İmdat Freni

Gündem

Türkiye: Plastik Vatan! – Ekin Güvençoğlu

Geçtiğimiz günlerde İngiltere kaynaklı bir haber ülkemizde de ciddi yankı buldu. Hatta bunun üzerine çeşitli bakanlar istifa etti, sorumlular hakkında soruşturmalar açıldı demek isterdim fakat AKP dönemindeyiz, ne yazık. Konumuz, geçtiğimiz yıl İngiltere’nin Türkiye’ye yolladığı 210 bin ton plastik atık ve akıbetinin bilinmemesi. Ta ki AFP muhabirleri çöplerin akıbetini araştırırken bunların Adana’da vahşi bir biçimde doğaya atıldığını keşfedene kadar. Bu olay İngiltere’de Başbakan Boris Johnson’a kadar varan ciddi eleştiri ve soruşturmalara sebep olurken, Türkiye’de sorumlu iktidar ve Çevre Bakanı alışageldiğimiz bir şekilde sessizliğini uzun bir süre korudu. Gelin Türkiye ve Batı açısından neler olduğuna, ne yapabileceğimize bakalım.

AKP çöp sorununu inkâr ediyor

Doğaya veya sahil kesimine gittiğimizde hepimiz yerlere saçılmış çöplerden veya denizin kirliliğinden yakınırız. Bu aslında devletin ve iktidarın çevreye ve çöp sorununa bakışının net bir özeti. Çevrenin kirletilmesi çok ciddi bir sorun haline gelinceye kadar görmezden geliniyor veya bireysel bir sorunmuş gibi gösteriliyor. 2018 yılında TÜİK’in yayımladığı atık raporunda, belediyeler tarafından 32 milyon 209 bin ton atık toplandığı açıklandı. Yani kişi başı günlük 1,16 kg atık. Fakat bu atığın sadece yüzde 12,3’ü geri kazandırılıyor, geri kalanı ya depolanıyor ya belediye çöplüğüne atılıyor ya da yakılıyor.

Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum ise İngiltere ifşasından sonra başta Türkiye’nin çöp ithalatını yapmadığını iddia ederken, sonra plastik çöplerde yoğun olarak kullanılan etilen polimerin yasaklandığını duyurdu. Bu aslında halkın nasıl kandırıldığına net bir örnek.

Daha çok plastik için

Türkiye Avrupa’nın 2. büyük plastik üreticisi. Türkiye sadece 2019 yılında 9,46 milyon ton plastik üretti, fakat bunun 1,830 milyon tonu geri dönüşümle üretildi. Yani her sene yaklaşık 7,5 milyon ton plastik atık fazlası veriyoruz. Ayrıca plastik üretimi için de hammadde sıkıntısı çekmekteyiz. Hem katı atık ayrıştırmanın maliyetli olması hem de döviz kurundan ötürü atık ithal etmenin avantajlı hale gelmesinden dolayı, Türkiye kontrolsüz bir biçimde Avrupa’nın baş çöp ithalatçısı haline geldi. Peki iktidar bunlara neden olurken, Avrupa ve İngiltere’nin hiç mi suçu yok?

Batı’nın ikiyüzlülüğü

Aslında Avrupa ve İngiltere çöp ve atıklarını uzun süredir başka ülkelere yolluyor. Çin 2018 yılına kadar plastik atık ithalatında birinciydi, fakat çevresel kirlenmeleri bahane göstererek bundan vazgeçti. Onun yerini bir süre Güney Asya ülkeleri devralmaya çalışsa da aynı sorunu gerekçe göstererek caydılar. Yukarıda belirttiğim gerekçelerden dolayı Türkiye bu atıklar için cennet haline geldi ve sadece bir senede 600 bin ton plastik geri dönüşüm adı altında ülkemize sokuldu. Nasıl takip edildikleri ise muamma. Buradaki ikiyüzlü kısım ise, Almanya’nın veya diğer batılı ülkelerin neredeyse yüzde 50’ye yakın plastik ayrıştırması yapmasına rağmen, plastiklerin nasıl geri kazanıldığını takip etmemesi. Yani “bizden uzak olsun da ne olursa olsun” anlayışı var.

Ne yapmalı?

Akdeniz’i en çok kirleten ülkelerden biriyiz. Türkiye’de tutulan balıkların yüzde 44’ünün midesinde tek kullanımlık polimere, hatta çiftlik üretimi olmayan midyelerin tamamında plastik izine rastlanmış durumda. Çöp dağlarından beton şehirlere hatta atık dolu nehirlere ve denizlere, neoliberal politikalar ve bunu uygulayan AKP iktidarı sebep oluyor. Bunca kötülüğe rağmen ne yapılabilir? Öncelikle plastik ve türevi atıkların ithali durdurulmalı. Geri dönüştürülemez ve doğaya zararlı madde üretiminden vazgeçilmeli. Vahşi atık toplama merkezleri kapatılmalı. Geri dönüşüm merkezleri denetlenmeli. Geri dönüştürülmüş atıkların kullanımı teşvik edilmeli. Atıklarını doğaya atan kurum ve kişilere ağır cezalar verilmeli. İvedilikle adım atılmadığı her an doğa tahribatı geri döndürülemez boyuta gelecek ve bugün Marmara Denizi’nde olan, yarın tüm ülke çapında gerçekleşecek.

Kaynak: Gazete Nisan

Çevre Mühendisleri Odası’ndan Acil Eylem Planı

Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO) İstanbul Şubesi ‘Müsilaj ve Etkilerinin Azaltılmasına İlişkin Acil Eylem Planı Önerilerimiz’ başlıklı bir açıklama yayımladı.

ÇMO denizin kurtarılması için şu önerilerde bulundu:

1-Atıksuların tamamının ileri biyolojik arıtılması yapıldıktan sonra derin deniz deşarjı yapılması.

Marmara Denizi`ndeki atıksu deşarjı kaynaklı kirliliğin önüne geçilebilmesi için kesin çözüm budur. Ancak; bu tesislerin planlamasına başlanmış olsa bile tamamlanıp tüm Marmara`daki belli başlı atıksu deşarj noktalarının tamamının biyolojik arıtmadan sonra deşarjının sağlanması uzun yıllar alacak bir süreci gerektirmektedir. Bu nedenle, en öncelikli olarak bu planların yapılması, bu sürede ise halihazırdaki kirliliğe yönelik aşağıda sunduğumuz diğer çalışmaların yapılması gerekmektedir.

2-Marmara Denizi etrafındaki derin deniz deşarjları, ön arıtmalar ve endüstriyel atıksu arıtma tesisleri ile sanayi atıksuları en kısa sürede denetlenmelidir. Atıksu debisi ve su analizleri yapılarak, halihazırda çalışan tesislerde gerekli ön arıtma koşulları sağlanmalı ve ivedilikle ön arıtmaların doğru şekilde çalışmaları emniyete alınmalıdır. Her ön arıtma ve deniz deşarjı sisteminde yeterli sayıda uzman çevre mühendisi bulundurmalı ve bu tesislerde Çevre Mühendisleri Odası işletme denetimi sağlamalıdır. Ayrıca Marmara Havzası için kısıtlayıcı deşarj kriterleri acil olarak belirlenmelidir.

3-Ön arıtma tesislerinde yağ tutucular işletmeye uygun hale getirilmelidir. Askıdaki katı madde çökeltme işlemi etkin bir biçimde sağlanmalıdır. Müsilajın oluşum kapasitesini, askıdaki katı madde ve yağ birleşiminin artırdığı düşünülürse, acil müdahale ile ön arıtma ve yağ tutucuların yüksek verimlilikte çalıştırılması elzemdir.

4-Endüstriyel ve kentsel atıksu arıtma tesisleri için atıksu geri kazanım sistemleri kurularak Marmara Denizi`ne deşarj edilen atıksu miktarının azaltılması gerekmektedir.

5-Dengeleme ve/veya dinlendirme bölümlerinde bulunan atıksu, oksijen bakımından olabildiğince zengin hale getirilmelidir.

6-Dip akıntı ölçümleri yapılarak, dip akıntılarının ölçümlerinin sonucuna göre derinlik, kıyı mesafesi ve difüzör yapıları kontrol edilmeli ve tüm deşarj noktaları batimetrik ortak haritaya işlenmeli, atıksu seyrelme tarlaları oluşumları incelenmelidir. Yeni veriler ışığında akıntı hali ve sakin su hali difüzör ve seyrelme faz analizleri ayrı ayrı yapılmalıdır. Bu incelemelerin sonucuna göre; gerekli difüzör yenileme ve ilave hat işlemleri en kısa sürede gerçekleştirilmelidir.

7-Karadeniz`e giren kirlilik yükü arttığından, oksijensiz taban tabakası kalınlığı artarak yüzeye biraz daha yaklaşmıştır. Bu durum dip akıntılarını etkileyici faktör olacaktır. Ayrıca Karadeniz`i besleyen derelerden gelen yağmur sularının bu yıl az olması, Karadeniz statik yüksekliğini düşük tutmuş, bu durum yüzey akıntılarını olumsuz etkilemiştir. Bununla beraber, Karadeniz kıyısı boyunca kentsel atıksu arıtma tesisleri tarafından gerçekleştirile derin deniz deşarjlarının da hem Karadeniz`de kirlilik yaratmamak hem de bu kirliliğin Marmara Denizi`ne akışına engel olmak için sıkı bir biçimde denetlenmesi gerekmektedir.  Bu durumda; dip akıntıları yetersiz oluştuğundan, seyrelme tarlaları Marmara Denizi içine doğru genişlemekte ve birbirlerine olan girişimlerini artırmaktadır. Bu nedenle, difüzör noktalarında revizyon şart görülmektedir.

8-Ergene`den Marmara Denizi`ne deşarja acilen son verilmelidir. Ergene havzasının atıksu toplayıcı sisteminin Marmara Denizi`ne bırakıldığı nokta ivedi olarak incelenmeli, derin deniz deşarjı ön arıtma ile birlikte ele alınmalı ve sıkı bir şekilde denetlenmelidir. Ortak olarak çalıştırılacak atıksu arıtma tesisleri en kısa sürede devreye alınmalı ve Ergene`ye atıksu deşarjı yapan tüm sanayi tesislerinin atıksu parametre değerleri sıkı denetim altına alınmalıdır.

9-Marmara Denizi`ndeki kirliliği direkt olarak artırıcı etkiye sahip dip tarama çamurlarını Marmara Denizi`ne dökmek yerine, çamurların karasal bertarafının yapılması ve bunun gerçekleşebilmesi için ilgili yönetmelikte değişiklik yapılması gerekmektedir.

10-Müsilaj veya deniz salyası, yaşadığımız iklim değişikliği krizi ve deniz kirliliğinin bileşimiyle büyük doğa felaketlerinin eşiğinde olunduğunu göstermiştir. Bununla birlikte, artık tek ve kaçınılmaz yolun, arıtma tesislerinin kesintisiz ve doğru çalıştırılması olduğu görülmektedir. Başta sanayi tesislerinde olmak üzere, arıtma tesisleri doğru ve çevre mühendislerince işletilmelidir. Arıtma tesislerinin kesintisiz ve doğru çalıştırılmasının teşviki için; arıtma tesislerinde kullanılan elektrik ücretinin en düşük tarifeden ücretlendirilmesi, vergi muafiyeti, özel işletme arıtma tesislerinde çalıştırılacak çevre mühendisinin vergi ve Sosyal Güvenlik Kurumu giderlerinde indirim gibi hususların ivedi hayata geçirilmesi ve denetim noktasında Çevre Mühendisleri Odasının sürece dahil olması gerekmektedir.

11-Su kaynaklarının ve denizlerimizin korunmasının artık ötelenemeyecek noktaya gelmesi nedeniyle içme suyu temin, atıksu ve yağmur suyu toplanması işlerinin, planlama ve yatırımında yapılacak tüm işlerin sadece inşa faaliyeti olarak görülmesinden vazgeçilerek, çevre mühendisliğinin bilgi ve uzmanlığının tüm çevre ve altyapı yatırımlarında etkinleştirilmesi gerekmekte olup, çevre mühendislerinin söz konusu işlerde çalıştırılmasının zorunlu hale getirilmesi ivedilikle gereklidir.

Yukarıda anlatılan ön arıtma sistemi iyileştirmeleri başta olmak üzere kısa vadeli çözüm yolu önerilerimizin Marmara Denizi`nin tükeniş ömrünü uzatacağı kesindir. Bu aşamada biyolojik arıtma tesislerinin hızla inşası hayata geçirilmeli ve Marmara Denizi çevresindeki sanayileşme ve nüfus artışının durdurulması için Bakanlıklar tarafından acil çalışmalar yapılması gerekmektedir. Halihazırda yaşanabilir nüfusun çok daha üzerinde bir nüfusu barındıran İstanbul`da mega projelerden vazgeçilmelidir. İstanbul`daki mega projelerde gördüğümüz ve yıllardan beri ısrarla, güçlü bir şekilde söylediğimiz mega projelerin çevresel etkilerinin azımsandığı bir kez daha Marmara Denizi ve müsilaj problemiyle ortaya çıkmıştır. Atıksuyunu biyolojik olarak arıtmadan Marmara Denizi`ne deşarj eden bir kente, Kanal İstanbul ve Yenişehir Rezerv alanları ile milyonlarca kişinin daha çekilmeye çalışılması intihardır.

Sonuç olarak; ön arıtma iyileştirmeleri acil yapılarak doğru bir şekilde çalıştırılmalıdır. Derin deniz deşarjı ve difüzör noktalarına yönelik revizyon çalışmaları acil olarak yapılmalı ve bunların hayata geçirilmesi için gerekli imkanlar sağlanmalıdır. Bu takdirde belirli bir süre zarfından sonra sonuç alınmaya başlanacaktır. Ancak önümüzdeki dönem iyi değerlendirilmeli ve biyolojik arıtma tesisleri inşası ivedilikle başlamalıdır. Çevre Mühendisleri Odası ve 15 binden fazla üyesinin bilimsel ve teknik bilgi birikimi başta olmak üzere Marmara Denizi paydaşları mutlaka sürece dahil edilmeli ve sorunda ortaklaşıldığı gibi çözümde de ortaklaşılmalıdır.

Müzeler Herkese Açık mı? – Yıldız Öztürk

Yazının başlığındaki soruyu tartışmaya başlamadan önce bir adım geriye giderek “müze nedir?”, “müze deyince ne hissediyoruz, gözümüzün önüne ne tür imgeler geliyor?” üzerine düşünmek istiyorum. 18. yüzyılda kamu müzelerinin doğuşundan 20. yüzyılın ortalarına kadar, toplumun büyük kesiminin müzeler hakkındaki genel intibası bu alanların sıkıcı, loş, eski eşyaların tıkıştırıldığı bir arka oda ya da mezarlık hissi uyandıran alanlar olduğudur. Bu hissiyatın altında yatan nedenlerden biri müzeyi çoğunlukla arkeoloji müzeleri, doğa tarihi müzeleri ve güzel sanatlar müzeleri ile eşitleme eğiliminin olmasıdır. Müze denince tahayyül edilen nesnelerin bitki ve hayvan fosilleri, lahit, Antik Çağ heykeli, Rönesans dönemine ait tablo ya da heykel ile sınırlı kalmasında ise bu eğilimin katkısı olduğu söylenebilir. İçinde alay tınısı barındıran ve ölü bir geçmişe gönderme yapan “müzelik” ve “müze gibi” ifadeler de müzenin güncelle bağı olmayan köhne mekânlar olduğu imajını pekiştirmektedir. Peki, bu düşünceler gerçeği yansıtıyor mu(ydu)? Müzeler aslında nasıl yerler(di)?

