İmdat Freni

admin

On Yıl Sonra SYRIZA: İmkan ve Yenilgi – Antonis Ntavanellos

Stefanos Kasselakis’in SYRIZA lideri olarak seçilmesinin ardından [Eylül 2023’ten Eylül 2024’e kadar] yaşanan gülünç trajedi, hayatta ve özellikle siyasi hayatta hiçbir “önemli hesabın” ödenmemiş kalmadığını bir kez daha kanıtlıyor. SYRIZA açısından ise “sayım” özellikle yüksek ve önemliydi. Bu, Alexis Çipras’ın, 2008’deki uluslararası krizin patlak vermesinin ardından Yunanistan’da sermayenin vahşice giriştiği neoliberal saldırılara karşı işçilere tarihi bir fırsat sunduğu ve Yunan hükümetleri ile “troyka” (AB-Avrupa Merkez Bankası-IMF) arasındaki sözde muhtıralarla dikte edilen politikalarla karşılık verdiği “2015”in tarihi anıyla ilgiliydi.

Hikaye

O zamandan bu yana, Aleksis Çipras’ın, oyların %3-4’ünü alan küçük bir partiyi ele geçirip iktidara getiren “kukla lider” olduğu iddiasını onlarca kez duyduk veya okuduk. Bu iddianın gerçeklikle hiçbir ilgisi yoktur ve 2015 öncesi SYRIZA gerçekliğini gerçek anlamda deneyimleyenler nezdinde pek güvenilir değildir.

SYRIZA, neoliberal kapitalist küreselleşmeye, savaşa ve ırkçılığa karşı uluslararası hareketle ilişkilendirilmesi yoluyla kuruldu ve giderek siyasi güç kazandı. Dönemin günlük siyasal mücadelesinde Yunan Sosyal Forumu’nun etkili eylemlerini destekleyen on binlerce insanı sistemli ve örgütlü bir biçimde ifade etmeye çalışan, siyasal alanda birleşik bir cepheye benzeyen melez bir “parti” biçiminde gelişti. Seçim oybirliğiyle yapılmadı: Sosyal demokrasi ve merkez solla yakınlaşma taraftarları, salt seçim stratejisi taraftarları, siyasi merkeze doğru ardışık “genişlemelerin” taraftarları -ki o dönemde Synaspismos partisinin marjinal bir kesimi değillerdi- SYRIZA’nın kuruluşunu “aşırı solun felaket bir hatası” olarak değerlendirdiler. Onu kırmak için canla başla mücadele ettiler. SYRIZA’nın kuruluşu [Ocak 2004], istikrara kavuşması ve Alekos Alavanos’un [Aralık 2004’ten Şubat 2008’e kadar SYRIZA başkanı] liderliği yıllarında yavaş yavaş gerçekleşen siyasi iktidarın yoğunlaşması, sola doğru bir kayma ve sosyal demokrasiye doğru kayışın reddedilmesi temelinde gerçekleşmişti. Bu hatırlatmanın bugün siyasal açıdan ayrı bir önemi var, çünkü rejim ve onun hizmetindeki ideolojik-siyasal mekanizmalar, yalnızca sağcı politikaların geleceği olduğunu, yalnızca muhafazakâr mutabakatla siyasal iktidara ulaşılabileceğini olağan bir durummuş gibi dayatmaya çalışıyor.

SYRIZA’nın bu yükseliş ve radikal dönemdeki iç dinamikleri, radikal solun geniş bir muhalefet gücü yaratmayı amaçlayan siyasal alanda önemli bir değişimin mümkün olduğunu gösterdi. Aralık 2008’den sonra Alekos Alavanos “sol hükümet” sloganıyla ilgili tartışmayı açtığında, pek çok çevreden (Aleksis Çipras’ın başlıca “danışmanları” da dahil) küçümseyici bir şüpheyle karşılandı. Biz, Brezilya’daki Lula’nın PT’si gibi sol görüşlü bir seçim “popülizmine” doğru bir kaymayla ilgilenmediğimizi ilan etmiştik; çünkü o dönemin özel koşullarında hükümet erkini talep etmenin tek “yolu” buydu.

Krizle birlikte her şey kökten değişti. 2008’deki uluslararası kriz Yunan kapitalizmini temellerinden sarstı, o güne kadar büyümesini sağlamak için denenen bütün reçeteleri geçersiz kıldı. Dönemin Başbakanı Yorgos Papandreu’nun [Ekim 2009’dan Kasım 2011’e kadar] alacaklıların dayattığı katı kemer sıkma planını kabul etme ve ilk muhtırayı Kastelorizo ​​adasından ilan etme kararı, yerel egemen sınıfın AB, Avrupa Merkez Bankası (ECB) ve IMF ile anlaşarak yaptığı gerici tercihi reddetmek amacıyla halk ve emekçi kitlelerin kitlesel olarak siyasi alana girmesine yol açtı. Ülkenin bütün kentlerinde ardı ardına gerçekleştirilen genel grevler, kitlesel mitingler, meydanların işgali, devletin baskı mekanizmalarının vahşetine karşı gösterilen amansız direniş vb. halkın, yerel kapitalistlerle Troyka arasındaki muhtıra anlaşmasının “duvarını yıkma” kararlılığını ortaya koydu. Bu uzun yükseliş mücadeleleri döneminde halk, “sokak” mücadelesi biçimlerini (yüzbinlerce kararlı göstericinin Parlamento’yu uzun süre kuşatmasıyla) ve “seçim” mücadelesi biçimlerini birleştirdi (Yeni Demokrasi-ND ve PASOK-Panhelenik Sosyalist Hareket’in seçim etkisini benzeri görülmemiş bir hızla zayıflattı ve umutlarını ve özlemlerini esas olarak sola kaydırdı).

Yunanistan’daki direniş hareketinin niteliksel yükselişinin önemli bir uluslararası boyutu da vardı. Burada verilen mücadeleler, ilk önce PIGS kulübünün bulunduğu ülkelerde (Portekiz, İrlanda, Yunanistan, İspanya) ama aynı zamanda tüm Avrupa’da da bir referans noktası haline geldi. Maliye Bakanı Wolfgang Schäuble ve Şansölye Angela Merkel, bu kritik yıllarda kendi politikalarının temel direğinin “bulaşmayı” (Yunanistan’ın direnç “virüsü”nün bulaşmasını) püskürtmek olduğunu ilan ettiklerinde, yerel siyasi liderlerden (SYRIZA’nınkiler de dahil) daha keskin görüşlü davrandılar. Avrupalı ​​liderler, Yunanistan’daki hareketin ve solun memorandum saldırısını kırmayı başarması halinde, bu “kopuşun” küçük bir AB üye ülkesiyle sınırlı kalmayacağını, Avrupa genelindeki sosyo-politik dengeyi doğrudan tehdit edeceğini anlamışlardı.

“Anti-Memorandum” dönemindeki kitle hareketinin gücünü küçümseyen herkes, o dönemin patlayıcı siyasal gelişmelerini asla anlayamamaya mahkûmdur. Ancak bu yakıcı dönemin bir başka “sınırını” da açıklamak gerekiyor. Hareketin niteliksel yükselişine rağmen, henüz doğrudan bir ön-devrimci ya da devrimci krizin koşullarını yaratacak noktaya ulaşmamıştır. Yunanistan’da 2010-2015 yılları arasında iktidar sorununa devrimci bir yanıt verebilecek bağımsız bir işçi sınıfı örgütlenmesi ortaya çıkmadı. Devrimci hareketin klasik tarihsel döneminde (sovyetler) olduğu gibi, hatta örneğin 1970-1973 yıllarında Şili’de veya 1974-1975 yıllarında Portekiz’de gelişen “embriyonik” biçimlerle bile karşılaştırılabilecek bir “işçi konseyleri” biçimi ortaya çıkmamıştır.

2010-2012 yıllarındaki yakıcı dönemdeki durum, Komintern’in 4. Kongresi’nin ders kitaplarından ve tartışmalarından çıkmış gibiydi: akut bir toplumsal kriz, sürekli akut bir siyasal kriz, yerleşik siyasal güçlerin “ortak kabul görmüş” bir hükümet istikrarını desteklemedeki yetersizliği ve devrimci sosyalist değişim için bir çözümü desteklemek için gerekli düzeye henüz ulaşamamış (ya da henüz ulaşmamış) işçi ve toplumsal mücadelelerin güçlü yükseliş eğilimi. Lenin dönemindeki Komintern, benzer koşullar karşısında bize birleşik cephe, geçiş politikaları ve sol bir hükümet için mücadele merkezli bir politika bıraktı.

SYRIZA’nın başından beri, bu yönelime ilişkin kritik konularda siyasi farklılıkların ve keskin çatışmaların parti içinde yaşandığı, herkesçe bilinen bir sırdır. 2010 yılında, Alekos Alavanos liderliğindeki Dayanışma ve İsyan Cephesi ile SYRIZA’nın sol kanadı açıkça ve alenen Aleksis Çipras etrafındaki iktidar çoğunluğundan ayrıldı. 2013 yılında SYRIZA’nın ilk kongresinde liderliğe muhalif olan Sol Platform delegelerin yüzde 30’undan fazlasının desteğini almıştı.

Tarihi “sonuç” üzerinden anlamak isteyenler, SYRIZA’nın nihayetinde yanıtlamaya çalıştığı siyasal soruların ilk başta SYRIZA’ya veya yalnızca halk tarafından SYRIZA’ya yöneltilmediğini unutmamalıdır.

O dönemdeki geniş protesto hareketinin siyasal ifadesi sorununu ele alan ilk aday doğal olarak Komünist Parti’ydi. Kasım 2010’daki bölgesel seçimlerde Komünist Parti, Attika’da oyların %14,44’ünü alarak, aynı şekilde açık bir liderlik kriziyle karşı karşıya olan SYRIZA’nın çok önünde yer aldı.

Siyasi depremin başladığı Mayıs 2012 genel seçimlerinde KP, 540.000 oy ve %8,48 oy alarak, 1989 olaylarının yol açtığı krizden bu yana en iyi puanını elde etti: [Mart ayında bankacı Koskotas’ın Papandreu hükümetiyle kurduğu bağlantılar göz önüne alındığında sonuçları olacak zimmete para geçirme suçundan tutuklanması; Haziran ayındaki seçimler, sağcı azınlık hükümetiyle bir hükümet krizi başlatan PASOK’un düşüşüyle ​​Yeni Demokrasi’nin (ND) zaferini simgeliyordu; Papandreu, “yasadışı telefon dinlemeleri” ve muhafazakar milletvekili Pavlos Bakoyannis’in öldürülmesinin ardından özel mahkemeye çıkarıldı; Kasım ayındaki seçimler ND ile PASOK arasında bir çıkmaza yol açtı; Sol ve İlerleme Koalisyonu, sağla kurduğu ittifakın bedelini, temmuz ayında azınlık hükümetinin kurulması sırasında ödedi.

Bu bağlamda Komünist Parti, memoranduma karşı verilen mücadelenin önemini açıkça küçümsemiş, siyasal ağırlığına denk düşen görevleri üstlenmekten kaçınmış, memorandumu uygulayan hükümetlerin devrilmesi yönündeki halk talebine somut olarak yanıt verecek bir siyasal yönelim geliştirmekten kaçınmıştır. Bir ay sonra, 12 Haziran 2012’de yapılan seçimde ise 272.000 oya ve %4,5’a düşerek seçimdeki etkisinin yarısını kaybetti. Troyka’nın önerdiği kemer sıkma planına ilişkin 2015 referandumunda, KP seçmeninin 10’da 6’sı HAYIR oyu kullanmış ve partinin çekimser kalma talebi reddedilmişti (seçmenlerin %61,31’i bu planın onaylanmasına karşı oy kullanmıştı). Bu bağlamda, kriz ve Çipras hükümetinin yenilgisi 2019 seçimlerinde açıkça ortaya konduğunda, Komünist Parti büyük mücadeleler ve eşi benzeri görülmemiş bir kriz döneminin başlangıcında sahip olduğu siyasi gücün çok uzağında kalarak sadece 299 bin oy, yani seçmenlerin %5,3’ünü alabilmiştir. Bu, yalnızca seçimsel bir başarısızlık değil, öncelikle siyasi bir başarısızlıktı.

Benzer sonuçlar ANTARSYA [2009’da kurulan anti-kapitalist örgütler koalisyonu] için de geçerlidir, elbette sorumluluklar açısından farklı bir ölçekte. Sola doğru genel bir kaymanın yaşandığı Mayıs 2012’de ANTARSYA, 75.428 oy ve %1,19’luk oy oranıyla seçim etkisi bakımından tarihi bir rekora imza attı. Ancak siyasi baskılara dayanamadı. Haziran ayında 20.000 oya ve %0,3’e geriledi, bir ayda üçte iki oranında azınlıkta kalan ve tanımı gereği “siyasi olarak sertleşmiş” bir seçmeni kaybetti ve bu seçmeni hiçbir zaman geri kazanmayı başaramadı. Çipras’ın 2019’daki yenilgisine kadar ANTARSYA’nın “katılım puanı” 23.000 oy ve %0,41’e düşmüştü.

Seçim rakamları hikâyenin sadece bir kısmını anlatıyor. KP’nin Samaras-Venizelos hükümetine [2013] bir alternatif bulmak için ciddi bir sürece girmeyi reddetmesi, Çipras etrafındaki liderlik grubunun ANEL’e [Bağımsız Yunanlılar, Yeni Demokrasi’den ayrılarak milliyetçi nedenlerle muhtıraya karşı çıkan bir grup] karşı fırsatçı açılımını meşrulaştırmak için öne sürdüğü başlıca bahanelerden biriydi ve aynı zamanda SYRIZA’nın sol kanadının olası siyasi ittifaklar konusundaki tartışmalardaki başlıca zayıflıklarından birini oluşturuyordu.

2010 yılında ANTARSYA, Dayanışma ve İsyan Cephesi’nin (Synaspismos Sol Akımı’nın büyük bir bölümünü, Enternasyonalist İşçi Solu – DEA, Yunanistan Komünist Örgütü – KOE, Eylemde Solun Birliği Hareketi – KEDA ve diğerlerini içeren) siyasal alanda yeni bir üniter inisiyatif önerisini özetle reddetti. Eğer önümüzdeki dönemin zorlukları SYRIZA’nın sol kanadı ile ANTARSYA güçlerinin bir “sentezi” ile karşılansaydı ne olacağını asla bilemeyeceğiz.

O tarihten sonra 2015 mücadelesi esas olarak SYRIZA içinde yaşandı.

Sol hükümet mi, yoksa ulusal selamet hükümeti mi?

SYRIZA seçimleri kazanmadan önce, halkın katı kemer sıkma politikalarının reddedilmesi yönündeki umutlarını dile getirme “hakkını” siyasi olarak kazanmış, Samaras-Venizelos kemer sıkma hükümetinin devrilmesini ön koşul olarak kabul etmiş ve Troyka ile “kopuş” sözü vermişti.

Bu, 1. SYRIZA Kongresi kararlarında ve Selanik seçim programında belirlenen ideolojik-siyasal program temelinde mümkün olmuştur. DEA ve Sol Platform’un büyük çoğunluğu, 2013 kongresinin kararlarına yetersiz diyerek olumlu oy vermezken, biz Selanik programını [Eylül 2014] kamuoyuna mütevazı ve yetersiz olarak niteledik. Buna rağmen, kongre tarafından onaylanan SYRIZA “platformu”, rejim güçlerini tehdit etmeye başlayan bir siyasal gücün toplanması için, geniş bir eylem birliği için hâlâ yeterli bir zemin sunuyordu. Sermaye ve fonların yurtdışına büyük çaplı kaçışı ve Samaras, Meimarakis [2012-2015 yılları arasında Yunan Parlamentosu Başkanı] ve diğer sağcı politikacıların halka burjuvazinin kendisini parlamento arenasının ötesinde savunmak için başka araçları olduğunu açıkça hatırlatmaları, 2015 öncesinde “iyi toplum” içinde oluşan paniğin tipik bir tezahürüydü. Uluslararası alanda, AB ve ECB’nin, Syriza “kolektifinin” vaat ettiği politikaları izlemeye kalkışırsa yeni Yunan hükümetiyle “savaşçı” bir şekilde başa çıkmaya hazırlandığı açıktı.

Bu senaryo hiçbir zaman gerçekleşmedi. Zira ana akım basının “papağanlarının” anlattığı masalların aksine, Aleksis Çipras etrafındaki iktidar çoğunluğu, tüm taahhütlerinden, kongre kararlarından, Selanik programından vb. “geri çekilmiş”, SYRIZA’nın siyasal iktidarının ve seçim etkisinin dayandığı tüm politikayı panik içinde terk etmiştir. “Sol hükümet” projesi pratikte sınanmadı; hiç cazip gelmedi. Bunun yerine, daha baştan, yerel egemen sınıfla, ama aynı zamanda Troika ile bir mutabakat arayışını örtük siyasal sınırı olarak belirleyen bir “ulusal selamet hükümeti” projesi getirildi. Uzun zamandır (2013’ten beri, daha açık bir şekilde 2014’ten beri…) hazırlıkları süren bu “dönüş”, Synaspismos’tan gelen iktidar çoğunluğunun, kendisini bekleyen görevlerden dehşete düşerek, önceki “sola dönüşün” tüm özelliklerini terk edip, Avrokomünizmin en başarısız geleneklerine tam hızla geri dönmeye yönelen kapalı bir “parti içinde parti”nin gelişmelerine dayanıyordu. Alexis Çipras ve yandaşları, Leonidas Kyrkos’un (muhafazakar Avrokomünisti) “ilkeleri” ve geniş ulusal birlik stratejisi konusunda ideolojik tutarlılığa sahip olan ve daha önce SYRIZA’yı terk edip Samaras ve Venizelos’la ittifak halinde ikinci muhtıraya katılan Fotis Kuvelis’in [2010-2015 yılları arasında Demokratik Sol’un lideri] politikaları temelinde hükümet etmeye çalıştılar.

İttifakların siyaseti her türlü siyasal bakış açısının içeriği için tartışılmaz bir ölçüttür. SYRIZA kongresi potansiyel müttefiklerinin sınırlarını açıkça belirlemişti: “Solun solundan, memoranduma karşı çıkan sosyal demokratlara kadar.” Çipras, ANEL ile koalisyon hükümeti kurdu ve Cumhurbaşkanı olarak, Aralık 2008’deki gençlik ayaklanması sırasında İçişleri Bakanı olarak “devlet başkanı” olan Yeni Demokrasi politikacısı Prokopis Pavlopoulos’u [Mart 2015’ten Mart 2020’ye kadar görevde kaldı] seçti.

O dönem SYRIZA’nın bir kolu olan DEA, bu tercihlerin önemi konusunda kamuoyunu uyarmıştı; ancak bu durumu kınayan tek taraf olmaktan hiç de memnun değildik. SYRIZA’nın programı, kemer sıkma politikalarından kurtulmak için “tek taraflı önlemler” vaadine dayanıyordu (13. ve 14. ay ve emeklilik aylığının yeniden tesis edilmesi, toplu sözleşmelerin yeniden yürürlüğe konulması, düşük ve orta gelirliler için yatay emlak vergisinin kaldırılması, KDV’de köklü indirimler, vb.).

Çipras hükümeti, alacaklılarla daha geniş bir mutabakat sağlanana kadar bu “tek taraflı eylemlerin” uygulanmasını askıya aldı! Bu taahhütlerin derhal ve tek taraflı olarak hayata geçirilmesi talebi Sol Platform’un güçlü bir noktasıydı ve SYRIZA’nın tabanının büyük bir bölümüne hitap ediyordu.

