İklim krizinin doğrudan bir sonucu olarak Avustralya’dan Kaliforniya’ya ve Akdeniz’in bir dizi ülkesine, dünyanın çeşitli bölgelerinde sayısız yangın patlak veriyor. Türkiye’nin birçok ilinde çıkan orman yangınları bir haftadır etkisini devam ettiriyor. Manavgat, Marmaris ve Milas’taki yangınlar, bu bölgeleri telafisi zor bir zarara uğrattı. Zaten bir yağma harekâtı gibi süren turizm odaklı yapılaşmayla ve maden-termik santral gibi ticari yapılarla yıllardır doğal kaynaklarını kaybeden bu ilçeler, bu yangınlarla daha büyük bir yara aldı.
Ülkeyi 20 yıldır yağmalayan, kendi burjuvalarını zenginleştirirken, yöneticilerinin cebini de doldurmayı ihmal etmeyen AKP iktidarı, bu yangınların bu düzeyde büyümesinin, ormanların, canlıların ve insanların katledilmesinin başlıca sorumlusudur. Yangın söndürme faaliyetini geçtiğimiz yıllarda özelleştiren, bu işi yandaş bir şirkete vererek yangın söndürme gibi kamusal açıdan kritik bir görevi bile bir soygun malzemesi yapan AKP, kodamanların ceplerini doldururken ormanları, canlıları ve insanları kendi kaderine terk etmiştir. Üstelik bununla da yetinmemiş, henüz yangınlar devam ederken 7334 sayılı “Turizm Teşvik Kanunu”nu meclisten geçirmiş, yeni yağma planları için kolları sıvamıştır.
AKP’nin yandaş şirketi ve dolayısıyla kendi başkanı ve yöneticilerini zengin etmek için yaptığı bu talan, sözleşmeye eklenen 5000 ton su kapasitesi sınırı nedeniyle, THK’nın elinde olan yangın söndürme uçaklarının kullanılmasının önünü de kesmiştir. Emekçi halkımızın görmesi gereken gerçek ayan beyan ortadadır: AKP iktidarı, bir avuç siyasi ve ekonomik elitin çıkarı için, onbinlerce hektar ormanın, yüzlerce evin yanmasına, sekiz insanın ve sayısız hayvanın ölmesine göz yummuş, THK’nın elindeki uçakların çalışır hale gelmesi için hiçbir şey yapmamıştır.
Bunun yanı sıra, Türkiye’ye yangın söndürme uçağı göndermek isteyen ülkelerin talepleri geri çevrilmiş, uluslararası alanda kamuoyu yaratmak isteyenler hain olarak damgalanmıştır. İletişim Başkanlığı’ndan emir alan troll’lerin #strongturkey etiketiyle başlattıkları propaganda çalışmaları, pespaye milliyetçi söylemin pompalandığı ve yangın gerçeğinin unutturulmaya çalışıldığı bir operasyon olarak işlemiştir. Bütün bunlar gösteriyor ki, AKP yangına karşı beceriksiz bir yönetim sergilememiş, bizzat bunu tercih etmiştir. Neoliberalizmle sağcı otoriterliğin birlikteliğinden doğan AKP-MHP ortaklığı, sürdürdükleri soygun politikasını artık kamusal hizmet şovlarıyla gizlemeye ihtiyaç duymayacak bir aşamaya getirmişlerdir. Emekçilere, kadınlara, gençlere, Kürtlere, çevreye karşı açtıkları savaşı ayan beyan yürütmektedirler.
