İmdat Freni

Gündem

Emperyalizmin ve Taliban’ın Kurbanı Afgan Halkıyla Dayanışma – IV. Enternasyonal

ABD ordusunun Irak’tan çekilmesinden on yıl sonra, ABD emperyalizmi bu kez de Afganistan’da gerçek bir bozguna uğramış durumda. Bunun, tıpkı 20 yıl önce bu iki ülkenin cani bir askeri güçle işgal edilmesinde olduğu gibi, dünyanın önde gelen gücü olarak ABD’nin küresel jeopolitiği yönetme iddialarını ne ölçüde etkileyeceğini önümüzdeki dönemde göreceğiz

Yeni binyılda Afganistan, bu tür askeri saldırılara maruz kalacak bir dizi ülkenin ilki oldu. ABD dış politikası daha önce Çin, İran ve Rusya’yı takip altında tutulması gereken ülkeler olarak belirlemişti. Dolayısıyla Afganistan’ın Pakistan gibi İran, Çin ve Rusya yanlısı Orta Asya cumhuriyetleriyle komşu olduğunun gayet farkındaydılar. Bu Orta Asya cumhuriyetleri de nispeten az deşilmiş önemli petrol ve doğal gaz kaynaklarına sahipti.

Taliban’ın 15 Ağustos’ta Kabil’i ele geçirmesi, 38 milyon Afgan’ın çoğunluğu için belirsiz bir geleceğe işaret eden bir kan banyosu, adam kaçırma ve nüfus göçü ile damgalandı. Taliban’ın (ABD’nin beklediğinden çok daha hızlı şekilde) yeniden iktidarı ele geçirmesi Amerikan emperyalizminin siyasi güvenilirliğine bir darbedir. Afganistan’daki uşakları darmadağın oldu.

Emperyalizm için kaotik bir altüst oluş

Taliban’ın zaferi birçok yönden ABD emperyalizmi tarafından kolaylaştırıldı. Taliban ile Doha anlaşması iktidarın fethinin yolunu açtı. Katar, Pakistan, Rusya, İran ve Çin’in doğrudan veya dolaylı katılımıyla ABD ve Taliban bir anlaşmaya vardı. ABD’nin Afganistan’da 20 yıldır sürdürdüğü savaş boşa çıktı. ABD güçlerinin Afganistan’dan çekilmesiyle, ülke şimdi daha da cesaret kazanmış Taliban’ın insafına bırakıldı. Afgan halkı hiçbir zaman kendi kaderini belirleme sürecine dahil olmadı. Donald Trump şimdi Başkan Biden’ı suçluyor. Ama aslında ikisi de suç ortağı. Biden, Trump’ın Afganistan veya İsrail’in yanı sıra Küba, Venezuela ve diğer ülkelere yönelik emperyalist politikalarını sürdürüyor.

Trump bu anlaşmayı başlattı ve Biden uyguladı. ABD’nin geri çekilmesi, o ülkede “Ebedi Savaş”a verilen desteğin azalmasının bir kanıtıdır ve emperyalizmin kendisini askeri olarak Afgan bataklığından kurtararak kaynaklarını başka yerlerde yoğunlaştırmasını sağladı. ABD ne olursa olsun Afganistan’dan ayrılmak istiyordu. Sivillerin tahliyesini örgütlemeden, olabilecek en kötü şekilde geri çekildiler.

ABD’nin bu beklenmedik geri çekilmesi müttefiklerini bile şaşkınlığa uğrattı. Amerika’nın geri çekilme planlarına dahil olmamaktan ötürü öfkeli olan Avrupalı ​​politikacılar arasında, ABD ve NATO’dan bağımsız olarak hareket edebilecek bir silahlı kuvvet oluşturulmasından tekrar söz edilmeye başlandı. Yirmi yıl önce Kabil’in emperyalist güçler tarafından ele geçirilmesini coşkuyla kutlarken, yenilgi ve her şeyden önce kukla rejimlerinin hızlı çöküşü, müttefikler arasında ciddi anlaşmazlıklara yol açtı. 2001’de Bush’un coşkulu ortaklarından biri olan Tony Blair, ülkenin “terk edilmesini” “tehlikeli” ve “gereksiz” olarak kınamıştı.

Çin ve Rusya, Taliban rejimine kefil oldu

Taliban’ın dönüşü, Rusya ve Çin gibi ABD’nin rakiplerinin bölgede nüfuzunun daha da güçlenmesi olasılığını ortaya çıkarıyor. 2001’de ABD’nin Kabil’i işgal ettiği günlerin aksine, Çin ve Rusya artık ABD emperyalizminin yanında değiller. İki ülke, “Afganistan’ın nasıl geliştirileceği” ve ABD emperyalizmi tarafından terk edilen planların nasıl tamamlanacağı konusunda Taliban ile ciddi görüşmelerde bulunuyor. Rusya ve Çin utanmadan Taliban diktatörlüğünü tanımaya hazır. Afgan halkının başına gelecekler konusunda kendi halkları önünde hesap vermek zorunda bile değiller. Diktatörlüklerin kendi “avantajları” vardır.

ABD müttefikleri arasındaki bölünmeler ve rakiplerinin artan etkisi, Doha anlaşmasının ABD emperyalizmi için bir uzlaşma olduğunu gösteriyor. Yavaş ve zorlu düşüşünde, yirmi yıl önce sözde “teröre karşı savaş”ı başlattığında hükümetinin amaçladığı gibi olaylara hükmetme yeteneğine sahip olmadığını fark ediyor.

Kabil’in Taliban tarafından ele geçirilmesinin ardından büyük çaplı ve kaotik bir havadan nakil operasyonu gerçekleşti. NATO güçleri Kabil Havaalanından on binlerce insanı tahliye etti. Kargaşa ve bombalamalar düzinelerce ölü bırakırken, binlercesi hala Taliban ölüm mangalarından kurtulmak için mucizevi bir şekilde ülkeden kaçmayı bekliyor. ABD ve NATO yardımı için havaalanında bekleyen binlerce kişiye rağmen, Başkan Joe Biden dramatik tahliye operasyonunu 31 Ağustos’a kadar bitirmeye kararlıydı. Amerika Birleşik Devletleri’nin Afganların kaderine karşı kayıtsızlığı budur.

ABD, kendi merkez bankası tarafından tutulan 9,5 milyar dolarlık Afgan döviz rezervlerini dondururken, IMF, koronavirüs programı kapsamında Afganistan’a yönelik 450 milyon dolarlık rezervi askıya aldı. Bu, dünyanın en fakir yedinci ülkesi olan ve Taliban’ın insafına bırakılan Afganistan’ın yoksulluğa batmaya devam edeceği anlamına geliyor.

Afganistan’da son 20 yılda kalkınma, “demokrasi” ve silahlı kuvvetlerin eğitimi adına harcanan para, yatırım açısından emsalsizdir. Savaşın Maliyeti Projesi’ne göre ABD, Afganistan’a 2.226 milyar dolar akıttı. Bu para, dünya çapında temel eğitim ve sağlık hizmetleri sağlamak için kullanılabilirdi. ABD Savunma Bakanlığı’nın 2020 yılında yayınladığı bir rapora göre, ABD daha sonra savaş masraflarına 815,7 milyar dolar harcadı.

Bu savaşın kurbanlarının sayısına dair, Nisan 2021’e kadar 47.235 sivil, 72 gazeteci ve 444 yardım görevlisinin öldürüldüğü göz önünde bulundurularak bir tahmin yürütmek mümkün olabilir. Ayrıca 66.000 Afgan askeri de bu savaşın kurbanı oldu.

Amerika Birleşik Devletleri 2.442 asker kaybetti ve 20.666 kişi yaralandı. Ayrıca 3.800 özel güvenlik görevlisi öldürüldü. Afgan NATO güçlerine 40 ülkeden asker katıldı. Bunların arasında 1.144 asker öldürüldü. Ülke dışına sığınanların sayısı 2,7 milyon, 4 milyon ise ülke içinde yerinden edildi. ABD emperyalizmi bu savaşı finanse etmek için ağır borç aldı. Sadece faiz olarak yaklaşık 536 milyar dolar ödedi. Ayrıca, ülkeye geri dönen savaş birlikleri için hem tıbbi ihtiyaçlar hem de diğer masraflara 296 milyar dolar harcandı. Savaşmadan teslim olan 300.000 Afgan askerinin eğitimine 88 milyar dolar, barikat, otoyol vb. yeniden inşa projelerine 36 milyar dolar harcandı. Afganların haşhaş yetiştirmemeleri ve eroin satmamaları için tazminat olarak 9 milyar dolar harcandı.

ABD emperyalizmi, Taliban ve El Kaide’nin temsil ettiği tehditten gizli kamplar ve hapishaneler yaratmak, işkence yapmak, insanlığa karşı suçlar işlemek, Guantanamo’da yargılanmadan insanları hapsetmek, CIA’i, NSA’yı güçlendirmek, Vatanseverlik Yasasını kabul etmek için faydalandı.

Şiddetli, beceriksiz ve yozlaşmış bir rejimin çöküşü

Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri, işgallerinin kalkınmayı ve kadınları baskıcı Taliban rejiminden özgür kılacağını taahhüt etmişti. Ama bu olmadı. Başından beri, işgal yolsuzluğa, şiddete dayanıyordu ve gerçek yerel destek yerine baskıcı güç sahipleri ve eski savaş ağalarıyla anlaşmalar yapıyordu. Afgan Kadınları Devrimci Derneği’nin belirttiği gibi, “işgal, kan dökülmesinden, yıkımdan ve kaostan başka bir şeyle sonuçlanmadı. Ülkemizi özellikle kadınlar için en yozlaşmış, en az güvenli, en mafyatik ve en tehlikeli yer haline getirdi.” İşgal, sözde yoksulluğu ortadan kaldırma hedefinde sefil bir şekilde başarısız oldu. Dünya Bankası tahminlerine göre şu anda Afganistan’daki işsizlik oranı %25 ve yoksulluk oranı %47’dir. Eşref Gani ve şürekâsı devasa bir yolsuzluğa karıştı. Sosyal sınıflar arasındaki bölünmeler keskindi.

Afganlar Amerikalılar için savaşmadılar; neden yerel ajanları için savaşsınlar? Afgan halkının ve askerlerinin rejim adına Taliban’a karşı savaşacak hiçbir ideolojik temeli yoktu. Rejim, Taliban’a verilen desteğin ezici olması nedeniyle değil, şiddeti, yetersizliği ve yolsuzluğu nedeniyle çok az insanı kendisi için savaşmaya hazır hale getirdiği için çöktü. Afganistan’dan çıkarılacak tarihi ders, yabancı askeri müdahalenin yarattığı güçlerin ülkeyi savunamayacağı veya çoğunluğun yaşam koşullarını önemli ölçüde iyileştiremeyeceğidir. 20 yıl boyunca ABD ve NATO güçleri Afganistan’da konuşlandı, ancak oluşturdukları Afgan ordusu savaşmadan dağıldı. Benzer şekilde kınadığımız önceki Sovyet işgali de uzun vadeli bir rejim kurmayı başaramadı.

Eşref Gani ve şürekası, kapitalizmin en kötü biçimini temsil ediyor. Taliban, kendi adına, dini ustaca sömürmeyi başardı. Bir din devleti istiyorlar. Eşref Gani ise hangi devleti istediğini hiçbir zaman netleştirmedi. Yakın gelecekte Afganistan’da Taliban’a karşı ciddi bir muhalefetin ortaya çıkacağına dair çok az umut var. Son 20 yılda Washington’un yanında yer alan ve hala Afganistan’da bulunan savaş ağalarının çoğu (genellikle eski mücahitler), Taliban ile sözde “iktidar paylaşımı birlik hükümeti” müzakerelerinde yer alıyor. Yenilgilerini kabul ettiler ve şimdi Taliban’ın onlara bahşettiği kırıntıları kabul etmeye can atıyorlar. Bu tür savaş ağaları öncelikle kullanılıp, daha sonra Taliban tarafından “adalete” teslim edilerek halkın ihtiyaçlarına karşılık verememiş olmalarına bir mazeret olarak gösterilecektir. Şu anda bazı Batılı medya organları tarafından tarafından kutlanan sözde “Taliban karşıtı direniş”, eşit derecede itibarsızlaşmış tacizci savaş ağalarından oluşuyor ve herhangi bir alternatif teşkil etmiyor.

