İmdat Freni

Tarih

Troçki’nin Katli- Ernest Mandel

Belçikalı olduğunu iddia ediyor, adının Jacques Mornard olduğunu söylüyordu. Katalonyalıydı ve adı Ramon Mercader’di, koluna kumanda eden ise Stalin’di.

22 Ağustos 1940’ta bir dağcı kazması 1937’den beri Meksika’da mülteci olarak yaşayan Lev Troçki’nin kafasını parçalıyordu. Katil polise verdiği ifadede isminin Jacques Mornard olduğunu ve Belçika vatandaşı olduğunu beyan ediyordu. Cinayetin faili olmakla birlikte tek örgütleyicisi değildi. Troçki’nin müstakbel katili, genç Troçkist Sylvia Ageloff ile ilişkisi sayesinde ünlü sürgünün güvenliğinden sorumlu olanların güvenini kazanmayı başarabilmişti. Frank Jacson ismiyle Coyoacan’daki (Mexico’nun bir varoşu) tahkim edilmiş eve defalarca kabul edilmişti.

İlk suikast girişimi cinayetten birkaç ay önce başarısızlığa uğramıştı. 24 Mayıs 1940 günü sabaha karşı 4’te yirmi kişilik bir komando timi ikametgâha girmeyi başarmıştı: Troçki’nin yatak odasını makineli tüfeklerle taramış, iki yangın el bombası atıp bir de zaman ayarlı bomba bırakmışlardı. Mucize eseri ölen ya da yaralanan olmamıştı. Troçki’yle eşi kendilerini yatağın altına atmışlar, torunları Sieva da saldırıdan aynı şekilde kurtulmuştu.

Stalinci basın öfkeden deliye dönmüştü ve Troçki’nin kendinden söz ettirmek ve Meksika Komünist Partisi ve Stalin’e iftira atmak için bizzat tezgahladığı bir düzmece suikast tezini yaymaktaydı. Olaylardan bir ay sonra çoğu KP üyesi ve İspanya gazisi otuz kişi demir parmaklıkların arkasındaydı. Cinayet teşebbüsünün sorumlusu firardaydı: Bahsedilen kişi Troçki’nin 1928’den beri GPU için çalıştığını düşündüğü İspanya’da albay rütbesiyle savaşmış olan ünlü ressam David Alfaro Siqueiros’tu.

Soruşturma daha sonraları Siqueiros ile Franck Jacson’un birbirlerini İspanya’dan beri tanıdıklarını kanıtlayacaktı.

Franck Jacsonun Kimliği

Peki, bu Franck Jacson kimin nesiydi? Hakiki kimliğini çözmek on yıla yakın zaman alacaktı. Cebinde eyleminin saiklerini açıklayan bir mektup bulunmuş olmalıydı: Düş kırıklığına uğramış bir Troçkist olarak, güya Troçki’den ve Troçki’nin onu sabotajlar düzenlemek, Kızıl Ordu’nun moralini bozmak ve Stalin’i öldürmeyi denemek üzere SSCB’ye gönderme teklifinden tiksinmiş olacaktı. Sözümona bütün bunları başarmak için büyük bir ulusun desteğine sahip oluyor olacaktı (Söz konusu büyük ulus ABD idi zira Alman-Sovyet Paktı nedeniyle Troçki’nin artık Hitlerci bir ajan olması mümkün değildi).

Tüm bu suçlamalar çeşitli KP’ler tarafından kırk yıla yakın bir süre tekrarlandı. FKP yöneticisi Léo Figuères 1969’da yayımlanan Troçkizm, Şu Anti-Leninizmadlı kitabında hâlâ aynı suçlamalara başvuruyordu. Katilin fotoğrafları basında yayımlandığında birçok İspanya gazisi (çoğu Meksika’ya sığınmıştı) komünist militan Ramon Mercader’i tanır gibi oldular. Buna karşın, bundan kesin emin olmak için 1950’yi beklemek gerekecekti: Avrupa’da yapılan bir kongreyi fırsat bilen Meksika hükümetinin bir kriminoloğu konuyu araştırmak için İspanya’ya gitti. Jacson’un parmak izlerini 1935 Haziran’ında tutuklanan genç Katalan komünist Ramon Mercader’inkilerle karşılaştıracaktı: parmak izleri aynıydı.

Stalin’in ölüm yılı olan 1953’te, tüm resmi belgelerde Jacson-Mornard ismi yerini Mercader’e bırakıyordu. Katilin annesi Caridad Mercader, Komintern’e bağlı Katalonya Birleşik Sosyalist Partisi’nin pek gözde bir militanıydı. GPU’ya o dönemde İspanya’da görev yapan geleceğin Macar Stalinist yöneticisi Gerö tarafından alınmıştı. Onun aracılığıyla, güven uyandırmayan Sovyet diplomatlarının ve şüpheli militanların fiziki tasfiyesinde uzman GPU generali Leonid Eitingon’un metresi oldu. Ramon Mercader Meksika’da yasanın imkân tanıdığı en ağır ceza olan yirmi yıla çarptırıldı. 1960 yılında hapisten çıktığında Küba üzerinden Çekoslovakya’ya ve oradan da “Sovyetler Birliği Kahramanı”ilan edilip “Lenin Nişanı”ile taltif edileceği Moskova’ya gitti. On sekiz yıl boyunca olup bitenler hakkında tek kelime etmeden 1978’de Moskova’da toprağa verildi.

Stalinin Emri 

Stalin’in cinayetteki amir rolü bugün Sovyet yöneticileri ve FKP dahil herkes tarafından teslim edilmekte. Meksika KP’nin eski yöneticisi Valentin Campa 1978’de anılarını yayımlıyordu. Anılarını 1940’tan başlatıyordu çünkü partisinin cinayetin hazırlanmasına katılışından bahsetmeye pek hevesli değildi. Humanité’nin [FKP’nin günlük yayın organı] 26 ve 27 Temmuz 1978 tarihli sayıları bu anılardan Campa’nın Troçki’yi öldürme emrini verenin Stalin’in ta kendisi olduğunu teyit ettiği birkaç pasaj yayımladı. Ne var ki bu daha önce bilinmeyen bir şey ifşa etmiyordu: Özellikle de başlıca tertipçinin kim olduğunu söylemiyordu. İşin ironik yanı belgeyi sunma görevi kıdemli Stalinist Georges Fournial’e düşmüştü. Oysa “genç ilkokul öğretmeni Georges Fournial”Troçkist basın tarafından 1938 Şubat’ından beri GPU ajanı olarak teşhir edilmekteydi: O tarihte Meksika’da Eğitim Emekçileri Enternasyonalini temsil etmek üzere daha yeni altı ay izne ayrılmıştı…

Her şeye rağmen eski tüfekler Valentin Campa sayesinde sevgili yöneticilerinin yalnızca yalancı değil aynı zamanda katil olduğunu da öğrenebilmiş oldular.

Yakın tarihte bir Stalin biyografisi kaleme almış olan SSCB Askeri Enstitüsü Başkanı General Volgokonov’un Troçki üzerine Moskova’da yayımlamaya hazırladığı kitap (*) apayrı bir önemi haiz. Volgokonov La Stampamuhabiriyle yaptığı söyleşide (26 Temmuz 1990) aralarında Troçki, Stalin ve NKVD arşivlerinin de yer aldığı çok sayıda arşivde çalışma imkânı bulduğunu ve elinde Troçki’ye ilişkin kırk bin belge, binlerce fotoğraf ve onlarca tanıklıktan oluşan mevcut en zengin bölge koleksiyonunu bulundurduğunu söylüyor. Volgokonov bunların bazılarını, özellikle de Stalin’in ve onun yanı sıra Voroşilov’un, Molotov’un ve Ordjonikidze’nin imzalarını taşıyan Eylül 1933 tarihli Troçki’yi öldürme emrini –ki bu emir 1934’te yenilenecekti– yayımlayacak (**).

Volgokonov, (Caridad Mercader ile metres ilişkisi yaşayan GPU generali) Eitingon’un emrinde çalıştığı suikastın baş tertipçisinin kimliğini de nihayet açıklayacak (***). Bu adam 85 yaşında ve Hruşçov’un inisiyatifiyle ömrünün on beş yılını hapiste geçirmiş. Volgokonov bu kişiyi konuşturmayı başarmış. Troçki’yi öldürme konusunda ilk karar 1931 Eylül’ünde alınmıştı fakat bu genel nitelikteki bir karardı. Oysa 1934’te Troçki’nin izini sürmek için özel bir grubun görevi yalnızca Troçki’nin değil yurtdışındaki tüm siyasi hasımların tasfiyesiydi. NKVD denilen ahtapotun kolları her yere uzanıyordu. Bu, Stalin rejimine karşı mücadele eden sürgünlerle savaşmak için oluşturulmuş gizli servis içinde bir gizli servisti. Bu sürgünler Stalin için tehlikeliydi çünkü çok fazla şey biliyorlardı.

Bir Trajikomedi

Troçki’nin kişiliğinin birçok yönüne (özellikle de ta yirmili yıllarda başlayan anti-Stalinizmine) hayranlığını gizlemeyen Volgokonov, Gorbaçovcu düşünceye sadık kalarak Troçki’ye önemli bir sitemde bulunur: “O yanlış bir büyük fikrin, dünya devrimi fikrinin esiri olmuştu. Ölümünden bir hafta önce dahi dünya devriminin zaferine inandığını yazıyordu”. Doğru söze ne denir General yoldaş; Troçki’nin, ayrıca bir sonraki kitabınızın konusu Lenin’le de paylaştığı böyle utanılacak bir zaafı vardı. Buna karşılık Stalin daha 1935’te Roy Howard’a SSCB’nin dünya sosyalist devrimini yüreklendirebileceği düşüncesinin “trajikomedi”den başka bir şey olmadığını söylüyordu. Bugün özgürce yazabilmenin sevincini yaşıyorsanız ve Stalin’in emsalleri Avrupa’nın hemen her yanında temizlendiyse eğer, bunun trajikomik “yanlış büyük fikrin”hâlâ kendinden söz ettirmeye devam ettirmesi nedeniyle olduğunu gün gelir belki anlarsınız.

Dipnotlar

(*) Troçki: Ölümsüz Devrimci başlıklı kitap Moskova’da 1991 yılında yayımlandı. Kitabın İngilizce çevirisi: Dimitri Volgokonov, Trotsky The Eternal Revolutionary, HarperCollins Publishers, Londra, 1996. (ç.n.)

