İmdat Freni

Gündem

Ermenistan’da Siyasi Kriz: Masis Kürkçügil ile Söyleşi (E-Komite)

25 Şubat tarihinden itibaren Ermenistan’da bir siyasal kriz yaşanıyor. Aşağıda E-Komite sitesi tarafından Masis Kürkçügil’le yapılan kısa söyleşiyi yayımlıyoruz.

Bir süredir Başbakan Nikol Paşinyan’a karşı Karabağ Savaşı sonrası imzalanan anlaşmadan dolayı kimi gösteriler düzenleniyordu, fakat üst düzey generallerin 25 Şubat’ta yaptığı deklarasyon bu siyasi gerilimin boyutunu değiştirdi. Başbakan genel kurmay başkanını görevden alan bir kararname hazırladı ama bunu da cumhurbaşkanı imzalamıyor. Siz bu gerilim ve siyasi çıkmazı ve taraflarını Paşinyan’ın 2018’deki iktidara gelişinin arkasında da bir kitle seferberliği olduğu düşünülünce nasıl değerlendiriyorsunuz? Karabağ sorununun gelinen noktadaki rolü sizce nedir, yoksa öncesindeki siyasal çekişmelerin birikimi daha mı önemlidir?

Karabağ meselesi her iki toplum için de bir “milli mesele” olduğundan elbette Paşinyan’ın konumunu kırılganlaştırdı. Ancak 2018 seçimlerindeki siyasal deprem Ermenistan siyaseti açısından çok daha anlamlıdır. Kemikleşmiş ve kokuşmuş oligarkların egemenliğinde yoksulluğun girdabındaki bir topluma umut aşılayan Paşinyan’ın önderlik ettiği koalisyonun 10 yıldır iktidarda olan ve iktidarını bir takım ayak oyunlarıyla sürekli kılmaya çalışan Cumhuriyetçi Parti’yi alt etmesi önemliydi. Eski rejim taraftarları seçimde ağır bir yenilgi alsa da ordu içinde ağırlıkları devam etti.

Karabağ yenilgisi hoşnutsuzlar ve eski rejim taraftarları için bir vesile oldu. Paşinyan’ın istifa etmesi dışında bir çözüm önerileri yok. Erken seçim silahı muhalefetin değil Paşinyan’ın elinde. Olaylar başlar başlamaz Paşinyan bir erken seçim için görüşmeye hazır olduğunu belirtti. Geçtiğimiz seçimlerde yüzde 70 almışken yapılacak bir seçimde bir miktar gerilese bile muhalefet birleşse de bir seçenek oluşturması çok güç. 

Levon Ter-Petrosyan’ın 98’deki istifasından beri Ermenistan siyasetine “Karabağ Çetesinin” hakim olduğu ifade ediliyor. Bunlar kimdir ve nasıl bir ekonomik-toplumsal desteğe dayanmaktadırlar. Bu hizbin Rusya desteğine mazhar olduğu ifade ediliyor. Rusya’nın güncel Ermenistan siyasi üzerindeki etkisini değerlendirir misiniz?

SSCB’nin yıkılmasından sonra ortaya çıkan ülkelerde oligarklara dayanan otoriter rejimler kuruldu. Azerbaycan’ın 50 yıldır Aliyev ailesinin yönetiminde olduğunu göz önüne alırsak ne tür rejimlerin hüküm sürdüğü daha iyi anlaşılabilir. Demokrasinin esamesinin okunmadığı, sendikaların, yurttaş hareketlerinin alabildiğine cılız ve deneyimsiz, ifade özgürlüğünün sınırlı olduğu toplumlar bunlar. Ermenistan’da SSCB’nin son döneminde başlayan halk hareketi biraz farklı bir yörünge izlese de sonunda aynı akıbete uğradı. Petrosyan’ı elimine eden güçler yirmi yıl Ermenistan siyasetine ambargo koydu. Bir yandan Karabağ etrafından milliyetçi bir söylem tutturulurken bir yandan da ülke yolsuzluk batağındaydı. Oligarkların egemenliğinde ülke hem doğum oranlarının düşmesi hem de ekmeğini kazanmak için başka ülkelere gidenlerden ötürü ciddi nüfus kaybı yaşandı. Ermenistan’ın herhangi bir yeraltı zenginliği olmadığı gibi iki büyük komşusu Türkiye ve Azerbaycan ile sınırları da kapalı.

Rus ordusu Ermenistan’da üs sahibi ve Türkiye sınırında da Rus askerleri konuşlanmış durumda. Silahlanma açısından tamamıyla Rusya’ya bağımlı. Öte yandan Ermeni oligarklar da bir anlamda Rusya’dakilerin uzantısı. Önceki rejim (Cumhuriyetçi Parti muhafazakârdır) Rusya ile daha sıcak ilişkiler içinde iken Paşinyan’ın hareketi liberal ve Avrupa eğilimli. Karabağ savaşının da gösterdiği üzere Rusya Ermenistan’ın güvencesi. Paşinyan’dan hoşlanmamakla birlikte arkasında ciddi bir seçmen desteği olduğu için Rusya’nın açık bir darbeye yol vermesi zor.

Türkiye darbe girişimi olarak nitelediği olayları sert bir biçimde kınadı. Sizce bu Nikol Paşinyan’a dönük destek sadece Karabağ Savaşı sonrası varılan anlaşmanın muhafazası için midir, yoksa olası iktidar alternatifini mi Türkiye kendi çıkarları açısından daha sıkıntılı bulmaktadır? Anlaşma sırasında Nahçıvan’ı dolayısıyla Türkiye’yi Azerbaycan’a bağlayacak bir güzergahtan da bahsedildi, Türkiye’nin bu bölgedeki rolü, Rusya’nın etkinliği de düşünülecek olursa, ne olabilir?

Yapılan anlaşmanın nasıl yürürlüğe sokulacağı açık değil. Şimdilik bölgeye Rus askerinin yerleşmesinin dışında somut bir gelişme söz konusu değil. Türkiye’nin aslında bir Ermenistan politikası olduğu pek söylenemez. Zaten ilişki de yok. Darbeye karşı çıkışın aksi düşünülemez hele hele olmadık darbelere maruz kaldığını iddia eden birilerinin çıkıp da askeri bir darbeyi desteklemesi garip olurdu. Paşinyan’a bir alternatiften söz edilecekse bu eski rejimin kalıntısı olabilir ancak. Karabağ yenilgisini bahane ederek darbe yaptıktan sonra gelecek bir yönetimin yapabileceklerinin hayırlı olmasını da beklememek gerek.

Yukarı Karabağ’ı Ermenistan’a ve Nahçıvan’ı Azerbaycan’a bağlayacak bir koridordan söz edildi. Ama bunların güzergâhı hakkında bir netlik yok. Nahçıvan’a eğer bir kara koridoru açılırsa bu Ermenistan’ın İran sınırının kapatılması demektir. Her iki koridorun Rus askerlerinin denetiminde olacağı düşünülürse bu mesele de onların bileceği bir iş haline gelebilir. Zaten Karabağ savaşının gizli galibi, SSCB’nin yıkılışında buradan uzaklaşmış olan, tarafların daveti ile hakem olarak bölgeye yerleşen Rusya’dır.

Bir millet iki devlet formülasyonu hamasetten öteye gitmez. Türkiye Bakü’ye bedavaya silah vermedi, tıpkı İsrail gibi. Hidrokarbür ulaşımı açısından ortak çıkarlar var. Ancak bölgesel nüfuz açısından Rusya’nın kırmızı çizgilerini Türkiye’nin aşmayı denemesi beklenmemelidir. Bitirirken, Karabağ savaşı sırasında her iki toplumdan milliyetçilik ve militarizme karşı seslerin cılız da olsa yükseldiğini eklemek gerekir.

Kaynak: https://e-komite.com/2021/masis-kurkcugil-ile-ermenistandaki-siyasi-kriz-uzerine-soylesi/

328 STÖ LGBTİ+’lara nefret söylemi ve polis şiddetine karşı #beraberiz dedi

LGBTİ+’lara nefret söylemi, Boğaziçi LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü’nün kapatılması ve polis şiddetine karşı #beraberiz imza kampanyası 328 sivil toplum örgütünün imzasıyla sonlandı.

LGBTİ+’lara nefret söylemi, Boğaziçi LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü’nün kapatılması ve polis şiddetine karşı sivil toplum örgütlerinin imza kampanyası sonlandı.

#beraberiz diyerek öğrencilerin demokratik üniversite talepleri ve LGBTİ+’ların hakları için bir araya gelen 328 sivil toplum örgütü, yetkilileri LGBTİ+’lara nefret söyleminden vazgeçmeye, LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü’nün kapatılması kararından geri dönmeye, polis şiddeti ve gözaltıları sonlandırmaya ve tutuklanan öğrencileri serbest bırakmaya çağırdı.

7 Şubat’ta başlayan imza kampanyasına bir haftada 328 sivil toplum örgütünden imza geldi. İmzacılar ve açıklamanın tam metni beraberiz.org internet sitesinde yayınlandı.

#beraberiz ekibi kampanyayı sonlandırırken, “Metni imzaya açtığımız günden bugüne LGBTİ+’lara nefret söylemi devam etti. Boğaziçi Üniversitesi LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü hâlâ resmen kapatılmış durumda. Anayasal haklarını kullanan 9 öğrenci hâlâ tutuklu. Bu sebeple talebimizi yineliyoruz: Yetkilileri LGBTİ+’lara nefret söyleminden vazgeçmeye, LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü’nün kapatılması kararından geri dönmeye, polis şiddeti ve gözaltıları sonlandırmaya ve tutuklanan öğrencileri serbest bırakmaya çağırıyoruz. Bu kampanyaya imza atan ya da atmayan bütün sivil toplum örgütlerini haklarımız için bundan sonra da ses çıkarmaya davet ediyoruz” dedi.

İmza kampanyasının tam metni ise şöyle:

“Beraberiz, vardık, varız, varolacağız!

“Biz eşitlik, adalet, özgürlük ve haklarımız için mücadele eden sivil toplum örgütleri olarak, 1 Ocak itibari ile Boğaziçi Üniversitesi Rektör atanma süreci sonrasındaki gelişmeleri takip ediyoruz.

“Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri başta olmak üzere anayasal demokratik haklarını kullananlara polis şiddeti, gözaltı ve tutuklamalar, LGBTİ+’lara üst düzey kamu görevlilerinin öncülük ettiği nefret kampanyaları ve Boğaziçi Üniversitesi LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü’nün kapatılması hiçbir koşulda meşru değildir ve kabul edilemez. Öğrencilerin demokratik üniversite taleplerinin yanındayız. LGBTİ+’ların hak mücadelesi hepimizin mücadelesidir.

“Yetkilileri LGBTİ+’lara nefret söyleminden vazgeçmeye, LGBTİ+ Çalışmaları Kulübü’nün kapatılması kararından geri dönmeye, polis şiddeti ve gözaltıları sonlandırmaya ve tutuklanan öğrencileri serbest bırakmaya çağırıyoruz.”

Eko-Leninizm İçin – Andreas Malm

Küresel ısınma tahminleri dünyanın sonunu anlatan kıyamet senaryoları gibi okunuyor. Hâkim ve yılgın olan anlatı, herhangi bir direnişin artık anlamsız olduğunu öne sürüyor. Bu iklim kaderciliğinin hangi siyasi anlayışa dayandığını düşünüyorsun?

Amerika Birleşik Devletleri’nde, kendilerini kıyamete hazırlamak için sığınaklar satın alan Prepperci (1) kitlesel bir hareket gelişmekte. Bence bu tutum günümüzün siyasi koşullarının bir belirtisidir. Milyonlarca insan kendilerini olabilecek en kötü duruma hazırlamak için önlem almaya hazır -ancak bunu bir özel mülk sahibi olarak tek tek, başkasına bağlı olmadan yapmaktadırlar. Önümüzdeki dönemde ciddi çevresel felaketlerle karşı karşıya kalacağız ve pek çok kişi buna karşı hiçbir şey yapamayacağımıza ve kendi başımıza başa çıkmamız gerektiğine inanıyor.

Bu tür kadercilik yabancılaşmış bir toplumun özüdür; bizleri krizli bir geleceğe sürükleyen güçlerin, kolektif eylem yeteneğimizden daha güçlü olduğunu zannetmemize neden olur. Ve yeterli sermayeye sahip olanlar, bu duyguyu bireyselleştirilmiş bir hayatta kalma projesine yönlendiriyorlar. Ancak nesnel olarak konuşursak, elbette rotamızı değiştirebiliriz. Bu krizin nedenlerini -bunlardan en belirgin olan CO2 emisyonlarının kaynaklarını- hedef alabiliriz. İnsanlar bunun kendi imkanları dahilinde olduğunu hayal edebilseler, şimdi tamamen farklı bir yolda olurduk.