Taliban iktidarını şiddet yoluyla pekiştiriyor

Taliban, iktidarını bir stratejiler karışımı yoluyla pekiştiriyor. Bir yandan Afganistan’ın farklı yerlerinde rakiplerine yönelik hedefli suikastlara girişiyorlar; bir yandan da aşiret liderlerinin ve eski hükümet yetkililerinin desteğini kazanmaya çalışıyorlar. Bu, kapsayıcı bir hükümet görüntüsü vermeyi amaçlıyor. Bu kapsayıcı hareketler birer şakadan başka bir şey değildir. Kabil onların kontrolü altında olduğu için, Taliban, kendi rejiminin tanınması karşılığında bir simgesel güç paylaşımı lüksünü karşılayabilir.

Şimdilik, Taliban Kabil’de hala temkinli çalışıyor, ancak son aylarda, bulundukları her yerde olağan şiddetlerini gösterdiler. Birleşmiş Milletler’in kendisi ve İnsan Hakları İzleme Örgütü, son haftalarda Taliban tarafından işlenen savaş suçlarıyla ilgili açıklamalar yayınladı.

“Taliban”, “barbarlık bizim siyasetimizdir” anlamına gelir. Gerçek stratejileri, insanları korku içinde tutmak ve onları terörle disipline etmektir. Bu nedenle, olabildiğince korku yaratmak için vahşi cezalar (burun veya ellerin kesilmesi, taşlanması, halka açık infazlar, helikopterden atma gibi) uyguluyorlar. Direnci terörle kırıyorlar.

Daha önce sadece Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Pakistan Taliban rejimini tanımıştı. Şimdi Türkiye, Rusya, Çin, Pakistan ve diğer ülkelerin hükümetleri, Taliban ile işbirliği yapma isteklerinin sinyallerini veriyor. Batılı emperyalist ülkelerdeki politikacılar ikiyüzlü bir şekilde Taliban şiddetini kınarken, gelecekte onlarla “bir çeşit işbirliği” olasılığını da açık bırakıyorlar. Tarih, ABD’nin hem Afganistan’daki hem de bölgedeki gerici hareketlere verdiği desteğin örnekleriyle doludur. ABD, Sovyet destekli Afgan hükümetine karşı küresel bir cihatçı ağını desteklemek için Pakistan’daki General Ziya ül-Hak’ın sağcı diktatörlüğü ve gerici Suudi rejimiyle ittifak kurdu. Necibullah hükümetini devirdikten sonra Taliban, kanlı ve uzun süreli bir iç savaşın ardından Afganistan’da iktidarı ele geçirdi. Emperyalist jeopolitik ve rekabet tüm çirkinlikleriyle gözler önüne serildi. Ödenecek bedel Afganların ve dünyanın diğer halklarınınki olacaktı.

İç savaşın yeni bir aşaması

ABD emperyalizminin Afganistan’daki mağlubiyeti, anti-emperyalist güçlerin zaferi anlamına gelmiyor. Emperyalizme demokrasi, insan ve kadın hakları, ekoloji veya halkların toplumsal gelişimi ile ilgisi olmayan gerici bir güç tarafından darbe vurulmuştur. 1996’dan 2001’e kadar süren Taliban rejiminin ilk dönemi, Afganistan’daki azınlıklar, kadınlar ve kamuoyu için bir kabustu. Taliban değişmedi. Sadece daha becerikliler ve geçmişe göre daha sofistike bir şekilde çalışıyorlar. Taliban’ın kapsamlı bir “İslami zafer” programı var. Afganistan’da iktidarda oldukları önceki yıllarda yaptıklarını farklı şekillerde tekrarlayacaklar. Ve bu sefer, Taliban daha uzun süre iktidarda kalabilir.

Bu nedenle Taliban’ın zaferi bir barış işareti değil, aksine yeni bir iç savaş aşaması başlatıyor. Güney Asya’da başka bir fanatik dindar devletin kurulması, sınırları içinde baskı ve bölge genelinde mezhepçiliğin teşvik edilmesi anlamına gelecektir. Barışı kazanmak zor olacak. Taliban’ın zaferi, dünyanın dört bir yanındaki ilericiler için kötü bir haber. ABD ajanlarına yönelik eleştirimiz, Taliban’a herhangi bir destek anlamına gelmiyor.

Herhangi bir halk direnişi, acımasız baskı ve muazzam engellerle karşılaşacaktır. Yine de direniş belirtileri görüyoruz. Afgan halkına silahlarla boyun eğdirmek mümkün değil.

Emperyalizme ve gerici Taliban rejimine muhalefet devam etmeli. Sadece gerçekten demokratik ve sosyalist güçlerin zaferi, Afganistan’da gelecekte dökülecek kana son verebilir. İlerici ve radikal enternasyonalist güçler, devam eden felaketi hafifletmek ve gelecekte bir alternatifin önünü açmak için ellerinden geleni yapmalıdır. Afganistan’daki sosyal örgütlerin ve sürgündeki diasporanın sosyal ve siyasi haklarının desteklenmesi, emperyalizme ve Taliban’a alternatif oluşturmak için elzemdir.

• Hiçbir ülke Taliban rejimini Afganistan’ın temsili hükümeti olarak tanımamalıdır.

• İltica veya sığınma isteyenlere herhangi bir kısıtlama getirilmemeli ve istedikleri yerde kalmaları veya yerleşmeleri için gerekli düzenlemeler yapılmalıdır.

• İnsani yardımı engellemek veya Taliban’la bir pazarlık kozu olarak kullanmak yerine, yardım yerel halk örgütleri aracılığıyla iletilmelidir.

• İlerici ve radikal enternasyonalist güçler, ortaya çıktıkları her yerde Afganların ilerici örgütleriyle bağlantılar kurmaya çalışmalı ve özellikle Afgan kadın örgütlerinin çağrılarına destek vermelidir.

• Bu güçler, yeni bir emperyalist müdahale örgütlemeye yönelik her türlü girişime direnmelidir. Emperyalizmin ve müdahalesinin bir ürünü olan Taliban’ı “İslami geri kalmışlığın” ürünü olarak gösteren ırkçı propagandaya karşı çıkmalıdırlar.

• Emperyalizme hayır, Taliban’a hayır!

30 Ağustos 2021

IV. Enternasyonal Yürütme Bürosu

Çeviren: Rıfat Hasret

Sosyal Medya ve Sol: Tiktok Nereye Düşer? – Emre Tansu Keten

Sendika.org tarafından hazırlanan “Dijitalleşen Dünya Değişmeyen Mücadele” başlıklı dosyaya İmdat Freni editörü ve yazarı Emre Tansu Keten’in yaptığı katkıyı sitemizde yayınlıyoruz.

TikTok, son yılların belki de en çok tartışılan sosyal medya uygulaması oldu. Bir yandan bazı devletler, bu uygulamanın ahlaki bir tehlike barındırdığını iddia eder, Hindistan, Pakistan gibileri kendi sınırları içerisinde bir dönem TikTok’u yasaklarken, ABD başta olmak üzere bazı ülkeler ise Çinli bir şirkete ait olan bu uygulamayı bir ulusal güvenlik meselesi haline getirdi. Trump’ın giderayak TikTok’la ettiği kavga herkesin hatırındadır. Sosyal medya alanının çok büyük bir bölümünü elinde tutan ABD, her nasılsa birden kişisel verilerin gizliliğinin ve mahremiyetin önemini kavramıştı. Ancak bu kavga şu an için sonuçsuz görünüyor.

TikTok’un Türkiye’deki serüveni ise, “ayaktakımı”nın İnternet’e üşüşmesi olarak algılandı. Twitter ve Instagram’daki “cool” hesaplarından “ibretlik” TikTok videoları paylaşanlar, bir yandan bu içerikleri üreten insanları aşağılarken, aslında bir yandan da TikTok fenomeninin yayılmasına yardımcı oldu. Ortalama sosyal medya kullanıcısı bu içerikleri “varoş” diye nitelerken, muhafazakârlar ahlaki bir yozlaşmadan, solcular ise hayallerindekinden çok farklı bir işçi sınıfıyla karşılaşmaktan dolayı öfkeye kapıldı. Çalıştığı süt ürünleri fabrikasında süt banyosu yapan işçinin videosu örneğin, herkesin kendi durduğu yerden kendi taşını attığı bir nefret nesnesi haline geldi.

Ancak aradan geçen birkaç senede, TikTok’a yönelik bu nefretin dozunun bir nebze azaldığını, uygulamanın kendi meşruluk alanını genişlettiğini söyleyebiliriz. Artık TikTok’ta ünlenen ve bu sayede para kazanan influencerlar var örneğin. Para kazanmanın her şeyi meşrulaştırdığı geç kapitalist çağımızda, artık bu yolda ilerlemek isteyenler profillerine TikTok bağlantılarını da ekler hale geldi. (Kim bilir birkaç sene öncesine kadar kaçı bu uygulamayı aşağılıyordu?) Başka bir açıdan bakarsak da, Instagram’ın TikTok’un formatını çalarak oluşturduğu Reels videoları, bu mecrada kusulan TikTok nefretinin aksine kısa sürede büyük bir ilgi gördü, anında sahiplenildi.

Bunun yanı sıra, emekçilerin işyerlerinde, kadınların görünmeyen emeğin işlik sahası olan evlerinde, kağıt toplayıcılarının sokaklarda çektikleri videolar, aşağıdan politika üretme derdinde olanlar için ilgi odağı haline geldi. İşçi sınıfı bu uygulamada günden güne daha görünür olmaya başladı. Ayrıca, son dönemde bir fenomen haline gelen “AKP çocukları”nın zenginliğini görmemiz konusunda da TikTok epey yardımcı oldu. AKP’li yöneticilerin akrabaları ya da bir şekilde parti sayesinde haksız şekilde zenginleşmiş olan yeniyetmeler için bu uygulama bir nevi ifşa alanı olarak işlev gördü. Onlar zenginliklerini teşhir etmenin havalı bir şey olduğunu düşünürken, bu videoların toplamı politik bir olguyu ortaya koydu. AKP’li yöneticiler, teşhiri abartan bazı isimler hakkında açıklama yapmak zorunda kaldı.

Bu yazıda, bütün bu anlattıklarımız bağlamında, TikTok’un sosyal medya alanında nereye denk düştüğünü, bu uygulamanın sol siyaset açısından nasıl imkânlar taşıyabileceğini ve bunun sınırlarını tartışmaya çalışacağım.

TikTok ve diğerleri

2016’da kurulan ve 2017’de dudak senkronizasyon uygulaması Musical.ly ile birleşmesiyle atak yaparak üye sayısını 500 milyona çıkartan TikTok’un kısa sürede bu denli popüler olmasını sağlayan şey, aslında diğer bütün sosyal medya mecralarını da popülerleştiren aynı itki: içerisinde bulunduğumuz sosyal medya çağında, kimsenin kendisini bu alandan uzak tutma gibi bir lüksünün bulunmaması. Çevrimiçi olmayanın, fiziki varlığının da tartışıldığı böyle bir dönemde, herkesin kendi meşrebince, mekânın bir köşesinde kendine yer bulma çabası oldukça anlaşılır bir şey. TikTok da, sürece daha geç adapte olmuş insanlar için, oldukça elverişli bir mecra olarak işliyor. New Yorker’dan Jia Tolentino’nun aktardığı gibi TikTok aslında tam anlamıyla bir sosyal medya gibi de çalışmıyor.

Instagram veya Twitter’ı düşündüğümüzde, bu mecralarda bir sanal benlik oluşturmanın para, zaman, efor, kültürel sermaye açısından karşılığı yoğunken, TikTok, belirlediği algoritmalarla, kullanıcılarına verdiği görevlerle ve şarkı söylemek, dans etmek ya da taklit etmek ağırlıklı içerik tarzıyla bir video fabrikası gibi çalışıyor. Şirketin geliştirdiği algoritmalar, “sizin için” ya da “keşfet” bölümlerini, kullanıcıların ilgilerinden çok kendi stratejisi üzerinden kurguluyor. Yeri geldiğinde, kullanıcıların tutacağı düşünülen içeriklerini akım hâline de getiriyor. Şirket, milyonlarca kullanıcıya, kolaylıkla kopyalanabilen görevler veriyor. Böylece doktor veya avukat olmanıza, bunların getirdiği simgesel sermayeye bel bağlamanıza, vücudunuzu geliştirip, en güzel kıyafetlerle,  en prestijli mekânlara gitmenize gerek olmadan, sadece bedeninizle var olabileceğiniz ve böylece yüzbinlerce kişi tarafından görünür olma şansına erişebileceğiniz bir sahne sağlıyor TikTok.