(**) Volgokonov’un Sovyet arşivlerini kaynak göstererek aktardığı bilgiye göre Troçki’nin siyaseten ve fiziken tasfiyesine ilişkin ilk karar, Troçki’nin SBKP Politbürosuna 27 Nisan 1931’de kaleme aldığı bu mektupta Troçki İspanyol Devrimi’nin başarısının güçlü bir komünist partisinin inşasına bağlı olduğunu, birleşik işçi cephesini kurmak için komünistlerin birliğini sağlama görevinin resmi komünist partisine ve dolayısıyla Komintern yani SBKP önderliğine düştüğünü belirtmekte, Bolşevik Parti’nin 1917’deki tutumunu hatırlatmaktaydı. Troçki ayrıca devrimin başarısızlığının faşist bir rejimin kuruluşuyla sonuçlanacağı uyarısında bulunmakta, başarısının ise uzun sürecek kriz koşullarında dünya işçi hareketi için geniş imkânlar sunacağına vurgu yapmaktaydı [mektubun tam metni için bkz. Komünist Safları Birleştirin, Lev Troçki, İspanyol Devrimi (1931-1939), Yazın Yayıncılık, İstanbul, 2000 içinde s.102-104]. Stalin daktiloyla yazılmış mektubun üzerine kırmızı mürekkeple şu notu düşmüştü “Molotov, Kaganoviç, Postişev, Sergo, Andeev, Kuybişev, Kalinin, Voroşilov, Rudzutak dikkatine. Troçki denilen bu cani çete reisi Menşevik şarlatanın kafasına Komintern İcra Komitesi aracılığıyla vurulmalıdır. Bu adam haddini bilmelidir.” Not, Politbüro üyelerinin tamamına gönderilmemişti. Alıcılar arasında Politbüro üyesi Kirov ile aday üyeler Mikoyan, Petrovski ve Çubar yer almazken, artık aday üye olmayan Parti Denetim Komisyonu Başkanı Andeev bulunmaktaydı. Notun gönderildiği üyelerin çoğu Stalin’i onaylamakla yetinirken, Molotov daha uzun bir kayıt düşüyordu: “Hiçbir yanıt verilmemesini öneriyorum. Şayet Troçki bu mektubu yayımlayacak olursa yoldaş Stalin’in önerileri doğrultusunda bir cevap verilmelidir.”Politbürodan cevap çıkmaması üzerine Troçki bu mektubu Muhalefet Bülteni’nin Mayıs-Haziran 1931 sayısında yayımlayacaktı. (Volgokonov, a.g.e., s. 438-439. Vongokolov’un anılan kitabının 437-469. sayfalarında Mayıs 1931’de alınan infaz kararının 20 Ağustos 1940’ta uygulanmasına kadar geçen dokuz yıllık dönemdeki gelişmelerin ayrıntılı bir anlatımını bulmak mümkündür) (ç.n.)

(***) Söz konusu NKVD üst düzey yöneticisi Pavel Sudoplatov’dur. Daha önceki suikast girişimlerinin başarısızlığı üzerine Stalin, Sudoplatov’u Mart 1939’da makamına çağırarak Troçki’yi öldürme emrini bizzat kendisi vermiştir. Sudoplatov operasyonu planlayarak Moskova’dan yönetmiştir. Troçki’yi önce Trükiye’de ve ardından Fransa’da elinden kaçıran ekibin sorumlusu Yagoda ise Moskova Duruşmalarında Savcı Vişiniski tarafından totaliter bürokratik mantığı bütün çıplaklığıyla sergileyecek şekilde “Sağ Troçkist Blok”üyesi olmakla suçlanmış ve 1938’de kurşuna dizilmiştir (a.g.e., s. 443-445). (ç.n.)

Çeviri ve Notlar: Osman S. Binatlı

Kaynak: La Gauche, 19 Eylül 1990.

Kapak Fotoğrafı: Cinayetten sonra Ramon Mercader Polis Karakolunda 27 Ağustos 1940 (Tüm fotoğraflar: AP)

Devrim ve Kitleler – Lev Troçki

80 yıl önce Sovyetler Birliği’nin bir ajanı olan Ramon Mercader’in saldırısı sonucu, 21 Ağustos 1940’ta Ekim İhtilalinin lideri, Petrograd Sovyeti Başkanı, IV. Enternasyonal’in kurucusu Lev Troçki hayatını yitirdi. Gerek Troçki’nin eserlerinden alınma gerekse hayatına, kavgasına ve ölümüne ilişkin bir dizi yazıyla bu büyük devrimcinin mücadelelerinden ve günümüzün meydan okumaları açısından hala güncellik taşıyan teorik katkılarından kimi sekanslar sunuyoruz.

Bununla birlikte şunu da vurgulamak isteriz ki Troçki bizler için bir kült nesnesi olmaktan uzaktır, devrimci fikriyata ve pratiğe kazandırdıklarının yanı sıra eksiklikleri, hataları ve ikilemleri ile birlikte ele alınması gereken bir devrimcidir, bir insandır. Daniel Bensaïd’in de vurguladığı gibi o “sofuca bel bağlanacak bir referans ya da yegâne başvuru kaynağı” değildir: “Tersine, bizlerin görevi işçi hareketinin ve bu hareketin bağrındaki stratejik tartışmaların çoğulcu bir belleğini aktarmak olmalıdır. Troçki yine de bu manzara içinde ve bu tehlikeli geçitte vazgeçilmez bir dayanak noktası oluşturur”. 

İmdat Freni

1917’nin ilk iki ayında Rusya hâlâ Romanovlar monarşisiydi. Sekiz ay sonraysa, daha yıl başında pek tanınmayan ve iktidara geldikleri sırada önderleri her türlü ihanetle suçlu durumdaki Bolşevikler dümeni ele geçirmişlerdi bile. Tarihte bu denli apansız bir tersyüz oluşun bir başka örneği daha yoktur, özellikle yüz elli milyon candan meydana gelen bir ulustan bahsettiğimiz anımsanırsa. Öyleyse, hangi biçimde ele alınırsa alınsın, 1917 hadiselerinin irdelenmeye değer olduğu aşikârdır.

Bir devrimin tarihi, tüm diğer tarihler gibi, her şeyden önce olup bitenleri ve bunların nasıl olduğunu anlatmalıdır. Ama bu yeterli değildir. Öyküsünde bile olayların neden başka türlü değil de böyle cereyan ettiğini net biçimde görebilmemiz gerekir. Hadiseler ne bir serüvenler silsilesi ne de önceden tasarlanmış bir kıssadan hissenin birbirini takip eden bölümleri olarak görülemezler. Kendi rasyonel yasalarına uymaları gerekir. İşte yazarın kendine biçtiği görev bu iç yasanın keşfidir.

Devrimin en tartışma götürmez özelliği kitlelerin tarihsel olaylara doğrudan müdahaleleridir. Normal zamanlarda, ister monarşik ister demokratik olsun, devlet ulusa tepeden bakar; tarih erbaplarınca yapılır: monarklar, bakanlar, bürokratlar, parlamenterler, gazeteciler. Ama keskin dönemeçlerde, eski düzen artık onlar için katlanılamaz hale geldiğinde, kitleler kendilerini siyaset arenasından ayıran duvarları birer birer yıkarlar, geleneksel temsilcilerini yerlerinden ederler ve bu müdahaleleriyle yeni bir düzenin başlangıç ortamını yaratırlar. Bunun iyi mi kötü mü olduğunu varsın ahlâkçılar düşünsün. Bize gelince, biz olguları nesnel gelişmeleri içinde kendilerini nasıl sunuyorlarsa öyle alıyoruz. Devrimin tarihi bize göre, her şeyden önce, kendi kaderlerinin karara bağlandığı sahaya kitlelerin aniden dalmalarının öyküsüdür.

Devrim ortamına girmiş bir toplumda, sınıflar mücadele halindedir. Bununla birlikte, devrimin başlangıcı ile sonu arasındaki zaman zarfında toplumun iktisadî temellerinde ve sınıfların toplumsal dayanaklarında meydana gelen dönüşümlerin, kısa bir zaman diliminde yüzlerce yıllık kurumları yerle bir eden ve bunların yerlerine tekrar devirmek üzere yenilerini kuran devrimin bizzat kendi gidişatını açıklamaya yeterli olmadığı besbellidir. Devrimci olayların dinamiği, doğrudan doğruya, devrimden önce oluşmuş olan sınıfların psikolojilerindeki hızlı, yoğun ve coşkulu dönüşümler tarafından belirlenir.

Gerçekten, bir toplum, tıpkı bir zanaatkârın alet edevatını yenilemesi gibi, kurumlarını ihtiyaçları ölçüsünde değiştiremez. Tam tersine: pratikte, toplum üstünde taşıdığı kurumları ezeliyen kurulu şeyler gibi görür. Onlarca yıl boyunca, muhalefetin eleştirisi kitlelerin hoşnutsuzluğuna bir supap görevi görür ve bu da toplumsal rejimin istikrarının bir koşuludur: örneğin, ilke olarak, sosyal demokrat eleştirinin kazandığı değer böyledir. Hoşnutsuzları tutucu aklın cenderesinden kurtarmak ve kitleleri isyana sürüklemek için bireylerin veya partilerin iradesinden bağımsız, son derece istisnaî koşulların doğması gerekir.

Devrim sırasında kitlelerin görüş ve ruh hallerinde meydana gelen hızlı değişimler, dolayısıyla, insan psikolojisinin esneklik ve seyyaliyetinden değil, düpedüz ondaki derinlere kök salmış tutuculuktan ileri gelir. Fikirler ve toplumsal ilişkiler, bir tufan gibi kopup gelene dek, yeni nesnel koşulların tarihsel bakımdan gerisinde kaldığından, devrim sırasında sıçrama yapan fikirler ve coşkular, polis kafasıyla bakıldığında, basitçe “demagoglar”ın işi gibi görülür.

Kitleler devrime dört başı mamur bir toplumsal dönüşüm planıyla değil, artık eski rejime tahammül edemeyeceklerini gösteren ham bir duyguyla girişirler. Yalnızca sınıflarının önder çevreleri siyasal bir programa sahiptir, ama o da olaylar tarafından doğrulanmaya ve kitlelerce onaylanmaya muhtaçtır. Bir devrimin aslî siyasal süreci kesinlikle sınıfın toplumsal krizin ortaya koyduğu sorunların bilincine varması ve kitlelerin aktif olarak ardışık yaklaşıklıklar yöntemi uyarınca yön bulmalarından oluşur. Devrim sürecinin şu veya bu partinin daha aşırı başka partilerle ikâmesiyle pekişen farklı aşamaları, bu ileriye doğru atılış nesnel engellere toslayıp kırılmadığı müddetçe, kitlelerin sola doğru sürekli biçimde daha güçlü olarak itilmelerini yansıtır. Bu kırılma gerçekleştiğinde gericilik başlar: devrimci sınıfın bazı çevrelerinde hayal kırıklığı, kayıtsızların sayısında artış ve ardından, karşı devrimci güçlerin pekişmesi. En azından eski devrimlerin izlediği şema böyledir.

Yalnızca kitleler içindeki siyasal süreçler yoluyla, hiç de bilmezden gelmediğimiz partiler ve önderlerin rolünü anlayabiliriz. Bunlar süreç içinde önemli olmakla birlikte özerk bir unsur oluşturmazlar. Yönetici bir örgüt olmazsa, kitlelerin enerjisi pistonlu bir silindir içinde sıkışmayan buhar misali uçup gider. Bununla birlikte, hareket silindir ya da pistondan değil, buhardan ileri gelir.

Rus Devriminin Tarihi’ne Önsöz’den (Yazın Yayıncılık, çeviri Bülent Tanatar, 2017)

Bu Dünyadan Bir Harun Geçti! Ya da 1968’in Bir Başka Yüzü – Masis Kürkçügil

“Ben yaptığım her işi her eylemi inanarak yaptım… Her bilinç düzeyi bir eylemi ve her eylem yeni bir bilinci getiriyordu. İşte 1960-1970 dönemini böyle yaşadık.”

Harun Karadeniz

“Giresun’un Alucra kazasının Armutlu köyünden Rıza oğlu Harun Karadeniz.”Bu Harun Karadeniz’in bir mitingde, bir grevde kendini takdimidir. Ben sizdenim demenin kestirme yolu. Tok sesi, duruşu ve bakışıyla güven vermesi yetmezmişçesine aşağıdan gelip tepeye tırmanmak yerine kökeniyle bağlarını koparmadığını ilan etmektedir. 