Öyleyse bu tutum, siyasi hayal gücünün eksikliğinden kaynaklanan bir tür kendi kendini gerçekleştiren kehanet haline mi geliyor?

Evet kesinlikle. Milyonlarca insan felakete doğru gittiğimizi ve bir sığınakta saklanmaktan başka seçeneğimiz olmadığını kabul ederse, bu kendi başına bu tahminin gerçekleşmesi olasılığını artırır. Ancak bunun yerine, böylesine aşırı bir senaryoyu önlemeyi amaçlayan kolektif bir çözüm için de mücadele edilebilir. Aynı zamanda, tabii ki felaketin ortasında yaşadığımız inkar edilemez. Sadece yeterince radikal olmakla, ortaya çıkan tüm felaketleri durdurabileceğimizi söylemek yanlış olur. Ancak yaklaşan berbat durumların yelpazesinde, siyasi eylem için hala çok fazla alan bırakan boşluklar var.

Sen, sosyal demokrat yaklaşımları eleştiriyorsun ve bunların, iklim değişikliği gibi hızlı ilerleyen acil bir durumla başa çıkamayacaklarını ifade ediyorsun. Sosyal demokrasinin sınırlarını nerede görüyorsun?

Klasik sosyal demokrat reformizmi toplumsal sıkıntıları iyileştirmek için onlarca yıl süren kademeli değişime dayanıyor. Ancak, bu büyüklükteki bir felaket üzerimize doğru koşuyorsa, o zaman her şeyi aynı bırakan bir politikadan hemen vazgeçmeliyiz. Bu ne kadar uzun sürer ve ne kadar çok zaman kaybedilirse, bu kopuş o kadar radikal olmak zorundadır. Siyasi liderlik, küresel ısınmayı engelleyen her türlü çareyi geciktirmekle kendisine çelme takmış olur. Çünkü onlarca yıl süren gecikme ve reddetmenin ardından eyleme geçmek için elimizde geriye kalan seçenekler çok radikaldir. 1990’larda iklim krizini etkili bir şekilde ele almaya başlamış olsaydık, bunu adım adım önleyebilirdik. Fakat BM İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması’nın kabul edilmesinden bu yana verilen tüm sözler bozulduğu için, bu durum daha az uygulanabilir hale geliyor. Böylece sosyal demokrat siyasetin zamansallığı ön koşulunu yitirir -ancak bu, sosyal-demokrat partilerin rol oynamayacağı anlamına gelmez.

En iyi şansımız, Yeşil Yeni Düzen (Green New Deal) gibi bir proje olabilir, çünkü bu, ekonomilerimizin sınırlı bir süre içinde radikal bir şekilde yeniden yapılandırılmasını öngörmektedir. Bu nedenle, Yeşil Yeni Düzen, açıkça buna dayanmasına rağmen, bazı açılardan, klasik sosyal demokrat çerçevenin ötesine geçmektedir.

Yani, devlet tarafından alınan tedbirler olmadan, bu tür bir ekonomik yeniden yapılanma mümkün olmayacaktır. Bunun içinde bir otoriterlik tehlikesi görüyor musun?

Devletin her zorlayıcı önleminde olduğu gibi, elbette burada da otoriter bir yöne doğru gelişme riski vardır. Ancak bu risk de zamanla artmaktadır, çünkü ne kadar uzun süre beklersek, önlemler o kadar acımasız olmak zorundadır. Ancak şu anda, herhangi bir hükümetin iklim kriziyle başa çıkmak için kendi inisiyatifiyle önlem aldığına dair neredeyse hiç bir belirti yok gibi. Halkın baskısı altında hükümetlerin bu değişime doğru ilerlemesi daha olasıdır. Ve otoriter bir devletin ortaya çıkmasına karşı bu popüler direnişin en etkili korumamız olacağına inanıyorum.

Ancak bunların hepsi çok spekülatiftir. Var olan koşullar altında, daha çok Güneş Radyasyonu Yönetimi(2) gibi teknolojilerin küresel ısınmaya karşı bir çare olarak devreye sokulabileceğini tahmin etmemiz gerekiyor. Ve bu teknoloji kendi içinde zaten otoriter eğilimleri barındırıyor çünkü kullanımı küresel sıcaklıkları düzenlemekten ve sülfat aerosollerini stratosfere püskürtmekten sorumlu bir merkezi kurum gerektiriyor. Tüm gezegen üzerinde bu kontrolü kimler uygulamalı? Yani, kriz ne kadar uzun sürerse, otoriterlik tehlikesi o kadar artar.

Kaçınılmaz bir felaketin farkına varmanın Devrimci Marksizmin ortaya çıkmış olmasında belirleyici öneme sahip olduğuna dikkat çekiyorsun ve burada Lenin’i hatırlatıyorsun. Zamanımızdaki bir “Ekolojik Leninizm” neye benzeyebilir?

Bu konsept, Ekim Devrimi öncesindeki yılların belirli bir anlayışına dayanmaktadır. Lenin için Birinci Dünya Savaşı, kapitalizmin emperyalist aşamasında ne kadar yıkıcı hale geldiğini kanıtlayan en üst felaketti. Lenin’e göre, o anda savaş krizinin, savaşın itici güçlerinin krizine dönüştürülmesi gerekiyordu -ve bununla açıkça emperyalist kapitalizm kast ediliyordu. Bu düşünceyi günümüze çevirirsek, stratejik amacımız ekolojik krizi buna neden olanların, yani fosil sermayenin bir krizine dönüştürmek olmalıdır. Eko-Leninizmin temel fikri budur. Lenin’in politikasının bir başka özelliği, gecikmelerin son derece tehlikeli olabileceğinin bilincinde olmasıdır. Bunu bir kez 1917’de devrim talebinde bulunduğunda ve yine 1918’in başlarında Almanya ve İttifak Devletleri ile barış yapma kararı ile karşı karşıya kaldığında fark etti. Bir felaketi kontrol altına almak için hızlı hareket etmek zorunda olma fikri Lenin’in politikasının merkezinde yer alıyordu ve bu, bugün bizim için de aynen geçerlidir.

Ve sonuçta, Lenin’in anarşizmi eleştirmekte haklı olduğuna inanıyorum. Olağanüstü durumlarda devletin gitmesini basitçe arzulayamayız. Başlı başına devletin müdahalesi olmadan fosil yakıtlardan yenilenebilir enerjilere geçişin nasıl olabileceğini tasarlayabilmek zordur.

Peki, Devrimci Marksizmin hala bir şansı olduğunu düşünüyor musun? Son yıllarda solun içinde hangi güçlerin başarılı bir şekilde hareket ettiğine bakarsak, bunlar daha çok reformist, solcu sosyal demokrat kamptan geliyordu. O halde sen, Eko-Leninizmin sosyal temelini nerede görüyorsun?

Devrimci özne sorunu elbette temel bir sorundur. Lenin’in yanıtı netti -bizim için öyle değil. Sosyal değişimin bariz bir temeli olarak sanayi proletaryasına güvenemeyiz. Tabii ki, küresel kuzeyde hala kendisinin kalıntıları var -sanayi işçi sınıfından hala arta kalan kesimin bir katkıda bulunamayacağını söylemek istemiyorum. Yenilenebilir enerji sektöründe yeni iş alanları yaratmak ve endüstriyel üretimi ekolojik amaçlara kanalize etmek bence son derece önemlidir. Ama sorun hala ortada. Geçen yıldan öğrenebileceğimiz bir ders, iklim hareketinin toplumun büyük bir bölümünü dahil etme potansiyeline sahip olduğudur. Ancak 2019 yılındaki iklim protestolarındaki sorun, ortalamanın üzerinde beyaz orta sınıf insanını harekete geçirmiş olmasıydı. Burada çok daha geniş bir seferberliğe ihtiyacımız var.

Ayrıca bize karşı esen rüzgarlara karşı hazırlıklı olmamız gerekiyor -2018 yılında cereyan eden olaylar bunu gösterdi: Avrupa’daki sıcak hava dalgası yüzünden iklim krizini inkar etmek gittikçe zorlaştığında, iklim hareketi ile fosil yakıt endüstrisinin savunucuları arasındaki antagonizm doruk noktasına ulaştı. Bu, dünyanın en büyük iklim gösterilerinin gerçekleştiği ve aynı zamanda AfD’nin(3) iklim değişikliğinin reddini bir seçim manifestosu yaptığı Almanya’da çok belirgin olarak kendini gösterdi. Yaklaşan çevresel felaketlerle birlikte bu türden daha fazla kutuplaşmayı ifade eden olayların olacağını düşünüyorum. Ve bu durumların yaşanmaya değer bir gelecek için mücadeleye yön veren bir siyasi özne geliştirme fırsatı taşıdığına inanıyorum.

Elbette ki kesinlikle bizi aniden zafere götürecek Leninist partiler oluşmayacaktır. Eko-Leninizm taslağı, daha çok sol bir iklim politikasının stratejik kapsamlarını ortaya çıkarmaya yönelik bir girişimdir.

Almanya’da kömür üretiminden vazgeçmeye şiddetle karşı çıkan ve böylece linyit bölgelerinde siyasi başarılar elde eden AfD’den bahsettin. Ancak Avrupa’nın dışında da, mesela ABD ve Brezilya’da, yükselen sağ güçlerin fosil yakıt endüstrisinin savunuculuğuna soyunduklarını gördük. Sağcı güçlerle fosil sermaye arasındaki bu ittifak, biz solcular için neyi ifade ediyor?

Bu ittifak, kendisiyle yüzleşmemizi gerektiren ciddi bir siyasi tehdidi ifade ediyor -sağın siyasi bir yenilgisi olmadan iklimi gerçekten koruyabilmek düşünülemez. Almanya; AfD ile savaşmadan kendi kotasına düşen sera gazını sıfırlama hedefine ulaşamayacaktır. Sol şimdi, fosil yakıt endüstrisinde çalışanların sosyal statü kaybı korkularına cevap vermek söz konusu olduğunda, işçilere yenilenebilir enerji sektöründe daha cazip bir istihdam sağlayan veya ekolojik değişim için gerekli kaynakların üretimini gösteren somut bir plan sunmalıdır.

Buna ek olarak, otomobil endüstrisindeki işçilerin geniş desteğini kazanmanın umut verici olduğunu düşünüyorum, çünkü bu sektör çok kısa bir süre içinde önemli malları toplu olarak üretme fırsatına sahip ve bu -hatta tam da kısa bir süre önce- yani korona pandemisinin ilk zamanlarında oldu: Birçok fabrika üretimlerini değiştirdi ve otomobillerin yerine Covid-19 ile mücadele için acilen ihtiyaç duyulan solunum cihazları üretti. İşte burada, iş güvenliğini riske atmadan bu fabrikalarda tamamen farklı bir şey yapabileceğimiz fikrini oluşturmak için çığır açan bir örneğe sahibiz.

Korona pandemisini iklim değişikliğinin neden olduğu insan yapımı bir felaket olarak tanımlıyorsun. Ancak Korona krizi tartışmalarında iklim hareketi büyük ölçüde sessiz kaldı. Bunun yerine harekete mi geçmeliydi?

İklim hareketi, bu tür pandemilerin, bunun altında yatan nedeni ele almadığımız sürece tekrar tekrar oluşacağını açıkça belirtmelidir.

Hareket, Covid-19 salgınının zamanımızdaki ekolojik krizin bir belirtisi olduğuna dair bir bilinci yaratmak zorundadır -tıpkı 2018’de sıcaklık dalgasının iklim krizinin bir belirtisi olduğunu ifade ettiği gibi. Ve zoonozlar, yani korona virüsünde olduğu gibi hayvanlardan insanlara bulaşabilen patojenler, her şeyden önce en zenginlerin tüketim alışkanlıklarından kaynaklanıyor ve bu nedenle bunların hedeflenmesi gerekiyor. Burada, en zenginlerin hayatlarımızı ve gezegenimizi nasıl tehlikeye attığını göstererek karşı bir muhalefeti harekete geçirmek için büyük bir potansiyel var. Ancak şimdi bu pandemi; büyük gruplar halinde toplanmanın yasak olduğu bir durum yarattı -yani bu, siyasi bir hareket için çok olumsuz koşullardır.

Bu siyasi felci kıran Black Lives Matter hareketi beni etkiledi. Siyasi bir şey elde etmek isteyen sokaklara dökülmeli ve gerekirse militanlıktan uzak durmamalıdır -bu protestolar bunu göstermiştir. Çünkü kitlesel seferberlik, ancak göstericilerin Minneapolis’te bir polis karakolunu ateşe vermesinden sonra başladı. Pasifist stratejik tahminlerin aksine, bu durum insanların protestolardan uzaklaşmasına değil; tam aksine yol açtı. Bu olay; barışçıl aktivizmle mülke zarar veren ve polise karşı çatışmacı bir tavırla birleşen bir kitle hareketinin katalizatörü oldu. Ve bu protesto biçimi etkisini gösterdi: ABD’de polis hukukunda reformlar dayattı ve dünyanın birçok yerinde ırkçılığa karşı bir protesto dalgasını tetikledi. Hiç kimse George Floyd protestolarının bu kadar büyük boyutlara ulaşabileceğini beklemiyordu. Bu belki de bu yılın en önemli dersidir: beklenmedik şeyler hala olabilir.