Bu da beraberinde seri üretime benzer bir şekilde bir aynılaşma, tektipleşme getiriyor. Algoritmalar ve genel işleyiş, aslında sizin yaratıcılığınıza ve özgünlüğünüze ihtiyaç duymuyor. Akım’a dahil olup var olabilmenizi, kendinizi gösterebilmenizi sağlayan sonsuz bir akış söz konusu. Binlerce takipçiniz olmasa bile birilerinin karşısına çıkabileceğiniz bir formattan söz ediyoruz. Bu, TikTok’a katılmanın cazibesini artıran bir şey. Ancak tabiî ki, bazı içerikler diğerlerinin önüne geçiyor. Burada da birtakım iyi fikirler ya da sergilenen şeylerin albenisi etkili oluyor.

TikTok özelinde öne çıkan tektipleşmenin diğer sosyal medya mecralarında olmadığını iddia edemeyiz. Kullanıcılarına daha geniş bir hareket alanı tanıyan Twitter ve Instagram gibi uygulamalarda da benzer bir aynılaşma, formatın ya da ana akım kullanım tarzının içeriği belirlemesi durumu var. Örneğin, Twitter’ın anonim hesap furyası da belli bir mizah kalıbını, fotoğraf kurgusunu, paylaşım standardını ana akım haline getirdi. Arkadaşlarla veya aileyle yapılan WhatsApp konuşmalarının ekran görüntüleri her gün defalarca karşımıza çıkıyor bu mecrada. Ya da tutan bir espri kalıbının anında binlerce tıpkıbasımı ürüyor. Instagram’da standartlaşan bir fotoğraf estetiğinin, bir hikâye paylaşım şeklinin varlığı üzerine onlarca yazı yazıldı. Üstelik bu mecraların kullanıcıları, üzerinden çok zaman geçmeyen bir tarihte, bu uygulamalar kullanıma açıldığında, direkt olarak bu kullanım alışkanlıklarının içerisine doğmadı, belki ciddi bir kısmı zihnen bu mecraların mantığına direndi, ancak zaman içerisinde bu mecraların içerisinde doğan kültür bir meşruiyet çerçevesi oluşturdu.

Yıllar öncesine dönüp bir şimdiye bakma olanağımız olsa, içerisinde nefes aldığımız alanları garipsemeyeceğimizin bir garantisi yok. Aynı şey TikTok için de geçerli. Nasıl ki, Twitter anonim hesaplar açıp, gündelik hayatımızın birçok alanından fotoğraflar paylaşmamıza, özel hayatımızın ayrıntılarını hikâyeleştirmemize ya da Instagram yediğimiz içtiğimizi sergilememize, gittiğimiz her mekânı story’lerde göstermemize olanak sağlayan bir meşruluk alanı yarattıysa, TikTok’ta üretilen içeriklerin de böyle bir meşruluk alanında, geri besleme ve etkileşimle üretildiğini akılda tutmamız gerekiyor. Üstelik, girişte bahsettiğimiz gibi, TikTok bu meşruiyet alanını genişletiyor. Gerek TikTok’a akın eden influencer adayları, gerekse Instagram’ın Reels özelliğini devreye sokması bunun göstergesi. Erving Goffman’ın dediği gibi: “Bir dönem şarlatanlık kabul edilen profesyonel etkinlikler on yıl içinde meşru bir meslek haline gelebilir. İçinde bulunduğumuz toplumda kimi seyircilerin meşru kabul ettiği bir etkinliğin başkaları tarafından sahtekârlık kabul edildiğini görürüz.”[1]

Evet, TikTok’u yaratan bir toplumsal dönüşüm olgusundan bahsedebiliriz, ancak bu, bütün toplumu etkileyen, onun farklı kesimlerini farklı şekillerde dönüştüren aynı olgudur.

“Ucube” söylemi

Yukarıda değindiğimiz gibi, TikTok’un ortaya çıkması ve o güne dek sosyal medyada karşılaşmadığımız kesimlerden insanların buna ilgi göstermesiyle birlikte aşağılayıcı bir söylem de peşinden geldi. Diğer mecralarda varoş[2] ve cringe kelimeleri havada uçuşurken, bu olguyu bilimsel ya da entelektüel bir temelde anlama iddiasıyla ortaya çıkanlar da “ucube” kavramını dolaşıma soktu. Araştırma nesnesini anlamak yerine yargılayarak yola çıkan bu metinler, TikTok videoları ile 16. yüzyılın ucube gösterileri (freak show) arasında benzerlikler kurdu, tuhaf ve yadırgatıcı olanın ilgi çektiğini söylediler.

Oysa bu iki açıdan yanlış bir tespitti. Birincisi, dönemin “ucube” gösterileri nadir rastlanan, özel hastalıklara sahip insanların (fil adam, ıstakoz çocuk, iskelet adam) “sergilenmesi”ni niteliyor. TikTok videolarında şarkı söyleyen, dans eden ya da kafasına estiği gibi kendisini çeken insanları bu gösterilerle özdeşleştirmek olsa olsa aşağılayıcı söylemi besleyen, kibirli bir bakış. İkinci olarak ise günümüzde, “ucube”liğin değil normal olanın, hatta normal olanın içerisinde saklı olanın bir haz kaynağı olarak öne çıktığı söylenebilir. Aksi takdirde, gerçekte ünlü olmayan, herhangi bir yeteneğiyle ya da mesleğiyle ün kazanmamış ve oldukça “normal” insanların bir milyonu aşkın takipçi toplamasını da, “Stalk” mefhumunun bu denli önem kazanmasını da açıklayamayız. Kendi normalimizi paylaştığımız kadar, diğer normallerin de önem kazandığı ve içerisine aldığı her şeyi çok kısa bir süre içerisinde normalleştiren bir âlem sosyal medya.

Bu hattan ilerlediğimizde, Mihail Bahtin’in karnavala yüklediği bazı anlamların TikTok’u açıklayabileceğini düşünüyorum. Bahtin, Orta Çağ dönemi insanlarının ikili bir yaşam sürdüğünü söyler. Birinci boyut, dönemin havasıyla birlikte düşünüldüğünde, ciddi ve asık suratlı olan boyuttur ve hayatın büyük bölümünü esir alır. Diğer boyut ise gülmeyle, kahkahayla tanımlanır ve karnavallarda ortaya çıkar.[3] Çeşitli maskelerle, danslarla, oyunlarla bezeli karnavallarda insanlar, her türlü resmi hiyerarşi, kültürel kod ve sosyal baskıdan arınırlar. Burada ortaya çıkan, halkın ciddi yaşamında bastırdığı şeyler, yani küfür, müstehcenlik, aşağılama, kabalık ve aşırılıklardır. İletişim bilimci John Fiske de, popüler kültürün her zaman için kaçamak, utanılacak, kaba ve dirençli öğeler barındırdığını not eder.

Bahtin’in burada gördüğü sistem dışına çıkma potansiyelinin TikTok’ta var olduğunu söyleyemesek de, TikTok’un, kullanıcıları için, sosyal baskı ve egemen ahlak kodlarının dışına çıkmaya fırsat veren sürekli bir karnaval olarak işlediğini iddia edebiliriz. Bunu belki de en iyi şekilde BBC Türkçe’nin “TikTok’un İki Yüzü” videosunda konuşan Zeynep Yatkın’ın sözleri açıklıyor: “Bir insanı güldürüyorsun yani, bundan güzel bir şey olabilir mi? (…) Gençliğimizde duygularımız hep bastırıldı. Bastırıldığı için böyle çıkıyor belki de. Gençliğimiz Kur’an kurslarında geçti. (…) O halden bu hale gelince insanlar ‘sen çarşaflıydın, dinden çıktın’ diyorlar. Çünkü biz de öyle görüyorduk.”[4] Muhtemelen TikTok fenomeni olma yolunda ilerleyen pazarcılar, otobüs şoförleri, muavinler, berberler, inşaat işçileri de pek farklı düşünmüyordur.

Emekçiler ve TikTok

Sadece Türkiye’de değil, dünyanın birçok ülkesinde TikTok işçi sınıfının kendisini ifade ettiği bir alan haline geldi. Hatta bazı yazarlar bunu “proleter kamusal alan” olarak da tanımlamaya başladı. TikTok’un yukarıda andığımız algoritmik yapısı, içerik üretmek için oldukça kolaylık sağlayan arayüzü ve “akım”larla insanların birbirlerini cesaretlendirmesi bunu yaratan etkenlerin başında geliyor.

Denebilir ki, Instagram’ın teşvik ettiği ana akım format, üretilen içerikleri coğrafi ve mekânsal olarak ne kadar merkezileştiriyorsa, TikTok’un açtığı alan o oranda dağıtıyor. Urfa’nın tarlalarından Kayseri’nin fabrikalarına, büyükşehirde olsa da görünmez olan inşaat şantiyelerinden küçük tekstil atölyelerine kadar birçok mekân, belki de başka türlüsü mümkün olmayacak oranda, siber âlemde görünür oluyor.

Ayrıca yine Instagram’ın tam tersine, burada bedenler, “gösterişsiz beden” diyebileceğimiz bir tarzda var oluyor. Geçtiğimiz aralık ayında Karşı Sanat’ta açılan ve emekçilerin TikTok’a yükledikleri videolardan oluşan “TikTok’un Emek Sineması” başlıklı serginin küratörü Ezgi Bakçay’ın sözleriyle: “Emek-bedene bahşedilen duygu ve duyu dünyası çok sınırlı. Yani ne beklersiniz? Güçlü kuvvetli olmasını, sebatkâr olmasını; en fazla direnmesini ve başkaldırmasını… Ama burada oyun oynayan, haz alan, başka türde bir itiraz geliştiren işçilerle karşılaşıyoruz. Burada işçi sınıfına bahşetmediğimiz yepyeni bir kendini inşa etme alanı var. Mesela bedenlerin güzelliğinden bahsetmek, işçi bedene en son atfedilecek şey değil mi? Aslında acıların yıprattığı bir bedendir o. Çalışma şartlarının ne kadar zor olduğunu atlamadan, oradaki sömürü koşullarını reddetmeden, bunların içerisinden yarattığı kendine saygıyı, kendine kendi hakkını verme halini çok sevdik.”

TikTok, aşağıdakiler için sosyal medyada kendisini olduğu gibi var edebildiği bir sahne olmasının yanı sıra, politik eleştirisini dolaşıma sokabildiği bir mecra olarak da işliyor. Örneğin, pandemi politikalarına isyan eden TIR şoförü, ayçiçek yağının fahiş fiyatlara gelmesini düzenledikleri mizansenle tiye alan aile, -daha lüks bir dert gibi gözükse de- Türkiye Cumhuriyeti pasaportunun yaşadığı itibar kaybını kendi meşrebince anlatan genç çift, eleştirilerini bu platformda kurgulayan ve mesajları kısa sürede yaygınlaşan örnekler. Üstelik bunlar, politikadan çok uzak, sadece saçma sapan videolarla dolu olduğu düşünülen bir platformda gerçekleşiyor. Oysa, Sedat Peker videolarının konu ya da malzeme edildiği TikTok içeriklerinin toplam izlenme sayısının 20 milyonu aşmış olması bile bize başka şeyler söylüyor.

TikTok ve aşağıdan siyaset

Zoe Williams, The Guardian’daki yazısında tam da bu durumdan söz ediyor. TikTok müptelası ergenlik çağındaki çocuklarının bu mecrada sadece eğlendiğini düşünürken, George Floyd cinayeti hakkında kendisinden daha fazla şeyi, daha doğru şekilde bildiklerini ve kolluk kuvvetleriyle devlet arasındaki ilişki konusunda oldukça isabetli fikirler edindiklerini anlayınca şaşırıyor.

