’in –kelimenin gerçek anlamıyla– mekanik maddeci yönteminin ve tarih ile topluma dair kaderci yorumunun güzel bir örneği, Preobrazhensky’yle birlikte yazdığı ve en çok bilinen eseri Komünizmin ABC’sinde bulunabilir:

“Herhangi bir makineyi, örneğin bir saati incelediğimiz şekilde, Marx, sanayiciler ile toprak sahiplerinin hüküm sürdüğü ve işçiler ile köylülerin ezildiği kapitalist düzeni incelemiştir. Saati gözlemlerken, çarklardan birinin diğerine iyi takılmadığını ve her bir tur attıklarında daha da fazla iç içe geçtiklerini varsayalım; bu durumda saatin kırılıp duracağını öngörebiliriz… Kapitalist toplum, bir kısmının diğerinin üstüne bindiği, iyi monte edilmemiş bir mekanizmaya benzer. Bu nedenledir ki er ya da geç bu makine, kaçınılmaz olarak parçalanacaktır (Bukharin and Preobrazhensky, The ABC of Communism, Penguin, 1969, ss.66, 113). “Eski” materyalizmin, 18. yüzyılın burjuva materyalizminin metodolojik bakış açısı tam da budur; Sieyés, “Tiers Etat Nedir?”  (1789) isimli kitapçığında şöyle yazıyordu: “Eğer toplumu sıradan bir makine gibi incelemeye girişmezsek, toplumsal mekanizmayı asla anlayamayız…”

1928’den 1953’e kadar Sovyetlerin ideolojik evreni Buharin’in eski müttefiğinin egemenliği altındaydı: Jozef Visaryanoviç Stalin. “Sol” ve “sağ” dönemleri arasındaki gidiş gelişleriyle Stalin’in düşüncesinin pragmatik, “muğlak” ve değişken karakteri Stalinizmin felsefi anlamının kesin bir tanımı yapmayı güçleştiriyor. Bununla birlikte, Stalin’in kimi eserlerindeki iradeci temaların varlığına karşın, Herbert Marcuse’nin analizi, temelde doğru geliyor bize: Stalinci felsefe tarihsel süreci bireyler üzeri nesnel yasalar tarafından yönetilen “doğal” bir süreç olarak algılar. O yasalar ki kapitalizmin yanı sıra sosyalist toplumu da yönetecektir. (H. Marcuse, Soviet Marxism, Vintage Books, New York, 1961, s.134)

Bu “kötü” materyalizm, ilkinden sonuncusuna kadar Stalin’in teorik yazılarının tümünde mevcuttur. Gençlik eserlerinden biri olan Anarşizm mi Sosyalizm mi? (1906-1907) kitapçığında, maddi tarafta bulunan, dışsal koşullardaki değişimlerin zorunlu olarak fikri tarafta bulunan bilincin değişimini zorunlu olarak öncelediğini kategorik olarak savunur; öncelikle maddi koşullar dönüşür, ve ancak, bundan sonradır ki, bu değişimin bir sonucu olarak insanların düşüncesi, alışkanlıkları, dünyayı kavrayışı değişir. Stalin’e göre Marx’ın maddeci monizminin maddi tarafla fikri tarafın birbirini takip etmediği, fakat birlikte, paralel olarak geliştiğini iddia eden “saçma paralellik”le hiçbir ilişkisi yoktur (Staline, Œuvres, I, Ed. Sociales, Paris, 1953, ss.262, 264, 272). Oysa Marx, Feuerbach üzerine III. tezde, devrimci praksiste “koşulların değişimi ile insanın kendi kendini değiştirmesi arasında bir çakışma” olduğunu açıkça ilan eder. İnsanal praksis hem verili bir somut durum tarafından koşullandırılmıştır hem de yeni koşullar ve yeni bir durum yaratır. Praksis nesnel ve öznel olanın, maddi koşullar ile insanal iradenin, ekonomik temel ile ideolojik güçlerin diyalektik birliğidir. Stalin’in kendi savına destek olarak alıntılayabileceği Marx’ın tek metni Kutsal Aile’nin (1844) bir bölümüdür, yani hala belirli bir anlamda “pre-marksist” olan ve tam da Marx’ın 18. yüzyıl Fransız maddeciliği ile neredeyse tümüyle özdeşleştiği yegane metindir.

Stalin’in son büyük kitabı SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları’nda (1952), tarihin nesnelci, “doğa-bilimci” kavrayışının tamamen klasik bir sunumunu buluruz. Stalin, burada, ekonomi-politiğin yasalarının, sosyalizmde dahi, nesnel karakteri konusunda ısrar eder. Ona göre, “toplumun veya doğanın nesnel süreçlerini yansıtan “ bilimin yasalarıyla “insanların iradesiyle yapılmış” hükümetlerce ilan edilen yasaları birbirinden kökten ayırmak gerekir. Bundan şu sonuç çıkar ki, onun için insanların iradesinin toplumun nesnel süreçleri üzerinde hiçbir gücü yoktur… Gerçekten de, Stalin’e göre, “Marksizm, bilim yasalarını –doğa biliminin veya ekonomi-politiğin yasaları olsun– insanların iradesinden bağımsız olarak gelişen nesnel bir sürecin yansıması olarak kavrar. İnsan bu yasaları keşfedebilir, bilebilir, inceleyebilir, faaliyetlerinde göz önünde bulundurabilir ve toplumun çıkarına kullanabilir fakat onları değiştiremez veya ortadan kaldıramaz. Yeni bilim yasaları oluşturabilmesi veya yaratabilmesi ise hiç sözkonusu değildir…” (Stalin, Economic Problems of Socialism in the USSR, Moscow, 1952, ss.5-6.). Bir kez daha, tıpkı doğalcı ve seyre dayalı maddecilik ve burjuva ekonomi-politiği açısından olduğu gibi, ekonomik-sosyal süreç de etkin insanlar arasındaki  bir toplumsal ilişkiler bütünü, bir tarihsel-toplumsal praksis olarak değil de, “doğal yasalarca” yönetilen bir nesne olarak kavranılıyor.

Stalin ve Kruşçev

Çağımızın Sovyet ideolojisi, Rus Marksizminin “nesnelci” eğiliminin doğrudan mirasçısıdır. Maddi-ekonomik-nesnel koşulların belirleyici rolü, son on yılların sovyetik siyasal açıklamalarının leitmotivi ve sosyalizmin inşasına dair anlayışlarının ve dünya işci hareketinin “genel çizgisinin” oluşturucu ilkesidir. Bu, nesnel doğa yasası, nesnel piyasa yasaları, nesnel kâr kriteri, ticari kategorilerdeki ısrarın anlamı ve ifadesidir ve sosyalist ekonomi içindeki maddi uyarıcıdır. Krutçev’in Amerikan ekonomisinin Rus ekonomisi tarafından aşılması sayesinde komünizmin dünya çapındaki zaferi konusundaki doktrinini bu bakış açısından anlamak ve açıklama gerekir: “Toplumsal gelişmenin tüm seyri, Lenin’in özellikle galip muzaffer sosyalizm ülkelerinin ekonomik inşasının dünya devriminin gelişimini etkilediğine dair öngörüsünü tasdik eder. Barışçıl ekonomik rekabet, sosyalist ve kapitalist sistemlerin çarpıştığı temel arenadır.” (Nikita Khrouchtchev, Le communisme est la paix et le bonheur des hommes, Moscou, 1963, Cilt 2, s.272, italikler bize ait) Kruşçev’in yazılarında (tıpkı nice sovyetik iktisat eserinde olduğu gibi) kaçınılmaz olarak sistemin çöküşüne yol açacak kapitalizmin bir genel krizinin derinleşmesinden söz edilir. Kruşçev için, tıpkı Plehanov veya Buharin açısından olduğu gibi, toplumsal evrimin yasaları “eyleminin nesnel olması anlamında, doğanınkiler kadar yanılmazdır”. (a.g.e., s.401)

Tesadüfen, son döneme ait herhangi bir Sovyet metnini alırsak, her yerde aynı sorunsalı buluruz. Örneğin, Andrey Kirilenko (SBKP’nin Politbüro üyesi) Mayıs 1972 tarihli bir makalesinde, “Partinin tüm otoritesiyle”, “nesnel olarak gelişen ilerici eğilimleri” destekleyen SBKP’nin ekonomi politikasının “derin biçimde gerçekçi” karakterinin altını çizmekte. SSCB’nin dış politikasına gelince, “belirmekte olan olumlu eğilimleri sağlamlaştırma” göreviyle yükümlüdür. (A. Krilenko: “Un an après le 24. Congrès”, La nouvelle revue internationale, mai, 1972, ss13, 22.) Bir kez daha, bu dünya görüşü açısından, ekonomik ve politik yönetimin rolü, bir müdahale, inisiyatif, altüst etme rolünden (Engels’in bahsettiği, “umwälzende praxis”) ziyade, kendiliğinden gelişen “nesnel eğilimleri” destekleme ve sağlamlaştırma rolü oluyor.

Çeviren: Uraz Aydın

Kaynak: Michael Löwy, Dialectique et Revolution. Essais de sociologie et d’histoire du marxisme. Editions Anthropos, 1973. Daha önce Yeniyol dergisinde yayımlandı.

Bir Uluslararası İşbirliği Deneyimi: Londra Bürosu – Ernest Mandel

Hitler’in iktidarı ele geçirmesi ve Alman Sosyalist Partisi (SPD) ile Alman Komünist Partisi (KPD)’nin Nazi cellatları karşısındaki mücadelesiz teslimiyeti Avrupa işçi hareketi üzerinde bir travma etkisi yarattı. Her yerde şu çığlık yankılanıyordu: Bir daha asla.

İşçi hareketinin geniş bir öncü kesimi, gerektiğinde silaha da sarılarak, her koşulda faşizmin yükselişine karşı koymaya karar verdi. Avusturya’daki Schutzbund’un Şubat 1934’deki kahramansı ayaklanması bunun bir örneği. Bir tereddüt anının ardından Fransa’daki aşırı sağ tehdidine karşı sosyal demokrat parti SFIO ile Fransız Komünist Partisi (PCF) arasında birleşik cephe kuruldu. İşçi ittifakının sonucu olarak İspanya’da Ekim 1934 ayaklanması yaşandı.

Daha öncesinden bu dönemeci sezen Lev Troçki buradan daha genel stratejik sonuçlar çıkarır. 30 Ocak 1933’te Nazilerin iktidara gelişi ve Komünist Enternasyonal’in Stalinist fraksiyonunun bundan gerekli sonuçları çıkarmayı ısrarla reddetmesi, II. Enternasyonal’in 4 Ağustos 1914’teki iflasına tekabül ediyordu. III. Enternasyonal, dünya devriminden geçtik, proletaryanın çıkarlarını dünya çapında savunmakla yükümlü bir araç olarak ruhunu teslim etmişti. “Tek ülkede sosyalizmin inşası” girişimine baş koymuş olan Sovyet bürokrasisine tâbi oluşu onun sonunu getirmişti. Yeni bir Enternasyonal’in, bir IV. Enternasyonal’in inşasına yönelmek icap ediyordu artık.

Yaşanmakta olan yeni radikalleşmenin başarısını sağlamak için; emekçilerin kendiliğinden gelişen antifaşist tepkisinin bir kez daha sınıf ittifakı uygulamalarına doğru saptırılmasını önlemek için; faşizme karşı gelişen mücadelenin başta İspanya ve Fransa olmak üzere, potansiyel olarak bir dizi başka ülkede de yeniden doğmakta olan sosyalist devrim imkanlarını boğmaya dönük pratiklere doğru çekilmesini engellemek için yeni bir Enternasyonal vazgeçilmezdi.

Troçki’nin gözünde yeni partilerin ve yeni bir Enternasyonal’in yaratılmasına yönelmek önemli bir stratejik değişiklik teşkil eder. Sovyetler Birliği’ndeki parti içinde oluşan Sol Muhalefet olsun, Komünist Enternasyonal’in içindeki Uluslararası Sol Muhalefet olsun, bu örgütler yeni bir parti ve yeni bir Enternasyonal kurmaya dönük çizgiyi reddedip KP’lerin reformlar aracılığıyla düzeltilmesi yönelimini benimsemişti. Troçki’nin ve mücadele arkadaşlarının 1933’ten itibaren fikir değiştirmesinin sebepleri üzerinde burada durmayacağız.

Başından itibaren Troçki yeni Enternasyonal’i sekter ve dışlayıcı olmayan bir yapı olarak tasarlamıştır. Bu çabayı yalnızca Troçkist fraksiyonla sınırlı tutma ve yeni Enternasyonal’in bu fraksiyonun çizgisel büyümesiyle güçleneceği fikrini kesinlikle paylaşmıyordu.

II. ve III. Enternasyonallerin utanç verici teslimiyetine karşı, iflas eden bu iki Enternasyonal’in arasında bulunan merkezci yapılar içinde, sosyal demokrat gençlik örgütleri saflarında ve mütevazı olmakla birlikte KP’lerin sol kanatlarında yükselen isyanın bilincinde olarak, Troçki bir uluslararası örgütün temellerini atmak için bu güçlerin olabildiğince geniş bir kesimini bir araya getirmenin tüm imkanlarını yoklamıştır.

Bu çaba Alman işçi hareketinin üçüncü büyük yapısı olan ve SPD’den solcu bir kopuşun ürünü olan Sosyalist İşçi Partisi (SAP)’nde yankı uyandırır (daha kısıtlı güçlere sahip olmasına karşın 1917’deki USPD’ye benzer bir kopuştur bu).

KP muhalefetinin Brandler tarafından yönetilen ve “sağ” olarak adlandırılan bir kanadı SAP’a katılmıştı. Başlıca yöneticileri, en önemli Alman komünist sendika liderlerinden biri olan Walcher (müstear ismi Schwab) ve Paul Levi’nin ihracından beri KP’nin tanık olduğu en yetenekli politik yönetici olan Paul Frölich’tir. Frölich uzun yıllardan beri Troçki’ye hayranlık duyuyordu.

Paul Frölich (1884-1953)

Troçki Walcher’le birkaç görüşme yapar. Ağustos 1933’teki yeni bir Enternasyonalin kuruluşuna dönük “Dörtler Açıklaması” bu görüşmeler sonucunda gerçekleşir. Bu açıklamaya Uluslararası Sol Muhalefet’in ve SAP’ın yanı sıra, Hollanda’dan iki yapı katılır: Troçki’nin dostu olan ve Hollanda donanmasındaki isyancı denizcileri cesurca savunmasının ardından Amsterdam milletvekili seçilmiş olan Sneevliet’in yönettiği RSP ile sosyal-demokrasi saflarında yaşanan bir kopuşun ürünü olan ve P. Schmidt tarafından yönetilen OSP.

Fakat bu “Dörtlü” sol sosyalist bir yapının varlığıyla karşı karşıyaydı, II. Enternasyonal’den kopan Internationale Arbeitsgemeinschaft (IAG). 1933 Ağustos sonunda, IAG’yi oluşturan yapılar Paris’te, “Dörtlü”nün de yeni bir Enternasyonal’e dönük çağrısını sunacağı bir konferans düzenlemeye karar verir. Paris Konferansında IAG’nin kapsadığı coğrafi alan bir miktar genişler, “maksimalist” İtalyan Sosyalist Partisi’nden, Fransız PUP’den, Joaquim Maurin tarafından yönetilen Federacion Comunista Iberica’dan temsilcilerin yanı sıra bir İsveç partisinden ve ABD sosyalist partisinden gözlemciler katılır. Toplamda 11 ülkeden gelen 14 örgüt, 39 delege ve sekiz misafir tarafından temsil edilir.

“Dörtlü” yeni bir Enternasyonal’e dair çağrısını konferansta seçime sunmaya çalışır fakat başarısız olur. En başta Norveç sosyalist partisiyle Britanya Bağımsız Emekçi Partisi (ILP)’ sinin amansız direnişiyle karşılaştı.

Asgari bir programatik çerçeveye dayalı bir uluslararası örgüt fikri, basit bir işbirliği yapısı lehine reddedildi.

Ağustos 1933’ten sonra Londra Bürosu tarihi uluslararası dört konferansa dayanır: Ocak 1934 Londra konferansı ve resmi olarak Brüksel Bürosu’nun oluşturulduğu Paris Şubat 1935 konferansı; Kasım 1936 Brüksel konferansı ve Şubat 1937 Paris konferansı.

Görünürde Londra Bürosu güçlü örgütleri birleştirir. Norveç İşçi Partisi (DNA) ülkenin başlıca kitle partisiydi. 1933 seçimlerinde %40’ın üzerinde oy almıştı. Hükümeti oluşturmaya hazırlanıyordu.

İsveç Sosyalist Partisi’nin ­–KP’nin Kilbom tarafından yönetilen eski “sağ” fraksiyonu- dört milletvekiline ve sağlam bir sendikal tabana sahiptir. Gücünü ciddi ölçüde yitirmeye başlamasına rağmen köklü bir geleneğe sahip olan Büyük Britanya ILP’sinin de dört milletvekili vardı. Maurin’in İşçi Köylü Bloğu (BOC) ve sonrasında BOC ile Sol Muhalefet’in birleşmesiyle oluşan POUM, İspanyol devletinin temel sanayi bölgesini oluşturan Katalonya’da KP’den daha güçlüydü. Polonya’nın küçük sol sosyalist partisini, NSSP, diğerlerinden daha zayıf olmakla birlikte kimi bölgelerde ciddi bir güce sahipti. Hollanda’daki iki parti binlerce üyeye sahipti. SAP’a gelince, vahşi bir Nazi saldırısına maruz kalmasına rağmen III. Reich sırasında reel bir yeraltı faaliyetini sürdürmeyi başarmış ve sürgünde bulunan çok sayıda yerel gruba sahipti. Partinin gençliği Willy Brandt tarafından yönetiliyordu.

“Görünürde” dememizin sebebi “birleşme” tabirine ilişkindi. Çünkü Londra Bürosu’nda toplanan on civarındaki örgüt birleşmiş olmaktan fersah fersah uzaktı. Hatta o kadar birleşmemişlerdi ki en ufak bir ortak somut eylemde bulunmaktan acizlerdi.

Belirli zorunluluklara tabi tutan bir uluslararası örgütsel çerçeveyi benimsemeyi reddetmeleri, öncelikli olarak “merkezileştirilmiş Enternasyonallere” dönük bir kuşkudan veya “ulusal özerkliği” (“ulusal” sosyalizmi veya “ulusal” komünizmi) savunmaya dönük soyut bir arzudan kaynaklanmıyordu. Gündelik siyasal pratik içinde birlikte ilerlenmeyeceği inancını yansıtıyordu. Bu gerçekçi bir inançtı.

Aslında bu, Londra Bürosu üyelerinin birbirlerine karşı duyduğu hatta yarattıkları uluslararası örgüte duyduğu sınırlı saygının pratik sonucuydu.