         Karsten Schubert (2004: 24), 19. yüzyılda müzelerinin kronolojiyi temel alan sergileme politikalarını değerlendirirken şu ifadeye yer verir: “Sergilerin bütünlüğü o kadar önemliydi ki, koleksiyonda eksikliği hissedilen parçaların yerine alçı kopyalar kullanılması hoş karşılanırdı.” 1904 yılında David Murray müzenin, ilginç ve antik eserlerin bilimsel yöntemler kullanılarak toplandığı, tasnif edildiği ve sergilendiği koleksiyonları barındırdığını söylüyordu. Halil Edhem (1932: 532) I. Türk Tarih Kongresi’nde gerçekleştirdiği “Müzeler” başlığındaki sunumda halkın eğitimi için işlevsel mekânlar olarak da gördüğü müzeyi şu şekilde tarif ediyordu: “(…) Müzeler şu binalardır ki onlarda ilim, fen ve san’atların her şubesine mahsus âsar ve eşyadan mürekkep koleksiyonlar teşhir ve muhafaza olunur.” Düzen ve ilerlemenin, nesnellik ve aklın görsel temsiline odaklanan dönemin müze tasvirleri çağın ruhunu yansıtıyordu ancak aynı çağın ruhunda radikal devrimci hareketlerin varlığı da söz konusuydu. Kültür ürünlerinin müzelere kapatılmaması ve bu ürünlerin herkesin erişimine imkân veren yöntemlerle sergilenmesine ilişkin meseleler de aynı dönemin tartışmalarıydı. Örneğin 1871’de Paris Sanatçılar Federasyonu Manifestosu’nda, konuya dair en etkileyici ve radikal talepleri görmek mümkündü. 1871 yılında Komün yönetimi müzelerin demokratikleştirilmesi girişiminde bulundu. Sanat Kurulu Başkanı Gustave Courbet, “(…) seçilmiş bir sanatçılar meclisinin müze yöneticilerini ve küratörlerini atamasını (…)” öneriyordu (Darcel, 1872’den akt. Nochlin, 2006: 23). Tings Chak’in (2021: 28) aktardığı gibi Paris Sanatçılar Federasyonu’nun amaçları arasında “(…) eğitim, anıtlar, müzeler aracılığıyla geleceği yeniden kurmak için bugünün ihtiyaçlarına ışık tutmak (…)” da yer almaktaydı. Bunun için “yeni ve daha demokrat bir müze personelinin atanması, müzelerin halkın çıkarları doğrultusunda elden geçirilip yeniden düzenlenmesi gerekiyordu (…)” (Nochlin, 2006: 23). Paris Sanatçılar Federasyonu Manifestosu (2021: 125) ise şu sözlerle sona eriyordu: 

“Son olarak, sözle, fırçayla, kalemle, başyapıtların yaygın röprodüksiyonuyla ve Fransa’nın en mütevazı köylerinin idare binalarına kadar gidecek ve buralarda sergilenecek maharet ürünü ve zarif imgeler aracılığıyla, komite yeniden kuruluşumuz için, ortak servetin paylaşılması için, parlak bir gelecek için ve Cumhuriyet için çalışacaktır.” 

         Kristin Ross’un değerlendirmesiyle (2016), “Komün’ün ölçeğinde bakıldığında onların benim ‘ortak lüks’ olarak anladığım ve manifestolarının sonunda yer alan ‘kamusal güzellik’ talebi bir ayrıntı gibi gözükebilir” fakat bu, Komün’ün sanatsal güzellikler dahil bütün güzellikleri herkesin paylaşması ve “büyük şehirlerden en küçük köylere kadar her yerin hoşa giden bir sanatsal boyutu olma[sı]” düşüncesiyle örtüşmekteydi. 

         Komün’den ve diğer radikal toplumsal-siyasal dönüşüm anlarından bugüne taşınan tarihsel miras kültürel üretim, erişim, paylaşım hakkının belirli bir toplumsal grupla sınırlı kalmasını her daim sorunsallaştırmıştır. Bu nedenle güncel sorunlara karşı verilen mücadelelerde geçmişin hafıza kaydının olduğunu hatırlamak önemli. Söz konusu hatırlama eylemi canlılığını yitirmiş bir hatırlama değil, aksine şimdiyi ve geleceği dönüştürmeye açık bir eylemdir. “Geçmişin yeniden harekete geçirilmesi”, şimdinin dönüştürülmesiyle alakalıdır. Enzo Traverso (2018: 304), Walter Benjamin’in tarih anlayışından söz ederken geçmiş ve şimdinin birlikteliğini şu şekilde aktarır: “(…) geçmiş, şimdiyi hiçbir zaman bırakmaz; şimdiye musallat olur ve ondan ayrılamaz. Bizimle kalır ve sonuç olarak yeniden harekete geçirilebilir.” 

        Benjamin’in tarih anlayışı yaygın bir çıkarım olan toplumsal-siyasal kazanımların iktidarlar tarafından çatışma ve çelişki olmaksızın “verildiği” düşüncesinin kofluğunu göstermesi açısından da önemlidir. Bugün bazı özel müzelerin haftada bir gün ücretsiz bir şekilde ziyarete açık olması bu kurumların izleyicilere bahşettiği bir hak değil, tarihsel mücadeleler sonucunda elde edilen bir kazanımdır. Ayrıca günümüzde sanat kurumları toplumsal prestijleri açısından da izleyici geliştirme çalışmalarında eşit erişim hakkını temel alan uygulamalara yer vermek durumundadır.

Müzeler demokratikleşti mi?

        Bugün üzerinde uzlaşılan tek bir müze tanımı mevcut değil. Müzenin tanımı, kapsamı ve işlevleri hem toplumsal ve siyasal dönüşümlerden hem de müzeoloji alanındaki gelişmelerden etkilenerek değişiyor. Günümüzde eleştirel müzeoloji literatürünün zenginleşmesinde, müze tanımının ve müzenin işlevlerinin toplumsal ihtiyaçlar kapsamında genişlemesinde “şimdiye musallat” olan geçmişin de etkili olduğunu söylemek gerekiyor. Müzeye tarih üstü anlam atfeden ve müzenin kutsal mekân gibi muhafaza edilmesini destekleyen yaklaşımlar yerini, geçmişin hâkim siyasal gücünü simgelese de müzeyi tarihsel çelişkileriyle ele alan eleştirel yaklaşımlara bırakıyor. Kurumsal düzeyde de dönüşüm yaşanıyor. Uluslararası Müzeler Konseyi (ICOM)’nin 1946’taki müze tanımı süreç içinde değişti ve ihtiyaçlar doğrultusunda güncellendi. Son olarak 2019 yılında oylamaya sunulan güncel müze tanımı[1] ise henüz resmi olarak onaylanmasa da müze tanımına ilişkin tartışmalar devam ediyor. Önerilen tanımda müzelere erişimde eşitlik ilkesinin altının çizildiği, “insan onuru” ve “toplumsal adalet” gibi toplumun bütününü ilgilendiren kavramların ön plana çıktığı görülüyor. Dolayısıyla müzelerin şu anki işlevinin eserlerin ve nesnelerin toplandığı, belgelendiği, korunduğu ve sergilendiği donuk geçmişe dair arşivcilik anlayışını aşan bir noktaya vardığı söylenebilir. Güncel müzecilik yaklaşımları kapsamında uygulanan kamusal programlar katılımı ve paylaşımı desteklemektedir. Eleştirel müzecilik pratikleri ise geçmişle yüzleşme, hatırlama atölyeleri ve benzeri yöntemlerle ziyaretçilerin toplumsal ve kültürel çeşitliliğini artırmaya çalışmaktadır. Yasalar ve uluslararası sözleşmeler kültürel katılımı teşvik etmektedir. Bununla birlikte kültürel hakların kullanımının, örneğin kültür ürünleriyle kendiliğinden karşılaşmanın ya da müzeleri ziyaret etmenin sınıfsal bağlamları olduğu da aşikârdır. Cinsiyet temelli ayrımlar da katılımın önündeki en büyük engellerden biridir. Müzelerde feminist pedagojinin[2] uygulanması kadınların katılımını olumlu yönde etkileyecektir. Kültürel katılım literatürü incelendiğinde müzelere ziyaretin önündeki engellerin genellikle şu başlıklar altında toplandığı görülür:

  1. Ekonomik yetersizlikler, 
  2. Kültürel alışkanlıklar, 
  3. Fiziksel engeller (ulaşım zorlukları, mekânın herkesin kullanımına uygun olmayan yapısı, mimari yapının birey üzerindeki olumsuz etkileri) 
  4. Psikolojik engeller (çekinme, yabancılaşma) 
  5. Bilişsel engeller.

         Beğeniler, alışkanlıklar ve kültürel tüketim ile sınıfsal konumlanmalar arasındaki ilişkiselliği araştırmaya yönelik yapılan çalışmalar, bireysel bir tercih gibi görünen davranışların toplumsal ve kültürel dinamiklerle bağlantısını ortaya koymuştur. Aynı zamanda kültürel hayata katılan izleyicilerin nötr bir bütünlük içinde ele alınamayacağı sonucuna varılmıştır. Pierre Bourdieu ve Alain Darbel’in 1969 tarihli Sanat Sevdası kitabı ile Bourdieu’nün kültür sosyolojisi alanında klasik haline gelmiş Ayrım: Beğeni Yargısının Toplumsal Eleştirisi (1979) başlıklı kitabı kültürel pratikler ile sınıfsal konumlamalar arasındaki ilişkiselliği anlatan ilk araştırma örneklerindendir. Culture, Class, Distinction (Bennett vd., 2009) kitabında anlatılan Britanya’da gerçekleştirilmiş araştırmanın sonuçları da beğenilerin ve kültürel tercihlerin toplumsal yarıkların izlerini takip ettiğine işaret eder. Sözü edilen araştırmaların ortaya koyduğu gibi, mekanik bir işleyiş söz konusu olmasa da kültürel pratikler sınıfsal ayrımların ve toplumsal eşitsizliklerin açık bir şekilde gözlemlendiği alanlardandır. Doğal olduğu varsayılan bu pratiklerin bireylerin doğup büyüdüğü toplumsal ortamla yani ekonomik ve kültürel sermayeleriyle doğrudan ilişkili olması söz konusudur.

Pandemi ve Müzelere Erişim

        Pandeminin başından itibaren sanatın “iyileştirici gücü”ne sıkça vurgu yapıldı. Bu vurgu kimi zaman, emekçi sınıflar için gerçekleşmesi mümkün olmayan “evde kal” söylemiyle birlikte süreci romantize ettiği ve pandeminin sınıfsallığını görmezden geldiği için eleştirildi. Bu eleştirilere katılmakla birlikte çeşitli ülkelerden paylaşılan sanatsal içerikli videoları izlerken, pandeminin başından itibaren kimi zaman dönüşümlü kimi zaman da tam zamanlı bir çalışan olarak yine de heyecanlanmamak, duygulanmamak ve her şeye rağmen umutlanmamak benim için mümkün değildi. Bir dönem en ağır koşullarda yaşam mücadelesi veren İtalya, Bandiera Rossa versiyonlarıyla gönlümde ayrı bir yer edindi. Fiziksel ortamın sınırlı kullanımı ise mekânların anlamını -iyi ya da kötü- hepimiz için değiştirdi. Evlerden ve balkonlardan yayınlar yapıldıkça, sanat etkinlikleri kayıtları sosyal medyadan paylaşıldıkça tanımadığımız insanların kişisel mekânlarına dahil olmaya başladık. Bu tarz paylaşımlar ilk kez pandemi sürecinde yapılmadı elbette ama “sanatçı” olan ya da olmayan bireylerin/grupların, bu kadar yaygın bir biçimde kayıt yapması ve yayınlaması, kayıtların bu kadar yaygın bir şekilde izlenip paylaşılması, ulaşılan insan sayısı ve bölgesel ölçeğin genişliği itibariyle yeni bir durumla karşılaştığımız söylenebilir. Türkiye’de eğitimin çevrimiçi olarak devam etmesi, internet üzerinden alışveriş yapma eğiliminin artması gibi etmenler bireylerin internet kullanım oranını da artırdı. TÜİK’in Hanehalkı Bilişim Teknolojileri Kullanım Araştırması Ağustos 2020 sonuçlarına göre, hem internet kullanım oranında hem de evden internete erişimde önceki yıla göre artış yaşandı: “İnternet kullanım oranı 2020 yılında 16-74 yaş grubundaki bireylerde %79 oldu. Bu oran, bir önceki yıl %75,3’tü. (…) Hanelerin %90,7’sinin evden internete erişim imkânına sahip olduğu gözlendi. Bu oran bir önceki yılda %88,3 idi.” 

        Bu süreçte yüz yüze hizmet veren birçok kurum gibi müzelerin de dijitalleşmesi kaçınılmazdı. Pandemi öncesinde de çoğu müze web sitesi ve sosyal medya kanalları aracılığıyla izleyicilere ulaşıyordu. Ayrıca sanal turlar, kamuya açık söyleşiler ve film gösterimleri düzenleyerek dijital ortamı kullanıyorlardı. Ancak dünyanın pek çok bölgesinde uzun zamanlara yayılan sürelerle kapalı kalan müzeler bütün faaliyetlerini çevrimiçine uyarlamak zorunda kaldı. Alt yapısı uygun olan müzeler güncel teknolojileri kullanarak dijitalleşti ve izleyici erişimini artırmaya çalıştı. Ancak UNESCO, ICOM, Amerikan Müzeler Birliği (AAM) ve benzeri kurumların yaptığı araştırmalar pandemi sürecinde müzelerin ve müze çalışanlarının oldukça zor koşullarda var olmaya çalıştıklarını gösterdi. UNESCO 26 Şubat – 29 Mart 2021 tarihleri arasında pandeminin müzeler üzerindeki etkilerini araştırmak üzere üye devletlere yönelik anket uyguladı. Nisan 2021’de yayımlanan rapora göre, araştırmaya dahil olan müzeler aynı protokollerle ve aynı dönemlerde kapatılmasa da 2020 yılında müzelerin sadece %16’sı açık kalabilmiştir. Aynı raporda ziyaretçi sayısında ortalama %70 düşüş yaşandığı ifade edilmektedir. Pandemi nedeniyle kapalı kalan müzelerin ise %13’ünün bir daha açılmama ihtimali bulunmaktadır (UNESCO ve ICOM, 2020). Aynı raporlarda, müzelerin dayanıklılığının ve sürdürülebilirliğinin zayıfladığı da vurgulanmaktadır. Uzmanlar ABD’deki müzelerin günlük toplam ekonomik kaybının en az 33 milyon dolar olduğunu (Bishara, 2020a), ABD’nin en eski müzeleri arasında yer alan Metropolitan Sanat Müzesi (1870)’nin ise 2020 Haziran sonunda 60 milyon dolar civarında gelir kaybı tahmininde bulunduğunu (Pogrebin, 2020) ifade etmiştir. Müzelerdeki gelir kaybı, müze çalışanlarını da doğrudan etkiledi ve güvencesiz koşulların artmasına sebep oldu. Bu süreçte, Metropolitan Sanat Müzesi, 81 çalışanın işine son verdi (Bishara, 2020b). Valentina Di Liscia (2021), Whitney Müzesi’nin (1930) pandeminin başlangıcından bu yana toplam personelin %20’sini işten çıkardığını açıklamıştır. Buna karşılık Mayıs 2021’de, müzenin farklı departmanlarında görev yapan yaklaşık 185 müze çalışanı, pandemiyle birlikte artan güvencesiz çalışma pratiklerini ve eşitsiz ücret uygulamalarını gündeme getirerek sendikalaşmaya gitmiştir. AAM’nin uyguladığı anketin sonuçlarına göre (2021), işten çıkarmalar çalışanların mental sağlığında ciddi hasarlar meydana getirmiştir. Yine bu araştırmaya göre, güvencesizliğin kendini kadın olarak tanımlayan ve beyaz olmayan bireylerde daha ağır bir şekilde deneyimlendiği ortaya çıkmıştır.