SYRIZA’nın programında Troyka ile “müzakere” ihtimali kabul edilirken, bunun borç ödemelerinin durdurulması, bankaların yeniden millileştirilmesi, sermaye çıkışlarına tanınan “özgürlüklerin” kontrol altına alınması ve borcun kamu denetimine tabi tutulması talebine dayalı olacağı belirtiliyordu. Aleksis Çipras’ın kamuoyu söyleminde, bu tür karşı önlemlere duyulan ihtiyaç, “Merkel’in [SYRIZA’nın önerisini] gün ışığında kabul edeceği” yönündeki “cesur” ve “kaygısız” öngörülerle yer değiştirmiş durumda. Bu, tüm borç taksitlerinin “zamanında ve eksiksiz” ödenmesi taahhüdünü içeren 20 Şubat anlaşmasına yol açtı. Sol Platform’un kamuoyundaki muhalefetinin ötesinde, Manolis Glezos’un [1941’den beri KP üyesi, Alman işgalinde direnişçi] sert eleştirileri, bu aşağılık anlaşmaya katkıda bulunanlar veya buna göz yumanların utanç verici bir alay konusu olarak kalacaktır. SYRIZA’nın programında “Avro Bölgesi’nde kalma adına tek bir fedakarlık yapılmayacak” ifadesi yer aldı.

Ancak bu slogan hemen yerini, hiçbir kolektif organ tarafından desteklenmeyen “her ne pahasına olursa olsun avro bölgesinde kalma” taahhüdüne bıraktı. Nisan-Mayıs 2015’ten bu yana, bu hükümet tercihlerinin, bu kez “solcu bir hükümet” olmakla övünen bir hükümet tarafından imzalanıp uygulanan üçüncü bir muhtıranın yolunu açtığı konusunda kamuoyunu uyardık.

SYRIZA’nın son radikal atağı Temmuz 2015’teki referandumdu. Bilindiği üzere, her türlü tehdit karşısında hükümet çoğunluğunun önemli bir kısmı, Dora Bakoyannis [ND’den ve o dönem Demokratik İttifak’ın başkanı] ve Yeni Demokrasi’nin bir kısmıyla koordineli olarak panik içinde bu seçimi iptal etme yoluna gittiler. Böyle utanç verici bir dönüşün önüne geçen esas olarak SYRIZA tabanının tutumu ve Sol Platform’un pozisyonuydu. HAYIR oyu ile kazanılan ezici zafer, gerekli kopuşun “nesnel” potansiyelinin çarpıcı bir göstergesiydi. SYRIZA’nın sol kanadının, referandumun önemini kavrayan ve HAYIR oyu için mücadele eden anti-kapitalist sol güçlerle işbirliği yaparak sonucu savunma ve halk iradesine saygı gösterme konusundaki başarısızlığı büyük, belki de kesin bir yenilgiydi. Çünkü SYRIZA liderliğinin sonuca olan saygısı ancak iki veya üç gün sürdü.

Üçüncü muhtıra zaten vardı [2015’in ilk yarısında müzakere edilmişti]. Hiç kimsenin, bunun Parlamento’da SYRIZA’nın “başkanlık çoğunluğu”, Yeni Demokrasi ve sosyal-liberal PASOK ile birlikte oylandığını unutmaya hakkı yoktur. Bu, sonuçta “ulusal selamet” programıydı: sermayenin vahşi saldırganlığının, en temel sosyal ve işçi haklarını bile yok edecek şekilde sürdürülmesi ve tırmanması. Ve bu politikada, önceki muhtıraları destekleyen burjuva partileri, Schäuble ve Troyka’nın da onayıyla yeni muhtırayı destekleyen Alexis Çipras’ın SYRIZA’sıyla birleştiler.

Eylül 2015 seçimlerinde, sola oy verip daha sonra çekimser kalan yüz binlerce insanın hayal kırıklığı ve kopuşu belirleyici oldu. Niyetleri ve politikaları konusunda hâlâ kuşkuların hâkim olduğu Çipras, ANEL lideri Panos Kamenos’un desteğiyle yeniden başbakanlık koltuğuna oturdu. Ancak ikinci hükümetinin politikası üçüncü muhtırayla önceden belirlenmişti.

Bugün durum değerlendirmesi yapıldığında, radikal solun herhangi bir mensubunun 2015-2019 hükümetinin politikasının “olumlu yanlarından” bahsetmesi kelimenin tam anlamıyla ayıptır. Bu yıllarda, ücretlerin ve emekli maaşlarının yıllık GSYH içindeki payı tarihsel olarak düşük bir düzeye ulaşmış, bu durum çalışanların sömürülme oranının maksimize edildiğini göstermektedir. “Esnek” (yarı zamanlı, mevsimlik, güvencesiz) istihdam oranı da rekor seviyeye ulaşmış, esnek “sözleşmeler” kamu hastanelerinden okullara, hatta Çalışma Müfettişliği kadrolarına kadar uzanmıştır! Dönemin bakanı Yorgos Katrugalos’un imzaladığı yasa, emeklilik maaşlarındaki sert düşüşü kurumsallaştırmış, muhtıradaki kesintileri (“istisnai” ve “geçici” olarak dayatılan) “emeklilik maaşlarını hesaplamanın yeni bir yöntemi”ne dönüştürmüş, böylece bu kesintileri meşru ve kalıcı olarak bütünleştirmiştir.

Ancak zarar sadece ekonomik alanla sınırlı kalmadı. Bu yıllarda Amerikan Büyükelçisi Jeffrey Pyatt ile yapılan “dostça” işbirliği, Yunan devletinin daha da derin bir NATO yanlısı “dönüşünün” temellerini attı. Netanyahu ile (Çipras ‘ın sevgiyle “Bibi” diye çağırdığı) yakın işbirliği, Yunanistan-İsrail “ekseninin” derinleşmesinin temellerini attı. Kıbrıs meselesinde, Rum Yönetimi Başkanı Nikos Anastasiadis’le işbirliği yapılarak en olmayacak geri dönüşler yapıldı (örneğin, müzakereleri başlatma girişimi ve Crans-Montana’da bu müzakerelerin aniden baltalanması gibi). Devletin baskı ve yargı mekanizmaları bozulmadan kaldı ve sistematik olarak korundu.

2018 yılında alacaklılarla yapılan ve yanlış bir şekilde “muhtıralardan çıkış” olarak sunulan rızaya dayalı anlaşma bu gelişmeyi taçlandırdı. Sermayenin bu dört yıl boyunca elde ettiği kazanımları özetleyerek, memorandumun “işadamları”, büyük gruplar, kapitalist şirketler ve bankalara ilişkin tüm taahhütlerini “yumuşattı”. Tam tersine, işçiler için memorandum kesintileri uzatılmış ve 2060 yılına kadar “karşılıklı yarar” denetimine tabi tutulmuştur! Çipras’ın “Ülkeyi muhtıralardan çıkardığı” ile övünmesinden altı yıl sonra, 13. ve 14. maaş ve emeklilik aylığının yeniden tesis edilmesi, gerçek toplu sözleşmelerin varlığı ve uygulanması, muhtıradaki (sözde olağanüstü) vergilerin azaltılması vb. işçi hareketinin ve toplumun çoğunluğunun hâlâ iddia edip savunacağı hedefler var.

Uluslararası alanda benzer deneyimlerde (örneğin Lula’nın Brezilya’sında) yaşananların aksine, sol hızlı tepki verdi ve zamanında hükümetle bağlarını kopararak öne çıktı. 2015’te referandum mücadelesinin ardından Sol Platform ve diğer “eğilimlerin” önde gelen isimleri, partinin 2015 öncesi üyelerinin önemli bir yüzdesiyle birlikte SYRIZA’dan ayrıldı. Aramızda var olan veya hâlâ var olan siyasal veya taktiksel görüş ayrılıklarına rağmen, bu yoldaşlara olan saygımızı vurgulamak istiyoruz: Sistemin onlara “işe alma” kırmızı halısını serdiği bir dönemde, onlar zor yolu seçtiler ve mücadele eden kitle kesimleriyle ilişkilerine saygı gösterdiler. SYRIZA’dan ayrılanların ve ANTARSYA’dan ayrılan güçlerin oluşturduğu Halk Birliği’nin evrimi ve görünür ve etkili bir alternatif inşa edememesi başka bir yazının konusu olacak.

Sonuçlar

Bu tercihler, SYRIZA ve Aleksis Çipras’ı 2019’da siyasi ve seçimsel bir yenilgiye sürükledi ve Kiriakos Miçotakis liderliğindeki Yeni Demokrasi’yi (ND) yöneten katı neoliberal kanatla karşı karşıya getirdi.

Sorumluluklar ağırdır. Sermayenin neoliberal saldırganlığını hızlandırmak için ekonomik ve sosyal politika, uluslararası yönelim, ama aynı zamanda devlet aygıtı da “anahtar teslimi” sağa teslim edildi.

Çipras’ın belli bir süre muhalefette kalmasının SYRIZA’yı yeniden inşa etmesine olanak sağlayacağını düşünenlerin olup biteni anlamadıkları ortaya çıktı.

Muhtıra kapsamında iktidarda kalınan dört yıl, köklü bir dönüşümü beraberinde getirdi. SYRIZA kendisini “radikal sol” olarak adlandırmaya devam edebilir, ama gerçekte, uluslararası sosyal demokrasinin sosyo-liberal yozlaşmasının yaşandığı bir çağda, kendisini sosyal demokrat bir parti olarak adlandırmak bile büyük bir ruh cömertliği gerektirir. 2019-2023 döneminde Kasselakis faciasına yol açan ahlak ve geleneklerin gelişimine tanık olduk. Stefanos Kasselakis, “Normal bir partide asla cumhurbaşkanı adayı olamam” derken, aslında kısmen doğruyu söylüyor.

SYRIZA’da ardı ardına yaşanan bölünmeler ve yaşanan kriz, PASOK için siyasal fırsatlar yarattı. Sözde “taktik sihirbazı” Aleksis Çipras, Yunanistan’da sağın yeniden canlanmasına yardımcı olduktan sonra (ki 2015 yazında %17’lere ulaşmıştı…), şimdi PASOK etrafında “bağımsız ve özerk bir yeniden yapılanma”nın kendini gösterme olasılığıyla karşı karşıya. PASOK, memoranduma karşı hareketin yol açtığı krizin, onu tanımlamak için yeni bir uluslararası siyasi terim olan “Pasokifikasyon” icat etmeyi gerektirecek kadar ciddi olduğu bir parti.

2015 yenilgisinin daha geniş sonuçları oldu. Eylül 2015 seçimlerinde erken ortaya çıkan hayal kırıklığı ve kopuş daha kalıcı oldu. Mayıs 2012 ile Eylül 2015 arasında çoğunluğu işçi sınıfı mahallelerinden gelen 900 binden fazla insan siyasetten ve seçimlerden umudunu kesti. Sol bir hükümete dair umut dalgasının zirve yaptığı Ocak 2015’ten, Aleksis Çipras’ın parti liderliğinden istifa etmek zorunda kaldığı 2023 seçimlerinin ikinci turuna kadar SYRIZA 1.300.000 seçmen kaybetti; bu kayıp, 2024 Avrupa seçimlerindeki çöküşün de kanıtladığı gibi, geçici olarak elinde tutmayı başardığı 900.000’i çok aştı.

2015 yenilgisiyle birlikte SYRIZA’nın toparlanması ve teslimiyeti, anti-Memorandum dönemindeki büyük yükseliş mücadele döngüsünü sonlandırdı ve kelimenin tam anlamıyla Miçotakis’in önünü açtı. Bu siyasi trajedinin kahramanları hâlâ kendilerine siyasi ve seçimsel rol arıyorlar. Ama onlar, tıpkı Angelos Elefantis’in (eski bir Avrokomünist aydın) zamanında PASOK için söylediği gibi, bir kez ve sonsuza dek, “sosyalizm ve işçi sınıfı açısından tamamen kayıtsız” olacaklar.

22 Mayıs 2025

Kaynak: https://alencontre.org/europe/dix-ans-plus-tard-loccasion-manquee-et-la-defaite-de-2015.html

Çeviri: İmdat Freni Çeviri Kolektifi

Otto Bauer ve Avusturya Marksizmi: Az Bilinen Bir Hikaye – William Smaldone 

Avusturyalı sosyalist Otto Bauer, çoğu zaman ihmal edilen sözde “Avusturya Marksist” okulunun diğer isimleri gibi, parlamenter demokrasiyi fethedebilecek ve daha sonra sosyalist bir cumhuriyet kurabilecek kitlesel bir işçi hareketi inşa etmeyi amaçlıyordu. Bu yolun başarısızlığı, bu geleneğin katkılarını tanımada başarısızlığa ve ortaya koyduğu stratejik sorulara -Otto Bauer ve Avusturyalı sosyalist liderlerin kendilerini içinde buldukları çıkmazları analiz etmek de dahil- yanıt bulmada başarısızlığa yol açmamalıdır.

***

Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi büyük bir tarihi dönüm noktası oldu. Bir zamanlar güçlü olan Rus, Alman, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorluklarının çöküşü, bu felaketli çatışmayı sona erdirirken, paradoksal bir biçimde yeni bir yangının yolunu açtı. Derinden yeniden şekillenen Orta ve Doğu Avrupa’da halklar, galip İtilaf Devletleri’nin dayattığı düzene meydan okumaya çalıştılar.

Bu mücadelede Almanya ve Sovyet Rusya’nın baskın rol oynaması ve bunun da II. Dünya Savaşı’na yol açması, bölgedeki küçük devletlerin tarihinin çoğu zaman arka planda kalmasına neden oldu. Dönemin büyük anlatılarının gölgesinde kalan ve büyük güçlerin siyasetinde salt birer piyon ya da ikincil oyuncu konumuna düşen bu ülkeler, uluslararası alanda büyük ölçüde bilinmiyor.

Bu az bilinen devletlerden biri de Birinci Avusturya Cumhuriyeti’ydi. Bir zamanlar 55 milyonluk büyük bir çokuluslu imparatorluğun güç merkezi olan Avusturya, 1918’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun dağılmasının ardından 6 milyona düşen vatandaşlarıyla, nüfusunun üçte birini eski imparatorluk başkenti Viyana’da yoğunlaştırdı. 1938’de Nazi Almanyası tarafından acımasızca ilhak edilmesinin dışında, bu cumhuriyet büyüleyici olmasına rağmen yabancı tarihçilerin pek ilgisini çekmedi.

Bu nedenle Otto Bauer’in klasik eseri Avusturya Devrimi’nin Walter Baier ve Eric Canepa tarafından çevrilmesi, Avusturya tarihi hakkındaki İngilizce literatüre değerli bir katkıdır. 1923 yılında yayımlanan bu kitap, cumhuriyetin ilk yıllarını Avrupa sosyalizminin önemli bir teorisyeni ve Avusturya’nın önde gelen isimlerinden birinin gözünden ele alıyor. Yazarının somut siyasi deneyimlerinden derinden etkilenen bu eser, güncel olayları anlamak için Marksist bir yaklaşıma olan bağlılığını yansıtır.

Otto Bauer’in Siyasi Hayatı

Otto Bauer (1881-1938) çok sayıda ilgi alanına ve yeteneğe sahip bir aydındı. 1881 yılında liberal ve zengin bir Yahudi ailede doğdu. Viyana Üniversitesi’nde hukuk okudu ve burada Sosyalist Öğrenci Birliği üyesi olarak, daha sonra “Avusturya-Marksist okulunun” kurucuları sayılan genç aydınların arasına katıldı. Görevleri “Marx ve Engels’in toplumsal kuramını derinleştirmek, eleştiriye tabi tutmak ve çağdaş entelektüel düşünceye yerleştirmekti.” Çeşitli disiplinlerdeki uzmanlıklarına rağmen, Karl Renner (1870-1950) (hukuk), Max Adler (1873-1937) (felsefe) ve  Rudolf Hilferding (1877-1941) (siyasi ekonomi) gibi arkadaşları, Marksist teoriye dogmatik olmayan bir yaklaşım benimsediler.

Bauer başlangıçta, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda büyük bir sorun olan “milliyetler sorunu” üzerinde yoğunlaştı. Bu imparatorlukta Çekler, Slovaklar, Hırvatlar, İtalyanlar, Ukraynalılar, Macarlar ve Polonyalılar gibi halklar, Alman kökenli Avusturyalıların egemen olduğu yarı-mutlakiyetçi bir sistemde kendilerine yer edinmeye çalışıyordu. 1907’de, henüz yirmi altı yaşındayken, imparatorluğun sayısız milliyetinin kültürel ve yasal haklarını garanti altına alırken, sosyal demokrasinin bölgeler arası ve etnik gruplar arası bir işçi hareketi inşa etme çabalarını teorileştirmeyi amaçlayan Milliyet Sorunu ve Sosyal Demokrasi adlı eserini yayınladı. Bu hırs başarısızlıkla sonuçlansa da, Otto Bauer’i döneminin en etkili sosyalist düşünürlerinden biri haline getirdi.

Bu arada, Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin (SDAP) bir üyesi olan Otto Bauer, siyasi çalışma konusunda muazzam bir kapasite sergiledi. Bauer, 1907 yılında Parti’nin başlıca teorik dergisi olacak olan Der Kampf‘ı (Mücadele) kurdu. Ayrıca SDAP’nin amiral gemisi gazetesi olan  Die Arbeiter-Zeitung‘da  ( İşçi Gazetesi ) hemen her gün çok çeşitli konularda yazılar yazmaktaydı. 1914’te Parti Sekreteri oldu ve kendisini partinin yaşlanan lideri Victor Adler’in doğal halefi olarak kabul ettirdi. (1852-1918)

SDAP liderliği Ağustos 1914’te imparatorluk hükümetinin Sırbistan’a savaş ilanını desteklemeye karar verdiğinde (bu karar Birinci Dünya Savaşı’nı tetikledi), Bauer buna karşı çıkmadı. Esir alındı, Çar’ın devrilmesinden sonra serbest bırakıldı ve Eylül 1917’de Avusturya’ya döndü, bu dönemde devrimci Petrograd’da kaldı. Bu deneyimden dolayı radikalleşen, ancak Bolşevizme bağlı kalmayan Bauer, imparatorluğun çöküşünde etnik kökenlerin önemli bir rol oynadığı Viyana’ya döndü. Victor Adler’in ölümü üzerine fiilen Parti’nin başına geçti.

Kasım 1918’de Avusturya Geçici Ulusal Meclisi, Sosyal Demokratların çoğunlukta olduğu bir hükümet kurdu. Karl Renner (1870-1950) Şansölye, Bauer ise Dışişleri Bakanı oldu. Daha sonra yeni Avusturya Cumhuriyeti’nin doğuşuna yakından tanık oldu, ama aynı zamanda çok uzun vadeli sonuçları olan bir karara da tanık oldu: Zorla imzalanan  Saint-Germain-en-Laye Antlaşması. Bu antlaşma, Avusturya’nın, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun savaşı başlatma suçunu üstlenmesini gerektiriyor, ona ağır bir tazminat yükü yüklüyor ve yeni Alman Cumhuriyeti ile herhangi bir birleşmeyi yasaklıyordu.

Sadece sınırlarıyla kısıtlı bir Avusturya’nın ekonomik olarak sürdürülebilir olmadığına inanan Bauer, Almanya ile birliği dış politikasının temel direği haline getirdi. Ancak hükümetin antlaşmayı Eylül 1919’da onaylamasının ardından istifa etti ve kendini tamamen Parti işlerine ve parlamento siyasetine adadı.

Avusturya Devrimi

Bauer’in öyküsü, hem umut dolu hem de derin ekonomik ve siyasal krizlerle dolu olan Avusturya Demokratik Cumhuriyeti’nin ilk yıllarını konu alıyor ve yeni parlamenter düzenin sınırlarını hızla ortaya koyuyor.