Harun Karadeniz Füruzan’ın 47lileradlı romanıyla bilinen ve 68 kuşağını imleyen kuşaktan değildir (doğumu 1942). Yani İkinci Dünya Savaşı sonrasında değil savaşın içinde doğmuştur. Köyünde okul olmadığı için Bulancak’ta ilk ve orta öğretimini tamamladıktan sonra liseyi Samsun’da okur. İTÜ İnşaat fakültesini kazandığı1962-63’te ve ilk yılında henüz bir siyasal tavrı da yoktu.

Altmışlı yılların başlarındaki iki darbe girişimi (Talat Aydemir) henüz 27 Mayıs’ın dumanının sönmediği hatta yeniden alevlendirilmesi için çabaların sürdüğünü gösterir. Üniversite gençliği bu dönemde büyük miktarda 27 Mayıs’ı önceleyen 28 Nisan olaylarının etkisiyle kendisine siyasal bir rol vehmetmektedir. Harun o yılları değerlendirirken “Diyebilirim ki 27 Mayıs’ı yapanlardan çok benimsemişiz”diye yazacaktırOlaylı Yıllar ve Gençlikkitabında.  

Altmışlı yılların ortalarında ise ibre 27 Mayıs ve CHP etkisinde olan gençliğin yavaş yavaş sola kaydığını göstermektedir. Bu durumu da “1965’e kadar daha çok ilerici-gerici gençlik biçimindeki ayrım, 1965’ten sonra yavaş yavaş solcu, gerici ve giderek sağcı solcu biçimini alıyordu”diye özetler.

Harun Karadeniz, altmışlı yıllardan yetmişlere gençlik hareketinin geçirdiği bütün evreleri yaşamış ve tam da ortasında kendine bir yol biçmiştir. 

1964’te İnşaat Fakültesi Talebe Cemiyeti Başkanı olur ve bu sıfatla İTÜ Öğrenci Birliği’nde yer alır. Birkaç yıl sonra Birlik, Türkiye’nin en önemli öğrenci derneklerinden biri olacaktır (Maçka, Yıldız ve ODTÜ ile birlikte).

Nisan 1968’de İTÜÖB başkanı olan Harun Karadeniz okulu dışında da tanınan, 1964’teki “Milli Petrol”kampanyasından sonra bir dizi eylemde ve son olarak da “Özel Okullar Devletleştirilsin”kampanyası ve İstanbul-Ankara yürüyüşü (13 günde tamamlanır) gibi eylemlerde yer almış bir öğrenci lideriydi. 

Gençlik eylemleri artık yörünge değiştirmiş bulunmaktadır. “1960’dan sonra önce hürriyet, sonra ekonomik sorunlar ve anti-emperyalist bir tutumla ülkenin kalkınmasını savunun gençler 1967’den itibaren artık emekçi sınıfların yanında yer almayıgörev biliyor”lardı. 

İTÜÖB başkanı olarak Harun Karadeniz bundan sonraki hayatında belirgin bir özelliği olacak olan ekip çalışmasına önem verir. Yürütülecek kampanyalar, yapılacak işler hem yalnızca bildirilerle sınırlı kalınmadan broşür veya başka araçlarla desteklenecek hem de yapılacak her şey birlikte tartışma ve kolektif bir yürütmeyle gerçekleştirilecekti.“NATO’ya Hayır!”Başkanlığının ilk kampanyası olacaktı. Taşlıtarla, İstinye (Kavel işçilerinin katılımıyla) Pendik, Gebze gibi o dönemin işçi mahallelerinde yapılan gecelerde binlerce insana sesleniyordu.  

Mart 1968’den itibaren (yani örneğin Fransa’da Mayıs hareketi patlamadan) İTÜÖB Eğitimde Devrim yönünde hazırlıklara başlıyor, Rektörün, Dekanın öğrenciler tarafından seçilmesinden başlayarak birtakım talepler öne sürüyordu. Kasım ayı için yapılmaya başlayan hazırlık Haziran’da önce Ankara’da sonra İstanbul Üniversitesinde işgallerin başlamasıyla kesintiye uğruyor ve İTÜ de işgal kervanına katılıyordu. 

İTÜÖB, aynı yılın yazında TÖS’ün Ankara SBF’de düzenlediği Eğitim Şurasına hazırlık için bir merkez olur. Öğrenci derneklerinin yanı sıra onlara danışmanlık yapan (İdris Küçükömer, Turgut Cansever, Demirtaş Ceyhun, Fethi Naci gibi en az yirmiye yakın) aydınların katılımıyla çalışmalar, tartışmalar yürütülür.

68 yalnızca yalnızca gençlik hareketi değildir

1968 Üniversite işgalleri sırasında bir sendikacı Üniversiteye gelip Harun’la görüşmek ister. “Uzun süredir Derby’de grev halindeyiz, grev hiç etkili olmuyor. Biz fabrikayı işgal edeceğiz. Bize yardım eder misiniz”diye sorar. Daha sonra Demir-Döküm, Hisar Çelik gibi fabrikalar da işgal edilecek, Türkiye siyasal tarihinde yeni bir eylem türü gerçekleşecekti. Bu olay Harun Karadeniz’in artık öğrenci liderliğinden emekçilerin sorunlarına doğrudan muhatap olmasına bir köprü olacaktır. Şubat 1969’daki Kanlı Pazar diye anılacak olan, asıl adı “Emperyalizme Karşı İşçi Yürüyüşü”nün tertip heyetinin hepsi işçiydi (Kartal bölgesinden). Birkaç ay sonra başta bu işçilerle Kartal’da İstanbul Bölgesi İşçi Birliği’nin (İBİB) kurulmasına varacaktır. İstanbul Bölgesi İşçi Birliği ne sendika ne partidir. Sade işçilerin günlük sorunlarını tartışıp çözüm aradıkları bir uğraktır. Avrupa yakasında da benzer bir birlik kurmaya çalışır.

Sabah akşam öğrendiklerini emekçilerin kendi deneyimlerini edinmeleri için değerlendirmeye çalıştı. Tek başına bu olay bile onun siyaset yapma tarzının farklılığını gösteriyordu. Emekçiler kendi deneyimleriyle kendi haklarına sahip çıkmalıydılar. Yani emekçilerin kurtuluşu kendi eserleri olabilirdi ancak. 12 Mart dönemine kadar yaklaşık iki yılını burada geçirdi.

“Öldürüldük ey halkım , unutma bizi…”

“Kanserdik. Ölüm, ölüm her gün sinsi bir yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurt dışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek, yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında, bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.”(Uğur Mumcu’nun, 12 Mart döneminde yitirilenlerin ardından yazdığı Sesleniş…yazısından)

Ocak 1969’da ilk kez sağ dirseğinde tümör teşhis edildi. Ağustosta yurt içinde tedavi edilemeyeceği için Londra’ya gitmesi gerektiğine dair sağlık kurulu kararı çıktı. Londra’ya gitti. 12 Mart rejimi Harun’u tutuklayıp tutuklayıp bırakıyordu. Üçüncüsünde gerekçe bile göstermemişlerdi. Bu arada tedavi olamadığı için hastalık ilerledi (kendi tabiriyle tümör mercimek büyüklüğünden nohut büyüklüğüne vardı).  Haydarpaşa Numune Hastanesi yine Londra’da tedavisi gerektiğine dair sağlık kurul kararı verdi (26.6.1972). Bir buçuk yıl sonra tekrar aynı mealde bir rapor verildi. Nihayet Ocak 1974’te Londra’ya gider. Sağ kolu kesilir. Bu, gecikmenin ilk bedelidir. 14 Temmuz 1975’te ise “üç aydan fazla bir süre yaşaması imkansızdır”diyen Londra’daki hekim “Eğer hasta 1969 ile 1974 yılları arasında kontrol altında bulunsaydı, hastalık daha etkin bir biçimde tedavi edilebilirdi”diye raporuna ekleyecektir. 

İstanbul Sıkıyönetim Adli Müşaviri ise Harun’un eşine onun yurt dışına çıkmasına izin vermemelerinin gerekçesini açıkça belirtiyordu: “Ölsün istiyoruz… O eline silah almadı, eğer eline silah alsaydı işini bitirmek çok kolaydı.”

Harun Karadeniz İngiltere’den son dönüşünde günleri sayılıydı. Bu sayılı günlerini düzenli bir okumanın yanı sıra çocuklara resmi tarihi hicvedecek masallar yazmayı tasarlıyordu. Bunun için bir yayıneviyle de görüştü. Patrona Halil isyanına kafayı takmıştı. Sanki adamın tekine hamamda sıcak basmış vermişti isyanı yangına!

15 Ağustos 1975 sabahı erkenden bir uyanır. Çoktandır arayıp da bulamadığı Nusret Bezmi Kaygusuz’un Şeyh Bedreddin kitabını (nihayet Şükran Kurdakul getirmişti) karıştıran başında bekleyen arkadaşına, “sabah olduğunda ben okuyacağım ama”der. Bir daha uyanmaz…

Yakın dostu, hocası İdris Küçükömer Harun’u kendine has üslubuyla tanımladı: “Düşünen, düşünmesini bilen bir insandı. Somut gözlemleri, çocukluğundan beri olan yaşamı, onu önceden öğretilen bazı kavramlardan şüphe etmeye, sonra düşünmeye yöneltti. Yoksul ve kızgın köylü çocuğu mühendis olacaktı. Matematik, bir lojik yöntem olarak onu pusatlandıracaktı. Üniversitelerdeki öğreti ile hayattaki toplumsal ilişkilerin uyuşmazlığını anladı. Somut önerilerini lider olarak uygulamaya geçti. … Giderek öğrenci eylemlerinden işçiler içine karışmanın yeğ olduğunu kabul etti ve öyle eyledi.”   

(Bu yazı ilk olarak #tarih dergisinin ağustos 2015 sayısında yayınlanmıştır)

Yüzyılın Bir Kılavuzu: Troçki – Daniel Bensaïd

80 yıl önce Sovyetler Birliği’nin bir ajanı olan Ramon Mercader’in saldırısı sonucu, 21 Ağustos 1940’ta Ekim İhtilalinin lideri, Petrograd Sovyeti Başkanı, IV. Enternasyonal’in kurucusu Lev Troçki hayatını yitirdi. Gerek Troçki’nin eserlerinden alınma gerekse hayatına, kavgasına ve ölümüne ilişkin bir dizi yazıyla bu büyük devrimcinin mücadelelerinden ve günümüzün meydan okumaları açısından hala güncellik taşıyan teorik katkılarından kimi sekanslar sunuyoruz.

Bununla birlikte şunu da vurgulamak isteriz ki Troçki bizler için bir kült nesnesi olmaktan uzaktır, devrimci fikriyata ve pratiğe kazandırdıklarının yanı sıra eksiklikleri, hataları ve ikilemleri birlikte ele alınması gereken bir devrimcidir, bir insandır. Daniel Bensaïd’in de vurguladığı gibi o “sofuca bel bağlanacak bir referans ya da yegâne başvuru kaynağı” değildir: “Tersine, bizlerin görevi işçi hareketinin ve bu hareketin bağrındaki stratejik tartışmaların çoğulcu bir belleğini aktarmak olmalıdır. Troçki yine de bu manzara içinde ve bu tehlikeli geçitte vazgeçilmez bir dayanak noktası oluşturur”. 

İmdat Freni

Bu cinayet niçin işlenmiştir? Bu soruya cevap verebilmek için, Stalin’in kötülüğe eğilimli kişiliği bir kenara bırakılacak olursa, Troçki’nin son mücadelelerinden yola çıkmak gerekir yani umudun tükendiği bir evrede başlıca üç büyük mücadele sürdürdüğü Meksika döneminin tamamından.