        Bütün bunlar yaşanırken diğer yandan teknoloji sayesinde kültürel hayata yeni katılım olanaklarının ortaya çıkmasıyla erişimin kolaylaştığı, müzelerin dijitalleşmesiyle her kesimden bireyin katılabildiği daha demokratik bir ortamın oluştuğu görüşü yaygınlaştı. Bu görüşün oldukça haklı yanları var: Zaman tasarrufu, çoğu etkinliğine ücretsiz erişim imkânı, zaman ve mekân sınırlamasının ortadan kalkması, ulaşım kolaylığı, sergilenen nesneler hakkında daha fazla bilgiye ulaşma… Dijitalleşmenin katılımcılar açısından fırsatlar sunduğu çok açık ancak sınırlı internet erişimi olan ya da internete erişimi olmayan gruplar için alternatif erişim olanakları da tartışılmalı bir konu haline geliyor. Geçen yıl UNESCO ve ICOM’un yaptığı, üye devletleri kapsayan araştırmanın sonuçlarına göre, Afrika ve Gelişmekte Olan Küçük Ada Devletlerinde müzelerin sadece %5’inin izleyicilerine çevrimiçi içerik sunabildiği ifade edilmiştir. Bununla birlikte internete erişimi olsa da bazı bireylerin müzelerin çevrimiçi içeriklerinden haberi olmama ihtimali mevcut. UNESCO’nun raporunda da değinildiği üzere (2021), dijitalleşme izleyicilerin dışlanmasını pekiştirebilir. Çoğu zaman müzeleri sanal olarak ziyaret edenlerin önceden de müze ziyaretinde bulunan bireyler olduğu görülmektedir. Yani “önceden bilgi sahibi olma” katılımı olumlu yönde etkilemektedir (İKSV, 2017: 30). Türkiye gibi kültürel harcamaların[3] çok düşük olduğu ülkelerde dijitalleşen müzelere erişim oranının ne düzeyde olacağı muğlak bir mesele. Dünyanın bir bölümü için nasıl ki en az 20 saniye boyunca ellerini yıkamak bir lüks ise kültüre erişimin, kültürel üretimin ve paylaşımın da bu grup için lüks olduğu görünüyor. Müzelerin herkese açık olduğunu varsaysak bile kültürel hayata katılımda görünmez eşiklerin varlığı, bu alanın toplumun belirli bir bölümü tarafından “çitlendiği” gerçeği ile karşı karşıya kalıyoruz. 

        Özellikle radikal toplumsal dönüşüm anlarında müzeler güncel siyasi tartışmaların ortasında yer almıştır. Bir taraftan yeni bir toplum kurmanın gereği olarak müzelerin sonu ilan edilmiş, geçmişi temsil eden bu yapıların yıkılması gerektiği söylenmiştir. Diğer taraftan müzelerdeki nesnelerin insanlığa ait olduğu ve her şeye rağmen bu tarihi mirasın eleştirel yöntemlerle muhafaza edilmesi gerektiği düşüncesi desteklenmiştir (Nochlin, 2006). Benjamin (2001: 42), kültürel zenginliklerin kökenine bakıldığında dehşet duygusuna kapılmamanın mümkün olmadığını söyler ve şöyle devam eder: “Varlıklarını sadece onları yaratan büyük dehaların çabalarına değil, aynı zamanda o çağda yaşamış adı sanı bilinmeyen insanların katlandığı külfetlere borçludurlar. Hiçbir kültür ürünü yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın.” Bu zihin açıcı yorumun izlerini, 1871’de Vendôme Sütunu’nun yıkımında ya da 2020’de Edward Colston’ın heykelinin yerinden sökülüp suya atılmasında yani, radikal toplumsal-siyasal dönüşümlere açık anlarda bulmak mümkün. Bugün müzelerin herkese açık olup olmadığı sorusuna cevap ararken beyaz, Batılı, erkek merkezli estetik hiyerarşinin, ırkçılığın, güvencesizliğin, sömürgelerden çalınan nesnelerin ve sanatla aklanmaya çalışılan kirli paraların üzerine de düşünmemiz gerekiyor. Bu düşünme pratiğinin içine herkesi dahil edebilmek için de müzeyle tanışıp yüzleşmek gerekiyor. Kültürel hayata etkin katılım bütün toplumsal eşitsizlikleri bir anda yok edecek sihirli bir buluş değil ama toplumsal eşitsizlikler, estetik ve eleştirel yaklaşımlar üzerine düşünmemizi sağlayabilecek yollardan biri. Bu nedenle, kamu ve özel müzelerden erişim engellerinin kaldırılmasına yönelik tarihsel talepleri güncelleyerek dile getirmekten geri durmamalıyız.

Kaynaklar

AAM. (2021). Measuring the impact of Covid-19 on people in the museum field.             https://www.aam-us.org/wp-content/uploads/2021/04/Measuring-the-Impact-of- COVID-19-on-People-in-the-Museum-Field-Report.pdf. (Erişim tarihi: 1 Haziran         2021).

Benjamin, W. (2001). Tarih kavramı üzerine. (N. Gürbilek Çev.). Son bakışta aşk içinde (s.       39-49). İstanbul: Metis.

Bennett, T. et al. (2009). Culture, class, distinction. New York: Routledge.

Bishara, H. (2020a). 13% of museums worldwide may close permanently due to Covid-19,         studies say. https://hyperallergic.com/565254/covid-19-unesco-icom-study/ (Erişim   tarihi: 1 Haziran 2021).

 Bishara, H. (2020b). Metropolitan museum looks toward reopening in late August.        https://hyperallergic.com/573013/metropolitan-museum-looks-toward-reopening-in-   late-august/ (Erişim tarihi: 1 Haziran 2021).

Bourdieu, P. & Darbel, A. (2011). Sanat sevdası: Avrupa sanat müzeleri ve ziyaretçi kitlesi.      (S. Canbolat Çev.). İstanbul: Metis.

Chak, T. (2021). Parlayan bir çiçek. (E. Kaya Çev.). V. Prashad (Ed.) Paris Komünü 150           içinde (s. 27-29). İstanbul: Yordam. 

Di Liscia, V. (2021). Citing job insecurity, Whitney museum workers are unionizing.      https://hyperallergic.com/646835/whitney-museum-workers-are-unionizing/ (Erişim       tarihi: 1 Haziran 2021).

Edhem, H. (1932). Müzeler. I. Türk tarih kongresi tutanakları içinde (s. 531-566). Ankara             https://drive.google.com/file/d/0B7liBn5XLsAfb1AyQUdNRS1pOEU/view (Erişim      tarihi: 1 Haziran 2021).

İKSV. (2017). Kültür-sanatta katılımcı yaklaşımlar. A. İnce (Haz.) İstanbul: İKSV.

Murray, D. (1904). Museums: Their history and their use. Glasgow: James MacLehose &          Sons.

Nochlin, L. (2006). Müzeler ve radikaller: bir olağanüstü durumlar tarihi. (R. Akman Çev.).      A. Artun (Ed.) Tarih sahneleri sanat müzeleri 2: Müze ve eleştirel düşünce içinde       (s.11-48) İstanbul: İletişim.

Paris Komünü Sanatçılar Federasyonu’nun Manifestosu. (2021). (E. Kaya Çev.). V. Prashad      (Ed.) Paris Komünü 150içinde (s. 121-125). İstanbul: Yordam.

Pogrebin, R. (2020). Met museum prepares for $100 million loss and closure till July.    https://www.nytimes.com/2020/03/18/arts/design/met-museum-coronavirus- closure.html (Erişim tarihi: 1 Haziran 2021).

Ross, K. (2016). 150. yıldönümünde Paris Komünü’nün siyasi muhayyilesi: Bir saray yakmak   ve kamusal güzellik.(Söyleşi, U. Atayurt ve D. Ş. Dinler).           https://www.birartibir.org/a-dan-x-e/1087-bir-saray-yakmak-ve-   kamusal-guzellik        (Erişim tarihi: 1 Haziran 2021).

Schubert, K. (2004). Küratörün yumurtası. (R. Smith Çev.). İstanbul: İstanbul Sanat Müzesi      Vakfı.

Traverso, E. (2018). Solun melankolisi: Marksizm, tarih ve bellek. (E. Ersavcı Çev.).      İstanbul: İletişim.

TÜİK. (2020). Hanehalkı bilişim teknolojileri kullanım araştırması.          https://tuikweb.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=33679 (Erişim tarihi: 1 Haziran         2021). 

UNESCO & ICOM. (2020). Covid-19: UNESCO and ICOM concerned about the situation       faced by the world’s museums. https://en.unesco.org/news/covid-19-unesco-and-icom-      concerned-about-situation-faced-worlds-museums (Erişim tarihi: 1 Haziran 2021).

UNESCO. (2021). Museums around the world in the face of Covid-19.     https://unesdoc.unesco.org/ark:/48223/pf0000373530 (Erişim tarihi: 1 Haziran 2021).


[1] ICOM’un alternatif müze tanımı için bkz.: https://icom.museum/en/news/icom-announces-the-alternative-museum-definition-that-will-be-subject-to-a-vote/ (Erişim tarihi: 1 Haziran 2021).

[2] Konuyla ilgili kapsamlı bir çalışma için bkz., Akkent, M. ve N. Kovar (Ed.). (2019). Feminist pedagoji: Müzeler, hafıza mekânları ve hatırlama pratikleri. İstanbul: İstos.

[3] TÜİK’in Temmuz 2020’de açıkladığı “Hanehalkı Tüketim Harcaması, 2019” raporuna göre, “toplam tüketim harcamalarında en düşük payı alan harcama türleri arasında (…) %3,1 ile eğlence ve kültür harcamaları” bulunmaktadır. Ayrıntılar için bkz. https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Hanehalki-Tuketim-Harcamasi-2019-33593 (Erişim tarihi: 1 Haziran 2021).

Mafya Devleti, Helalleşmeci Siyaset ve Antikapitalist Müdahale – Yeniyol’un Sözü

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, bir süredir Sedat Peker’in hedefinde olan Soylu’ya arka çıkmasıyla birlikte, haftalardır Türkiye’nin temel gündemi olan mesele farklı bir boyut kazandı. AKP içinde tam olarak ne olduğu, kimlerin kimlerle çıkar çatışmasına girdiği, Soylu-Ağar-Bahçeli-Çakıcı hattının gerçekten de, partiden ve Erdoğan’dan bağımsız bir ajandasının olup olmadığı üzerine birçok spekülasyon ortaya atıldı. 

Aslında Peker, öncesinde Pelikan ve Ağar’ı, sonrasında “pislik” açıklamasıyla birlikte, Soylu’yu hedef aldığı açıklamalarında bu konuda somut bir ifşada da bulunmadı. Anladığımız, Soylu’nun Peker’i bir dönem Albayrak’a karşı kullandığı, sonrasında ise onu yalnız bıraktığı, dönüş bileti olmaktan vazgeçtiği. Ancak bunlar bile AKP diye bir partinin kalmadığını, Erdoğan’ın çeşitli çıkar gruplarını idare etmekte zorlandığını kanıtlar nitelikte. 

Bunun dışında, 90’lardan itibaren derin devletin içerisinde yer almış Peker’in özellikle Ağar’la ilgili ifşaları, bulunduğu konumlar, birlikte hareket ettiği insanlar, kendisine emir veren güçler dikkate alındığında oldukça önemlidir. Sosyalistler, bir suçlunun itiraflarını, Kürt illerinden Kıbrıs’a uzanan kontrgerilla faaliyetleri başta olmak üzere suçlulardan hesap sorma çabasının aracı haline getirip, karanlıkta kalan eylemlerin aydınlatılması için mücadele etmelidir. 

Karşımızda hiçbir meşruiyeti kalmamış, deyim yerindeyse suçlarıyla ayakta kalan, herkesin suç ortağı ya da karşı tarafın suçunu bilen sıfatıyla yerini koruduğu parçalı bir yapı vardır. Bu suçlar İkizdere’den Bodrum’a, Latin Amerika’dan offshore adalarına dek o denli uzanmış, birbiriyle kanlı bıçaklı o kadar insanı fail kılmıştır ki, bütün bu yapıyı ayakta tutmanın tek yolu olan iktidarı kaybetmemek bu isimlerin tek amacı haline gelmiştir. Bu yolda, burjuva demokrasisinin en temel kurumları ve değerleri, Türkiye devletinin teamülleri ve göstermelik işleyişi seneler öncesinden bir hiç haline getirilmiş, bu da meşruiyet kaybının önemli bir nedeni olmuştur. 

Meşruiyet kaybının ikinci bir nedeni tam da bahsettiğimiz bu zoraki ittifakın sürekli ortaya çıkardığı siyasi krizlerdir. Ahbap çavuş kapitalizminin çıktısı olan ganimet siyaseti, AKP’yi ve çevresini bir çıkarlar ringine çevirmiştir. Özellikle Gezi İsyanı sonrası başlayan süreçte, AKP için bitirilen ortaklıklar kadar yeni kurulan ortaklıklar da, giden isimler kadar yeni gelen isimler ve içeride kalanlar da hep bir gerilim kaynağı olmuştur. Sonuç olarak vaat edilen pasta sınırsız değildir. En büyük payı almak için süregelen kavgada kimisi mafyayı, kimisi orduyu, kimisi gazeteciliği kullanmış; bu yıllarda bütün sektörler, kurumlar, şehirler, medya, ekonomi, üniversite, doğa ve toplum bu yağma harekâtından payını kötü bir şekilde almıştır. 