Beş kronolojik bölüme ayrılan eserinin ilk bölümünde milliyetler sorunu ve bunun savaş ve devrimle bağlantısı ele alınıyor. Bauer, dört ayrıntılı bölümde, savaş öncesi Habsburg monarşisi ile onun otoritesi altındaki etnik gruplar arasındaki gerginliğin nasıl 1914’te savaşa ve dört yıl sonra da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çöküşüne yol açtığını analiz ediyor. Ona göre, Habsburglar’ı Sırbistan’a savaş açmaya iten şey, uzun süre Almanlar, İtalyanlar, Macarlar ve Türklerin egemenliği altında “kölelik, parçalanma ve tarihi sessizlik” durumunda tutulan Güney Slavlarının ulusal özlemlerinden duydukları korkuydu.

Çatışma başlangıçta İmparatorluk içindeki etnik ve sosyal bölünmeleri belirsizleştiriyor gibi görünse de aslında onlarca yıldır devam eden ulusal devrim sürecini hızlandırdı. 1918’e gelindiğinde, dört yıl süren büyük insan kayıpları, yoksunluklar ve askeri başarısızlıkların ardından İmparatorluk tüm meşruiyetini yitirmişti ve artık demokratik reform ve ulusal bağımsızlık güçlerini kontrol altında tutacak araçlara sahip değildi.

Alman Avusturyalılar için ulusal sorun farklı bir şekilde ortaya konuyor. Bauer, “Almanlığımız ile Avusturyalılığımız arasındaki çatışma, Germania-Avusturya’nın yakın tarihinin tamamında yaşanmaktadır” diyor. Farklı Alman-Avusturyalı toplumsal sınıfların iki yönelim arasında gidip gelmelerini analiz ediyor: Almanya ile birlik olmak ya da kendi egemenlikleri altında çok etnikli bir imparatorluğun varlığını sürdürmek.

1914’te burjuvazi bu ikilemin çözüldüğünü düşünüyordu: Almanya ve Avusturya-Macaristan, vatansever ve savunmacı bir savaşta birleşmişlerdi. Bu tutuma, enternasyonalist taahhütlerine rağmen Rusya’nın zaferinden korkan işçi hareketi de katılıyor.

Ancak savaş çabasına verilen bu destek zamanla azaldı. Çatışma uzadıkça, özellikle işçi hareketi içinde savaş karşıtı duygular büyüdü. Bauer, SDAP’ın başlangıçta savaşa destek vermekten, ona karşı düşmanca bir tutum takınmaya ve en sonunda İmparatorluk halkları için kendi kaderini tayin hakkını savunmaya nasıl evrildiğini ayrıntılı bir şekilde anlatıyor.

Ekim 1918’in sonuna doğru Habsburg rejimi çöktü. İkinci bölümde Bauer, savaş çabasının çöküşünü ve Alman Avusturyası da dahil olmak üzere eski imparatorlukta yeni ulusal devletler yaratan halk isyanlarının zaferini anlatıyor. Bauer’e göre, ulusal, demokratik ve toplumsal bir devrimci süreç burada gerçekleşti.

Avusturya demokratik devriminin 12 Kasım 1918’de Geçici Ulusal Meclis’in kurulmasıyla sona erdiğini yazıyor. Ama toplumsal devrim bir süre daha devam etti. Savaş sonrası parlamento seçimlerinde yenilgiye uğrayana kadar iki yıl boyunca SDAP bu organda egemen oldu. Bauer’in “işçi sınıfı hegemonyası” olarak adlandırdığı bu dönemde devlet, işçilerin lehine önemli reformlar uyguladı:

• Sekiz saatlik iş günü

• Toplu sözleşme hakları

• İşyerinde işçi konseyleri

Ancak Avusturya toplumunun dönüşümü hem içeriden hem dışarıdan pek çok engelle karşı karşıyaydı. Birçok Sosyal Demokrat lider gibi Bauer de kendini sosyalist devrimci olarak görüyordu ancak devrimin getirebileceği kaos ve şiddetten korkuyordu.

Viyana olaylarını analiz ettiğinden Bolşevik coşkusunu paylaşmadığı açıkça ortaya çıkıyor. Radikalleşmiş askerler askeri disiplini bozduklarında, özel mülklere ve devlet erzaklarına el koyduklarında ve bir “Kızıl Muhafız” yaratmaya çalıştıklarında, Bauer bu eylemleri “Bolşevizmin devrimci romantizmi” olarak adlandırır. Askerlerin çoğunun eve dönmesinden memnun oldu ve çoğunluğu Sosyal Demokrat işçilerden oluşan Volkswehr adlı yeni bir ordunun kurulmasını destekledi. Ona göre, bu, “ülkeyi anarşi ve dış tehditlerin kaçınılmaz tehlikesinden kurtarıyor”du.

Otto Bauer’e göre, fabrika konseyleri gibi yeni kurumlarla güçlendirilen parlamenter çerçeve, sosyalizme doğru ilerlemenin temelini oluşturur. Toplumsal devrimin, askerlerin subaylarına karşı ayaklandığı Viyana garnizonunun kışlalarında başladığını, daha sonra cumhuriyet lehine harekete geçen işçi sınıfına yayıldığını düşünüyor. Bu hareketi, işçi sınıfını demokratik bir kültüre oturtmak için sosyal demokratların onlarca yıldır sürdürdüğü çabaların doruk noktası olarak görüyor. “Ulusal devrim,” diye yazıyordu, “proletaryanın işi haline geldi ve proleter devrim, ulusal devrimin itici gücü oldu.”

12 Kasım 1918 olayları, muhafazakâr kırsal kesimlerde bile geniş bir destek gördü. Ancak Bauer ısrar ediyor: Cumhuriyetin kan dökülmeden kurulmasını sağlayan, her şeyden önce birleşik solun ortak eylemiydi. İşçi konseyleri gibi kurumlar tarafından yapılandırılan parlamenter düzenin, Bolşevizmin “şiddetinden” kaçınarak kademeli bir sosyalist geçiş için istikrarlı bir çerçeve sunduğuna inanmaktadır.

Sosyal Demokratlar İktidarda

Otto Bauer, eserinin üçüncü bölümünde Sosyal Demokrat hükümetin (SDAP) işçilerin koşullarını iyileştirme çabalarını inceliyor ve yeni bir sosyalist ekonominin örgütlenmesine ilişkin düşüncelerini ortaya koyuyor.

Ancak bu hedeflerin önündeki önemli engelleri de göz ardı etmiyor:

• Avusturya’nın uluslararası alanda siyasi izolasyonu,

• Özellikle anti-sosyalist Katolik köylüler, kentsel burjuvazi ve sosyalistlerin kazandığı sanayi merkezleri arasındaki iç bölünmeler,

• Hızla artan enflasyon ve gıda, yakıt ve hammadde sıkıntısıyla belirginleşen akut ekonomik kriz.

Bauer, sol hükümetin bu tuzakları nasıl aşmak zorunda kaldığını, Avusturya topraklarına göz diken komşularla savaştan kaçınmak, komünist devrimin yayılmasından endişe eden Batılı güçlerin müdahalesini savuşturmak ve  Mart 1919’da Sovyet Cumhuriyeti’nin kurulmasının başarılı bir karşı devrimle sonuçlanan bir çatışmayı tetiklediği Macaristan’daki devrimci huzursuzluktan uzak durmak zorunda kaldığını anlatıyor.

Bauer, bu patlayıcı ortamda işçi hareketinin görevinin Bolşevik tarzda bir “proletarya diktatörlüğü” kurmak değil, devrimin “freni” rolünü oynamak olduğuna inanmaktadır. Ona göre işçiler güçlerini dikkatli kullanmalı ve sosyal demokrasinin felaketle sonuçlanacak aceleci eylemleri önlemesi gerekiyor. Bu amaçla SDAP hükümetinin, Ulusal Meclis tarafından kabul edilebilecek reformlar önermek amacıyla işçi hareketinin başlıca sivil toplum kuruluşları olan sendikalar, işçi ve asker konseyleriyle sürekli diyalog halinde olduğunu yazıyor.

Ancak bu uzlaşma politikası tehlikeli ve istenmeyen bir politika oldu. Çileden çıkan işçiler hükümetin sunabileceğinden fazlasını talep ediyordu. Bauer yine de işçi sınıfının siyasal eğitimi ve toplumsal bilincinin yükseltilmesi açısından bu sürecin önemini vurgular. Ona göre SDAP, özellikle zor bir ortamda elinden gelen her şeyi yaptı.

Ancak Bauer, SDAP’nin ideolojik hegemonyasını dayatma yeteneğini abartıyor. “Salt entelektüel mücadeleler yoluyla [işçilerin] ufuklarını genişlettiklerini, entelektüel çevikliklerini keskinleştirdiklerini ve kendi kaderini tayin etme iradelerini güçlendirdiklerini” ileri sürmektedir. Diğer Avusturya Marksistleri gibi o da siyasal eğitimi sosyalist aydınların temel misyonu olarak görür. Ancak SDAP’nin daha sonra seçimlerde çoğunluğu elde edememesi, bu yaklaşımın sınırlılıklarını ve işçi sınıfı ile diğer toplumsal kesimleri sürdürülebilir bir şekilde kazanma konusundaki yetersizliğini ortaya koymaktadır.

Dördüncü ve beşinci bölümlerde Bauer, Avusturya toplumsal sınıfları arasındaki değişen güç dengesini ve bunların siyaset sahnesinde karşı karşıya gelme veya işbirliği yapma biçimlerini analiz ediyor. 1920 sonbaharında, SDAP’ın parlamento seçimlerini Hıristiyan Sosyalistlere (eski koalisyon ortağı) kaybetmesinden önce bile, köylülüğün ve burjuvazinin devrim şokundan kurtulduğu ve artık sosyalistlerle uzlaşmak istemediği açıktı.

Pan-Cermen milliyetçilerle aynı fikirde olmayan Hıristiyan Sosyalistler, parlamentoda mutlak çoğunluğa sahip değiller. Bauer, “sınıf güçlerinin dengesinin” işçi hareketinin SDAP, sendikalar ve diğer örgütler aracılığıyla iktidarı elinde tutmasını sağlayacağına inanmaya devam ediyor. Oysa 1922’de Hıristiyan Sosyalistlerin, uluslararası yüksek finans çevrelerinin de yardımıyla, köylülüğü, küçük burjuvaziyi ve bütün sanayi ve finans elitlerini bir araya getiren bir koalisyon kurmayı başardıklarını kaydetti. Burjuvazi daha sonra cumhuriyet üzerinde yavaş yavaş egemenliğini kurdu.

Ancak bu kontrol henüz tam olarak sağlanabilmiş değildi. Bauer, SDAP’nin Cumhuriyetçi orduda ve “Kızıl Viyana“da güçlü bir varlığını sürdürdüğünü, Partinin burada sürekli olarak mutlak çoğunluğu elde ettiğini ve geniş kapsamlı kentsel ve toplumsal reformlar uyguladığını belirtiyor. Bu kazanımların güçlenen bir burjuva hükümeti tarafından tehdit edilebileceğini biliyor, ancak SDAP’nin toparlanabileceğine inanıyor. Ona göre, sağ, sosyal demokratlara, çalışanları ve küçük esnafı kendi davaları etrafında toplama, burjuva hükümetini devirme ve işçi iktidarını yeniden ele geçirme fırsatı verecek olan ekonomik ve toplumsal krizleri çözmede başarısız olacaktı.

Bu radikal söyleme rağmen Bauer, burjuvazi cumhuriyetçi anayasayı ortadan kaldırmaya çalışmadığı sürece kitle eyleminin kullanılmasını reddetti. Zaferin parlamento siyaseti çerçevesinde elde edilmesi gerekirdi.

Demokratik Sosyalizmin İkilemi

Olaylar Bauer’in umduğu gibi gelişmedi. Sosyal demokrasi asla iktidarı geri kazanamadı, Sosyal Hıristiyanlar ise 1934’te devrilen cumhuriyetin düşüşünü sistematik bir şekilde hazırladılar. Avusturya işçi hareketi silahlı direniş gösterse de, Bauer de dahil olmak üzere liderleri, ancak sonuç kesinleştikten sonra mücadele çağrısında bulundular ve bu da müdahalelerini etkisiz kıldı.

Bauer’in Avusturya Devrimi adlı yapıtı  ondan on yıl önce yayımlanmış olmasına rağmen, devrime ve devrimden ortaya çıkan sisteme ilişkin analizi onun siyasi vizyonunu şekillendirir. Bu, cumhuriyetin başarısızlığında önemli bir rol oynamış ve  Peter Gay’in (1923-2015) “demokratik sosyalizmin ikilemi ” olarak adlandırdığı durumu gözler önüne sermiştir.

Nüfusun %10’una denk gelen 600 bin üyeli bir partinin başına geçen ve parlamento seçimlerinde oyların %40’ından fazlasını alan Bauer, komünist rekabete karşı SDAP’nin birliğini korumak zorundaydı. Bu amaçla sık sık devrimci söylemlere başvurdu, sınıf mücadelesini yüceltti ve kapitalist toplumun kökten dönüştürülmesini istedi.

Ancak pratikte parlamento yoluna sıkı sıkıya bağlı kaldı ve başka stratejileri değerlendirmeyi reddetti. Cumhuriyet karşıtı sağın, vicdansız şiddete başvurmaya hazır olması karşısında sonuç kaçınılmazdı: Cumhuriyet yok olmaya mahkûmdu.

Çeviri: İmdat Freni Çeviri Kolektifi

Kaynak: https://www.contretemps.eu/otto-bauer-austro-marxisme-socialisme-vienne/

Orijinal Kaynak: https://jacobin.com/2023/03/otto-bauer-austro-marxists-socialist-revolution-democracy-book-review

“Liberal Hegemonyanın Krizi Aşırı Sağa Yönelimin Nedenidir” – Ilya Budraitskis ile Söyleşi

Sürgündeki Rus siyaset bilimci ve aktivist İlya Budraitskis, bu röportajında ​​aşırı sağın yükselişinin nedenlerini, yeni faşistlerin peşinde koştuğu hedefleri ve radikal solun faşizme karşı mücadelede 20. Yy.’dan  çıkarması gereken dersleri anlatıyor. Son olarak, günümüzde anti-faşist bir politika için izlenecek yollara ilişkin önerilerde bulunmaktadır.

Söyleşiyi gerçekleştiren: Philipp Schmid (BFS/Sosyalizmi için Hareket- Zürih)

Avrupa’daki siyasi gelişmeler son derece endişe verici. Faşist Almanya İçin Alternatif (AfD) partisi, 2025 federal seçimlerinde oyların yüzde 20,8’ini aldı. Almanya’daki protesto gösterilerinde insanlar gece yarısına 5 dakika kaldığını değil, saatin 17.33 olduğunu söylüyor. Bu panik haklı mı?

Evet, bu korkuların haklı olduğunu düşünüyorum. Avrupa, ABD, Latin Amerika vb. ülkelerde aşırı sağcı partilerin etkisinin giderek arttığını gözlemliyoruz. Elbette bu küresel eğilim farklı ulusal bağlamlarda farklı şekillerde kendini gösteriyor, ancak tehlike gerçek. Aslında bu, seçkinci kesimlerin burjuva iktidarının siyasal yapılanmasını kökten değiştirme ve farklı bir siyasal rejim kurma arzusuyla bağlantılıdır. Bu Rusya’da zaten yaşandı, ABD’de de süreç devam ediyor. Batı Avrupa’da aşırı sağ önemli seçim başarıları elde etti, ancak siyasal iktidarın dönüşümü henüz gerçekleşmedi. Ancak giderek güçlenen yapısı göz önüne alındığında bu durum gelecek için olası bir senaryo olmaya devam ediyor.

Hangi siyasal düzeni hedefliyorlar?

Bu durum en çok ABD’de görülüyor. Trump’la birlikte aşırı sağ yeniden iktidara geldi. Senato, Temsilciler Meclisi ve Yüksek Mahkeme gibi devlet aygıtının en önemli çarklarını kontrol eder. Ve şimdi siyasal sistemi tepeden tırnağa yeniden yapılandırarak otoriter bir rejime doğru götürmeye çalışıyor. Bunun kapitalist bir işletme gibi örgütlenmesine girişiyorlar. Trump ve Musk’ın amacı bu. Bu, liberal demokrasinin ortadan kaldırılması ve onun yerine bir tür modern monarşinin getirilmesi anlamına gelir. Otoritenin demokratik meşruiyete değil, kişiselleştirilmiş güç ve otoriter lider ilkesine dayandığı bir rejimi arzuluyorlar.

Aşırı sağın, toplumun otoriter biçimde yeniden yapılandırılmasının dışında ideolojik programı nedir?

İdeolojik programlarının özünde liberal demokrasinin sonunun geldiği düşüncesi yatmaktadır. Bu, uluslararası hukuk ve hoşgörü gibi sahte ilkelerle yönlendirilen gizli bir küresel seçkinlerin arkasına saklandığı sahte bir hükümet, kukla bir hükümet olacaktır. Aşırı sağ, liberal elitlerin sözde ahlak ve değerlerini, güçlüyü değil zayıfı koruduğu gerekçesiyle eleştiriyor.

Aşırı sağa göre uluslararası politikanın tek ilkesi güçlünün hukuku olmalıdır. Toplumu yönetmenin “doğal” yolu budur. Trump ve Putin’in yönetim mantığı bu. Bunu Putin’in Ukrayna’ya verilen desteği eleştirmesinde görüyoruz: Ona göre, kendini savunamayan küçük ulusların var olma hakkı yoktur. Dolayısıyla egemenlikleri, yani bağımsız ülkeler olarak varlıkları aşırı sağın gözünde yapaydır.

Avrupa’da son on yılda aşırı sağ ve faşist güçlerin yükselişini nasıl açıklıyorsunuz?

Avrupa’da aşırı sağ partilerin giderek artan seçim başarısının birçok nedeni var. Bunlardan en önemlilerinden biri, son onyıllardaki neoliberal reformların ardından Avrupa toplumlarının geçirdiği dönüşümdür. Nüfusların giderek artan toplumsal atomizasyonu, sendikaların ve işçilerin diğer öz örgütlenme biçimlerinin dağıtılması, demokratik geleneklerin gerilemesiyle el ele gidiyor. Demokratik gelenekler yalnızca liberal kurumlar sistemi olarak değil, aynı zamanda toplumun kendini kolektif ve örgütlü bir biçimde savunma kapasitesi olarak da anlaşılmalıdır.

Bu, liberal elitlerin ideolojik krizinin maddi temelidir; çünkü vatandaşlar burjuva liberal demokrasisinden ve kurumlarından giderek daha fazla hayal kırıklığına uğruyorlar. Kendilerini temsil edilmediklerini ve duyulmadıklarını hissediyorlar. Aşırı sağ, bu yaygın duyguları ustalıkla kullanıyor.

Klasik Marksist faşizm analizi, faşizmi her zaman kapitalizmin krizine bir tepki ve burjuvazinin işçi hareketinin güçlenmesine verdiği bir yanıt olarak görmüştür. Bu analiz hala geçerli mi?

Tarihsel farklılıklara rağmen 1920’ler/1930’lar ile günümüz arasında benzerlikler de var. Weimar Cumhuriyeti’nin siyasal kurumlarındaki kriz, 1929’dan itibaren yaşanan Büyük Buhran ve buna eşlik eden büyük toplumsal çalkantılar, Alman faşizminin yükselişi ve iktidarı ele geçirmesi için verimli bir zemin hazırladı. Proleter devrim tehlikesi henüz ortada yokken, Alman işçi hareketi dünyanın en güçlü hareketlerinden biriydi. Sosyal demokrat SPD ve komünist KPD, faşistlerin nüfuz mücadelesi verdiği kitle partileriydi. Genel toplumsal kriz nedeniyle halk, burjuva liberal demokrasi sisteminden büyük ölçüde hayal kırıklığına uğramıştı. Bunu, kapitalist düzenin çoklu kriziyle karakterize olan mevcut durumda da gözlemleyebiliyoruz. Ancak temel bir fark var.