Her şeyden önce, devrimle karşıdevrimin, Ekim 1917’nin başlangıç evresiyle Stalinci Termidor’un birbirine karıştırılması ihtimallerinin önüne geçmek ister. Bunu özellikle İkinci Moskova Duruşması sırasında Meksika’ya varır varmaz (Ocak 1937) örgütlediği Uluslararası Araştırma Komisyonu’yla gerçekleştirir. Komisyon başkanlığını Amerikalı filozof John Dewey üstlenmiştir. Beş yüz sayfalık belge çarpıtmanın, siyasi amalgamların düzeneğini yerle bir eder. İkinci mücadele, yabancı düşmanlığının azacağı, meselelerin sınıfsal özünün karartılacağı bir evrede yeni bir savaşa götüren olaylar silsilesinin anlaşılmasıdır. Son olarak, diğer ikisine bağlı üçüncü mücadele, yeni bir enternasyonalin kurulması mücadelesidir. Troçki’nin yalnızca devrimci Marksistlerin bir çatı altında toplanması olarak değil, anın görevlerine yönelik bir alet olarak tasavvur ettiği bu yeni enternasyonal 1938’de ilan edilse de, en az beş yıl öncesinde, Hitler’in Almanya’daki zaferinden itibaren tasarlanmıştır. Troçki işte bu çalışma içerisinde, o sırada kendisini “yeri doldurulmaz” görebilmiştir.

Robert Capa, Leon Trotsky, 1932

Yenilgiler Zamanı

Birinci Dünya Savaşı ertesinde gelişen olaylarla, İkinci Savaşın doğurabileceği gelişmeler arasında paralellik kurduğunda tahminlerinde yanılır. Hatanın gerisinde işçi hareketlerinin o sırada çok farklı durumlarda olması yatmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’nda birçok etmen üst üste gelse de bunların arasında en önemli olanı kuşkusuz SSCB’de 1930’lu yıllarda gerçekleşen bürokratik karşıdevrimdir. Bu karşıdevrim işçi hareketinin tamamı üzerinde ve onun en devrimci bileşeni üzerinde bulaşıcı bir etkiye sahip olacaktır. En mükemmel örneğini birçok Fransız komünistinin Alman-Sovyet Paktı karşısında ne yapacağını bilemez hale gelmesinde bulan bir çeşit yanlışlıklar komedyası söz konusudur. Ancak Almanya’da Nazizmin, İtalya’da faşizmin zaferi, İspanya İç Savaşı’nda alınan yenilgi, İkinci Çin Devriminin ezilmesi gibi ağır yenilgiler de buna eklenir. Velhasıl kafamızda zorla canlandırabileceğimiz bir yığın toplumsal, moral ve hatta fiziki yenilgi. Ne var ki sonucun zaten baştan belli olduğu değerlendirmesiyle davranamayız hiçbir zaman.

Troçki’nin en büyük hatalarından biri, bu savaşın da tıpkı 1870 Fransız-Alman Savaşı’nın Fransa’daki Bonapartist rejimin ölüm fermanı olmuş olması gibi, kaçınılmaz biçimde Stalinizmin devrilmesi anlamına geleceğini hayal etmiş olmasıdır. 1945’te çelişkili veçheleriyle birlikte muzaffer Stalinizmin anı yaşanmaktadır. Bütün bunlar, Vassili Grossman’ın Yaşam ve Yazgı adlı kitabında Stalingrad Savaşı etrafında çok iyi gösterilmektedir. Orada, çarpışmalar boyunca toplumun uyandığı ve hatta bürokratik tahakkümden kısmen kurtulduğu görülmektedir. Ekim dinamiğinin yeniden canlanması hipotezini düşünmek mümkündür. 1920’li yıllardan bu yana geçip giden yirmi sene kısa bir aralıktır. Gelgelelim, Grossman’ın kitabının bundan sonra söylediğinin önünde durmak mümkün değildir. Stalin’i kurtaran, zafer olmuştur! Galip gelenlerden hesap sorulmaz. Bu dönemin anlaşılmasındaki büyük sorun işte budur.

Bunu teorik sonuçları önemlidir. Troçki, bürokratik totalitarizm eleştirisinde polisiye cebrin payını çok iyi saptamış olsa da Stalinci rejim tarafından karşılığında ağır bir bedel ödenerek de olsa yönetilen muazzam dinamiğe bağlı toplumsal uzlaşmayı küçümser. Bu yeniden ele alınmayı hak eden anlaşılması güç bir husustur.

Şimdi, savaştan sonra tarafların özgür sorumlulukları söz konusudur. Dünyanın paylaşımı –Avrupa’nın elde mavi kalem paylaşıldığı Stalin-Churchill buluşması– çerçevesinde Fransa’da kısmen zayıflamış güçlerle, buna karşın daha da çok İtalya’da ve Yunanistan’da önemli veya ön-devrimci toplumsal patlamalar olmuştur. İşte burada içtenlikle ihanetten, toplumsal hareketlerin aygıtların çıkarlarına tabi kılınmasından bahsetmek mümkündür. Bu otomatik biçimde muzaffer bir devrim anlamına gelmemekle birlikte, su götürmez biçimde farklı bir işçi hareketi gelişme dinamiği ve siyasi kültürü demektir. Bu ise başka imkânlara kapı açar. Yine de FKP Genel Sekreteri Maurice Thorez’in ünlü “bir grevi sona erdirmeyi bilmek lazım” sözünü ya da İtalyan KP’sinin Togliatti’ye suikast düzenlendiği sıradaki tavrını hatırlatmak gerekir. Ama en kötüsü ve en acıklısı İspanyol Devrimi’nin yenilgisiyle, Yunan Direnişi ve Devriminin silahsızlandırılması olmuştur. Ardından Balkan Federasyonu projesinin Stalin ve şürekâsı tarafından veto edilmesi gelir. Oysa bu Balkanlardaki milliyetler sorununa getirilebilecek yegâne siyasi çözümdür. Ve bugün dahi öyle olmaya devam eder.

Zorunlu olan ile Mümkün olan

Sonuç olarak, Troçki’nin trajik yazgısı zorunlu olan ile mümkün olan arasındaki gerilimi, çürüyen bir kapitalizmin sonuçlarına cevap getiren toplumsal dönüşümle o anın imkanları arasındaki gerilimi örnekler. Bunu Marx’ın mektuplaşmalarını okuyarak bulmak mümkündür. Teorik ve stratejik katkısına gelince; kayda değer bir katkı söz konusudur. Özellikle de 1905’ten itibaren Rusya’dan başlayarak toplumların eşitsiz ve bileşik gelişmelerinin analizinde ya da emperyalizmin cari biçimlenişlerinin kavranmasında. Ama bir alan vardır ki, bu alanda eksikliklerine rağmen Troçki’nin yerini doldurmak olanaksızdır. Bu, o dönemde ilk kez karşılaşılan ve zorlukla kavranabilir olan Stalinci karşıdevrim olgusunun çözümlenmesidir. Troçki bu bakımdan bir kılavuzdur. Bu onun sofuca bel bağlanacak bir referans ya da yegâne başvuru kaynağı olduğu anlamına gelmez. Tersine, bizlerin görevi işçi hareketinin ve bu hareketin bağrındaki stratejik tartışmaların çoğulcu bir belleğini aktarmak olmalıdır. Troçki yine de bu manzara içinde ve bu tehlikeli geçitte vazgeçilmez bir dayanak noktası oluşturur. 

Çeviren: Osman S. Binatlı

Kaynak: Rouge 20 Ağustos 2000

Altmışlarda Sosyalist Hareketin Oluşumu-V: TİP’in Kuruluşu – Masis Kürkçügil

Masis Kürkçügil’in 2006’da kaleme almış olduğu ve altmışlı yılların başından 12 Mart’a kadar, kendisinin de fiilen içinde bulunduğu sosyalist hareketin gelişimini programatik zemin, siyasal saflaşmalar ve işçi hareketiyle ilintisi bağlamında ele aldığı bu kapsamlı değerlendirmeyi bölümler halinde İmdat Freni okurlarının ilgisine sunuyoruz. Önceki bölüme şuradan ulaşabilirsiniz.

27 Mayıs sonrasında solun yeniden şekillenmesinde, geçmişten devraldığı miras oldukça eşitsizdir. TKP geleneksel önderi Şefik Hüsnü’yü kaybetmiştir, merkezi denebilecek herhangi bir yapılanma söz konusu değildir. Bu kesimden gelen Dr. Hikmet ve Mihri Belli ayrı ayrı birtakım fazla yankı uyandırmayacak yayın faaliyetlerine girişir. Doğan Avcıoğlu’nun önderliğini yaptığı ve başlangıçta oldukça geniş –dolayısıyla oldukça belirsiz– kesimleri içeren YÖN girişimi ise altmışlı yıllarda siyasal tartışmaların odağı haline gelir. Ancak soldaki örgütsel gelişme sendikacıların TİP’i kurmalarıyla, bambaşka bir seyir izler. Dönemin ve toplumun tarihinin en büyük hamlesini oluşturur.

TİP’in oluşumunu 27 Mayıs veya 61 Anayasası’na veya onun sağladığı “nisbi özgürlük ortamı”na bağlamaya meraklı olanlar varsa da kurucularının sendikacı olması esas olarak işçi hareketinin dinamiğine bakılmasını gerektirmekte. Şu veya bu şekilde ellili yılların sonlarında muhalefet tarafından da dile getirilen, ancak daha önceden de sendikacıların kafasında olan grev ve toplu sözleşme hakkının sağlanması yönündeki vaatler yeni yönetim tarafından da (MBK) yerine getirilmedi[1].

Bunun üzerine ancak on beş yıl sonra 1 Mayıs’larda görülecek kalabalıkla mukayese edilebilecek bir katılımın sağlandığı Saraçhane mitingi yapıldı (31.12.1961). İstanbul Sendikalar Birliği’nin düzenlediği bu mitingin rakam ve talepleri mütevazı görülebilir (gerçi şimdi hayal gözükmekte), ancak toplumun tarihindeki ilk büyük işçi mitingi olarak ele alındığında özel bir anlam ifade edebilir (Elinde Türk bayrağı dev bir işçi resmi “Bizim de sözümüz var!”) Bu mitingin içeriğinin siyaseten dikkate alındığında oraya kitlenin İstanbul Sendikalar Birliği tarafından toplandığı ve bu birliğin önemli simalarının da daha sonra TİP kurucusu olacağı atlanmamalı. Ancak bu sendikacıların dünya görüşünün bir siyasal bilinçten ziyade sendikal bilincin yetersizliğini yaşamaktan sınıfsal bilince yöneliş arasında bulunduğu söylenebilir. Parti felç olduğunda Aybar’dan önce kapısının çalınması düşünülen isimlerden birinin Z.F. Fındıkoğlu gibi bir sağcı profesör olması bile arayışın ne kadar belirsiz olduğunun bir göstergesidir. 

27 Mayıs sonrasında öne çıkacak olan işçi hareketi ve sosyalist hareket konusunda herhangi bir belirti bulunmamaktadır. Namlı ve de gedikli sosyalistler büyük miktarda bir kenarda veya henüz sürgün dönüşündedirler. CHP muhalefetine karşı DP iktidarının baskılarıyla hızlanan siyasallaşmada sosyalist solun esamisi bile okunmamıştır. 27 Mayıs’ın akabinde kimi solcular fırsatı değerlendirip risale ve dergi yayınına girişseler de gelişmelerin kıyısındadırlar.