Peki, AKP, artık bir zorunluluk halini alan bu siyasi krizlerle ve meşruiyet kaybıyla uğraşırken burjuva muhalefet ne yapmaktadır? Çok basit bir mantıkla, meşruiyet kaybını derinleştirmesi gereken muhalefet, tam aksine AKP’den kopan kararsızları ürkütmeme, Erdoğan’ın 2023’te kaybedeceğini söyleyen anketlerin verdiği güvenle seçimleri bekleme, bu süreçte eline geçen fırsatları değerlendirmeme “siyaseti” izlemektedir. Erdoğan’ın yanaşmayacağını bilerek erken seçim isteyen, ona “helalleşme” çağrısı yapan, onu emekli olmaya davet eden muhalefet, işlenen bunca suça rağmen bütün toplumu sıradan bir burjuva demokrasisinde yaşadığına ikna etmeye çalışmaktadır.  

Güler yüzlü, uzlaşmacı, helalleşmeci siyasetin mimarları, topluma “bu iki senede işlenen suçları da boşverelim, nasıl olsa gidecekler, haklıyken haksız duruma düşmeyelim” aklını vermektedir. Durum buyken, toplumu Peker’in videolarını dizi izler gibi izlemekle, bunun mizahını yapmakla suçlamanın bir siyasi karşılığı yoktur. 

Bunun yanı sıra, AKP’den şimdilik kopmuş ve kararsızlar bölgesinde bekleyen seçmen için, AKP hala meşru bir partidir. Bu meşruluğun en önemli kaynağı ise muhalefet partilerinin helalleşmeci siyasetidir. Mafya ifşalarıyla ortalığa saçılanlar, kardeş kavgalarında meydana serilenler ya da artık gizlenmesine ihtiyaç bile duyulmayan olaylar bu meşruluğun çoktan kaybedildiğini kanıtlasa da, muhalefet partileri bu meşruluğu alıp AKP’nin üzerine geçirmektedir. Toplumun “bu kadar da olmaz” dediği yerde her şey hızla normalleşmektedir. 

Bu siyasetin getireceği, kararsızlar bölgesinde konaklayan seçmenin bu alana yerleşmesi, toplumun muhalif kesiminin ve işçi sınıfının bu partileri daha az ciddiye alması, bu partilerin bir alternatif olma konusunda inandırıcılığını yitirmesidir. Tam da burada, çeşitli sol-sosyalist partilerin bir araya gelerek yaptıkları açıklama oldukça kıymetlidir. İktidar bileşenlerini “suçlular ittifakı” olarak tanımlayan ve herkesi bu yapıya karşı mücadeleye davet eden bu bir araya geliş -ki altındaki imzaların ötesine de uzanan bir karşılığı bulunmaktadır- kapsamını genişleterek bir talepler dizisi etrafında örgütlenecek yeni bir hat ortaya çıkarmalıdır. AKP sonrasında yeni isimlerin benzer kavgalarını dizi gibi izlememizi engelleyecek olan aşağıdakilerin kendi hikâyesini yazmaya başlaması olacaktır ancak. Bu da bugünden itibaren karşımızdaki mafya devletinin can damarı olan yağma düzenine, ahbap-çavuş kapitalizmine, neoliberal gasp rejimine karşı işçi sınıfının ve ezilen kitlelerin çıkarları doğrultusunda örgütlenecek bir antikapitalist müdahaleyi gerekli kılmaktadır. 

Sosyalist Demokrasi için Yeniyol

Kolombiya Halkıyla Dayanışma – IV. Enternasyonal

Duque Hükümetinin Kolombiya Halkına Karşı Yürüttüğü Katliam Durdurulmalı!

2019’da Ekvador ve Şili’de meydana gelen görkemli ayaklanmaların ardından, şu anda Kolombiya halkının büyük bir isyanına tanık oluyoruz. Geçen Pazar günkü kısmi zaferin – hükümetin vergilere ilişkin karşı-reform planını geri çekmesinin ardından – Kolombiya halkı, Duque hükümetinin uyum planına karşı sokaklara çıkmaya, rejimin baskıcı ve yozlaşmış karakterine son vermek için mücadele etmeye devam ediyor.

Bağlam

Pandemi krizinin tam ortasında, Iván Duque hükümeti, aslen en zenginlerin lehine olacak biçimde halküzerindeki vergileri artırmayı amaçlayan bir vergi reformu başlattı. Hükümet, Kolombiyalıların muazzam yoksullaşmasına ek olarak, günde 500 ölümü ve toplamda 70.000 ölümü görmezden gelerek bu tasarıyı başlatmak için sağlık krizinden faydalandı.

Hareketin gelişimi

Bu durumla karşı karşıya kalan toplumsal hareketlerin örgütleri, bu vergi reformunu durdurmak için 28 Nisan’da ulusal grev çağrısında bulundu. Orta ölçekli kasabalar da dahil olmak üzere ülke çapında kitlesel seferberlikler meydana geldi ve yalnızca maaşlı işçileri değil, aynı zamanda kayıt dışı işçileri, işsiz gençleri, kadınları ve mahalle sakinlerini de bir araya getirdi. Hükümet her zamanki gibi karşılık verdi: halka karşı acımasız bir şiddet uyguladı.

Halk seferberliğinin kapsamı ve gücü, diğer etkenlerin yanı sıra, vergi reformunun münferit bir şey olmaması gerçeğinden kaynaklanmaktadır; bu, son aşamada Kolombiya halkının direnişiyle karşılaşan mevcut hükümetin ve önceki hükümetlerin neoliberal politikalarının doruk noktasıdır. Bu meşru bir mücadeledir, gücün tüm suiistimallerine ve en temel hakların tarihsel gerilemesine karşı birikmiş bir öfkedir.

Topluma karşı saldırı

On yıllardır Kolombiya, ekonomik politikaları temelde özel bankaları ve büyük şirketleri kontrol eden ekonomik gruplara kamu parası transfer etmeye ve nüfusları yerinden eden, toprağı mahveden ve suyu ve biyolojik çeşitliliği kirleten maden çıkarma endüstrilerinin yatırımlarını kabul etmeye indirgenmiş hükümetlere sahipti. Bu politikanın sosyal sonuçları yıkıcı oldu: işsizlik tarihi seviyelere ulaşıyor ve uyum planı kapsamında kamu sektörü çalışanlarının önemli bir bölümünün yakın gelecekte işten çıkarılması tehdidi söz konusu. Hükümetin onayladığı mali spekülasyonun bir sonucu olan hane halkı borçlarının durumu aşikar. Ve liste böyle uzayıp gidebilir.

Barış anlaşmalarına uyulmaması

Buna, toplumsal hareketlerin liderlerinin günlük olarak cinayete kurban gitmesi, köylü ve yerli halkların uyuşturucu mafyasının katliamına uğraması eşlik ediyor – çünkü Havana’da 2016’da imzalanan barış anlaşmalarında kararlaştırıldığı gibi, yasadışı mahsul üretiminin yerine  gönüllü ikame planını uygulamak istiyoryerli halklar. Mafyayı durdurmak için hiçbir şey yapmayan ordunun tam bir suç ortaklığı söz konusu; bu sırada hükümet ise müdahale etmek yerine bu bölgelere glifosat püskürtmekle meşgul.

Yıkıcı bir Pandemi Yönetimi

Salgının yönetimi bundan daha felaket olamazdı.

  1. Büyük ilaç şirketlerine koşulsuz bir destek sağlanıyor. Bu desteği Dünya Sağlık Örgütü’nün patent hakkının geçici iptaline ilişkin önerinin getirildiği uluslararası tartışmalarında; aşılar için ne kadar ödeme yapıldığına dair gizliliğin kabulü konusunda ve aşılamadan kaynaklanan hastalıkların meydana gelmesidurumunda mağdurların yasal tazminat elde etmek için hukuki başvuru yapamamaları konusundaki anlaşmada görebiliriz.
  2. IMF’ye ve risk derecelendirme kuruluşlarına kamu borcunu ödeme koşullarına koşulsuz saygı gösteriliyor ve bu borç-doğa takası olasılığının açılması noktasına kadar geliyor.
  3. Kayıt dışı işlerle geçinen ve işsizliğe sürüklenen milyonlarca Kolombiyalının sorunlarını çözmek için kamu kaynağı yeterli değil; bu koşullar onları bir pandeminin ortasında sokağa dökülmeye zorluyor; üstelik özelleştirilmiş sağlık sistemi insanları kaderlerine terk etmiş durumda – 46 milyonluk bir nüfustan sadece 4 milyon kişi aşılanmıştır.
  4. Yoksulluktaki artış endişe verici. Resmi istatistikler bugün yoksulluğun nüfusun % 60’ına ulaştığını kabul ediyor ve bunun trajik bir sonucu var: Covid-19’un neden olduğu toplam ölüm sayısının üçte ikisinden fazlası nüfusun en yoksul kesimleri arasında yer alıyor.

Büyük bir zafer ama mücadele devam ediyor

Otuzdan fazla insanın öldüğü ve yüz kişinin askeri güçlerin ellerinde kaybolduğu dört günlük devasagösterilerin ardından 2 Mayıs Pazar günü, halk hareketi çok önemli bir zafer kazandı. Hükümet başkanı, sağcıDuque televizyona çıkıp hareketi durdurmak için gerici vergi reformu projesinin geri çekildiğini duyurmak zorunda kaldı.

Kapitalist saldırı durmaz, halk direnişi de durmaz

Kolombiya halkı direndi ve bu büyük zaferin verdiği cesaretle direnmeye devam ediyor. Şimdi mesele, Duque’nin paquetazo’sunu, yani vergi reformuna ek olarak, daha da özelleştimeci bir sağlık reformunu, bir çalışma reformunu ve emekli maaşlarına ilişkin bir diğer reformu içeren paketini durdurma meselesidir… Tüm bunlar emekçilerin haklarını daha da kısmayı hedefliyor ve ulusötesi finans kapital tarafından IMF ve risk derecelendirme kuruluşları aracılığıyla talep ediliyor. Bu ise, reformların reddedilmesinin, ülkenin karşı karşıya olduğu insani trajediyi çözmek için bütçe kaynaklarına sahip olmak için acil bir tedbir olarak kamu borcunun derhal askıya alınması sloganıyla bağlantılı olması gerektiği anlamına geliyor.

Direniş bölgesel meclisler şeklini alıyor. Bu da mücadelelerin toplumsal tabanını genişletmek, onları daha iyi koordine etmek, demokratikleştirmek ve her şeyden önce tüm toplumsal kesimlerin temel taleplerini bir araya getiren geniş bir ulusal platform geliştirmek için muhteşem bir fırsat oluşturuyor. Bu mücadele konularını şöyle sıralayabiliriz: ülkede ne yazık ki yinelenen kadın cinayetlerine karşı kadınların mücadeleleri, yasadışı ürünlerin gönüllü ikamesi başta olmak üzere barış anlaşmalarına saygı, toprak hakkı ve onurlu bir iş hakkı talepleri, doğanın ekososyalist bir bakış açısıyla savunusu.

Baskıcı güçlerin katliamlarını durdurun, toplumun militarizasyonuna son verin

Acil olarak, dayanışma eylemleri Silahlı Kuvvetler Genel Komutanlığı ve Başkan Duque’nin doğrudan emriyle, ulusal polisin ve onun özel birlikleri olan İsyan-karşıtı Mangaların – ESMAD- silahsız bir nüfusa karşı işlediği katliamı durdurmayı hedeflemelidir. Miting alanlarına gelip protestoculara ve komşu mahallelere silah sıkıp, el bombası ve gaz atarak uluslararası insan hakları hukuku sözleşmelerini ihlal ediyorlar. Buna ek olarak,insanları özellikle de gençleri resmi – veya resmi işaretler bulunmayan- araçlara bindiriyorlar ve bu kişiler daha sonra ortadan kayboluyor. Geçtiğimiz 3 Mayıs gecesi, en büyük gösterilerin yapıldığı şehir olan Cali’nin mahallelerinde, şehri kuşattıktan sonra, meskenleri resmi helikopterlerden taradılar ve üzerlerine ateş bombası attılar.

Silahlı şiddetin insani bedeli

Meşru bir protestoya yönelik bu savaşçı muamele haksızdır. Kolombiya halkının bu hakkı kullanmak için katlandığı insani bedeli devasa çapta. Ölü, kayıp, yaralı ve adalete teslim edilenlerin sayısı her geçen gün artıyor. Bu sistematik insan hakları ihlali, başkalarının yanı sıra Kolombiya’daki BM delegesi ofisi, Amerika Devletleri Örgütü adına Michelle Bachelet ve İnsan Hakları İzleme Örgütü tarafından kabul edildi. Şu an koşullar bu toplumsal protestoların dizginlenmemiş biçimde askeri düzeyde bastırılışına karşı insani bir çözümü gerektiriyor. Bu nedenle, ülkenin demokratik ve ilerici kesimleri tarafından halihazırda savunulmuşolan acil bir uluslararası gözlem misyonu önerisini destekliyoruz. Aynı zamanda, Duque hükümetinin soykırımcı ve baskıcı karakteri nedeniyle uluslararası mahkumiyet talebini de destekleyeceğiz.

Kolombiya gerici hükümetinin Amerika Birleşik Devletleri ile iç içe geçmişliğini biliyoruz ve bu, ülkede Amerikan askeri üslerinin kurulmasını yıllarca kolaylaştırdı. Bu üslerden başka ülkelere askeri operasyonlar planlanıyor, örneğin Mapuçe halkının meşru taleplerine karşı güney Şili’ye. Esasen de Venezuela sınırından bu ülkeye dönük bir askeri bir istilayı kolaylaştırmak için askeri saldırılar gerçekleştiriliyor. Duque, bölgedeki herhangi bir barış girişimini reddediyor ve Kuzey’deki efendisinin emirlerine boyun eğiyor.

Bu güncel olaylar karşısında Dördüncü Enternasyonal, Duque hükümetinin Kolombiya halkına karşı yürüttüğü katliama son vermek için toplumsal hareketlere ve devrimci, ilerici ve demokratik örgütleri dayanışmayıörgütlemeye ve insani bir çözüm için acilen ses çıkarmaya çağırıyor.

Zenginliklerin ve emeğin bölüşümü için, ekososyalist geçiş için, anti-kapitalist bir demokrasi için,

Kahrolsun Duque’nin katliamcı ve soykırımcı hükümeti!

IV. Enternasyonal Yürütme Bürosu

4 Mayıs 2021

Çeviri: Deniz Ateş

Kapak Görseli: Luisa Gonzales, Reuters

İstanbul Sözleşmesi’ne Yönelik Saldırılara Karşı UlusÖtesi Bir Yanıt – EAST

11 Nisan tarihinde Türkiye, Polonya, Yunanistan, İtalya, Bulgaristan ve Romanya’dan EAST (Essential Autonomous Struggles Transnational- UlusÖtesi Hayati Özerk Mücadeleler) üyeleri, kadınlar ve LGBTİ+ bireyler, Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı üzerine kamuya açık bir toplantıda bir araya geldiler. Bu toplantı kadınların ve LGBTİ+ bireylerin özgürlüğü mücadelemizi ulusötesi düzeyde örgütlemek için yapıldı.