Nedir ?

1920’lerde ve 1930’larda faşistler, kapitalist sistemin geleceği için alternatif vizyonlar sunmak amacıyla işçi hareketiyle rekabet ettiler. Sınıf çatışmasının olmadığı, ulusal zaferin halkı birleştireceği bir gelecek vizyonunu yaydılar. Ve topluma milli dayanışma ruhuyla ve bir tür faşist kolektivizmle bağlı yeni bir insan yaratma hırsına sahiplerdi. İşte bu yüzden bu gerici faşist ütopya 1920’lerde ve 1930’larda Avrupa’daki birçok insana bu kadar çekici geliyordu. Ve bu yüzden sosyalist ütopyayla ve farklı bir insan ilişkileri sosyalist vizyonuyla rekabet ediyordu. Bugün geleceğe dair alternatif vizyonlar arasında bir rekabet görmüyorum.

Ama faşistler her zaman ulusal sınırları olan, homojen bir halktan oluşan ve cinsiyetlerin açıkça tanımlandığı farklı bir toplumu yaymazlar mı?

Evet, ama zamanın anlamı ve algısı, Avrupa’da yüz yıl öncesine göre çok farklı. O dönemde toplumsal özlemlerin merkezinde daha iyi bir gelecek ve toplumsal ilerleme meselesi yer alıyordu. 1980’lerden itibaren geç kapitalizmin egemenliği altında gelecek fikri ortadan kalktı. İnsanlar öncelikle şimdiki zamanla ve geçmişin bugünkü duruma yol açan yorumlarıyla ilgilenirler. Alternatif bir geleceğin düşünülemediği şu anda yaşıyoruz. İşte tam da bu, toplumun neoliberal yeniden örgütlenmesinin sonucudur. Margaret Thatcher’ın meşhur “Başka alternatif yok” (TINA) sözü, az çok toplumsal bir uzlaşı haline geldi. Trump’ın siyasi platformu bunu açıkça ortaya koyuyor. Somut öneriler getirmiyor, geleceğe dair net bir vizyon ortaya koymuyor. O, kendi tanımladığı bir “hakikat” adına, “liberal şimdiki zamanı” inkar ediyor.

Yeni aşırı sağın karakterizasyonuna dönelim. Faşizm konusunda tanınmış Marksist akademisyen Enzo Traverso, 2017 yılında yayınlanan Faşizmin Yeni Yüzleri (Ayrıntı, 2024) adlı kitabında yeni faşistleri tanımlamak için “post-faşizm” terimini öneriyor. Ne demek istiyor?

Enzo Traverso, günümüz post-faşist partilerinin, tarihsel modellerinden farklı olarak, burjuva liberal demokrasisinin mekanizmalarından kopmaya çalışmadığını düşünüyor. Tam tersine, nüfuzlarını genişletmek için demokrasi mekanizmalarını başarıyla kullanıyorlar. Onlar sadece sistemi kullanarak iktidara gelmek istiyorlar. İtalya örneği buna bir örnektir. Post-faşist Giorgia Meloni siyasal sistemi devirip yerine faşist bir rejim koymadı. Marine Le Pen veya AfD’nin Almanya’da Fransız hükümetine katılması durumunda da böyle bir senaryonun gerçekleşmesi pek mümkün görünmüyor. Aksine toplumların ve elitlerin zihniyetini yavaş yavaş değiştirmeye çalışacaklardır. Siyasal sistemi yeni bir otoriter faşizme dönüştürme konusunda iktidar çevrelerinde hâlâ bir fikir birliği yok. Ancak aşırı sağın sürekli baskısı altında bu durum değişebilir.

Zaten bugün liberal ve muhafazakâr hükümetler aşırı sağın taleplerini benimsiyorlar. Aşırı sağın liberal burjuva kurumlarını ve seçimlerini kullanmasının, tüm bu hareketler için nihai siyasal projelerini gerçekleştirme yolunda bir geçiş noktası oluşturabileceğini anlamamız gerekir. Bu nedenlerle, günümüz aşırı sağı ile tarihsel faşistler arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları anlatmak için “post-faşizm” teriminin yararlı olduğunu düşünüyorum.

Bu analizi Rusya ve Putin rejimi için de geçerli kılmak mümkün müdür?

Evet, Rusya tam da bu süreci yaşadı ve bugün aşırı otoriter bir rejime sahip. Putin’in iktidarının son 25 yılında Rus rejimi kökten değişti. İlk on yılda, 2000’li yıllarda Rusya daha çok otoriter, teknokrat ve neoliberal bir rejimdi. 2007/2008 küresel ekonomik krizi sadece Arap dünyasında değil, Rusya’da da genel bir siyasi krize yol açtı. Putin’in yeniden seçilmesine karşı 2011/2012’de Moskova ve diğer Rus şehirlerinde kitlesel protestolar yaşandı. Sivil toplumun bu protestoları politik ve ideolojik bir tehdit olarak algılandı ve Rus elitlerinin rejimlerinde otoriter bir dönüşümün gerekli olduğuna inanmasına yol açtı.

Bu dönüşümün etkisi ne oldu?

Tabandan gelen toplumsal hareketlerin bir hükümeti devirebileceği fikri, otokratik rejimler için varoluşsal bir tehdit oluşturmaktadır. İşte bu nedenle Putin’in 2012’de başkanlığa dönüşü, sözde geleneksel ve anti-demokratik değerlere doğru ideolojik bir yönelimi beraberinde getirdi. Bu antidemokratik unsurlar, Rus devletinin bir toplumsal sözleşmenin sonucu değil, tarihin bir meyvesi olduğu düşüncesine dayanıyordu. Rusya Federasyonu, Rus İmparatorluğu’nun ve Sovyetler Birliği’nin doğrudan devamıdır. Bu, Putin’in ülkeyi yönetmek için halk tarafından seçilmesine gerek olmadığı, kaderin onu yönlendirdiği anlamına geliyor. Putin kendisini Büyük Petro ve Stalin’in doğrudan halefi olarak görüyor. Bu fikirler nihayet 2020 yılında Rus Anayasası’nda yer aldı. Bu inançlar aynı zamanda 2013/2014 yıllarında Ukrayna’daki Maidan protestoları sırasında yaşanan olaylara verilen şiddetli tepkinin de temel sorumlusudur.

Ne için ?

Meydandaki Ukraynalılar Rus nüfuzuna karşı protesto gösterileri düzenliyor ve Ukrayna’nın ulusal egemenliğinden yana tavır takınıyorlardı. Protestolar Rus rejimi tarafından sadece “dışarıdan sahnelenmiş” olarak nitelendirilmekle kalmadı, aynı zamanda “tarihi Rusya’ya” yönelik bir iç tehdit olarak da algılandı. Putin’in iktidarının ikinci on yılında Ukrayna’ya askeri müdahaleler başladı ve bunlar arasında Kırım’ın ilhakı da vardı. Putin rejiminin otoriterleşmesi ve onun ömür boyu ülkenin başkanı olarak atanması da buna eşlik etti.

Demokrasiye bağlı Rus sivil halkı bu gelişmelere nasıl tepki verdi?

Putin, bir kez daha Rus toplumunun büyük bölümünde artan demokratik protesto hareketleriyle ve hoşnutsuzlukla karşı karşıya kaldı. Bu protesto dalgasında hem dış hem de iç tehditlerin bir bileşimini gördü. 1917 Rus Devrimi de dahil olmak üzere tüm devrimlerin, Rusya’nın dış düşmanları tarafından gizlice kontrol edildiği iddia ediliyordu. Batı’nın, Rus toplumunu, ister liberal ister sosyalist olsun, yanlış fikirlerle zehirlediği söyleniyor. Putin’in yeniden başlayan protestolara cevabı Şubat 2022’de Ukrayna’yı işgal etmek oldu. Putin için Ukrayna meselesi yalnızca Rus devletinin dünya sahnesindeki jeostratejik çıkarları meselesi değil. Sadece NATO ile rekabet kaygısı taşımıyordu, aynı zamanda kendi rejiminin varlığını da düşünüyordu. İşte bu yüzden Ukrayna’nın işgali bir dönüm noktası oldu. Putin savaşı, rejimi baskıcı bir diktatörlüğe dönüştürmek için kullandı.

Peki Putin rejimini bugün faşist olarak mı tanımlıyorsunuz?

Evet, neden olmasın? Elbette günümüz faşizmi, tarihi faşizmden birçok bakımdan farklıdır. Rusya’da, Almanya ve İtalya’dan farklı olarak faşizmin tarihsel bir modeli yoktur. Bilakis, Putin rejiminin ilham alabileceği çeşitli başka otoriter gelenekler de var. Örneğin Putin, Rus İmparatorluğu’nun aşırı muhafazakâr ve dinsel geleneğini, kendi otokrasisini meşrulaştırmak için kullanıyor. Stalinist geçmişten kalma baskıcı uygulamalar da benimsendi; bunu FSB gizli servisinin (KGB’nin halefi) rolünden anlayabiliriz. Bugün Rus rejiminin en etkili unsuru FSB’dir.

Batı’daki radikal sol kesimin bir kısmı Rusya’daki faşist rejimin oluşturduğu tehlikeyi görmezden geliyor, daha da kötüsü inkar ediyor.

Kesinlikle öyle, daha da trajik olanı ise kendi ülkelerinde faşizmin yükselişine tamamen hazırlıksız olmasıdır. Yeni faşizmin yükselişi sol için büyük bir meydan okumadır. Örneğin ABD’de Trump’ın yeniden seçilmesinden önce radikal sol, eleştirilerini ağırlıklı olarak Biden ve Demokrat Parti’ye yöneltmiş, Trumpizm’in yarattığı gerçek tehlikeyi unutmuştu. Bugün tamamen kaybolmuştur. Bu durum diğer ülkelerde de yaşanabilir. Tarih bize solun 20.yy’da  faşizmin yükselişine hazırlıksız olduğunu öğretiyor. Stalinist Komünist Enternasyonal, faşist tehdidi uzun süre önemsizleştirdi. Bugünkü fark, radikal solun yüz yıl öncesine göre çok daha zayıf olmasıdır.

Anti-faşist direnişten başka hangi dersler çıkarılabilir ?

Tarihin en önemli dersi, faşizmin her zaman militarizasyona ve savaşa yol açtığıdır. Avrupalı ​​anti-faşistler, 1920’lerde ve 1930’larda faşistlerin iktidara yükselişinin başlangıcında bunu fark etmemişlerdi. Bugün bu durum çok daha belirgindir ve bu nedenle anti-militarist ve anti-emperyalist propagandamızı anti-faşist propagandayla birleştirmeliyiz. Sol, sadece askeri harcamalardaki artışı eleştirmekle yetinmemeli. Putin gibi bir rejim her türlü barışçıl bir arada yaşamayı reddediyor ve savaşı ülkeyi yönetmenin ve nüfuzunu genişletmenin bir aracı olarak yüceltiyor. “Çok kutuplu dünya” kavramının ardındaki mantık budur; artık evrensel hakların veya kuralların olmadığı, ancak en güçlü ulusun üstün geldiği bir dünya.

(Post-)faşizmle daha etkili bir şekilde mücadele edebilmek için  21. yüzyıl anti-faşizminin temelinde ne olmalı ?

Aşırı sağın yükselişine karşı geniş koalisyonlar oluşturmalıyız. Ancak bunlar liberal burjuva kurumlarının savunulması anlamına gelmemelidir. Bu bizim görevimiz değil ve boşuna olur. Zira liberal hegemonyanın krizi, pek çok insanın mevcut yapılara olan güvenini kaybetmesinin ve aşırı sağa yönelmesinin nedenlerinden biridir.

Bana göre radikal sol iki saldırı hattı izlemeli: Birincisi, toplumsal hoşnutsuzluğa yanıt vermeli, ama alternatif çözümler önermeliyiz. Aşırı sağ, insanların tüm sorunlarının sebebinin göç olduğuna inanmasını istiyor. Bunun nesnel olarak doğru olmadığını, AfD’nin 2025 federal seçimlerinde göçmen oranının en düşük olduğu seçim bölgelerinde en fazla oyu almış olması gerçeği ortaya koyuyor. Bu, solun insanların gerçek sorunlarının gerçek nedenlerini öne çıkararak doldurması gereken potansiyel bir siyasi boşluk yaratıyor.

Ve ikincisi?

İkincisi, burjuva demokratik kurumlar ve bunların işleyişiyle sınırlı “demokrasi”yi değil, “demokrasi”yi savunmaya odaklanmalıyız. “Demokrasi”nin savunulmasını eşitlik ve katılım talebiyle birleştirmeliyiz, çünkü 18. ve  19. yy’larda  demokrasinin ortaya çıkışının bütün anlamı budur: halk sınıflarının siyasal nüfuz ve temsil için mücadelesi. Demokrasiyi “aşağıdan gelen güç” olarak gören böylesi sol veya sosyalist bir anlayış, sol partileri, sendikaları ve çeşitli feminist, ırkçılık karşıtı, ekolojik ve mahalle öz-örgütlenmelerini bir araya getiren geniş bir anti-faşist koalisyon için ortak bir temel oluşturabilir. Post-faşistlerin ve neo-faşistlerin yıkmak istedikleri projeler tam da bunlardır, çünkü bunlar kapitalist bir işletme gibi yapılandırılmış hiyerarşik bir devlet düzeni fikrine aykırıdır.

15 Mayıs’ta Socialismus‘ta yayınlandı.

Kapak Görseli: 11 Mayıs’ta Paris’te düzenlenen neo-faşist eylem.

Çeviri: İmdat Freni Çeviri Kolektifi

Keşmir, Hindistan, Pakistan: Savaş Halinin Tarihi ve Enternasyonalizm üzerine – Pierre Rousset

Bu makale, Hindistan ile Pakistan arasında Keşmir sorunu nedeniyle yaşanan son “sıcak” krizi değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Dikkat edilmesi gereken birçok faktör var. Son olaylar, şüphesiz, 1947’de İngiliz emperyalizminin alt kıtaya dayattığı felaketli bölünmeye dayanan uzun bir askeri gerginlik ve savaşlar tarihinin parçasıdır. Ancak son dönemde, ilgili ülkeleri, jeopolitik ortamı, bölgesel su kaynaklarının yönetimini ve kullanılan silahları etkileyen derin değişiklikler yaşandı. Dolayısıyla tarihin neredeyse aynı şekilde tekerrür edeceğini varsayamayız. Belki de bize sorulan en önemli soru şudur: Ne var ne yok? Buna yanıt vermek ise öncelikle bölgedeki sol örgütlerin görevidir. Yazıyı revize etmem gerekse bile, analiz veya hipotez unsurlarını tartışma ve eleştiri için sunacağım.

1947’deki bölünme, yaklaşık 15 milyon insanı dinsel nedenlerle büyük bir zorunlu göçe zorladı. Müslümanlar, Pakistan’ın batısında (İndus Havzası’nda) ve doğusunda (Ganj Havzası’nda, 1971 bağımsızlık savaşından sonra Doğu Pakistan’ın Bangladeş olmasıyla) toplanmışlardı. Ancak bugün Hindistan’ın Haydarabad eyaletinde hâlâ çok büyük bir Müslüman nüfusu bulunmaktadır. “Müslüman” topraklarında yaşayan Hinduların çoğu o zamandan beri Hindistan’a taşındı, ama hepsi değil.

Keşmir, Britanya İmparatorluğu sınırları içinde yer alan bir Himalaya ülkesidir. Nüfusunun büyük çoğunluğu Müslümandır. 1947’deki “tamamlanmamış” bölünme ve ardından gelen Birinci Hindistan-Pakistan Savaşı ile parçalandı. Kendi kaderini tayin hakkı konusunda oylama yapılacağı vaat edildi, ama tabii ki bu hiçbir zaman gerçekleşmedi. Pakistan bugün Azad Keşmir ve Gilgit-Baltistan topraklarını işgal ediyor; Hindistan Jammu ve Keşmir ve Ladakh topraklarını; Çin Aksai Çin ve Şaksgam Vadisini.

Sürekli gerginlik ve üç savaş

Emperyalizmin “böl ve yönet” politikasının sonuçları hâlâ hissediliyor, ama esas olarak yönetici seçkinler bunları sürekli canlandırdığı için. Düşük yoğunluklu savaşın bu gizli hali, Pakistan ve Hindistan rejimleri tarafından muhalefeti dışlamak veya susturmak, ulusal birlik çağrısı yapmak (değişen başarı oranlarıyla), toplumsal sorunlardan dikkati uzaklaştırmak, askeri bütçelerin büyüklüğünü meşrulaştırmak vb. için kullanılıyor.

Üç yüksek yoğunluklu savaş yaşandı. İlki 1947-1949 yılları arasında, bölünmenin ardından. BM himayesinde Keşmir’i ikiye bölen bir kontrol hattının oluşturulmasıyla sonuçlandı (tanınan bir sınır değil). İkincisi 1965-1966’da, üçüncüsü ise 1999’da Kargil tepelerinde yaşandı ve her iki taraftan da binlerce kişi öldü. Çatışmalar çok zor şartlar altında, yüksek irtifada gerçekleşiyor.

Hindistan, Himalaya sınırında Çin ile de çatışma içinde olmasına rağmen 1974 yılında Çin’e tepki olarak nükleer silah edinmişti. Pakistan uygun teknolojiyi ithal etti ve ilk testlerini 1998 yılında gerçekleştirdi (bu teknolojiye sahip olan tek Müslüman ülkedir). Ancak, Avrupa’da olduğu gibi “dehşet dengesi” askeri çatışmalara son veremedi, durum Kore yarımadasındakinden çok farklı olsa bile, burada “kayma” riskleri göz ardı edilemez. Fransa ise, “taktik” bir silah olan tehlikeli bir duman bulutu üzerindeki araştırmalarını öne sürerek, bu silahın kullanılması fikrini siyasi olarak “normalleştirmeye” çalışıyor. Evrensel nükleer silahsızlanma birincil acil durum olmaya devam ediyor.

Mevcut krizin seyri

22 Nisan’da, dini bir silahlı grup, Keşmir’in doğu kesiminde (Hindistan işgali altında) bulunan Pahalgam’da bir saldırı gerçekleştirdi. Hindistan Pakistan’ı kınadı.

7 Mayıs’ta Yeni Delhi Sindoor Operasyonu’nu başlattı. Keşmir Kontrol Hattı’nın her iki yakasına yönelik olağan topçu ateşinin yanı sıra, uçaklar ve insansız hava araçlarıyla Pakistan topraklarındaki çok sayıda hedefi vuruyor.

Çatışma giderek tırmanıyor ve Pakistan, Hindistan’ın iç kesimlerindeki havaalanları da dahil olmak üzere hedefleri yok etmek için insansız hava araçları gönderiyor.

Her iki ülkede de medya savaşçı milliyetçiliği körüklüyor. Ancak özellikle insansız hava araçlarının yaygın kullanımının durumu değiştirdiği açık. Hindistan burjuvazisi vatanseverlik histerinin bir parçasıydı, ayıldı ve Başbakan Narendra Modi’nin ateşkesi kabul etmesini talep etti. Hindistan, uluslararası sermayeyi çekmek için Washington-Pekin anlaşmazlığını fırsata çevirmeye çalışıyor. Müslüman karşıtı ideolojinin ateşini körüklemek, ülkenin hoşgörüsüz “Hindulaştırılmasını” tamamlamayı amaçlayan BJP’nin (Modi’nin partisi) etno-milliyetçi politikaları için iyi olabilir; ancak askeri güvensizlik iş dünyası için kötüdür.

