“Melih Bulu olayı Boğaziçi Üniversitesi’ni, hatta akademiyi aşan bir noktaya evrilmişti. AKP’nin on yılı aşkın zamandır yürüttüğü akademiyi yok etme projesinin önemli bir ayağı Boğaziçi’ne olan saldırıydı ve burada kayyum rektörün niteliğinin zaten hiçbir önemi yoktu. Durum böyle olunca, AKP ile üniversite arasındaki kavgada simgeleşen bir isim oldu Melih Bulu. Yani, Bulu kendi niteliksizlikleri ve geçmişi önemsiz bir şekilde, sadece iktidarın iradesini temsil ediyordu. AKP’li yöneticilerin ve yandaş medyanın Bulu gibi bir piyona canhıraş şekilde sahip çıkmasının anlamı buydu.”
Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum rektör olarak atanan Melih Bulu 6 ayın sonunda, sabaha karşı yayımlanan bir kararname ile görevden alındı. Bulu’nun kayyum atandığı günden itibaren Boğaziçi öğrencileri ve akademisyenleri ile, diğer üniversitelerdeki bileşenlerin dayanışmasıyla güçlü bir direniş başlatılmıştı. Kadın hareketi dışında sokak siyasetinin canlı olmadığı bir dönemde, güçlü eylemlerle ortaya çıkan bu direniş, iktidar ve muhalefetin siyaseti karşılıklı atışmalarla anketlere mahkum ettiği bir dönemde başka bir siyaset imkânına da kapı aralamıştı.
İktidar bu direnişe, en iyi bildiği şekilde, baskı ve saldırıyla karşılık verdi. Öğrencilerin eylemlerine defalarca polis saldırdı, öğrencilerin evleri sabaha karşı özel harekat polisleri eşliğinde basıldı, AKP medyası eylemlere katılan öğrencilerin fotoğraflarını ifşa etti, hepsini terörist ilan etti. AKP-MHP bloku bununla da yetinmedi, 10 öğrenci, anayasal hakları olan, eylemlere katıldıkları gerekçesiyle tutuklandı, birçoğu da ev hapsine mahkum edildi. Yani iktidar cenahı, birçok muhalifin iddia ettiğinin aksine, sokak eylemlerinin kendisine yarayacağına, muhalefete doğru kayan kararsız oyların cumhur ittifakına döneceğine falan inanmadı. Muhalefetin içine mahkum olduğu siyasetsizlikten bir çıkış yolu olarak Boğaziçi Direnişi, iktidarı rahatsız etti ve onu çıktığı gibi boğmak istedi.
“Aman AKP’ye yaramasın”
Muhalefet ise, başından itibaren bu direnişle arasına bir mesafe koydu. Boğaziçi gibi “elit” bir üniversite üzerinden bir “kutuplaşma” doğmasına fırsat vermek istemedi, bunun eninde sonunda iktidara yarayacağına dair dahiyane bir siyasi öngörüyle hareket etti. Direnişin içerisinde sosyalist gençlik gruplarının bulunması ve hareketin git gide öfke dozunu artırması, iktidar gibi muhalefeti de rahatsız etti ve okulda açılan bir sergide yer alan çalışmaların Kabe’ye hakaret ettiği iddiası gibi iktidar zırvalarında direnişin karşısında bir konum aldı.
Bütün bunlara rağmen, direniş, bu saydıklarımızın beklentilerinin aksine aylarca devam etti. Öğrenciler ve akademisyenler, Melih Bulu ve hempalarına Boğaziçi’ni dar etti. Melih Bulu’nun, zaten bir avuç iktidar yandaşı dışında var olmayan meşruluğu kısa bir sürede herkes için sıfırlandı. Özetle, Melih Bulu’nun geldiği gibi gitmesi Boğaziçi Direnişi’nin doğrudan bir sonucu oldu.
Direnişi görmemek
Direnişin başından beri, direnişin politik içeriğine saldıran analizmatik liberal kalemler, Bulu’nun görevden alınmasının ardından da, klavyelerine sarılıp, bu kararın direnişle değil, Bulu’nun yeterince iktidar yandaşlığı yapamadığı, okulun yapısını kırıp dökmede yeterince sert davranamadığı, dolayısıyla Erdoğan’ı memnun edemediği, hakkındaki intihal iddialarına inandırıcı cevaplar veremediği ile ilgili olduğunu yazdılar.