Aybar nasıl da bir-iki avukatla hayali bir işe girişip sendikacıların bir işçi partisi kurmakta olduklarını öğrendiklerinde kendi tasarımlarından vazgeçtiklerini anlatır[2]

Aybar, Kasım 1960’da Cemal Gürsel’e gönderdiği bir mektubu bir ay sonra Ankara’da bir basın toplantısıyla açıklar. Gürsel, komünist partiyi uygun görmese de sosyalist bir partinin kuruluşuna hayır dememektedir. Aybar, demokrasiyi sola kayan bir denge olarak tanımladığı bu mektup ve basın toplantısı vesilesi ile Sıkıyönetim mahkemesinde yargılanır. Beş yıla mahkûm olur; temyiz kararı bozar ve sivilde beraat eder. Yani fikir özgürlüğü en umutlu olanlar için bile sivilde askeriyedekinden daha fazladır. 

Maden-İş, Lastik-İş, Basın-İş, Müskirat Federasyonunun başkanlarının giriştiği parti girişimi hakkında Aybar “Aydınlara karşı adeta alerji duyuyorlardı” derken sağlıklı sınıfsal bir refleksten ziyade mesleki deformasyona dayanan bir haleti ruhiyeyi dile getirmektedir[3].9 

Sendikacıların TİP’i ne diye hangi amaçlarla ve nasıl bir dünya görüşü ile kurdukları önemli. Mehmet Ali Aybar’ın kendi anlatımından meselenin solla pek ilişkisi olmadığı açık, hatta Aybar’ın sicilli biri olmamasına rağmen başkanlık meselesi uzun tartışmalara neden oluyor. Üstelik de bir yıllık zaman zarfında parti ilk çıkışından öte hemen hemen hiçbir gelişme kaydetmemesine rağmen. Sendikacıların alerji duydukları aydınların katılımıyla parti daha geniş kesimler için bir inandırıcılık kazanıyor. TİP’in kurucu sendikacılarının tanınmış olmaları bir vakaysa da bu tanınmışlık kendi alanlarıyla sınırlıdır.

Aybar’a göre “Kemalizm, emperyalizme, kapitalizme karşı bir ideoloji olduğu için” (s. 138) sendikacılara sosyalizm tarihinden, genel olarak işçi hareketi tarihinden temellenecek bir program önerisi yerine Mustafa Kemal’in konuşmalarını, özellikle de Aralık 1921’deki konuşmasını öne sürer. Bu hem onların ideolojik dünyalarına yakın düşmektedir hem de oldukça meşru bir zemin sunmaktadır. Bu meşruiyet arayışı sonuna kadar sürecektir. TİP, Anayasa’nın savunucusu ve uygulanmasından yana bir partidir. Sendikacıların meşruiyete olan mesleki bağlantılarının daha da fazla olduğu 15-16 Haziran olaylarında çok açık olarak görülecektir.

Mehmet Ali Aybar’ın aşağıdan sosyalizme yatkın olduğu izlenimi, aşağıdan hareketlenmeye yatkın olduğu anlamına gelmez. Bu retoriğin arkasında aslından tam bir yukarıdan siyaset yapma alışkanlığı bulunmaktadır. Örneğin (s. 125) “1961 Anayasası’nın esprisi bağımsızlıkçı, özgürlükçü, sosyal adaletçi bir halk yönetiminin kurulması idi. Anayasanın ilkeleri, temel maddeleri, halka mal edilebilseydi, bugün Türkiye başka bir noktada olurdu.” demekte. Burada kimlerin ne diye böyle bir anayasa hazırladığı belirsiz, bunun yanı sıra da halkla anayasa arasında bir ast-üst ilişkisi kurulmakta. 

Sendikacıların parti kurma girişimi TİP’le sınırlı kalmadı, ilkin on TİP kurucusundan biri olarak seçilen, ancak kendisi üye olmayı tercih eden Türk-İş başkanı Seyfi Demirsoy bu kez Çalışanlar Partisi girişimi içinde yer alıyordu[4].

İlginç bir durum (Aybar’dan naklen) Senato Başkanının İstanbul Sendikalar Birliği’ne gelip bir işçi partisinin kurulmasının memleket için hayırlı olduğu ve hatta mutlak lazım olduğu merkezindeki konuşmasıdır. Çalışanlar Partisi, YÖN yazarlarının içinde olduğu Sosyalist Kültür Derneği’nin de ortaya çıktığı bir döneme denk geldi. Önemli bir gelişme olmadı, ancak sendikacıların partileşme ihtiyacı açısından kuvveden fiile çıkan ve çıkmayan iki girişimin varlığı hangi ideolojik aralıkta konumlanıldığı açısından önemlidir.

Yürümeyen, “varlığından bile kimsenin haberi olmadığı” TİP’in başına Aybar’ın getirilmesinden sonra sendikacılarla birlikte aydınların, daha sonrada “Doğulular”ın katılımıyla farklı bir yöneliş kazanılacaktır. Ancak bu kesimin de siyasal bir geleneğinin, deneyiminin olmaması büyük miktarda adına sosyalizm denen aslında sosyalist enternasyonalin içinde ve mesela solunda ifadesini bulabilecek bir dünya görüşünün uzun yıllar egemen olduğu söylenebilir. 

Partiyi mücadele içinde inşa edilen bir organ olarak değerlendirdiğimizde bunun makul bir yanı vardır, çünkü devraldığı miras, üzerine oturduğu birikim bu kadar bile değildir belki.


[1]Aybar Nebioğlu’ndan naklen 1955-56 yıllarında daha sonra TİP kurucusu olacak olan Güzelce, Türkler, Nebioğlu, Şaban Yıldız’ın bir işçi partisi kurmaya niyetli oldukların belirtir (s.196).

[2]“Biz emektar solcular yıllarca kabuğumuza çekilmiş, adeta toplumun dışında kalmıştık.” TİP Tarihi, Cilt I, s.111.

[3]Aybar sendika yöneticilerini işçi sınıfının bir parçası olarak görmektedir: “Sendika yöneticileri de, işçi ya da köylü kökenlidir. Sendikacı olarak yaptıkları görev ise işçilere hizmettir.” TİP Tarihi, Cilt I, s127. Kendisinin sonraları öne çıkaracağı bürokrasi analizinde parti ve devlet bürokrasisine vurgu yapacaktır, oysa daha yola çıkarken sendika bürokrasisine açık kart vermiştir.

[4]Türk-İş başkanı Seyfi Demirsoy Sosyalist Kültür Derneği’nin kurucuları arasında yer alırken NATO’yu, CENTO’yu desteklemeye devam etmesi öncesinde Çalışanlar Partisi projesinde yer almıştır. Ancak TİP’in beklenmedik gelişimi rekabete yeltenmelerine engel olmuştur.

Heykelleri Yıkmak Tarihi Silmez, Onu Daha Net Görmemizi Sağlar – Enzo Traverso

Minneapolis’te George Floyd’un bir beyaz polis tarafından katledilmesine tepki olarak gelişen ırkçılık ve polis şiddeti karşıtı küresel hareket çerçevesinde, dünyanın birçok yerinde köleliğin ve sömürgeciliğin mirasını simgeleştiren çok sayıda heykel yıkıldı veya tahrip edildi.

İmdat Freni’nde daha önce çeşitli yazılarını yayınlamış olduğumuz araştırmacı-tarihçi ve IV. Enternasyonal’in simalarından Enzo Traverso tanık olduğumuz bu putkırıcı dalganın geçmişi reddetmekten ziyade onu egemenlerin denetiminden kurtarmayı amaçlayan bir “yeni tarihsel bilincin” taşıyıcısı olduğunu vurguluyor. Çeviri için Gerçeğin Günlüğü’ne teşekkür ediyoruz. 

Irkçılık karşıtlığı, bir hafıza savaşımıdır. Minneapolis’te George Floyd’un öldürülmesinin ardından dünya genelinde yükselen protesto dalgasının en dikkat çekici özelliklerinden biri bu. Her yerde, ırkçılık karşıtı hareketler kölelik ve sömürgeciliğin mirasını temsil eden heykelleri hedef alarak geçmişi sorguladılar: Virginia’da konfederasyon ordusu generali Robert E. Lee, New York City’de Theodore Roosevelt, birçok ABD kentinde Kristof Kolomb, Brüksel’de Belçika Kralı II. Leopold , Bristol’de köle taciri Edward Colston, Fransa’da 14. Louis’nin Finans Bakanı ve utanç verici Code Noir’ın[1]yazarı Jean-Baptiste Colbert, modern İtalyan gazeteciliğinin babası ve faşist sömürgeciliğin geçmişteki propagandacısı Indro Montanelli ve daha başka heykeller.

İster devrilmiş, ister tahrip edilmiş, ister boyanmış, isterse üstüne graffiti çizilmiş olsun; bu heykeller mücadelenin yeni bir boyutunun örneğini veriyorlar: haklar ve hafıza arasındaki bağlantı. Damgalanmış ve gaddarca davranılmış azınlıklar olarak siyahların ve sömürgecilik-sonrası öznelerin statüsü ile onları ezenlere kamusal alanda –aynı zamanda gündelik yaşamlarımızda kentsel çevremizi de oluşturan bir alan- verilen simgesel yer arasındaki karşıtlığa ışık tutuyorlar. 

Putkırıcılık Patlaması

Devrimlerin, bir “putkırıcı öfke”[2]barındırdığı iyi bilinir. İster İspanya İç Savaşı’nın ilk aylarında kiliselerin, haçların, kutsal emanetlerin tahrip edilmesi gibi kendiliğinden olsun, ister Paris Komünü sırasında Vendôme Sütunu’nun yıkılması gibi daha dikkatle planlanmış olsun, bu putkırıcılık patlaması yerleşik düzenin devrilmesini şekillendirir.

Yönetmen Sergei Eisenstein, Rus Devrimi’ne ilişkin başyapıtı Ekim filmini Çar 3. Alexandre’ın bir heykelini deviren kalabalığın görüntüsüyle açmıştı ve 1956 yılında Budapeşte’deki isyancılar Stalin’in heykelini tahrip etmişti. 2003 yılında –bu tarihsel kuralın ironik bir teyidi olarak- ABD güçleri, işgallerini bir halk ayaklanması kılığına büründürmek amacıyla çok sayıda iliştirilmiş televizyon kanalının da suç ortaklığıyla Saddam Hüseyin’in Bağdat’taki heykelinin devrilmesini tertiplediler. 

Bu vakanın aksine, protesto hareketlerinin putkırıcılıklarının hakiki olduğu her yerde bu davranış daima öfkeli tepkiler canlandırır. Komünarlar, “vandallar” olarak tarif edilmişlerdi ve sütunun devrilmesinden sorumlu olanlardan biri olan Gustave Courbet cezaevine atılmıştı. İspanyalı anarşistlere gelirsek, onlar da acımasız barbarlar olarak suçlanmışlardı. Benzer bir öfke son haftalarda filizlendi.

Boris Johnson, Churchill’in heykellerinden birinin üstüne “ırkçı” –hem Afrikalıları tasviri hem de 1943 yılındaki Bengal kıtlığı ile ilişkili güncel tartışmalarla bağlantılı olarak bilimsel fikir birliğinin olduğu bir gerçek- yazıldığında rezalet çıkardı. 