Hindistan hükümeti her zaman Pakistanlı komşusuna karşı bir üstünlük duygusu hissetmiştir. Demografi, stratejik derinlik (doğudan batıya 1.600 km), ekonomik imkânlar ve günümüzde ırkçı bir ideoloji bu hissiyatı körüklüyor. Stratejik olarak Pakistan’ın bu avantajları bulunmuyor. Ordunun gizli servislerinin Afgan Taliban’ıyla kuzeybatı sınırında uzun süredir sürdürdüğü bağların amacı, onu “dost” bir ülke haline getirmek ve böylece ona belli bir stratejik derinlik kazandırmaktı. Afgan Talibanı artık Pakistan Talibanı’nı destekleyerek onun başlıca düşmanı haline geldi.

Ancak Pakistan’ın savunması beklenenden daha etkili oldu. Pilotlarının, daha büyük komşusuna göre daha iyi eğitimli olduğu söyleniyor. Çin hava kuvvetlerine ve saldırganı çok uzaklardan vurabilecek füzelere sahip. Fransız Rafale’nin de aralarında bulunduğu beş Hint uçağının, füze karşı tedbir kabiliyetlerinin etkili olmadığı veya etkinleştirilmediği gerekçesiyle düşürüldüğü bildirildi.

Ancak İslamabad’ın sürdürülebilir bir savaş çabasını sürdürmesi mümkün değil. Ülke borç batağında ve IMF’nin yoğun baskısı altında. Her iki ülke de zaferini ilan ederken, 10 Mayıs’ta ateşkes anlaşması imzalandı ve 12’sinde ilan edildi. Bu sadece bir ateşkes, barış değil. Bu ateşkesi anlamayan BJP taraftarlarını kızdırdıktan sonra Narendra Modi, Sindoor Operasyonu’nun bitmediğini, hatta hükümetin kalıcı politikası haline geldiğini ilan etti. Böylece, özellikle Bihar eyaletinde, komşusuna ve Hindistan’ın Haydarabad eyaletindeki büyük Müslüman cemaatine karşı “Müslüman karşıtı nefreti” körüklemeye devam ederek önemli seçim olaylarına hazırlanıyor. Hıristiyanlar aynı zamanda Hindu üstünlükçülüğünün (Hindutva) taraftarı olan Hindu kökten dincilerinin de hedefidir.

Pahalgam saldırısını kim gerçekleştirdi?

Hindistan işgali altındaki Keşmir’in Pahalgam kentinde 22 Nisan’da düzenlenen ve 26 masum insanı öldüren terör saldırısını gerçekleştiren köktendinci silahlı grup kimdir? Hindistan, Leşker-i Tayyibe’yi derhal kınadı ve Leşker-i Tayyibe’nin Pakistan ordusuyla bağlantılı olması nedeniyle doğrudan İslamabad’ı suçlamasına izin verdi. Ancak bunun böyle olduğuna dair bir kanıt yok.

Hindistan rejimini desteklemeyi ve dinamik bir ulusal birliğe entegre olmayı reddederken (ki iki büyük sol parti olan Hindistan Komünist Partisi ve Marksist Komünist Partisi bunu yaptı), Hintli yoldaşlarım Pahalgam saldırısının gerçekten Pakistan servisleri tarafından emredildiğine ikna olmuş görünüyorlar. Bana garip gelen, terörist niteliği itibarıyla kesinlikle kınanması gereken bir eylemin, tamamen Keşmirli bir grup tarafından gerçekleştirilmesi ihtimalinin, hatta olasılığının bile görünüşte dikkate alınmamış olmasıdır. Ancak bu hipotez ciddiye alınmayı hak ediyor.

Bu grup, sınır çizgisinden uzakta, gelişmiş araçlar kullanmadan, gerillanın sahip olması gereken temel silahlarla (otomatik silahlar, ancak yüksek kaliteli patlayıcılar değil) ve uzun mesafeli seyahatin tehlikeli olduğu aşırı militarize bir bölgede faaliyet gösteriyordu. Jammu ve Keşmir’deki durum halk açısından hem sosyal hem de dini açıdan kötüleşmeye devam ediyor. Bölgenin “sahip olduğu” özerk statü pratikte pek bir şey ifade etmedi, ancak 2019’da yürürlükten kaldırılması, Yeni Delhi’nin önderlik ettiği sömürgeci mülksüzleştirme politikasının acımasızca sertleşmesinin habercisi oldu ve yönetimin Hindulaştırılması dinamiğini harekete geçirdi, vb. “Kayıp kişiler” o kadar çok ki, kocalarının ölü mü diri mi olduğunu bilmeyen “yarı dul” kadınlardan bahsediyoruz. Hintli yoldaşlarımın açıkça kınadığı baskıcı bir durum. Bu koşullar altında yerel bir direniş grubunun oluşmaması şaşırtıcı olurdu.

Pakistan yönetimindeki Keşmir topraklarında ise koşullar çok daha az sert.

Jammu ve Keşmir’de faaliyet gösteren terör örgütlerinin ordu ve askeri istihbarat servisleri (Inter-Service Intelligence, ISI) tarafından eğitildiği ve yönlendirildiği konusunda şüphe yoktur. Ancak son zamanlarda durum değişti. Pakistan’da konuşlanan köktendinci oluşumların önemli bir kısmının özerkleştiği ve artık kendi amaçlarının peşinde koştuğu anlaşılıyor. Afgan Talibanı ise, Pakistan Talibanı’nı (Tehreek Taliban Pakistan, TTP) destekliyor… Orduyla savaşan ve toprakların bir kısmını kontrol eden. 2021 yılında ülkeden aceleyle kaçan ABD ve yerel müttefiklerinin geride bıraktığı stoklardan aldıkları ağır silahları onlara teslim ettiler.

Pakistan uzun süre doğrudan veya dolaylı askeri rejimler altında yaşadı (bugünkü gibi, göstermelik Şehbaz Şerif hükümetiyle) ve demokratik dönemler sadece ara dönemlerdi. Ancak muhtemelen eşi benzeri görülmemiş bir rejim krizi yaşıyor. Pakistan ordusu, bir zamanlar koruması altına aldığı ve çok güçlenen ama şaşırtıcı derecede popülerliğini koruyan İmran Han’ı hapse attığından beri derin bir şekilde popülerliğini yitirdi. Üst düzey bir Pakistanlı subay, imajını düzeltmek için saldırıdan sonra övünebilir; ancak askeri kastın ardındaki ulusal birlik çağrısı, askeri tesislerin yanı sıra artık köktendinci eğitim merkezleri olmayan medreseler ve camileri de hedef alan Sindoor Harekatı saldırılarının ardından halk arasında duyulan öfke ne olursa olsun, şimdilik ölü bir mektup gibi görünüyor.

Su ve enerjinin jeopolitiği

Modi hükümetinin İndus Antlaşması’nı askıya alma kararıyla bölgesel gerginlik önemli ölçüde arttı. Pakistan için suların adil bir şekilde paylaşılması hayati önem taşıyor; özellikle ülkenin geçim kaynağı olan Pencap’taki tarımsal sulamaya katkı sağlaması gerekiyor. 1960 yılında imzalanan bu anlaşma, iki ülke arasında istikrarlı bir işbirliği mekanizması oluşturuyor ve ender rastlanacak nitelikte. Pahalgam saldırısından sonra alınan bu uzaklaştırma tam bir düşmanlık eylemidir. Bildiğimiz üzere küresel ısınmanın yaşandığı çağımızda su kaynaklarının kontrolü geçmişe oranla daha da stratejik bir konu haline geliyor.

Türkiye ve Yakın ve Ortadoğu ülkeleri, çatışmaların durdurulması için arabulucu olarak devreye girdi. Aynı zamanda Endonezya ile birlikte dünyanın en büyük Müslüman ülkelerinden biri olan ve kendilerine nükleer silah sağlama imkânı verebilecek olan Pakistan’ı da savunacaklar. Ancak asıl önemli olan iki güç ABD ve Çin’dir. Trump’ın yarın ne yapacağını kim tahmin edebilir? Geriye Pekin kalıyor.

“Pakistan Koridoru” Çin rejimi için büyük önem taşıyor; Hindistan’ı batıya atlayarak okyanusa ulaşmasını sağlıyor. Gwadar limanına giden kuzey-güney güzergahı (inşa halinde) Pakistan yönetimindeki Keşmir’den (Gilgit-Baltistan) başlıyor ve çeşitli bağımsızlık direniş hareketlerinin faaliyet gösterdiği (bazen Hindistan tarafından da destekleniyor?) ve Pakistan ordusunun sözünü esirgemediği (burada da insanlar “kayboluyor”) bir çatışma bölgesi olan Belucistan’da son buluyor. Çin’in yatırımları önemli ve silahlı kuvvetleri, Çin şirketlerinin güvenlik servislerinin koruması altında koridorun her yerinde bulunuyor. Pekin’in etkisi o kadar belirgin ki, Pakistan elitleri arasında bazı karışıklıklara yol açmış durumda, ancak bu durum tamamen bitmiş gibi görünüyor.

Bu, Modi rejiminin göz ardı edemeyeceği bir gerçektir.

Yeniyi hesaba katın, bakış açınızı değiştirin, enternasyonalist gibi davranın

Yeni şeyler düşünmemiz gerekiyor. Burada bizi ilgilendiren durumda, “yeni”nin önemli olduğu görülüyor: Hindistan’da, Hindutva’nın dışlayıcı dinamiği (Modi, eski Britanya İmparatorluğu’nun sınırlarının tamamı üzerinde hak iddia ediyor); Bölgecilik ve silahlı çatışmaların pençesindeki Pakistan’da büyük bir rejim krizi yaşanıyor; köktendinci hareketlerin coğrafyasında bir çalkantı; iklim krizinin hızlanan etkileri; bilinmeyen jeopolitik sorunların yeniden canlanması, ABD’nin içine battığı ve sonuçları küresel olacak bir başka rejim krizinin geleceğini temsil ediyor…

Her örgütün bölgesel krizin durumunu ilk başta kendi ülkesinden, kendi siyasal yönelimlerinden analiz etmesi doğaldır. Ancak analizi ilerletmek ve birlikte hareket etmek için, sınırların ötesine geçerek, krize dahil olan diğer ülkelerin (ve birlikte hareket etmek istediğimiz diğer kuruluşların) durumunu gözlemleyerek bakış açımızı değiştirme çabasını göstermeliyiz.

Bu Avrupa için de geçerlidir (Batı Avrupalılar Ukrayna savaşını Doğu Avrupa’da yaşandığı gibi görüyorlar) veya uzak bir Asya krizini anlamaya çalışan bir Avrupalı ​​için…

Enternasyonalizm, askeri bir çatışma durumunda solda yer aldığını iddia eden güçler için açıkça bir ölçüttür. Söz konusu ülkelerdeki yoldaşlarımın büyük çoğunluğu, bu dengeyi akıntıya karşı ve yoğun baskılara rağmen korumuş, ulusal birlik ve militarizme karşı tavırlarını korumuş, Keşmirlilerin kendi kaderini tayin hakkının tam olarak tanınması için çabalamış, bu, Pakistanlı, Hintli ve Çinli militanların öncelikli görevidir.

Bu kendi kaderini tayin hakkını hayata geçirmek kolay değil, özellikle de her Keşmir topraklarının onlarca yıl ayrılık deneyimi yaşamış olması göz önüne alındığında. Ancak Keşmirlilerin bu kendi kaderini tayin hakkı tanınmadığı sürece, devlet veya devlet dışı birçok yerleşik güç tarafından istismar edilen bölgesel krize kalıcı bir çözüm bulunamayacaktır.

Çeviri: İmdat Freni

Kaynak: https://internationalviewpoint.org/spip.php?article8999

Almanya’da Rosa Luxemburg Vakfı’nın 6. Sendika Konferansı Başarıyla Gerçekleştildi – MİCHAEL SANKARİ 

Rosa Luxemburg Vakfı’nın (RLS) 6. Sendika Konferansı 2-4 Mayıs 2025 tarihleri ​​arasında Berlin’de gerçekleştirildi. 3.000’den fazla katılımcıyla, sol görüşlü sendika üyelerinin on yıllardır gerçekleştirdiği en büyük buluşmaydı; giderek şiddetlenen karşı rüzgarlara karşı bir karşı güç örgütleme iradesinin etkileyici bir göstergesiydi.

Katılım o kadar fazlaydı ki salonlar tamamen doluydu. Ancak katılımcıların çoğu bu organizasyon kusurunu sabırla ve iyi niyetle karşıladı. Ortam sıcak olsa da herkes daha zor günlerin bizi beklediğinin farkındaydı; bunun tek nedeni yeni hükümet değildi.

Sadece bir buluşmadan daha fazlası

Bu konferans, sendika emekçilerinin bir araya gelmesinden çok daha fazlasıydı. Siyasi bir mesaj gönderdi: Taban canlı, örgütleniyor ve toplu sözleşmelerin içeriğinin ve bunların yenilenmesi etrafındaki mücadelelerin ötesine geçen sorular soruyor. Etkisi geleneksel Sol Parti tabanının ötesine geçti ve sendikalarda aktif olan çok sayıda insanı kendine çekti; partiye yakın olsunlar ya da olmasınlar, örgütlü olsunlar ya da olmasınlar.

Göçten etkilenen iş dünyası aktivistleri ve sendikal hareketin çeşitli kesimlerinden gelen mücadeleler, önceki konferanslara göre daha da görünür hale geldi. Platform, sendika liderlerinin ve resmi çevrelerin önde gelen temsilcileri tarafından değil, Tesla, Charité Tesis Yönetimi (CFM), perakende sektörü ve diğerlerinden şirket anlaşmazlıklarına karışan meslektaşları tarafından domine ediliyordu.

Umut ve endişe arasında

Ortam heyecan verici, neredeyse coşkuluydu; umut, yenilenme ve mücadele duygusunun bir karışımıydı; aynı zamanda her zamankinden daha ciddi ve endişeliydi; mevcut duruma uygundu. Özellikle mücadeleci konuşmalara sık sık alkışlar, sloganlar, tezahüratlar ve hatta gözyaşları eşlik etti. İşçilerin maruz kaldığı aşağılanma ve kötü muamelenin toplumda sıradanlaştığı bir dönemde, saygı ve onur özlemi duyuluyordu.

Kenarlarda ise her zamanki gibi abartılar ve eleştiriler vardı. Bazı mezhepçi gruplar kendilerini talihsiz bir şekilde ortaya koydular: Die Linke’ye yönelik “eleştirileri” -örneğin, “sadece AfD’nin hâlâ bir barış partisi olduğu” iddiası- birçok kişide anlaşılmazlığa yol açtı. Hem analitik açıdan hatalı hem de etkisi tehlikeli olabilecek bir abartı. Bir şey netleşti: Anti-militarist mücadelenin ayrıştırıcı değil, birleştirici bir temele ihtiyacı var.

Ve konferans tam da bunu öneriyordu, bu konuda da: Filistin’le ve Almanya’daki dayanışma hareketiyle dayanışma göstermekten çekinmemek. Tam tersine, hiç kimse bugün sendikal hareketin uluslararası dayanışmanın en gelişmiş ifadesi olduğunu tartışmayacaktır.

Bu konferansın gerçekleştirilmesinde sol kanadın önemli katkıları bulunan aygıtların rolü daha eleştirel bir şekilde incelenmeyi hak ediyor. Çünkü sendika bürokrasisinin tam da bu kesimi, sendika yapılarını dönüştürmeye yönelik her türlü harekete karşı her zaman açıkça düşmanca olmasa da temel bir şüphecilikle yaklaşmaktadır.

Oryantasyon ve hedefler

Konferansın teması “daha fazla çatışmaya, daha fazla demokrasiye, daha fazla siyasete doğru ilerlemek” idi ve pek çok tartışmanın odağında tam da bu çizgi vardı. Merkezi temalardan biri şuydu: Bu konferansların mevcut formatı sendikaların derin bir şekilde siyasallaşmasını teşvik etmeye yeterli mi?

Açık olan şeylerden biri de sendikanın nasıl örgütlendiğinin her şeyden çok daha fazla fark yarattığıdır. Şirket içi fiyat mücadeleleri ve toplu sözleşmelerin yenilenmesiyle sınırlı örgütlenme yöntemleri yeterli değildir. Şirket içindeki günlük işlerle toplumun siyasallaşması arasında stratejik bir bağ kurulmalı; vekaleten siyaset yapılmadan, tek seferlik olaylar yaratılmadan. İşte bu bağlamda “görünmez arka plan çalışması” (” Kleinarbeit “) kavramı anahtar sözcük haline geldi. Propagandanın bittiği, örgütlenmenin başladığı an. Sözde “ilerici” çevrelere odaklanmak yerine “kitlelere” yönelmek. Çatışma kültürünü gizli ama sürekli bir biçimde geliştirmek. Gürültü yapmadan, reklam peşinde koşmadan – ama her gerçek hareketin merkezine çatışmayı koyarak. Bu konu üzerinde özel bir düşüncenin geliştirilmesi gerekmektedir.

Uygulama teoriyle buluştuğunda: stratejik öğrenme alanları

Labor Notes (ABD) ‘dan Keith Brown ile birlikte organize edilen ve Violetta Bock liderliğindeki çalıştay , siyasi eğitimin pratik ölçütlere bağlanmasının güzel bir örneğiydi. 200’ü aşkın katılımcıyla konferansın en çok katılım alan etkinliklerinden biri oldu.

Karışım mükemmeldi: ABD’deki örgütlenme pratiklerine dair örnekler , Trump’a karşı mücadele ve sendika kırma konusunda detaylı bilgiler  ve aynı zamanda kişinin kendi işyerinde örgütlenmesi için araçlar. Birçok kişi atölyeden şu duyguyla ayrıldı: Yarın başlayabilirim.

Hatta IGBCE (Kimya-Enerji-Maden) sendikasının bile ekiplerine yeni bir canlılık kazandırmak için örgütlenmeyi keşfetmesi, bu yaklaşımların artık sendikal yenilenmenin ne kadar merkezinde yer aldığını gösteriyor.

Yeniden silahlanmayla barış olmaz

Kapanış oturumunda yeniden silahlanmaya ve savaş endüstrisine karşı net bir duruş sergilenirken, yönetimin uyum sağlama çizgisine karşı mücadele etmek için önümüzdeki sendika kongrelerinde birleşme çağrısı yapıldı. Bu mücadeleye kaç meslektaşımızın katılacağını bilmek için henüz çok erken. Ama çağrı yapıldı.

Konferansın eş organizatörü Fanny Zeise, sendika yenilenmesinin üç temel unsurunu belirledi: “Çatışmaya daha fazla açıklık, daha fazla demokrasi ve daha fazla siyaset – neoliberalizmin giderek artan karşı rüzgarının bizden talep ettiği şey budur.”

Fanny, cumartesi akşamı yaptığı konuşmada, gelecekteki federal hükümetin mevcut sorunlara değinmediğini söyledi. Tam tersine, 100 yıl önce zorlu mücadelelerle kazanılan sekiz saatlik işgününe saldırıyor. Söz konusu olan, halkla ve özellikle işçilerin greve hazır olduğu işyerlerinde direniş oluşturmaktır.

Teşvikten daha fazlası: stratejik bir an

6. Sendika kongresi sadece cesaretlendirme toplantısı değildi. Bu, durağan kalmayıp çatışmayı, siyasi netliği ve insanları bir araya getirmek için nasıl örgütleneceğini yeniden düşünmek isteyen bir hareket için bir dayanak noktası, hatta belki de bir dönüm noktasıydı. Böylece Rosa Luxemburg Vakfı sadece alan sağlamakla kalmamış, aynı zamanda umut ediyoruz ki sol görüşlü sendikal hareketin gelecekte güvenebileceği sürdürülebilir bir yapıyı da güçlendirmiştir.

6 Mayıs 2025

Savaş İçindeki Ukrayna’da Sosyalist Bir Bakış Açısı – Patrick Le Tréhondat

Sotsialnyi Rukh: Ukraynalı bir Sosyalist Örgüt

Tam kapsamlı savaşın başlamasından sekiz ay sonra Sotsialnyi Rukh (Sosyal Hareket) aktivistlerini Kiev’de ulusal bir konferansta topladı. 17 Eylül 2022’de çok zor şartlar altında gerçekleşen bu etkinlik, durum değerlendirmesi yapmak ve örgütün yol haritasını ortaya koymak amacıyla gerçekleştirilmiştir.