Her gün iki-üç saat analiz yapan, yani gündemi yakından takip eden bu isimlerin, meselenin gerçekten bunlar olduğunu, bu kararda direnişin doğrudan bir etkisinin olmadığını düşünebilmeleri tam da liberal yöntemsizliği kullanmalarından kaynaklanıyor. Birincisi, Melih Bulu olayı Boğaziçi Üniversitesi’ni, hatta akademiyi aşan bir noktaya evrilmişti. AKP’nin on yılı aşkın zamandır yürüttüğü akademiyi yok etme projesinin önemli bir ayağı Boğaziçi’ne olan saldırıydı ve burada kayyum rektörün niteliğinin zaten hiçbir önemi yoktu. Durum böyle olunca, AKP ile üniversite arasındaki kavgada simgeleşen bir isim oldu Melih Bulu. Yani, Bulu kendi niteliksizlikleri ve geçmişi önemsiz bir şekilde, sadece iktidarın iradesini temsil ediyordu. AKP’li yöneticilerin ve yandaş medyanın Bulu gibi bir piyona canhıraş şekilde sahip çıkmasının anlamı buydu. Bahçeli de bunun farkında olarak şunları söylemişti:
“Sayın Rektör Melih Bulu asla istifa etmemelidir. Eğer aksi olursa üniversiteler tümden yönetilemez hale gelecektir. Rektörlük binasını ablukaya almaya, Rektör odasını basmaya teşebbüs suçtur. Rektörümüz, öğretim üyeleri arasından başta Rektör yardımcılığı olmak üzere münhal bulunan görevlere lazım gelen atamaları süratle yapmalıdır. Kabul etmeyen, yazılı talimata uymayanlar derhal üniversiteden uzaklaştırılmalıdır. Nitekim taviz verilirse sonuç vahim olacaktır.”
İkincisi, Bulu’nun gerçekten bir şeyleri yönetme ehliyetine sahip olduğunu düşünmek de büyük yanılgı. Bulu, yukarıdan gelen emirleri uygulamakla görevli basit bir memurdu. LGBTİ+ kulübünün kapatılmasının Bulu’dan önce Fahrettin Altun tarafından duyurulması bunun küçük bir örneğiydi. Yine de Bulu’nun bu basit görevi bile yürütecek kapasiteden yoksun olduğuna inanıyorlarsa yanına bir danışman veya yardımcı atayarak bu işi çözmek, bir kavganın sembol ismi olmuş Bulu’yu görevden almaktan daha az yaralayıcı olurdu iktidar için.
AKP’nin intihal “kaygısı”
Son olarak, Bulu’nun intihal iddiaları nedeniyle bertaraf edildiği iddiası, AKP ile üniversite ilişkisini hiçbir şekilde anlamamak demek oluyor. AKP, üniversitelere saldırı başlatırken, buradaki akademisyenlerden boşalan yerleri kendi emrinde, aynı düzeyde ya da daha nitelikli akademisyenlerle doldurmayı hiçbir zaman düşünmedi (düşünse de böyle bir kadro birikimi tabii ki yoktu). Onun amacı, ne olursa olsun kendisinden yana olan ve parti sayesinde akademik kariyer basamaklarını üçer beşer çıkan tiplerle dolu üniversiteler yaratmaktı. Bunu bir anlamda başardı da. Bu süreçte, ne yedi sülalesini üniversiteye dolduran akademisyenleri dert etti, ne de para verip makale bastıran, tez yazdıran, sahte akademik konferanslarla puan toplayan tipleri. Hatta AKP ailesinden isimlerin doktora tezlerini yazan ak-ademisyenler o kadar şiddetli yükseldi ki, üniversitelere sığamaz oldu.
Bütün bunları birlikte değerlendirdiğimizde, akademik alandan taşan bir siyasi karşı karşıya gelişin simgeleşmiş ismi olan Bulu’nun görevden alınması, Boğaziçi Direnişi için bir kazanım, iktidar için bir geri adımdır. İktidarın bu geri adımlarının oldukça nadir görülmesi, bu kazanımın değerini artırmaktadır. Bu kararla direniş arasında bağlantı kurmayı reddedenler için ise direniş, eylem ve sokak siyaseti zaten başlı başına korkunç kelimelerdir. Onlar için siyaset, tepede, lobicilik ve networklerle işleyen bir sosyal girişimcilik faaliyetidir. Daha çok Daktilo1984 isimli dergide bir araya gelen bu isimler, networklerini geliştirip, yakın geleceğin iktidarında kaymak bir pozisyon kapmak için, CHP’ye oynayıp, muhalefete bir siyasetsizlik aklı vermektedir. Ganyan oynar gibi siyasi analiz yapma modası, ne yazık ki, bu cenahta bir karşılık da bulmaktadır.
Bulu’nun gidişi, ne Boğaziçi’nde ne de genel olarak akademide her şeyi yoluna koyacak bir kazanım değildir elbette. Onun yerine vekaleten kayyum olarak atanan Naci İnci’nin ilk işi, direnişin önde gelen hocalarından Can Candan’ın görevine son vermek olmuştur örneğin. Ancak Boğaziçi, direnenlerin, bir şekilde, kazanacağını göstermesi açısından çok önemlidir. Bugüne kadar AKP’nin saldırılarına her alanda benzer bir direnişle karşı koyulsaydı, belki de çok farklı bir ülkede yaşıyor olacaktık. Bu direnişin hikâyesini, en fazla siyaseti anketçilik sananların iyi bir şekilde okuması gerekiyor.