Londra Bürosu’nun sekretaryası kendi kaderlerine terk edilmiş, her türden araçtan mahrum üç-dört kişilik bir çekirdekten oluşuyordu. Tüm bir 1935 yılı boyunca toplamda 47 sterlinlik bir bütçeye sahipti –resmi olarak Büro’nun saflarında görünen yüz milletvekilinin bir tekinin gelirinden bile az! Basit bir bilgilendirme bülteninin ve uluslararası konferansların tutanaklarının yayınlanması bile neredeyse çözülmesi imkânsız sorunlar çıkarıyordu. Bu genelde altı ay sürüyordu.

Londra Bürosu’nu oluşturan partiler arasındaki ayrımlar, “seküler” teorik soyut meselelere değil dönemin merkezi stratejik sorunlarına dayanıyordu: kapitalizmin durumu ve olası yönelimleri (krizin doğası); işçi hareketinin durumu ve olası yönelimleri (yani krizden çıkmanın koşulları).

Troçki ve Uluslararası Sol Muhalefet, kapitalizmin yapısal krizinin son derece derin olduğundan emin oldukları için yeni bir Enternasyonal’in yaratılmasını savundular. Kapitalizm, Avrupa ülkelerinin birçoğunda faşizmden (veya yarı faşist rejimlerden) ve savaştan başka çıkış yolu bulamayacaktı. İşçi sınıfıysa buna karşı koymaya hazırdı. Fakat barbarlığa doğru bu gidişat ancak sosyalist devrimin zaferiyle durdurulabilirdi. İşçi sınıfının karşı saldırısını, faşizmin yükselişine karşı oluşturulacak bir birleşik işçi cephesi sağlayabilirdi. Ancak sosyalist devrime yönelmediği, sınıf ittifakı tarafından soğurulduğu takdirde işçi hareketi kesin bir mağlubiyet yaşayacaktı. Bu durumda da savaşa giden yol açık olacaktı.

Faşizmin yükselişine karşı birleşik işçi cephesinin gerekliliği konusunda genel bir mutabakata varmış olan Londra Bürosu’nu oluşturan partiler birbirine tamamen zıt iki yönelim belirlemişti.

Uluslararası Sol Muhalefet, BOC, RSP, OSP ve başlarda SAP, yeni devrimci sosyalist (komünist) partilerin inşasına yöneldi. DNA ve ILP ise SSP’nin bir kısmını peşine takarak, bir eylem birliği döneminin ardından sosyalist partilerin ve KP’lerin birliğinin sağlanmasına yöneldiler.

Kitlelerin birlik arzularını, mevcut örgütlerin muhafaza edilmesi, hatta bunlar arasında bir organik birlik arzusu olarak yorumladılar. Yeni partilerin ve yeni bir Enternasyonal’in kurulmasının bir bölünme operasyonu olarak algılanacağını düşünüyorlardı.

Esasında DNA İsveç ve Danimarka sosyal-demokrasisiyle giderek daha yakın bir işbirliği kurarak II. Enternasyonal’e katılmak istiyordu. ILP, KP’yle neredeyse tamamen kurumsallaşmış bir birleşik cephe kurmak istiyordu; SSP de benzer bir yönelimin özlemini duyuyordu.

Komünist Enternasyonal’in VII. Kongresi’nde burjuva liberal partilerle halk cepheleri oluşturma kararı alındıktan sonra, bir tereddüt süresinin ardından SAP da yön değiştirir.

Bu yönelim değişikliğinin hemen öncesinde II. Enternasyonal’in yeniden oluşturulan sol kanadıyla uzatmalı bir flört; Belçika’daki Spaak’la, burjuvaziyle bir koalisyon hükümetinde bakan olmaya varacak bir yakınlaşma; Fransa’da, ilerleyen zamanlarda Stalin yanlısı Zymomsky eğilimini ve Marceau Pivert’in Devrimci Sol grubunu oluşturacak olan akımları bünyesinde birleştiren Bataille Socialiste grubuyla bir yakınlaşma yaşanmıştı.

Marceau Pivert (1895-1958)

Bu sırada RSAP’de birleşmiş olan RSP ve OSP bu eğilime direnmeyi başardı. POUM, bir yandan sosyalist devrim yönelimini muhafaza edip öte yandan da resmi olarak Halk Cephesi’ne katılarak ikircikli bir tutum almıştı.

Gündelik siyasal pratik düzleminde bunlar uzlaşmaz pozisyonlardı. Stratejik yönelim ve gündelik siyaset konusundaki ayrımlar Stalinizm karşısında tamamıyla zıt tutumların alınmasıyla daha da derinleşiyordu. Bu dönemde Stalinizm, SSCB’de Kirov’un öldürülmesinin ardından kitlesel temizlik harekatıyla ve Moskova duruşmalarıyla, Avrupa’daysa İspanyol devrimi ve Fransa’daki devrimci yükseliş karşısındaki tutumuyla karşı-devrimin belirleyici evresine girmişti.

Londra Bürosu’nun yalnızca Stalin yanlısı kanadının değil, en sosyal-demokrat kanadının dahi Troçkistlere ve eski Bolşeviklere karşı Stalinist baskıyı mahkûm etmeyi reddetmesi son derece anlamlıdır. Norveç’te DNA hükümeti ve bizzat, uğursuz bir tip olan Trygve Lie, Stalin’in cürümlerini teşhir etmesini önlemek için Troçki’yi ülkede kapalı tuttu. ILP ve SSP (tıpkı Brandlerciler gibi) ilk Moskova mahkemesini mahkûm etmeyi reddetti. POUM ve RSAP daha onurlu bir tutum aldılar. SAP iki pozisyon arasında gidip geldi.

Fakat bu uzlaşmaz yönelimleri iyiden iyiye belirginleştiren İspanya iç savaşıdır. Mayıs 1937 günlerinin ardından POUM’a karşı kitlesel baskı ve saldırı ânına kadar Londra Bürosu’na dahil olan örgütler (POUM dâhil olmak üzere) liberal burjuvaziyle İspanyol Devrimini boğacak olan “antifaşist birlik” stratejisini pratikte sorgulamayı reddettiler. Ülkede meydana gelenler konusunda gayet huzurlu, aşırı iyimser, yanlış bir bakışa sahiptiler. Yalnızca “antifaşist” güçlerin yükselişini görüyorlardı, halbuki giderek yükselen karşı-devrimin kendisiydi.

İspanya Devriminde POUM militanları

Karşı-devrimin, POUM’un yanı sıra CNT’yi ve genel olarak işçi hareketini hedef alan baskı ve saldırılarıyla birlikte iyice açığa çıkması karşısında hazırlıksız yakalandılar ve kuvvetli bir tepki vermekten aciz kaldılar. Yalnızca, POUM ile hayli etkili bir uluslararası dayanışma eylemi düzenleyebildiler.

Bu trajik yanılgı, kendini sembolik olarak şu şekilde gösterdi: Kasım 1936 konferansında yani nüfuzunun zirveye ulaştığı noktada, POUM’un 1936 Temmuz ve Ağustos’taki kahramanca mücadelesiyle edindiği uluslararası devrimci itibarı da arkasına alarak Londra Bürosu, 1937’nin mayıs ayı için Barselona’da Avrupalı devrimci sosyalistlerin toplanacağı bir konferans çağrısı yapmayı önerir. Bu tam da “demokratik” karşı-devrimin Cumhuriyetçi İspanya’da zafere ulaşacağı ve POUM’a karşı kitlesel bir saldırının başlayacağı zamandır.

Bu koşullarda, Brüksel konferansının başarısını, neredeyse tam bir faaliyetsizlik döneminin sonucu olarak Londra Bürosu’nun ilk dağılma emarelerinin görüleceği Şubat 1938 Paris konferansının takip etmesinde şaşırılacak bir şey yok (ki bu sırada DNA ihraç edilmiş ve SSP Bürodan çekilmişti).

Bu uluslararası örgütlenmedeki ciddiyet sorunu kendini zaten şu şekilde göstermişti: Londra Bürosu, kâğıt üzerinde POUM’u en önemli örgütü, İspanyol Devrimini de tüm Avrupa’da devrimin patlak vereceği en önemli olay olarak değerlendirirken, Ekim 1936 ve Mayıs 1937 arasında İspanya meselesini ve Barselona konferansının düzenlenişini ele almak için yalnızca bir kez toplanmıştır!

Eğer Londra Bürosu başarısız olduysa da bu Troçkistlerin sekter tutumundan kaynaklanmaz, her ne kadar Troçki’nin ve bazı yoldaşlarının bu türden yadsınamaz hataları olduysa da. Olayları bu şekilde değerlendirmek soyut tartışmalara aşırı bir önem vermekten ileri gelir. Londra Bürosu’nu mecalsizliğe mahkûm eden günün büyük sorunları karşısında ortak bir yönelim benimseme ve eylemde bulunma noktasındaki kifayetsizliktir. Programatik anlaşmazlıklar yalnızca stratejik hataların yoğunlaşmış ifadesidir. Bu ayrımlar daha “kardeşçe” bir üslupla veya (etkisiz kalmaya mahkum ancak karşı kanadı sıkıştırmaya yarayacak) daha sistematik ortak eylem önerileriyle aşılamazdı. 

Londra Bürosu’nun katılımcıları üzerinde etkili olan toplumsal güçler (sosyal-demokrat bürokrasi, Stalinist bürokrasi ve savaşın son hazırlık evresinde “demokratik” emperyalizmler­), gerçekten proleter ve devrimci sosyalist (komünist) güçler tarafından etkisiz hale getirilemeyecek kadar güçlüydü. Londra Bürosu’nun başarısızlığının temel sebebi budur.

Kaynak: Quatrieme Internationale, no.39, Aralık 1990-Ocak 1991.

Çeviri: Uraz AYDIN

Metinde geçen siyasal parti ve gruplar:

BOC: Bloque Obrero Campesino-İşçi Köylü Bloğu, Joaquin Maurin tarafından kurulur; İberya Komünist Federasyonu’na bağlıdır. 1935’te Andreu Nin’in İspanya Komünist Solu’yla (ICE) birleşip POUM’u oluşturur.

DNA (Der Norske Arbeiderpartei-Norveç İşçi Partisi): II. Enternasyonal’e üye olan parti 1919’den 1923’e kadar III. Enternasyonal’e katılır, 1927’de sosyal-demokratlarla tekrar birleşir ve 1932’te IAG’nin kuruluşuna katılır. Hükümete katılmadan kısa zaman önce, 1935’te IAG’den çekilir.

IAG (Internationale Arbeitsgemeinschaft-Uluslararası Emek Topluluğu): Sol sosyal-demokrat, muhalif komünist ve merkezci örgütlerden oluşan topluluk. 1932’de kurulur ve Londra Bürosu tarafından koordine edilir.

ILP: Independent Labour Parti (Bağımsız Emek Partisi), 1893’te sosyalist bir program üzerinden kurulur, Britanya İşçi Partisi’nin oluşturucu unsurlarından biri; giderek sola kayması sonucu İşçi Partisi tarafından 1932’de ilişkileri kesilir; o zaman 5 milletvekili vardı ve Londra Bürosu’na zemin oluşturmuştur.

Italyan Maksimalistler: İtalyan Sosyalist Partisi’nin otuzlu yıllarda Angelica Balabanov tarafından yönetilen bir akımı; iki Enternasyonal’in birleşmesini savunuyor.

OSP: Onafhankelijk Socialistische Partij-Hollanda Bağımsız Sosyalist Partisi, Sosyal-demokrat partiden bir sol kopma sonucu 1932’de P.J. Schmidt tarafından kurulur.

POUM: Partido Obrero de Unificacion Marxista (Birleşik Marksist İşçi Parti), 1935’te ICE ile BOC’nin birleşmesi sonucu oluşur, Katalonya’da önemli bir kitle tabanına sahipti.

RSAP: Revolutionair Socialistische Arbeiders Partij – Hollanda Devrimci Sosyalist İşçi Partisi. OSP ile RSP’nin birleşmesinden oluşur, LCI’yle ilişkilidir.

RSP: Revolutionair Socialistische Partij – Devrimci Sosyalist Parti, 1929’da Hollanda’da Sneevliet tarafından sol komünist ve sendikalist temellere dayanarak kurulan parti. OSP’yle birleşip RSAP’ı oluşurdu.

SAP: Sozialistiche Arbeiterpartei Deutschlands – Almanya Sosyalist İşçi Parti, sol sosyalist milletvekillerinin SPD’den ihraç edilmesinin ardından 1931’de kuruldu.

Schutzbund: Cumhuriyetçi Savunma Birliği, 1918’den 1934’e Sosyalist Parti’ye bağlı Viyana işçi milisleri.

SFIO: Section Française de l’Internationale Ouvriere – İşçi Enternasyonali Fransa Seksiyonu, Leon Blum tarafından yönetilen sosyalist (sosyal-demokrat) parti.

USPD: Unabhängige Sozialdemokratische Partei Deutschlands- Almanya Bağımsız Sosyal-Demokrat Partisi, SPD’den 1917’de savaş karşıtlığı üzerinden kopar; Çoğunluğu 1920’de KPD’yle birleşirken, geri kalan kesim kısa zaman sonra sosyal-demokrasiye katılır.

Siyasal/Stratejik Meselenin Geri Dönüşü – Daniel Bensaïd

Daha önce Daniel Bensaïd’in Köstebek ve Lokomotif. Tarih, Devrim ve Strateji üzerine Denemeler (Yazın yayıncılık, 2006) derlemesine dahil edilmiş olan bu metinde yazar yirminci yüzyılın devrimci deneyimlerini hem bir strateji sınıflandırması çerçevesinde hem de o dönem yaşanan tartışmalar bağlamında ele alırken bir siyasal araç olarak “geniş parti” yaklaşımını ve 90’lardan 2000’li yılların başına uzanan örgütsel deneyimleri de eleştirel bir gözle değerlendiriyor. Türkiye’de de gündemde olan strateji, kriz ve sosyalist hareket etrafında dönen tartışmalara katkıda bulunmasını diliyoruz.

İmdat Freni

Seksenli yılların başından itibaren bir “stratejik tartışma tutulması”na uğradığımızı hepimiz fark etmişizdir. Bunu, özellikle yetmişli yıllarda Şili ve Portekiz (hatta bambaşka karakteristiklere sahip olan Nikaragua ve Latin Amerika) deneyimlerinin beslediği tartışmalarla bir karşılaştırma yaptığımızda daha da iyi görürüz. Liberal karşı-saldırı karşısında, bu seksenli yıllar (en iyi haliyle) toplumsal direnişlerin yer aldığı ve –her ne kadar bazı diktatörlükler, özellikle de Latin Amerika’da, demokratik halk hareketlerinin basıncıyla pes etmek durumunda kaldıysa da– sınıf mücadelesinin savunma konumuna geçmesiyle karakterize edilebilecek bir dönemdi. Siyasal meselenin bu geri çekilişi, basitleştirilerek “sosyal yanılsama” olarak adlandırabileceğimiz bir olguyla tercüme edilebilir. “Siyasal özgürleşimi” –yurttaşlık haklarını– “insanın özgüleşmesinin” son aşaması olarak görenleri eleştirirken genç Marx’ın kullandığı “siyasal yanılsama”yla bir simetri içindedir bu “sosyal yanılsama”. Seattle’dan (1999) ve ilk Porto Alegre’den (2001) itibaren ilk sosyal forum deneyimleri toplumsal hareketlerin özyeterliliği ve siyasal meselenin geriye atılması konularında, doksanlı yılların sonunda toplumsal mücadelelerin bir ilk yükseliş evresinin sonucu olarak bu yanılsamayı bir ölçüde yansıtır.

Bu benim, basitleştirmeye giderek, toplumsal hareketlerin “ütopik uğrağı” [moment] dediğim ve çeşitli değişkenlerce resmedilen olgudur: Liberal ütopyalar (düzgünce regüle edilen bir liberalizme dair), keynezyen ütopyalar (bir Avrupa keynesçiliğine dair), ve de özellikle iktidarı almaksızın dünyayı değiştirebilmeye yönelik veya dengeli bir karşıt-iktidarlar sistemiyle yetinen yeni-liberter ütopyadır (J. Holloway, T. Negri, R. Day). Toplumsal mücadelelerin yeniden yükselişi kendini siyasal başarılar yahut seçim zaferleri şeklinde gösterdi (Latin Amerika’da: Venezuela ve Bolivya). Avrupa’da, Fransa dışında (özellikle de İlk İş Sözleşmesi karşıtı hareket), bu mücadeleler çoğunlukla yenilgiyle sonuçlandı ve özelleştirmelerin, sosyal güvenlik reformlarının, toplumsal hakların sökülmesinin sürmesini engelleyemedi. Bu çelişki, toplumsal zaferler meydana gelmediği sürece, beklentilerin İtalyan seçimlerinin gösterdiği gibi tekrar siyasal (özellikle de seçimsel) çözümlere yönelmesine yol açıyor.(1)

“Siyasal meselenin bu geri dönüşü” stratejik tartışmaları, henüz mırıltı şeklinde de olsa, yeniden başlatmıştır: Holloway’in, Negri’nin, Michael Albert’in kitapları konusunda, Venezuela’daki süreç ile Brezilya’da Lula’nın başkanlığının karşılaştırmalı bilançosu hakkında veya Meksika’da Zapatistlerin yönelimindeki Altıncı Selva Lacandona Deklarasyonu ve “öteki kampanyanın” göstergelerini oluşturduğu değişim çerçevesinde yürütülen polemiklerden bunu anlayabiliriz. Ayrıca Fransa’da Devrimci Komünist Birlik’in (LCR) manifesto tasarısı eksenindeki tartışmalar veya Alex Callinicos’un Anti-kapitalist Manifesto (2) kitabı da yine bu bağlamda yer alır. Büyük reddiye ve Stoacı direnişler evresi –Holloway’in “çığlığı”, “dünya bir meta değildir”, “dünya satılık değildir” sloganları– tükeniyor. Mümkün olan bu dünyanın hangisi olduğunu ve özellikle de ona ulaşmak için hangi yolların araştırılması gerektiğini netleştirmek lazım.

Strateji Var, Strateji Var

Strateji ve taktik kavramları (daha sonraları da mevzi savaşı ve hareket savaşı), işçi hareketine askeri dilden, ve özellikle de Clausewitz’in veya Delbrück’ün metinlerinden ihraç edilmiştir. Oysa anlamları fazlasıyla çeşitlenmiştir. Stratejinin bir muharebeyi kazanma sanatını ifade ettiği, taktiğin ise muharebe meydanında askeri birliklerin hareketlerine indirgendiği bir dönem oldu. O zamandan bu yana, hanedanlık savaşlarından ulusal savaşlara, total savaştan (bugünkü) küresel savaşa, stratejik alan zamanda ve uzamda genişlemesini sürdürdü. Bugün artık (dünya ölçeğindeki) küresel bir stratejiyi bir “kısıtlı stratejiden” (belirli bir toprak üzerinde iktidarın fethi için mücadele) ayırmak mümkün. Bir ölçüde, sürekli devrim kuramı bir küresel strateji taslağı oluşturuyordu: Devrim ulusal arenada (bir ülkede) başlayıp kıta ve dünya ölçeğine genişleyebilir; siyasal iktidarın fethiyle belirleyici bir aşama kat eder, fakat bir “kültürel devrimle” devam edip derinleşir. Dolayısıyla eylemle süreci, hadiseyle tarihi bileştirir.