24 Şubat 2022’den bu yana geçen ayları değerlendiren Sotsialnyi Rukh, “sivil toplumun devletin rolünü yerine getirmek ve ondan yardım beklemek yerine neredeyse tüm toplumsal işlevlerini üstlenmek zorunda kaldığını” vurguladı.

Açıklamada, savaşın “yeni öz örgütlenme ve halk siyaseti biçimlerine yol açtığı” ifade edildi:

Halkın ulusal kurtuluş savaşı temelinde harekete geçirilmesi, halkın ortak bir davaya katılım duygusunu ve bu ülkenin oligarklar ya da şirketler sayesinde değil, sıradan insanlar sayesinde var olduğu bilincini güçlendirdi. Savaş Ukrayna’daki toplumsal ve siyasal yaşamı kökten değiştirdi ve biz bu yeni toplumsal örgütlenme biçimlerinin yok olmasına izin vermemeli, aksine onları geliştirmeliyiz.

Sotsialnyi Rukh, ileri sürdüğü talepler arasında, “işçilerin denetimi altındaki temel işletmelerin millileştirilmesi” ve “işletmelerin mülkiyet biçimi ve çalışanların yönetimlerine katılımı ne olursa olsun, tüm işletmelerde muhasebe defterlerinin açılması, bu hakkın gerçekleştirilmesi için ayrı seçilmiş organlar ve komitelerin oluşturulması” gerektiğini vurguladı.

Böylece örgüt, ülke savunması görevinde yetersiz kalan oligarşik bir iktidar karşısında zorunluluk olan, toplumun halk tarafından kontrol ve yönetimi için kendi kendini yöneten bir siyasi yönetim kurmuştur. Nitekim bu örgütün üyesi Katya Gritseva, Kasım 2022’de Paris’e yaptığı ziyarette verdiği bir röportajda “birçok kişinin gönüllü olduğunu” gözlemlemiştir:

Karşılıklı yardımlaşma içinde olurlar, böyle bir duruma hazırlıksız olan devletin eksikliklerini telafi etmek için devlet dışı örgütler kurarlar. Bu öz örgütlenme dinamiği, muhafazakârların, hatta aşırı sağın geri dönüşüyle ​​çelişiyor. Sol için önemli olan, bu dinamiğin lehine hareket etmek, işçilere, halka yardım etmektir; ama bunu yaparken de Stalinistlerin yaptığı gibi ders vermeye kalkışmamaktır.

O tarihten bu yana, Sotsialnyi Rukh, tüm olumsuzluklara rağmen, Rus saldırganına karşı anti-emperyalist direnişe tüm gücüyle katılırken, bu sosyalist yönelimini sürdürdü. Aktivistlerinin birçoğu silahlı kuvvetlere katılmış durumda ve örgüt onlara maddi destek sağlamak için (özellikle insansız hava araçlarının satın alınması için) sürekli olarak bağış toplama etkinlikleri düzenliyor.

Sotsialnyi Rukh ayrıca, özellikle otoriter bir hiyerarşi karşısında askerlerin sorularına cevap vermek ve sorunlarını çözmelerine yardımcı olmak için bir yardım hattı işleterek, askerlerin sosyal haklarını savunmalarına yardımcı oluyor.

Sosyalist Ruh küçük bir örgüttür, ama küçük bir grup değildir. İçerisinde örneğin Marksist ve liberteryen duyarlılıklar birbirine karışıyor. Aktivistleri sendikal harekette, FPU ve KVPU konfederasyonlarında, ayrıca sağlık çalışanları sendikası Be Like Us, öğrenci sendikası Priama Diia ve kiracılar sendikası gibi bağımsız sendikalarda yer alıyor.

Sotsialnyi Rukh, egemen sınıfların hizmetinde olan ve Ukrayna proletaryasının toplumsal kazanımlarını adım adım yok eden ve çoğu zaman etkisiz kalan Ukrayna iktidarına karşı, sömürülen ve ezilenlerin demokratik öz-örgütlenmesini mümkün olan her yerde teşvik ediyor. Şirketlerin çalışanlar tarafından kontrol edilmesi ve yönetilmesi çağrısında bulunurken, örneğin bombalama saldırıları sırasında sığınak arayanları tehlikeye atan ciddi arızaların ardından hava sığınaklarının halk tarafından kontrol edilmesi çağrısında bulunuyor.

Sotsialnyi Rukh, üyelerinin eğitimine ve fikirlerin tartışılmasına da büyük önem veriyor. Savaşa rağmen canlı ve eleştirel bir entelektüel hayata katkıda bulundu. İşçi haklarının savunulması, Ukrayna işçi hareketinin tarihi, Güney Amerika’daki devrimci hareketin tarihi gibi çok çeşitli konularda düzenli olarak konferanslar düzenliyor. Tüm bu kamu forumları aynı zamanda çevrimiçi olarak da yayınlanıyor. Bazen konuşmacılar başka ülkelerden de geliyor, çünkü Sotsialnyi Rukh, savaş zamanlarında bile Çin bürokrasisinin gerçekleştirdiği Tiananmen katliamını anmayı, İngiliz işçilerinin grevini selamlamayı, dünyadaki (Gürcistan, Filistin, Arjantin, ABD, vb.) işçi ve sömürge karşıtı mücadeleler hakkında bilgi yayınlamayı unutmayan enternasyonalist bir örgüt olduğunu iddia ediyor.

Batı’nın ihanetlerine ve terk edişlerine rağmen Ukrayna’nın verdiği acı dolu ulusal kurtuluş mücadelesinde Sotsialnyi Rukh, ülkenin varoluş mücadelesini, Ukraynalı kitlelerin kendi kaderini tayin hakkı ve kendi kendini örgütlemesi yoluyla toplumsal kurtuluşla birleştiren sosyalist bir perspektifi savunmaktadır.

Bu koleksiyon, bu mücadeleyi ve aynı zamanda demokratik özyönetim sosyalizmine doğru bu somut yaklaşımı (ve onun geçiş yollarını) resmediyor. Deneyimi, toplumsal pratikleri ve siyasi yazıları, uluslararası solun 21. yüzyılda özgürleşmeye yönelik bir program geliştirme çabaları için paha biçilmez bir değer teşkil ediyor.

Patrick Le Tréhondat
Patrick Le Tréhondat, Dayanışma Yazı İşleri Tugayları ve Ukrayna’ya Yönelik Avrupa Destek Ağı’nın Fransız Komitesi üyesidir. 1 Mayıs 2025.

Zafer Günü Kutlamaları ve Faşizmin Hayaleti – Enzo Traverso

[Bugün, 80 yıl önce, 8 Mayıs’ta, Avrupa, faşizmin muazzam bir mücadelenin ardından yenilgisini kutladı. Ancak tarihçi Enzo Traverso’nun da işaret ettiği gibi, Avrupa’da Zafer Günü’nün bu yeni yıldönümü, aşırı sağın 1945’ten bu yana hiç olmadığı kadar güçlü olduğu bir zamana denk geliyor.]

Anma törenleri, tarihe ilişkin popüler bilinçle örtüşmeyen, geçmişe ilişkin hegemonik anlatıların ilginç aynalarıdır. Bu durum özellikle 8 Mayıs 1945 gibi dünya yıldönümleri için geçerlidir.

Batı, gücünü göstermek ve değerlerini savunmak amacıyla onlarca yıldır Avrupa’da Zafer Günü’nü (VE-Day) kutluyor. Bu zihniyette Batı, sadece güçlü değil, aynı zamanda erdemliydi de. Liberal demokrasinin bu ayini, tüm katılımcıların ittifaklarını oluşturan anılar, semboller ve değerler etrafında bir araya gelmesiyle, sorunsuz ve rızaya dayalı bir şekilde gerçekleşti.

Çatışmaların sona ermesinin 40. yıl dönümü olan 1985’te, Almanya Federal Cumhuriyeti (FAC) de bu anma törenlerine katıldı. Batı Almanya Cumhurbaşkanı Richard von Weizsäcker, Bundestag’da yaptığı ünlü konuşmasında, Almanya’nın bu tarihi bir yenilgi günü olarak değil, kurtuluş günü olarak görmesi gerektiğini ciddi bir şekilde dile getirmişti.

Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından Zafer Günü, Batı’nın zaferini, yani kapitalizmi, askeri gücü, güçlü kurumları, ekonomik refahı ve keyifli bir yaşam tarzını simgeliyordu. Bazı akademisyenler bir tür Hegelci tarih sonu tahmininde bulunurken, diğerleri Hollywood tarzı mutlu sondan söz ediyor.

İstikrarsız Referanslar

Bugün bu güven verici ritüel, geçmiş bir dönemi anımsatan, anakronik bir şey gibi görünüyor. Üçüncü Reich’ın çöküşünün üzerinden 80 yıl geçti ve faşizm Avrupa’da yeniden ortaya çıkıyor. Altı Avrupa Birliği ülkesinde (İtalya, Finlandiya, Slovakya, Macaristan, Hırvatistan ve Çek Cumhuriyeti) aşırı sağcı partiler iktidarda. Benzer partiler Almanya’dan Fransa’ya, Polonya’dan İspanya’ya kadar Avrupa Birliği’nin her yerinde önemli aktörler haline geldi.

Bu bağlamda uluslararası anma törenlerinden kaçınmak daha uygun görünebilir. Sonuçta, ABD’nin her yerde bulunan başkan yardımcısı, 1945’in kurtarıcısı JD Vance, özgürlüğü Almanya İçin Alternatif’i (AfD) överek kutlayabilirdi ya da aynı şekilde her yerde bulunan Elon Musk aynı şeyi Hitler selamı vererek yapabilirdi.

Kıtanın doğusunda Vladimir Putin, faşizme karşı mücadelede 20 milyon can kaybı veren Sovyet halkının fedakarlığını, üç yıl önce “Nazi” Ukrayna’yı işgal eden Rus ordusunun kahramanlığını överek anacak. Tarihi yapılarımız sarsılıyor; Geleneksel hafıza, içinde bulunduğumuz çağın korkunç kaosuna karşılık gelmiyor.

Avrupa’da Zafer Günü, resmi niteliğinin yanı sıra sol açısından da unutulmaz bir tarihtir. Eric Hobsbawm’ın [1917-2012] belirttiği gibi, bu gün Aydınlanma Çağı’nın barbarlığa karşı zaferini simgeliyordu. Aydınlanma Çağı’nın mirasının düşman mirasçıları olan liberalizm ve komünizm arasındaki koalisyon, Üçüncü Reich’ı yenmişti. Bu vizyon Direniş kültüründe egemendi; buna göre anti-faşizm, medeniyet düşmanlarına karşı savaşıyordu. Birçok açıdan doğru olmakla birlikte, bu bakış açısı yine de fazla basitleştiriciydi.

Belki de bu yıldönümü, ritüelleşmiş ve benimsenmiş anmalara başvurmaktan ziyade, bizi eleştirel bir yeniden değerlendirmeye yöneltmelidir. Zafer Günü, “Aydınlanma” koalisyonunun ayakta kalamayacağı yeni bir dünya düzeninin kurulması da dahil olmak üzere birçok boyutu olan bir dünya savaşında askeri bir ittifakın zaferini kutluyor.

Batı’da ABD baskın süper güç haline geldi; Sovyet blokunda, SSCB’nin Nazi saldırganlığına karşı öz savunma savaşı, Doğu Avrupa’da askeri işgale ve yeni bir sömürgecilik biçimine dönüştü. Liberalizm ve komünizm fikirleri emperyalizm ve Stalinizm biçiminde kurumsallaştı.

Sol açısından II. Dünya Savaşı’nın sona ermesi, Üçüncü Reich’ın çöküşünden doğan yeni rejimlere demokratik meşruiyet kazandıran direniş hareketlerinin zaferiydi. Batı Avrupa ülkelerinin çoğunda demokrasi galipler tarafından dayatılmadı, direnişle kazanıldı.

Claudio Pavone’nin [1920-2016] belirttiği gibi, direniş kavramının çeşitli boyutları vardı. Hem Alman işgaline karşı tüm ulusal kurtuluş hareketlerini, hem anti-faşist güçler ile Nazi işgalcileriyle işbirliği yapan birçok rejim arasındaki iç savaşı, hem de egemen seçkinlerin ve Avrupa kapitalizminin çoğu bileşeninin faşizme ve işbirliğine bulaşmış olması nedeniyle toplumu değiştirmeyi amaçlayan bir sınıf savaşını kapsıyordu.

Bu sınıf savaşı, sosyalist bir ülke haline gelen Yugoslavya’da kazanıldı ve İtalya’dan Fransa’ya kadar birçok ülkede güçlü bir solun oluşmasına zemin hazırladı. İspanya’da Frankoculuğa, Portekiz’de ise Salazarizm’e karşı direnişi güçlendirdi.

Kurtuluş’un Belirsizlikleri

Ancak Avrupa sınırlarının ötesine baktığımızda manzaranın çok daha çeşitli olduğu görülüyor. 8 Mayıs 1945, dünya çapında bir yıldönümü olması bakımından ayrı bir öneme sahiptir. Batı’da Zafer Günü kurtuluşun sembolü olarak kutlanırken ve mitselleştirilirken, durum başka yerlerde böyle değildi.

Orta ve Doğu Avrupa’da bu kurtuluş anı kısa sürdü; zira Nazi rejimi hızla yerini SSCB tarafından kurulan otoriter rejimlere bıraktı. Birçok ülkede bu, Ruslaştırma ve ulusal baskı anlamına geliyordu.

Zafer Günü, Afrika ve Asya’da kurtuluşu kutlayan bir anma etkinliği de değildir. Cezayir’de aynı tarih, Fransız ordusunun ulusal bağımsızlık için yapılan ilk gösterileri vahşice bastırdığı Setif ve Guelma sömürge katliamlarının yıldönümüdür. Bu, Fransız Afrika’sını kasıp kavuran ve iki yıl sonra Madagaskar’da zirveye ulaşan emperyal şiddet dalgasının başlangıcıydı [Fransız ordusunun Mart 1947’de başlatılan Madagaskar ayaklanmasını bastırması, 1947 ile 1949 yılları arasında on binlerce kişinin ölümüne yol açacaktı].

Sömürgeci şiddetin bu şekilde patlamasından, direniş partilerinin oluşturduğu Paris’teki koalisyon hükümeti sorumluydu. Bu koalisyonda, önde gelen sol partiler olan sosyalistler ve komünistler yer alıyordu. Anti-faşist ve anti-sömürgeci hafıza her zaman uyumlu ve kardeşçe olmuyor. II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinin yıldönümü methiyeci kutlamalardan ziyade eleştirel bir anmayı hak ediyor.

(Makale 8 Mayıs 2025’te Jacobin web sitesinde yayınlanmıştır)

Enzo Traverso, Cornell Üniversitesi’nde ders veriyor. Türkçedeki son eseri – Devrim: Bir Entelektüel Tarih (Ayrıntı Yay., 2024).

Çeviri: İmdat Freni

Suriye: “Esad Düştü ama Devrim Kazanmadı” – Yasin el-Hac Salih

Esad rejiminin devrilmesiyle Suriye devrimi zafere ulaştı mı? Aralık 2024’ten bu yana tanık olduğumuz şey, uzun ve dolambaçlı bir yol olsa da, başarılı bir devrim mi?

Bu soru kavramsal olarak önemlidir, çünkü Suriye’de devrimin başlangıcından rejimin çöküşüne kadar geçen yaklaşık on dört yılın derinlemesine anlaşılmasını gerektirir. Siyasi bir ağırlığı da var, zira verilecek cevap kamuoyunun Suriye’nin mevcut gerçekliğine ve Esad sonrası geleceğine nasıl yaklaşacağını belirleyecek.

Yakında detaylı bir anlayışın ortaya çıkması pek mümkün görünmüyor: Bu on dört yılın tarihi, onlarca yıl boyunca tekrar tekrar yazılacak. Ancak siyasi tartışma sadece mümkün değil, aynı zamanda neslimizin tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir dönüm noktasıyla karşı karşıya olduğumuz bu dönemde düşüncelerimizi netleştirmek için gereklidir.

Bu satırların yazarı için bu sorunun kişisel bir boyutu var. Suriye devriminin başarısız olduğunu ve Suriye demokratlarının siyasi vizyonlarını bu ayıklatıcı gerçeğe dayandırmaları gerektiğini defalarca dile getirdim.

Rejimin yıkılması ve yıllar süren melankoliden sonra gelen sevinç patlaması, kimilerine göre benim yanıldığımı kanıtladı ve bazı arkadaşlarım da bu görüşü dile getirdiler. Ama o sırada ne argümanlarım ne de pozisyonumu savunacak enerjim olmasına rağmen şüpheci kalmaya devam ettim.

Aşağıda bu yönde ilk girişim yer almaktadır.

Kazananlar var!

Belki de Esad rejimi ancak bu şekilde düşebilirdi: ideolojik olarak tutarlı, savaşta sertleşmiş Sünni İslamcı güçlerin oluşturduğu bir koalisyonun elinde, elverişli bölgesel ve uluslararası bağlamın da desteğiyle. Ancak devrimi izleyen yılların çetrefilli seyri, Mart 2011 ile Aralık 2024 arasında asgari düzeyde bile olsa homojen bir sürekliliğin var olduğu varsayımını sorgulatıyor.

Başlangıçta barışçıl, daha sonra 2012 ortalarına kadar karma (barışçıl ve silahlı) bir Suriye-Suriye çatışması olarak başlayan süreç, giderek artan bölgesel çıkarlar, özellikle İran ve bazı Körfez ülkelerini de içine alan bir Sünni-Şii çatışmasına dönüştü. Bu aşama, Eylül 2013’teki ABD-Rusya kimyasal silah anlaşmasına kadar devam etti [ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ile Rus mevkidaşı Sergey Lavrov arasında Suriye’deki kimyasal silahların “2014’e kadar” ortadan kaldırılmasına ilişkin anlaşma!], bu anlaşma uzaktan bir uluslararasılaşmanın başlangıcını işaret etti ve ardından doğrudan askeri müdahaleler izledi: ABD’nin 2014’te, Rusya’nın 2015’te ve Türkiye’nin 2016’da müdahaleleri.

Suriyeli devrimcilerin kontrolü yavaş yavaş elinden kayıp gittikçe, devrim, giderek artan bir şekilde devrimci olmayan çatışmaların (mezhepsel ve bölgesel) altında gömüldü ve sonunda “teröre karşı savaş” olarak yeniden markalandı; bu da Esad rejiminin fiilen itibarını yeniden tesis etti.

2016’dan bu yana geçen yıllar devrimden uzak, sefalet ve parçalanmayla geçti. Bunlar devrimin yenilgisini, devrim içindeki mezhepçi güçlerin hakimiyetini, Özgür Suriye Ordusu’nun [29 Temmuz 2011’de kurulan ve 2013’te dönüşüm geçiren isyancı grupların bir araya gelmesiyle oluşan ÖSO] tamamen çöküşünü ve siyasi muhalefetin Türkiye’ye tabi kılınmasını simgeliyordu.

Bu dönemde, giderek artan ulusal parçalanma ortamında İdlib’de “Sünni bir oluşumun” ortaya çıkışı da yaşandı. Bu yapı içindeki egemen güçler, Sünni toplumların sistematik şiddet, katliamlar ve kendilerine karşı kimyasal silahların ve varil bombalarının ayrımcı kullanımı deneyimlerinin körüklediği radikalleşme, militarizasyon ve mezhepçileşme gibi içsel süreçler tarafından ancak kısmen şekillendirilebildi. Ancak bu güçler, Suriye devriminden yıllar önce Irak’ta kök salmış olan küreselleşmiş, toplum karşıtı İslamcı nihilizmin bir sonucuydu.