Çeviri: Cengiz Onur

Kaynak: https://jacobin.de/artikel/klimabewegung-klimawandel-malm-okoleninismus-corona-krise/

Türkçe Kaynak: http://siyasihaber6.org/eko-leninizm-icin

(1) Prepper: Gelecekte bir felaket veya doğal afet yaşanacağını düşünen ve buna hazırlık olarak sığınak kazan/hazırlayan, silah, gıda, ilaç vs. depolayan kişi.

(2) Solar Radiation Management / Solar geoengineering

İngilizce: https://en.wikipedia.org/wiki/Solar_geoengineering

Almanca: https://klima-der-gerechtigkeit.de/2018/07/04/geoengineering-in-der-atmosphaere-

was-ist-solar-radiation-management-und-warum-ist-es-problematisch/

(3) Almanya’nın ırkçı partisi AfD neden başarılı?

Dördüncü Enternasyonal’i Var Edenler – Pierre Frank

[Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının arasındaki dönemin] koşulları Troçkistler için herhangi bir işçi sınıfı eğilimine nazaran çok daha ağır oldu. Troçkistlere karşı, kendi sınıfları içinde güçlü bir işçi devletinin desteğini arkasına almış bürokratlarca yanlış yönlendirilen samimi devrimci işçiler tarafından baskı uygulanırken, ekseriyetle kışkırtıcı bir unsur olan burjuva baskısı, birçok muktedir devrimciyi ellerinden gelenin en iyisini yapamadıkları durumlara itti.

Yoldaşı Natalia’nın ismiyle ayrılmaz bir şekilde eşleştirilen Troçki’nin ismi, yarattığı harekete katılan herkesin isminin üstünde sivrilmekte ve bir kez daha, devrimin kahramanlık günlerinde olduğu gibi ünlü olmaya başlamaktadır. Ama işçilerin gözlerinde Stalinci iftiralar tarafından isimleri lekelenmiş olarak kalan ya da yeni nesillerce hâlâ tanınmayan nice insanlar var! Troçkist hareketin kendisi de, programının zaferi uğruna mücadele eden kimseler hakkında genellikle çok cana yakın davranmamıştır. Tarih, yavaş yavaş, uluslararası ölçekte ve her ülkede onlara hakkını verecektir.

Stalinizmin Troçkistlere karşı bitmeyen zulmünün diğer bir sonucu uzun bir zaman diliminde onun birçok insanda tohumunu ektiği kafa karışıklığı ve gözdağıydı. Bu durum kesin bir şekilde hareketin çeperini, tüm öncü hareketlerin ihtiyaç duyduğu çeperi, arkadaşlara ve sempatizanlara indirgedi. Bu cihetle bizler böylesi bir düşmanlık içinde arkadaşımız olanlara olduğu gibi, Komünist Enternasyonal’in devrimci önderlerine ve onun taraftarlarına, bütün yolu bizimle yürümemiş olsalar ya da bizimle farklılıklara sahip olsalar da hayatlarının sonuna kadar dünya devrimi davasına sadık kaldıkları için saygılarımızı sunuyoruz.

Bunlar arasında olanlar:

Isaac Deutscher, tarihçi ve deneme yazarı. 1926’da Polonya Komünist Partisi’ne katıldı ama 1932’de Stalin karşıtlarının önderi ve sözcüsü olarak yaptığı faaliyetler sebebiyle atıldı. 1967’deki ölümüne kadar yaşadığı Britanya’ya 1939’da geldi. 1938’de Dördüncü Enternasyonal’in kurulmasına karşı çıkmasına rağmen, yazıları, özellikle de Troçki’nin yaşamı üzerine olan üçlemesi –Silahlı Sosyalist, Silahsız Sosyalist, Kovulan Sosyalist– hareketimizin temel fikirlerine insanları çekmede haddi hesabı olmayan bir etki yarattı.

Andres Nin, İspanyol devrimi sırasında GPU (Sovyet gizli polis teşkilatı) tarafından öldürüldü.

Elsa Reiss, kendisini, oğlunu ve aynı zamanda (aşağıda göreceğiniz) yoldaşı Ignace’i öldürmeleri için emir verdiklerinde 1937’de Stalin’in suikastçılarından güçbela kaçtı. “Our Own People” kitabı (Elisabeth K. Poretsky ismiyle basıldı) Stalin’in, Hitler dâhil kapitalist dünyanın yaptığından daha fazla devrimci militanı yok ettiği “Yezhov dehşeti”nin korkunç döneminin dramını yeniden yaşatmaktadır.

Louis Polk, Belçika’daki muhalefeti kurmada yer alan ve Neuengamme toplama kampında ölen Belçika Komünist Partisi Merkez Komitesi üyesi

Tan Malakka, 1914’te Sneeivlet ile birlikte Endonezya’da devrimci sosyalist hareketin kurucularından biri, savaşı takip eden gerilla mücadelesindeki çarpışmada kayboldu.

Mario Roberto Santucho, 1976’da güvenlik güçleri tarafından öldürülen, Arjantinli PRT/ERP’nin (Partido Revolucionario de los Trabajadores – İşçilerin Devrimci Partisi / Ejército Revolucionario del Pueblo – Halkın Devrimci Ordusu) önderi. Gerçek bir devrimci enternasyonalist olan kendisi, grubunun seksiyonla birleşmesiyle 1967’de Dördüncü Enternasyonal’e katıldı. 1973’te Enternasyonal’den ayrılmasına sebep olan, onu Troçkist programın doğruluğuna inandırmaktaki başarısızlığımız hareketimiz için ciddi bir yenilgiydi.

Sara (Weber) Jacobs, 1931’den itibaren neredeyse üç yıl boyunca ve tekrar 1939’da Troçki’nin sekreteri olarak görev yaptı.

Mario Roberto Santucho

Nicola di Bartolomeo (Fosco), İspanya’da savaşa katılan, faşist rejim süresince Fransa’da sürgünde olan İtalyan Komünist işçi. Fransa’ya döndüğünde, onu bir toplama kampına sürgün eden İtalyan yetkili mercilerine teslim edildi. Savaşın sonunda özgür bırakıldığında İtalya’da Troçkist örgütlenmeyi yeniden inşa etti. 1946’da, 44 yaşındayken öldü.

Angel Amado Bengochea (1926-1964), 1940’larda Arjantin’deki ilk öğrenci ayaklanmalarının ve Sosyalist Gençlik’in önderi. La Plata’da Hukuk Fakültesi öğrencisiyken Sosyalist Parti içinde Marksist bir muhalefet kurdu ve 1946’da Troçkist harekete katıldı. 1950’lerde bir fabrikada çalıştı ve Peroncu sendikaların önderi oldu. 1957’de altı ay boyunca tutuklu kaldı. Diğer Latin Amerika ülkelerindeki mücadeleyle bağlantılı olarak 1963’te politik-askeri bir grup kurdu ve bir patlama sırasında öldürüldü.

Fernando Bravo, Bolivyalı öğretmenlerin önderi, Enternasyonal’in kongrelerinde Bolivyalı POR’un (Partido Obrero Revolucionario – Devrimci İşçi Partisi) temsilcisi, görev esnasında öldü.

James P. Cannon (1890-1974), 1910’da Dünya Sanayi İşçileri’ne (IWW) katıldı. Ekim devriminin bir destekçisi olarak, 1918’de Sosyalist Parti’ye katıldı ve 1919’da Komünist Parti’nin kurucularından biriydi. 1922’de bu partinin başkanı olarak Moskova’ya gönderildiğinde, Komintern İdari Komitesi’nde sekiz ay kadar görev aldı. Bu arada, başta Sacco ve Vanzetti’yi kurtarma mücadelesi olmak üzere Uluslararası[WU1]  Emek Savunması’nda büyük rol oynadı.

Komintern’in Altıncı Kongresi’nin bir temsilcisi ve program komitesinin bir üyesi olarak, sürgün Troçki’nin Buharin tarafından sunulan kongre programına dair eleştirilerini dinlemeye geldi. Troçki’nin görüşlerinin haklı bulunmasıyla, Cannon ve Maurice Spector (Kanada delegasyonunun bir üyesi) onun metnini gizlice alıp Kuzey Amerika’ya götürdü ve yayımladı. Troçkizm sebebiyle Komünist Parti’den çıkarılmasını takiben Cannon, Max Shachtman ve Martin Abern ile birlikte, Mayıs 1929’da Komünist Lig’i (Muhalefet) kurdu. 1960’larda hastalığı kendisini danışman pozisyonuna getirene kadar Amerikan Troçkist hareketinin önderi olarak kaldı.

1934’te Minneapolis’teki kamyoncuların açlık grevlerinde önemli rol oynadı. İlerleyen yıllarda, ilk olarak İşçi Partisi ile birleşme ve daha sonra 1936-37 yılları arasında Sosyalist Parti’ye kısa süreli bir katılımla Amerikan Troçkist güçlerinin önemli açılımında etkiliydi. Troçkistlerin Sosyalist Parti’den çıkarılması Sosyalist İşçi Partisi’nin kurulmasına yol açtı. Cannon, 1938’de Dördüncü Enternasyonal’in kuruluş kongresine katıldı ve 1939-40 arasında Shachtman ve Burnham tarafından idare edilen Sosyalist İşçi Partisi’ndeki küçük burjuva muhalefete karşı olan ünlü mücadelede Troçki ile işbirliği yaptı. II. Dünya Savaşı sırasında “Smith Act” (bu isimle tanınan ve yabancı uyrukluların kayıt altına alınmasına dair olan kanun, E.N.) çerçevesinde, partinin diğer üyeleriyle birlikte on altı ay boyunca tutuklu kaldı.

James P. Cannon

Cannon özellikle parti basını için üretken bir yazardı (en iyi makalelerinden bazıları Bir Eylemcinin Not Defteri’nde toplandı). Bunun yanı sıra birçok kitap da yazdı. Esasında, bir propagandacı ve eylemci olarak, Eugene Debs ve Bill Haywood’u takip eden kuşakta Amerikan işçi hareketinin belki de en önde gelen figürüydü.

Tomas Chambi, Bolivya’daki POR’un (Partido Obrero Revolucionario – Devrimci İşçi Partisi) Merkez Komitesi üyesi, Barrientos-Ovando diktatörlüğü sırasında tutsaktı, diktatörlük son bulunca serbest kaldı. 1971’de, Banter hükümet darbesine karşı olan savaşta, La Pat bölgesinden yoksul bir köylü topluluğunun başındayken çatışmada öldü. Sahip olduğu tek şey devrimci inanç olan bu askerin bedeninde, kendi eliyle yazılmış, bir çeşit vasiyet niteliğinde bir not bulundu: “Bana cesur olmayı ve haklı bir sebep için savaşmayı öğreten Devrimci İşçi Partisi’nin bir üyesiyim. Ulusal kurtuluş ve sonrasında nihai zafer için!”

Vincent Raymond Dunne (1889-1970), on yedi yaşında Dünyanın Sanayi İşçileri’ne (IWW) katıldı. 1919’da Birleşik Devletler Komünist Partisi’nin kurucularından biri oldu ve 1928’de Birleşik Devletler Troçkist hareketin kurulmasına katıldı. 1934’te, gelecek yılların büyük işçi sendikası yükselişinin habercisi olan büyük Minneapolis Kamyoncu grevlerinin başındaydı. 1938’de Dördüncü Enternasyonal’in kuruluş kongresine hazırlık olarak Troçki ile müzakerelere katıldı. 1941’de on altı ay süreyle mahkûm edildi.

Heinz Epe (Waiter Held), 1931’de öğrenci olarak Alman Sol Muhalefeti’ne katıldı. Mart 1933’te sürgüne zorlanmasıyla, göç sırasındaki ilk Alman yayını olan “Unser Wort”u yayımladı. Brandt’in kışkırtması sebebiyle Troçkistlerin atılmasına kadar, Willy Brandt ile birlikte Devrimci Gençlik Örgütleri Uluslararası Bürosu’nun sekreterlerinden biriydi. 1934’te Troçki’nin Norveç’e gelip kalmasını organize etti. Norveç’in işgalinden sonra İsveç’e taşınan Heinz Epe, 1941’de Sovyetler Birliği üzerinden Birleşik Devletler’e gitmeyi denedi ama eşi ve çocuğu ile ortadan kayboldu.