Dünya ölçeğinde ekonomik ve askeri stratejileri olan güçlü devletler karşısında, küresel stratejinin bu boyutu 20. yüzyılın ilk yarısında olduğundan daha da fazla önem kazanıyor. Kıta veya dünya ölçeğinde yeni stratejik uzamların ortaya çıkması bunu gösterir. Tek ülkede sosyalizm teorisine karşı sürekli devrim diyalektiği, bir başka değişle ulusal, kıtasal ve dünyasal ölçeklerin iç içe geçişi, her zamankinden yoğun durumda. Bir ülkede siyasal iktidar kaldıracını ele geçirebilirsiniz (Venezuela veya Bolivya’da olduğu gibi), fakat kıtasal strateji meselesi doğrudan bir iç siyaset meselesi olarak gündeme gelir (Alca’ya karşı Alba, Mercosur’la ve And anlaşmasıyla ilişki). Daha basit biçimde, Avrupa’da liberal karşı-reformlara karşı direnişler ulusal düzeyde, yasama noktasındaki güç dengelerinden, kazanımlardan ve dayanaklardan destek alabilirler. Fakat kamu hizmetleri, vergilendirme, sosyal güvenlik, ekoloji konularında (“Avrupa’nın sosyal ve demokratik yeniden kuruluşu” için) geçişsel bir yanıt baştan itibaren Avrupa çapında bir projeksiyon gerektiriyor.(3)

Stratejik Varsayımlar

Dolayısıyla burada ele alacağım konu, yukarıda “kısıtlı strateji” şeklinde adlandırdığım alanla, bir başka deyişle ulusal ölçekte siyasal iktidarın fethi için mücadeleyle sınırlı kalacaktır. Burada hepimiz ulus-devletlerin küreselleşme çerçevesinde zayıflamış olabileceğini ve belirli düzeyde egemenlik transferlerinin yaşandığı konusunda hemfikiriz (4). Fakat ulusal ölçek (ki sınıflar arası ilişkileri yapılandıran ve bir toprağı bir devlete eklemleyen budur) stratejik uzamların değişken ölçeklerinde belirleyici olmaya devam ediyor. Zaten Critique Communiste dergisinin 179 sayısındaki (Mart 2006) dosya da esasen bu meseleye eğiliyor.

Her şeyden önce bize “aşamalı” bir devrimci süreç kavrayışı atfeden eleştirileri bir kenara bırakalım. John Holloway’den Cedric Durand’a uzanan bu eleştirilerde bizim için iktidarın fethinin her türden toplumsal dönüşüm için bir “mutlak önkoşul” olduğu ileri sürülüyor (5). Bu argüman daha çok bir karikatürü andırıyor yahut basitçe cehaletten kaynaklanıyor. Biz hiçbir zaman, öncesinde koşup hızlanmadan yapılacak bir uzun atlama taraftarı olmadık. Devrimci kopuşun, bürokrasinin faydalanabileceği tehlikeli bir atlama olduğunu vurgulamak için sık sık “hiçbir şeyken nasıl her şey haline gelinir?” sorusunu sorduğum doğrudur, ve Guillaume Liégeard da proletaryanın iktidarı ele geçirmeden önce hiçbir şey olmadığı önermesinin yanlışlığı ve her şey olma isteğine de biraz şüpheyle yaklaşma gerekliliği üzerinde durmakta haklı. Enternasyonal’den ödünç aldığım bu “her şey ve hiç”e dayalı formül yalnızca burjuva (siyasal) devrimi ile toplumsal devrim arasındaki yapısal asimetriyi vurgulamayı hedefliyor.

Komünist Enternasyonal’in 6. kongresine kadar sürdürülen programatik tartışmada Troçki’nin yanı sıra Thalheimer, Radek, Clara Zetkin tarafından savunulan kategoriler –birleşik cephe, geçiş talepleri, işçi hükümeti– tam da hadiseyi hazırlanma koşullarıyla, reformları devrimle, hareketi amaçla eklemlemeyi hedefliyordu. Paralel biçimde Gramsci’nin hegemonya ve “mevzi savaşı” kavramları da bu doğrultudadır (6). İktidarı ele geçirmenin daha kolay fakat elinde tutmanın daha zor olduğu Doğu ve Batı arasındaki karşıtlık da aynı tasadan kaynaklanır (bu konuda Komünist Enternasyonal’in 5. kongresindeki Alman devriminin bilançosu hakkındaki tartışmalara bakılabilir). Son kez söyleyelim, hiçbir zaman çöküş kuramının (Zusammenbruch Theorie) savunucuları olmadık (7).

Devrimci sürece dair kendiliğindenci yaklaşımlara ve 60’lı yılların yapısalcı durağancılığına karşı “öznel etkenin” rolüne ve “model”den ziyade “stratejik varsayım” şeklinde adlandırdığımız olguya vurgu yaptık. Burada söz konusu olan basit bir dil şıklığı değil elbette. Bir model, taklit edilmesi gereken bir şey, bir kullanım kılavuzudur. Varsayımsa geçmişin deneyimlerinden yola çıkan fakat yeni deneyimler veya koşullar oranında açık ve değiştirilebilir olan bir eylem kılavuzudur. Böylece söz konusu olan spekülasyon değil fakat geçmişin deneyimlerinden geriye kalandır (ki elimizdeki tek malzeme budur), fakat bugünün ve geleceğin çok daha zengin olacağını da akıldan çıkarmadan. Dolayısıyla devrimciler de her daim bir savaş geride olduğu söylenen askerlerle aynı tehlikeyle karşı karşıyadırlar.

20. yüzyılın büyük devrimci deneyimlerinden (Rus devrimi ve Çin devriminin yanı sıra Alman devrimi, halk cepheleri, İspanya iç savaşı, Vietnam kurtuluş savaşı, Mayıs 68, Portekiz, Şili…) yola çıkarak iki büyük varsayımı birbirinden ayırdık: Ayaklanmacı Genel Grev (AGG) ve Uzatmalı Halk Savaşı (UHS). Bunlar, iki kriz tipini, iki ikili iktidar şeklini, krizin iki çözülme biçimini özetler.

AAG durumunda ikili iktidar esasen Komün tarzı bir kentsel biçime bürünür (yalnızca Paris Komünü değil, aynı zamanda Petrograd Sovyeti, Hambourg, Kanton, Barselona ayaklanmaları…). İki iktidar yoğunlaşmış bir alanda uzun süre bir arada var olamaz. Dolayısıyla meseleyi hızla çözmeye yönelik bir çatışmadır söz konusu olan (ki bir uzatmalı bir çatışmaya da dönüşebilir: Rusya’da iç savaş, Vietnam’da 1945 ayaklanmasının ardından kurtuluş savaşı…). Bu varsayımda, ordunun demoralize edilmesi ve askerlerin örgütlenmesi faaliyeti önemli bir rol oynar (Fransa’da asker komiteleri, Portekiz’de troçkist Enternasyonalist Komünist Liga’nın düzenlediği asker komiteleri –SUV– ve daha komplocu bir perspektifte Mir’in Şili ordusu içindeki faaliyeti bu konudaki son anlamlı deneyimleri teşkil eder).

UHS durumunda, daha uzun süre birlikte var olabilecek bir bölgesel ikili iktidar söz konusudur (kurtarılmış ve özyönetim halindeki bölgeler). Bu koşullar Mao tarafından daha 1927’deki “Kızıl iktidar neden Çin’de var olabilir” broşüründe kavranmış Yenan Cumhuriyeti deneyimiyle ortaya konmuştur. İlk varsayımda alternatif iktidarın organları kent koşulları tarafından toplumsal açıdan belirlenir (Paris Komünü, Petrograd Soyveti, işçi konseyleri, Katalonya milis komitesi, Sanayi Kordonları, komün komandoları…), ikincisindeyse (köylülerin hakim olduğu) “halk ordusu”nda merkezileşirler.

Saflaştırılmış bu iki büyük varsayım arasında, bunların farklı ölçülerdeki bileşimleri bulunabilir. Böylece, basitleştirilmiş fokocu efsaneye (Regis Debray’in Devrim İçinde Devrim kitabında olduğu gibi) karşın Küba devrimi isyancı ordunun çekirdeği olan gerilla fokosuyla Havana ve Santiago’daki kentsel genel grev ve örgütlenme girişimlerini birbirine eklemlemiştir. Frank Païs’in, Daniel Ramos Latour’un, hatta bizzat Che’nin “la selva” [orman] ve “el llano” [düzlük] arasındaki gerilimler konusundaki mektuplaşmalarından da görebileceğimiz gibi bu ikisi arasındaki ilişkiler problematik olmuştur (8). Geriye dönüp baktığımızda, Granma’nın ve oradan canlı çıkanların kahramansı destanını ön plana çıkaran resmi anlatı, bu sürecin tüm karmaşıklığıyla birlikte anlaşılmasını zorlaştıracak biçimde 26 Temmuz oluşumunun ve yönetici Kastrist grubun meşruiyetini güçlendirmeye katkıda bulunmuştur. Tarihin bu basitleştirilmiş versiyonu, kır gerillasını bir model haline getirerek altmışlı yılların deneyimlerini esinlemiştir (Peru, Venezuela, Nikaragua, Kolombiya, Bolivya). De la Puente ve Lobaton muharebesindeki ölümler, Meksika’da Camillo Torres, Yon Sosa, Lucion Cabanas’ın, Brezilya’da Carlos Marighella ve Lamarca’nın ölümleri, Che’nin trajik Bolivya seferi, 1963 ve 1967’de Pancasan’da Sandinistlerin neredeyse tümüyle ortadan kaldırılışı, Bolivya’da Teoponte felaketi, bu devrin sonuna damgasını vurur.

Arjantin PRT’sinin ve Şili’deki Mir’in stratejik varsayımı, 70’li yılların başında daha çok uzatmalı halk savaşının Vietnam örneğine gönderme yapar (ve PRT aynı zamanda Cezayir kurtuluş savaşının mitsel bir versiyonuna referansta bulunur). Sandinist Cephe’nin 1979’daki Somoza diktatörlüğü karşısında elde ettiği zafere kadarki tarihi çeşitli yönelimlerin bir bileşimini sergiler. Tomas Borge’nin ve UHS eğiliminin yönelimi dağ gerillasının gelişimine ve uzun bir tedrici güç birikimi ihtiyacına vurgu yapar. Proletaryen eğiliminki ise (Jaime Wheelock) Nikaragua’da kapitalist gelişmenin toplumsal etkileri ve işçi sınıfının güç kazanması üzerinde durur, ama bu arada bir “ayaklanma anı” perspektifiyle bir uzatmalı güç birikimi yönelimini de muhafaza eder.

“Üçüncü” Eğilim (Ortega kardeşler) de diğer ikisinin sentezini yapar ve güney cephesiyle Managua ayaklanmasını eklemlemeyi sağlar. Daha sonraları Humberto Ortega bu ayrımları şöyle özetler: “Pasif güç birikimi siyaseti dediğim konjonktürlere müdahale etmemeye, soğukkanlılıkla güç biriktirmeye dayanan siyasettir. Bu pasiflik kendini ittifaklar düzeyinde gösteriyordu. Aynı zamanda düşmanla çatışmaksızın ve kitlelerin katılmasını sağlamadan silah biriktirebileceğimizi, örgütlenebileceğimizi, insan kaynaklarını bir araya getirebileceğimizi düşünmemizde de pasiflik mevcuttu” (9). Fakat Ortega koşulların çeşitli planları sarstığını da kabul eder: “Ayaklanma çağrısında bulunduk. Olaylar hızla gelişti, nesnel koşullar daha fazla hazırlık yapmamıza izin vermiyordu. Esasında ayaklanmaya hayır diyecek durumda değildik. Kitle hareketi öyle bir boyut kazandı ki öncünün onu yönetmesi mümkün değildi. Bu akıntıya karşı çıkamazdık; tüm yapabildiğimiz, ona az ya da çok yön verebilmek için başına geçmekti”. Ve şöyle bitirir: “Ayaklanma stratejimiz her daim kitlelerin etrafında döndü, bir askeri plan çerçevesinde değil. Bu açık olmalıdır.” Gerçekten de stratejik seçenek, siyasal önceliklerin, müdahale alanlarının, sloganların düzene sokulmasını gerektirir ve ittifak politikasını belirler.

Los dias de la selva’dan El trueno en la ciudad’a, Mario Payeras’ın Guatemala sürecine dair anlatısı ormandan şehre dönüşü ve askeri-olan ile siyasal-olan, şehir ile kır arasındaki ilişkilerin değişimini gösterir. Régis Debray’in 1974 tarihli Silahların Eleştirisi kitabı da altmışlı yılların ve söz konusu evrimin bir bilançosunu kaydeder. Avrupa’da ve ABD’de, RAF’ın Almanya’da, Weathermen’lerin ABD’de felaketle sonuçlanan serüvenleri (Fransa’daki Proleter Sol’un kısa süreli traji-komedisinden ve July/Geismar’ın unutulmaz İç Savaşa Doğru kitabındaki tezlerinden söz etmiyoruz bile) ve kır gerillası deneyimini “kent gerillasına” tercüme etmeye yönelik diğer girişimler yetmişlerle birlikte sona erer. Ayakta kalmayı başaran tek silahlı hareket örnekleri, toplumsal tabanlarını ulusal baskıya karşı mücadelelerde bulan örgütlerdir (İrlanda, Özkadi). (10)

Dolayısıyla bu stratejik varsayımlar ve deneyimler militarist bir yönelime indirgenemez. Bir siyasal görevler bütünü tarif eder. Böylece PRT’nin Arjantin devrimini bir ulusal kurtuluş savaşı olarak kavrayışı, bu örgütü işyerlerinde ve mahallelerdeki özörgütlenme yerine ordunun (ERP) inşasına öncelik vermeye itiyordu. Aynı şekilde, Mir’in yöneliminin, uzatmalı silahlı mücadele perspektifiyle Unitad Popular altında güç (kırsal taban) birikimine vurgu yapması darbeyle hesaplaşmayı görelileştirmeye ve özellikle de kalıcı sonuçlarını azımsamaya itiyordu. Oysa Miguel Enriquez “tankazo” mağlubiyetinin ardından bu hesaplaşmayı hazırlayacak bir mücadele hükümeti kurmaya elverişli kısa anı görebilmişti.

Sandinistlerin 1979’deki zaferi yeni bir dönemece imza atar. Bu en azından, Guatemala’da (ve El Salvador’da) devrimci hareketlerin artık çürümüş kukla diktatörlüklerle değil İsrailli, Tayvanlı, ABD’li “düşük yoğunluklu savaş” ve “karşı-ayaklanma” danışmanlarıyla karşı karşıya olduğunun altını çizen Mario Payeras’ın görüşü. Bu artan asimetri o günden bu yana, Pentagon’un yeni strateji doktrinleriyle ve terörizme karşı açılan “sınır-ötesi” savaşla dünya ölçeğine yayılmıştır. Bu, henüz dün Granma ve Che’nin destanları yahut Fanon’un, Giap’ın, Cabral’ın metinleri aracılığıyla masum ve özgürleştirici olarak görülen devrimci şiddet meselesinin dikenli hatta tabu bir konu haline gelmesinin nedenlerinden biridir (bunun yanı sıra Kamboçya deneyiminin, SSCB’deki bürokratik karşı-devrimin, Çin’de kültür devriminin trajik aşırı-şiddetini de saymak gerekir elbette).

Böylece Lenin’le Gandhi’nin sentezini yaparak (11) yahut şiddet karşıtlığına yönelerek (12) güçsüzün güçlüye karşı bir asimetrik stratejisinin el yordamıyla aranışına tanık oluyoruz. Oysa dünya, Berlin Duvarı’nın yıkılışından beri, daha az şiddetli hale gelmemiştir. Bugün de, aşırılıklar çağında hiçbir şeyin doğrulamadığı varsayımsal bir “pasifist yolun” mümkünatı üzerine bahse girmek iyimser bir ihtiyatsızlık olur. Fakat bu, söylemimizin sınırlarını aşan bir mesele.

Ayaklanmacı Genel Grev Varsayımı

Dolaysıyla yetmişli yıllar boyunca bize yol gösteren stratejik varsayım, Batı iklimine uyarlanmış maoculuk çeşitleri ve Kültür Devrimi’nin hayali yorumları karşısına koyduğumuz AGG’ydi. Antoine Artous’a göre, bundan böyle “yetimi” olduğumuz stratejik varsayım budur. Dün belirli bir “işlevselliğe” sahipken, bugün bu özelliğini yitirmiştir. Fakat Artous “kopuş” kelimesi ve sözel vaat yarışlarıyla tatmin olmak yerine ciddi bir varsayımın inşasının gerekliliğini vurgulayarak devrimci kriz ve ikili iktidar kavramlarının hâlâ güncel ve geçerli olduğunu savunuyor. Artous’un kaygıları iki noktada billurlaşıyor.

Bir yandan, ikili iktidarın mevcut kurumların tümüyle dışında olamayacağı ve bir sovyet yahut konsey piramidi şeklinde boşluktan doğamayacağı konusu üzerinde duruyor. Zamanında eğitim seminerlerimizde de ayrıntıyla incelediğimiz devrimci süreçlere dair böylesi bir aşırı basitleştirilmiş bakışa teslim olmuş olabiliriz (Almanya, İspanya, Portekiz, Şili ve bizzat Rus Devrimi). Fakat bundan pek emin değilim, bu deneyimlerin her biri bizleri çeşitli özörgütlenme biçimleriyle mevcut parlamenter veya belediye kurumları arasındaki diyalektikle karşı karşıya bırakıyordu. Her ne olursa olsun, böyle bir bakışa sahip olmuşsak da, bu belirli metinlerle hızla düzeltilmiştir (13).

Hatta öyle bir düzeyde ki, vaktiyle Ernest Mandel’in Rusya’da sovyetlerle kurucu meclis arasındaki ilişkileri yeniden incelemesi üzerine “karma demokrasi”ye yanaşması karşısında sarsılabildik hatta şoke olabildik. Ne var ki, özellikle genel oy ilkesinin sağlam biçimde yerleştiği, yüzyıldan fazla süredir parlamenter bir geleneğe sahip olan ülkelerde, devrimci bir sürecin ancak önceliği “aşağıdan sosyalizme” veren fakat temsil biçimleriyle de kesişen bir meşruiyet aktarımı olarak tahayyül edilebileceği açıkça ortadadır. Pratik düzeyde, örneğin Nikaragua devrimi vesilesiyle bu noktada ilerleme kaydettik. Bir iç savaş ve kuşatma durumu bağlamında 1989’da “serbest” seçimler düzenleme meselesini sorgulayabiliyorduk, fakat bir ilke olarak buna karşı çıkmıyorduk. Biz daha çok Sandinistlerin seçilmiş parlamento karşısında alternatif bir meşruiyet odağı ve bir çeşit ikinci “toplumsal meclis” oluşturabilecek “Devlet Konseyi”ni feshetmelerini eleştiriyorduk. Benzer biçimde, daha mütevazı bir ölçekte, Porto Alegre’de genel oyla seçilmiş olan belediye kurumuyla katılımcı bütçe komiteleri arasındaki diyalektik üzerine tekrar düşünmek faydalı olabilir.