Şu anda iktidarda olan kesim (Heyet Tahrir el-Şam-HTŞ), Suriye devriminin ilk aşamalarında hiçbir rol oynamamıştır ve Suriye toplumundan gelmemektedir. Geçici başkanı, Irak’ta çeşitli takma adlar altında faaliyet gösteren eski bir cihatçıdır ve eğitim yıllarını Amerikalılara ve Irak’ın yeni Şii hükümetine karşı savaşarak geçirmiştir. Yıllarca az tanınan bu isim, Suriye’deki Selefi cihatçı grup Nusra Cephesi’nin liderliğini yaptı.

2011 devrimine, onun sembollerine ve ulusal oluşumuna söz ve eylemde düşman olan grubu gibi o da, Arap Baharı bağlamında halk intifadası olarak başlayan Suriye ayaklanmasının dinamiklerinden ziyade, hem toplumlarımızı (toplumsal örgütlerimizi) hem de genel olarak dünyayı reddeden vahşi ve ulusaşırı bir nihilizmde kök salmıştı. Aksine, muhalifliğe meyilli, fikirleri ve modeli geniş bir toplumsal veya siyasal çoğunluğun temeli olarak hizmet edemeyen ve yapısı itibarıyla milliyetçilikle, demokrasiyle, Suriye tarihiyle ve hatta Suriye toplumu kavramıyla veya herhangi bir modern siyasal düzenle tamamen çelişen seçkinci ve komplocu bir azınlığa aittir.

Bu nedenle nihilisttir; yalnızca siyasi sistemi kökten reddettiği için değil, aynı zamanda kolektif siyasi varoluşun temellerini de inkar ettiği için.

Zamanla Hayat Tahrir el-Şam (HTŞ), IŞİD’in benimsemeye devam ettiği aşırı nihilizmden uzaklaştı. Yavaş yavaş Suriye devriminin dilini benimsedi ve bayrağını reddetmekten vazgeçti, ancak açıkça Sünni üstünlükçü bir konumdan hareket etmeye devam etti.

Rejimi deviren koalisyon HTC’nin yanı sıra – “Saldırganlığın Caydırılması Harekatı” [27 Kasım 2024’te başlatıldı] – resmi bir nedeni olmayan ve öncelikle Afrin Kürtlerine karşı [özellikle Ocak 2018’de], ancak aynı zamanda kontrolleri altındaki tüm Kuzey Suriye halkına karşı uzun bir suistimal geçmişi olan isyancı ve yolsuz grupları da içeriyordu ve etkili bir şekilde Türkiye’nin vekilleri olarak hareket ediyorlardı.

Bu bağlamda, Esad rejiminin düşmesi, Saydnaya hapishanesinin derinliklerinden ve Esad’ın güvenlik servislerinden çıkanlar gibi, küllerinden yeniden doğan devrim için hâlâ bir zafer olarak değerlendirilebilir mi?

Çöküş, Suriye genelinde yaygın ve haklı bir sevince yol açtı; bu sevinç, katliam, misilleme veya yıkım korkusunun olmamasıyla beslendi. Bu sevinç, rejimin sonunun barış getireceği, Batı’nın uyguladığı yaptırımların kaldırılacağı ve ekonomik toparlanmanın başlayacağı yönündeki umutlarla daha da arttı.

Ancak bu zaferi kutlayanların birçoğu kendini zafer kazanmış hissetmiyor. Rejimin düşüşü 2011 devriminin zaferinden çok, sözde “Sünni oluşumun” zaferi olarak görülüyor.

Devrimden sonra yıllarca katliam, yerinden edilme ve yoksulluk yaşayan bu grup, güçlü bir kurban olma duygusu ve intikam alma arzusu geliştirdi. Bu dürtüler, Esad sonrası döneme uygun olmayıp, ayrımcılığı, aşırılığı ve mantıksızlığı körükleme olasılığı daha yüksektir.

Bu tepkiler, rejim güçlerinin kalıntılarının sınırlı bir isyanı sonrasında geçen mart ayında kıyıda çok sayıda barışçıl Aleviyi hedef alan soykırımsal şiddet biçiminde patlak verdi. 6 Mart’ta eski askerler ve Esad yanlısı milisler tarafından bir saldırı başlatıldı. Rejimin güvenlik güçleri karşılık veriyor ve iç ve dış gruplar sivil halkı acımasızca bastırıyor ve katlediyor.

Esad ile yaşanan çatışmanın Sünni toplumda derin köklere sahip olmaması durumunda uzun sürmeyeceğini ve rejimin devrilmesine yol açmayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak bu, çatışmanın artık siyasal ve kurumsal gerçekliklerde şekillenen mezhepsel ve dışlayıcı bir yörüngeye doğru derin bir şekilde kaydığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor…

Ama devrim değil!

Bu düşüncelerimi, şu merkezi soruyu daha iyi anlayabilmek için ileri sürüyorum: 2011 devrimi, 2024 sonunda rejimin düşmesiyle zafere ulaşmış mıdır?

Hazır iki cevap hakimdir. Birincisi, esas olarak sözde “Sünni oluşum”un parçası olanlar veya devrimi ulusal kurtuluş hareketinden ziyade bir Sünni darbesi olarak görenler tarafından dile getirilen, evet, devrimin açıkça zafer kazandığı iddiasıdır.

İkincisi ise bu iddiayı reddederek, ortaya çıkan sonucun İslamcıların silahlı bir ele geçirmesi olduğunu ve Suriye’nin artık BM ve büyük güçler tarafından terörist olarak kabul edilen aşırılıkçıların boyunduruğu altında olduğunu ileri sürüyor. Yeni rejimin devrilmesini açıkça talep etsin veya etmesin, mantığı bu noktaya varıyor.

Bu görüşü paylaşanlar Esad’ın düşüşüne üzülmüyor olabilirler (bazıları üzülüyor), ama bundan mutlu da değiller. Aşağıda, Esad’ın düşüşünün gerçekte neyi temsil ettiğine dair daha ayrıntılı ve daha az kutuplaşmış bir anlayışa doğru ilerleme girişimi yer almaktadır.

Bu tutumumuzu bir kez daha vurgulamak gerekirse, Esad rejiminin devrilmesi gerçekten de tarihi bir olaydır. Bu kişisel bir görüş değildir. Bu rejim, Saydnaya Hapishanesi ve onun geniş güvenlik aygıtından da anlaşılacağı üzere, nihai çöküşüne kadar kan bağları ve yolsuzlukla tanımlandı. Bu rejim çok uzun süredir iktidarda, kendi halkının kanını döktü, mallarına el koydu, mezhepçiliği güçlendirdi ve ulusal egemenliği yabancı [İran ve Rusya] koruması karşılığında takas etti; bu da Suriye’nin topraklarına, toplumuna ve kaynaklarına zarar verdi.

Biraz eski moda bir deyimle, devrilmesi gereken, ulusal olmayan bir rejimdi; ulusal ihanet rejimiydi. Bundan sonra ne olursa olsun, Suriye’nin hayatta kalma şansına sahip olabilmesi için tarihinin bu kanlı ve durgun sayfasını acilen kapatması gerektiği gerçeğini değiştirmeyecektir.

Olayın büyüklüğünü abartmak mümkün değil. Bu, toplumu, düşünceyi, kolektif kimliği hiçbir şeyden esirgemeyen tektonik bir altüst oluş. İttifaklar ve rekabetler yeniden çiziliyor, yeni kutuplaşmalar ortaya çıkıyor ve insanlar, olup biteni idrak edemeden, sanki büyük bir depremin artçı şoklarına yakalanmış gibi her yöne çekiliyorlar.

Jeolojik bir felaketle yapılan bu karşılaştırmanın Suriyelilerin aktif rolünü inkar etmek anlamına gelmediği açıktır. Bunun yerine, yaşananların ham gücünü ve bu gücün Suriyelilerin eylemlerini nasıl şekillendirdiğini, onları şu anki an kadar değişken ve istikrarsız hale getirdiğini aktarmaya çalışıyor. Ve bu herkesi krize sürükler.

Bugün hiçbir Suriyeli, özellikle de kamusal alanda görev alan herkes, bu krizden muaf değil ve dünyamızdaki bu büyük ve beklenmedik değişime duyarsız değil. Kazananlar da dahil.

Verimli ama bir o kadar da kafa karıştırıcı bir geçiş döneminde yaşıyoruz. Bu dönem, başka hiçbir şeye yer bırakmasa bile, düşünmeyi gerektiriyor. Akışkan bir halde yaşıyoruz, biçimsiz ve hâlâ şekil verilebilir bir durumdayız; nihai yapılanması en azından kısmen bize bağlı. Arada kalmış bir durumda olmanın anlamı budur: Şeylerin, bireylerin ve fikirlerin tarihsel bir geçiş içinde var olduğu, eski dünyanın her geçen gün daha da kaybolduğu, yenisinin ise şekil almaya çalıştığı bir kaos dönemi. Analizimizin hali de budur: ara, geçici ve büyük ölçüde deneysel, bir dil bulmaya çalışan ve bu mücadelede tökezleyen, biçimsiz gerçekliklerden ve tutarsızlığa gömülme tehlikesiyle karşı karşıya olan.

Olayın boyutu bir yana; Devrimin zafer kazandığını iddia etmek başka bir şeydir. Rejimi devirmek Suriye devriminin temel hedeflerinden biriydi; ancak bu, kendi başına bir amaç değil, daha yüksek amaçlara ulaşmanın bir aracıydı.

Devrim, eşitlik, onur, hukukun üstünlüğü temelinde, mezhepçilikten ve işkenceden uzak, yeni ve özgür bir Suriye inşa etmeyi amaçlıyordu. Bu anlamda hayır, devrim zafer kazanmadı. Ve Esad’ın devrilmesinden aylar geçmesine rağmen, bir zamanlar onu tanımlayan hedeflere yaklaştığımıza dair hiçbir işaret yok.

2011 devrimi başarısız oldu. İster 2012 ortalarında, ister 2013 baharında, isterse daha hoşgörülü bir ifadeyle rejim ve müttefiklerinin 2016 sonlarında Doğu Halep’in kontrolünü yeniden ele geçirmesiyle çökmüş olsun. Rejimin çöküşü tamamen farklı bir boyuttadır: inkar edilemez bir şekilde tarihi bir olaydır, ancak devrim için bir zafer teşkil etmez. İkisi arasındaki uçurum çok büyük, kapatılamaz.

2011’den 2024 Aralık ayına kadar süren Suriye çatışması, bir kısmı Suriyeli olmak üzere birçok gücün yer aldığı, ancak en güçlüleri de dahil olmak üzere çoğunluğun Suriyeli olmadığı bir mücadeleydi.

Rejimin düşmesiyle bu çatışma sona mı erdi? Umut buydu, zira rejimin çöküşü büyük ölçüde Suriye’nin zaferiydi.

Ancak bunun tam tersine işaretler de var: Alevilere yönelik katliamlar, süregelen intikam eylemleri, güvenlik kaosu ve egemen kesimin iktidarı tekeline alma konusundaki dizginsiz arzusu, çatışmanın hâlâ çok canlı olduğunu gösteriyor.

Başka bir nihilizm

Yazar, yukarıdakiler ışığında, taraftarlarıyla pek az ortak görüş paylaşmasına rağmen, “Devrim zafer kazandı mı?” sorusuna verilen ikinci olumsuz cevaba daha yakın görünüyor.

Özellikle, “teröristler” ve “aşırılıkçılar” hakkındaki söylemlerde sıklıkla ima edilen, yeni iktidar düzeninin artık her ne pahasına olursa olsun devrilmesi gerektiği iddiasından uzaklaşıyor. Bu, “terörizm” ve “aşırılıkçılık” gibi terimlerin rahatsız edici bir şekilde yanlış kullanıldığını, ahlaki, yasal ve kavramsal temellerinden arındırıldığını ve belirli gruplar için basit etiketlere indirgendiğini gösteriyor; bu etiketler genellikle kendileri aşırı, hatta nihilist olan bağlamlarda kullanılıyor.

Doğru bir şekilde tanımlandığında, “terörizm”, siyasi hedeflere ulaşmak için sivilleri hedef almaktır; bu tanım, bu tür eylemlerin dünyadaki önde gelen failleri arasında, örneğin ABD, İsrail ve artık dağılmış olan Esad rejimini en sık kullanan ülkeler arasına yerleştirir.

Bu terim mezhepsel amaçlar için de kolaylıkla kötüye kullanılabiliyor, örtülü olarak yalnızca silahlı Sünni İslamcılar için kullanılıyor. “Aşırılık” da benzer şekilde işliyor: Artık müzakere, uzlaşma veya bir arada yaşamanın reddini değil, sadece belli ideolojik oluşumları ifade ediyor: İslamcı ve daha önce Filistin milliyetçisi.

Bu ne devrimin dilidir, ne eleştirel düşüncenin, ne de demokratik siyasetin. Çağdışı, seçkinci ve otoriterdir, ayrımcılık ve ırkçılıkla doludur ve her türlü özgürleştirici potansiyelden yoksundur. Daha da kötüsü, sıklıkla yalnızca siyasi hareketleri veya ideolojileri değil, tüm toplulukları hedef alan düşmanca ve öfke dolu söylemlerde, sözlü ve duygusal şiddette ortaya çıkıyor.

Bu şekilde konuşanlar devrim çağrısı yapmıyor, devrimin gerçekleşmesi için çalışmıyor, demokratik mücadeleyi farklı bir bağlamda yenilemiyor.

Bir politikanın ayırt edilebilmesi, miras alınan bölünmelerin patlayıcı potansiyeline ve mevcut düzeni devirmek için uluslararası destek umuduna dayanmaktadır.

Bu tutumda, 2012’de Suriye’de ortaya çıkan İslami nihilizme çarpıcı biçimde benzeyen, son derece nihilist bir şey var: Gerçekliğin öfkeyle reddedilmesi, sonuçlara kayıtsız kalınması ve tıpkı cihatçıların çağdaş toplumumuzdaki insanlığa duydukları aşağılama gibi, toplumun kendisine karşı bir düşmanlıktan kaynaklanması.

Bu ikili düşmanlığa dayanan bir politika, doğası gereği aşırılıkçıdır. Siyaseti, pazarlığı ve uzlaşmayı reddeder, etrafında önemli bir toplumsal veya siyasal çoğunluk oluşmasını imkânsız kılar.

Aşırılık karşıtı, siyaset yanlısı

Suriye’nin şiddetten, provokasyonlardan ve dayatılan gündemlerden uzak, sakin bir geçiş sürecine ihtiyacı var. Bu, nefes almamız, kamu hizmetlerini yeniden sağlamamız, yaptırımları kaldırmamız, yerinden edilmiş kişilerin büyük ölçekte geri dönmesine izin vermemiz ve kayıpların akıbetini ortaya çıkarma çabalarını ilerletmemiz gereken bir an olmalı.

Bu geçiş, Şam’ın önemli tavizler sunduğu, ulusal birliği koruyan ve dış müdahaleleri azaltan yerel yönetim biçimlerini veya “özyönetim”i desteklediği, benzersiz durumlara sahip bölgeler için siyasi anlaşmalar yapılmasını da gerektiriyor.

Bölgesel veya uluslararası güçlerin desteğine bağlı kalacak bir güç politikası izlemektense, Suriye’nin yerel ve etnik topluluklarına (Dürziler, Kürtler, Aleviler) taviz vermek daha iyidir.

Bugün hem içeride hem dışarıda pasifize etmek doğru bir yaklaşımdır. Suriye toplumunun ılımlılaşmaya doğru evrilmesi ve kamusal aktörlerin yeniden toparlanıp, kendilerine yeni bir yön vermeleri için en uygun koşulları sunmaktadır. Esad döneminde Suriye’yi yerle bir eden güç siyaseti bugün ona hiçbir fayda sağlamayacaktır.

Bazıları sorabilir: Neden bekleyelim? Neden eski liderlere yaptığımız gibi yeni liderlere de karşı çıkmıyoruz? Cevap hem dikkatli olmakta hem de gerçekçi olmakta yatıyor. Böyle bir politika, bazı kesimlerin güvendiği topluluklar arasında bile çok az toplumsal desteğe sahiptir. Ne Cezire Kürtleri, ne Süveys Dürzileri, hatta ne de Aleviler -katliamlara rağmen- bugün devrim veya silahlı ayaklanma peşinde değiller.

Tam tersine, genel talep daha çoğulcu, daha temsili ve daha ademi merkeziyetçi, gerçek anlamda adil ve özgürleştirici bir sistemdir ve bu da şimdilik siyasi araçlarla gerçekleştirilmektedir.

Bu değişebilir mi? Arap olmayan Sünni gruplardan ve muhafazakâr olmayan bazı Arap Sünnilerden devrimci bir koalisyon çıkabilir mi? Ancak mevcut iktidar aşırılığa doğru yönelirse, yani siyasi çözümleri reddederse böyle bir yörünge ortaya çıkmaya başlayabilir. Ya da matematiksel olarak ifade etmek gerekirse: Liderlerin aşırılıkları, aşırı politikalarının süresiyle çarpıldığında, sonunda yeni bir devrimci koalisyon ortaya çıkabilir.

Ancak böyle bir koalisyon, aşırıcılığa karşı koyabilecek, ortak bir kamu davası inşa edebilecek, hegemonya savaşını kazanabilecek, bugün mevcut yönetimi eleştirenler arasında yaygın olan dışlayıcı ve yüceltici söylemin aksine, ılımlılığa ve kapsayıcılığa doğru ilerleyebilecek bir güç olarak görülmelidir.

Aslında mevcut hükümet yapısı içerisinde iki tür aşırılıkçı eğilim görüyoruz. Birincisi, medyanın ilgisini çeken ve toplumsal korku yaratan aşırı Selefi veya cihatçı dürtüler veya her ikisi de var, ancak bunlar en tehlikeli olanlar değil. İkincisi, Anayasa Beyannamesi’nde ve hükümetin kuruluşunda somutlaşan, iktidarı tepedeki küçük bir grubun elinde toplama arzusundan kaynaklandığı görülen aşırı merkeziyetçi eğilimler var. Bu merkeziyetçi eğilimler, Selefilerin ve cihatçıların dağınık aşırılıkçılığından daha az dikkat çekicidir, ancak uzun vadede daha tehlikelidir.

Bir sorunu çözmek yerine, yeni bir sorun yaratılmıştır: Anayasa Bildirgesi ve hükümetin kurulmasıyla güvence altına alınmaya çalışılan kurumsal istikrar, ülkenin toplumsal ve coğrafi parçalanmışlığı göz önüne alındığında sürdürülebilir değildir. Kurumsal istikrara yönelik çabaların bu toplumsal ve coğrafi sorunların çözümünden önce değil, çözüm sonrasında gelmesi gerekirdi.

Ahmed el-Şara ve ekibi bunu yaparken arabayı atın önüne koydu. Suriye için çok dar, hiç kimseye hitap etmeyen, hatta reddedilmesi gereken bir elbise dikmişler.

Bu sorunun nasıl çözüleceğini kimse bilmiyor. Bir yandan Dürzilerin veya Kürtlerin mevcut kurumsal çerçeveyi kabul etmeleri düşünülemez. Öte yandan, zorla dayatılan bir çözüm imkânsız (ve elbette istenmeyen bir seçenek olarak) görünüyor.

Bugün en uygun yol, mevcut bölünmüşlükleri aşmak, Suriye tarihine damgasını vuran boğucu merkeziyetçilikten kurtulmak ve Suriye toplumunun gerçek çoğulculuğuna esnek bir şekilde yanıt vermek amacıyla, özellikle Anayasa Bildirgesi, hükümet ve askeri eğitim süreçleri olmak üzere mevcut devletin ciddi ve müzakereli bir yeniden yapılandırılmasına girişmektir.