Ezio Ferrero (Ettore Salvini) (1938-1976), İtalyan Komünist Partisi’ne katıldı ve üniversite eğitimi için 1956’da Moskova’ya gitti. Bu ziyaretinin sonucu olarak bürokrasiye karşı eleştirel bir tutum aldı ve 1962’de Dördüncü Enternasyonal’e katıldı. İtalyan seksiyonunun, Devrimci Komünist Grup (Gruppi Comunisti Rivoluzionari – GCR) ulusal önderlik üyelerinden biriydi ve Sekizinci Dünya Kongresi’nin bir üyesiydi; ama en çok özellikle Sovyet ekonomisi ile İtalyan politik ve ekonomik problemleri üzerine yayınlarımıza yaptığı katkılarla tanınmaktaydı.

José Aguirre Gainsborg, sürgünde Bolivyalı bir devrimci, Şili Komünist Partisi’nin yönetici üyesi. 1934’te, siyasi açıdan silahlandırdığı, Bolivyalı POR’un (Partido Obrero Revolucionario – Devrimci İşçi Partisi) kurucusu. Yıllarca sürgünde ve hapiste yaşadı, otuz dört yaşında öldü.

Peter Graham (1945-1971), İrlandalı genç devrimci, Connolly Gençliği’nin üyesi olarak başladı ve hızla Troçkizme doğru ilerledi. İrlandalı İşçi Grubu’nun üyesi oldu ve sonra Dublin’de İşçi Cumhuriyeti ve Genç Sosyalistler Birliği’nin kuruluşuna katıldı. Uluslararası Marksist Grup’a katıldığı Londra’ya geldi ve Kızıl Köstebek’in yazı işlerinin bir üyesi oldu. Bir İrlanda seksiyonu kurma amacıyla Dublin’e yeni dönmüştü ki hâlâ aydınlığa çıkmamış koşullar altında öldürüldü. IRA (Irish Republican Army, İrlanda Cumhuriyet Ordusu) ve İrlanda sosyalist hareketinin diğer tüm militan organizasyonları onun anısına saygılarını sundu.

Jules Henin (1882-1964), madenci, 1905’ten itibaren Belçika İşçi Partisi (Parti Ouvrier Belge) üyesi. 1919’da ilk Belçikalı Komünistlerden biri, 1927’de Troçkist hareketin kurucusu. Sonucunda mahkûm edildiği 1932’deki Charleroi madenci grevinin önderlerinden biri. Savaş sırasında yeraltı eylemlerini yönetti. Uzun yıllar Dördüncü Enternasyonal Kontrol Komisyonu’nun üyesiydi.

Marcel Hic, 1933’te on sekiz yaşındayken Fransız Troçkist hareketine (POI ve Leninist Gençlik) katıldı. Fransa örgütünü yeniden inşa etti ve Ağustos 1940’tan itibaren La Vérité’yi yayımladı. İşgal sırasında Fransız seksiyonunun sekreteriyken, Dördüncü Enternasyonal’in Avrupa Sekreterliği’nin kurulmasında yer aldı. 1943’te tutuklandı, yaşamını yitirdiği Dora toplama kampında cesur tavrıyla öne çıktı.

Joseph Jakobovic (1915-1943), Hitler işgali sırasında, Avusturyalı grup “Akıntıya Karşı”nın (Gegen den Strom) önderi. Ekim 1943’te vatana ihanetten ve silahlı kuvvetler içinde asiliği teşvik etmekten yargılandı, ölüm cezasına çarptırıldı ve ceza infaz edildi.

Georg Jungclas (1902-1975), On dört yaşındayken, savaşa ve Sosyal demokrasinin ihanetlerine karşı olan Altona Sosyalist Gençliği’ne katıldı (Hamburg yakınlarında). Spartakusbund’un ve sonra Alman Komünist Partisi’nin (KPD) üyesi oldu. Ekim 1923’teki Hamburg ayaklanması başta olmak üzere, devrimci mücadelelere katıldı. Alman Komünist Partisi’nde solun bir destekçisi olarak 1928’de partiden atıldı, Urbahns tarafından kurulan Leninbund’un üyesi oldu. Ancak Urbahns’a karşı Troçki’nin tutumlarını savundu ve 1930’da Alman Sol Muhalefet’in kuruluşunda yer aldı.

Hitler’in iktidara gelişinden sonra Danimarka’ya taşındı. 1944’te Gestapo tarafından tutuklanmasına kadar Danimarka Direnişi’nde yer aldı. Nazilerin çökmesiyle ölümden kurtulan Jungclas, savaştan sonra Federal Cumhuriyet’in boğucu atmosferinde Alman seksiyonunu yeniden kurmak için neredeyse tek başına mücadele etti. 1948’den itibaren Enternasyonal’in bütün dünya kongrelerine katıldı ve Enternasyonal Yürütme Kurulu’na ve Sekreterya’ya seçildi. Almanya’da göçmen işçileri örgütlemeye ilk başlayanlar arasında olan Jungclas, Cezayir devrimini destekleyen hareketin de merkezindeydi.

Zavis Kalandra, 1936’da Moskova duruşmalarını ifşa eden komünist tarihçi. Dördüncü Enternasyonal’in Çekoslovakya seksiyonunun sekreteri olan Kalandra, 1950’de Stalinistler tarafından “casus” olma suçlamasıyla tutuklandı; “Prag Baharı” sırasında itibarı iade edildi.

Franz Kascha (1909-1943), Hitler işgali sırasında Avusturyalı “Akıntıya Karşı” (Gegen den Strom) grubunun önderiydi. Ekim 1943’te vatana ihanetten ve silahlı kuvvetler içinde itaatsizliğe teşvik etmekten yargılandı, ölüm cezasına çarptırıldı ve ceza infaz edildi.

Rudolf Klement, genç Alman Troçkist, Troçki’nin sekreteri, 1938’de, kendini adadığı, Dördüncü Enternasyonal’in kuruluş kongresi öncesinde Fransa’da GPU (Sovyetler Birliği’nde Devlet Siyaset Müdürlüğü adını taşıyan teşkilat, Ç.N.) tarafından öldürüldü.

Rafael Lasala (Nestor), 1958-59 yıllarında Arjantin’deki öğrenci mücadelelerine katıldı, 1967’de Troçkist harekete girdi. 1971’de Enternasyonal’in sempatizanı bir grup olan GOR’un (Grupo Obrero Revolucionario, GOR – Devrimci İşçi Grubu) kurulmasına yardım etti ve Onuncu Dünya Kongresi’nde grubun temsilcisi oldu. Ağustos 1974’te tutuklandı, işkence gördü ve Ağustos 1976’da La Plata hapishanesinde soğukkanlı bir şekilde öldürüldü.

Abraham Leon (1918-1944), Varşova’da doğdu, Siyonizm’le ilişkisini kesti ve Yahudi Sorunu: Marksist Bir Yorum’u (The Jewish Question: A Marxist Interpretation) yazdı. Savaşın başında, Belçikalı Troçkist örgüte katıldı, baş örgütleyicisi oldu ve Avrupa Sekretaryası’nın kurulmasında görev aldı. Haziran 1944’te tutuklandı, aynı yılın Eylül ayında Auschwitz toplama kampında öldü. 

Léon Lesoil (1892-1942), Birinci Dünya Savaşı sırasında Rusya’daki Belçika Misyonu’nda askerdi, Ekim Devrimi’ne destek verdi ve Belçika Komünist Partisi’nin kurucularından biriydi. 1923’te partinin Merkez Komite üyesi oldu ve daha sonra ”devlet güvenliğine karşı faaliyet yürütmek”ten tutuklandı. 1927’de Belçika Troçkist örgütünün kurucularından biriydi, 1932’de Charleroi havzasındaki madenci grevinin önderiydi ve Dördüncü Enternasyonal’in kuruluş kongresine delege olarak katıldı. 1941’de tutuklandı, 1942’de Neuengamme toplama kampında öldü.

Cesar Lora, Siglo XX madenindeki Bolivyalı işçilerin önderi; 19 Temmuz 1965’te Barrientos’un askerleri tarafından öldürüldü.

Sherry Mangan (Patrice), Amerikalı yazar ve gazeteci, 1934’ten itibaren Troçkistti. İşgal altındayken Fransız Troçkist örgütün eylemlerine katıldı ve Petain tarafından Fransa’dan sürülmesine rağmen savaş boyunca yeraltı gruplarıyla bağını koparmadı. McCarthycilik nedeniyle çok zorlu yaşam koşullarına mecbur bırakıldı, yine Fransa’da Cezayir devrimine yardım için yeraltı hareketlerine katıldı. Enternasyonal’in önderliğinin bir üyesi olarak uzun yıllar hizmet verdi, 1961’de 57 yaşında öldü. 

Charles Marie (1915-1971), demiryolu işçisi, savaştan kısa bir süre sonra Troçkist harekete katıldı. Tutkulu ve yorulmak bilmez bir militan olarak, uzunca bir süre Troçkizmi Rouen’de tek başına savundu. Cezayir savaşı boyunca, yasal ve yasadışı eylemlerde, hareketin canlanışının temellerini attı, Mayıs 1968’in ertesinde Rouen’i Ligue Communiste’in en büyük taşra teşkilatı haline getirecek olan gençleri kazandı. Rouen’deki bir demiryolu işçi hücresi onun adını taşır. Rouen’de yapılan ikinci Ligue Communiste ulusal kongresinde kendisine fahri başkan unvanı verildi.

Jean Meichler, 1929’da La Vérité’nin kurucularından biriydi. Sürgündeki Alman Troçkistlerin yayın organı Unser Wort’un editörüydü. Bu görevinden dolayı tutuklandı ve Fransa’nın işgal altında olduğu süre boyunca rehin tutuldu. İdam edilen ilk rehinelerden biriydi. Öldürüldüğünde 45 yaşındaydı.

Fernando Lozano Menendez, 22 yaşında bir öğrenci ve FIR’in (Frente de Izquierda Revolucionaria – Devrimci Sol Cephe) ulusal önderliğinin bir üyesi, Kasım 1976’da Peru polisi tarafından öldürüldü.

Luiz Eduardo Merlino (Nicolau) (1947-1971), Temmuz 1971’de ülkesinin baskıcı güçlerince öldürülen Brezilyalı gazeteci. Bir militan olarak eylemliliğine Santos’taki öğrenci hareketi içinde başladı, sonra da Sao Paulo’daki gazete çevrelerinde devam etti. Sürekli ilham veren ve önder rolünü üstlendi. 1968’de, hızla önderlik pozisyonuna yükseldiği, POC’a (Partido Operario Comunista – Komünist İşçi Partisi) katıldı. Tecrübeleri onu Dördüncü Enternasyonal’deki pozisyonlarına taşıdı. Üzerine tezler yazdığı ulusal ve uluslararası sorunlar için bir muhalefet örgütledi. Birkaç aylığına gittiği Fransa’dan Sao Paulo’ya gizlice dönmesinin hemen ardından tutuklandı, işkence gördü ve öldürüldü.

Chitta Mitra (1929-1976), Hindistan seksiyonumuzun ileri gelenlerinden, Bengal dilinde bir Troçkist basın oluşturulmasında baş sorumlu. Ayrıca Troçki’nin bazı eserlerini çevirmiştir ve gençler için, yalın bir Bengalce ile bir Troçki biyografisi olan Tomader Trotsky’yi (Senin Troçki’n) yazmıştır.

Henri Molinier (More Laurent) (1898-1944), La Vérité’nin kurulmasına katılmış ve pek çok görevi gizlilik içinde yürütmüş bir mühendisti. Savaş sırasında Enternasyonalist Komünist Parti’nin (Parti Communiste Internationaliste, PCI) askeri sorumlusuydu, Paris’in kurtarılması için savaşırken bir top mermisiyle öldürüldü.

Martin Monat (Paul Widelin) (1913-1944), 1933 öncesinde Sosyalist Siyonist hareketin bir önderi ve Alman KP’nin bir sempatizanıydı ama sonrasında Troçkizme yöneldi ve siyonizmle olan bağını kopardı. 1939’da Belçika’ya göç etti ve oradaki Troçkist seksiyona katıldı. Savaş sırasında Fransa’daki Alman ordusu içine sızma faaliyeti yürütmekten ve Arbeiter und Soldat (İşçi ve Asker) gazetesini çıkarmaktan sorumluydu. Brest’te Alman askerlerden oluşan bir hücre oluşturdu, askerlerin çoğu tutuklanıp kurşuna dizildi. Fransız polisi tarafından tutuklanıp Gestapo’ya teslim edildi. Vincennes ormanında vuruldu ve ölüme terk edildi fakat yardım alarak hastaneye yetişmeyi becerdi. Ancak, hastanede yeniden yakalandı ve Gestapo tarafından öldürüldü.