Esasında, ortaya çıkan sorun bölgesel demokrasiyle işyeri demokrasisi arasındaki ilişkiler (Komün, Sovyetler, Setubal halk meclisi bölgesel yapılardı), hatta doğrudan demokrasi ile temsili demokrasi arasındaki ilişkiler de değildir (her demokrasi kısmen temsilidir ve Lenin bir emredici vekaletten yana değildir). Sorun genel bir iradenin şekillenişi meselesidir. Sovyet tipi demokrasiye genelde (Avrokomünistler veya Norberto Bobbio tarafından) yapılan itiraz onun korporatif eğilimini hedef alır: Zorunlu vekaletle birbirine bağlı özel (bir bölgeye, işyerine veya büroya dayalı) çıkarlar toplamı (veya piramidi) bir genel iradeyi açığa çıkarmayı sağlamaz.

Demokratik karar mekanizmalarını daha alt/yerel organlara devretmenin de sınırları vardır: Eğer bir vadinin sakinleri bir yolun inşasına, yahut bir şehrinkiler bir çöplüğün yapılmasına karşı çıkıp da bunun bir diğer vadide ya da şehirde yer almasını istiyorsa, hakem görevi görecek bir çeşit merkezileşmeye ihtiyaç vardır (14). Avrokomünistlerle yaptığımız tartışmalarda, sentezleştirilmiş öneriler ortaya çıkarmak ve özel bakış açılarından yola çıkarak bir genel iradenin şekillenmesine katkıda bulunabilmek için partilerin (ve çoğulculuklarının) aracılığının gerekliliği üzerinde duruyorduk. Spekülatif kurumsal mekanisyenliğe soyunmadan, giderek daha da sık biçimde programatik metinlerimize, işleyiş özelliklerinin deneyimlerle belirleneceği bir çift meclise dair genel bir varsayımı da dahil ettik.

Artous’un ikinci kaygısı, özellikle de Alex Callinicos’un metninin eleştirisinde, bu sonuncusunun geçiş sürecine dair düşüncesinin iktidar meselesinin eşiğinde durmasına ve bu sorunun belirsiz bir deus ex machina’ya terk edilmesine yahut kitlelerin kendiliğinden kalkışmasıyla ve genelleşmiş bir sovyet demokrasisinin ortaya çıkışıyla çözüleceği varsayımına odaklanıyor. Kamusal özgürlüklerin savunusu Callinicos’un programında mevcutsa da, Artous bu programda kurumsal tipte hiçbir talebin (nispi oy, tek ya da kurucu meclis, radikal demokratikleşme) yer almadığını ileri sürüyor. Cedric Durand’ın ise kurumları özerklik ve protesto stratejileri için basit araçlar olarak gördüğünü, bunun da pratikte “aşağısıyla” “yukarısı” arasındaki bir uzlaşmaya, bir diğer ifadeyle birincisinin, dokunulmadan bırakılan ikincisine yönelik kaba bir lobicilik faaliyetine tercüme edilebileceğini düşünüyor.

Esasında Critique Communiste’deki tartışmanın tarafları arasında Yaklaşan Felaket veya Geçiş Programı’ndan esinlenen programatik corpus konusunda bir fikir birliği sözkonusu: Geçiş talepleri, ittifak politikaları (birleşik cephe) (15), hegemonya mantığı, ve reform ve devrim arasındaki diyalektik (karşıtlık değil). Böylece, (“anti-liberal”) bir asgari program ile (anti-kapitalist) bir azami programı birbirinden ayırma ve bunları değişmeyecek şekilde tasarlama fikrine karşı çıkıyor, tutarlı bir anti-liberalizmin anti-kapitalizme vardığı ve bu ikisinin mücadelelerin dinamiğiyle iç içe geçtiğine inanıyoruz.

Mevcut güç ilişkileri ve bilinç düzeylerine bakarak geçiş taleplerinin kesin formülasyonu üzerine tartışabiliriz. Fakat üretim, iletişim ve mübadele araçlarının özel mülkiyetine ilişkin meselelerde –ki bu kamu hizmeti pedagojisi, insanlığın ortak malları (müşterekleri) konusu, yahut giderek önem kazanan (ve fikrî özel mülkiyetin karşısına koyduğumuz) bilginin toplumsallaşması mevzuu olsun–, çabucak hemfikir oluruz. Aynı şekilde, ücretliliğin ortadan kalkması yönünde ilerlemek için ücretlerin sosyal koruma sistemleri aracılığıyla toplumsallaşma biçimlerinin keşfine çıkma konusunda da rahatça fikir birliğine varırız. Nihayet, genelleşmiş metalaşmanın karşısına ücretsizlik (yani “metalaşmadan arındırma”) alanlarının hizmetlerin yanı sıra kimi zorunlu tüketim maddelerine de yayılmasının açtığı imkanları koyarız.

Geçiş düşüncesinin tartışmalı konusu “işçi hükümeti” yahut “emekçi hükümeti”dir. Bu zorluk yeni değil. Komünist Enternasyonal’in 5. kongresi sırasında Alman devriminin bilançosu ve Saksonya hükümeti konusundaki tartışma Enternasyonal’in ilk kongrelerinden çıkan formüllerin çözülmemiş belirsizliğini ve bunların yol açabildiği pratik uygulamalar yelpazesini gösterir. Treint, raporunda “proletarya diktatörlüğünün gökten zembille inmediğini; bir başlangıcının olması gerektiğini ve işçi hükümetinin proletarya diktatörlüğünün başlangıcıyla eşanlamlı olduğu” vurgular. Buna karşın birleşik cephenin “saksonlaşmasını” teşhir eder: “Komünistlerin devrime karşı bir müdahaleyi önlemek için pasifist burjuvalarla bir koalisyon hükümetine girmeleri teoride yanlış değildi, fakat İşçi Partisi’nin yahut Sol Kartel’inki gibi hükümetler, burjuva demokrasisinin kendi partilerimizde yankı bulması sonucunu doğruyor”.

Enternasyonal’in faaliyeti konusundaki tartışmada Smeral şu beyanda bulunur: “1923 Şubat kongremizin [Çek komünistlerinin kongresi] işçi hükümeti üzerine tezlerini kaleme alırken hepimiz bunların dördüncü kongre kararlarına uygun olduğundan emindik. Oybirliğiyle kabul edildiler”. Fakat “kitleler işçi hükümetinden bahsederken akıllarına ne geliyor?”: “İngiltere’de İşçi Partisi geliyor akıllarına, Almanya’da ve kapitalizmin çözülmekte olduğu ülkelerde birleşik cephe, grev patladığında komünistlerin ve sosyal-demokratların birbiriyle çatışacağına kol kola yürümesi anlamına gelir. İşçi hükümeti de kitleler nezdinde aynı anlama sahiptir, ve biz bu formülü kullandığımızda tüm işçi partilerinin birleşik hükümetini düşünüyorlar”. Ve Smeral şöyle devam ediyor: “Saksonya deneyiminden çıkartacağımız derin ders nedir? Her şeyden önce şu: Öncesinde hızımızı almadan ayaklarımız bitişik biçimde atlayamayız.”

Ruth Fisher ise bir işçi partileri koalisyonu olarak işçi hükümetinin “kendi partimizin tasfiyesi” anlamına geleceği yanıtı verir. Clara Zetkin ise Alman Ekim’inin yenilgisi üzerine raporunda şu görüşü savunur: “İşçi ve köylü hükümeti konusunda, Zinoviev’in bunun proletarya diktatörlüğünün basit bir takma adı, bir eşanlamlısı veya adaşı olduğuna dair açıklamasını kabul edemem. Bu belki Rusya için doğru olabilir fakat kapitalizmin oldukça gelişmiş olduğu ülkeler için durum başkadır. Orada işçi ve köylü hükümeti burjuvazinin artık iktidarda kalamadığı fakat proletaryanın da kendi diktatörlüğünü dayatacak koşullara sahip olmadığı bir durumun siyasal ifadesidir”. Gerçekten de Zinoviev “işçi hükümetinin temel hedefi” olarak proletaryanın silahlanmasını, üretim üzerinde işçi denetimini, vergi devrimini önerir.

Çeşitli konuşmaları alıntılamaya devam edebiliriz. Bundan, mesele her ne kadar devrimci yahut devrim-öncesi bir durumla ilişkili olsa da, reel bir çelişkinin ve çözülmemiş bir sorunun ifadesi olan büyük bir karışıklık intibası edinirdik. Bu sorunu tüm durumlar için geçerli bir kullanım kılavuzuyla çözmek istemek sorumsuzluk olurdu; ama en azından bir geçiş perspektifi içinde koalisyon hükümetlerine katılma konusunda farklı biçimlerde bileşmiş üç kriter öne sürmek mümkün: a) Böylesi bir katılım meselesinin durup dururken değil, bir kriz ya da en azından anlamlı bir toplumsal seferberlik durumunda gündeme gelmesi; b) söz konusu hükümetin mevcut düzenden kopuş dinamiğini başlatmaya angaje olması (örneğin –Zinoviev’in talep ettiği silahlanmadan daha mütevazı biçimde– radikal bir toprak reformu, özel mülkiyet alanına “zorbaca istilalar”, vergi ayrıcalıklarının ortadan kaldırılışı, kurumlardan kopuş –Fransa’da Beşinci Cumhuriyet’ten, Avrupa anlaşmalarından, askeri anlaşmalardan…vs); c) son olarak, güç ilişkilerinin, verilen sözlerin uygulanmasını güvence altına almak olmasa bile, en azından bu uygulamalardaki muhtemel aksamaların bedelinin sertçe ödetilmesini devrimcilere sağlayacak durumda olması.

Böylesi bir yaklaşımın ışığında Lula hükümetine katılım yanlış görünüyor: a) On yıldan beri, topraksız köylüler hareketi dışında kitle hareketi gerileme içindeydi; b) Lula’nın seçim kampanyası ve Brezilyalılara Mektup’u açıkça sosyal-liberal bir politikanın izleneceğini göstermiş ve toprak reformuyla “sıfır açlık” programının finansmanını daha baştan hipotek altına almıştı; c) son olarak da, parti ve hükümet bünyesindeki toplumsal güç ilişkileri öyle bir durumdaydı ki bir yarı-tarım bakanlığıyla “ipin asılmışı tuttuğu gibi” hükümeti tutmak söz konusu değildi. Bununla birlikte, ülkenin tarihini, toplumsal yapısını ve PT’nin oluşumunu göz önünde bulundurarak, bu katılıma dair çekincelerimizi sözlü olarak ifade ederek ve taşıdığı tehlikeler konusunda yoldaşlarımızı uyararak bunu bir ilke sorunu haline getirmedik ve “uzaktan” ders vermekten ziyade, yoldaşlarımızla birlikte bir bilanço çıkarabilmek için bu deneyime eşlik etmeyi tercih ettik (16).

Proletarya Diktatörlüğü Hakkında

İşçi hükümeti meselesi bizi kaçınılmaz olarak proletarya diktatörlüğü sorununa getirir. LCR’in (Ligue Communiste Révolutionnaire-Devrimci Komünist Birlik) son kongrelerinden birinde, üçte ikilik bir çoğunluk proletarya diktatörlüğüne yapılan referansları tüzükten kaldırma kararı aldı. Bu mantıklı bir karardı. Bugün diktatörlük kavramı, Roma’da sınırlı bir zaman için ve istisnai durumlarda Senato tarafından usulüne uygun biçimde görevlendirilen saygın iktidar kurumundan ziyade 20. yüzyılın askeri veya bürokratik diktatörlüklerini hatırlatıyor. Marx Paris Komünü’nde bu proletarya diktatörlüğünün “niyahet bulunmuş olan şeklini” gördüğüne göre, anlaşılabilmek için tarih tarafından bir karışıklık kaynağı haline getirilen fetiş bir sözcüğe bağlanmaktansa komünden, sovyetlerden, konseylerden veya özyönetimden söz etmek daha doğru olur.

Bununla birlikte Marx’ın formülünün ve buna Kugelmann’a ünlü mektubunda verdiği önemin ortaya koyduğu sorunla hesaplaşmış da değiliz. Genelde “proletarya diktatörlüğüne” otoriter bir rejim imgesi yüklemeye ve bunu bürokratik diktatörlüklerin bir eşanlamlısı olarak görme eğilimindeyiz. Aksine, Marx için bu eski bir sorunun demokratik çözümüydü. Bu sorun ise, bugüne dek erdemli bir elit zümreye (Kamu Selameti Komitesi –ki esasında bu komite Konvansiyon’un, kendisi tarafından geri çağırılabilir bir uzantısı olarak kalmıştır) yahut bir örnek insanlar “triumvira”sına ayrılmış olan istisnai durum iktidarının ilk kez çoğunluk tarafından kullanılmasıydı. (17)

Şunu da ekleyelim, o dönemde diktatörlük terimi bir keyfilik ifadesi olan zorbalığın zıddı olarak kullanılıyordu. Fakat proletarya diktatörlüğü kavramının aynı zamanda, yetmişli yıllarda çoğu (Avro-) komünist partinin ondan vazgeçmesiyle doğan tartışmalarda sıkça hatırlatıldığı gibi stratejik bir anlamı da vardı. Hakikaten de, Marx’a göre yeni bir toplumsal ilişkiyi ifade eden yeni hukukun eski hukukun devamlılığı içinde doğamayacağı açıktı: İki toplumsal meşruiyet arasında, “birbirine eşit iki hukuk arasında belirleyici olan güçtür”. Dolayısıyla devrim zorunlu bir olağanüstü halden geçişi gerektirir. Lenin ile Kautsky arasındaki tartışmanın dikkatli bir okuru olan Carl Schmitt, bunu çok iyi kavrayarak kriz durumundaki işlevi mevcut düzeni korumak olan “yetki verilmiş diktatörlüğünü”, bir kurucu iktidarın uygulanmasıyla yeni bir düzen inşa eden “egemen diktatörlük”ten ayırıyordu (18). Ona hangi ismi verirsek verelim, bu stratejiyi muhafaza ediyorsak, buradan zorunlu olarak iktidarın örgütlenmesi, hukuk, partilerin işlevi…vs konusunda bir dizi sonuç çıkar.

Bir Stratejik Yönelimin Güncelliği ve Güncellikten Uzaklığı

Güncellik kavramının iki anlamı vardır: Biri geniş (“savaşlar ve devrimler çağı”), diğeri anlık veya konjonktürel. Avrupa’da toplumsal hareketin yirmi yılı aşkın süredir gözden kaybolduğu, savunmaya geçildiği bir durumda, kimse devrimin, bu anlık anlamda güncel olduğunu iddia etmeyecektir. Buna karşın, devrimi dönemin ufkundan silmek tehlikeli olur, ve kötü sonuçlar doğurabilir. Francis Sitel’in söz konusu dosyaya yazdığı yazıda “güncel bir perspektife sahip”, “günümüz güç ilişkilerine dair ham hayallerden” kaçınmak için “bugünkü mücadeleleri bunların gerekli sonuçlarına bağlayan, eylem halinde bir perspektifi” tercih ederken göstermeye çalıştığı eğer bu ayrımsa, burada herhangi bir anlaşmazlık yok.

Fakat iktidarın fethi hedefini “bunun güncelleşmesinin ufuk çizgimizin ötesinde olduğunu kabul etmek kaydıyla bir radikallik koşulu” olarak muhafaza etme fikri daha tartışmalı bana göre. Sitel, hükümete katılım meselesinin –ufuk çizgimizin altından mı bakıcaz buna?– iktidar meselesine değil, liberal saldırıdan “korunmaya” dayalı “daha mütevazı bir ihtiyaca” bağlı olduğunu vurguluyor. Böylece hükümete katılım koşulları üzerindeki akıl yürütmelerimiz, “stratejik düşüncenin görkemli kapısından” değil, “geniş partilerin dar kapısından” yapılacaktır. Bu durumda, partinin inşasını yönlendirenin program (veya strateji) değil de, mümkün dünyaların ve programların en iyisini belirleyenin ve sınırlayanın cebirsel olarak geniş bir partinin büyüklüğü haline gelmesinden kaygılanabiliriz. O halde hükümet meselesini stratejik bir konu olmaktan çıkarıp basit bir “yönelim sorunu” şeklinde tasavvur etmek söz konusu olur (bu, bir ölçüde Brezilya konusunda yaptığımızdır). Fakat asgari programla azami program arasındaki klasik ayrıma düşmediğimiz taktirde, “yönelim sorunu” da stratejik perspektiften kopuk değildir. Ve eğer “geniş”, dar ve kapalıdan daha açık ve verimliyse de, partiler açısından geniş vardır, bir de geniş vardır: Brezilya PT’sinin, Linkspartei’nin, ÖDP’nin, Portekiz Sol Blok’unun, İtalya’daki Rifondazione Comunista’nın genişlikleri bir değildir.

 “Devrimci strateji bakımından en bilgince gelişmeler bile, şu anda ve burada nasıl hareket etmeliyiz sorusu karşısında fazlasıyla zayıf görünüyor” diye bitiriyor metnini Sitel. Şüphesiz haklı, fakat bu makbul pragmatik özdeyiş 1905’te, Şubat 1917’de, Mayıs 1936’da, Şubat 1968’de de söylenebilirdi ve böylece mümkünün doğrultusu reel-olanın bayağı doğrultusuna indirgenirdi.

Perspektifimiz iktidarın ele geçirilmesiyle sınırlanmayıp da daha uzun bir “iktidarların yıkımı” süreci içinde yer aldığı taktirde, “iktidarın fethine yoğunlaşan geleneksel partinin bizzat bu devlete uyum göstermeye ve dolayısıyla özgürleşme dinamiğini yıpratacak egemenlik mekanizmalarını kendi bünyesine taşımaya yöneleceğini” kabul etmek gerekir. O halde siyasal ile toplumsal arasında yeni bir diyalektiğin yaratılması gerekir. Bu elbette doğrudur, ve zaten “siyasal yanılsama” kadar “toplumsal yanılsamayı” da reddederek veya geçmiş olumsuz deneyimlerden (toplumsal örgütlenmelerin devlet ve partiler karşısındaki bağımsızlığı, siyasal çoğulculuk, parti içi demokrasi gibi konularda) ilkesel sonuçlar çıkararak pratikte ve teoride yapmaya çalıştığımız budur.

Fakat sorun “devlete uyum göstermiş” bir partinin egemenlik mekanizmalarını bünyesine taşımasından çok, modern toplumlara içkin (ve iş bölümüne kökünden bağlı) çok daha derin ve yaygın bürokratikleşme olgusunda yatar: Bu sendikal veya dernek tipindeki örgütlenmelerin tümüne sirayet eder. Aslında parti demokrasisi (bunu medyatik ve kamuoyu yoklamasına dayalı “görüş” demokrasisinin zıddı olarak kullanıyoruz) iktidarın profesyonelleşmesine ve “piyasa demokrasisine” karşı mutlak bir ilaç olmasa bile, en azından panzehirlerden biri olabilir. Demokratik merkeziyetçiliği bürokratik merkeziyetçiliğin takma burnu olarak görerek bunu çok sık unutuyoruz, halbuki belirli bir merkezileşme demokrasinin inkârı değil, tam tersine koşuludur.