Bu, iki-üç adım geriye gitmek, geçen mart ayından önceki duruma dönmek, böylece daha sağlam bir şekilde ilerlemek anlamına geliyor. Kamu kurumlarının oluşumuna siyasi çözümlerle öncülük etmek en doğrusudur, tersi değil.

Siyaset, müzakereleri, uzlaşmaları, alışverişi, orta yolu ve ortaya çıkan fikir birliğini desteklemek için oluşturulmuş kurumları içerir.

Ama siyasete kapı kapanırsa, devrime kapı açılır, bir süre sonra bile olsa. Ve hiç kimse bu kuralın başkaları için geçerli olup, kendisi için geçerli olmadığı yanılgısına kapılmamalıdır.

(30 Nisan 2025’te aljumhuriya.net sitesinde yayımlanan makale)

Yasin el-Hac Salih , 1980’den 1996’ya kadar 16 yılını Suriye’deki Hafız Esad diktatörlüğünün zindanlarında geçirdi. Suriye devrimi, hapishane, işkence ve rejimin soykırım şiddetini konu alan birçok kitabın yazarıdır; bunlar arasında The Impossible Revolution: Making Sense of the Syrian Tragedy (Hurst, Londra, 2017) yer almaktadır. Al-Jumhuriya’nın kurucularından ve yayın kurulu üyesidir .

Kaynak: https://alencontre.org/moyenorient/syrie/syrie-assad-est-tombe-mais-la-revolution-na-pas-gagne.html

Çeviri: İmdat Freni

1 Mayıs’ta Anti-Faşist ve Anti-Emperyalist Direnişin Bayrağını Yükseltelim! – IV. Enternasyonal

Dördüncü Enternasyonal Yürütme Kurulu’nun Açıklaması

5 Nisan’da ABD’de Trump ve aşırı sağcı hükümetine karşı duyulan büyük öfke, 1.300 eylemde 500.000 kişiyi bir araya getirdi. Bu büyük eylemler sadece bir başlangıçtır. Tüm dünyada işçi sınıfına, göçmenlere, ırkçılık mağdurlarına, kadınlara ve LGBTİ+ topluluklara yönelik ağır saldırılar karşısında direnişin mümkün olduğunu göstermektedir.

Sırbistan, Yunanistan, Güney Kore, Türkiye, İngiltere, Almanya, Arjantin ve Hindistan gibi pek çok ülkede halk, kendi hükümetlerine ve aşırı sağa karşı ayaklandı. Bu direnişlerin çoğunda gençler belirleyici bir rol oynadı. Siyonist devletin Gazze’de yürüttüğü soykırıma karşı ayağa kalkan yüz binlerce genç — özellikle emperyalist ülkelerdeki farklı etnik kökenlerden gelenler ve Siyonizm karşıtı Yahudiler — anti-emperyalist ve aşırı sağ karşıtı mücadelenin yolunu gösteriyor. Bu hareket, aynı zamanda Rus işgaline karşı Ukrayna direnişiyle, Fransız emperyalizmine karşı Kanak halkının mücadelesiyle ve tüm diğer anti-faşist ve anti-emperyalist dayanışma ve direnişlerle güçlü bağlar kuruyor.

1 Mayıs 2025, dünya genelinde savaş politikalarına, aşırı sağa, liberalizme ve halkların demokratik, ekonomik ve sosyal haklarını hedef alan saldırılara karşı uluslararası dayanışmayı yükseltme günüdür. Dünyanın dört bir yanında Filistin bayrağı, direnişin simgesi olarak göndere çekilecektir.

Dünya giderek daha istikrarsız, belirsiz ve tehlikeli bir hale geliyor. Kapitalizmin neden olduğu iklim felaketi ve çok boyutlu krizlerle karşı karşıyayız. Putin ve Trump’ın otoriter, yabancı düşmanı, korumacı siyasetleri; ticari ve emperyalist savaşlarla bu krizi daha da derinleştiriyor. Trump’ın uygulamaları işten çıkarmaları artırıyor, ekonomik krizi ve enflasyonu ağırlaştırıyor, ekokırıma ve emperyalist talana ivme kazandırıyor.

Trump, Putin, Netanyahu, Meloni, Orbán, Erdoğan, Modi, Xi Jinping ve Marcos gibi otoriter ve emperyalist ya da bölgesel emperyalist hükümetler bu saldırıların başını çekiyor. Bunların gerici muhafazakârlığı; kadınların üreme haklarına, LGBTİ+ bireylere — özellikle trans bireylere — basın ve ifade özgürlüğüne, göçmenlere ve ırkçılığın hedefi olan, yasa dışı ilan edilen, ailelerinden koparılan, hapsedilen ve sınır dışı edilen milyonlara yönelik ağır saldırılarla birleşiyor.

Bu koşullar altında, Dördüncü Enternasyonal; milliyet, etnik köken, toplumsal cinsiyet ya da cinsel yönelim gözetmeksizin, eşit haklarla hareket ve yerleşim özgürlüğü için verilen mücadelenin aciliyetini vurgulamaktadır. Fiyatların dondurulmasını, ücretlerin artırılmasını, gayrimeşru borçların iptalini ve bankalarla büyük enerji şirketlerinin kamulaştırılmasını talep ediyoruz.

Trump ve Putin’in savaş politikalarına — Ukrayna’nın işgali, Filistin’deki soykırım ve Ukrayna’nın zenginliklerini paylaşmaya yönelik aralarındaki anlaşma girişimlerine — verilecek yanıt militarizm olamaz. Avrupa Birliği, savaş çığırtkanlığına ve kemer sıkma politikalarına dayanan üçüncü bir ekonomik ve askeri kutup oluşturmak üzere kendini örgütlemeye çalışıyor

Putin ve Trump’a karşılık verme bahanesiyle askeri bütçeler artırılıyor. Bunun için  sağlık, eğitim, sosyal yardım, kamu istihdamı ve özellikle Trump’ın yaptığı gibi Küresel Güney’e yönelik yardımların budanması gerektiğini iddia ediyor.

Bu yönelim insanlık için yeni savaş tehditleri, nükleer yıkım riski, dünya çapında neo-faşizmin yükselişi ve iklim krizine karşı mücadelede kararlı bir geri çekilme anlamına geliyor. Dördüncü Enternasyonal, savaşa, militarizme ve özellikle nükleer silahlanmaya karşı küresel bir hareketin inşasını hayati görüyor. Bu hareket, başta Filistin ve Ukrayna olmak üzere Kongo, Sudan, Sahel, Kürdistan, Ermenistan, Yemen, Myanmar gibi emperyalizmin ve bölgesel tahakkümün hedefi olan tüm halkların direnişlerini dışlamaz — tersine, onlarla doğrudan bağlantılıdır. Çünkü adalet olmadan barış olmaz.

Şiddet yerine işbirliğine, rekabet yerine (doğal kaynakların, ulaşımın, bankaların kamusal denetimine dayanan) toplumsallaşmaya, neyi üreteceğimize ve hangi ürünlerin dolaşımına onay vereceğimize dair demokratik tercihlere, aşırı sağın körüklediği nefrete karşı dayanışmaya dayalı başka bir dünya kurmak istiyoruz.

Bu mücadelenin ön saflarında aşırı sağa, liberal iktidarlara ve savaşa karşı direnenler ile Filistin’in ve Ukrayna’nın özgürlüğü için mücadele edenler bulunuyor.

Dördüncü Enternasyonal bunu 18. Kongresi’nde kabul ettiği Ekososyalist Devrim Manifestosu’nda ifade etmiştir. 1 Mayıs vesilesiyle işçileri, köylüleri, emekçi mahallelerinin halkını, ezilen halkları ve sınıfları dünyayı dönüştürmek üzere harekete geçmeye çağırıyoruz. Aşırı sağın yükselişi ve tüm hükümetlerin otoriter politikaları karşısında, militarizm, emperyalizm, neo-faşizm ve neo-liberalizme karşı birleşik kampanyalar örmek zorundayız. Güç ilişkilerini değiştirelim!

1 Mayıs’ta haykıralım:
– Emperyalizme ve otoriterliğe karşı uluslararası dayanışma!
– Savaşları ve militarizmi durduralım! Filistin özgürleşsin! Rus askerleri Ukrayna’dan çekilsin!
– Dünyanın her yerinde aşırı sağa dur diyelim!
– Ekososyalist devrim için işçilerin taleplerini savunalım!

28 Nisan 2025

Suriye: Alevi Katliamları, Mezhepçilik ve Geçiş Adaleti – Joseph Daher

Aralık 2024’te Esad rejiminin devrilmesinin ardından oluşan coşku, Mart 2025’in başlarında yeni kurulan Suriye ordusuna bağlı silahlı gruplar tarafından kıyı bölgelerindeki Alevi sivillere yönelik büyük çaplı katliamların ardından büyük ölçüde dağıldı.

Bu trajik olayların ardından iktidardaki yeni yönetime bağlı silahlı gruplar, Alevi sivillere yönelik yeni suikastlar ve başka saldırılar gerçekleştirdi. Uluslararası Af Örgütü’nün kıyı şeridinde son dönemde yaşanan ölümcül olaylara ilişkin raporunun yayımlanmasının ardından örgütün genel sekreteri şunları söyledi: “Sivilleri kasten öldürmek veya yaralı, teslim olmuş veya esir düşen savaşçıları kasten öldürmek bir savaş suçudur.”

Başlangıçtaki şiddet olayları, eski Esad rejimine bağlı silahlı kişilerin, iktidardaki yeni yönetimin güvenlik güçlerine ve sivillere yönelik saldırıları koordine etmesiyle başlamış olsa da, Suriye ordusunun farklı kesimleri tarafından yürütülen baskı kampanyası daha sonra kitlesel olarak sivillere ve Alevi ailelere yönelik suikast kampanyalarına dönüşmüş ve yüzlerce sivilin ölümüyle sonuçlanmıştır .

Ayrıca bu katliamlar nedeniyle yaklaşık 13 bin Suriyeli Lübnan’ın kuzeyine, on binlercesi de ülkenin iç kesimlerine kaçtı.

“Esad rejiminin kalıntılarıyla mücadele” bahanesiyle gerçekleştirilen bu katliamlar, esas olarak mezhepsel nefret ve “intikam” duygusundan kaynaklanmış, Alevi toplumunun tamamı yanlış bir şekilde eski rejimle özdeşleştirilmiştir. Oysa Alevilerin büyük çoğunluğu eski rejime bağlı silahlı unsurların güvenlik güçlerine yönelik gerçekleştirdiği silahlı saldırıları desteklememiştir. Ayrıca katledilen sivillerin birçoğu Esad rejimine karşı gelmiş ve rejimin Aralık 2011’de devrilmesini kutlamıştı.

Bu trajik olayların ardından sosyal medya mezhepçi ve nefret söylemleriyle dolup taşarken, Suriye İnsan Hakları Merkezi Direktörü Fadel Abdulghany’nin de aralarında bulunduğu önde gelen insan hakları aktivistleri katliamları haberleştirdikleri ve belgeledikleri için tehdit ve hakaretlere maruz kaldı.

Sahil kesimindeki Alevi nüfusa yönelik katliamların sorumluluğu yeni Suriye yönetimine aittir. Sadece şiddetin ve mezhepsel nefretin yükselişini engelleyememekle kalmadılar, aynı zamanda hem doğrudan doğruya hem de bu katliamlara yol açan siyasal koşulları yaratarak buna aktif olarak katkıda bulundular.

Nitekim Alevi bireylere ve topluluklarına yönelik insan hakları ihlalleri, kaçırma ve öldürmeler de dahil olmak üzere son aylarda artış göstermiş ve bunlardan bazıları, örneğin Aralık 2024’teki Fahil katliamı ve Şubat 2025’teki Arzah katliamı , kıyıdaki katliamların provaları gibi görünmektedir.

İktidardaki yetkililer her defasında bu eylemleri münferit olaylarmış gibi sunmuş, faillerine karşı ciddi tedbirler almamışlardır.

Ayrıca, Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ve Suriye yetkilileri, Alevi toplumunu, eski rejimin Suriye halkına karşı kullandığı bir araç olarak sürekli olarak resmetmektedir.

Nitekim Suriye Dışişleri Bakanı Esad el-Şibani, Belçika’nın başkenti Brüksel’de düzenlenen 9. Suriye Bağışçıları Konferansı’nda yaptığı konuşmada, “54 yıllık azınlık yönetimi, 15 milyon Suriyelinin yerinden edilmesiyle sonuçlandı…” diyerek dolaylı olarak, Esad ailesinin kontrolündeki bir diktatörlüğün değil, ülkenin onlarca yıldır Alevi toplumunun bir bütün olarak yönettiğini ima etmiştir.

Alevi isimlerin eski rejimde, özellikle askeri ve güvenlik teşkilatında önemli mevkilerde yer aldığı yadsınamazken, devletin ve onun temel kurumlarının niteliğini “Alevi kimliği”ne indirgemek veya rejimi dini azınlıkları kayıran, Sünni Arap çoğunluğa karşı sistematik ayrımcılık yapan bir rejim olarak göstermek hem bir hatadır hem de gerçeklikten uzak bir analizdir.

Mezhepçiliğin araçsallaştırılması eski rejimin nihai hedefi değildi, daha ziyade iktidarını sürdürmenin bir aracıydı.

Bu gerginliklerin ve mezhepsel nefretin, bölge halkları arasında kökleşmiş kadim dinsel ayrılıklardan veya kökleşmiş herhangi bir şeyden kaynaklanmadığının açıkça belirtilmesi gerekir. Mezhepçilik ve mezhepsel gerginlikler modernitenin bir ürünüdür ve siyasal kökenlere sahiptir. Bu durumda mezhepsel dinamikler, eski Esad rejiminin Suriye halkını bölmek için bir araç olarak kullandığı mezhepsel politika ve uygulamalarının yanı sıra, HTŞ ve diğer silahlı muhalif gruplar da dahil olmak üzere yeni iktidar otoritelerinin eylemlerinden kaynaklanmaktadır. Bu gruplar mezhepçiliği aktif bir biçimde araçsallaştırdılar ve bunu politikaları, eylemleri ve söylemleriyle yapmaya devam ediyorlar.

Her Suriyeli için adalet sağlanmazsa kaos daha da derinleşecek

Mezhepçilik temelde iktidarı pekiştirmenin ve toplumu bölmenin bir aracıdır. Ülkenin sorunlarının kaynağı ve güvenliği tehdit eden bir grup olarak, inancı veya etnik kökeni itibarıyla belirli bir kesimi göstererek, işçi sınıfını sosyo-ekonomik ve siyasal sorunlardan uzaklaştırmaya, böylece bu kesime yönelik baskıcı ve ayrımcı politikaları meşrulaştırmaya çalışmaktadır.

Üstelik mezhepçilik, güçlü bir toplumsal kontrol mekanizması olarak işlev görür ve işçi sınıfının, içinde yaşadığı toplumun yönetici elitlerine olan bağımlılığını pekiştirerek sınıf mücadelesinin gidişatını şekillendirir. Sonuç olarak, işçi sınıfı bağımsız siyasal eylem kapasitesinden yoksun bırakılmakta ve toplumsal kimlikleriyle tanımlanmakta, siyasal olarak bu kimlik temelinde hareket etmektedirler.

Bu bağlamda yeni iktidar, eski Esad rejiminin izlerini takip ediyor, mezhepçi politika ve uygulamaları bir yönetim ve toplumsal ayrıştırma aracı olarak kullanmaya devam ediyor.

Mezhepsel dinamiklerin ötesinde, son olaylar aynı zamanda iktidardaki yeni otoritelerin, tüm bireylerin ve grupların savaş suçlarından sorumlu tutulmasını sağlamayı amaçlayan kapsamlı ve uzun vadeli bir geçiş adaleti çerçevesi oluşturma konusundaki başarısızlığının ve reddinin sonucudur.

Sürdürülebilir ve barışçıl bir geleceğin önünü açmak için Esad rejiminin sistematik vahşet mirasının ele alınması önemlidir. Bu yaklaşım, intikam eylemlerinin sınırlandırılması ve toplumlar arası artan gerginliğin azaltılması konusunda belirleyici bir katkı sağlayabilirdi.

Cumhurbaşkanı Ahmed el-Şara, Suriye sahilindeki olayları araştırmak üzere bir soruşturma komisyonu kurdu ve iç barış için yüksek komisyon oluşturdu. Ancak, bulguların açıklanması hala bekleniyor ve resmi son tarih 9 Nisan olarak belirlendi. Bu arada, bu bölgelerdeki Alevi sivillere yönelik insan hakları ihlalleri devam ediyor.

Uluslararası Af Örgütü’nün kıyı bölgelerindeki son olaylara ilişkin raporuna ve hükümetin rolüne yönelik daha geniş eleştirilere yanıt olarak Suriye İçişleri Bakanlığı’ndan bir kaynak, The New Arab’ın kardeş yayını olan El Arabi el Cedid’e , “Sahadaki verileri ve gerçekleri göz ardı etmek ve soruşturma komisyonunun çalışmalarını karalamak, nesnelliğin en temel standartlarına aykırı bir titizlik eksikliğidir.” Dedi. Bu, geçmişi bilinen, Suriye’ye hem millete hem de halkına düşman ülkelerle ittifakı aşikar olan aktörlerin yürüttüğü bir siyasi proje lehine bir tarafgirliği ifade etmektedir.”

Bununla birlikte Ahmed al- Şara ve iktidardaki müttefikleri, kapsamlı bir geçiş adaleti mekanizması kurmakla ilgilenmiyorlar; çünkü bunun kendilerini de sivillere ve çeşitli yerel nüfusa karşı işledikleri suçlar ve suistimaller nedeniyle hesap vermeye maruz bırakacağından korkuyorlar.

Ayrıca, geçiş adaleti, eski rejimle bağlantılı iş adamlarına yasadışı olarak verilen devlet varlıklarının geri alınmasını ve kamu ve devlet fonlarının özelleştirilmesi veya devlet arazilerinin işçi sınıfı ve genel çıkarlar aleyhine devredilmesi gibi ciddi mali suçlardan sorumlu olanların hesap vermesini amaçlayan eylemleri içeriyorsa, toplumsal bir boyut da taşıyabilir.

Yeni iktidarın, eski Cumhurbaşkanlığı Sarayı ile bağlantılı iş dünyası figürleriyle anlaşmalar ve düzenlemeler yapmayı hedefleyen ekonomik yönelimi, neoliberal politikaları derinleştirme ve kamu varlıklarını özelleştirme arzusu, kapsamlı bir geçiş adaleti sürecinin ilkeleriyle bir kez daha çelişmektedir.

Son yaşananlar, gelecekte açılacak cezai kovuşturmalara delil toplamak ve mağdurların hafızasını ve geçmişini korumak amacıyla Suriye’deki insan hakları ihlallerini belgelemeye devam etmenin önemini vurgulamaktadır.

Yalnızca, tüm mezhepsel ve etnik kökenlerden emekçi sınıfların geniş katılımıyla demokratik ve kapsayıcı bir süreç, mezhepsel şiddet döngüsünü kırabilir ve insan hakları ihlallerinin faillerinin hesap vermesini sağlayabilir.

Bunun için Suriyeli aktivistlerin, demokratik ve ilerici grupların iktidardaki yeni yönetime karşı dengeleyici bir güç oluşturması, özellikle adalet ve cezasızlıkla mücadele konularında taviz vermeleri için baskı yapması gerekiyor. Eski bir söz vardır: Adalet olmadan barış olmaz.

Joseph Daher

Kaynak: The New Arab , 3 Nisan 2025:
https://www.newarab.com/opinion/no-hope-justice-if-sectarianism-new-syrian-state-doctrin

Görsel: ALI HAJ SULEIMAN / GETTY IMAGES VIA AFP

Çeviri: İmdat Freni