Erdoğan’ın bir gece yarısı kararıyla İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi tüm kadınlara gönderilmiş net bir mesajdır: “kadınlara karşı erkek şiddeti ailenin ve aile düzeninin ana ilkesi olarak kabul edilmelidir”. EAST, Türkiye’de mücadele eden kadınlarla birlikte, tüm kadınları,  temel işkollarındaki işçileri, göçmenleri ve LGBTİ+ bireyleri Avrupa’nın dört bir köşesinde ve daha da ötesinde yaşamakta olduğumuz patriyarkal saldırılara karşı hep birlikte ulusötesi bir tepkiyi örgütlemeye çağırmaktadır. İstanbul Sözleşmesi’nin onaylanması, ilkelerinin uygulandığı anlamına gelmediği gibi, anlaşmanın uygulanmaması karşısında herhangi bir yaptırım sunmayan böyle bir belge de patriyarkal şiddete karşı bir çözüm olmayacaktır. Ancak, söz konusu belgenin yıllardır süren ulusötesi feminist mücadelelerin sonucu olarak ortaya çıktığını ve sözleşmeden geri çekilmenin de hepimize karşı doğrudan bir saldırı olduğunu biliyoruz.

Erdoğan’ın kadınların özgürlüğüne yönelik saldırısı yalıtılmış bir olay değildir. Saldırılar İstanbul Sözleşmesi ile başlamadığı gibi, kadınların bin bir zorlukla kazanılmış hak ve özgürlüklerine yönelik diğer saldırıları devam ettirmektedir ve kadınların hayatları üzerindeki kritik etkileri de ortaya çıkmaya başlamıştır: tedbir kararlarının alınabilmesi zorlaşmış ve uzaklaştırma kararlarının süresi de kısalmıştır. Patriyarkal şiddet biz konuşurken bile yoğunlaşmaktadır. Bu saldırı Avrupa çapında ve ötesindeki muhafazakâr siyasal figürlerin ve hükümetlerin kadınlara ve LGBTİ+ bireylere yönelik olarak sürdürdükleri örgütlü bir politikalar ve eylemler setinin tam ortasına denk gelmiştir. Polonya’da, hükümet yakın zaman önce yasal kürtaj olma hakkını daha da kısıtlayan bir yasayı kabul ederken, kadınlar buna ulusötesi yankılar yaratan olağanüstü bir tepki ile yanıt verdiler. 30 Mart’ta, Polonya Parlamentosu, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmeye yol açacak alternatif bir sözleşmeyi tasarlamak üzere, “Aileye Evet, toplumsal cinsiyete hayır” adı verilen bir yasayı kabul etti. Tüm Doğu ve Orta Avrupa’da, Sözleşme 2017 sonundan bu yana saldırıya uğruyor ve Bulgaristan, Slovakya, Macaristan gibi ülkelerde, kadın örgütlerinin ev içi ve toplumsal cinsiyet temelli şiddete karşı yürüttükleri uzun vadeli mücadelelere rağmen, onaylanmamış durumda. Bütün bunlar Yunanistan, İtalya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve diğer bazı ülkelerde uygulanan ve geleneksel aileyi kadınların özgürlüğünün önüne koyma fikrini hakim kılmak için tasarlanan politikalarla ele ele gidiyor. Birçok yerde, şiddetten kaçan kadınlara yönelik kadın sığınaklarının finansmanı kesiliyor ve artık boşanmak veya kadınların tacize uğradıkları ilişkilerde velayet almak giderek zorlaşıyor. Birçok yerde, ücretsiz ve yasal kürtaj olmak neredeyse imkânsız.

Avrupa çapında ve ötesinde yaşanmakta olan bu koordine saldırı küresel bir pandeminin tam ortasında meydana gelmektedir. Birçokkadın açısından, kapatma ölümcül bir kafesin içinde yaşamak anlamına gelmiştir. Pandemi hükümetler tarafından kadınları “geleneksel” yerlerine: eve, ailenin bakımına geri döndürmek için bir fırsat olarak kullanılmıştır. Bizler, sağlık bakımında, temizlikte, ev içi işlerde, toplumu ayakta tutan en temel işleri yerine getirenler olduğumuzdan bu durum daha da katlanılamaz niteliktedir. Kapitalist toplumlar bizim bu sektörlerdeki düşük ücretli emeğimize olduğu kadar, evdeki karşılıksız emeğimize de ihtiyaç duyuyorlar. Bu saldırılar elbette açıkça bizim “doğal” yükümlülüklerimiz sayılan şeylerden kaçma girişimlerimize yönelik saldırılardır. Ayrıca, temel işlerde çalışmayanlarımız da kitlesel biçimde işten çıkartılmış, bu da partnerlerimize olan ekonomik bağımlılığımızı, güvencesizliğimizi ve yalıtılmışlığımızı pekiştirmiştir.

İlerici ve liberal Batı ve geri kalmış ve gayrı medeni Doğu arasındaki sömürgeci kültürel çatışma retoriğini reddediyoruz. Ortak ama farklı ezilmişlik deneyimlerimiz, sürekli olarak, dünyanın her yerinde kapitalist birikim süreçlerini korumak için uygulanan yapısal mekanizmaların saldırısı altında olduğumuzu göstermektedir. Bu bağlamda, Avrupa Birliği de, Erdoğan rejimi mültecileri AB sınırları dışında tuttuğu sürece, kadınlara yönelik bu saldırılara gözlerini kapatmaya hazırdır. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı, erkek şiddetinden kaçan kadınların sığınma elde etme imkânını ortadan kaldıracaktır ve Avrupa sınırlarındaki, Libya’dan Fas’a, Türkiye’den Balkan Rotası’na uzanan bir alandaki gözetim kamplarında, gebe kadınlara yönelik erkek ve devlet şiddeti gün be gün artmaktadır. Avrupa sınırlarını geçtiklerinde ise, oturum izni ve ailevi durum veya çalışma sözleşmesi arasındaki bağlantılar, kadınları – şiddet uygulasalar bile- partnerlerine veya aile üyelerine bağlı tutmakta ve katlanılamaz çalışma ve ücret koşullarına mahkûm etmektedir.

Batı Avrupa’daki birçok ülkedeki refah sistemlerinin, özellikle Orta ve Doğu Avrupa’dan gelen, yüz binlerce göçmen kadının ucuz ev içi emeği olmadan çökeceğinin farkındayız. Bu kadınlar hükümetleri tarafından ailelerinin rahatını bozmakla suçlanmaktadır. Aynı zamanda, sömürüldükleri, taciz edildikleri ve kurumsal ırkçılığa maruz bırakıldıkları varış ülkelerinde de, daha iyi koşullarla karşılaşmıyorlar. AB’nin kadınların ve LGBTİ+ bireylerin haklarının savunucusu olarak hareket ettiği yalanını kabul etmiyoruz, çünkü AB hükümetleri her gün öldürülmemize ve tecavüze uğramamıza, sömürülmemize, aşırı çalıştırılmamıza ve ayrımcılığa uğramamıza imkân sunmaktadır.

LGBTİ+ bireylere ve “toplumsal cinsiyet ideolojisi” olarak adlandırdıkları kavrama yönelik tüm saldırıları kınıyoruz; LGBTİ+ bireylerin ve toplumsal cinsiyet ideolojisi denilen kavramın kriminalize edilmesi “geleneksel aileyi” herkesin kaçınılmaz kaderi olarak savunmak ve güçlendirmek anlamına gelmektedir; oysakadınlar, özellikle de göçmen kadınlar ve LGBTİ+ bireyler zaten pratikte buna isyan etmektedir. Neoliberal ve muhafazakarlar, ailenin, sadece sembolik bir kurum olarak değil, dağılmakta olan refah sistemleri karşısında yoksulluğa çözüm olarak şiddet yoluyla yeniden üretilmesini teşvik ediyorlar. Bu koşullar altında, toplumsal cinsiyet rollerinin pekiştirilmesi demek, erkeklerle kadınlar arasındaki hiyerarşinin korunması demektir: erkek şiddetinin İstanbul Sözleşmesi’nin iptali yoluyla meşrulaştırılması, erkeklere ve patriyarkal kurumlara anneler, eşler veya kız evlatlar olarak kendilerine biçilen “doğal” rollere uymadıklarında kadınları cezalandırma yetkisi verilmesi demektir.

Yüksek sesle ilan ediyoruz ki kadınların aile içindeki baskılara, LGBTİ+ bireylerin suçlu ilan edilmelerine karşı ve cinsel özgürlükler için verdiğimiz mücadele, ortak bir mücadeledir ve ortak bir hedefe sahiptir: patriyarkal toplumun neo-liberal yeniden üretimini yerle bir etmek!

Korkmuyoruz çünkü bizler her gün şiddete karşı mücadele ediyoruz. Bugün bu mücadelenin Doğu’dan Batı’ya, Kuzey’den Güney’e daha güçlü bir ulusötesi örgütlenmeyi gerekli kıldığı her zamankinden daha açıktır. Yeminli düşmanlarımıza diyoruz ki: Kaç, kaç, kaç, kadınlar geliyor!

Yazdan önce güçlerimizi birleştirmek ve ulusötesi bir seferberliği örgütlemek için, 23 Mayıs günü yeniden toplanacağız (daha fazla bilgi için bizleri facebook adresinden takip edebilirsiniz: https://www.facebook.com/EASTEssentialStruggles)

Bu açıklamayı imzalamak isteyen kolektifler ve örgütler şu adrese imzalarını gönderebilirler: essentialstruggles@gmail.com

Kaynak: https://www.transnational-strike.info/2021/04/28/istanbul-sozlesmesine-yonelik-saldirilara-karsi-ulusotesi-bir-yanit/?fbclid=IwAR0EscfXT9jOoQucr7uZNKqKRN_7cu4E0NMsmbEHSxUDfPQNWM1QBGKyvvA

Onların Medeniyeti, Bizler için Barbarlık! 1 Mayıs’la Birleşik Mücadeleye! – Yeniyol’un Sözü

Bu 1 Mayıs, salgının etkisi altında girdiğimiz ikinci 1 Mayıs olacak. Son bir yılda dünya genelinde bir avuç dolar milyarderinin servetlerini yüzde 54 arttırıp, bu servete 4 trilyon ABD doları daha eklerken, dünya genelinde işçi sınıfının da bu dönemde buna çok yakın bir miktar, 3,7 trilyon dolar gelir kaybına uğradığı ve dünya genelinde 255 milyon iş kaybı yaşandığı tahmin ediliyor.  Türkiye’de ise bu dönemde, 7 milyondan fazla işçi bırakın geçinmeyi açlık sınırının bile altında bir ücretsiz izin ödeneğine veya kısa çalışma ödeneğine mahkûm edildi. Türkiye işçi sınıfının geri kalanı ise hastalanmak ve hatta ölmek pahasına çalışmaya devam etmek zorunda kaldı. İSİG Meclisinin derlediği verilere göre 2020 yılında Türkiye’de 2427 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. Öte yandan pandemi sürecinde ilk olarak ücretsiz izne çıkarılanlar kadınlar oldu. Ev içi emek ve bakım yükünü sırtladığı için güvencesiz bir şekilde yarı zamanlı ya da evden çalışan kadınlar bu süreçte işsizlik ödeneği alamadı. Cinsiyet eşitsizliği devlet politikalarının da etkisiyle daha da derinleşti; kadınlar sosyal yardımlara mahkûm bırakıldı. 

Pandemi nedeniyle son bir yıl içerisinde 3 milyon 140 bin kişi hayatını kaybetti. Dünya genelinde aşısı geliştirilmiş, hem de bir değil, birden fazla farklı aşısı geliştirilmiş bir salgın hastalık yüzünden hala her gün binlerce insan ölmeye devam ediyor. Bu ölümlerin nedeni artık salgın değil, hepimizin yaşamını bir korku filmine döndüren kapitalizmdir.

Saray rejiminin pandemiyle mücadele yürütme konusunda ise alkışlanabilecek tek yönü herhalde sınıf karakterini yansıtma noktasındaki dobralığıdır. “Hamdolsun üretim tarafında çarklar dönmeye” devam ederken salgının faturasının, tartışmaya mahal vermeyecek biçimde emekçilere kesildiğine her gün, her atılan adımda tanık oluyoruz. Halk sağlığının zerre kadar umursanmadığı bu a la Erdoğan salgın yönetiminin başta işçi hareketi olmak üzere toplumsal muhalefetin tüm kesimlerini zapturapt altında almanın vesilesi olarak kullanıldığını da 29 Nisan’dan itibaren başlatılan sıfır destekle tam kapanma koşullarında 1 Mayıs gösterilerinin fiilen yasaklanmasıyla bir kez daha görmek mümkün. 

Ucuza ekmek almak kendilerine yasaklanırken “fakir fukara” ile “garip gureba”ya milli törenle dağıtılan patates-soğanın, günün düşmanı seçilenlere göstermelik efelenmelerin, soykırım, terör, beka çıkışlarının işsizliğin pençesindeki emekçilerin, Kod 29 ahlaksızlığıyla işinden edilen işçilerin, makine parçası kadar değer verilmeyen sanayi, sağlık, inşaat, büro emekçilerinin, uzaktan çalışma rejiminde mesai saatleri tüm yaşamını kaplamış kadınların, gençlerin, emeklilerin ne açlığını ne de öfkesini dindirdiği aşikâr.

Tam da böylesi bir dönemde girilen 1 Mayıs ise maalesef işçilerin mücadele, birlik ve dayanışma günü değil bir anma gününe dönüştürülmüş durumda. 8 saatlik işgünü talepleri için direnen işçilerin katledilmesiyle başlayan 1 Mayıs geleneği, maalesef bugün Türkiye’de bu geleneğin aksine herhangi bir talebi olmayan, emekçileri harekete geçirmeye çalışmayan, hatta işçi sınıfının önemli bir kesimi için herhangi bir anlam taşımayan, siyasal akımların görünürlüklerini arttırmayı önüne koyduğu bir tür anma günü olarak geçiştiriliyor. Bu durum pandemi gerekçesiyle açıklanamaz. Salgın koşullarında gerçekleşen bu 1 Mayıs’ta, milyonlarca işçiyi eylemlerin dışında tutan, 1 Mayıs’ın uzaktan birer izleyicisi ya da sadece sosyal medya destekçisi konumuna getiren eylem/etkinlik organizasyonları, aslında yıllardır süren bu tutumun bir devamcısıdır.

Halbuki işçi sınıfının her gün kelimenin gerçek manasıyla canını vererek çalışmak zorunda kaldığı bir dönemde, 8 saatlik işgününü kazananların yolundan, işsizliğe karşı çalışma sürelerinin radikal bir şekilde kısaltılması, herkese ücretsiz aşılama yapılması, herkese bir yaşam geliri sağlanarak tam kapanma gibi talepler etrafında bir hareketlilik yaratmak için imkan olarak değerlendirilebilirdi bu 1 Mayıs. 