Joshua Citarella’nın aktardığı gibi, TikTok siyasi kimliğin henüz oluşmakta olduğu yaşlara hitap eden ve en çok bu yaş aralığındaki gençler tarafından kullanılan bir platform. Neoliberal politikaların yarattığı daha eşitsiz, daha yoksul, daha kötümser ve daha kutuplaşmış dünya ahvali, başta gençler olmak üzere insanları daha radikal fikirlere kulak vermeye iterken; liberal söylem, sosyal medya platformları ile aşırı sağın büyümesi arasında doğrudan bir ilişki tespit edip ve bu konuda bir ahlaki panik yaratıp, aslında sosyalist siyasetin gençlerle buluşmasının önünü kesmeyi amaçlıyor. Yani egemen siyasetin “sosyal medya radikalleştiriyor” diyerek kopardığı yaygaranın asıl hedefi devrimciler oluyor. Bunu da ırkçı faşist gruplarla, Marksist ve anarşist grupları eşitleyerek yapıyor.

Peki solun buna cevabı nasıl olmalı? Olmakta olana baktığımızda iki tablo ile karşılaşıyoruz. Birincisi, sol gruplar yıllar içinde sosyal medya platformlarına daha fazla ilgi gösterse de, bunu en meşrulaşmış mecralarda, kurumsallığa ve ciddiyete halel getirmeden gerçekleştiriyorlar. Bu mecraların bir avuç insanın mülkiyetinde, sadece kâr elde etmek için oluşturulmuş olduğu gerçeği ile aşırı sağın bu mecralardaki abartılmış temsilinin yarattığı çekingenlik kadar, solun geleneksel yöntemlere olan bağlılığı da etkin bir sosyal medya kullanımını önlüyor.

İkincisini ise, ABD ve Avrupa’da görüyoruz. Örgütlü veya örgütsüz birçok solcu başta TikTok olmak üzere birçok platformu kendi sözünü yaymak için bir araç olarak kullanıyor. Örneğin iki sene önce #KarlMarxismyDaddy hashtagi bir milyondan fazla görüntüleme alıyor TikTok’ta. (Tabii videoların çoğu beklediğimiz “ciddiyetten” uzak.) ABD’deki seçim döneminde de #bernie2020 ve #socialism hashtagleri beklenmedik bir ilgi görüyor. Kimisi rap şarkılar yaparak, kimisi eğlenceli videolar kurgulayarak, kimisi doğrudan kitaptan okuyarak sosyalizmi anlatmaya çalışıyor. Bunlardan birisi olan Gem Nwanne, akademik olmayan bir dille sol fikirlerin aktarılmasının öneminden ve insanları bugüne kadar sola uzak tutan şeyin, biraz da, bu fikirlerin sunuluş şekli olduğundan söz ediyor. Sosyalist fikirleri herkes için erişilebilir kılmayı amaçladıklarını söyleyen Nwanne, TikTok üzerinden tanıştıkları insanlarla bir okuma grubu oluşturmuş ve birlikte siyaset tartışıyorlar.

Bu konuda daha örgütlü diğer bir hareket ise Breadtube. İsmini Kropotkin’in “Ekmeğin Fethi” kitabından alan kanal, aşırı sağın ve Alt-Right hareketin etkisine karşı mücadele eden anarşist ve komünist isimler tarafından kurulmuş. Faşistlerin sosyal medyada cirit atmasını oturup izlememek gerektiğini, İnternet’i onlardan daha etkili bir şekilde kullanmak zorunda olduğumuzu söyleyen BreadTube’çular, bugüne kadar iyi bir sınav vermişler. Bazı Reddit altgruplarında bu videolar sayesinde faşist ve ırkçı fikirlerden nasıl kurtulduklarını anlatan insanlara rastlamak mümkün.

Bütün bunları bir arada düşündüğümüzde, TikTok’u ve diğer mecraları sol siyaset açısından daha ciddi bir şekilde ele almamız gerektiği ortaya çıkıyor. Bugünlerde sıkça konuşulan Z kuşağını devrimci fikirlere kazanmak için siber âlemi hesaba katmamak gibi bir şey söz konusu değil örneğin. Bunun dışında -devlet baskısıyla- siyasetin sosyal medyaya sıkıştırılmaya çalışıldığı bir ülkede yaşadığımızı da hatırlamamız lazım. Sokağı yeniden kazanma mücadelesi verirken, aynı zamanda yıllardır içerisinde yer aldığımız bu sanal ortamı daha etkili bir şekilde kullanmanın yollarını aramamızın önünde bir engel de yok.

Bunun yanında sosyal medyanın kitleleri toptan faşistleştirdiği ya da kendi başına devrimler yapabildiği -tekno-determinist- saçmalıklara kanmadan, siyasetin ancak gerçek hayatta kurulabildiğini de unutmadan bir İnternet politikası oluşturmamız gerekiyor. Sonuç olarak, insanlığın ortak kaynağına el koyan bir avuç kapitalistin gasp ettiği ve bu alana kendi neoliberal-girişimci mantığını dayattığı İnternet’i insanlığın çıkarlarına kazanma mücadelesi de bir sınıf mücadelesi halini alacaktır.


[1] Erving Goffman, Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu, çev. Barış Cezar, Metis Yayınları, 2014, s. 70

[2] Varoş kelimesi aslında TikTok’a yönelik tepkileri anlamak açısından açıklayıcıdır. TikTok’a karşı diğer sosyal medya platformlarında dile getirilen aşağılamaları 90’lı yılların sonunda mizah dergilerinin popüler tipleştirmesi magandaya bir geri dönüş olarak okuyabiliriz. 1950’lerden itibaren taşradan İstanbul’a akan ve şehri resmen “istila” eden, arabesk ile birlikte kendi kültürünü dolaşıma sokan insanların bir karakterde cisimleşmiş haliydi maganda: “1990’ların ortalarına gelindiğinde, maganda sözcüğü işgal ettiği toplumsal alanı kirletecek şekilde aktif olarak içeri sızan, ‘alenen’ rahatsız edici olan bir ötekini betimlemek ve tanımlamak için geniş kapsamlı bir sıfat olarak egemen dile girmiştir. (…) başka bir deyişle, maganda kendi kabalığının farkında olmayan cahil taşralılar değil, kendi tiksindiriciliğinden zevk alan, aynı zamanda hoşlanılmayan (sadece zevksiz değil) ve saldırgan (sadece kaba değil) bir figürdür.” Bkz. Ayşe Öncü, “1990’larda Kültürel Tüketim”, Kültür Fragmanları, der. Kandiyoti & Saktanber, Metis Yay. 2003, s. 195

[3] Mihail Bahtin, Karnavaldan Romana, çev. Cem Soydemir, Ayrıntı Yay., 2017, s.116

[4] TikTok’un İki Yüzü, BBC Türkçe, https://www.youtube.com/watch?v=1FURmgQJYHY

Karl Liebknecht – Emperyalist Savaşa Karşı Bir Ömür – Gilardi Paolo

“…Ama benim itirazım savaşa, savaşın sorumlusu olup onu yönetenlere; benim itirazım savaşı doğuran kapitalist politikaya (…) ve talep edilen askeri kredileri işte bu nedenle geri çeviriyorum” 

Yüz yıl önce 1914 Aralık’ında Karl Liebknecht, Alman parlamentosu Reichstag’ta savaş kredilerinin reddini açıklamak için söz aldığında konuşmasını işte bu sözlerle bitirmekteydi. Bununla birlikte, büyük kasaplığın yüzüncü yıldönümü vesilesiyle yapılan binlerce yayının hiçbiri Liebknecht’i vitrine çıkarmıyor; oysa biz çıkarıyoruz. Ve bunun da çok iyi bir sebebi var! 

1871’de doğan, Marx ile Engels’in yol arkadaşı ve Alman sosyal demokrat partisi SPD’nin kurucusu Wilhelm Liebknecht’in oğlu olan Karl, 1887’de hukuk doktoru olur. Hapisteki militanların savunmasını defalarca hukukçu olarak üstlenir. 

Burjuvalar Karl’ı cezaevine gönderiyor 

1907’de, içerisinde özellikle “her ülkenin proletaryası için yalnızca tek bir gerçek düşman vardır; o da kendisini ezen ve sömüren kapitalist sınıftır” cümlesini yazdığı Militarismus und Antimilitarismus başlıklı bir broşür yayımlar. Bu broşür kendisine vatana ihanet nedeniyle 18 ay hapis cezasına mal olur. Hapse girmek üzere teslim olmadan önce Berlin işçilerinin 25 Ekim’de düzenlediği veda toplantısını Humanité’nin Berlin muhabiri şöyle anlatır: “7000’i aşkın yurttaş salonda yerini almışken, 5000’i de civardaki sokaklarda bulunmaktaydı”. 

Aynı yıl Sosyalist Gençlik Örgütleri Enternasyonali’nin başkanı olur. Enternasyonal’in 1910 Kongresi’ne proletaryayı “hâkim sınıflarca yayılan şovenizme (…) sınırların üzerinden el ele tutuşarak” cevap vermeye çağırdığı “Militarizme karşı tezler”ini sunar. 

Ve gelmekte olan savaşı kınamak için Fransa’nın kuzeyindeki Condé-sur-l’Escaut’da düzenlenen bir toplantıya başka gerçek sosyalistlerle birlikte savaşın hemen birkaç gün öncesinde katılır. Ancak, savaşa karşı çıkmakla birlikte, Alman parlamentosu Reichstag’ın 4 Ağustos 1914 tarihli oturumunda savaş kredileri lehinde oy kullanmıştır. 

Avrupa’da yalnızca birkaç sosyalist parti hâlâ savaşa karşı çıkarken, başta SPD olmak üzere sosyal demokrat partilerin çoğunluğu kutsal ittifaka katılmıştır. Liebknecht parlamento grubunun disiplinine uymuştur. Bu kredileri ilk kez ancak 2 Aralık’ta reddedecek ve bunu yaparken ardından SPD milletvekillerinin bir azınlığını da peşinden sürükleyecektir. 

Misilleme olarak zorla silahaltına alındığında, ne tür olursa olsun silah taşımayı reddetmiş, ancak enternasyonalci sosyalistlerin Zimmerwald Konferansı’na da katılamamıştır. 1916 1 Mayıs’ı için Berlin’e döndüğünde, dört yıl hapis cezasına çarptırılmasına mal olan “dünya emperyalizmine karşı dünya proletaryasının mücadelesine” bir çağrı yayımlayacaktır. 

Ve işte devrim 

Ekim 1918’de müttefik Avusturya-Macaristan çökerken Alman yenilgisi de ufukta belirmeye başlar. Liebknecht 23 Ekim’de serbest bırakılmıştır. 3 Kasım’da Kiel’de üslenen donanma filosunun denizcileri ayaklanır ve bayrak direklerine kızıl bayrak çekerler. Ayın 5’iyle 9’u arasında ülke işçi ve asker konseyleriyle kaplanır. Kayser tahttan feragat eder. 9 Kasım’da SPD ile daha radikal bir akım olan USPD’den oluşan bir hükümet kurulur. 

Hükümete katılması istenen Liebknecht bunu geri çevirir ve bu nafile bir çağrı olsa da iktidarın İşçi Konseyleri’ne devredilmesini talep eder. Almanya o sıralarda ikili iktidarın, hükümet iktidarı ile örgütlenmiş proleterlerin iktidarının bir arada var olduğu ve çatıştığı kısa bir dönem yaşamaktadır. 

İşte bu bağlamda, Spartakistler Birliği’nden yoldaşları ve işçi konseylerinden çıkan devrimci delege gruplarıyla birlikte Almanya Komünist Partisi – KPD’yi kurar. 

Bir hükümet provokasyonunun ardından partinin rızası olmadan, sosyal demokrat bakan Gustav Noske’nin yönetiminde askeri olarak ezilecek bir ayaklanma çağrısı yapar. 15 Ocak’ta tutuklanan Liebknecht, Rosa Luxemburg’la birlikte Hür Kıtalar tarafından infaz edilecektir. 