Emmanuel Macron, Fransız ulusuna, ırkçılığın kurbanlarının katiyen bahsi geçmeyen bir mesajda benzer putkırıcılıktan öfkeyle yakındı: “Sevgili yurttaşlarım; bu akşam size Cumhuriyet’in, kendi tarihin hiçbir izini ya da figürünü silmeyeceğini açık bir şekilde söylüyorum. Başarılarının hiçbirini unutmayacak. Hiçbir heykelini yıkmayacak.”

İtalya’da, Milano’daki bir parkta bulunan Indro Montanelli’nin heykelinin üstüne kırmızı boya atılması, Il Manifestoharicindeki gazetelerin ve medyanın ittifakıyla “faşist” ve “barbarca” bir eylem olarak kınandı. 1970’lerde solcu “teröristlerce” yaralanan Montanelli, demokrasi ve özgürlüğün kahraman savunucusu olarak kutsanmıştı. 

Boya atanlar tarafından heykelinin maruz bırakıldığı “alçak saldırı”nın ardından Corriere Della Serra’nın editoryal yazarlarından biri, böylesi bir kahramanın “kutsal” bir figür olarak hatırlatılması gerektiği konusunda ısrar etti. Yine de bu “barbarca” eylem, Montanelli’nin “kutsal” başarılarının neler olduğunu birçok İtalyan için açığa vurma bakımından verimli oldu: 1930’larda genç bir gazeteci iken faşist imparatorluğu ve ırka dayalı hiyerarşileri övmüştü; Etiyopya’ya savaş muhabiri olarak gönderilmiş, cinsel ve ev yaşamına dair ihtiyaçlarını tatmin etmek üzere derhal 14 yaşındaki bir Eritreli kız çocuğunu satın almıştı. Pek çok yorumcuya göre bunlar “zamanın gelenekleri” idi ve bu nedenle sömürgeciliği, ırkçılığı ve cinsiyetçiliği desteklemeye dair bir suçlama haksız ve mesnetsizdir. Hatta, 1960’larda hâlâ Montanelli ırklar arası evliliği, doğrudan Arthur Gobineau’nın “İnsan Irklarının Eşitsizliği Üzerine Demene 1853-55”inden ödünç aldığı argümanlarla medeniyetin çöküşünün bir sebebi olarak mahkûm ediyordu. Bunlar aslında, aynı periyotta ABD’deki Yurttaş Hakları hareketine karşıtlığında Ku Klux Klan tarafından güçlü bir şekilde savunulan argümanların aynılarıydı. Her türlü kanıta karşın, iki nesil İtalyan gazeteciliğinin manevi babası, faşist ordunun Etiyopya Savaşı sırasında gaz bombardımanları gerçekleştirdiğini şiddetle reddetmişti. Milano “barbarları”, bizlere bu basit gerçekleri hatırlatmak istemişti. 

Doğrusu, mevcut “vandalizm” dalgası ile öfkelenen çoğu siyasi liderin, entelektüelin ve gazetecinin, tekrar eden polis şiddeti vakalarına, ırkçılığa, adaletsizliğe ve protestonun doğrudan yöneldiği sistemik eşitsizliğe yönelik benzer bir öfkeyi asla ifade etmemiş olmalarını gözlemlemek ilgi çekici. Böylesi bir durumda kendilerini oldukça rahat hissettiler. 

Birçoğu, 30 yıl önce Orta Avrupa’da Marx, Engels ve Lenin’in heykellerinin yıkıldığı bir diğer putkırıcı akımı övmüştü. Oysa bu tür heykellerle birlikte yaşama perspektifi katlanılamaz ve bunaltıcı iken onlara göre, Batı toplumlarının patrimonyal mirasını oluşturan konfederasyon ordusu generallerinin, köle tacirlerinin, soykırımcı kralların, beyaz üstünlükçülüğün kanuni mimarlarının ve faşist sömürgeciliğin propagandacılarının heykelleriyle hayli gurur duyuyorlar. Israrcı oldukları gibi “tarihimizden hiçbir izi ya da figürü silmeyeceğiz”. 

Fransa’da, sömürgeciliğin ve köleliğin anıtsal kalıntılarını yıkmak çoğu zaman bir tür “cemaatçilik” [communautarisme] olarak tarif edilir –şu dönemde olumsuz anlam içeren bu kelime, dolaylı olarak bu tür kalıntıların, kamusal alanı çerçeveleyen estetik, tarihsel ve anıtsal normları saptayan beyaz çoğunluğu değil, özellikle kölelerin ve sömürgeleştirilenlerin torunlarını rahatsız ettiği anlamına gelir. Aslında, Fransa’nın sözde “evrenselliği”, çoğu zaman “beyaz cemaatçiliğin” nahoş tadını barındırır. 

Atalarının yaptığı gibi, küresel çapta şehir şehir yayılan “putkırıcı öfke”, hoşgörü ve yurttaşların bir arada yaşamının yeni biçimlerini talep ediyor. Geçmişi silmek şöyle dursun, ırkçılık karşıtı putkırıcılık kent peyzajını kaçınılmaz bir şekilde etkileyen yeni bir tarihsel bilinç taşıyor. İtiraz edilen heykeller, kaldırılmalarını meşru kılan yalın bir gerçeklik olarak geçmişi ve onun aktörlerini övüyor. Kentler; ihtiyaçlara, değerlere ve sakinlerinin arzularına bağlı olarak değişim gösteren yaşayan bedenlerdir ve bu dönüşümler her zaman politik ve kültürel çatışmaların ürünüdürler.  

Geçmişin egemenlerini anan heykelleri devirmek, bugünkü ırkçılığa ve baskıya karşı mücadelelere tarihsel bir boyut bahşediyor. Muhtemelen ondan daha fazlası anlamına geliyor. Bu, kentlerin tarihsel yerleşim alanlarının, maddeleştirilmiş ve fetişleştirilmiş yerleşim yerleri şeklinde başkalaşıma uğramasını beraberinde getiren şehirlerimizin soylulaştırılmasına karşı çıkmanın bir başka yolu. Bir kent, UNESCO tarafından “dünya mirası” olarak sınıflandırıldıktan sonra ölmeye mahkûmdur. Heykelleri deviren “barbarlar” tam olarak, eş zamanlı biçimde alt sınıfları kent merkezlerinden süren ve buraları donuk kalıntılara dönüştüren mevcut neoliberal politikalara karşı bir protestodur. Eski kölecilik ve sömürgeciliğin sembolleri, gayrimenkul kapitalizminin göz kamaştırıcı çehresiyle birleşmiş durumda –ve bunlar, protestocuların hedefleri.

Ezilenlerin Bakış Açısı

Daha sofistike ve sapkın bir argümana göre, ırkçılık karşıtı putkırıcılık, geçmişin reddine yönelik şuursuz bir arzuyu ifade ediyor. Geçmiş her ne kadar baskıcı ve rahatsız edici olsa da değiştirilemez, diyor bu argüman. Kesinlikle doğru. Ancak geçmişi çalışmak –özellikle de ırkçılık, kölelik, sömürgecilik ve soykırımlardan müteşekkil bir geçmişi-, devrilen heykellerin birçoğunun yaptığı gibi onu göklere çıkarmak anlamına gelmez. 

Almanya’da, Nazi geçmiş, eziyet çektirenlerin yerine kurbanları anan anıtlarla kent meydanları ve sokaklarında çok kuvvetli bir şekilde sergileniyor. Berlin’de Holokost Anıtı, gelecek nesillere bir uyarı olarak dikilmektedir. SS’in suçları, Heinrich Himmler’i öven bir heykel aracılığıyla anılmıyor; bunun yerine, eski bir SS ofisinin yerinde bulunan “Terörün Topografyası” isimli açık ve kapalı bir sergi vasıtasıyla yapılıyor. 

İşledikleri günahları hatırlamak için Hitler’in, Mussolini’nin ve Franco’nun heykellerine ihtiyacımız yok. Pedro Sánchez hükümetinin, Caudillo’dan[3]geriye kalanları anıt mezarından çıkarmaya karar vermesi, tam da İspanyolların, Frankoculuğu unutmamasındandır. Sadece, Valle de los Caídos’un[4]kutsallıktan arındırılmasıyla, unutkan olmayan demokratik bir toplumda bu faşist anıt hatıra âlemine sevk edilebilir. 

Mevcut ırkçılık karşıtı putkırıcılığımıza, antik damnatio memoriae(hafızanın lanetlenmesi) niyeti atfedilmesi bu nedenle son derece yanlıştır. Antik Roma’da bu uygulama, mevcudiyetleri yeni hükümdarlarla çatışan imparatorların ya da başka kişiliklerin kamusal olarak anılmalarını ortadan kaldırmayı amaçlıyordu. Unutulmalıydılar. 

Stalinizm döneminde Lev Troçki’nin resmi Sovyet fotoğraflarından silinmesi, damnatio memoriae’nin bir başka biçimiydi ve George Orwell’ın 1984’üne ilham vermişti. Kurgusal ülke Okyanusya’da, tarihin tamamen yeniden yazıldığını yazmıştır: “Heykeller, yazıtlar, anıtsal taşlar, sokak isimleri –geçmişe ışık tutabilecek her şey sistematik biçimde değiştirilmişti.”

Bu örnekler, yanıltıcı karşılaştırmalardır; çünkü geçmişin, güçlü olan tarafından silinmesinden bahseder. Zira, ırkçılık karşıtı putkırıcılık kışkırtıcı bir şekilde geçmişi onların elinden kurtarmayı, onu, galip gelenlerin değil, yönetilenlerin ve yenilgiye uğratılanların bakış açısından yeniden düşünerek “tarihin havını tersine taramayı” amaçlıyor. 

Mimari ve sanatsal mirasımızın, tahakkümün mirasıyla yüklü olduğunu biliyoruz. Walter Benjamin’in ünlü aforizmasının belirttiği gibi, “Hiçbir medeniyet belgesi yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın.” Heykelleri devirenler kör nihilistler değiller: Kolezyum’u ya da piramitleri yıkmayı istemiyorlar.

Bundan ziyade, Bertolt Brecht’in dikkat çektiği gibi, bu olağanüstü anıtların köleler tarafından inşa edildiğini unutmamayı tercih ederler. Edward Colston ve II. Leopold unutulmayacaklar: heykelleri müzelerde korunmalı ve sadece kim olduklarını ve olağanüstü başarılarını açıklayan şekillerde sergilenmemeli, şahıslarının neden ve nasıl erdemlilik ve insancıllığın, saygı nesnesinin örnekleri haline geldiği de –kısaca, medeniyetlerinin vücut bulmuş halleri de- açıklanmalı.

Dünya Çapında bir Dalga

Bu ırkçılık karşıtı putkırıcı dalga küreseldir ve hiçbir istisna kabul etmiyor. İtalyanlar (İtalyan-Amerikalılar da dâhil) ve İspanyollar Kolomb ile gurur duyuyor, fakat Amerika’yı “keşfeden” adamın heykelleri, yerliler için aynı sembolik anlamı taşımıyor.

Bu heykel kırıcılık, meşru bir şekilde kendi belleklerinin ve bakış açılarının kamusal olarak kabul ve kayıt edilmesini talep ediyor: dört yüzyıl süren bir soykırımı resmen başlatan “keşif”. Martinik’in başkenti Fort-de-France’da 22 Mayıs’ta Victor Schœlcher’in –geleneksel olarak Fransa Cumhuriyeti tarafından 1848 yılında köleliğin kaldırılmasının sembolü olarak kutsanan- iki heykeli yıkıldı. Sağcı gazete Le Figaro’nun bize söylediği şekliyle, “Yeni sansürcüler, gerçeğe sahip olduklarına ve erdemliliğin koruyucuları olduklarına inanıyorlar.”