12. Cumhurbaşkanı yine bir “Medeniyet Şahlanışı” müjdelerken, onların medeniyetinin bizler için barbarlık olduğunu akıldan çıkarmadan, 1 Mayıs’ı ve akabinde yapılacak tartışmaları sosyalist hareketin en geniş kesimlerinin, irili ufaklı tüm emek örgütlerinin acil bir eylem programı çerçevesinde bir araya gelmesinin koşullarını zorlamak için vesile edelim. Birleşik mücadele, sınıf içinde kökleşme, sosyalist perspektif: Yolumuz bu olmalıdır.

Yaşasın 1 Mayıs!

Yaşasın Sınıf Dayanışması!

Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi!

Sosyalist Demokrasi için Yeniyol

Ferman Sarayınsa HDP de, İstanbul Sözleşmesi de, Gezi de Bizim! – Yeniyol’un Sözü

Muhalif kamuoyu Erdoğan rejiminin giderek zayıfladığı ve ilk seçimlerde “gidici” olduğunu düşünedursun, son bir haftada yaşananlar 2023’e giden yolun bir hayli sarsıntılı ve tahrip edici olacağını bir kez daha gösterdi.

Geçtiğimiz hafta HDP Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun vekilliğinin düşürülmesi, HDP’ye kapatma davası açılması ve 700’yakın HDP’liye siyaset yasağının talep edilmesinin ardından uzun süredir İslamcı-faşist cenahın saldırıları altında bulunan İstanbul Sözleşmesi, yine bir Cuma gecesi, yine bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle feshedildi. Ayrıca, her biri majör düzeyde bulunan bu gelişmelerin ve saldırıların yanı sıra Merkez Bankası Başkanının -yine- görevden alınması ve Gezi Parkı’nın mülkiyetinin Sultan Beyazıt Hanı Veli Hazretleri Vakfı’na geçirilmesi gibi ek maddeleri de saymak gerekir.

Kimsenin herhangi bir beklentisi olmasa dahi, daha yeni insan hakları eylem planı açıklanmışken, bir iktisadi ve siyasal istikrar yoluna girileceğine dair uluslararası zeminde yaratılmak istenen intibaın en azından bir müddet sürdürülmesinin rejim açısından rasyonel olacağı düşünülebilirdi.

Ama hayır. 

12. Cumhurbaşkanı ve dayandığı İslamcı-faşist koalisyon attığı adımlar arasında bir tutarlılık gözetmek zorunda hissetmiyor kendini. Bir kör dövüşüne tutulmuş vaziyette, maddi yahut sembolik eşgüdümsüz hamleleri toplumun üzerine boca ediyor. Tabanındaki erimeyi engelleyemeyeceğini bildiğinden en süfli ve radikal kesimlerin sadakatini muhafaza etmek adına hep daha fazla düşman yaratıyor, daha fazla cephe açıyor ve daha fazla saldırıyor. Uluslararası güç ilişkilerindeki gelişmeler dış politikada Erdoğan’ın cengâver lafazanlığına daha fazla müsaade etmediğinden iç siyasette kimi arındırıcı şoklara ihtiyaç hasıl olmuştu. Böylece geçtiğimiz haftanın hamleleriyle Saray hem erimeye ket vuracak bir ideolojik-siyasal tahkimata yöneliyor hem de muarızları nezdinde, art arda şoklarla, “yapabiliyorum öyleyse yapıyorum” mantığına dayanarak güç gösterisinde bulunuyor.

Şüphesiz Sayın Gergerlioğlu’na reva görülen muamele, sabahın köründe yaka paça meclisten “kaldırılması” doksanlı yılların polis devletini aratmayacak bir güç gösterisiyse, HDP’nin kapatılmasının ve muhtemel siyaset yasaklarının, elbette ki “Seni Başkan Yaptırmayacağız”dan bu yana süregelmiş bir kişisel intikam boyutu vardır ama esasen oy aritmetiğini ve kurumsal muhalefetin bileşimini kökten değiştiren bir siyasal akımı siyaset sahnesinden silmeyi hedeflemektedir. HDP’nin ana gövdesini oluşturan Kürt Siyasal Hareketi için bu elbette ilk değil ve partinin kapanmasıyla ne Kürt halkı buharlaşacak ne de HDP’nin üyelerinden, sempatizanlarından, dostlarından oluşan toplumsal kesimler.

İstanbul Sözleşmesinin Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle feshedilip edilemeyeceğine dair hukuki itirazlar yapılsa da buradaki amacın, Erdoğan rejimine karşı en etkin muhalefeti oluşturan, kitlesel biçimde varlığını sokakta gösterme gücüne sahip olan kadın hareketine, İstanbul Sözleşmesi’nde cisimleşmiş olan kazanımlarına yönelik bir taarruzda bulunmak olduğu ortada. Cinsiyet eşitliğinin gündeminde yer almadığını farklı ağızlardan defalarca dile getiren iktidar, kadın hareketi ve feminist mücadele güç kazandıkça, kadınların onyıllardır zorlukla kazandıkları haklara ve doğrudan kadınlara yönelik açık ve örgütlü saldırılarını daha da yoğunlaştırdı. Nafaka hakkına saldırılardan çocuk istismarı affına karşı mücadeleye her alanda olduğu gibi kazanılmış haklarından vazgeçmeyen kadınlar, sistematik şiddet devam etse de kutsal aileye zeval gelmesin zihniyetini tanımadıklarını, İstanbul Sözleşmesi’ne sahip çıkacaklarını Türkiye’nin dört bir yanında bir kez daha dile getiriyorlar.

AKP-MHP iktidar koalisyonu, zaten bünyesinde ziyadesiyle barındırdığı emek, kadın, Kürt ve demokrasi düşmanı reflekslerinden başka bir aracı siyaset sahnesine süremeyecek bir sıkışmışlık içerisindedir. Ancak bu sıkışmışlık, bir güç acizliği olarak okunmamalıdır. Siyasi olarak güçsüz, ancak yetki ve imkân bakımından güçlü iktidarların emekçi ve ezilenlere uyguladığı zulüm örnekleri tarihte kolaylıkla bulunabilir. Bu nedenle bu sıkışmışlığı “gidiyorlar, bunlar son oyunları” diyerek sadece izlemek, burjuva muhalefetinin herkese önerdiği ve başarı şansı oldukça düşük, sinik bir tavırdır. 

Yapılması gereken, siyasi olarak en ilkel araçlara muhtaç kalmış iktidarın karşısına bütün bir toplumsal muhalefet olarak, emekçilerin ve ezilenlerin birleşik cephesiyle dikilmektir. Onlarca sektörde ortaya çıkan örgütlenme girişimleri ve işçi direnişleri, kadınların özellikle son on yıldır büyük bir başarıyla yürüttükleri mücadeleleriyle, Kürt halkının siyasi olarak imha edilme tehdidine karşı Newroz ateşini büyütmeleriyle, Boğaziçi öğrencilerinin ülkeyi saran kayyum karşıtı eylemleriyle, Gezi’ye el uzatılmasına karşı ayağa kalkan insanların öfkeleriyle buluşmalıdır. İktidarın topyekun saldırısına karşı direniş de topyekun olmalı, AKP sonrası döneme rengini verecek bir siyasetin taşları şimdiden döşenmeli, burjuva muhalefetin sınırlarını çizdiği “muhalif” kimliğine ve pratiğine teslim olunmamalıdır. Bu nedenle ekolojist, feminist, enternasyonalist, çoğulcu ve birleşik bir sosyalist alternatifin inşası hala önümüzde duran vazgeçilmez görevlerden biri.

Sosyalist Demokrasi için Yeniyol

12 Mart’tan Kalan Bir Ders – Masis Kürkçügil

12 Mart’ın 50’nci yıldönümü vesilesiyle Masis Kürkçügil tarafından kaleme alınan ve Enternasyonal/Devrimci Marksist Dergi’nin Haziran 1986 tarihli 16. sayısında yer alan yazısını tekrar yayımlıyoruz.

12 Eylül’ün yaşanmasıyla birlikte 12 Mart daha bütünsel bir biçimde açıklanabilir ve anlaşılabilir bir hale geldi. Böylece 12 Mart’ı yalnızca kendi içinde bir bütün, “bir kaza”, cuntacıların bir kapışması ya da devrimci hareketin bastırılması gibi dar bakış açılarıyla değerlendirmenin geçersizliği fazlasıyla kanıtlanmış oldu.

12 Eylül’den Türkiye’deki sınıf mücadelesinin bir düğüm noktası olan 12 Mart’a bakış, 12 Mart’tan daha gözalıcı olan, daha başat olan –ya da öyle gözüken– sorunların gerçek değerini bize verebilir.

Tarihin aklının öngördüğünü şimdi daha açıkça görebiliriz. 12 Eylül’de kimi 12 Mart giysileri hayal meyal ortalığı kaplamaya, geçmiş alttan alta sırıtmaya başladı ise 12 Mart’ın defterinin dürülmesi için artık zaman gereğinden fazla geçmiş demektir. 12 Mart’ın defterinin dürülmesi bize 12 Eylül’ün defterinin dürülmesinin de yolunu açacaktır. Yenilginin toplu ve bileşik dersleri ancak böyle çıkartılabilir. Yeni bir döneme doğru yol alırken geçmişle hesaplar mümkün mertebe temizlenmelidir. Bunun için de görüşlerin olayların sınanmasına sunulmuş olması gerekir. Olayların sınanmasıdan geçmeyen, her yeni anı milad olarak kabul edenler, tarihin etkin aktörleri değil davetsiz misafirleridir, geldikleri gibi gitmek durumundadırlar bu sahneden.

Yalnızca on beşinci yıldönümü vesilesiyle değil, 12 Eylül sonrasında geleneksel sağ ve geleneksel sol da dahil olmak üzere toplumun hakim, ezilen her kesiminde yakın tarihi açıklamakta bir anahtar olarak 12 Mart ilk kez bunca güncellik kazanmış bulunuyor. Günlük gazeteler esasa değgin değişikliklere yol açmayacak, ancak kimsenin olgular düzeyinde reddedemeyeceği meseleleri gözönüne seren hatıralar yayınlıyorlar, bununla kalmayıp mahkeme dosyalarına dahi girmeyen kimi sanıkların el yazısı ifadeleri yıllar sonra piyasaya çıkarılıyor. Haftalık dergiler dönemin anlam ve önemini vurgulayan görüşmeler yapıyorlar.

Bütün bu veri bombardımanı altında 12 Mart’a değgin sorular ister istemez 12 Eylül’e uzanacak bir sergilemeye yöneliyorlar. Batur, 12 Mart eleştirilerinin 12 Eylül’e bir girizgah olduğunu ihbar ederken doğru bir teşhiste bulunmaktadır, 12 Mart eğer 12 Eylül’ün provası oldu ise, aslından provayı değerlendirmek gerekecek.

12 Mart Kime Karşı?

Geriye baktığımızda pek sahibi kalmadığına göre 12 Mart’ın herkese karşı olması gerektiği söylenebilir; ancak öznesiz bir fiil de mümkün olamayacağına göre birileri birilerine karşı olmalıydı.

Muhtıra askerler tarafından verildiğine göre muhatap –her ne kadar muhtıranın bir maddesi yine parlamentodan bir şeyler beklemekte ise de– siyasal partilerdir ve de ilk planda Demirel’dir. Ecevit daha sonra gerçek muhatabın kendisi olduğunu söylemiştir, lakin İnönü’nün de her zamanki gibi müdahaleye karşı olduğu eklenmelidir. İkisi arasındaki farklılık müdahaleye karşı alınacak tutumda değil müdahalenin olağanlaştırılmasında bulunabilir. Yoksa Ecevit de “kendisine karşı” yapılan müdahaleye karşı tavır almamıştır; örneğin Meclisin onurunu (!) korumak için milletvekilliğinden istifa edebilirdi. Her askeri hareket gibi 12 Mart’ın da Atatükçü olmakla “layık” olmayanlara karşı olduğu bilinir, yani Erbakan’ı da unutmamak gerek.

Demek partiler düzeyinde şimdi artık esamesi okunmayan CGP olsa olsa 12 Mart’ın muhatabı olmayabilir. Ne var ki onun da konumu ilginçtir: bir yanda hükümette yer alırken, bir yandan da bazı üyeleri hapistedir (İrfan Solmazer). Bu açıdan hem sağcı hem solcu Atattürkçülüğün mümtaz bir temsilcisi olarak CGP 12 Mart’ta anahtar olmamışsa da anahtarlık olmuştur. Kendisi bir inisiyatif sahibi olmamış ama her türlü devletlu girişime amade olmuştur.

Proje itibarıyla ister 9 Mart hali ile ister 12 Mart hali ile müdahale görünüşte doğrudan emekçi kitlelerin kazanımlarına yönelik de olmamıştır. 9 Mart’ta akamete uğratılan girişimin aslı astarı üzerine ayrıntılı çalışmalar ne yazık ki savunma makamından, yani kendilerinden ve devrin başbakanına yakın yerlerden gelmektedir. İddialar ne olursa olsun, yazılı polis ifadelerinden de olsa diğer kanıtlardan da anlaşılabileceği gibi akamete uğrayan girişimin, “Atatürkçülüğün” emekçi kesimlerin lehine ekonomik, toplumsal ve siyasal dönüşümlere kağıt üzerinde niyetlenmiş olduğu söylenebilir ve bu konuda ikna edici belgeler de gösterilebilir. Örneğin Doğan Avcıoğlu, niyetleri açısından değerlendirildiğinde muhakkak ki kaba anlamıyla sol içinde mütaala edilmesi gerekir. Nitekim Batur, Kayacan gibi muhtıracılar CHP’de yer almışlar; Gürler’in cumhurbaşkanlığı için Kırıkoğlu kesiminden bile oy gelmişti. Gürkan birlik partisinden yer almış, Numan Esin Vatan gazetesi ile solcu basında bir süre mümtaz bir yer kazanmıştır.

Ancak bu kesimin Atatürkçülüğü kadar, anti-komünistliği ve anti-kürtçülüğü de tartışılmaz. Cunta söylentilerinin yoğunlaştığı dönemde sağdan bir tehlikeden söz etmek abestir. Faşistler esas olarak bu dönemden sonra palazlanmışlardır. Ordu içinde radikallere karşı olan kanat ise bir darbe hazırlığında olmak bir yana darbeyi ehlileştirmiştir (tabii ehileştirirken genç sosyalistleri de fırsattan istifade sindirmeye girişmiştir).