Ya sosyalizm ya barbarlık 

Bu Alman Devrimi’nin 1923’teki bir başka başarısızlığından önceki yenilgisi olmuştur.  Rosa tarafından konulmuş olan alternatifin terimlerini dramatik bir tarzda karara bağlayan bu iki başarısızlık olmuştur: Sosyalist devrimin yokluğunda, barbarlık galebe çalacaktır. Hem de daha üzerinden ancak birkaç sene geçmişken… 

Çeviri: Osman S. Binatlı 

Gilardi Paolo, IV. Enternasyonal’in İsviçre seksiyonu Gauche Anticapitaliste’nin üyesidir.

Afet Bezirganları, Felaket Kapitalizmi ve biz Ekososyalistler – Yeniyol’un Sözü

İklim krizinin doğrudan bir sonucu olarak Avustralya’dan Kaliforniya’ya ve Akdeniz’in bir dizi ülkesine, dünyanın çeşitli bölgelerinde sayısız yangın patlak veriyor. Türkiye’nin birçok ilinde çıkan orman yangınları bir haftadır etkisini devam ettiriyor. Manavgat, Marmaris ve Milas’taki yangınlar, bu bölgeleri telafisi zor bir zarara uğrattı. Zaten bir yağma harekâtı gibi süren turizm odaklı yapılaşmayla ve maden-termik santral gibi ticari yapılarla yıllardır doğal kaynaklarını kaybeden bu ilçeler, bu yangınlarla daha büyük bir yara aldı.  

Ülkeyi 20 yıldır yağmalayan, kendi burjuvalarını zenginleştirirken, yöneticilerinin cebini de doldurmayı ihmal etmeyen AKP iktidarı, bu yangınların bu düzeyde büyümesinin, ormanların, canlıların ve insanların katledilmesinin başlıca sorumlusudur. Yangın söndürme faaliyetini geçtiğimiz yıllarda özelleştiren, bu işi yandaş bir şirkete vererek yangın söndürme gibi kamusal açıdan kritik bir görevi bile bir soygun malzemesi yapan AKP, kodamanların ceplerini doldururken ormanları, canlıları ve insanları kendi kaderine terk etmiştir. Üstelik bununla da yetinmemiş, henüz yangınlar devam ederken 7334 sayılı “Turizm Teşvik Kanunu”nu meclisten geçirmiş, yeni yağma planları için kolları sıvamıştır.  

AKP’nin yandaş şirketi ve dolayısıyla kendi başkanı ve yöneticilerini zengin etmek için yaptığı bu talan, sözleşmeye eklenen 5000 ton su kapasitesi sınırı nedeniyle, THK’nın elinde olan yangın söndürme uçaklarının kullanılmasının önünü de kesmiştir. Emekçi halkımızın görmesi gereken gerçek ayan beyan ortadadır: AKP iktidarı, bir avuç siyasi ve ekonomik elitin çıkarı için, onbinlerce hektar ormanın, yüzlerce evin yanmasına, sekiz insanın ve sayısız hayvanın ölmesine göz yummuş, THK’nın elindeki uçakların çalışır hale gelmesi için hiçbir şey yapmamıştır.  

Bunun yanı sıra, Türkiye’ye yangın söndürme uçağı göndermek isteyen ülkelerin talepleri geri çevrilmiş, uluslararası alanda kamuoyu yaratmak isteyenler hain olarak damgalanmıştır. İletişim Başkanlığı’ndan emir alan troll’lerin #strongturkey etiketiyle başlattıkları propaganda çalışmaları, pespaye milliyetçi söylemin pompalandığı ve yangın gerçeğinin unutturulmaya çalışıldığı bir operasyon olarak işlemiştir. Bütün bunlar gösteriyor ki, AKP yangına karşı beceriksiz bir yönetim sergilememiş, bizzat bunu tercih etmiştir. Neoliberalizmle sağcı otoriterliğin birlikteliğinden doğan AKP-MHP ortaklığı, sürdürdükleri soygun politikasını artık kamusal hizmet şovlarıyla gizlemeye ihtiyaç duymayacak bir aşamaya getirmişlerdir. Emekçilere, kadınlara, gençlere, Kürtlere, çevreye karşı açtıkları savaşı ayan beyan yürütmektedirler.  

Yangınlar üzerinden Kürt halkının hedef gösterilmesi, Elmalı’da bir ailenin saldırıya uğraması, yine yangınlar devam ederken, Konya’da bir Kürt ailenin katledilmesi, bu katliamı protesto eylemini takip eden gazetecilerin Kasımpaşa’da linç girişimine maruz kalması AKP-MHP’nin bu savaşının çıktılarıdır. İçişleri Bakanı “sabotaja dair bir bulgu yok” demek zorunda kalırken, Saray, elinin altındaki troll’lerle “ormanları PKK yaktı” propagandasını yaygınlaştırmış, böylece arzu ettiği ortamın oluşması için çalışırken, bir yandan da bu ortamın yaratacağı ağır sonuçlardan kendisini ayrı tutmanın yollarını döşemiştir. Bugün farklı siyasal kesimler içinde yangınların sorumluluğunu Kürtlere veya göçmenlere atan, “ormanların güvenliği” için elde sopa (etnik) kimlik kontrolü yapmayı görev bilen ama hiçbir şekilde sermayeyi ve devletini karşısına almaya cüret etmeyen bir alaturca eko-faşizminin nüvelerini görebiliyoruz.  

Öte yandan bu yangınlar bizlere bir kez daha, rejim yanlısı olsun, şu veya bu kanattan muhalif olsun, büyük çaplı doğal-siyasal-toplumsal olayları açıklamak için her kesimde komplocu anlayışın ne denli revaçta olduğunu gösterdi. Herkes öfkesini boşaltabileceği bir suçlu peşinde. Ya rant için rejimin milisleri yakıyor ya PKK, Kürtler veya göçmenler… 

Ama sosyalistler dünyada yaşamanın imkânları tümüyle berhava olana kadar durmayacak olan bu suçluya on yıllardır işaret ediyor. Bu suçlu uzanabildiği her şeyi, her canlıyı, her mekânı, her alanı, her değeri kâr elde edilecek biçimde dönüştüren, bozma ve soluk alamaz hale getirme pahasına şekilsizleştirerek kendi damgasını vuran, tüketene kadar sömüren sermaye ve onun daimi birikme, büyüme ihtiyacıdır. 

Elbette kapitalizm veya sermaye birikiminden söz ederken öznelerin önem taşımadığı gayrı şahsi bir ilişkiden bahsetmiyoruz. Kapitalist üretim biçiminin hâkim olduğu bu dünyada, dünyanın çürümesinin, havanın zehirlenmesi, suların tükenmesi, buzulların erimesinin, giderek sıklaşan kasırgaların, bunaltıcı sıcaklıkların, tahrip edici selin, dolu fırtınalarının ve her bir yanda patlak veren, durdurulması güç yangınların sorumluları tam da sermaye birikiminin ihtiyaçları yönünde hareket eden, onun organlarını işleten burjuvazi ve devlet(ler)idir. 

Süreğen bir ekolojik felaketin içinde bulunduğumuz artık aşikâr olduğundan, “yeşil”i ve ekolojik hassasiyetleri piyasalaştırmaya girişirken küresel iklim değişimine ket vuracak, gezegenin ısınmasını önleyecek hiçbir adımı atmayan, yenilenebilir enerji teknolojilerini fosil enerjilerin yerine koymaktansa ona eklemleyerek kar elde etme alanlarını artıran uluslararası sermaye sınıfı ve siyasal aygıtlarıdır. Hem kâr iştahıyla “doğal” denen felaketleri yaratan hem de felaket sonrası süreci yine piyasa ilişkileri bağlamında yöneterek açgözlülüğünden taviz vermeyen “felaket kapitalizmi”dir. 

Dolayısıyla şu anda içinde bulunduğumuz süreç bizlere açıkça Saray rejimine karşı yürütülmesi gereken mücadelenin neden hem antikapitalist nitelikte, hem ekolojist bir perspektife sahip hem de meşru milli bütünlükten dışlanan (Kürtler ve göçmenler gibi) etnik, dini, toplumsal kesimlerle dayanışma içinde, birleşik bir şekilde örülmesi gerektiğini gösteriyor. Dünyayı, doğayı ve onun bir parçası olan insanlığı hem korumayı hem özgürleştirmeyi hedefleyen Ekososyalist perspektifin gereği budur. 

Sosyalist Demokrasi için Yeniyol

Michel Husson: İktisatla Uğraşan Bir Militan, Siyasi Bir Davanın Hizmetinde Bir İktisatçı – Éric Toussaint

Michel Husson’un ölümü dünya çapında birçok yoldaşın kalbinde bir boşluk bırakacak.

Sağlam bir iktisat eğitimine sahip Michel Husson (1949-2021), kapitalist sistemin evrimini, bu sistemin devrilmesine ve toplumsal özgürleşmeye katkıda bulunmak için çok yakından takip etmekteydi.

Michel Marx tarafından geliştirilmiş olan iktisat teorisiyle hemfikir olduğunu her zaman açıkça ifade etmişti ve bu teoriye katkısını bugüne eğilerek getirmeye çalışıyordu. Dördüncü Enternasyonal önderi ve iktisatçı Ernest Mandel’in (1923-1995) çalışmalarından etkilenmişti. Husson çok sayıda makalesini Mandel’e adamıştı ki bunlardan sonuncusu (http://imdatfreni.org/ernest-mandelin-iktisati-dun-ve-bugun-michel-husson/ ) 2020’de Covid-19 pandemisi sırasında kaleme alınmıştı.

Michel Husson enternasyonalistti. 1980’lerde genel olarak Latin Amerika’daki, özellikle de 1985-1987 arasında çalıştığı Meksika’daki toplumsal ve siyasi mücadeleleri çok yakından takip etmişti. Bu dönem Orta Amerika’da (Nikaragua, El Salvador, Guatemala…) devrimci yükseliş dönemiydi. Meksika’daki deneyiminden bir kitap, 1987’de yayımlanan Meksika Hengâmesi doğmuştu. Michel Husson’un internet sitesinde serbest erişime açık olan bu kitap (http://hussonet.free.fr/tourmente1987.pdf) Meksika’nın XX. yüzyıl başından itibaren siyasi-iktisadi tarihine iyi bir giriş oluşturur. Michel Husson Dördüncü Enternasyonal’de ve onun Fransa seksiyonu Devrimci Komünist Birlik’te (Ligue Communiste Révolutionnaire-LCR) faaldi. O dönemde Üçüncü Dünya sorunuyla çok ilgiliydi, yoldaşı ve dostu Thomas Coutrot ile 1993’te, “Güney” ülkelerinin çeşitlilikleri içinde iktisadi ve toplumsal durumlarını anlamak için iyi bir giriş oluşturan, Üçüncü Dünyanın Yazgıları (Les destins du Tiers Monde) başlıklı küçük bir pedagojik kitap yazmıştı. 1990 yılında Belçika’da kurulmuş olan CADTM (Üçüncü Dünya Borçlarının İptali Komitesi) faaliyetlerini geliştirmeye başladığında, Michel Husson uluslararası toplantılara katılarak ve CADTM yayınlarına makaleler yazarak hemen etkin bir iş birliğine girmişti. Düzenli olarak CADTM çalışmaları ve faaliyetleri için yararlı olabilecek belgeleri gönderme derdindeydi.

Michel Husson bunun yanı sıra özellikle Amsterdam merkezli Uluslararası Araştırma ve Eğitim Enstitüsü’nde (IIRF-IIRE internet sitesi için bkz. https://www.iire.org/fr) çok sayıda eğitim sunumu gerçekleştirmekte ve Marksist iktisat seminerlerine katılmaktaydı.

Michel Husson 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren birbiri ardına, uluslararası kapitalist sistemin evrimini çözümlediği çok sayıda kitap yayımlar: Sermayenin Sefaleti, Neoliberalizmin Bir Eleştirisi (Misère du Capital) (1996), Gezegen Üzerinde Altı Milyar: Çok mu Fazlayız? (Six milliards sur la planète : sommes-nous trop ?) (2000), Büyük Kapitalist BLÖF (Le grand BLUFF capitaliste) (2001), Saf Bir Kapitalizm (Un pur capitalisme) (2008). Ayrıca 2012’de çizer Charb tarafından resimlenen 10 Derste Kapitalizm’i yayınlanır.