Moulin, Alman Troçkist, İspanya İç Savaşı sırasında GPU tarafından öldürüldü.

Jabra Nicola (Abu Said) (1912-1974), Haifa’da doğdu ve daha yirmi yaşına gelmeden Filistin komünist partisine katıldı. Önderliğin bir üyesi olarak Arapça yayın organı olan Al Ittihad’ı çıkarmaktan sorumluydu ama parti milliyetçilik tartışması sonucu 1939’da bölündü ve Jabra her iki tarafa katılmayı da reddetti. 1940-42 arasındaki İngiliz işgali sırasında hapse atıldı. 1942’de çoğu Avrupalı göçmenlerden oluşan bir Troçkist gruba katıldı fakat Troçkist örgütün savaş sonrası Orta Doğu’da dağılması sebebiyle yeniden Komünist Parti’ye döndü ve bir kez daha Arapça gazetenin çıkarılması sorumluluğunu üstlendi. Ne var ki 1956’da KP önderliği politik anlaşmazlıklar gerekçesiyle kendisini görevlerinden azletti ve 1962’de KP’den ayrılan diğerleriyle birlikte, daha sonra Dördüncü Enternasyonal’in İsrail seksiyonu haline gelecek olan, Matzpen grubunu kurdu. 1967’de Altı Gün Savaşı’nda ev hapsine mahkûm edildi, 1970’te İsrail’i terk edip Londra’ya geldi ve orada öldü.

Pantelis Pouliopoulos, 1922’de Yunan ordusu içindeki faaliyetlerinden dolayı yargılandı. Das Kapital’i Yunancaya çevirdi. Komünist Enternasyonal’in Beşinci Kongresi’nde Yunan komünist partisi delegesiydi, 1925’te Komünist Parti sekreteri oldu, fakat 1927’de Troçkist olduğu için ihraç edildi. Yunan Troçkist örgütün sekreteri olarak 1936’daki Metaxas darbesi sonrası yeraltına çekildi, fakat 1939’da tutuklandı. 1943’te İtalyanlar tarafından bir rehine olarak vurulduğunda 43 yaşındaydı. İdam mangası karşısında İtalyan askerlere nutuk attı.

Luis Pujals (1942-1971), genç Arjantinli devrimci, 1961’de Palabra Obrera (İşçinin Sözü) grubuna katıldı. 1964’te PRT’nin (Partido Revolucionario de los Trabajadores – İşçilerin Devrimci Partisi) kurucu üyelerindendi ve İkinci Kongre’de parti Merkez Kurulu’na, daha sonra da Yürütme Kurulu’na seçildi. Buenos Aires bölgesinin politik ve askeri sorumlusuydu. 17 Eylül 1971’de tutuklandı, yetkililerce Rosario’ya gönderildi ve 22 Eylül’de geri getirildi. Bu süre zarfında tutuklu bulunduğu otoriteler tarafından reddedilmekteydi. Tüm veriler işkence altında öldürüldüğünü göstermektedir.

Ignace Reiss (Ludwig), Polonyalı komünist, Rus Devrimi sırasında iç savaş kahramanı, Sovyetler Birliği’nin özel kuvvetlerinin önde gelen önderlerindendi. 1937’de, ilk Moskova duruşmasının akabinde, Stalinizm’le bağını kopardı, madalyalarını iade etti ve “Troçki’yi destekliyorum ve Dördüncü Enternasyonal’e katılıyorum” açıklamasını yaptı. Birkaç hafta sonra Lozan yakınlarında GPU tarafından öldürüldü.

Ignace Reiss

Alfonso Peralta Reyes (1939-1977), eğitmen ve Meksika PRT’sinin (Partido Revolucionario de los Trabajadores – İşçilerin Devrimci Partisi) üyesi, Mayıs 1977’de, üniversite sendikalarında hükümetin kemer sıkma politikalarına karşı verilen mücadeleye önderlik ederken “Liga Comunista 23 de Septiembre” (23 Eylül Komünist Birliği) gerilla grubu tarafından öldürüldü.

German Rodriguez Sainz, Troçkist harekete 1971 yılında İspanya’da katıldı ve LCR (Liga Comunista Revolucionaria – Devrimci Komünist Birlik) ile Bask milliyetçisi grubun devrimci kanadı ETA(VI) arasındaki birleştirmede önemli bir rol oynadı. İşçi Komisyonu’nun aktif bir üyesiydi. 1973 Pamplona genel grevinin merkezi önderiydi ve bu grevdeki dahlinden dolayı iki buçuk sene hapis yattı. Temmuz 1978’de Bask milliyetçisi bir protesto sırasında polis tarafından öldürüldü. Cenazesine 30 binin üzerinde insan katıldı.

Wolfgang Salus, genç Çekoslovak komünist, 1929’da, 18 yaşındayken, ülkesinde Troçkist hareketin kurulmasına katıldı. Savaş sonrası Çekoslovak hareketin yeniden örgütlenmesine katkıda bulunduğu için sürgünde öldü.

Lev Sedov (1905-1938), Troçki’nin oğlu, 1927’de Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nden ihraç edildi ve bu noktadan sonra ömrünü Troçki’nin mücadelesine yardımcı olmaya adadı. Moskova duruşmalarında Troçki’yle birlikte sanıktı ve ölüme mahkûm edildi. Paris’te gizemli bir şekilde öldü. Büyük ihtimalle GPU’nun suikastına kurban gitti.

Henricus Sneevliet (1883-1942), Hollandalı işçi sınıfı önderi, 1914’de Endonezya sosyalist hareketinin, 1920’de ise Endonezya KP’nin kurucusuydu. Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi’nde Endonezya KP’sinin delegesiydi ve ÇKP’de (Çin Komünist Partisi) Komünist Enternasyonal’i temsil ediyordu ama Stalinizm’den koptu. Hollandalı sendika konfederasyonu NAS’ın (Nationaal Arbeids-Secretariaat – Ulusal Emek Sekreteryası) önderlerinden biri olarak, 1932’de denizcilerin başkaldırısına destek vermekten hapse atıldı. RSAP’ın (Revolutionair Socialistische Arbeiders Partij – Devrimci Sosyalist İşçi Partisi) kurucularından biri olarak da savaş sırasında tutuklandı ve 13 Nisan 1942’de Nazilerce vuruldu. Kahramanca ölümü ülkesinde örnek bir davranış olarak anılır.

Shuji Sugawara (1949-1978), Japon Komünist Gençlik’in (Troçkist gençlik grubu) ulusal sekreteri ve Narita havaalanının açılmasına karşı yürütülen mücadelenin ulusal ölçekteki örgütleyicisiydi. Beyin kanamasından öldü.

çev. Rıfat Ateş, Yazın Yayıncılık, 2019

Chen Tu-Hsiu (1879-1942), Pekin Üniversitesi’nde profesördü, 1911 demokratik devriminin önderlerinden biriydi. 1920’den 1927’ye kadar sekreterliğini yaptığı ÇKP’nin (Çin Komünist Partisi) kurucularındandı ama daha sonra Troçkist muhalefete katıldı. 1932’de Kuomintang tarafından tutuklandı ve on üç yıl hapse mahkûm edildi. 1937’de şartlı salıverildi, 1942’de öldü. Bugün dahi ÇKP önderliği tarafından hatırasına iftira edilir.

Ta Thu Thau, Vietman’daki Troçkist hareketin kurucusu, savaştan önceki yıllarda Saygonlu işçilerin önderiydi ve savaş sırasında hapisteydi. 1946’da serbest bırakılmasının ardından gizemli bir şekilde ortadan kayboldu, muhtemelen Stalinistler tarafından öldürüldü.

Pierre Tresso (Blasco) (1893-1943), 1925’ten itibaren İtalyan KP’sinin Merkez Kurul ve Siyasi Büro üyesi, Komünist Enternasyonal’in kongrelerinde parti delegesiydi. 1930’da Troçkist olması sebebiyle ihraç edildi, sürgün yeri olan Fransa’da aktif olarak çalıştı. Ligue Communiste’in önderliğine, 1932’deki Kopenhag Konferansı’na ve Dördüncü Enternasyonal’in kuruluş kongresine katıldı. Marsilya askeri mahkemesince savaş sırasında on yıl zorla çalıştırma cezasına çarptırıldı ve Puy hapishanesine yerleştirildi, diğer tüm mahkûmlarla beraber Direniş güçleri tarafından özgürlüğüne kavuşturuldu. Kısa süre sonra, direniş güçleriyle beraberken, çoğu Troçkiste olduğu gibi, ortadan kayboldu. Muhtemelen Stalinistler tarafından öldürüldü.

Humberto Valenzuela (1908-1977), Şili’nin kuzeyindeki nitrat madenleri bölgesinde doğdu. On dört yaşında Huara nitrat madencileri sendikasının kayıt sekreteriydi. Kurulmasından kısa bir süre sonra Şili KP’sine katıldı fakat Troçkistlerin ihracından sonra 1931’de kurulan Izquierda Comunista’ya (Komünist Sol) katıldı. Birleşik İnşaat Sendikası’nın önderlerinden olarak köylü sendikalarının kurulmasına da yardım etti. 1942’de Troçkist aday olarak başkanlık seçimlerine katıldı. 1969’da kendini yeni Şili seksiyonu PSR’nin (Partido Socialista Revolucionario – Devrimci Sosyalist Parti) kurulmasına adadı. Ayrıca halk iktidarının yayın organlarının oluşturulması için MIR (Movimiento de Izquierda Revolucionaria – Devrimci Sol Hareket) ile beraber çalıştı ve Devrimci İşçi Cephesi’nin ulusal önderi seçildi. Darbeden sonra çalışmalarını yeraltında sürdürdü, direniş komiteleri ve Marksist formasyon dersleri tertip etti.

Joseph Vanzler (John G. Wright), Harvard Üniversitesi’nde kimya öğrencisi, Amerikalı Troçkist örgüte 1929’da katıldı, Troçki’nin sayısız eserini tercüme etti, 1956’da 52 yaşında öldü.

Libero Villone (1913-1970), faşist rejim altında, yasadışı olduğu sırada, İtalyan KP’sinde faaliyet gösterdi. 1938’de Moskova duruşmalarını eleştirdiği için KP’den ihraç edildi. 1943’te tutuklandı, Mussolini iktidardan düştüğünde salıverildi. Tekrar KP’ye kabul edildi, kısa süre sonra sınıf işbirlikçiliğini eleştirdiği için ihraç edildi. 1945’te Troçkist harekete katıldı. Öğretmendi, öğretmenler sendikasında çeşitli görevlerde bulundu. Uzun yıllar Bandiera Rossa’nın editörlüğünü yaptı.

Neil Williamson, Uluslararası Marksist Grup’un (IMG – International Marxist Group) İskoç militanı. IMG içinde İskoç ulusal sorununun öneminin kavranmasında önemli bir rol oynadı. 26 yaşında bir trafik kazasında ölmesinin ardından düzenlenen cenaze töreni, on yıllık aralıksız siyasi faaliyetinin kazandırdığı saygınlığın bir nişanesi olarak, emek hareketinin dikkate değer her kesiminden temsilcilerin katılımıyla gerçekleşti.

Erwin Wolf (N. Braun), Çekoslovak kökenli Troçkist, Troçki’nin Norveç’teki sekreteri. İspanya Devrimi sırasında GPU tarafından öldürüldü.

Niiyama Yukio (1954-1978), Japon Devrimci Komünist Birlik üyesi, Narita uluslararası havalimanının açılmasına karşı direnirken aldığı yaralar sonucu Sanrizuka’da öldü.

Joseph Hansen (1910-1979), Amerikan Sosyalist İşçi Partisi’nin ve uluslararası Troçkist hareketin başta gelen önderlerinden, kitabı baskıya gittiği sırada öldü. 1937’den itibaren Troçki’yle Meksika’da çokça vakit geçirdi, Dördüncü Enternasyonal’in kuruluş kongresi için yapılan hazırlıklara yardımcı oldu. Troçki öldürüldüğünde oradaydı ve katilin kaçmasına mani oldu. Yetenekli bir gazeteciydi, 1940’tan sonra yıllarca The Militant’ın editörlüğünü yaptı. 1962-1963 arasında Dördüncü Enternasyonal’in yeniden birleşmesi sürecinde belirleyici bir rol oynadı ve sonrasında da kongrelerinde ve genel kurullarında da düzenli olarak gözlemcilik yaptı. Hayatının son yıllarında politik faaliyetinin merkezinde, 1963’teki birleşmenin ardından World Outlook adıyla yayınlanmaya başlamasına yardımcı olduğu, haftalık International Press Correspondence/Inprecor dergisinin editörlüğü vardı.

Daniel Bensaid ve Pierre Frank’ın Troçkistlerin Uzun Yürüyüşü (çev. Rıfat Ateş, Yazın Yayıncılık, 2019) adlı kitabından derlenmiştir.