Yangınlar üzerinden Kürt halkının hedef gösterilmesi, Elmalı’da bir ailenin saldırıya uğraması, yine yangınlar devam ederken, Konya’da bir Kürt ailenin katledilmesi, bu katliamı protesto eylemini takip eden gazetecilerin Kasımpaşa’da linç girişimine maruz kalması AKP-MHP’nin bu savaşının çıktılarıdır. İçişleri Bakanı “sabotaja dair bir bulgu yok” demek zorunda kalırken, Saray, elinin altındaki troll’lerle “ormanları PKK yaktı” propagandasını yaygınlaştırmış, böylece arzu ettiği ortamın oluşması için çalışırken, bir yandan da bu ortamın yaratacağı ağır sonuçlardan kendisini ayrı tutmanın yollarını döşemiştir. Bugün farklı siyasal kesimler içinde yangınların sorumluluğunu Kürtlere veya göçmenlere atan, “ormanların güvenliği” için elde sopa (etnik) kimlik kontrolü yapmayı görev bilen ama hiçbir şekilde sermayeyi ve devletini karşısına almaya cüret etmeyen bir alaturca eko-faşizminin nüvelerini görebiliyoruz.
Öte yandan bu yangınlar bizlere bir kez daha, rejim yanlısı olsun, şu veya bu kanattan muhalif olsun, büyük çaplı doğal-siyasal-toplumsal olayları açıklamak için her kesimde komplocu anlayışın ne denli revaçta olduğunu gösterdi. Herkes öfkesini boşaltabileceği bir suçlu peşinde. Ya rant için rejimin milisleri yakıyor ya PKK, Kürtler veya göçmenler…
Ama sosyalistler dünyada yaşamanın imkânları tümüyle berhava olana kadar durmayacak olan bu suçluya on yıllardır işaret ediyor. Bu suçlu uzanabildiği her şeyi, her canlıyı, her mekânı, her alanı, her değeri kâr elde edilecek biçimde dönüştüren, bozma ve soluk alamaz hale getirme pahasına şekilsizleştirerek kendi damgasını vuran, tüketene kadar sömüren sermaye ve onun daimi birikme, büyüme ihtiyacıdır.
Elbette kapitalizm veya sermaye birikiminden söz ederken öznelerin önem taşımadığı gayrı şahsi bir ilişkiden bahsetmiyoruz. Kapitalist üretim biçiminin hâkim olduğu bu dünyada, dünyanın çürümesinin, havanın zehirlenmesi, suların tükenmesi, buzulların erimesinin, giderek sıklaşan kasırgaların, bunaltıcı sıcaklıkların, tahrip edici selin, dolu fırtınalarının ve her bir yanda patlak veren, durdurulması güç yangınların sorumluları tam da sermaye birikiminin ihtiyaçları yönünde hareket eden, onun organlarını işleten burjuvazi ve devlet(ler)idir.
Süreğen bir ekolojik felaketin içinde bulunduğumuz artık aşikâr olduğundan, “yeşil”i ve ekolojik hassasiyetleri piyasalaştırmaya girişirken küresel iklim değişimine ket vuracak, gezegenin ısınmasını önleyecek hiçbir adımı atmayan, yenilenebilir enerji teknolojilerini fosil enerjilerin yerine koymaktansa ona eklemleyerek kar elde etme alanlarını artıran uluslararası sermaye sınıfı ve siyasal aygıtlarıdır. Hem kâr iştahıyla “doğal” denen felaketleri yaratan hem de felaket sonrası süreci yine piyasa ilişkileri bağlamında yöneterek açgözlülüğünden taviz vermeyen “felaket kapitalizmi”dir.
Dolayısıyla şu anda içinde bulunduğumuz süreç bizlere açıkça Saray rejimine karşı yürütülmesi gereken mücadelenin neden hem antikapitalist nitelikte, hem ekolojist bir perspektife sahip hem de meşru milli bütünlükten dışlanan (Kürtler ve göçmenler gibi) etnik, dini, toplumsal kesimlerle dayanışma içinde, birleşik bir şekilde örülmesi gerektiğini gösteriyor. Dünyayı, doğayı ve onun bir parçası olan insanlığı hem korumayı hem özgürleştirmeyi hedefleyen Ekososyalist perspektifin gereği budur.
Sosyalist Demokrasi için Yeniyol