Daha sonraları yaşadıklarımız gözönüne alınırsa dönemin gerçekten Türkiye’nin siyasal yaşamındaki en açık dönem olduğu rahatlıkla söylenebilir. Öğrenci gençlik, işçi ve kimi kırsal kesimdeki olaylara rağmen yalnızca 15-16 Haziran 1970’de üç aylık bir Sıkıyönetim ilan edilmiştir. 12 Mart günlerinde sıkıyönetim bile sözkonusu değil, sıkıyönetim 26 Nisan’da ilan edilmiştir. Demirel “Anarşi Erim’le başladı” derken kısmen haklıdır. Tabii 12 Mart öncesinde THKP-C, THKO, Aydınlık (TİİKP ve TİKKO) çevresinde hazırlıklar sözkonusudur.

Cuntacılar ne tür bir “demokratik” ortam peşinde idiler? Sanırız bu sorunun cevabı açık: Cuntacıların “demokrasi” diye bir derdi yoktu. Demirel döneminde elde varolan serbestlikler bile cuntacıların başarısı halinde bir rüya olacaktı. Her ne kadar cuntacıların tümü demokrasi adına darbecilik yaptık demekte ise de, ve de vakti zamanında kimileri sosyalizm adına askerlerin demokratik bir devrimini uygun görmekte idilerse de cuntacıların başarısı halinde –belki kısa bir balayından sonra– baskının daha katmerli olacağını kestirmek için kahin olmaya gerek yok. Bırakalım askerleri, sosyalizm adına yola çıkan bir dizi siyaset kendinden başkasına yaşama hakkı tanımıyor; demokrasinin çoğulculuk olduğunu söylemek karşı devrimcilik gibi gösteriliyor, proletaryanın öncüsünün demokrasi için eğitilmesi mesele iken atatürkçü subayların vahiylerle donanmış oldukları için emekçilere demokrasi bahşedeceklerine inananlar olmuştur. 12 Mart’ın trajedisi de ağırlıklı olarak buradadır. Radikal gençlik hareketi pasifizmden sıyrılırken aktivizm için daha sağda olan, açıkça düzen gücü olan kesimlerle sarmaşdolaş kalmış, daha koşuya başlarken tökezlemiştir.

Atatürkçü Cuntacılar mı Demirel mi Emperyalizmin Mantığına Uygun Düşüyorlardı

Bırakalım Batur ve Gürler gibi “kariyerist” denebilecek radikalleri, gördüğü baskıdan ötürü “mazlum” saflarda yerini alan ve de artık neyi kanıtlamaya çalıştığı anlaşılamayan Gürkan’a kulak verelim. “CIA vehme” kapılmış, Atatürkçü/devrimci/mütekait paşaya göre. Alınmış belli ki, belki de haklı. Artık işin o kadar ince tarafı iyi saatte olsunların işi.

Ne yapacakladı bunlar? Örneğin DİSK’in o dönemde daha sol olmasını mı sağlayacaklardı, yoksa işçi sınıfı hareketinin devrimci eğitimi için devlet yardımı mı? Demirel döneminde sosyalistlerin imkanlarını sınırlı görerek daha da açık bir dönem mi sağlayacaklardı, yani devleti susturacaklar, sağı susturacaklar ve yalnızca Marksist olanlara mı basın yayın imkanı sağlayacaklardı? Belki de yarışma ile en devrimci olanlara bu imkan sağlanacaktı (!)

Muhtıra kime karşı? Ya da muhtemel darbe? Sağa? İyi ama Çağlayangil’in ifadesiyle 12 Mart’ta CIA vardır. CIA, Demirel’e karşı, cunta Demirel’e karşı… Üç beş kalemşörün utanmazcasına yürüttükleri sola boyanmış Atatürkçülük, bugüne kadar en fazla emekçi kitlelerin aleyhine işledi. Cuntacılar dün solu temizlemeye –onların diliyle “anarşiyi”– gelirken ayakları burkuldu, şimdi de onların günahını paylaşmaya çağrıyorlar demokrasi cephesini.

Emekçi kitlelerin sol diye nitelenen darbecilerin tarihsel haklarını savunarak kazanacak hiçbirşeyleri yoktur, aksine. Solu cuntacıların şahsında demokrasiden uzak, totaliter olarak gösteren Nazlı Ilıcakların değirmenine su taşıyan Uğur Mumcu gibileriyle kesin çizgilerin çekilmesi gerekir.

Bugün 12 Mart kimilerince 12 Eylül’ün eleştirisine bir girizgah olarak kullanılıyorsa, 12 Mart’la birlik sol da mahkûm edilmektedir. Bu paradoksal değerlendirme Demirel cephesinden geldiğinde gerçekten de kendi içinde tutarlı gözükmektedir. Ancak radikal gençlik hareketinin de derinden derine etkilendiği ve zaman zaman içinde bulunduğu cuntasal ideolojiden arınmamış sol açısından aynı şeyi söylemek oldukça zor.

Gerçekte 12 Mart’ın zoraki muhatapları baskının, dönemin faturasını ödemek zorunda kaldıkları halde, 12 Mart değerlendirmelerinden kazançlı çıkmamaktadırlar. Tabii bunda yasal basında açık açık tartışmanın mümkünsüzlüğü bir neden. Ancak daha da önemlisi 12 Mart’ta her türden solun sicilinin sanıldığı kadar temiz olmadığı ve ardından gelen dönemde de geçmişi “mazi” sayarak gerekli derslerin çıkarılmaması sayılabilir.

Böylece 12 Mart değerlendirmesi tescilli kemalist Cumhuriyet’in insafına kalmış bulunmaktadır. Gürkan’ların, Talat Turhan’ların yazıları daha önce anıları yayınlanan Muhsin Batur’un ahlaki değerlerini eleştirmeye varmaktadır. Yola çıkılmıştır, ancak kimileri yolda arkadaşlarını terk etmişerdir. Gürler iyi bir kurmaydır ama karar anında ikircikli davranmıştır vs. Çıkılan yolun kendisi ise sanki hayırlı birşeymiş gibi sunulmaktadır.

Sosyalist Hareketin Durumu

Sosyalist hareket muhakkak ki Demirel rejimine karşı mücadele vermeliydi ama bu mücadeleyi cuntacıların oluşturduğu o sahte ortamda değil bizzat emekçi kitlelerin kendi özgüçlerine dayanarak vermeliydi. Yani Demirel’e karşı mücadele cuntacılara karşı hayırhah bir tutum takınılmasına meydan vermemeliydi. Dahası öncelikli olan Demirel değil cuntacılardı. 12 Mart’ın hazin dersi burada yatmaktadır. Solda ayrım çizgileri belirsiz bir saflaşmanın ideolojik izleri bugüne kadar yer yer devam etmektedir.

Buradan Demirelin ehveni şer gösterildiğine varmamak gerekir. Ancak kitlelerin parlamenter rejim dışında bir arayış içinde olmadıkları bir dönemde, çocukluk hastalığına kapılmadan açık rejimin “otoriter bir sol rejim”le alaşağı edilmesi yerine mevcut rejimin açıklığının daha da derinleşmesi için mücadele verilmelidir. AP’nin altın çağındaki dayanakları MNP, DP ve de cuntacılarla çatırdarken, alternatif bir iktidar oluşturmaktan uzak olan sosyalist hareketin altüst oluş halinde eldekini de yitireceği açıktı.

İşçi hareketini kucaklayabilecek bir güce sahip olan bir sosyalist hareket muhtırayı alkışla değil örneğin genel grevle karşılamak durumundaydı. Ama ne genç sosyalist hareket ne de DİSK böylesi bir eğitimden ve yaklaşımdan nasipliydi. Her iki kesim de hazin bir biçimde cellatlarını teşvik ve teşçi ettiler. Bir başına düzeni değiştirme amacı sosyalist tarihte çocukluk dönemine has saflıklardan biridir. Ortada ne durum analizi, ne durum tesbiti ne de sınıfın konumun irdeleyen bir taktik söz konusuydu.

Gerçekte muhtıra biçiminde de olsa radikallerin eylemi açığa çıktığında sol için vakit çoktan kararmıştı. Genç sosyalist hareket çizmeye çalıştığı kendi yolunda henüz ilerlememişken düzen güçleri kozlarını oynamışlardı. Bir taraf başlarken öte taraf bitiriyordu. Genç sosyalist hareket, emekçi kitlelerin yaşamlarında, onların günlük sorunlarında yeri olmayan, hatta onların aleyhine olan bir çatışmanın ürünü olan ortamın kendisi için elverişli olduğunu sanmıştı.

Dönemin sosyalist grupları içinde “somut durumun somut tahlili”ne dayalı bir taktik aramak boşunadır. Ne eskiler ne yeniler değişen koşulları değerlendirebilmişlerdir. Kimi gazete köşelerinde Demirel’in ayağının altındaki toprağın kaydığını belirten yazarlar ise “sol”dan zaten çoktan mahkûm edilenlerdi.

Tabii askeri bir müdahale olabilir diyerek kimsenin elini kolunu kavuşturması önerilemez. Ama hareketin yönelimi de en az hareketin kendisi kadar önemlidir. Zaten düşen-düşürülmekte olan bir Demirel’i baş düşman ilan etmek hemen hareketin yanı başındaki “müttefik”in konumunu görmezlikten gelmeye varmıştır. Yaklaşık 1970 sonunda radikal hareketlerin biçimlendiği bilindiğine göre, atı alan çoktan Üsküdar’ı geçmişti. Bir geç kalmışlık söz konusu idi ama daha önemlisi eylemin muhtevası idi ve de onun ittifakları, daha doğrusu sonuç itibarıyla hayali ittifakları.

İdeolojik keşmekeş dönem boyunca sürecek ve kendini sorgu ve savunmalarda defalarca açığa vuracaktır. Bu keşmekeşin en belirgin ifadesi de 1961 Anayasası’nın savunulmasıdır.

Sosyalist hareket cuntacılığın bulandırdığı bir siyasal ortamda iktidar sorununu hiçbir gerekli hazırlığı, dayanağı ve hatta kendine has bir perspektifi olmadan alabildiğine güncel bir sorun olarak gördü. 12 Mart’ta solun onca yaralanmasının bir nedeni de budur. Radikallerden bağımsız bir güç olarak temayüz etmeden, onların cenahından iktidara aday gözükmesinin sonucu tezgah onca geniş tutulmuştur. 12 Mart’ın normalizasyonun onca zorlamasız olmasının nedeni de bu olmuştur. Çünkü gerçek anlamıyla başlıbaşına, bir başına sosyalist hareketin ifade ettiği değer “sol”da görülüyorsa da sıfıra yakındı.

Bir anlamda genç devrimciler 12 Mart’ın tarihi değil zoraki muhatapları oldular. 12 Mart’la 12 Eylül arasındaki temel ayrımlardan biri budur. Batur, 12 Martçı olduğu için 12 Eylülcüdür. Darbe sonrasında TKP gibileri gerçek kemalist çizgileri darbeciler içinde aramışlardır, hapishanelerde yanıbaşlarında değil. 12 Eylül’de bu bağlamda bir yanlış anlama sözkonusu değildir. Hapishanelerde devrimciler faşistlerle aynı mekanda barınmaya zorlanmaktadırlar, ama 12 Mart’taki gibi iktidara geldikleri takdirde ilkin “anarşi”yi, yani devrimcileri temizleyeceklerini söyeleyen radikallerle birlikte değiller. 12 Eylül’ün bir ayrımı da burada sosyalistler yine içeride ama bu kez yanlarında Atatürkçüler değil, faşistler var.

12 Mart döneminde devrimci gençlik hareketi talihsiz bir biçimde yatağında oluştuğu Atatürkçülükten kesin çizgilerle ayrışmadan eyleme girişti. TİP’ten öğrenilen parlamentarizmin bir çözüm olmadığı idi; buna eski soldan gelen asker sivil aydın zümre edebiyatı, Atatürkçülük, 27 Mayısçılık ve akla gelebilecek her türlü küçük burjuva radikalizmine yaraşan karman çorman ideolojik şırıngalar eklendiğinde sonuç önceden kestirelemeyecek gibi değildi.

Radikal sol 12 Mart’ı nasıl karşıladı

Günün gazeteleri açıktır. Ya destek ya eleştirel destek. Bu noktada TİP’in tutumunun farklı olduğu söylenmelidir. Çeşitli dernekler, DİSK vb. olumlu karşılarken, soldan kimileri “ordu kılıcını attı” demekte (Dr. Hikmet Kıvılcımlı), kimisi de muhtıraya değil parlamentoya güvensizliğini beyan etmekte (Dev-Genç). Sol 12 Mart’la çizgisini esas olarak 12 Martçıların hamlesinden sonra değiştirmiştir. Ama bu kez kartlar iyice karışmış, radikallerin ayağı kaymış, Demirel adım adım sürecek bir yolda radikalleri tasfiye ederken sosyalistleri de elekten geçirmiştir.

Burada Demirel’den ziyade solun basiretsiz bir taktik izlediği rahatlıkla söylenebilir. Sol ısrarla, hazırlıksız olduğu bir mücadelede düşmanlarından birini de müttefik seçerek girmiştir. Radikaller Demirel’le çatışmış, olan sosyalist harekete olmuştur. Görüntüsel olarak sol hükümeti devirmiştir ama kendisi de altta kalmıştır.

Dönemin hapishanelerinden gelen tarihe değgin tutarsız değerlendirmeler gerçekte bir önceki tutarsız değerlendirmelerin öteki ucundan başka bir şey değildir. Demirel’i Amerikan emperyalizminin basit bir ajanı olarak görenler, kendilerini yargılayan ve sorgulayanların hiç de Demirelci olmayıp en halisinden Atatürkçü olduğunu görünce Demirel’in yurtseverliğinden dem vurabilmişlerdir. Oysa Demirel ne vatan haini ne de vatanseverdi veyahut da kimi zaman vatansever kimi zaman vatan haini idi. Yeter ki Vatan’ın sınıf içeriği iyi doldurulsun. Ancak dönemin açıkta bıraktığı bu gibi sorunlar 12 Eylül’le birlikte yeniden gündeme geldi. Demirel şimdi 12 Eylül’de de ABD’nin kendisinden hoşnut olmadığını belirtmektedir. Amerikan dış siyasetindeki dalgalanmaların Türkiye’yi etkilememesi düşünülemez. Darbenin Gürkan’ın sözü ile CIA’nin vehmine denk düştüğü açık. Ama vehim bir başına sınıf mücadelesinde azımsanmayacak dönemeçleri açıklamakta yeterli bir husus değil. Vehmin kendisini giderecek dayanaklara da sahip olması halinde, başka oluşumlarla çakışması halinde gerçekleşmesi ya da gerçekleştiği zehabını uyandırması mümkündür. Darbede emperyalist etkiyi izah ederken orada kalmamalı, aynı zamanda darbenin çözülüş nedenleri arasında da bu etkinin kıymeti harbiyesi değerlendirilmelidir.

Müdahale ile emperyalistlerin çıkarının çakıştığı gerçeği tersinden okunmamalı, bu çakışmanın zamansız olduğu sanılmamalı. Dönüşüm bir anlamda bu çakışmanın da çözülmesine, olağanlaşmaya bağlı kalmıştır. Zaten ABD’nin de Türkiye’de kimi ülkelerde zaman zaman denendiği gibi uzun süreli bir askeri rejimi o günlerde talep ettiğini gösterir bir belirti de yok. Gerçi ülkenin gelişme dinamiklerini hiçe sayan böyle bir anlayış uygulamaya sokulduğu takdirde fazla uzun süreli olacak gibi değil.