“İlham verici bir oyunbozan”: İmdat Freni 1 Yaşında – Dost Mesajları

Sitemizin birinci yılı vesilesiyle İmdat Freni macerasını yakından takip eden, bir ucundan tutmuş, katkıda bulunmuş olan dostlarımız ricamızı kırmayarak birer “tebrik” mesajı gönderdiler. Bu heyecan verici cümlelerin, umuyoruz ki önümüzdeki yıllarda da, yayınımızı daha da kolektifleştirerek, içeriğimizi daha da zenginleştirerek, “oyunbozanlığımızdan”, “iyimser olmayan umudumuzdan”, “huzur bozan çığlığımızdan” hiçbir şey yitirmeden hakkını vermeye, “özgürlüğün dansında” saf tutmaya devam ederiz.

  • “Durdurun dünyayı inecek var” demekse derdiniz, yanlış imdat frenine asıldınız. Bu e-dergiyi hazırlayanların derdi başka. Düpedüz devrim yapmak istiyorlar… En azından, “başka çaresi yok bu işin” diyorlar. Hadi canım… Bu devirde? Devrim? Hâlâ? Mümkün mü? Bilmem. Bu devirde okumaya değer, kaba propaganda ve ezber slogan ayini olmayan bir dizi makale hazırlamışlar. Merak ediyorsanız, okuyun, düşünün, tartışın… Karar sizin nasıl olsa… Merak etmiyorsanız da… Neden çekersiniz ki imdat frenini? Bırakın dünya gitsin bu hızla gidebileceği yere kadar… Nasıl olsa çok alametler belirdi. Duvara toslaması yakındır.

Yiğit Bener

  • Öncelikle İmdat Freni’nin yayın hayatına adım atmasında ve bu alanda 1 yılı geride bırakmasında emeği geçen herkesi tebrik etmek gerekir. Hele ki bu 1 yılın, COVİD-19 pandemisi ve kapitalizmin krizinin buna paralel olarak daha da derinleşmesiyle birlikte, dünya sınıflar mücadelesinde kritik bir momente denk geldiğinin de altını çizmeliyiz. Ve bu moment, biz Devrimci Marksistler’in, birçok hayati konuda, önemli tartışmalar yürütmek ve bunlara dönük cevaplar üreterek müdahaleler gerçekleştirmek noktasındaki sorumluluğunu da artırdı. Ki bu sorumluluğu, İmdat Freni’nden mücadele dostlarımızla yeri geldiğinde ortak yanıtlar üretme gayretini göstererek yerine getirmekteyiz. Bu anlamda, yayın politikası, konu seçimi ve konunun ele alınış biçimi üzerinden düşündüğümüzde İmdat Freni’nin Türkiye Devrimci Marksist geleneğinde önemli bir ihtiyaca karşılık geldiğini belirtmek gerekiyor. 

Yayın hayatında nice yıllara!

Başarı ve dayanışma dileklerimle

Gazete Nisan ve Troçkist yazarı Görkem Duru

  • İmdat frenini, bir şey ters gittiğinde durdurmak için düşünür ya insan, bu imdat freni de terslikleri durdurmak ama durmamak, beraber mücadele etmek, sesimizi duyurmak, istediğimiz gibi bir dünya yaratmak için payına düşeni yapıyor. Daha da güzel büyüdüğü nice yılları olsun.

İdil Engindeniz

  • İmdat Freni, son dönemde dünyada neler olup bittiğini soruşturma amacıyla kuruluşlarına tanıklık ettiğimiz, düşünce dünyamıza canlılık katan internet mecralarından biri olmakla birlikte birçok açıdan eşsiz bir yapıya sahip. Son bir yılda bir yandan olan biteni anlamaya yönelik somut eleştirel bir çerçeve sunarken diğer yandan Türkiye’nin sosyalist birikimini, farklı disiplinlerden teorik tartışmaları ve ekososyalizmin mücadele çağrısını içeren eşsiz bir içerik oluşturuyor. Tasarımı kadar dikkat çeken bir diğer özelliği de ismi. Bu, içinden geçtiğimiz karanlık gidişatı ifade ettiği kadar içeriğiyle mevcut karanlığın akılcı ama bir o kadar da devrimci bilgisine davet eden bir isim. Pandemi, kapitalizm, otoriterleşme, patriyarka gibi gündemler nedeniyle kendi içimize kapanmış olduğumuz bir dönemde bize içeriğiyle kudret ve iyimser olmayan bir umudu aşılıyor. Nice yaşlara!

Ali Yalçın Göymen

  • İmdat Freni, 2019 yılı sonunda yayın hayatına başladığından beri (terrabayt ile yaşıt sayılır), benim için heyecan verici bir platform oldu. Henüz isminden başlayan Walter Benjamin şiarı, sonsuz hızda gidiyormuş gibi görünen tarih trenini durdurmayı, askıya almayı öğütleyen edim açısından önemliydi. Zaten daha dar anlamda, her türlü politik, kültürel ya da estetik üzerine yayın yapan aracılar da -eğer iyilerse- bunu yaparlar: güncel olanın debdebesinde işleyen, etkili biçimde kalıcı olan şeylere bakar, bir nevi onları durdururlar. İmdat Freni bu açıdan günceli konuşturduğu kadar, klasiklere de nefes vermesini biliyor. Şimdiden Ekososyalizme ya da Daniel Bensaid, Ernest Mandel gibi isimlere dair bir kaynak olmuş durumda. Söyleyeceğim kulağa epey ironik gelecek biliyorum ama, dilerim İmdat Freni hiç durmaz. 

Koray Kırmızısakal.

Terrabayt editörü

  • Sara Ahmed’in “oyunbozan feminist” figürü, “diğerlerinin ‘mutluluğunu’ bozar; mutluluk etrafında toplanmayı, birleşmeyi veya buluşmayı reddettiği için oyunbozandır.”[1] Oyunbozanlar, toplumsal ilişkilerin kanıksanmış formlarını altüst ederek başka imkânların aynı zamanda yıkımların varlığına, dolayısıyla sapmanın yeni ve yaratıcı alanlar açacağına işaret ederler. Kaybedileni ikame çabası hem kişisel hem toplumsal dönüşüm arzusunu tetikler ve “garip” bir rahatlamanın kapısını da aralar. O andan itibaren değişmez olduğu düşünülen yapıların teker teker sökülebildiği görülür, (beklenmedik) farklı montajların ihtimalleri oluşmaya başlar. Muhtemel tarihsel sürecin kurucu özneleri ise tarihsizleştirilmiş ve sessizleştirilmiş gruplardır. Muktedirlerin geçici galibiyetleri karşısında siyasetin dışına itilerek eyleme kapasitelerinin önüne set çekilen ve daha en baştan mağlubiyete zorlanan bu öznelerin daima hareket halinde olduğunu unutmamak gerekir. Muhtemeldir ki bu sebepten, imtiyazlı olanların en rahat hissettikleri anlar radikal dönüşümlere de en açık zamanlardır. İlham verici bir oyunbozan olan İmdat Freni de her şeyin olduğu yerde kalakaldığı inancını askıya alarak dipten gelen akıntıların seslerine yer veren yayın politikasıyla bir yıldır hayatımızda. Kendini “‘açık ve eleştirel bir Marksizm’in savunucusu olarak tarif” eden İmdat Freni, bu siyasal kültürün taşıyıcısı olmayı da hedefliyor. Şimdinin esaretinden sıyrılarak durup derin bir nefes alıp düşünmeye, sözlerimizi paylaşmaya, tartışmaya ve birlikte oyunbozanlık yapmaya açık bir alan İmdat Freni. Bu alanın var olmasında emek harcayan tüm dostlara selam olsun. Nice yaşlara İmdat Freni! Ömrün uzun olsun. Dayanışmayla.

Yıldız Öztürk

  • Katkı şansı bulduğum ve yayın hayatına başladığı günden beri düzenli bir takipçisi olarak istifade ettiğim İmdat Freni birinci yılını tamamladı. Kanaatimce İmdat Freni geçen bir yıl boyunca, iyiye, güzele ve hayata değme arzusunu, saf tuttuğu sosyalist/toplumcu pozisyonunu, çelişkileri üreten olgulara karşı net tavrını muhafaza etmeye devam etti. Toplumu ve hayatı gözetmek, sürekli saldırmaya devam eden ve çelişkileri besleyen olgulara anlamlı karşılıklar geliştirmeyi bir vazife olarak yüklüyor. Söz üretirken tutumları gözetmek ise çoğu kere üstesinden gelinemeyen bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. Bu anlamda örnek ve istikrarlı bir hattı muhafaza eden İmdat Freni’ni, -düzenli bir takipçisi olarak- tebrik eder ve yayın faaliyetine emek veren herkese teşekkür ederim.”

Bedri Soylu

  • Sitemizin kuruluşuyla birlikte dünyayı saran covid-19 pandemisi tehdidi altında bir yılı geride bıraktık.  İnsanlık oldukça zor ve belirsizlikle dolu bu süreçte İmdat Freni, enternasyonal kulağımız, gözümüz, yüreğimiz olma özelliği, sosyalist mücadeleye ışık tutan yönüyle özgün bir yere sahip.  Başka bir dünyanın inşasında etkili güç olma özelliği bulunan yeni toplumsal hareketlerin deneyimini ve politik çerçevelerini bu topraklarla buluşturma konusundaki çalışmalar paha biçilemez kıymettedir. Hiç kuşkusuz ki, bunların yaygınlaştırılması biz site takipçilerin omuzlarındadır. Hepimize bu yolda, mücadelede başarılar dilerim.

Hakan Tahmaz

  • İmdat Freni’nin düşünsel anlamda neye tekabül ettiğini düşününce, aklıma gelen barbarlığın alacakaranlığında atılan uzun bir çığlık oluyor. Bir yaşındaki İmdat Freni düşünmeye, dayanışmaya ve birlikte olmaya davet eden ama huzur bozan bir bir çığlık. Sesinizin hergün daha da güçlenmesini dilerim.

Erol Yeşilyurt

  • Toplumsal mücadelelerin entelektüel ufkuna samimi ve derinlikli katkılar yapmaya devam eden İmdat Freni’nin birinci yaşını selamlıyorum. İmdat Freni ekibinin, değerlerin hızla çözüldüğü bir dönemde, sislerle kaplı kavşaklarda, dogmatizmin kolaycılığına ve slogancılığın iç rahatlatıcılığına kapılmadan, huzursuz düşüncelerini çoğaltıp yeni yollar ve değeler yaratma çabasını önemsiyorum. Öyle değil mi ki? Bizi hayata bağlayan da hayatı dönüştürmemizi sağlayan da çabadır! Yazgılarımızın kesiştiği yol ağızlarında omuz omuza vererek özgürlüğün dansına katılmaya devam edeceğiz… 

Hasan Yıkıcı, Kıbrıs


[1] Sara Ahmed, Mutluluk Vaadi, çev. Deniz Mayadağ (İstanbul: Sel Yayıncılık, 2016), 93.

Görsel: Alexis Lemaistre/Max Ernst, Les Naufrages Barbares, 1929-1930

2020’de Küresel İklim Değişikliğinin 12 Önemli Etkisi – Ian Angus

Dünya Meteoroloji Örgütü’nün 2020’deki küresel iklim değişikliği hakkındaki taslak raporu, tüm cephelerde durumun kötüleşmeye devam ettiğini açıklıyor. 

1993’ten beri her yıl, Dünya Meteoroloji Örgütü bir önceki yıl için Küresel İklimin Durumu hakkında bir rapor yayınlar.

Aralık ayı başında tartışma ve inceleme için yayınlanan Küresel İklimin Durumu 2020 raporunun geçici metni, iklim değişikliğinin rekor seviyedeki en sıcak üç yıldan biri olma yolunda ilerleyen 2020’de de aralıksız yürüyüşünü sürdürdüğünü gösteriyor.

2011-2020 arası kaydedilmiş en sıcak 10 yıl olacak, 2015’ten bu yana geçen 6 yıl ise kaydedilmiş en sıcak altı yıl olacak.,

Okyanus sıcaklığı rekor seviyelerde ve küresel okyanus suyunun % 80’inden fazlası, 2020’de bir süre denizde bir ısı dalgası yaşadı ve karbondioksit (CO2) emiliminden dolayı halihazırda daha asidik sulardan mustarip olan deniz ekosistemleri için yaygın sonuçları oldu bu durumun.

Onlarca uluslararası kuruluş ve uzmanın katkılarına dayanan rapor, aşırı sıcak, orman yangınları ve sel gibi yüksek etkili olayların yanı sıra rekor kıran Atlantik kasırga mevsiminin milyonlarca insanı nasıl etkilediğini ve COVID-19 pandemisinin getirdiği sağlık, güvenlik ve ekonomik istikrara yönelik tehditlerin de durumu daha da kötüleştirdiğini gösteriyor. Nihai 2020 raporu, Mart 2021’de yayınlanacak.