Sitel tarafından altı çizilen partinin devlete uyumu meselesi, Boltansky ve Chiapello tarafından Kapitalizmin Yeni Ruhu’nda vurgulanan Sermaye’nin yapısıyla işçi hareketinin madun yapıları arasındaki eşbiçimliliği hatırlatıyor. Bu eşbiçimlilik meselesi son derece önemlidir ve bundan ne kolayca kaçınılabilir ne de bu sorun basitçe çözülebilir: Ücret ve çalışma hakkı (buna kimi zaman “iş hakkı” da deniyor) için mücadele elbette ki sermaye-emek ilişkisiyle eşbiçimli bir mücadeledir. Bunun ardında yabancılaşma, fetişizm, şeyleşme sorunu yatar (19). Fakat “akışkan” biçimlerin, ağ tipi örgütlenmenin, yakınlıklar mantığının (karşıtlıklar mantığının zıddı olarak) bu eşbiçimlilikten ve egemenlik ilişkilerinin yeniden üretiminden kaçınmayı sağlayacağını düşünmek koskoca bir yanılsamadan ibarettir. Bu biçimler de bilişimsel sermayenin modern örgütlenmesiyle, emeğin esnekliğiyle, “akışkan toplumla”..vs. tümüyle eşbiçimlidir. Bununla, eski tabiyet biçimlerinin yeni ortaya çıkanlardan daha iyi veya onlara tercih edilebilir olduğunu değil, fakat ağ tipi örgütlenmenin o eşsiz yolunun sömürü ve tahakkümün kısır döngüsünden çıkmayı sağlamadığını anlatmak istiyorum.

“Geniş Parti” Hakkında

Sitel, “stratejik akıl tutulması” veya “stratejik aklın geri dönüşü” kavramlarının, yalnızca bir parantezi kapatma ve eski hale dönme veya meselenin Üçüncü Enternasyonal’in çizdiği çerçevede yeniden tartışılması anlamına gelmesinden endişe duyuyor. İşçi hareketinin “temel yeniden tanımlamalara”, yeni yaratımlara, bir “yeni inşaya” ihtiyaç duyduğunu vurguluyor. Elbette. Fakat sil baştan olmaz: “Her zaman ortalardan başlarız”!

Yenilik retoriği en eski ve en cılkı çıkmış eskiye düşmemeye karşı bir güvence sağlamıyor. Bir hayli özgün yenilikler (ekoloji, feminizm, savaş, haklar gibi konularda) olmakla birlikte, dönemin beslendiği birçok “yenilik” yalnızca moda ürünleridir (ve her moda gibi eskiyi alıntılayarak gelişir) ve 19. yüzyılın ve yeni doğmakta olan işçi hareketinin eski ütopyacı temalarının yeniden devreye sokulmasından ibarettir. Bununla birlikte, söylediğimiz gibi yeni meseleler de çoktur, fakat imkanlarımız ölçüsünde, –örneğin LCR’in manifestosu aracılığıyla– bunların bazılarına yanıt unsurları getirmeye gayret ediyoruz, ve dostlarımızın da bunları kullanmasını isteriz.

Reformların ve devrimin bizim geleneğimizde, birbirini karşılıklı olarak dışlayan iki olgu değil de (her ne kadar reformlar koşullara göre devrimci bir sürece dönüşebildiği gibi bunun karşısına da dikilebilse) diyalektik bir çift oluşturduğunu –haklı olarak– hatırlattıktan sonra Sitel “geniş bir partinin, kendini bir reform partisi olarak tanımlayacağı” öngörüsünde bulunuyor. Belki. Muhtemelen. Fakat bu hayli spekülatif ve normatif bir öngörü. Ve özellikle de bu bizim sorunumuz değil. İşe tersinden başlayıp varsayımsal bir “geniş parti” için bir asgari (reform) programı yazmak durumunda değiliz. Yapmamız gereken kendi tasarımızı ve programımızı belirlemek. Ancak buradan yola çıkarak, somut koşullar ve somut muhataplar karşısında, toplumsal yüzey, deneyim ve dinamik bakımından (çok) kazançlı çıkacaksak netliğimizden (bir miktar) kaybetme pahasına muhtemel uzlaşmaları değerlendirebiliriz. Bu yeni bir şey değil: PT’nin kuruluşuna (antrist bir taktik yönelimle değil partiyi inşa etmek için) katılırken kendi pozisyonlarımızı savunmaya devam ettik; yoldaşlarımız Rifondazione’de bir akım olarak yer alıyorlar; Portekiz’de Sol Blok içindeler…vs. Ancak tüm bu yapılar özgündür ve “geniş parti” gibi bir kategoriye dahil edilemez.

Durumun yapısal verileri, hiç kuşkusuz işçi hareketinin geleneksel büyük oluşumlarının (sosyal-demokrat, stalinist, popülist partiler) solunda bir alan yaratıyor. Bunun çok sayıda sebebi var. Liberal karşı-reformlar, kamusal alanın özelleştirilmesi, “sosyal devlet”in dağıtılması, piyasa toplumu, sosyal-demokrasinin (bizzat kendi etkin katılımıyla) üzerinde asılı durduğu dalı kesti (aynı şey kimi Latin Amerika ülkelerindeki popülist yönetimler için de geçerli). Komünist partiler ise Sovyetler Birliği’nin dağılmasının etkisini yaşamanın yanı sıra otuzlu yıllarda veya Nazi işgalinden kurtulma aşamasında kazandıkları işçi tabanlarının, –tam olarak yeni alanlara da kök salamadan– aşınması durumuyla karşı karşıya kaldı. 

Dolayısıyla kendini yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıkışıyla veya seçim başarılarıyla (Almanya’da Linkspartei, İtalya’da Rifondazione, Britanya’da Respect, İskoçya’da SSP, Portekiz’de Sol Blok, Danimarka’da Kızıl Yeşil İttifak, Fransa’da ve Yunanistan’da radikal sol…) ifade eden bir radikallik “alanı” gerçekten de mevcut.

Fakat bu “alan” sadece doldurulması gereken homojen ve boş (Newtoncu) bir alan değil. Cenova ve Floransa döneminde lirik hareketçilikten Romano Prodi’nin koalisyon hükümetine geçen Rifondazione’nin üç yıldan kısa zamandaki ihtişamlı dönüşümünün gösterdiği gibi bu son derece istikrarsız bir güçler alanıdır (20). Bu istikrarsızlık toplumsal mücadelelerin yaşadığı yenilgilerin zaferlerden fazla olması ve siyasal temsil manzarasındaki değişimle bağlarının gevşek olmasından kaynaklanıyor. Anlamlı toplumsal zaferlerin yokluğunda, “ehveni şer”e dair umut (“Berlusconi dışında kim olursa olsun”, veya Sarkozy yahut Le Pen dışında) kurumsal mantıkların ağırlığının belirleyici olduğu seçim alanına aktarılır. 

Bu nedenle oportünizm tehlikesi ile muhafazakarlık tehlikesini tam ortadan ayırma simetrisi bir yanılsamadır: Aynı ağırlığa sahip değiller. Risk taşıyan kararlar almaya cüret etmek gerekiyorsa da (ki bunun en aşırı örneği Ekim’de ayaklanma kararının alınmasıydı), bu riski, sade ve saf bir maceraya dönüşmemesi için hesaplamak ve başarıya ulaşma şanslarını değerlendirmek lazım. Büyük bir diyalektikçinin [Pascal] söylediği gibi “bu işin içine sürüklendiğimize göre, artık bahiste bulunmak lazım”. Fakat at yarışı meraklılarının bildiği gibi, 2’ye 1’lik bir bahis ekmek parası kazanmaya yönelikken, 1000’e 1’lik bir bahis, büyük paralar getirebilecek olsa da umutsuz bir koşudur. Marj ise bu ikisinin arasındadır. Cüretkarlığın da nedenleri olmalıdır.

Rifondazione ve Linkspartei’de olduğu gibi siyasal akımların sağdan sola dönüşü kırılgan, hatta tersine çevrilebilecek gelişmelerdir ve bu bizzat toplumsal mücadelelerin siyasal temsil alanı üzerindeki sınırlı etkilerinden kaynaklanır. Bu gelişmeler kısmen bünyelerinde devrimci örgütlerin veya eğilimlerin mevcudiyeti ve ağırlığına bağlıdır. Çok genel kimi ortak verilerin ötesinde, bu durumlar işçi hareketinin özgül tarihi (başka etkenlerin yanı sıra sosyal-demokrasinin burada tümüyle egemen olması veya önemli komünist partilerin varlığını sürdürmesi göz önünde bulundurulmalı) ve sol içindeki güç ilişkileriyle bağlantılı biçimde birbirinden ayrılır.

 “Yeni bir güç” perspektifi güncelliğini koruyan bir cebirsel formüldür (bizim için 1989-91 öncesinde de günceldi, sonrasında ise bu güncellik kat be kat artmıştır). Bunun pratiğe tercümesi Geniş Parti veya bir araya geliş gibi genel ve muğlak formüllerle mekanik olarak gerçekleşmez. Bizler yalnızca bir yeniden oluşum sürecinin başlarındayız. Buna programatik bir pusula ve stratejik bir hedefle yaklaşmak durumundayız. Sabırsız bir serüvene atılmadan ve karşımıza çıkan ilk geçici bileşim içinde çözülmeden gerekli örgütsel dolayımları bulmamızı ve hesaplanmış riskler almamızı sağlayacak olan da budur.

Gerçekten de örgütsel formüller çok çeşitlidir: Yeni bir kitle partisi (seksenli yıllarda Brezilya’daki PT, fakat böyle bir örnek Avrupa açısından pek inandırıcı değil), hegemonik bir sosyal-demokrasiden azınlıkların kopuşu, geçmişte muhtemelen merkezci olarak niteleyeceğimiz partiler (2000’li yılların başındaki Rifondazione) veya devrimci akımlardan oluşan bir cephe (Portekiz’deki gibi). Bu son örnek Fransa gibi sol örgütlerin (KP, radikal sol) eski bir geleneğe sahip olduğu, ve güçlü bir toplumsal hareket olmadığı taktirde (ki bu bile yetmeyebilir) de kısa veya orta vadede ciddi bir harmanlanmayı hayal etmenin zor olduğu ülkeler için en muhtemel olanıdır.

Fakat her halükârda ortak bir programatik dağarcığa referansta bulunmak, gelecek oluşumlar karşısında kimliksel bir engel teşkil etmek şöyle dursun, tam tersine bu oluşumların bizzat koşuludur. Stratejik meselelerle taktik meseleleri sıraya dizmeyi (şu veya bu seçim döneminde kendini yırtmak yerine), bir örgütün bir araya geldiği siyasal zemini açık teorik meselelerden ayırmayı, ilerlemeyi sağlayacak uzlaşmalarla geri götürecek olanları hesaplamayı, örgütsel varoluş biçimlerini (bir ortak partide eğilim olma, bir cephenin bileşeni olma…vs.), işbirliği içinde bulunduklarımıza ve onların değişken dinamiklerine (sağdan sola, soldan sağa) göre uyarlamayı sağlar.

Ağustos 2006

Çeviri: Uraz Aydın

Görsel: Gustave Courbet, “Barikatların Üzerinde Duran Gömlekli Adam”, 1848.

1. Bunu, Fransa’da Avrupa Anayasasına Hayır’ın zaferinin arıdından Stathis Kouvélakis “Siyasal Meselenin Geri Dönüşü” makalesinde vurgular (“le retour de la question politique”.  Contretemps n°14, Eylül 2005).

2. Alex Callinicos, Antikapitalist Manifesto, Literatür yayınları. Çev. Derya Kömürcü. Ocak 2004.

3. Bu konu üzerinde daha fazla durmayacağız. Sadece kısa bir hatırlatma yapıyoruz (bkz. Das Argument’in düzenlediği tartışmaya sunulan ve elinizdeki kitapta da yayınlanan tezler: “Ütopik Uğrak ve Stratejik Yeniden Yapılanma”).      

4. Projet K’nin çalışma toplantısında.

5. Critique Communiste sayı 179’daki yazısında bize “toplumsal gelişmeye dair aşamacı bir anlayış” ve “belirleyici an olarak yalnızca devrimin hazırlanışını merkez alan bir siyasal eylem zamansallığı” atfediyor (ve bunun karşısına “alter-küreselleşmeci ve zapatist bir tarihsel zaman koyuyor??!!). John Holloway’e gelince, düşüncesinin ayrıntılı bir eleştiri için bakınız: Un monde à changer ve Planète Altermondialiste kitaplarında yazılarım ve Contretemps dergisindeki makalelerim.

6. Bkz Perry Anderson, Gramsci Üzerine, Alan yayıncılık.

7. Bu konuda bkz Giacomo Marramao, Il politico e il transformazioni ve broşürüm Stratégies et partis (La Brèche).

8 Aynı zamanda Carlos Franqui’nin Küba devrimi günlüğüne bakınız.

9. “Zafer stratejisi”, Martha Harnecker’e verilmiş mülakat. Ayaklanma çağrısı tarihi konusundaki bir soruya Ortega şöyle cevap veriyor: “Çünkü hep daha elverişli bir dizi nesnel koşul mevcuttu: ekonomik kriz, devalüasyon, siyasal kriz. Ve ayrıca Eylül olaylarının ardından şunu da anladık ki ulusal ölçekte kitlelerin ayaklanmasını, cephenin askeri güçlerinin saldırısını ve sermayenin fiilen angaje olduğu veya desteklediği ulusal grevi aynı anda ve aynı stratejik uzamda birleştirmek gerekiyor. Bu üç stratejik etkeni aynı anda ve aynı stratejik uzamda bir araya getiremeseydik, zafer mümkün olamazdı. Çeşitli kereler ulusal grev çağrısı yapmıştık fakat bunu kitlelerin saldırıya geçişiyle bir araya getirmemiştik. Kitleler daha önce ayaklanmıştı fakat bu grevle birleştirilmemiş ve öncünün askeri kapasitesi fazlasıyla zayıftı. Ve öncü düşmana daha önceleri darbe vurmuştu fakat diğer iki etken mevcut değildi.”

10. Bkz Dissidences, Révolution, Lutte armée et Terrorisme, Cilt 1, (L’Harmattan 2006).

11. Etienne Balibar’ın son metinlerindeki tema da budur.

12. Rifondazione Comunista’nın teorik dergisindeki (Alternative) şiddet karşıtlığı konusundaki tartışma, muhtemelen bu partinin son dönemdeki seyri ile alakasız değildir.

13. Özellikle de Ernest Mandel’in Avrokomünist tezlere karşı polemikleri aracılığıyla. Bkz. Critique de L’Eurocommunisme, Petite Collection Maspero.

14. Rio Grande do Sul eyaleti ölçeğindeki katılımcı bütçe deneyimi bu konuda çeşitli somut örnekler sunar: kredi dağıtımı, ayrıcalıkların hiyerarşisi, kolektif malzemelerin bölgesel dağılımı…vs.

15. Her ne kadar birleşik cephe kavramı ve özellikle de Latin Amerika’daki kimi devrimciler tarafından günümüze uyarlanmış anti-emperyalist birleşik cephe kavramı toplumsal formasyonların gelişimi, siyasal partilerin bileşimi ve rolü gibi meselelerin ışığında yeniden tartışılmayı gerektirse de.

16. Burada söz konusu olan, Brezilya’daki yönelim kadar IV. Enternasyonal’e ve ulusal seksiyonlarıyla ilişkisine dair bir anlayıştı. Fakat bu mevzu elinizdeki metnin çerçevesini aşmakta.

17. Bkz. Alessandro Galante Garrone, Philippe Buonarotti et les révolutionnaires du XIXe siècle, Paris, Champ Libre

18. Bkz. Carl Schmitt, La Dictature, PUF

19. Fetişizm konusunda bkz. Antoine Artous, Le Fétichisme chez Marx, Syllepse.

20. Bkz Fausto Bertinotti’nin 2001 tarihli (!) kitabı: Ces idées qui ne meurent jamais (Paris, Le temps des cerises) ve Floransa ASF’si sırasında yayınlanan tezlerinin eleştirel sunumu: Daniel Bensaid, Un monde à changer (Paris, Textuel 2003).

Ekim: Aşağıdakilerin Devrimci Hikâyesi – Emre Tansu Keten

Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılı vesilesiyle, 2017 yılında, devrim üzerine birçok yeni eser yayımlandı. Bunlardan bir tanesi özel bir ilgiyi hak ediyor: Fantastik-bilimkurgu eserleriyle tanınan, Arthur C. Clarke Ödülü sahibi ve Yara, Elçilik Kenti, Şehir ve Şehir, Demir Konsey, Kraken gibi romanları Türkçeye de kazandırılan China Mieville’nin Ekim: Rus Devriminin Hikâyesi başlıklı kitabı.

Mieville, bu kitabı yazdığı süreçte, Rusya’ya ziyaretlerde bulunmuş, başta Rus tarihçileri olmak üzere birçok akademisyenle görüşmeler gerçekleştirmiş ve oldukça kapsamlı bir Ekim Devrimi okumasına girişmiş. Bu literatürde değerli bulduklarını kitabın sonunda ek okuma listesi olarak okurlarıyla da paylaşmış. Lisansını sosyal antropoloji, lisansüstü eğitimini ise uluslararası ilişkiler üzerine tamamlayan Mieville’nin nesnel/bilimsel bir tarih kitabı ortaya koymak gibi bir derdinin olmadığını anlamak zor değil. Ekim, Mieville’in edebi dertleriyle politik dertlerinin buluştuğu başarılı bir devrim hikâyesi, kendi sözleriyle “devrimin ritmi içinde kaybolmaya istekli olanlar için kısa bir giriştir”.
 
Kitap, şubattan ekime kadar her aya bir bölümün ayrıldığı bir planla yazılmış. Bunların en önünde ise, 1917’yi hazırlayan koşulların konu edildiği, oldukça geniş bir dönemi ustaca özetleyen “tarih öncesi” bölümü var. Bu bölüm St. Peterburg’un tasviriyle başlar: “(Çar Petro) tacirlerin ve asilzadelerin yeni doğan metropole yerleşmelerini emrederek, şehrin nüfusunu verdiği hükümlerle oluşturur. Şehrin ilk yıllarında, kurtlar, geceleri bomboş sokaklarında sinsice dolaşırlar. (…) O caddeler, drenajla kurutulan o sulak topraklar ve bataklık arazide yükselen o sütunlar cebrî çalışmayla inşa edilmektedir. On binlerce serf ve mahkûm, Petro’nun devasa toprakları boyunca hayatta kalmak için, gözetim altında çalışmaya zorlandı. Geldiler ve çamur içinde temeller kazdılar ve büyük sayılarda yok olup gittiler. Şehrin altında yüz bin ceset yatmaktadır. St. Peterburg, ‘kemikler üzerine inşa edilmiş şehir’ olarak bilinecektir.”
 