 

Husson ayrıca ATTAC’ı (Finansal İşlemlerin Vergilendirilmesi ve Yurttaş Eylemi Derneği) 1998’deki kuruluşundan itibaren destekler ve bilim kurulunun üyelerinden biri olur. 2001’den itibaren Dünya Sosyal Forumu ve Avrupa Sosyal Forumu güç birliğine katılır. Bunun yanı sıra Latin Amerika’da, 2005’te Meksika’da kurulmuş olan Latin Amerika Politik İktisat Derneği’nin (SEPLA) faaliyetlerine de katılır.

O, ben ve Gérard Duménil SEPLA’nın kuruluşuna davet edilmiş, derneğin kıtanın farklı ülkelerinde düzenlediği kolokyumlara düzenli olarak katılmıştık. 2008 Mart ayında, Hugo Chavez hükümetinin ekonomik planlama bakanıHaiman El Troudi benden izlenecek ekonomi politikalarına ilişkin tavsiyelerde bulunmamı istediğinde, Michael Lebowitz ile birlikte Caracas’ta Michel’in de katılmayı kabul ettiği bir seminer düzenlemiştim. Dört gün süren seminerde, ekonominin gerçek durumuna dair bir dizi ilk ağızdan tanıklığı dinlemiş ve bunlardan yola çıkarak izlenen politikada bir dönüm noktası oluşturacak öneriler geliştirmeye çalışmıştık. Özellikle işçi denetimi uygulaması yoluyla, kadın erkek emekçilerin çok daha fazla katılımını içeren bir değişime ihtiyaç vardı. Ayrıca ücretleri artırmak, konutları iyileştirmek, borcun denetimini yapmak, kamu sektörünü güçlendirmek, tarım politikasında, enerji politikasında ciddi iyileştirmeler yapmak, Güney Bankasının kuruluşunu hızlandırmak gerekiyordu. Bu seminere Michel Husson dışında, Arjantin’den Claudio Katz, Eduardo Lucita ve Jorge Marchini, Kolombiya’dan Daniel Libreros, Şili’den Orlando Caputo, Birleşik Devletler’den Marc Weisbrot gibi yoldaşlar da katılmıştı. Neticede tavsiyelerimiz dikkate alınmadı.

Michel Husson, analitik ve savunuculuk becerilerini, gayrimeşru borçlarla mücadele (aşağıya bakınız) veya işsizlikle mücadele için çalışma saatlerinin genel olarak azaltılması gibi büyük savaşların hizmetine sunmuştu. Çalışma zamanının azaltılması meselesi üzerine çok sayıda kitap, broşür, onlarca makale yayımlamış, Fransa’da ve yurtdışında birçok gösteriye katılmış, 1990’lı yıllarda İşsizliğe Karşı Avrupa Yürüyüşleri gibi uluslararası koalisyonlarda faal olmuş ve Fransa’da İşsizliğe Karşı Birlikte Hareket Etmek’in kuruluşunda yer almıştı.

Michel Husson’un Gayrimeşru Borçlarla Mücadeleye Katılımı

Michel Husson Üçüncü Dünya borcunun iptali için yürütülen kampanyaya 1989’da özellikle borcun iptali için Bastille Çağrısı’nı yapan kolektife destekte etkin biçimde yer alarak hemen katılmıştı. Söz konusu kolektif François Mitterrand tarafından Fransız Devrimi’nin 200. yıldönümü vesilesiyle Paris’te düzenlenen G7 toplantısına bir karşı-zirve düzenlemişti. Husson’un CADTM yanında çok faal hâle gelişi bunun akabinde olmuştu. Michel Husson 2008 krizinden sonra Fransa’da ATTAC ile CADTM inisiyatifiyle 2011’de çok sayıda örgütün desteğiyle başlatılan borcun yurttaş denetimi kolektiflerinde (CAC) yer almıştı. CAC’nin Fransa’nın kamu borcu üzerine araştırmasının kaleme alınmasına temel bir katkı sunmuştu: “Borcu ne yapmalı? Fransa’nın kamu borcunun bir denetimi”. Rapor kamu borcunun %59’unun gayrimeşru olduğunu ortaya koyuyordu.

2015’te Yunan Parlamento Başkanı, benim de bilim koordinatörü olarak sorumlusu olma fırsatını bulduğum Borca Dair Hakikat Komisyonunu kurduğunda, Michel Husson komisyonda yer almayı kabul etmişti. Tıpkı bu komisyon üyesi diğer 11 yabancı ve bir düzine Yunan gibi bunu tamamen gönüllü olarak yapmıştı. 2015 Nisan başıyla Haziran sonu arasında, komisyon çalışmalarına katılmak üzere düzenli olarak Atina’ya gelmişti. Aslında onu üye olmaya ikna etmek kolay olmamıştı zira bana dışarıdan ve uzaktan katılmasının pekâlâ mümkün olduğunu söylüyordu. Kolektif tartışmalara doğrudan katılmasının bir başarı ve kalite etkeni oluşturacağını söyleyerek çok ısrar etmem gerekmişti. Üye olmayı bir kez kabul ettiğinde en faal üyelerden biri olmuştu. Bunun o dönemde en iyi kolektif çalışma deneyimlerinden biri olduğuna eminim. O da sonradan bunu bana söylemişti. Fransa’daki siyasi gelişmelerden dolayı oldukça kederli ve kırgın bir hâle gelmişken, Yunanistan’daki Komisyonun çalışmalarına katılarak yeniden gerçek bir coşkuya kavuşmuştu. Özellikle o zamanki Yunan Parlamento Başkanı Zoé Kostantopoulou onu bir sunuş konuşması yapmak üzere Yunan parlamentosunun bir toplantı salonunda kürsüye davet ettiğinde, sözlerine İngilizce başlayıp, dudağında küçük bir gülümsemeyle dinleyicilere İngilizceye hakimiyetinin Yunan borcu kadar tiksindirici olduğunu söylediğindeki neşesi ve mizahı buna tanıklık edebilirdi. Michel Husson komisyon raporunun yazılmasına katılmıştı. Rapor Yunan Hükümetine Troyka tarafından talep edilen borcun (yani Yunan borcunun %85’inin) tamamının ödenmesine son verilmesini tavsiye ediyordu çünkü bizler bu borcun tiksindirici, yasadışı, gayrimeşru ve katlanılmaz olduğunu düşünüyorduk. Ben bu raporu 17-18 Haziran 2015’te Yunan Parlamentosuna ve Hükümetine sunduğumda Michel de oradaydı. Hükümet Temmuz başında Troykaya tamamen teslim olduğunda, Başbakan, Parlamento Başkanının karşı çıkmasına rağmen komisyonun çalışmalarına son verilmesi kararını verdi. 2015 Eylül’ünde, Alexis Tsipras’ın muhalefetine rağmen, Yunan Parlamento Başkanının davetiyle yeniden Atina’da toplandığımızda, Michel ek raporun bir bölümünü kaleme almış ve raporun sunucularından biri olmuştu. Konuşmasının videosunu izlerseniz ironiyle başladığını ama hızla son derece isabetli bir çözümlemeye geçtiğini göreceksiniz.

Michel Husson politik iktisat eleştirisi çalışmasını son yıllarda özellikle A l’Encontre web sitesi ile iş birliği hâlinde sürdürüyordu. Birçok makalede onun kişiliğinin bir bölümünü çok iyi yansıtan mizah unsurları bulunur; özellikle de onun “ekonomi bilimi” arkasına gizlenen Tartuffeleri (iki yüzlü ruhban) ve düzenbazları saklandıkları delikten çıkarma istencini… Örneğin onun “Akademik bir makale okuduğunuzda, o makalenin itimada değer olmama ihtimali yüzde ellidir!” başlıklı makalesini okumak, tekrar okumak gerekir.

Onun düşüncesinin isabetliliğinin son bir örneğini 2020’de Alain Bihr ile birlikte kaleme aldıkları Thomas Piketty: Sermayenin Aldatıcı Bir Eleştirisi (Thomas Piketty : Une critique illusoire du capital) başlıklı kitapta bulmak mümkündür. İki yazar bu kitapta yalnızca kapitalizmin radikal bir eleştirisini değil ama aynı zamanda aldatıcı sahte eleştirilerin de radikal eleştirisini yapmanın yerindeliğini ve zorunluluğunu ortaya koymaktadırlar.

Michel Husson “Biden: Mucize mi Serap mı?” başlığıyla çıkan son makalelerinden birinde Joe Biden’ın ekonomik ve sosyal politikasının gerçek kapsamını sorgular. Mutlaka okunmalı.

Çeviri: Osman S. Binatlı

Kaynak: https://www.cadtm.org/Michel-Husson-un-militant-qui-fait-de-l-economie-et-un-economiste-qui-s-engage

Boğaziçi Direnişi Neyi Gösterdi? – Emre Tansu Keten

“Melih Bulu olayı Boğaziçi Üniversitesi’ni, hatta akademiyi aşan bir noktaya evrilmişti. AKP’nin on yılı aşkın zamandır yürüttüğü akademiyi yok etme projesinin önemli bir ayağı Boğaziçi’ne olan saldırıydı ve burada kayyum rektörün niteliğinin zaten hiçbir önemi yoktu. Durum böyle olunca, AKP ile üniversite arasındaki kavgada simgeleşen bir isim oldu Melih Bulu. Yani, Bulu kendi niteliksizlikleri ve geçmişi önemsiz bir şekilde, sadece iktidarın iradesini temsil ediyordu. AKP’li yöneticilerin ve yandaş medyanın Bulu gibi bir piyona canhıraş şekilde sahip çıkmasının anlamı buydu.”

Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum rektör olarak atanan Melih Bulu 6 ayın sonunda, sabaha karşı yayımlanan bir kararname ile görevden alındı. Bulu’nun kayyum atandığı günden itibaren Boğaziçi öğrencileri ve akademisyenleri ile, diğer üniversitelerdeki bileşenlerin dayanışmasıyla güçlü bir direniş başlatılmıştı. Kadın hareketi dışında sokak siyasetinin canlı olmadığı bir dönemde, güçlü eylemlerle ortaya çıkan bu direniş, iktidar ve muhalefetin siyaseti karşılıklı atışmalarla anketlere mahkum ettiği bir dönemde başka bir siyaset imkânına da kapı aralamıştı.

İktidar bu direnişe, en iyi bildiği şekilde, baskı ve saldırıyla karşılık verdi. Öğrencilerin eylemlerine defalarca polis saldırdı, öğrencilerin evleri sabaha karşı özel harekat polisleri eşliğinde basıldı, AKP medyası eylemlere katılan öğrencilerin fotoğraflarını ifşa etti, hepsini terörist ilan etti. AKP-MHP bloku bununla da yetinmedi, 10 öğrenci, anayasal hakları olan, eylemlere katıldıkları gerekçesiyle tutuklandı, birçoğu da ev hapsine mahkum edildi. Yani iktidar cenahı, birçok muhalifin iddia ettiğinin aksine, sokak eylemlerinin kendisine yarayacağına, muhalefete doğru kayan kararsız oyların cumhur ittifakına döneceğine falan inanmadı. Muhalefetin içine mahkum olduğu siyasetsizlikten bir çıkış yolu olarak Boğaziçi Direnişi, iktidarı rahatsız etti ve onu çıktığı gibi boğmak istedi.

“Aman AKP’ye yaramasın”

Muhalefet ise, başından itibaren bu direnişle arasına bir mesafe koydu. Boğaziçi gibi “elit” bir üniversite üzerinden bir “kutuplaşma” doğmasına fırsat vermek istemedi, bunun eninde sonunda iktidara yarayacağına dair dahiyane bir siyasi öngörüyle hareket etti. Direnişin içerisinde sosyalist gençlik gruplarının bulunması ve hareketin git gide öfke dozunu artırması, iktidar gibi muhalefeti de rahatsız etti ve okulda açılan bir sergide yer alan çalışmaların Kabe’ye hakaret ettiği iddiası gibi iktidar zırvalarında direnişin karşısında bir konum aldı.

Bütün bunlara rağmen, direniş, bu saydıklarımızın beklentilerinin aksine aylarca devam etti. Öğrenciler ve akademisyenler, Melih Bulu ve hempalarına Boğaziçi’ni dar etti. Melih Bulu’nun, zaten bir avuç iktidar yandaşı dışında var olmayan meşruluğu kısa bir sürede herkes için sıfırlandı. Özetle, Melih Bulu’nun geldiği gibi gitmesi Boğaziçi Direnişi’nin doğrudan bir sonucu oldu.