Geçici rapor 12 Ana Mesaj ile başlıyor.

Özetlersek:
Seragazı: Başlıca sera gazları olan CO2, CH4 ve N2O konsantrasyonları 2019 ve 2020’de artmaya devam etti.

Küresel Isınma: La Niña koşullarının gelişmesine rağmen, 2020’deki küresel ortalama sıcaklık bilinen en sıcak üç sıcaklıktan biri olma yolunda ilerliyor. 2020 de dahil olmak üzere son altı yıl, muhtemelen kaydedilen en sıcak altı yıl olacak.

Deniz Seviyeleri Yükseliyor: Deniz seviyesi, altimetre kaydının olduğu süre boyunca yükseldi, ancak son zamanlarda, kısmen Grönland ve Antarktika’daki buz tabakalarının artan erimesi nedeniyle deniz seviyesi daha yüksek bir oranda yükselmekte. 2020’de küresel ortalama deniz seviyesi 2019’dakine benzerdi ve her ikisi de uzun vadeli trendle tutarlı. 2020’nin ikinci yarısında küresel deniz seviyesindeki küçük bir düşüş, daha önceki La Niña olaylarıyla ilişkili geçici düşüşlere benzer şekilde, La Niña koşullarının gelişmesiyle ilişkili olabilir.

Deniz Isı Dalgaları: Okyanus alanının% 80’inden fazlası, bugüne kadar 2020’de en az bir deniz sıcak hava dalgası yaşadı. Okyanusun “orta” (% 28) olarak sınıflandırılan deniz ısı dalgaları yaşayan kısmından daha fazlası “güçlü” (% 43) olarak sınıflandırılan deniz ısı dalgaları yaşadı.

Okyanus Isınması: 2019, kaydedilen en yüksek okyanus ısısı içeriğini gördü ve son on yılda ısınma oranı uzun dönemli ortalamadan daha yüksekti, bu da sera gazlarının neden olduğu radyatif dengesizlikten ısı alımının devam ettiğini gösteriyor.

Arktik Deniz Buzu: Kuzey Kutbu’nda, yıllık minimum deniz buzu miktarı rekor düzeyde ikinci en düşük seviyeydi ve Temmuz ve Ekim aylarında rekor düzeyde düşük deniz buzu boyutları gözlendi. Antarktika deniz buzu miktarı uzun vadeli ortalamaya yakın kaldı.

Grönland Buzu: Grönland buz tabakası kütle kaybetmeye devam etti. Yüzey kütle dengesi uzun dönemli ortalamaya yakın olmasına rağmen, buzdağının kopmasına bağlı buz kaybı, 40 yıllık uydu kaydının en üst noktasındaydı. Toplamda, Eylül 2019 ile Ağustos 2020 arasında buz tabakasından yaklaşık 152 Gt buz kaybedildi.

Yağmur ve Su Baskını: 2020’de Afrika ve Asya’nın büyük bölümünde şiddetli yağmur ve yoğun sel meydana geldi. Şiddetli yağmur ve seller Sahel’in büyük bölümünü, Afrika’nın Büyük Boynuzu, Hindistan alt kıtası ve komşu bölgeleri, Çin, Kore ve Japonya ile güneydoğu Asya’nın bazı kısımlarını yılın çeşitli zamanlarında etkiledi.

Atlantik Kasırgaları: 30 isimlendirilmiş fırtına ile (17 Kasım itibariyle) kuzey Atlantik kasırga mevsimi, kaydedilen en yüksek isimlendirilmiş fırtınaya sahip olduğu dönemi yaşamış oldu, Amerika Birleşik Devletleri’nde anakaraya ulaşan fırtına sayısı da rekor kırdı. Sezonun son fırtınası (bugüne kadar) Iota, aynı zamanda en şiddetlisiydi ve kategori 5’e ulaştı.

Diğer Tropik Fırtınalar: Diğer havzalardaki tropikal fırtına aktivitesi, şiddetli etkiler olmasına rağmen, uzun vadeli ortalamaya yakın veya düşüktü.

Şiddetli kuraklık: Şiddetli kuraklık 2020’de Güney Amerika’nın birçok bölgesini etkiledi, en kötü etkilenen bölgeler ise kuzey Arjantin, Paraguay ve Brezilya’nın batı sınır bölgeleriydi. Arjantin, Uruguay ve Paraguay ile Brezilya’da tahmini tarımsal kayıpların değeri 3 milyar ABD dolarına yaklaştı.

İklime Dayalı Göç: İklim ve hava olayları, önemli nüfus hareketlerini tetikledi ve Pasifik bölgesi ve Orta Amerika da dahil olmak üzere hareket halindeki savunmasız insanları ciddi şekilde etkiledi.

Çeviri: Eyüp Özer

Kaynak: https://climateandcapitalism.com/2020/12/04/12-major-impacts-of-global-climate-change-in-2020/

HDP’ye Sahip Çık, Emekçilerin Öfkesine Güç Kat! – Yeniyol’un Sözü

7 Haziran sonrası, siyaset arenasını sürekli bir olağanüstü hâl ile yönetmeye yönelen iktidar bloku, bu tarihten itibaren başlattığı HDP’yi kriminalize etme ve yalnızlaştırma politikasını, 31 Mart yerel seçimlerinin ardından el yükselterek sürdürüyor. Suçlarıyla birbirine muhtaç hale gelen iktidar ortakları, bu uğurda dünya tarihinin namlı darbecilerini kıskandıracak yöntemler geliştirmekten, sicili karanlık mafya babalarını sahaya sürmeye kadar birçok yolu deniyor. 

Terör, iktidar bloku için en kullanışlı ideolojik söylem haline gelmiştir. Bu söylem, türlü yolsuzluklarını, göz göre gerçekleştirilen soygunları, burjuva hukuku açısından bile skandal olarak değerlendirilebilecek kararları terör yaygarasıyla susturabilecek bir ideolojik hakimiyet yaratmıştır. İktidarın türlü eylemlerine karşı yüksek sesten muhalefet eden birçok odak, iktidar sözü teröre getirdiği anda, onun arkasında sıralanmak için fırsat beklemektedir. 

Soma’dan Ermenek’e, Bimeks’ten Atlasjet’e işçi sınıfının irili ufaklı birçok direnişi burjuva muhalefetin ilgisini çekmezken, Azerbaycan-Ermenistan savaşı üzerinden iktidarın kurduğu söylem seti muhalefet tarafından anında sahiplenilmektedir. “Terör cephesi”ne düşmemek için bunca gayret sarf eden CHP yöneticileri, ülkenin en büyük faşist terör saldırılarından birisi olan Maraş Katliamı’nın yıldönümünde, olayın baş düzenleyicisi Türkeş’in ailesini ziyaret edecek kadar iktidar merkezli bir siyasete gömülmüştür.

2000’lerde AKP’nin açtığı sahadan beslenmek, bunun karşılığı olarak da AKP’ye belli bir meşruluk sağlamak için sahaya fırlayan (sol) liberaller, şimdi de CHP’nin başına üşüşmüş; gidişatı durdurmak adına CHP’nin şekilsiz politikasına katkı sağlamaktadır. Demokrasinin aşağıdan yani hayatın maddi üretiminin gerçekleştiği zeminlerdeki örgütlenmeden değil kurumsal siyasetin manevralarıyla -yani yukarıdan- gelişeceği fikri, anlaşılan, hâlâ gücünü korumakta.

“Beşli Çete” çıkışının, muhalefet blokunun ortaya koyduğu politikayla arasında büyük bir açı farkı vardır. Bu nedenle sadece bir retorik olarak değerlendirilmelidir. Ortaya konulan politika ise, iktidarın kurduğu oyun sahasında oynamaktan, işçi sınıfının hakiki sorunlarına sırt çevirmekten ve iktidarın kendi kendisini bitirmesini beklemekten ibarettir. Bütün bunları birlikte düşündüğümüzde, ekonomik yönetimin ve salgın politikalarının çöktüğü böyle bir ortamda tutarlı ve sert bir karşı koyuş iradesini gösteremeyen burjuva muhalefetin, AKP sonrası dönemde siyasete katılımın ve demokratikleşmenin öne çıkacağı, aşağıdakilerin ihtiyaçlarına yanıt verecek bir düzen kurmasını beklemek saflık olacaktır. AKP-MHP’nin ahbap-çavuş kapitalizmine, kırk yılda bir yarım ağızla eleştiri getirebilen muhalefetin, neoliberal talanın başka yöneticilerle devam etmesinden başka bir vaadi yoktur.

Tarihin bize gösterdiği gibi burjuva partilerinin, eşitlik ve özgürlükleri bırakalım, en basit düzeyde burjuva demokrasisini tesis etme yönünde bile ilkeli bir siyaset üretmesi mümkün değildir. Neoliberalizm, burjuva partilerinin, devlet gücünü kullanarak azınlığı daha da zengin edip, çoğunluğu daha da yoksullaştırmasının adıdır. Bu soygun politikası hemen hemen bütün dünyada uygulanmış, Türkiye’deki ustası ise AKP olmuştur. Ancak muhalefetin de bu politikaya bir alternatifi yoktur. 

Böyle bir ortamda, milliyetçi illüzyon oyununun dışında kalan, emekçilerin ve ezilenlerin gündemini ve Kürt sorununun çözümü için ısrarla barış talebini mecliste ve sokakta dile getiren HDP’yle dayanışmak sosyalistlerin görevidir. Bununla birlikte en büyük görevimiz, neoliberal ideolojinin -iktidarından muhalefetine- yaygınlığı karşısında hem ideolojik bir mücadele vermek hem de pandeminin derinleştirdiği yoksulluğa ve işsizliğe karşı kıpırdanan tüm sınıf zeminlerine kulak kesilmek, mümkün mertebe en geniş inisiyatiflerle bunları güçlendirmektir. İşçi sınıfının, emekçilerin ve ezilenlerin bağımsız siyasi odağını yaratmak için bu görev önemini ve aciliyetini korumaktadır. 

Sosyalist Demokrasi için Yeniyol

Kapak görseli: via @yasarustaportal

Sarıyer Belediyesinde #yetkiyeitirazgeriçekilsin

696 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile belediye şirketlerine kamu iktisadi teşekküllerine geçişleri yapılan Sarıyer Belediyesi işçilerinin Yüksek Hakem Kurulu (YHK) tarafından bağıtlanan toplu sözleşme süresi 30 Haziran’da sona erdi. 30 Haziran’dan bu yana toplu iş sözleşmelerinin bir türlü bağıtlanmadığını söyleyen işçiler Sarıyer Cumhuriyet Meydanı’nda eylem yaptı. İşçiler “Toplu sözleşme hakkımız yapılana kadar her türlü mücadeleyi vereceğiz” dedi.

Açıklamayı Sarıyer Belediyesi işçisi Fatih Sukas okudu. YHK kararıyla aldıkları zammın enflasyonun altında kaldığını ifade eden Fatih Sukas, “Ücretlerimiz erimeye başladı, bir yandan da vergi kesintileri nedeniyle 2 bin lirayı bulmayan ücretlerle geçinmek zorunda kaldık, ek işler yapar hale geldik” dedi. Üyesi oldukları DİSK Genel-İş 1 No’lu şubenin toplu sözleşme yapma hakkını elinde bulundurduğunu ifade eden Fatih Sukas, “Belediye yönetimi yetkiye itiraz etti ve karşı dava açtı. Sarıyer Belediyesi ile sendikamız arasındaki mahkeme süreci bizim lehimize sonuçlanmasına rağmen, Sarıyer Belediyesi süreci içi boş bahanelerle Yargıtay’a gönderdi” diye konuştu. 

Günlük 5-7 lira arasında yemek ücreti aldıklarını söyleyen Fatih Sukas, “Şu an içinde bulunduğumuz pandemi koşullarında yokluk ve yoksulluğu iliklerine kadar hisseden işçileriz. Bizler yetkimize itirazın geri çekilmesini ve toplu sözleşmemizin ivedilikle yapılmasını Sarıyer Belediyesi ve CHP yönetiminden talep ediyoruz” dedi. 

Üyesi oldukları DİSK Genel-İş 1 No’lu Şube için “Bizlere destek olmalarını ve süreci el ele, kol kola beraber yürütmeyi ve şubemize tam yetki vermelerini talep ediyoruz” diyen Fatih Sukas, hiçbir siyasi partinin güdümünde olmadıklarını ifade ederek, “Bizler, toplu iş sözleşmemizi yapmak, çoluğumuza çocuğumuza götürdüğümüz ekmeği bir lokma olsun büyütmek istiyoruz” dedi. Toplu iş sözleşmeleri imzalanana kadar mücadeleye devam edeceklerini söyleyen Sukas, “Emek en yüce değerdir ve emeğimize sahip çıkacağız” diye konuştu.