St. Peterburg’un bu tasviri Rus devrimleri hakkında çok şey anlatır. Marshall Berman’ın, efsane kitabı, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor’da anlattığı gibi, bu şehir modernizmin simgelerinden birisi haline gelecektir. Dostoyevski’nin dünyanın en soyut ve önceden tasarlanmış şehri olarak andığı bu yeni başkentte sadece edebiyat, müzik ve mimari gelişmez, politik bir özne olarak entelijansiya da gelişir. Kısa zamanda Marksizmle tanışacak olan bu entelijansiyanın da önemli bir parçasını oluşturduğu işçi devrimlerinin kalbi bu şehir olacaktır.
 
“Köle gibi yaşamaktansa, bir kemik yığını gibi düşmek daha iyidir” diyen işçilerin ilk devrimi 1905 yılında olacaktır. Çarın zalimliği ile kısa sürede yenilecek olan bu devrim, bütün siyasi dengeleri alt üst etmesinin yanında işçi sınıfına bir öz yönetim örgütü kazandırır. Bu örgüte konsey’in Rusçası olan Sovyet adı verilir. Ancak yaşanan yenilgi bu örgütü 1917 şubatına kadar uykuya yatıracaktır.
 
Bu gerici ortam devrimcilerin kötü günler yaşamasına neden olacaktır. Rusya içerisinde örgüt neredeyse çalışamaz duruma gelirken, diasporadaki devrimciler parasızlıktan mahvolmuştur. Gurbettekiler arasında akıl hastalığı ve intihar olayları gittikçe yaygınlaşır. Bütün bunlara rağmen siyasi tartışmalar kesilmez: Partinin Menşevik kanadı liberal burjuva partileriyle ittifak yapılmasını, Bolşevik kanat ise bir işçi-köylü demokratik diktatörlüğünü savunur. Sonuç olarak burjuva demokratik devrimi hedefleyen iki kanat da, Troçki’nin sosyalist devrime kadar gidilmesini savunan sürekli devrim teorisini skandal derecede tuhaf bulur.
 
Siyasi baskının yanı sıra dumaya girme tartışmaları, devrimin karakteri, Birinci Paylaşım Savaşı’nda sosyalistlerin tutumu gibi birçok krizin devrimcileri zor durumda bıraktığı 1905 ile 1917 arasındaki gericilik döneminde Bolşeviklerin şansı Lenin gibi öndere sahip olmalarıdır. Mieville, Lenin’i şöyle anlatır: “Onunla tanışan herkes büyüleniyordu. (…) O, kolayca mitleştirilen, idolleştirilen, şeytanlaştırılan bir adamdı. Düşmanları için soğuk, kitlesel cinayetler işleyen bir canavar; yoldaşları ve arkadaşları için, utangaç, kolay gülen, çocukları ve kedileri seven biriydi. Ara sıra sözel oyunlar ve ses getiren metaforlar için yeteneğini kullansa da Lenin, sözcük ustası olmaktan çok dobra biriydi. Ancak sarsılmaz gücü ve odaklanmasıyla, yazı ve konuşmalarıyla boyun eğdiriyor, hatta insanları hayrete düşürüyordu. Yaşamı boyunca muhalifleri ve arkadaşları onu, gurur kırma konusundaki zalimliği, katılığı ve acımasızlığı için suçlayacaklardı. Herkes onun, olağanüstü bir irade gücü olduğunda anlaşıyordu. Siyaset için yaşayıp ölenlerin bile belli bir dereceye kadar sıra dışı gördükleri şekilde siyaset, Lenin’in kanı ve iliğinden başka bir şey değildi.”

Devrim Ayları

 
Şubat 1917’de sahneye çıkan “aşağıdakiler”, sadece bu 12 yıllık gericiliği bitirmekle kalmazlar, Rus Çarlığını tarihe gömerler. Devrimi başlatan, sokaklara çıkıp dükkanların camlarını kıran aç insanlardır, devrimin başladığı gün olan 8 Mart’ta sokağa çıkan kadınlardır, savaşın ceremesini çeken topraksız köylülerdir, cepheden kaçmış askerlerdir, yüzbinlerle eylem düzenleyen, greve çıkan işçilerdir.
 
Bu devrim 1905’in aksine geleneksel değerlerin de karşıya alındığı, politik bilincin radikal bir dönüşüme uğradığı, her şeyin sorgulandığı bir devrimdir: “Her tramvay vagonu, her kuyruk, her köy toplantısı, politik tartışmalara ev sahipliği yapıyordu. Kaotik yeni festivaller yapılıyordu, Şubat olaylarının yarattığı büyülü hava yayılıyordu. Çarın heykelleri devriliyor, bazen, bu amaç için tekrar dikiliyordu. (…) Çara ait semboller, portreler, heykeller, kartallar tahrip edildi. Devrimci ateş, beklenmedik hastalara bulaştı. Ortodoks rahibe ve keşişler ‘reaksiyoner’ üstlerini dışlayarak radikal dili benimsediler. Kilisede, hiyerarşinin tepesinde yer alanlar, devrimci ruh halinden şikâyet ediyorlardı.” Garsonlar kendilerine bahşiş verilmesini onursuzluk olarak tanımlayarak eylem yapıyor, askerler ordu içerisindeki hiyerarşiyi ve aşağılayıcı uygulamaları protesto ediyor, ülkenin her yerinden yüzbinlerce siyasi içerikli mektup gazetelere gönderiliyordu. Milyonlarca insan hızlıca politikleşiyordu.
 
Şubat Devrimi, herhangi bir politik partinin baskın etkisinden söz edilemeyecek bir devrimdi. Sovyetler işçiler tarafından hayata döndürüldü, her grup kendi sovyetini kurmaya başladı: asker sovyetleri, köylü sovyetleri. Şubat ile ekim ayları arasında Rusya genelinde 1429 sovyet kuruldu. Sovyetlerin bu denli etkili olması ülkede bir ikili iktidar durumu yaratmıştı. Ancak şu atlanıyordu: (Emperyalist ülkeler tarafından jet hızıyla tanınan) Geçici hükümet herhangi bir seçimle işbaşına gelmemişken, Sovyetler tamamen tabana dayanıyordu.
 
Böyle bir ortamda, ‘mühürlü tren’iyle Lenin Rusya’ya doğru gelmekteydi. Tren yolculuğu esnasında yazdığı Nisan Tezleri, daha önce mektuplarında partisine önerdiği politik yönelişin derli toplu formüle edilmiş haliydi. Ancak, Rusya’daki Bolşeviklerle Lenin’in devrime bakışları arasında dağlar kadar fark vardı. Partinin büyük bir bölümü 1905 sonrasının stratejisinde kalmışken, cephedeki bozguncu eylemlere karşı önlemler talep ederken, Menşeviklerle birlik görüşmeleri gündemdeyken, bütün bunlara karşı çıkan Lenin ve birkaç yoldaşı iktidarın sovyetler tarafından ele geçirilmesini ve önlerinde sosyalist devrim görevinin bulunduğunu savunuyordu. Birinci grubun sözcüsü konumundaki Kamenev “anlaşmazlıklarımız” başlıklı makalesiyle parti içerisindeki bu ayrışmayı net olarak ortaya koyuyordu.
 
Ekim’e kadar geçen sürede partinin çoğunluğunu görüşlerine ikna eden Lenin oldu. Ancak bu süre içerisinde Lenin’in taktikleri de değişiyordu. Şubat sonrasında partiyi sola çekmeye çalışırken, işçilerin radikal eylemler içerisine girdiği Temmuz Günleri’nde bu sefer sağa çekmeye çalışıyordu: “Ayın 20’sinde, telaşlı ve perişan vaziyetteki Lenin, salona hitap etti. ‘Devrimci ruhlarını’ onaylayacağını varsayanları şaşırtarak, iktidarın derhal ele geçirilmesi konuşmalarının henüz olgunlaşmamış olduğuna vurgu yaptı. Böyle bir girişim için kitle desteğine sahip olmadıkları bir dönemde, düşmanları onlara yem atıyorlardı. Lenin, ‘güncel öncelik –Sovyet üzerinde nüfuz kurmak için– bıkıp usanmadan bu desteği artırmak için çalışmaktır’ dedi.”

Tüm İktidar Proletaryaya

 
Temmuzun son günlerinde ise Lenin’in önerdiği slogan değişmişti: “Lenin, SR’ler ve Menşeviklerin, altın tabakta sunulsa bile iktidarı kabul etmeyeceklerini net bir biçimde açıkladıklarını, söyledi: Onlar iktidarı burjuvaziye terk etmeyi seçtiler. Bu yüzden, ‘Tüm İktidar Sovyetlere’ sloganı modası geçmiş bir slogandır. Bunun yerine, kabaca değil ama kesin olarak şunu talep etme zamanıdır; ‘Tüm İktidar Devrimci Partisinin –Bolşeviklerin- Liderliğinde Proletaryaya”
 
Sovyetlerde etkili olan diğer partilerin yalpalamalarının yanında, ağustos ayında gerçekleşen Kornilov Darbesi de Bolşevikleri güçlendiren diğer bir olay oldu. Kerenskiy’in emirlerine karşı gelerek iktidarı ele geçirmek isteyen General Kornilov’a karşı Bolşevikler işçileri ve askerleri oldukça etkileyen bir propaganda ve örgütlenme faaliyetine giriştiler. Bunun sonucunda işçiler ve askerler darbeye karşı başarılı ve etkili bir mücadele verdiler. Bütün bunların üzerine Kerenskiy’in Kornilov ile kendi iktidarını güçlendirmek için pazarlıklar yaptığı da ortaya çıkınca, burjuva ve reformist partilere duyulan güven oldukça azaldı.
 
Eylül ayına gelindiğinde, politik arena nisandakinden tamamen farklıydı. Bolşevikler Sovyetlerde oldukça güçlenmiş, işçi sınıfı ve askerlerin güvenini kazanmıştı. Barış, ekmek ve toprak sloganını hayata geçirebilecek bir politik güç olarak görülüyordu. Bu durum Menşeviklerin ve SR’lerin sol ve sağ kanatlarını da birbirlerinden oldukça uzaklaştırıyordu. Ancak sağ kanatların gücü hâlâ Sovyetleri sinik bir pozisyonda tutmaya yetiyordu.
 
Silahlı ayaklanma kararı Bolşevik Parti MK’sında bir hafta içerisinde iki kere oylandı. Kamenev ve Zinovyev’in muhalefetine rağmen iktidarın ele geçirilmesi kabul edildi. Ve 7 Kasım günü Kerenskiy ve hempalarının barındığı Kışlık Saray ele geçirildi. Tarihin gördüğü en kansız ayaklanmalardan birisiyle iktidar, işçi sınıfının kendi özlemlerinin ve siyasi mücadelesinin cisimleştiği irade olarak gördüğü Bolşevik Partisi’ne geçti.
 
Mieville’nin Ekim’i, 1917’nin devrimlerini “büyük isimler” üzerinden anlatan sağ tarihçiliğin de, resmi Sovyet tarihçiliğinin de aksine, aşağıdakilerin, tek tek proleterlerin, köylülerin, askerlerin hikâyesi olarak anlatıyor. Edebiyatçılığının etkisiyle, siyasi tarihçilerin önemsemediği, ayrıntılarla hikâyeyi kuruyor. Gündelik hayattaki “sıradan” insanın başrolü oynadığı bir hikâye Ekim Devrimi. Tarihte ilk defa, monarşinin, otokrasinin, emperyalist barbarlığın ötesinde yeni bir dünyanın arandığı bir devrim, daha sonra başka yollara girse de, bir süre de olsa başka bir dünyanın imgesini bize gösteren bir devrim: “Ekim, bir an için, yeni türde bir iktidar getirdi. Geçici olarak, üretimde işçi kontrolüne ve köylülerin toprak üzerindeki haklarına doğru bir yöneliş oldu. İşte ve evlilikte erkekler ve kadınlar için eşit haklar, boşanma hakkı, annelik desteği. 100 yıl önce homoseksüelliğin suç olmaktan çıkarılması. Ulusal kendi kaderini tayin yönünde hareketler. Özgür ve genel eğitim, okur-yazarlığın yayılması. Ve okur-yazarlık ile kültürel bir patlamanın meydana gelmesi, öğrenmeye susamışlık, üniversitelerin ve konferans serilerinin ve yetişkinler için okulların mantar gibi çoğalması. Lunaçarskiy’in söyleyebileceği gibi, fabrikalarda olduğu kadar, ruhta da değişiklik. Ve bu anlar bastırılmış, geriye döndürülmüş, çok kısa sürede soğuk şakalar ve anılar haline gelmiş olsalar da, aksi de olmuş olabilirdi.”

Devrimciler Neden Melankoliktir? – Daniel Bensaïd

Tarihin a-modern bir temsili, ilerlemenin mekaniğine güvenden ziyade tehlike bilinci üzerinde durur. Söz konusu tehlike, yenilgilerin ebedi dönüşü ve yenilmişlerin sonsuz mahkumiyetidir. Komünün bastırılmasının ardından Taureau kalesine hapsedilen Blanqui’nin “cehennem vizyonu”, Benjamin tarafından da gelecek Holokost’un önsezisiyle hissedilen bu “tarihsel bilincin kabusunu” resmeder: “Dünyanın yüzü asla en yeni olana göre değişmez, bu aşırı yenilik her daim kendine özdeş kalır. Cehennemin ebediyetini yapan da budur”(1).

Blanqui’nin kozmik fantasmagoryasında dünyalar tekerrür eder ve tarih kekeler. Hapsedilmiş Blanqui’nin ikiz yıldızı Baudelaire’in şiiri “aynının ebedi geri dönüşünde yeniyi ve yeni-olanda aynının ebedi geri dönüşünü gösterir”. Moda, “kitle üretimiyle ilk defa duyular tarafından algılanabilir hale gelen” bu ikili hareketi sahneye koyar”(2). Hiçbir aşk, uçan Hollandalı efsanesinde olduğu gibi mahkûmu ebedi lanetlenişinden kurtarmaya gelmiyor. Oysa yalnızca bir aşk karşılaşması yahut devrim hadisesi ebediyetin büyüsünü bozabilir. Zamanda kırılma yaratan bu olaylar gerçekleşmediği taktirde “dünya cesametinden çok, ebediyeti ile ele geçirir aklı”.

Uzamsal baş dönmesi, zamansal baş dönmesi.

İlerleme yanılsaması “ebedileşmiş güncellik” içinde kaybolur: “Evren sonsuz biçimde tekerrür eder ve yeri eşeler. Aynı sözleri bıkıp usanmadan tekrarlayan bu ebediyet hiç şaşmadan sonsuzluk içinde aynı temsilleri oynar”. Bu kapalı gelecek ancak bir son yargı gününde yapılacak son özetle birlikte kavranabilir hale gelebilir.

Oysa belirsiz bir tarih içinde “çağrı sonsuza dek açık kalır”. (3)

Borges, “dünyadan da yoksul” bu hayranlık uyandırıcı ebediyetin melankolik yankısını duyar. Bu ebediyetin sıradan zamanı, düşmüş, konumunu yitirmiş bir biçimdir, “lime lime edilmiş bir yeniden üretimdir”. Günceli “geçmiş içinde çözülme yolundaki şimdiki anın can çekişmesine” indirgeyen bu “cehennem parçası” “usanmış bir umuttur”: “İnsanlar tarafından hayal edilmiş çeşitli ebediyetlerden hiçbiri geçmişin, bugünün ve geleceğin mekanik biçimde yan yana getirilişi değildir. Hem daha basit hem de daha büyülü bir şeydir: tüm zamanların eşanlılığıdır”(4). Zamanların bu iç içe geçişinde an ve ebediyet birbirine karışır. Köken ve son bir araya gelir. Ne öncesi ne de sonrası vardır artık, sanki uzam, yola koyulacak bir başka yer bırakmayarak tek bir mekânda birleşmiş gibi.

Lucretius’in ardından Borges de ebediyet arzusunun ikili karakterinin altını çizer; hem korkulan bir kesin istirahat dönemi, hem de bir aşk bolluğuna yönelik dindirilemeyen bir açlık: doymayan sevgililer “umutsuzca, aşık dişleri birbirine yapışırcasına, nafile” sıkı sıkı sarılırlar, çünkü “birbirlerinin içinde kaybolmayı veya tek bir varlık olmayı başaramayacaklardır”. Aşk ve devrim bu şiddetli mutlaklık arzusunu, bu dişe diş tutkulu ısırığı paylaşır. Ebediyetin umutsuzluk verici aynası olmaksızın, evrensel tarih, kibirlerinin dört bir yana dağılışı içinde sonsuza dek kaybolan zamandan başka bir şey değildir. Şimdinin hazzı içinde ebediyet mevcudiyeti ise tam tersine zamanların harmonisini [uyumunu] gerektirir. Onların müziği arzu simgesi altında yükselir, ki bu tam da ebediyetin “stilidir”.

Böylece Borges zamanın ve siyasetin erotiği arasında garip bir mütekabiliyet sezer. Devrim veya aşk hadisesi “gerçek vecd anı” ve “olası ebediyet kapısı” şeklinde ortaya çıkar.

Ebediyet, ceza ve vecd ebediyeti şeklinde iki yüze sahiptir. Borges sınırlı bir zaman içinde birincil unsurlar arasındaki bileşimlerin sınırlı sayısı tarafından matematikleştirilmiş ebedi geri dönüşün bu iki zıt boyutunu kavrar. Dünyaların evrensel tekerrürünün bu kaygı verici mitinde Blanqui, Stoacılığın veya Leibnizci Apokatastaz’ın paradokslarını görür. Hayal kırıklıkları bağlamında oluşan garip bir seçmeci yakınlıkla, Blanqui, çağdaşları olan Zamansız Düşünceler’in Nietzsche’si ve yenilmiş Komün’ün Rimbaud’suyla buluşur.

İlerleme hayranlığının karşıt kutbundaki bu üç şahsın ortak noktası felaketin geri gelişi hissiyatına sahip olmalarıdır. 1848’den beri Termidor hep kazandı ve “Termidor kümesinin tarihten hiçbir zaman yok olmayacağı” düşüncesine kapılmış bulur insanlar kendilerini. Bu, “burjuva biçiminin giderek tüm dünyaya yayılmasında her türden ilerlemenin nedenini ve sonunu gören herkesin fikridir” (5).

Blanqui’nin aksine, Nietzsche tarihin umuda açık olan tek bölümünden, “kavşaklar bölümü”nden bihaberdir. 1883 sonbaharında cehennemsi tekrarın umutsuzluğu mutlak hale gelmiştir. “Ay ışığında sürünen bu ağır kanlı örümcek ve kapının önünde kısık sesle konuşan, kısık sesle ebedi şeylerden konuşan sen ve ben, geçmişte daha önce var olmadık mı? Ve yeniden uzun yola, sallanan bu uzun yola gelmeyecek miyiz, ebedi olarak geri gelmeyecek miyiz?” Aynının bu özdeş geri dönüşü dehşetini önleyebilmek için Nietzsche’nin büyük bir fark yaratan o küçük sapmadan, o hafif esnemeden, döngüyü kıran ve onu otantik bir yeniliğe açan özgürleştirici clinamen’den bile umudu yoktur. “Uzak mutluluklar”a yönelik umuda hiçbir yer bırakmıyor. Onun için tek şans şimdiki zamanda yatıyor, bu zamanı “yeniden ve tüm ebediyet boyunca aynı şekilde yaşamayı arzulayacak” şekilde yaşamak için uğraşmakta yatıyor.