Direnişi görmemek

Direnişin başından beri, direnişin politik içeriğine saldıran analizmatik liberal kalemler, Bulu’nun görevden alınmasının ardından da, klavyelerine sarılıp, bu kararın direnişle değil, Bulu’nun yeterince iktidar yandaşlığı yapamadığı, okulun yapısını kırıp dökmede yeterince sert davranamadığı, dolayısıyla Erdoğan’ı memnun edemediği, hakkındaki intihal iddialarına inandırıcı cevaplar veremediği ile ilgili olduğunu yazdılar.

Her gün iki-üç saat analiz yapan, yani gündemi yakından takip eden bu isimlerin, meselenin gerçekten bunlar olduğunu, bu kararda direnişin doğrudan bir etkisinin olmadığını düşünebilmeleri tam da liberal yöntemsizliği kullanmalarından kaynaklanıyor. Birincisi, Melih Bulu olayı Boğaziçi Üniversitesi’ni, hatta akademiyi aşan bir noktaya evrilmişti. AKP’nin on yılı aşkın zamandır yürüttüğü akademiyi yok etme projesinin önemli bir ayağı Boğaziçi’ne olan saldırıydı ve burada kayyum rektörün niteliğinin zaten hiçbir önemi yoktu. Durum böyle olunca, AKP ile üniversite arasındaki kavgada simgeleşen bir isim oldu Melih Bulu. Yani, Bulu kendi niteliksizlikleri ve geçmişi önemsiz bir şekilde, sadece iktidarın iradesini temsil ediyordu. AKP’li yöneticilerin ve yandaş medyanın Bulu gibi bir piyona canhıraş şekilde sahip çıkmasının anlamı buydu. Bahçeli de bunun farkında olarak şunları söylemişti:

“Sayın Rektör Melih Bulu asla istifa etmemelidir. Eğer aksi olursa üniversiteler tümden yönetilemez hale gelecektir. Rektörlük binasını ablukaya almaya, Rektör odasını basmaya teşebbüs suçtur. Rektörümüz, öğretim üyeleri arasından başta Rektör yardımcılığı olmak üzere münhal bulunan görevlere lazım gelen atamaları süratle yapmalıdır. Kabul etmeyen, yazılı talimata uymayanlar derhal üniversiteden uzaklaştırılmalıdır. Nitekim taviz verilirse sonuç vahim olacaktır.”

İkincisi, Bulu’nun gerçekten bir şeyleri yönetme ehliyetine sahip olduğunu düşünmek de büyük yanılgı. Bulu, yukarıdan gelen emirleri uygulamakla görevli basit bir memurdu. LGBTİ+ kulübünün kapatılmasının Bulu’dan önce Fahrettin Altun tarafından duyurulması bunun küçük bir örneğiydi. Yine de Bulu’nun bu basit görevi bile yürütecek kapasiteden yoksun olduğuna inanıyorlarsa yanına bir danışman veya yardımcı atayarak bu işi çözmek, bir kavganın sembol ismi olmuş Bulu’yu görevden almaktan daha az yaralayıcı olurdu iktidar için.

AKP’nin intihal “kaygısı”

Son olarak, Bulu’nun intihal iddiaları nedeniyle bertaraf edildiği iddiası, AKP ile üniversite ilişkisini hiçbir şekilde anlamamak demek oluyor. AKP, üniversitelere saldırı başlatırken, buradaki akademisyenlerden boşalan yerleri kendi emrinde, aynı düzeyde ya da daha nitelikli akademisyenlerle doldurmayı hiçbir zaman düşünmedi (düşünse de böyle bir kadro birikimi tabii ki yoktu). Onun amacı, ne olursa olsun kendisinden yana olan ve parti sayesinde akademik kariyer basamaklarını üçer beşer çıkan tiplerle dolu üniversiteler yaratmaktı. Bunu bir anlamda başardı da. Bu süreçte, ne yedi sülalesini üniversiteye dolduran akademisyenleri dert etti, ne de para verip makale bastıran, tez yazdıran, sahte akademik konferanslarla puan toplayan tipleri. Hatta AKP ailesinden isimlerin doktora tezlerini yazan ak-ademisyenler o kadar şiddetli yükseldi ki, üniversitelere sığamaz oldu.

Bütün bunları birlikte değerlendirdiğimizde, akademik alandan taşan bir siyasi karşı karşıya gelişin simgeleşmiş ismi olan Bulu’nun görevden alınması, Boğaziçi Direnişi için bir kazanım, iktidar için bir geri adımdır. İktidarın bu geri adımlarının oldukça nadir görülmesi, bu kazanımın değerini artırmaktadır. Bu kararla direniş arasında bağlantı kurmayı reddedenler için ise direniş, eylem ve sokak siyaseti zaten başlı başına korkunç kelimelerdir. Onlar için siyaset, tepede, lobicilik ve networklerle işleyen bir sosyal girişimcilik faaliyetidir. Daha çok Daktilo1984 isimli dergide bir araya gelen bu isimler, networklerini geliştirip, yakın geleceğin iktidarında kaymak bir pozisyon kapmak için, CHP’ye oynayıp, muhalefete bir siyasetsizlik aklı vermektedir. Ganyan oynar gibi siyasi analiz yapma modası, ne yazık ki, bu cenahta bir karşılık da bulmaktadır.

Bulu’nun gidişi, ne Boğaziçi’nde ne de genel olarak akademide her şeyi yoluna koyacak bir kazanım değildir elbette. Onun yerine vekaleten kayyum olarak atanan Naci İnci’nin ilk işi, direnişin önde gelen hocalarından Can Candan’ın görevine son vermek olmuştur örneğin. Ancak Boğaziçi, direnenlerin, bir şekilde, kazanacağını göstermesi açısından çok önemlidir. Bugüne kadar AKP’nin saldırılarına her alanda benzer bir direnişle karşı koyulsaydı, belki de çok farklı bir ülkede yaşıyor olacaktık. Bu direnişin hikâyesini, en fazla siyaseti anketçilik sananların iyi bir şekilde okuması gerekiyor.

#ForaBolsonaro: Brezilya Emekçi Halkıyla Dayanışma

Pandemi inkarcısı, ırkçı, kadın ve emekçi düşmanı Bolsonaro’ya karşı Brezilya halkıyla dayanışmak üzere yapılan uluslararası çağrı üzerine Başlangıç Kolektifi, İşçi Demokrasisi Partisi, Sosyalist Emekçiler Partisi ve Sosyalist Demokrasi için Yeniyol 19 Haziran’da İstanbul’da Brezilya Başkonsolosluğu önünde toplanarak bir basın açıklaması düzenledi. Açıklamanın metnini okurlarımızın ilgisine sunuyoruz:

Latin Amerika emekçilerin, gençliğin, kadınların, yerlilerin toplumsal eylemleriyle sarsılmaya devam ediyor. Bunun son örneği ırkçı, kadın ve emekçi düşmanı Bolsonaro’ya karşı ayağa kalkan Brezilyalı emekçilerin, gençliğin ve kadınların mücadelesidir. Göreve geldiğinden bu yana emekçilerin haklarına, ezilen kimliklere, yerlilere, doğaya saldırma konusunda hız kesmeyen Bolsonaro’ya karşı toplumdan güçlü bir “#ForaBolsonaro ” sesi yükseliyor.

29 Mayıs’ta Brezilya genelinde yaklaşık 100 bin kişi iktidarın Covid-19 salgınına karşı yaklaşımını protesto etmek için sokakları doldurmuştu. Krizin faturasını kapitalistlere ödetmek, herkes için güvenli ve yaygın aşı talepleriyle seferber olan kitleler, 2019 yılından bu yana Bolsonaro rejimine karşı büyük eylemler gerçekleştirmiştir. 

Pandeminin başından bu yana salgın önlemlerini almamakta direten Bolsonaro büyük bir sağlık krizinin önünü açıyor. Bugüne dek aşı tedarikini ve aşılama kampanyasını sabote eden rejim on binlerce insanın ölümünün doğrudan sorumluluğunu taşıyor. Brezilya günlük 80 binleri bulan vaka sayısıyla en kötü dönemini yaşamaktadır. Alınmayan önlemler nedeniyle özellikle yoksul emekçi sınıfların büyük çoğunluğu, ölümün kucağına itilmektedir. Brezilya, yarım milyona yaklaşan ölüm sayısıyla ABD’nin ardından salgında ölüm oranları konusunda en kötü ikinci ülke konumundadır.

Öte yandan uygulanan piyasacı ekonomi politikaları, özellikle eğitim ve sağlık gibi sosyal haklarda gerçekleşen kesintiler, pandeminin başından bu yana on milyonlarca kişinin işini ve gelirini kaybetmesi toplumsal krizi derinleştirmektedir. 

Bolsonaro’yu iktidara taşıyan kapitalist sınıflar, yoksul emekçileri daha büyük bir krizin içine itmek pahasına ondan daha fazla özelleştirme, kesinti, piyasa reformu beklemektedir. Toplumsal tabanı eriyen rejim ise attığı her adımda karşısında emekçi sınıfları daha da radikalleşmiş ve kitleselleşmiş olarak buluyor.

Rejim, sağcı ortakları ile birlikte göstermelik Covid Parlamento Araştırma Komisyonu kurulması gibi adımlarla muhalefetin tepkisini dindirmeye ve sokakları pasifize etmeye çalışıyor. Amaçları su alan gemiyi bir şekilde yüzdürmek ve 2022’de gerçekleşecek seçimleri kurtarmaya çalışmaktır. 

Ancak öfke giderek büyümektedir. Latin Amerika’nın piyasacı, aşırı sağcı rejimlerine karşı birçok ülkede yükselen isyanlar Brezilya’da da toplumsal muhalefete ilham kaynağı olmaya devam etmektedir. Eylemlerde toplumun yoksul emekçi kesimlerinin kendilerini açlık ve ölüm ikilemi arasında bırakan Bolsonaro karşıtı öfkeyle nasıl dolup taştığı kendisini açık bir şekilde göstermektedir.

Bolsonaro’ya karşı yükselen toplumsal öfkeye karşı, Brezilya’da 2003-2011 yılları arasında devlet başkanlığı yapan İşçi Partisi lideri Lula da Silva bir alternatif olarak parlatılmaktadır. 1970’li yıllardan itibaren sendikal işçi hareketi içerisinde yer alan ve 2000’lerin başında tüm Latin Amerika’yı saran muhalefet dalgasının etkisiyle iktidara yükselen reformist figürlerden biri olan Lula görevi bıraktığında arkasında birçok rüşvet ve yolsuzluk iddiası, piyasa ve emperyalizmle dost bir miras bırakmıştı. Arkasından seçilen Dilma Roussef de bu konuda selefini aratmamıştı. 2003-2016 yılları arasında süren İşçi Partisi iktidarı boyunca Brezilyalı emekçilerin yaşamlarında değişen çok az şey olmuş ve yoksulluğun pençesine itilmeye devam etmişlerdir. Yarattıkları derin hayal kırıklığı Bolsonaro’nun yükselişinin önünü açmıştı. 

Toplumsal muhalefetin yükselişinden ve radikalleşmesinden ürken Brezilyalı egemenler yeniden yumuşak, piyasa dostu bir Lula iktidarıyla kendilerini güvence altına almaya çalışmaktadırlar. 

Tüm dünyada kapitalizmin krizi derinleşirken Latin Amerika’da yükselen isyan ateşi hepimize ilham kaynağı olmaya devam etmektedir. Son dönemde Kolombiya’dan Peru’ya, Şili’den Paraguay’a, Ekvador’dan Brezilya’ya emekçi halklar kapitalizmin yaratmış olduğu enkaza ve baskıcı rejimlere karşı seferberlik halindeler. Tüm Latin Amerika halkları için kurtuluşun yolu uluslararası dayanışmadan ve herkes için eşitlik, özgürlük ve refah getirecek sosyalist bir dünyanın inşasından geçmektedir. Bu yolda Türkiyeli devrimci Marksistler olarak bu mücadeleyle en içten bir devrimci heyecanla dayanışmayı yükseltmek tarihsel görevimizdir. Brezilya Halkının mücadelesi bizim de mücadelemizdir.
#ForaBolsonaro

HDP’ye Yönelik Faşist Saldırının Sorumlusu AKP-MHP İktidarıdır!