Kaynak: https://www.evrensel.net/haber/421538/sariyer-belediyesi-iscileri-toplu-sozlesme-hakkimiz-icin-mucadele-edecegiz

Büyük Komployu Görenler ve Siyasette Teşhirin Ötesine Geçmek – Nurcan Turan

“Teşhir etmek” sol siyasetin önemli işlerinden biridir. Ki bu teşhir faaliyeti görünenin ve gösterilenin arkasındaki mekanizmaları ortaya çıkarmayı, iktidarların anlattığı çarpık hikayeleri ters yüz etmeyi, dünyayı ezilenlerin bakış açısından yorumlamayı ve hayatın ezilenler tarafından değiştirilebilirliğini göstermeyi hedefler.  Yalnızca bir takım güçlerin ne kadar zalim, ahlaksız ve ikiyüzlü, onun karşısında da ezilenlerin ne kadar masum ve zavallı olduğunu kanıtlamaya çalışmaz: Çıkış yolu arar, ezilenleri siyaset yapmaya ve örgütlenmeye çağırır. 

Günümüzün hâkim muhalefet etme tarzı ise herhangi başka amaç taşımayan, kendinden menkul bir teşhir faaliyetiyle sınırlanmış durumda. Herkes her gün, başta iktidar olmak üzere her türlü kötülüğü teşhir ediyor. Zulmü, hırsızlığı, yolsuzluğu daha çok teşhir eden muhalefet etme görevini daha çok yerine getiriyor. Sanki tek başına teşhir etmek, bir şeyleri görünür ve bilinir kılmak kendiliğinden bir şeyleri düzeltecekmiş gibi. Bu tarz bir muhalefet örneğini Kemal Kılıçdaroğlu’nun günlerce yolsuzluk tapelerini meclis kürsüsünden okumasında ve bunun AKP’ye herhangi bir zarar vermemesinde gördük. 

Katliamları, yoksulluğu, ekolojik krizi, iktidarların yolsuzluğunu, işverenlerini zulmünü vs. ortaya koymakla sınırlı, ezilenlere siyaseten alan açma, çıkış yolu bulma ve kolektif direnişi örgütleme kaygısı gütmeyen bir muhalefetin alttan alta örgütlediği şey aslında umutsuzluktur. Kendi örgütlenmesi ve eylemi üzerine düşünmekten ziyade sürekli olarak egemenlerin yarattığı felaketleri, rezillikleri konuşmak egemenin gücünü teyit eder, değişimin mümkünlüğüne olan inancı zayıflatır. Covid 19 gibi musibetler tek başına komünizme yol açmayacağı gibi, bir takım gerçeklerin ortaya çıkması da kitlelerin bilincinde otomatik bir dönüşüme neden olmaz.  

Büyük Oyunların Teşhiri

Etik ve politik sorumluluğun yeterli koşulu kötülükleri teşhir etmek olduğunda entelektüelliğin, bilgiçliğin, siyaseten yetkinliğin göstergesi de kimselerin göremediği büyük oyunları görmek, fark edilmeyen ilişkileri deşifre etmek haline geliyor. Medyada ve sosyal ağlarda arz-ı endam eden komplocu tarzın giderek yaygınlaştığına, yalnızca büyük meseleleri değil her şeyi ve herkesi açıklamak için kullanıldığına tanık oluyoruz. Artık her konudaki büyük-küçük oyunları, derin ilişkileri görmeye fark edilmeyeni fark etmeye, şüphe edilmeyen gerçekleri anında yerle bir etmeye çalışan eksiksiz, sarsılmaz ve bilirkişi öznelerle doldu sosyal medya.

Tek siyasi faaliyeti deşifre etmek olan bu narsistik ve paranoyak özneler yalnızca büyük Ötekiler tarafından planlanan büyük oyunları değil popüler bir diziden dünyanın herhangi bir yerindeki kitlesel bir başkaldırıya, feministlerden sosyalistlere her şeyin ve herkesin ardındaki kötülüklere, hakikate işaret ediyor. Arap Baharının emperyalistlerin kışkırtmasıyla ortaya çıktığını, sol grupların bir takım güçlerle kirli ilişkilerini, Kürtlerin IŞİD’le yakınlığını, Avrupa solunun ne kadar işe yaramaz olduğunu kendilerinden öğreniyoruz mesela. Herkese ve her şeye içkin olan kötülüğü, gizli ajandaları, gerçek niyetleri, esas failleri ancak bu yeni ruhban sınıfı görebiliyor ve biz saf kullara bildiriyor.

Bu sinik ve paranoyak bilirkişiler, değişim için bir çıkış yolu bulma kaygısı gütmek, örgütlenmeye ve eylemeye dair herhangi bir sorumluluk taşımak şöyle dursun ezilenlerin eşitsizliğe, baskıya karşı mücadelelerini, bir araya gelişlerini değersizleştiriyor büyük oyunlar içinde. Büyük güçlerin, yalnızca kendilerinin bildiği tanrıların failliği karşısında sıradan insanların ne hükmü olabilir ki! Siz küçüksünüz diyor, tanrılar büyük. Ve tabii kendilerinin sözü çok önemli.

Son yazılarında, Covid 19 aşısıyla ilgili “gerçekleri” yazıyor mesela Soner Yalçın. Birilerinin virüsü laboratuvarda ürettiğini ima ederek, tam da sürü bağışıklığının gelişmeye başladığı bir zamanda aşının dayatılmasını manidar buluyor. Covid 19 virüsüne dair her şey bir takım özel güçlerin işi kendisine göre: Virüsün ortaya çıkması, yayılması ve aşının bulunması çok ilginç. Her zamanki gibi kimsenin konuşmaya cesaret edemediğini konuşuyor, olayların arkasındaki bir takım tanrıları işaret ediyor.

Virüsün Wuhan pazarında kendiliğinden ortaya çıkmasının, Amerika tarafından üretilip Çin’e havale edilmesinin veya Çin emperyalizmi tarafından laboratuvarda üretilmesinin kapitalizmin normal-rezil işleyişi içinde yeri yokmuşçasına sözüm ona olağanüstü- acayip işlere, öznelere dikkat çekiyor Soner Yalçın. Bu tatsız işlere, işleyişe ve bir takım güçlere karşı mücadele hiçbir biçimde gündeminde değil elbette. Büyük oyunu deşifre etmesi yeterli!

Covid 19 aşısında veya genel olarak ilaçlarda patent hakkının kaldırılması mücadelesini konuşmaktansa egemenlerin biyolojik savaşlarını konuşmak sadece Soner Yalçın için değil herkes için daha konforlu aslında. Yalnızca “büyük aktörlerin” kötülüklerini, oyunlarını ortaya koymakla sınırlı bir muhalefet kimseye etik ve politik sorumluluk ve görev yüklemiyor zira.

Alaturka Hukukun Barbut Ayağı – Taci Keser

2001 krizi koptuğunda 57. Türkiye Hükümeti iktidara geleli henüz iki yıl bile olmamıştı. Hem de arkasında % 55,57 gibi güçlü bir seçmen desteğiyle gelen bir hükümetti bu. Ancak şu eski kısır döngü devam ediyordu. Tıpkı 1978 ve 1994 krizlerindeki gibi sarpa saran ekonomik göstergelerin sorumluluğu iktidarın sosyal demokrat ayağının sırtına yüklendi ve Ecevit Hükümeti yolcu edildi. Koalisyon ortaklarının bir sonraki seçimde toplam oyu 14,71’e düşerken, büyük paydaş DSP 1,22 ile dibe vurdu. Açıkça talan edilip içi boşaltılan batık bankalar dönemin simgesi olarak haber spotlarına demir attı. -Bu krizde sadece finans sektöründe 50 bine yakın kişi işsiz kalmıştı!-

Muazzam bir yolsuzluk zinciri söz konusuydu. Gerçi 1996 yılındaki meşhur “Susurluk kazası”, bu ilişkiler zincirinin üç ayağını, mafya, siyaset ve bürokrasiyi açıkça teşhir etmişti. Ticari ya da finansal ayak da pek uzaklarda olmasa gerekti. Yine de ekonomi, 1980 sonrası adet olduğu üzere, müstakil bir bilim dalı olarak, bu ilişkilerin sıçrattığı zifostan Maradonavari bir çalımla sıyrılmayı becermişti işte. 3 Kasım 2002 günü AKP iktidara geldi ve hepsi de ilelebet unutuldu…

Pastoral tabloların ve cumbalı kasabaların saflığı artık iktidardaydı. Kültürü hor görülmüş, aksanıyla alay edilmiş halkın temsilcileri iktidardaydı. Eşrafıyla, kıyıya köşeye atılmış kasaba avukatıyla, badem bıyıklı dershanecisiyle, imamıyla, ağası ve marabasıyla taşra, yekpare bir mevsimdi artık. En azından popüler algı bu yöndeydi. Yukarıdaki tabloda eksik olan koalisyon bileşenleri hayli bir yekûn tutuyordu oysa. Her seçimde iktidar partisinde saf tutmayı becermiş, bir dönemin ANAP, DYP, MHP ve MSP’li siyaset eşrafı, devlet ihaleleri peşinde koşan müteahhit takımı, güce tapmayı amentü bellemiş burjuvazi, devletin kirli işlerini gördüğünü ima etmekten inanılmaz bir haz duyan lümpen membaı mafya taifesi ve bilcümle tarikat ehli… 

İşin aslı, yukarıdaki paragrafta adı geçen koalisyon bileşenleri hala daha 1950’den beri Türkiye’de “siyaset yapmanın” o en bilindik tarzıyla hareket ediyordu. Malum, Türkiye’de muteber siyasetçi demek, mümkün olduğunca fazla kesimle pazarlık yapan ve masadan anlaşarak kalkmayı başaran siyasetçi demekti. Arazi yağmasına göz yummaya söz verirdi mesela ya da filan bakanlıkta kadrolaşma talebini karşılardı seçmeninin. Kızına beleşe diploma, aptal oğluna makam sözü verirdi. Bu pazarlıktan başarıyla çıkmak halk nezdinde zekâ göstergesiydi, takdire şayandı. Mühim olan, bir yerel cemaatin, bir aşiretin, bir etnik aidiyetin ya da bir çıkar grubunun önde gelen isimlerini kendilerini desteklemeye ikna etmekti. 

İşte bu pazarlığın kendisine özgü bir hukuku vardır. Mafyöz bir hukuktur bu. Açığa çıktığı anda büyüsü kaybolur zira. Olup bitenin herkes farkındadır. Ancak ocak başı sohbetlerinde, taksi duraklarında, otel lobilerinde, lise bahçelerinde dahi fısıldanan pazarlık koşulları siyasetçilerin kamuoyu önündeki tartışmalarına ve üniversite kürsülerine yansımaz. Onlar parti tabanlarını hala daha ordunun silah kapasitesi ve kıta sahanlığı ya da din ve milliyetçilik üzerinden ayrışan sosyolojik kategoriler olarak göstermeye devam ederler. Bu okumanın tamamen hatalı olduğu söylenemez gerçi. Ama en masum ifadeyle eksik bir okumadır bu. 

Herkesin bilip, kimsenin yüksek sesle dile getirmediği bu kirli pazarlıklar 2002 yılından önce çoktan kurumsallaşmıştı. AKP yapısal ve zımni bir ahlaksızlığı miras almış, kimi zaman yeni oyuncuları da dâhil etmiş, kimilerini dışlamış ve oyun masasını kendi meşrebince sürekli yeniden kurmuştur. Seçimler yoluyla kaynakların başına geçme olasılığı zayıflayan hasımların çoğu bu süreçte teslim olmuş, kendilerine uygun görülen izbe salonda barbut atmaya fit olmuşlardır. Pazarlıkta suyun başını tutan, tok satıcıyı oynayan AKP giderek güçlenmiş, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın bütün neo-patrimonyal rejimlerinin yaptığı gibi, siyasetin paydaşları arasındaki toplumsal kaynakların geçici kullanım hakkı ilişkisini rafa kaldırmış, onların ezeli ve ebedi sahibi rolüne bürünmüştür. Bir diğer deyişle devleti kendisine mal etmiştir. Pazarlık artık yönetenlere biat etmiş çıkar grupları arasında gerçekleşmektedir.

Günümüze özgü olan, başkanlık sistemiyle birlikte bu pazarlıkları sözde görünmez kılan rasyonel-legal çerçevenin çatlamasıdır. Parlamenter sistemin sağladığı meşruiyet görüntüsü, başkanlık sisteminde hukuki zeminin keyfi dokunuşlarla her gün yeni baştan dokunduğu bir düzene dönüşmüştür. Kısacası, hukuki mekanizmanın reformu tartışmalarını bu tarihsel çerçeveyi göz önünde tutarak değerlendirmek gerekiyor.