Emperyalizm faktörü hiçbir zaman gözden ırak tutulmamalı, ama ülkenin içinde bulunduğu konum, sınıf mücadelesinin gelişme dinamiği, güçler ilişkisi ancak dış faktörün zorlamalarını müsait olduğu zaman kaldırabilir. Aksi takdirde sağ bir rejim dahi dolaylı da olsa tepkide bulunmak zorunda kalacaktır. Aşırı ve basitleştirilmiş anti emperyalizm, yani kaba milliyetçilik dev aynasındaki gölgelerle boğuşurken pentagonla kendisi arasında çok basit bir mücadele tasarlamaktadır. Biraz da bunun için genç sosyalist hareket Demirel’i birden 180 derece farklı değerlendirmek zorunda kalmıştır.

Bir ders: Bağımsız sınıf politikası

Tarihin, 12 Mart’ta test ettiği, açığa çıkardığı hususların önemli bir kısmı 12 Eylül ile daha da anlaşılır olmuştur. 12 Mart’taki hataların 12 Eylül’de tekrar edilmemesi, 12 Mart’tan gerekli derslerin çıkarıldığı anlamına gelmez. O eski hataların tekrarı için zaten zemin kalmamıştı. Ama tekrar edilebilecek hataların önemli bir kısmı –neredeyse tümü– 12 Eylül’ün nedenleri arasında yerlerini korudular. Ancak ara dönemde gözden kaçırılmaması gereken yeni oluşumlar, değişiklikler de gerçekleşmedi değil. Bu ikisi arasındaki bağlantıları özürsüz bir biçimde açıklamak devrimci mücadelenin önümüzdeki gelişmesinde azamsanmayacak bir yer tutacaktır. Hareketlerin “şahsiyet” meselesi dışında irdeleyecekleri sınıf mücadelesi içindeki konumları, politik ve örgütsel biçimlenişlerindeki tarihi ve güncel etkileşimler önümüzdeki dönemdeki konumlarını da şimdiden belirlemese dahi sınırlamak durumundadır. Bu açıdan ne bir hareketin ne de –hele hele– bir şahsın kendisinde bir günah keçisi aramadan, tabii bedava kahramanlar da yaratmadan, tarihi bir değerlendirmenin vaktinin oluşmakta olduğunu söyleyebiliriz. Yani 12 Mart’ı belli bir gelişim evresi ve ardından bir çöküşle birlikte yeni bir oluşum evresinin sorunları içinde irdelemek hamasi beyanlardan daha isabetli sonuçlar verecektir.

Genç sosyalist hareket, 12 Mart’a yeterli bir kadro birikimi ile girmemiştir. Denebilir ki genç sosyalist hareketin kendi bağımsızlığını kazanmaya niyetlenmesi ile darbe arasında topu topu birkaç ay vardır.

1960’lı yıllarda gelişen sosyalist hareket hızla değişmeye ve çeşitlenmeye başlamıştır. Bu süreç zarfında “eskiler” geçişlerde bir çekim merkezi gibi gözükürken hızla etkinliklerini yitirmişlerdir. 12 Mart’a gelindiğinde belli bir sürekliliği olan, kitleler nezdinde inandırıcılığı olan bir kadrodan söz etmek mümkün değildir. Kurulan örgütlerin hemen hemen tümü yeterli ya da yetersiz politik biçimlenmelerini dar bir zaman aralığında ve de kendi aralarında kurabilmişlerdir. Dolayısıyla kendi dışlarındakiler için eylemlerinden başka bir çehreye sahip değildirler.

Gerçekte dönemin genç sosyalist hareketine atfedilebilecek zaafların nesnel açıklamaları vardır ve bu zaafların kendilerinden daha önemli olan da, öncülerin değil artçıların, yani sonradan bu hareketleri kendilerine miras edindiklerini ilan edenlerin bu zaaflara neredeyse bir kutsiyet kazandırmaları olmuştur. Hatta aynı zaafları tekrar etmemeye özen gösterenler bile “miras”ı açıkça reddetmemek için kendilerini tasaladıkları gelecek ile sahip çıktıkları geçmiş arasında bir cendereye sokmuşlardır. Cendere çift taraflı çalışmış; çalışma tarzı anlayışında geçmiş tekrarlanmadığı halde ideolojik ve politik yapılanmada büyük miktarda geçmişle süreklilik gösterilmeye çalışılmıştır. Böylece zorlama bir terminolojik fetişizm “teori”yi hapsetmeye çalışmıştır. Sosyo ekonomik formasyon belirlemesinden, siyasi rejimlerin değerlendirilmesine, ulusal sorundan uluslararası sorunlara geçmiş bir ayak bağı işlevini görmüştür. 12 Mart’tan çıkıştaki ilk evrelerde geçmişle hesaplaşmak, onunla bir köprü kurmak çabası “miras” paylaşımında aslan payını almak için sığ bir anlayışla sürdürülmüş ve büyük miktarda sahte sorunsallara hapsolmayla sonuçlanmıştır. 12 Eylül sonrasında tekrar be tekrar benzer sorunların tartışılmasında geçmiş konusundaki bu saplantının aşılamaması önemli bir neden olmuştur.

Sosyalist hareket açısından söylenmesi gereken en önemli hususlardan biri ana hatları ile geçmiş yapılanmaların izleyicilerinin kalmadığıdır. Süreklilik açısından anlamlı bir durumdur bu. Sanki bir “geçiş” evresinin unsurları olarak devrin sosyalist grupları bugün için kalıcı politik ve örgütsel yapılanmaların temeli olamamışlardır. Bir başka açıdan meseleyi ele alırsak o hareketler politik ve örgütsel bir bütünlük oluşturmuyorlar, henüz bir arayış evresinde iken, daha başlangıçta beyaz terörün atağa geçmesiyle eziliyorlardı.

1960’dan sonra ilkin hesapta olmayan sosyalist ve işçi hareketinin siyaset sahnesine doğrudan ve dolaylı girişi, burjuva toplumundaki yönetim krizinin boyutlarını geliştime potansiyelini taşıdığı için bir yeniden yapılanma hakim sınıfların gündeminin birinci maddesini oluşturmuştur. 12 Mart’ta yaşanan bu yeniden yapılanma girişimi sınıf mücadelesinin yoğun çatışmalarla yürümediği bir dönemde uzlaşma ve ehlileştirmelerle olağanlaştırılmıştır. Bu olağanlaştırmanın kendisi de yeni yanılsamaların kaynağı olmuştur. Cuntacılıkla dönemin yeni CHP’sini aynı kategoride görmemek gerekirse de ikisi de emekçi kitlelerin kendi bağımsız politik ve örgütsel deneyimlerini köstekleyen yanılsamaların sosyalist harekette oluşmasında etken oldularsa “ideolojik” bir ortaklıkları olduğu tezi de yabana atılmamalıdır. Bu açıdan 12 Mart öncesinin Atatürkçü, sonrasının Ecevit ve şimdilerde “sosyal-demokrat” yanılsamanın bütün farklılıkları ile birlikte aşılması gereken önemli bir engel olduğu kesindir.

Enternasyonal

İşçi Sınıfının Öz-Örgütlenme Zeminlerinden Biri: Kafe-Bar Çalışanları Dayanışması – Göksu Uyar

Kafe, restoran, çayevleri, kıraathane-kahvehane ve bar işçilerinin dayanışma zemini Kafe-Bar Çalışanları Dayanışması (KBÇD); işçi sınıfının öz-örgütlenme zeminlerinden biri ve Kent Emekçileri Dayanışması’nın bir parçası olarak pandemi sürecinde kuruldu. Kafelerde barlarda çalışan genç işçiler hak gasplarına, açlığa, geçim sıkıntısına karşı taleplerini dile getirmek, kendilerini ifade etmek için KBÇD’de bir araya geldiler.  KBÇD, bir dizi eylemliliği, dayanışma faaliyetini, sosyal medya çalışmasını hayata geçirerek, örgütlenemez denilen bir alanda başlangıç için önemli bir örgütlülüğe ulaştı. Bu gücün en önemli göstergelerinden biri 7 şehirde aynı gün eylem örgütleyerek kafe bar işçilerinin “geçinemiyoruz çığlığını” büyütmesi oldu.

KBÇD’nin önemli özelliklerinde biri genç işçilerin enerjisi üzerinde yükselmesi. KBÇD bu enerjiyi genç işçilerin -kendi geçim kaynağı işlerinin devlet tarafından geçici ya da önemsiz addedilerek adının bile destek paketlerinde anılmadığı pandemi sürecinde katmerlenen- kolektif öfkesiyle harmanlayarak, kalıcı ve örgütlü bir işçi sınıfı faaliyetine çevirmeyi hedefliyor. Bu anlamda, pandemi süreci önemli bir sınav oldu. KBÇD pandeminin yakıcı sorunlarını ortak çözme, çözüm yollarını birlikte inşa etme, talepleri ortaklaştırmanın örgütsel aracı oldu. Yarattığı etkiyi bu kolektif yetki ve karar mekanizmalarına borçlu olduğu kadar, sokağa çıkma kararlılığına ve sosyal medyayı da sokaktaki eylemlerini güçlendirici tarzda etkili kullanmasına borçlu.  (“Ölüler Dirilerden Çalacak” duvar yazılamaları ve #HesabıBizÖdemeyeceğiz hashtag kampanyası…)

KBÇD klasik sendikal mücadele örgütlülüğünün ve onun yarattığı biçimlerin çözüldüğü, bu çözülüş sürecinde meşru, militan yaratıcı zeminlerin mayalandığı, bu mayalanmanın kendisine klasik sendikal mücadelenin değişmeye ve “kalkın bir şeyler yapalım” demeye müsait unsurlarına sirayet ettiği bir dönemin ürünüdür. Dolayısıyla KBÇD’nin kalıcılaşmasını sağlayacak olan yegane şey, sermayenin akışkanlık ve değişim hızına eşdeğer bir hız ve yaratıcılıkla örgütlülük ve direnme zeminleri açabilmektir. 

KBÇD’nin “biz de varız” dediği pandemi sürecinin ardından, Mart 2021 itibariyle hayata geçirileceği duyurulan normalleşme sürecinde nasıl bir mücadele güzergahı izleyeceği; bu güzergahı varolan kalıpları sarsıcı bir yaratıcılıkla donatıp donatamayacağı önemli bir soru işaretidir. 

Kafe-Bar Çalışanları Dayanışması normalleşme sürecinde ne yapacak?

Pandemi sürecinde KBÇD’nin ana talepleri; kafe bar işçilerine karşılıksız sosyal destek verilmesi, kısa çalışma ve ve işsizlik ödeneğinin en az asgari ücret düzeyine çekilmesi, kısa çalışma ve ücretsiz izin döneminde, pandemi koşulları da gözetilerek, uzun vadeli sigorta primlerinin karşılanması ve halk sağlığı tedbirlerini aksatmadan mekânların açılmaya başlaması idi… 

KBÇD aynı zamanda bir sendikal arayışın parçası olduğunu deklare etmişti. Dolayısıyla KBÇD’nin normalleşme sürecinde atacağı ilk adım, pandemi sürecinde birbiriyle ilişkilenen, bu ilişkiden bir enerji açığa çıkaran kafe-bar işçilerinin bu enerjisini kalıcı bir kazanıma ve örgütlülüğe tahvil etmek olmalıdır. Kafe bar işini kimileri geçici bir konak olarak, uzun süre işsiz kalanlar ise son çare olarak görüyor. Kafe barlar, işçilerin çalışma güzergâhında ister geçici ister kalıcı işyerleri olsun güvencesizliği ortaklaştırmasından ötürü örgütlenmesi elzem mekanlardır. KBÇD bunun mümkün olduğunu göstermiştir. 

Normalleşme süreci, pandemi sürecinin yarattığı ekonomik tahribatla yüzleşilen bir süreç olacak. Bu süreçte, kafe-bar işçileri düşük ücretlerle, sigortasız, uzun saatlerde çalışmaya zorlanacak. Bu zorun karşısına bir zorla çıkmak gerekiyor. Bu zor, KBÇD’yi kafe-bar işçilerinin bir zırhına çevirmek olmalıdır. Her saldırı o zırhtan sekmeli kararlılığını bütün ilişkilere taşıyacak bir yol kurmalıyız. 

Protokol türü sözleşmeler bir araç olabilir mi? 

Klasik sendikal mücadele kafe-bar işçilerinin örgütlenmesine deva olmuyor. İmkânsız olmasa da, bazen 5-6 kişinin günübirlik ya da part-time, sigortasız çalıştığı bir sektörde –uzun süre alan- toplu iş sözleşmesine dayalı klasik sendikal model işlemiyor. Dolayısıyla, kafe bar işçilerinin örgütlülük mücadelesi, meşru-militan-yaratıcı arayışları zorunlu kılıyor. 

Şu noktalar üzerinde durmalıyız: 

-Protokol türü sözleşmeler (kafe bar işçileri bunu popüleştirmek için değişik bir ad kullanabilir örneğin “yıldız sözleşme” vs.) meşru-militan-yaratıcı arayışların bir yolu olabilir. Her türlü fiili eyleme ek olarak; diyelim ki, Kafe – Bar Çalışanları Dayanışması üyelerinin bulunduğu işyerlerini yıldız sözleşme yapmaya zorlasa ve bunu kabul etmeyen işyerlerini sosyal medyadan duyurarak (“X Kafe işçilerin örgütlenme hakkına saygı göstermiyor, boykot ediyoruz gibi….) dayanışmacı, emek dostu kamuoyunun tüketim ve boykot gücünü arkasına alabilir. Bu yolu derinleştirerek, sektördeki sendikal mücadelenin motoru kılabilir. 

-Kafe Bar Dayanışması düzenli olarak bazı meslek odalarının tarife belirlemesi gibi asgari yevmiye belirleyip, işçilerin çalışacakları işyerine bunu referans göstererek ücret anlaşması yapmasını  sağlayabilir. 

-Ve elbette, pandemi döneminde kafe bar çalışanlarının ücretsiz izinli sayıldıkları dönemde yatmayan sigortalarının yatmasını sağlayacak, militan bir kampanya örgütleyebilir. 

Bu sorular, normalleşme sürecinin kafe-bar işçilerinin örgütlenme kavgasında yeni bir evre olacağını işaret ediyor. 

Yolumuz açık, yoldaşlarımız çok, inancımız tam…    

Göksu Uyar, Kafe Bar Çalışanları Dayanışması Üyesi

Bu yazı ilk olarak siyasihaber6.org sitesinde yayımlanmıştır.           

[2] https://t24.com.tr/video/gecinemiyoruz-diyen-sektor-calisanlari-7-ilde-sokaga-cikti-artik-yeter-1500-lirayla-erdogan-gecinebiliyorsa-gelsin-o-gecinsin,36625