Bugün HDP İzmir İl örgütüne, kontrgerilla ile ilişkisini gizleme ihtiyacı dahi hissetmeyen bir faşist tarafından gerçekleştirilen saldırı sonucunda, HDP çalışanı Deniz Poyraz katledildi.

Henüz birkaç gün önce, bizzat Cumhurbaşkanının ağzından 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası yaşanan provokasyonlar hatırlatılarak muhalefet tehdit edilmişken, bu yaşanan saldırının sorumluları açıktır.

Bu saldırının sorumlusu HDP’yi aylardır hedef gösteren AKP ve MHP koalisyonudur.

Bu saldırı hepimize yapılmıştır.

HDP yalnız değildir, HDP’nin yanındayız.

Sosyalist Demokrasi için Yeniyol

Evden Çalışanlar Haklarını İstiyor!

Banka ve Finans Emekçileri Dayanışma Ağı, Bilişim Emekçileri Dayanışma Ağı, Kaç Bize Gel, Ofissizler, Öğretmen Dayanışması, Plaza Eylem Platformu, Politeknik, Toplumcu Mühendis ve Mimarlar Meclisi, Ücretli ve İşsiz Mimarlar, Uzaktan Çalışma Yönetmeliği’ne karşı ortak açıklama yayımladı.

Evden çalışma uygulamasının patronların lehine bir çalışma düzenini hakim kılmasına karşı bir araya gelen emek örgütlerinin açıklaması şu şekilde:

Dünya Sağlık Örgütü, 11 Mart 2020 tarihinde Covid-19 salgınının bir pandemi olduğunu ilan etmiş, bunun üzerine evden çalışma bir önlem olarak uygulanmaya başlamıştır. Bu dönemde evden çalışma sistemini emek yönetimi ve masraflar açısından kârlı bulan büyük şirketler bu sistemi kalıcılaştırma niyetlerini beyan etmişlerdir.

Bu bağlamda 10 Mart 2021 tarihinde, pandeminin ilanından 1 yıl sonra Uzaktan Çalışma Yönetmeliği yayınlanmıştır.

Evden çalışanların haklarını koruması gereken bu yönetmelik iş hukukuna aykırı bir biçimde düzenlenmiştir. Evden çalışmayla ilgili işçinin haklarını koruyacak alt sınırları belirtecek hükümlerden uzaktır. İşçinin evden çalışma koşulları patronla yapacağı iş sözleşmesine havale edilmiş, bu sözleşmenin işçinin aleyhine maddelerle düzenlenebilmesinin önü açılmıştır. Dahası işçinin evden çalışmaya geçme talebi işverenin onayına tabidir. Bu durum salgında ciddi bir halk sağlığı sorununu ortaya çıkarmıştır. Dolayısıyla Dünya Sağlık Örgütü dünya çapında pandemin etkisinin geçtiğini ilan edinceye kadar çalışan, evden çalışma talebini yazılı sunduğu takdirde işveren bunu kabul etmelidir. Çünkü işçi sağlığı kamu sağlığı sorunudur.

Sonuçta bu yönetmelik tüm yükü çalışanın omuzlarına bindirmiş, işverene evlerimizde ve hayatlarımızda geniş bir yetki alanı tanımıştır.

Evden çalışan işçiler olarak bizlere danışılmadan hazırlanan bu yönetmeliği hukuksuz buluyor ve tanımıyoruz!

Bu nedenle aşağıda sıraladığımız yasal ve meşru haklarımızı içeren düzenlemenin derhal yapılmasını talep ediyoruz.

Evden çalışanlar olarak taleplerimiz:

Sağlığım önce gelir.

1-Evden çalışma düzeni ile evlerine hapsedilen işçilerin sosyal iyilik halleri tehdit altına girmektedir. Evden çalışma saatleri ve koşulları psiko-sosyal risklere fırsat vermeyecek şekilde düzenlenmelidir. İşveren işçinin ruhsal iyilik halini korumak ve yeniden tesis etmek üzere gereken psikolojik destek ve gözetimi sağlamalıdır.

Bağlantıyı kesme hakkım var.

2-Evden çalışmayla birlikte iş ve iş dışı arasındaki sınırlar ortadan kalkmıştır. İşçilere mesai saatleri dışında bağlantıyı kesme hakkı tanınmalı (erişilememe hakkı), mesai saatleri ve ara dinlenmeleri kesin sürelere bağlanmalı, fazla çalıştırmanın önüne geçilmelidir.

İşveren masraftaki payını ödemeli.

3-Evden çalışan işçinin ev masrafları artmıştır. İşveren, evden çalışma ile ortaya çıkan maddi yükümlülüklerde (doğal gaz, elektrik, internet, su) çalışana herhangi bir ilave yük yaratmayacak miktarda kendine düşen payı ödemelidir.

Fazla çalışmalarım ödenmeli.

4-Evden çalışma düzeninde fazla çalışma yapılmadığına ilişkin ispat yükü işverene ait olmalı ve bu konuda yasal düzenleme getirilmelidir. Fazla çalışma yapıldığı karine olarak kabul edilmeli ve aksi işverence ispatlanmalıdır.

Ofis giderleri bana yüklenmemeli.

5-Evden çalışma düzeninde işin devamlılığı açısından gerekli tüm ekipmanlar (bilgisayar, telefon, yazıcı vs.) işveren tarafından karşılanmalı ve çalışma düzeninin oluşturulması işveren sorumluluğunda olmalıdır.

Gizlilik hakkım var.

6-Evden çalışma düzeninde işçilerin kamera ile izlenmesi, ses kaydı alınması, denetlenmesi uygulamalarına son verilerek kişisel haklarının korunması sağlanmalıdır.

Kreş şart, bakım haktır.

7-İş Kanunu mevzuatı gereğince kreş açma zorunluluğu bulunan işyerleri, çocuk bakımı yapacak işçinin ikematgâhına en yakın kreşin giderlerini karşılamalıdır. Mevzuatta bu zorunluluğa sahip olmayan işyerleri için de bakım işinin hafifletilmesi için çözüm geliştirilmelidir.

Evde de işçi sağlığı ve iş güvenliği

8-Evden çalışmayla evler işyeri olmuştur. Evden çalışma esnasında yaşanabilecek her kaza iş kazasıdır. İşveren evden çalışan işçiyi iş sağlığı ve güvenliği önlemleri hususunda bilgilendirmek, gerekli eğitimleri vermek, sağlık gözetimini sağlamak ve ev koşullarını işçi sağlığı ve güvenliğine uygun hale getirmekle sorumlu olmalıdır.

Sağlığın telafisi olmaz.

9-Evden çalışma düzeninde denkleştirme ve telafi çalışması olmamalı ve gece çalışması yasaklanmalıdır.”

Ayrıca 9 beyaz yakalı örgüt uzaktan çalışma haklarının tartışılacağı bir forum düzenleyeceklerini duyurdu. Forum 12 Haziran Cumartesi günü saat 15:30’da, Beşiktaş Abbasağa Parkı’nda gerçekleştirilecek.

Türkiye: Plastik Vatan! – Ekin Güvençoğlu

Geçtiğimiz günlerde İngiltere kaynaklı bir haber ülkemizde de ciddi yankı buldu. Hatta bunun üzerine çeşitli bakanlar istifa etti, sorumlular hakkında soruşturmalar açıldı demek isterdim fakat AKP dönemindeyiz, ne yazık. Konumuz, geçtiğimiz yıl İngiltere’nin Türkiye’ye yolladığı 210 bin ton plastik atık ve akıbetinin bilinmemesi. Ta ki AFP muhabirleri çöplerin akıbetini araştırırken bunların Adana’da vahşi bir biçimde doğaya atıldığını keşfedene kadar. Bu olay İngiltere’de Başbakan Boris Johnson’a kadar varan ciddi eleştiri ve soruşturmalara sebep olurken, Türkiye’de sorumlu iktidar ve Çevre Bakanı alışageldiğimiz bir şekilde sessizliğini uzun bir süre korudu. Gelin Türkiye ve Batı açısından neler olduğuna, ne yapabileceğimize bakalım.

AKP çöp sorununu inkâr ediyor

Doğaya veya sahil kesimine gittiğimizde hepimiz yerlere saçılmış çöplerden veya denizin kirliliğinden yakınırız. Bu aslında devletin ve iktidarın çevreye ve çöp sorununa bakışının net bir özeti. Çevrenin kirletilmesi çok ciddi bir sorun haline gelinceye kadar görmezden geliniyor veya bireysel bir sorunmuş gibi gösteriliyor. 2018 yılında TÜİK’in yayımladığı atık raporunda, belediyeler tarafından 32 milyon 209 bin ton atık toplandığı açıklandı. Yani kişi başı günlük 1,16 kg atık. Fakat bu atığın sadece yüzde 12,3’ü geri kazandırılıyor, geri kalanı ya depolanıyor ya belediye çöplüğüne atılıyor ya da yakılıyor.

Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum ise İngiltere ifşasından sonra başta Türkiye’nin çöp ithalatını yapmadığını iddia ederken, sonra plastik çöplerde yoğun olarak kullanılan etilen polimerin yasaklandığını duyurdu. Bu aslında halkın nasıl kandırıldığına net bir örnek.

Daha çok plastik için

Türkiye Avrupa’nın 2. büyük plastik üreticisi. Türkiye sadece 2019 yılında 9,46 milyon ton plastik üretti, fakat bunun 1,830 milyon tonu geri dönüşümle üretildi. Yani her sene yaklaşık 7,5 milyon ton plastik atık fazlası veriyoruz. Ayrıca plastik üretimi için de hammadde sıkıntısı çekmekteyiz. Hem katı atık ayrıştırmanın maliyetli olması hem de döviz kurundan ötürü atık ithal etmenin avantajlı hale gelmesinden dolayı, Türkiye kontrolsüz bir biçimde Avrupa’nın baş çöp ithalatçısı haline geldi. Peki iktidar bunlara neden olurken, Avrupa ve İngiltere’nin hiç mi suçu yok?

Batı’nın ikiyüzlülüğü

Aslında Avrupa ve İngiltere çöp ve atıklarını uzun süredir başka ülkelere yolluyor. Çin 2018 yılına kadar plastik atık ithalatında birinciydi, fakat çevresel kirlenmeleri bahane göstererek bundan vazgeçti. Onun yerini bir süre Güney Asya ülkeleri devralmaya çalışsa da aynı sorunu gerekçe göstererek caydılar. Yukarıda belirttiğim gerekçelerden dolayı Türkiye bu atıklar için cennet haline geldi ve sadece bir senede 600 bin ton plastik geri dönüşüm adı altında ülkemize sokuldu. Nasıl takip edildikleri ise muamma. Buradaki ikiyüzlü kısım ise, Almanya’nın veya diğer batılı ülkelerin neredeyse yüzde 50’ye yakın plastik ayrıştırması yapmasına rağmen, plastiklerin nasıl geri kazanıldığını takip etmemesi. Yani “bizden uzak olsun da ne olursa olsun” anlayışı var.

Ne yapmalı?

Akdeniz’i en çok kirleten ülkelerden biriyiz. Türkiye’de tutulan balıkların yüzde 44’ünün midesinde tek kullanımlık polimere, hatta çiftlik üretimi olmayan midyelerin tamamında plastik izine rastlanmış durumda. Çöp dağlarından beton şehirlere hatta atık dolu nehirlere ve denizlere, neoliberal politikalar ve bunu uygulayan AKP iktidarı sebep oluyor. Bunca kötülüğe rağmen ne yapılabilir? Öncelikle plastik ve türevi atıkların ithali durdurulmalı. Geri dönüştürülemez ve doğaya zararlı madde üretiminden vazgeçilmeli. Vahşi atık toplama merkezleri kapatılmalı. Geri dönüşüm merkezleri denetlenmeli. Geri dönüştürülmüş atıkların kullanımı teşvik edilmeli. Atıklarını doğaya atan kurum ve kişilere ağır cezalar verilmeli. İvedilikle adım atılmadığı her an doğa tahribatı geri döndürülemez boyuta gelecek ve bugün Marmara Denizi’nde olan, yarın tüm ülke çapında gerçekleşecek.

Kaynak: Gazete Nisan