Gerçekte, “yeni sansürcüler” (yani ırkçılık karşıtı genç eylemciler), Fransız “evrenselciliği”nin paternalist ve incelikli biçimde ırkçı geleneğinin sayfasının yerine yeni bir sayfa arzuluyorlar. Bu gelenek, aydınlanmış Cumhuriyet tarafından köleliğin kaldırılmasını, kölelere bir ödül olarak tarif etmiştir her daim –Macron’un yukarıda alıntılanan konuşmasında güzel bir şekilde özetlenen gelenek-. 

“Yeni sansürcüler”, 1952 yılında Siyah Deri, Beyaz Maskelerkitabında bu klişeyi çözümleyen Frantz Fanon’un düşüncesini paylaşıyorlar: “Siyah insanın Beyaz insana karşı beslediği minnet duygusundan şikâyeti yok; bunun en güçlü ifadesi, Fransa’nın her yerinde ve kolonilerde meydanlara dikilen ve zincirlerinden yeni kurtulmuş sempatik Zencilerle, onların başlarını okşayan Beyaz efendilerin birlikte sergilendiği o etkileyici heykellerde görülür.” [5]

Geçmişi çalışmak, soyut bir görev ya da tamamen entelektüel bir çalışma değildir. Daha ziyade, kolektif çaba gerektirir ve politik eylemden ayrıştırılamaz. Son günlerdeki putkırıcılığın anlamı budur. Gerçekten de, küresel ırkçılık karşıtı seferberlik içinde ortaya çıkmasına karşın, bunun zemini, çok sayıda kuruluş ve eylemci tarafından yürütülen yılların anıt karşıtı kararlılığı ve tarihsel araştırma ile zaten hazırlanmıştı. 

Bütün kolektif eylemler gibi, anıt kırıcılık da ilgiyi ve yapıcı eleştiriyi hak ediyor. Onu aşağılayarak damgalamak, adeta tahakküm tarihine kendini haklı gösterecek savunma sağlamaktır. 


https://jacobinmag.com/2020/06/statues-removal-antiracism-columbus adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Not: Çeviri metninde İmdat Freni tarafından kimi değişiklikler yapılmıştır. 


[1]Kara Kod, 14. Louis döneminde oluşturulan ve köleliğe yasal zemin sağlayarak kölelerin haklarını tanımlayan yasal düzenlemelere verilen isimdir; ç.n.

[2]Iconoclaste : ikona kırıcı, putkırıcı.

[3]El Caudillo, diktatör Francisco Franco’nun “önder” anlamına gelen lakabıdır; ç.n.

[4]Franco’nun mezarının, taşındığı 24 Ekim 2019 tarihine kadar bulunduğu anıt; ç.n.

[5]Bu bölüm, kitabın Cahit Koytak çevirisi olan Nisan 2016 Türkçe baskısından alıntılanmıştır; ç.n.

Altmışlarda Sosyalist Hareketin Oluşumu-IV: 27 Mayıs ve İşçiler – Masis Kürkçügil

Masis Kürkçügil’in 2006’da Sosyalist Demokrasi için Yeniyol dergisinde yayınlanan ve altmışlı yılların başından 12 Mart’a kadar, kendisinin de fiilen içinde bulunduğu sosyalist hareketin gelişimini programatik zemin, siyasal saflaşmalar ve işçi hareketiyle ilintisi bağlamında ele aldığı bu kapsamlı değerlendirmeyi bölümler halinde İmdat Freni okurlarının ilgisine sunuyoruz. Bir önceki bölüme şuradan ulaşabilirsiniz.

27 Mayıs 1960 ve İşçiler

Toplumsal alanda yansıması olan herhangi bir düşünsel birikim veya eylemin olmadığı bir dönemin ardından altmışlı yıllarda sosyalist hareketin kendi mücadelesinin ürünü olmayan ancak kendisine de bir milat yaşatanın ne olduğu tartışmalıdır. Yaygın kanı 27 Mayıs ve 1961 Anayasası’nın nisbi özgürlük ortamıdır. Öznesi belirsiz bu tespit sonunda iyi sıhhatte olsunlar’ın işçi sınıfının önünü açtığına varabilir. Partiler düzeyinde on yıl boyunca CHP-DP neredeyse oyları paylaşmış ancak ekonomik ve toplumsal gelişme sınıfların mevzilenmesinde anlamlı değişikliklere yol açmış (altmışlı yılların hemen başlarında bu gelişmeler daha da hızlanacaktır), bunun sonucunda nesnel gerçeklikte bir önceki dönemle kıyas kabul etmez bir değişim yaşanmıştır. Bu yeni malzemeyle birlikte geleneksel devletlu kesimlerden ve “gelişmekte olan” burjuvaziden açıkta kalan kesimlerin tarih sahnesine çıkışı gerçekleşmiştir. Buna uygun olarak aydın taifesinde de klasik TKP çizgisinden farklı batıdaki sosyal demokrat gelişmelerden de etkilenmiş yarı yolda bir entelijansiya oluşmuştur. Bu entelijansiya bir miktar üniversite hocası, gazeteci ve yazar çizerden; doğrudan doğruya sınıfın meselelerinden hareketle değil devlet planlama teşkilatı uzmanları formasyonuna sahip, ülkenin meselelerine vakıf kişilerden oluşmaktadır.

İşçi sınıfı ise bu saflaşmada ağırlıklı olarak DP’nin arkasındadır. Menderes’in 1 Mayıs 1960’da işçilerin bayramını kutlaması tarihsel bir ironi olarak hatırlanabilir.

Altmışlı yılların daha başlarında Saraçhane yürüyüşü ve Kavel greviyle sınıfın paldır küldür sahneye girişine tanık olunur. Sendikacılar bir büyüme döneminde, kendilerini mesleki kaygıların ötesinde bir toplumsal konum içinde bulmuşlardır. 

Toplumun tarihiyle bir sol tarih anlatılacaksa, altmışlı yıllardaki siyasallaşmayı yalnızca kimilerinin öne çıkardığı üzere 27 Mayıs’ın nisbi özgürlük ortamında değil daha derinden birtakım gelişmelerin söz konusu olduğu dönüşümde, işçi hareketinin oluşumunda aramak gerekecek. Ancak “önce kelam vardı” idealist yaklaşımı egemen olduğu için sosyalist hareketin oluşumu emekçilerin gündelik hayatındaki değişimlerde değil yukarıdan ve oldukça tartışmalı “hayır”larda aramak gelenek haline gelmiştir. Sınıfın kendi iç dinamiklerini irdelemek yerine en küçük sektlerin kendi aralarındaki tartışmalar bile kimi zaman daha önemsenir olmuştur. Örneğin TİP’in oluşumunda sendikacıların ellerinde kalan partiyi birilerine teslim etmeye karar verdiklerinde birtakım kişilerden sonra Aybar’a gelmeleri çokça önemsenir. Ama genel olarak işçi hareketinin yükselişini ve sendikal hareketin önceki dönemlere oranla itibar kazanmasını, sosyalist solun emekçiler nezdinde göreli olarak da olsa ciddiye alınmasını TİP’in kurulmasına bağlamak biraz da tarihi tersten okumayı getirir. Burada dönüşümü yaratan unsur zaten var olan aydınlar ve sendikalar veya onların buluşması değil işçi hareketinin bir yenilenme çağında oluşudur. 

Sosyalist solun ilginç bir paradoksu, karşı-devrimci diye nitelediği DP ve AP döneminde yeni bir emekçi kesiminin ortaya çıkmış olmasıdır. Bu yeni kesim tarih sahnesine kenardan da olsa girerken kendisine bu imkânı veren koşulları “ilerici” CHP’nin değil DP-AP geleneğinin sağladığı kanısındadır. İkinci bir 27 Mayıs sevdasında olanların neden işçi sınıfı için pek fazla bir şey ifade etmediğini anlamak için, bu kesime göre bunun ileri bir adım değil geriye dönüş olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.

Yarım kalmış bir 27 Mayıs’ı tamamlama, askerlerle birlikte siyaset yapma eğilimi aslında tarihin yanlış okunmasından da kaynaklanmaktadır. 27 Mayıs’ın herhangi bir ulusalcı, anti-emperyalist yanı olmayıp kapitalist sistem içinde patlayan lastiğin değiştirilmesinden ibaret olduğu atlanıp, ona olmadık değerler vehmedilince –üstelik bunlar solda envaı çeşit oportünist ve revizyonist avının sınıf mücadelesinin başlıca uğraşı olarak görülürken– yeniden milli mücadele gibisine yeniden darbeye yönelinmiştir. Bu tür bellekte Yakup Cemiller, Enverler ve yakın zamandaki Aydemirler referans noktası olurken nesnel gerçeklikteki değişimler –hem de ülkenin tarihinde sınıflaşmanın en çok hızlandığı bir dönemde– es geçilmiş ve hatta büyük bir başarı ile görmezden gelinmiştir.

Altmışlarda Sosyalist Hareketin Oluşumu – III: Devralınan Miras – Masis Kürkçügil

Masis Kürkçügil’in 2006’da Sosyalist Demokrasi için Yeniyol dergisinin 21. sayısında yayınlanan ve altmışlı yılların başından 12 Mart’a kadar, kendisinin de fiilen içinde bulunduğu sosyalist hareketin gelişimini programatik zemin, siyasal saflaşmalar ve işçi hareketiyle ilintisi bağlamında ele aldığı bu kapsamlı değerlendirmeyi bölümler halinde İmdat Freni okurlarının ilgisine sunuyoruz.  Bir önceki bölüme şuradan ulaşabilirsiniz.

Devralınan Miras

TİP’in kuruluşu veya bir yıl sonra Mehmet Ali Aybar’a teslim edilmesiyle başlansa da önceki dönemlerden edinilen bir miras var. Ancak bu mirasın herhangi bir kitlesel karşılığı bulunmamakta. TKP ve onun dışında veya çevresinde gelişen solun toplamının encamı 1951-52 tutuklamalarında belli olmuştur. Bundan sonraki tek açık girişim olan Vatan Partisi ise daha da sınırlı bir çevreye hitap etmiştir. Dolayısıyla miras ne kadarsa o kadar ancak düşünsel düzeyde geçerlidir. Bunun bir diğer anlamı TİP’in kuruluşunda, işçi sınıfı içinde kendi bayrağı altında bir mücadele deneyimine sahip bir kesimin olmaması, kuruculardan da anlaşılacağı üzere bir tür sendikalist eğilimin siyasallaşmasıyla sınırlı kalındığıdır, yani sınıfın siyasallaşması değil sendikacıların siyasete merak sarması söz konusudur. 

Solun zihniyet dünyası ise esas olarak sosyal adalet ile sosyalizm arasında sıkışmıştır. Sosyalizme popülerlik kazandırma kaygısının yanı sıra, örneğin Aybar’ın Demokrat Parti listesinden bağımsız aday olmasının da gösterdiği üzere İnönü’cü olmayan ancak Kemalizm’in bir tür ilericilik olarak nitelendirildiği hatta yer yer anti-emperyalist ve de anti-kapitalist olarak kabul edildiği bir zihniyettir bu. DP’nin kuruluş aşamasında kendini CHP’nin solunda gördüğü kesin. Bazı TKP’lilerin Zeki Baştımar’ın izniyle DP’ye girdiği söylenir (Mihri Belli ise Şefik Hüsnü’nün DP’nin geleceğini önceden gördüğünü belirtmekte). 