Bu satırları yazarken Nietzsche, Blanqui tarafından on yıl önce hücresinde ateşler içinde kaleme alınmış ebediyet kabusundan haberdar değildi. Büyük döngüsel öğretiler içinde Blanqui’nin astral ebediyeti, Borges’e göre “üzerinde en çok düşünülmüş ve en kompleks” olanıdır. Profesyonel fesatçı büyük tarihsel vaatlerin sözcüsü değildir: “Bizim tezimiz yüz sade cismin sonsuz özgün bileşimlerin oluşumuna elvermeyeceğini savunuyor. […] Özgün tiplerin sayısı sınırlı, taklitlerin veya tekrarlarınki sınırsızdır. Sonsuzluk bununla oluşur. Her tipin arkasında sayısı sınırsız olan bir tıpatıp benzerleri ordusu vardır”. Bu nedenle “bizler kopyanın bir parçasıyız”, her ne kadar “büsbütün bir benzerliğe”, “gerçek bir ikiz-dünyaya” rastlamadan önce milyarlarca çeşidi saymak gerekse de. Ve “dünyamızın her büyük olayının da bir karşılığının olması, özellikle de kader burada bir rol oynadıysa” bundan dolayıdır. “İngilizler belki de birçok kez düşmanlarının General Grouchy’nin hatasını işlemediği dünyalarda Waterloo muharebesini kaybetmiştir. Bu hatanın işlenmesi pamuk ipliğine bağlıydı. Buna karşılık, Bonaparte burada bir kaza olan Marengo zaferini başka yerlerde her zaman kazanmamıştır”.

Bileşimlerin sonsuz karmaşıklığı içinde, mümkünler çok sayıdadır ve muhtemel-olan da her seferinde kazanmaz. Bu, kimi zaman “pamuk ipliğine”, bir “kazaya” bağlıdır. Yeniden başlangıçları seyrinden saptıran kavşaklar bunlardır işte. Dolayısıyla yenilgilerin tekerrürü mutlak bir kader değildir.

Blanqui, Aşil’in “tekrar Truva’yı kuşatacağını”, “aynı dinlerin ve aynı törenlerin yeniden doğacağını”, “insanlık tarihinin tekerrür ettiğini”, “olmuş olanın tekrar olacağını”, “fakat özel değil yalnızca genel düzeyde” böyle olacağını 1616’da yazan Lucilio Vanini’ya (6); sınırlı partikül sayısının sınırsız sayıda bileşime yol açamayacağını fark ederek, sonsuz bir süre içinde tüm olası durum ve düzenlerin sınırsız sayıda gerçekleşeceği sonucuna varan Hume’a; “bireylerin hayatının ayrıntılarına kadar aynı koşullardan geçeceği bir zamanın mecburen geleceği” şekilde sınırlı sayıda işaretin sınırsız bileşiminin kaçınılmaz biçimde tekrar edeceği sonucuna ulaşan Leibniz’e göndermede bulunur.

Blanqui de, kendini, Taureau kalesindeki hücresinde “bir masada, bir kalemle, giysiler içinde, tümüyle benzer koşullarda” yazdıklarını tekrar ve tekrar, sonsuza dek yazar halde hayal eder. Bu trajik kader sonsuz kez yeniden gerçekleşebilir. Fakat bu, bir diğer mümkünün, istisnai bile olsa, bir kavşaktan geçerken meydana gelmesini, Grouchy’nin Waterloo’ya zamanında yetişmesini, Spartacus’ün Crassus’e üstün gelmesini, Münzer’in köylüleriyle başarıya ulaşmasını, Komün’ün Versailles’ı yenmesini engelleyemez.

Vanini daha o zamanlarda tarihsel yeniliğin girebilmesi için dar bir kapı tasarlar: yineleme özgün olanın üzerine özelde değil genelde biner. Tekrar eden bileşimler düşüncesi içinde Leibniz, çeşitli kopyalara rağmen kimi şeylerin “her daim söylenebilir fakat hiç söylenmemiş” olacağını, çünkü hiçbir dönüşün mükemmel olmadığını, ve “olayların, her ne kadar görünmez biçimde olsa da devrimler sonucu yavaş yavaş en iyiye doğru gelişebileceğini” yazar.

Gerçekten de tarih ve dil matematiksel bileşimlere indirgenemez. Tekrar kutusu hiç boşaltılmadığı taktirde, dünyamızın geleceğinin “milyonlarca kez yol değiştireceğini” ve geleceğin ancak yeryüzünün ölümüyle kapanacağını vurgular. Bu arada, her saniye tercih edilen yol ile tercih etmiş olabileceğimiz yol arasındaki kavşağı getirir karşımıza. Dolayısıyla yalnızca beklenmeyen hadise “umuda açıktır”, çünkü “burada olamadığımız her şeyi, başka bir yerde oluyoruz”.

1840’lı yıllarda, “modernlerin ölümcül hastalığı” olan sıkıntı, bir salgın gibi yayılır. Beklenti ufkunun çöküşü “sıkıntıyla astarlanmış bir evrende” taş üstünde taş bırakmaz. Musset, o kederli Olympio* fazla yaşlı bir dünyaya fazlasıyla geç geldiğini düşünür. Vigny Musa’nın Chanaan’ın eşiğindeki sonsuz bıkkınlığını hisseder. Nerval “melankolinin kara güneşini” yüceltir. İntihar telaşı içinde Poe “kendiyle çelişme ve çekip gitme” hakkını savunur. Kartaca’yı yeniden canlandıran Flaubert’in sonsuz kederini de ekleyelim. Hepsi kayıp bir geçmiş adına bugünün reddini, ama bunun yanı sıra da modernitenin kesinlikle modern bir eleştirisini ifade eder.

Romantizm, Lamartine’in gözünde zaten sıkılmakta olan 1839 Fransa’sının yankısını taşır. Baudelaire romantizmde “işsiz Herküller” için bir sıkılma teorisi görür. Büyük kahramanlar artık ölmüştür. Konvansiyon’unkiler gibi Roma’nın devleri de ölmüştür. Temmuz monarşisi döneminde Borsa mutluluk içindedir. Tüm toplum kumar düşkünlüğüyle kendinden geçer. Kracauer bu dönemle ilgili bir anekdot aktarır. Garip bir çöküntüye, kendinden ve diğerlerinden tiksinmeye kapılmış bir hasta doktora gider. Doktor da yeniden neşesini kazanması için Funambules’de çıkan pandomim oyuncusu Debureau’yu izlemesini salık verir. “Debureau benim” diye cevap verir hasta. Bu sıkıntı, bu “dünyanın ıstırabı,” Debureau’nun acısını çektiği bıkkınlığı saplantı haline getirmiş “insanların anlamdan yoksun boş zamanın, akıp giden ve yalnızca kendini sürükleyen zamanın mırıldanmasını dinlediği” bir dönemin işaretidir (7).

“Fikirlerin sonbaharı”nda, bu sıkılmış dünyayla boğuşurken – “melankolik valslar ve bitkin baş dönmeleri”– Baudelaire, nafile, “gençleşmiş güneşlerin” özlemini duyar. Pascal’de ve “onunla birlikte devinen girdabında” kendi benzerini görür. Keşişlerin ve münzevilerin derin kederi, kapalı kalmanın doğurduğu sinir zayıflığı, Petrarca’nın acedia’sı Walter Benjamin’e kadar aktarılır onun aracığıyla:

Alçak ve ağır gökyüzü bir kapak gibi

Uzun sıkıntılara yem olan iniltili ruhun üstüne biniyorken

Ve tüm çemberi kavrayan ufuktan

Gecelerden de kederli kara bir gün üstümüze boşalıyorken.

Yeryüzü nemli bir hücreye dönüştüğünde…

Oysa Saint-Just’ün ve Blanqui’nin özlü melankolisi bu romantik melankoliden farklıdır. Onlarınki Antikite’de gelecek için silahlar arayan, klasik bir melankoli, aktif bir melankolidir. Ne birinin ne de diğerinin Ortaçağ harabelerine merakı vardır.

“Yirmi yaşındayım; kötü yaptım; daha iyi yapabilirim” diye yazar soğuk bir biçimde Saint-Just Organ şiirinin önsözünde. Gençliği daha o zamandan iyileştirilemez bir yetersizlik duygusuyla örselenmiştir. “Her şeyin mümkün hale geldiği” bir zamanın karakteri, “dünyanın metamorfozunun” aktörü olarak, kral katlinin gerektirdiği cesaret ile “bir zorbayı yargılamanın dini bir şey olduğu” bir yüzyılın barbarlığı karşısındaki korku arasında bölünmüştür. Acele yaşamının izlerinde, “nafile şeylere dönük tiksintisi” ile itiraf edilemez “kederinin sırrını” sürükler.

Devrim hadisesi, kısa sürmesi itibariyle kendi boyutuna uygun tek eserdir. Saint-Just bir maceracı yahut sıradan bir eylem insanı değil, fakat daha nadir rastlanan bir türe aitti: bir “eylem düşünürü”dür. Eylem imkânsız hale geldiğinde susar, kesinkes. Malraux’nun kendisi için kullandığı “uyurgezer umursamazlığa” kapanır. Mantığın kurallarına dayalı bir infazın acı ve umarsız bekleyişi içinde “intiharın kanadı son gecesine uzanır”. Notlarının ve açıklamalarının sonunda her daim yer alan “… gerekiyor” sözleri gitgide ulaşılmaz hale gelerek “mantıklı bir çılgınlığa” varan askeri ve siyasi bir zorunluluğa işaret eder. Saint-Just “Devrim kabiliyeti”ne sahipti ve “kısa hayatı yalnızca muzaffer bir Kıyamet içinde akıyordu”(8).

Yüzyıl içinde Saint-Just’ün bu aldırmaz melankolisine, fesatla dolu hayatı “Baudelaire’in hayalinin kız kardeşi” gibi görünen bir diğer “eylem düşünürü”nün, Blanqui’nin eğilmez melankolisi karşılık gelir. Bu ikisi “III. Napolyon’un Haziran savaşçılarının umutlarını altına gömdüğü taşın üzerindeki birleşmiş eller” gibidir (9).

Devrimciler neden büyük melankoliklerdir?

Robespierre’in 8 Thermidor söylevindeki kabullenilmiş yenilgi tespiti şeklindeki nihai melankolisi: “Adaletin yalan olduğu […] bir düzende neden daha fazla kalınsın? Ölüm ölümsüzlüğün başlangıcıdır.”

Son mücadelesinde “bitlerin sosyalizmi alt edeceğine” kanaat getirmiş, hareketsizliğe mahkûm edilmiş bir diğer “eylem düşünürü”nün, Lenin’in melankolisi. Mayıs 1918: “Felaket bizi gözlüyor, çok yakında, eli kulağında.” Temmuz 1918: “Halk bayıltılmış, yarı ölü bir adama benziyor.” Ocak 1919: “Umutsuz bir krizden geçiyoruz.” Aralık 1920: “Durum dehşet verici.” Nisan 1921: “Bu durum çıkışsız görünüyor.” Haziran 1921: “Ülkenin yıkımı olağanüstü düzeyde.”

Tabii ki Benjamin’in intiharcı melankolisi, 1927’de hıçkırıklar içinde, valizi dizlerinde Moskova’yı terk ederken; 1933’te ilk kez kendini ortadan kaldırmayı denerken; ve 1940’ta bunu başardığında, Pireneler’in artık geçilmeyen geçidi önünde gözleri felaketin üzerine fal taşı gibi açılmış, yüzyılın bulantısı ve yorgunluğuyla bitap düşmüş haldeyken.

Tucholsky’nin uzak görüşlü ve yine intiharcı melankolisi: “Yalnızca artık var olmayacağı vakit kazanacak bir sosyal-demokrasi görüyorum –ve sadece alçak, gevşek ve çıkarcı olmasından ileri gelmez bu- fakat muharebeyi kaybetti çünkü öğretisinin hiçbir değeri yok […]. Sıfırdan başlamak gerekiyor. Sıfırdan başlamak ve sadece Papa’nın yapmasını bildiği gibi kendi yandaşlarına ihanet eden şu gülünç Stalin’i dinlememek lazım –bu kesinlikle özgürlüğü getirmeyecektir. Sıfırdan. Ta başından. Biz bunu göremeyeceğiz […]. Cesaretim mi kırılıyor acaba? Ama yanlış ve yanıltıcı umutları ortadan kaldırmak da az buz bir şey değildir” (10). O da “biz reddiyecilerin, nefretle ve aşkla mücadele etmek istediği” bir çağın çelişkisinin tutsağı. “İçi boş şekillerin ve esasında artık var olmayan şeylerin sıkıca tutunduğu” bir çağdır bu. Tüm bunlar bitti, “bitti – hissetmiyor musunuz?”. “Burjuva çağı gidiyor”, ve neyin geldiğini de “kimse bilmiyor”, “hiçbir şey birbirine tekabül etmiyor, eski kelimeler yeni hiçbir şeye tutunamadığı için yere düşüyor”. “Var olmayı bırakan bu yazar” için Kafka’nın Amerika’sındaki en güzel şey olmayı sürdüren “onu boydan boya kat eden derin melankolidir”.(11)

Mariategui’nin sebatkâr ve bitkin melankolisi; fiziksel olarak örselenmiş, daha yirmi bir yaşından itibaren “çok büyük ve belirsiz bir yorgunluğa” kapılmış, “imkânsız okşayışlar arzusunun” azabını çeken Mariategui. O zamanlar her şey ona “karanlık ve trajik” geliyor. İki sene sonra aynı can sıkıntısı ve “feci yorgunluk duygusu”ndan söz ediyor: “Sıkılıyoruz; monotonluk ve rutin hastası olarak uyanıyoruz; bitkinlik şeylere ve ruhlara nüfuz etmiş durumda…” Devasa bir tasarıya adanmış olsa da varlık ancak can çekişir halde olabilir: “Can çekişen, mücadeleyle yaşar, yaşamın kendisiyle mücadele eder, ve de ölümle.”(12)

Guevara’nın ironik melankolisi; ki o da klasik bir melankolidir, “bir sanatçı şevkiyle işlenmiş” iradesinden söz ettiği, Vietnam halkının trajik yalnızlığında “insanlığın mantığa aykırı bir uğrağını” gördüğü vakit. Bu mantıksızlığın sonucu, arzulanmış bir intihar değil, örnek olarak gerekli bir yenilginin kabulüdür: “Birçokları ölecek, kendi hatalarının kurbanı olarak.”

Ve son olarak Marcos’un melankolik mizahı; “ufkun karardığı”, her satırın son satır olabileceği, olayların gelişiminin pek iç açıcı görünmediği ve “son bulabileceği” anda “ishal ile nostalji” arasında kalan bir melankoli. Oysa bu varsayım karşısında nezaketle gülümser Marcos. Her şeye rağmen gülümser, “genelde gözyaşlarının ardında görünen o tebessümlerden biriyle”: “Devrimizin sonu yaklaşıyor. Size çok yoğun biçimde parlama, güneşin gözleri kamaşana kadar parlama sözü veriyoruz, sonsuza dek yok olmadan önce.”(13)

Hep bu aşırı yorgunluk duygusudur, Musa’nın Chanaan’ın eşiğinde, Saint-Just’ün uykusuz son gecesi boyunca, Benjamin’in kapanmış sınırın ayağında, Guevara’nın son yürüyüşünün şafağında hissettiği. “Her saniyesinin hayatı ve ölümü yazı turada oynadığı” o tereddüt anlarında hissedilen duygudur bu. Sanki, der Marcos, “her şeyi dışarıdan görüyormuş, çok yorgunmuş, sanki bu filmi pek çok kez izlemiş gibiyim, tarihte, hayatta, ölümde. Körelmiş gibiyim, diyorum”. Sürekli baştan başlayan filmin ve hiç tamamlanmayan görevin yorgunluğu bu. Tehlike karşısında hiçbir sahte pehlivanlık, hiçbir teselli edici zafer teminatı yok, yalnızca yapılması gerekeni yapmış olma duygusu: “Kaybedemeyiz. Yahut daha doğrusu kaybetmeyi hak etmiyoruz” (14). Hak etmek – adına düzenlenen o karanlık mahkemenin öylesine sıkça yanıldığı– bir tarih meselesi değil bir bilinç meselesidir.

Ya Troçki’nin öylesine titizce saklanmış, edeplice uysallaştırılmış melankolisi? Her daim aktif olan, umutsuzluğun eşiğinde pes etmeyen, silahlarını bırakmayan bir melankolidir bu. Troçki’nin melankolisi hiçbir yerde, Barbizon ve Oslo arasında, 1935’te, iki felaket arasında çiziktirilmiş Sürgün Günlüğü’nün birkaç özel sayfasındaki kadar dokunaklı değildir (15). 

Bu yine bir sürgün ve iltica çağıdır, yandaşların dört bir yana dağıldığı, ailenin parçalandığı bir dönemdir. İlk eşi Alexandra Sibirya’ya gönderilmiş; küçük oğlu Seryoja sürgün edilmiş; büyük oğlu Lyova Paris’te sürgün; ilk kızı Zina Berlin’de intihar etmiş; damadı Platon Volkov kayıp; sınırlar arasında gidip gelen yetim torunu Seva ise, Rusça, Türkçe ve Almancadan sonra Paris’te dördüncü dilini öğrenmekte…

En kötüsü ise henüz gerçekleşmemiştir.

Troçki günlük tutacak biri değildir. Sürgündeki yaşamın “hücrelerine kapatılmış tutuklularınkinden çok az farklılaştığı”, “günlerin bıkkınlık veren bir biçimde sürüp gittiği” (1 Haziran 1935) günlerde “geçmişin bugün hareket olasılığını kestiği” bir düşünürün (7 Şubat 1935) melankolisini birkaç okul defterine emanet etmesi için uykusuzluk ve had safhada sıkıntıyla dolu saatler gerekmiştir. Bu durumda, yıkım içindeki bu uzgörü, gelecek zorluklar hakkında yanılsamalarından kurtulmuş bu kavrayış dizginlenemez hale gelir, gökyüzündeki değişimlerden, mevsimlerin tonundan, saatlerin kararsızlığından sezilir.

21 Mart: “İlkbahar, güneş ortalığı ısıtıyor, menekşeler on gün oldu başlarını çıkaralı, köylüler bağlara gidip geliyorlar. Dün gece yarısına kadar Bordeaux’dan Walkyrie’yi dinledik. İki yıllık askerlik hizmeti. Almanya’nın yeniden silahlanması. Yeni bir “son” savaş hazırlığı. Köylüler sakin sakin asma kütükler arasında bağ buduyor, tarlalarını gübreliyorlar. Her şey doğal düzeni içinde.”

4 Nisan: “Son günlerde hava birdenbire değişti. Bahçenin çiçekler içerisinde olmasına karşın, sabahtan beri kar yağıyor bugün, her şeyi beyaz bir manto ile örttü önce, sonra da eridi, şimdi ise yeniden yağıyor ve yine çabucak eriyor. Gökyüzü gri, bulutlar dağlardan vadinin içinde doğru kayıyorlar, ev soğuk ve nemli. Ve Natalya yüreğinde zorlu bir ağırlık, kendini ev işine vermiş durumda… Yaşam kolay bir şey değil…”

Hep aynı sancılı hissiyat yayılır, ölümünden birkaç ay önce kaleme alınan vasiyetinin son satırlarına kadar. 27 Şubat 1940: “Tam şu anda, Natalya avlunun penceresi önüne geldi ve havanın odama daha serbestçe girmesi için, biraz daha açtı pencereyi. Buradan, duvar boyunca geniş yeşil çimen şeridini ve duvarın üstünden açık mavi gökyüzünü ve hepsinin üzerinde de güneşin ışığını görebiliyorum. Yaşam güzel. Gelecek nesiller onu bütün kötülüklerden, bütün baskılardan ve her tür şiddetten arındırsınlar, ve doyasıya tadını çıkarsınlar.”

Bu kimi zaman bir hastalık melankolisi. 29 Haziran 1935: “Hastalığı yıpratarak alt etmeye çalışıyorum, gölgede uzanmış halde kalıyor, hemen hiç okumuyor, hemen hiç düşünmüyorum.” Hareket fırsatlarının azaldığı bir yaşın ve geçen zamanın melankolisi. 25 Mart 1935: “Lenin ile (ya da daha doğrusu Turgenyev ile) elli beş yaşını geçmekten daha büyük bir kusur olmadığı konusunda hemfikirim. Benim, mirasın devredilmesini sağlamak için, en az bir beş yıl daha aralıksız çalışmam gerekiyor”. Tabii ki bir yalnızlık melankolisi: “Rakovski temelde benim eski devrimci kuşakla son bağımdı […], eski mücadele arkadaşları ile bir çeşit sembolik bağ […]. Şimdi artık hiç kimse yok.”

Özellikle de bir mağlubiyet melankolisi, Peguy’nin tespit ettiği bir “galip mağlubiyetler” melankolisi: “Bizler mağluplarız, bu en azından mutabık olacağımızı düşündüğüm bir nokta. Anlaştığımızı düşündüğüm bir nokta. Galip mağluplarız. Ve mağlubiyetleriyle, mağlup bir galibiyetle kalmak istemeyen, kalamayacak olan, mağlubiyeti kaldıramayacak olanlarız” (16). Son ve kesin bir mağlubiyetin değil, daha da kötüsü, “kaç kez yeniden başlanan” bir mağlubiyetin mağlupları onlar, henüz hiçbir şeyin sona ermediği, her şeyin hala olabileceği duygusuna sahip mağluplar.

Galipler ise pek de beğenilecek halde değiller. Çünkü yanına bile yaklaşılmayacak, hiçbir ateşkesin, hiçbir uzlaşmanın mümkün olmadığı bir galip türü ve tipi vardır. Richelieu, der Péguy, “galip gelen bir moderndir”. Tallien, Fouché, Thermidor’un galipleri de moderndir. Ve de Stalin tabii ki. O Stalin ki 1934 Kongresi’ne, büyük duruşmaların gölgesinin belirmeye başladığı bürokratik reaksiyonun kongresine “galipler kongresi” adını vermek gibi son derece anlamlı bir fikri ortaya atmıştır! Bunların hepsi “profesyonel kazananlar” diye yazar yine Péguy, ne pahasına olursa olsun her koşulda kazanç elde etmenin profesyonelleri, kazanmak için her şeye razı, kazanmak için özel tercihleri olmayan, kuralları kendi lehlerine yaratan ve değiştiren profesyoneller. Açıkça değil sinsice, dolaylı yoldan, her zaman “gişenin arkasından” mücadele eden kazananlar.

Troçki ve Péguy’nin ortak noktası “geçimsiz, huysuz bir karakter”e sahip olmaları, yenilgi önünde eğilmeyen, pes etmeyen, “başarı”nın, burjuvalaşmanın ve bürokratikleşmenin rahatlığından kuşku duyan, tehlikeli suç ortaklıkları ve işbirlikleri önünde boyun eğmeyi, Devlet aklına tümüyle teslim olmaya varacak tavizleri vermeyi ısrarla reddeden bir karakter.

Yanılsamadan arınmış bu direniş mecburen melankoliktir.

Tıpkı yenilgi melankolisi gibi. Bu, belirgin bir düşman karşısındaki açık ve görkemli yenilgi değil, vasatlık ve dar kafalılık karşısında, bürokratik entrika ve alçaklık karşısındaki yenilgidir. Bu içeriden gelen bir yenilgi, içten kemiren, aşındıran, çökerten, içini boşaltan ve bitap bırakan, fiziksel olmaktan da çok moral bir yenilgidir. Bizler, diyor Péguy, “kendi tarafımız içinde mağlup”, “kendi davamız içinde mağlubuz”. Bir yenilgiden de beter, bu bir “yıkım”, “umudun büyük tükenişi”, yılların ve ruhun devasa yorgunluğu, ebediyete kadar tekrar ve tekrar uyanmanın büyük bıkkınlığıdır.

Ses getiren, ışıltısıyla şerefini ve mesajını aktaran yıkımlar varken, bu yenilgiler unutulma, küçümsenme ve gülünç görünme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu mağluplar “en nankör yenilginin mağluplarıdır”. Bu nedenle ne teslim olma hakkına ne de imkanına sahiptirler. Çünkü mağlup olmak yine azdır, alt edilmiş, ezilmiş, küçük düşürülmüş olmamaktır önemli olan: “Güçsüz olacağız, az olacağız, yalnız olacağız; fakat ikinci kez de teslim olmayı reddedeceğiz” (17).

Çünkü ilk sefer önemli değildir. Bir ilk reddiye kendiliğinden gelir.

Önemli olan ikincisidir, ikincisiyle başlar sadakat.

İdam sehpasına giden, Fleurus’ün süvarisi Saint-Just.

Otuz yıl boyunca hapsedilen, çılgınlığın kıyısında gidip gelen Blanqui.

Sipariş üzerine öldürülen, silahsızlandırılmış peygamber Troçki.

İntihar eden Tucholsky. İntihar eden Benjamin. Katledilen Guevara.

Hepsi intihar eğilimli mi, yoksa toplumun intihara sürüklediği kişiler miydi bunlar?

Umutsuzluktan değil, mantıktandı intiharları. Bir çağın imkanlarının ve sonuçlarının sonuna kadar gittikleri için. Zamansallıkların uyumsuzlaşmasına maruz kalan, mümkün olanla gerekli olanın artık temas etmediği fakat imkansızın her şeye rağmen gerekli olmayı sürdürdüğü vakit artık şanslarının kalmadığının farkında olan “eylem düşünürleri”ydi hepsi.

Klasik melankoliklerdi hepsi, fakat kesinlikle romantik değillerdi.

O dönemin gazete yazılarında Blanqui’nin Club des Halles’ının Racine’in ve Corneille’in oyunlarının sergilendiği günlerdeki Comédie-Française’e benzediği anlatılır: “Seçkin” görünümlü, “kusursuz bir kıyafet giymiş”, “nazik, ince ve sakin bir fizyonomiye, verip veriştirmekten uzak dengeli bir dile” sahip bir konuşmacının söz aldığı “klasik fesadın ortodoks kültüne ayrılmış bir kilise”. Benjamin bu konuda “1830 fesatçılarının kesinlikle klasik bir kavrayışa sahip ve romantizmin azılı düşmanları” olduğunu hatırlatır. 29 Temmuz 1830 akşamı ünlü “Batmış romantikler!”ini sunarken, Blanqui örnek bir biçimde “bu tipe sadıktır” ve kararlı bir anti-ütopizmle tümüyle bugünün sefaleti içinde eylemektedir. (18)

Landauer, devrimciler arasında, “giderilemez bir yetersizlik” duygusunun içlerini kemirdiği fakat yine de görevlerinin gerekliliğine ikna olmuş “melankoliye varacak kadar özgür insanlara” sıkça rastlandığını belirtir. Bu insanlar üstesinden gelinemez bir zamanlar arası uyuşmazlık içinde hareket etmeye mahkumdur. Büyük ihtimalle melankolilerinin kökeninde de bu yatar. O melankoli ki hem “modernliğin felaketi içinde basiretin tohumudur”, hem de bir “uyanış kapasitesi” taşır.

Pierre Naville de “bir çeşit temel umutsuzluğun”, işlerini ciddiye alan zeki insanların, uğraştıkları konuya sertçe uyguladıkları bir donanım olduğunu ifade eder. Kötümserlikleri “tüm çağlar gibi bir uzlaşmaya dayalı olan bu çağın hükümsüzlükleri ve hayal kırıklıklarından kaçabilmek” için en uç araçların arayışında onlara rehberlik eder. Bu kötümserlik Hegel’in felsefesinin temelinde ve “Marx’ın devrimci yönteminin kaynağında” bulunur (19). Modern siyaset sahnesinin bir siması olan melankolik devrimci de eğlencesiz bir hükümdardır**. “Tümüyle kendi zamanlarının adamları” olan, dönemleriyle fevkalade uyumlu ve çağdaş olan bir Luther’in, Fouché’nin veya Stalin’in tersine kendi arzularının azabını çeken bu kişiler yersiz, anakronik, her daim hem erken gelip hem geç kalan, eğreti ve geçici varlıklardır, tıpkı kısa süren ve daha fazla uzayamayacak olan kiraz mevsimi gibi.

Onların karakteristik dandy’likleri***, Saint-Just’ün ve Blanqui’ninki, iki dirhem bir çekirdek Troçki’nin ve hırpani tarzıyla Guevara’nınki, bir elbirliğinin belirtisidir. Baudelaire ruhun bu zorlu disiplininden, “sıradan farklılığın norma yönelik saygıya dönüştüğü” bu farklılaşma sıçrayışından söz eder (20). “Bir ayna önünde yaşamaya ve uyumaya mahkûm” dandy’nin bu ince elenip sık dokunmuş özgünlüğü Baudelaire’e “çöküş dönemlerindeki son kahramanlık parıltısı”, iki felaket arasında “metafizik bir kahkaha”yla sarsılan bir çeşit negatif kahramanlık gibi görünür.

Klasik dandy, hiçbir şey yapmamaya özen gösteren romantik dandy’den eylemin keskinliği ve ayrıntının kusursuzluğuyla ayrılır: Saint-Just Strasbourg’ta Ren ordusuna ayakkabı giydirmekle uğraşırken, Blanqui, eldivenleri elinde, fesat arkadaşlarını gizlice teftiş ederken, Troçki zırhlı treninde kusursuz kıyafetleriyle, Guevara son bir kez Rossinante’ye binerken ve Marcos kar maskesinin özenli anonimliği içinde. 1848’in arifesinde Baudelaire’in kendisi de “eylem perisi”ne kapılır. Onun gözünde dandizmle devrim arasında, “yasaların dışında”, kendi de şaşırmadan şaşırtmanın tadını çıkaran “muğlak bir kurumun” garip işbirliği yatar: “dandizm özellikle demokrasinin henüz sonsuz gücüne kavuşmadığı, aristokrasinin ise kısmen sallantıda olduğu geçiş dönemlerinde ortaya çıkar”. (21)

Temmuz isyancılarının coşkun fedakarlığıyla Antikite’nin Stoacılarının ölçülü kararlılığının tam ortasında bulunur bu kahramanlık. Bu Stoacılar için söz konusu olan, tıpkı Marcus Aurelius gibi, “her şeyi, her an hayatını terk edebilecek biriymiş gibi yapmak, söylemek ve düşünmektir”. Marcus Aurelius’in sıkıntısının sınırlarının olmadığı söylenir. Katıldığı savaş konusunda kuşkuları olan fakat yine de “Quade’lar ve Marcoman’lara karşı tatsız seferler” sırasında bu savaşı bilinçli biçimde yürüten Aurelius “bizzat kendi zaferlerinden duyduğu şüpheyle, her şeyden kopar ve evrensel hiçliğin izlenimine dalardı”. Bir saltanatın sonu. Bir çağın sonu. Bir oyunun sonu.

Daha o zamanlardan her yerde hâkim olan “derin bir hüzün”dü (22).

Çoğu kez özlü, kimi zaman ironik, her daim keskin bakışlı olup dokunaklı iç dökmelere rağbet etmeyen klasik melankoli kendine masal anlatmaz. Ölümcül bir dengeyle “donuk bir çizgide” adım adım ilerler.

Gerekli olan ile mümkün olanın ayrıldığı, mutlak çabanın göreli bir inanca dayandığı, uzak geleceğe yönelik ihtirasın yakın geleceğin sefaletine çarparak kırıldığı, hayal ile gerçek arasında hiçbir ortak noktanın kalmadığı vakit klasik dandy’ler tarafından paylaşılan hüznün gizemi budur.

Devrimlerin klasik melankolisi bir haz açlığını değil, Saint-Just, Blanqui veya Guevara’da karakteristik olan bir azla yetinme ruhunu tercüme eder. Ve Benjamin’in Blanqui’de gördüğü “bastırılmış olağanüstü melankoli”nin yüceliğine sahiptir. Soğukkanlı ve uzgörülü olan, boyun eğmeyen ve vazgeçmeyen bu melankolinin büyüsünü yitirmiş bir dünyaya dair –yine romantik– estetikleştirmelerle, ereklilikten yoksun postmodern sızlanmalarla hiç ilgisi yoktur. Sonuç olarak, ihanete uğrayan bir hadisenin sonsuza dek yasını tutan şu devrimsiz melankolilerle hiç ilgisi yoktur. Lyotard, yüzyıl sonuna ait bu “iyileştirilemez melankoli”de büyük özgürleşme umutlarından kurtulmuş bir insanlığın yas işaretlerini görür. Ona göre bunca hayal kırıklığının ardından ulaşılamayanın devrimci melankolisi kaçınılmaz olanın güçsüz hüznüne dönüşür: “Zeitgeist’te bir çeşit hüzün” vardır, biten bir yüzyılın “siyaset fikrinin çöküşüne bağlı” hüznü. Hannah Arendt’in de, “siyasal kurumların ve toplumsal geleneklerin bozgunu”na bağlı “siyasal alan içindeki yalnız kalışı” veya “insani ilişkiler alanındaki perişanlığı” tespit ederek ifade etmek istediği buydu.

İşte o zaman somut bir örnek yaratarak ikna etme imkanı, gerekli olanla mümkün olan arasında yeni bir bağ ihtiyacı yeniden belirir.

Kısacası bir “geri-kuvvet” melankolisi ihtiyacı.

Ve sonunda her zaman öncü kuvvete yetişen bir geri-kuvvet.

Tıpkı sonunda Guermantes tarafının Méséglise tarafıyla buluştuğu gibi.**** 

Ekim 1997

1. Walter Benjamin, Paris capitale du XIX. Siècle, Paris, Cerf, 1989, s.560 ve 901.

2. Walter Benjamin, Charles Baudelaire, un poète lyrique à l’apogée du capitalisme, Paris, Payot, 1982, s.230, 236, 239.

3. Auguste Blanqui, L’Eternité par les astres, Paris, Futur antérieur, 1973, s.120, 169, 102. (Yıldızlardan Ebediyete, çeviri: Cemal Yardımcı, Metis, 2015)

4. Jorge Luis Borges, Histoire de l’éternité, Paris, UGE, coll. “10/18”, 1964, s.169.

5. Antonio Labriola, Essais sur la conception matérialiste de l’histoire, Paris, Giard et Brière, 1902, s.41. 

6. Lucio Vanini, De admirandis naturae arcanis.

7. Siegfried Kracauer, Jacques Offenbach ou le secret du Second Empire, Paris, Le Promeneur, 1994, s.108.

8. Bkz Dionys Mascolo, “Si la lecture de Saint-Just est possible”, in A la recherche d’un communisme de pensée, Paris, Fourbis, 1993; ayrıca bkz. André Malraux, Saint-Just et la force des choses, 1954.

9. Walter Benjamin, Baudelaire, op.cit., s.145.

10. Kurt Tucholsky, Adieu révolution allemande, Grenoble, Presses universitaires  de Grenoble, 1981, s.214.

11. Kurt Tucholsky, Chronique allemandes, Paris, Balland, 1982, s.46.

12. José Carlos Mariategui, 28 Temmuz 1915 tarihli mektup ve Invitacion a la vida héroica, Antologia, Lima, Instituto de Apoyo Agrario, 1989, s.263.

13. Sous-commandant Marcos, “Depuis les montagnes de Sud-Est mexicain”, 24 Mart 1994, in Ya Basta!, II, Paris, Dagorno, 1996.

14. Sous-commandant Marcos, “En cavale”, in Ya Basta!, I, Paris, Dagorno, 1994, s.218 ve 321.

15. Lev Troçki, Sürgün Günlüğü (1935), çeviren: Aslı Aydın. Yazın Yayıncılık, Ekim 1997, İstanbul.

16. Charles Péguy, Victor Marie, Comte Hugo, Paris, Gallimard, 1942.

17. Charles Péguy, Cahier de la quinzaine XII, 15 Mart 1904, Œuvres en prose, Paris, Gallimard, “Pléiade”, tome I, s.1356.

18. Bu karşıtlığın hiçbir gizemi yoktur. Nostaljik, restorasyonist romantizm, muhafaza etmek için dönüştürme yönündeki devrimci iradeye sırt çevirir. Bu ahlaki romantizm ne geçmişin geleneksel inancına ne de bugünün rasyonel inancına sahiptir, ve “kendine bir inanç yaratmaya yönelik kaygılı bir arzuyla kıvranan ve bunu gerçekleştirebilecek güce sahip olmayan bu inanç eksikliği” telafiyi bir Ortaçağ dininde veya “kendine özdeş ırk dininin” belirdiği “romantik maskaralıklarda” arar. 

19. Pierre Naville, La Révolution et les intellectuels, Paris, Gallimard, 1928.

20. Guy Hockenghem ve René Schérer, l’Âme atomique, Paris, Albin Michel, 1986, s.16.

21. Charles Baudelaire, Œuvres complètes, Paris, Laffont, coll. “Bouquins”, 1986, s.807.

22. Ernest Renan, Marc Aurèle ou la fin du monde antique, Paris, Livre de Poche, coll. “Biblio Essais”, 1984, s.156.

* Yazar, burada Victor Hugo’nun “Olympio’nun Kederi” şiirine göndermede bulunur. Ç.N.

**Bensaïd burada Pascal’ın “eğlencesiz bir kral” sözlerine atıfta bulunur. Ç.N.

***Dandy: Tavır ve giyimlerinde inceliğe ve aşırılığa önem veren 19. yüzyıl İngiliz “züppeleri” tanımlamak için kullanılan terim.Ç-N.

****Bkz. Marcel Proust, Guermantes Tarafı, Çeviri: Roza Hakmen, YKY, Ç-N.

Çeviren: Uraz Aydın

Yazarın Le pari mélancolique (Melankolik Bahis, Fayard, 1997) kitabından alınıp çevrilmiş olan bu yazı daha önce şu derlemede yayımlanmıştır: Daniel Bensaïd, Köstebek ve Lokomotif, Tarih, Devrim ve Strateji üzerine Denemeler, Çevirenler: Uraz Aydın, Erkal Ünal, Mutlucan Şahan, Yazın yayıncılık, 2006. 

Görsel: claude de garam, La melancolie anxieuse.