Kemalizmin sosyalizm yolunda hayırlı bir adım olduğuna dair görüşlerin, genel olarak altmışlı yıllardaki cuntacılara veya asker sivil aydın zümre ile teşrikimesaiye meraklı kesimlere yakıştırılmasına karşın Behice Boran gibi Marksizm konusunda Aybar’a göre daha ortodoks kabul edilen birinin de benzer bir görüşe sahip olması kayda değer[1].  

1960 darbesinden sonra farklı kanallardan öne çıkan eskilerin üçünün de (Dr. Hikmet, Belli ve Aybar) birer risale/çağrı ile darbecilere yol yordam göstermeye yeltendikleri hatırlanırsa Aybar dahil olmak üzere aşağıdan olmaktan ziyade yukarıdan bir gelişme umudunun ancak ve ancak taşındığı söylenebilir. Aybar’ın sonraki gelişimine ters gibi gözükse de bu yukarıdan ve devletlu sosyalizm türü bilindiği gibi aslında Marx’a değil Ferdinand Lassalle’a aittir. Yani yukardan, devlete akıl fikir vererek kazanımlar elde etme…


[1]Mehmet Ali Aybar Mustafa Kemal’den uzun alıntılarla şu sonuca varmaktadır: “Tüm bu sözler fikir alanında solculuktur. Bu yolda izlenecek politika, sol bir politikadır… emperyalizm ve kapitalizmle savaşmayı ulusça kurtuluşumuz için şart sayan…” (TİP Tarihi, cilt I, s.138). Daha açıkçası “Kemalizm, emperyalizme, kapitalizme karşı bir ideoloji…”

Dolayısıyla dönemin Kemalistleri gibi kaybolmuş bir altın çağın bulunmasına yönelik olmasa da zihnen bir kopuşu değil kesintiye uğramış bir gelişmeyi yeniden başlatma perspektifi söz konusudur.

Behice Boran, 1968’de yayınlanan Türkiye ve Sosyalizm Sorunları kitabında: “Kurtuluş Savaşı yıllarında ve hemen sonraki devrede aşağı yukarı Atatürk’ün ölümüne kadar, yönetici kadro, emperyalizme –dolayısıyla kapitalizme– ve merkeziyetçi bir derebeylik niteliğindeki Osmanlı yönetimine ve geleneksel toplum düzenine karşı verdiği mücadele sonucunda, varabileceği en ileri ideolojik noktaya vararak devrimcilik, halkçılık, sonra da lâiklik, devletçilik ilkelerini ortaya attı. Bu ilkeler, kavramların gerçek anlamları incelenip tespit edilerek, birbiriyle ilişkin olarak sistemleştirilebilseydi, sosyalizme varacak bir ideolojik çerçeve meydana gelirdi.” s. 21; Ancak bundan bir yıl sonra Emekdergisinde “Bürokrasi Üzerine Tartışmalar” yazısında Behice Boran hem Avcıoğlu hem de Aybar hem İdris Küçükömer’le arasına bir mesafe koyarak, Kemalizm’den “o şartlarda ilerici ve devrimci hareketler” diye bahsederek bir sınırlamada bulunur. -16 Haziran 1969.

Altmışlarda Sosyalist Hareketin Oluşumu – II: Bir Toplumda Marksizmin Filizlenmesi – Masis Kürkçügil

Masis Kürkçügil’in 2006’da kaleme almış olduğu ve altmışlı yılların başından 12 Mart’a kadar, kendisinin de fiilen içinde bulunduğu sosyalist hareketin gelişimini programatik zemin, siyasal saflaşmalar ve işçi hareketiyle ilintisi bağlamında ele aldığı bu kapsamlı değerlendirmeyi bölümler halinde İmdat Freni okurlarının ilgisine sunuyoruz.  Aşağıda ikinci bölümü okuyabilirsiniz. İlk bölüme buradan ulaşabilirsiniz.

Bir Toplumda Marksizmin Filizlenmesi

Marksizmin bir ülkede filizlenmesinin beş şartı veya on emri keşfedilene kadar onun kendi oluşumuna, kaynaklarına bakma ve oradan bir çıkarsama yapma kolaycılığı devam edecektir. Aslında bu çerçevenin başlangıç olarak çok anlamlı olmakla birlikte bir dizi ülkedeki gelişmeyi açıklayacak bir model olmadığı kesindir. Yine de kısaca Rus, Çin, Hindiçini, İtalyan, Latin Amerika ve Amerikan (vbg.) Marksizmlerin hikâyelerine göz atmak gerekir. [1]

Sömürgelerde, metropol ülkelerdeki Marksist hareketten etkilenme, ABD ve Latin Amerika’da göçmenlerin taşıdığı sol düşünce veya Jose Carlos Mariategui’yi de beslemiş olan dış ülkelerdeki geziler ille de otantik olmayan, taklitçi bir Marksizmin oluşmasına yol açmamaktadır. Latin Amerika Marksizminin kurucusu addedilebilecek Perulu Mariategui’nin 1920’lerde İtalya’da işçi konseylerinin yanı sıra pek doğrulanmayan bir iddiaya göre de Sovyetlerdeki Müslüman komünizmden etkilendiği söylenir[2]. Mariategui’yi bugün için de anlamlı kılan görüşleri yani hem yaşadığı topraklardaki toplumların tarihine hem de emperyalizm çağında sınıflar mevzilenmesine, buradan hareketle de devrim stratejisine ilişkin özgün görüşleri belki de saf proleter bir hareketin “gelişmediği” ülkelerde Marksist düşüncenin ille de sınıfta kalması gerekmediğinin bir göstergesidir.

Sağda Perulu Marksist Jose Carlos Mariategui

Düşünsel bir hesaplaşma, toplumda kendinden önceki siyasi akımların, hâkim ideolojinin çapıyla da derinlik kazanmaktadır. Ancak “burjuva-aydınlanma” düşüncesinin batıdan silik kopyalar olarak ihtiyaca ve bazen keyfe göre taşındığı bir ülkede böylesi “ilerletici” bir hesaplaşma da mümkün olmamıştır. Rus popülizminin zerresi gözükmezken Çin’deki muhafazakâr kesimlerde beliren Batı karşıtlığından hareketle durum vaziyeti kavrama çabasına da rastlanmamıştır. Öte yandan geniş anlamıyla halk sınıflarının gündelik mücadele birikimlerinden hareketle bir hat çizilmesi için de gerekli malzeme oluşmamıştır. Her ne kadar XIX. Yüzyıl sonu ve XX. yüzyıl başlarında bir işçi hareketi oluşmuşsa da bu tarih –her ne demekse– “azınlıklar”a ait olduğundan tarihten silinmiş ve sonradan gelenlerce de makbul addedilmemiştir. Hatta Dr. Hikmet Kıvılcımlı sanki ortada sıkı bir Leninist parti varmışçasına azınlık solcularını Bundçulukla suçlayabilmiş, lakin ömrü boyunca o kapsam ve çapta bir hareketin içinde olmamıştır (aslında bu suçlama Bund hareketi hakkında hiçbir şey bilmediğini ve de bunu Lenin’den bir suçlama sözcüğü olarak aldığını göstermektedir).[3]

Ekim Devrimi’nin kendinden önce var olan sol hareketler üzerinde etkisi olduğu gibi solun adının bile geçmediği kimi ülkelerde bir dalga yarattığı bilinmektedir. Ancak bunların genel olarak birer kopyadan ibaret olmayıp kendi gerçeklikleri üzerine oturan hareketlerin nisbi bir özerklik kazandığı eklenmelidir. Türkiye sosyalist hareketi açısından böylesi bir özerkleşme kapasitesi söz konusu olmadığı gibi Ekim Devrimi’nden nasiplenme babında alınan dersler de alabildiğine üstünkörü olmuştur. Çinli genç devrimcilerin Sovyetlerde eğitimleri sırasında oldukça radikal eğilimleri ile neredeyse birer aygıt insanı olarak yetişen TKP’lilerin mukayesesi çarpıcıdır. Bu açıdan altmışlı yıllara kadar politik tartışma ürünleri neredeyse yirmili yılların ilk yarısının Aydınlıkyazıları ve otuzlu yılların (özellikle Kerim Sadi ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı) birkaç risalesi ile sınırlı kalmıştır. Dr. Hikmet’in yine aynı dönemde kaleme aldığı ancak ölümünden sonra, terekesinden çıkartılan ve yaşamında kendisinin asla kullanmadığı Yol dizisi ise özgün olmaktan ziyade uyarlama çabalarından ibarettir. 

Yirmiden altmışlara fikir düzeyinde dünya sosyalist hareketinin yaşadığı çatışmalar, mücadeleler, tartışmalar neredeyse zerre kadar bir iz bırakmamıştır. Sosyalizmin hayati sorunlarında (örneğin İspanya İç Savaşı’nda) otantik bir sese rast gelinmedi. 1935’de Komintern’in feshinden önceki son kongrede yönetim kademesinde bulunan, kendi ülkesinde tam olarak ne yaptığı belli olmayan Dr. Şefik Hüsnü, partisi yukarıdan kapatılırken hangi güç ilişkileri içinde ve ne adına Komintern’de bulunduğunu bizzat kendisi sorgulamış olmuyor muydu? Ne kadar ilginçtir ki kendi partilerini dünya sosyalizminin ulvi çıkarları adına tasfiye edenler Nazım’ı da Troçkist diye itham etmekten geri kalmıyorlardı! Böyle bir durumda örneğin Moskova Mahkemeleri’nin etik ve siyasal olarak nasıl bir etki yarattığı sorusu bile abes kalmaktadır.

Dr. Hikmet Kıvılcımlı

Türkiye komünist hareketi kraldan fazla kralcı bir tutumla “uluslararası komünist hareketin” Kâbe’sini izlemiştir. Stalinizm eleştirisinin en geç ve hatta neredeyse sırf laf olsun diye başladığı ülkenin Türkiye olmasını bu “eski” ve “en eskiler”e borçlu olduğumuzu unutmayalım. Yaratıcı bir Marksizmin zerresi gözükmezken klasik sosyalist birikimi aktaracak veya canlı tutacak bir çaba da söz konusu değildir. Polemiklerin ne kadar kişisel ne kadar meseleye ilişkin olduğu da tartışmalıdır.

Bir ülkedeki sosyalist hareketin evrenselliğinin bir ölçütü de kendi toplumunda dönüştürücü bir güç haline gelmesiyse bir diğeri de kendini uluslararası ölçekte ne tür bir yörüngeye oturttuğudur. Yirmili yıllarda Komünist Enternasyonal’in prestiji her ne kadar Birinci Dünya Savaşı öncesi deneyim ve düşünsel birikimi gölgede bırakmışsa da devrimin önderleri aslında bu savaş öncesi dönemin mirasçılarıydılar. Onların ne tür bir zihnî dünya içinde yetiştiklerini atlayanlar dönemin bütün derslerini bir tür Ekim devrimi el kitabına (sonunda da bütün külliyatı Leninizmin İlkeleri’nin üstün körü bir okumasına) indirgeyerek Marksizmi iğdiş etmişlerdir. Böylece emperyalizm, ulusal sorun, strateji meselesi, sendika ve parti ilişkisi ve hatta toplumsal formasyon gibi konular bu tartışmaların asli unsuru olmayan Stalin’in uygun gördüğü bir çerçeveye oturtulmuştur. 

Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi altmışlı yıllarda geleneksel solun iki kanadı (Stalinizm ve sosyal demokrasi) arasında kâğıt üzerindeki farklılıklar ne olursa olsun yöneliş ve siyaset yapma tarzı açısından hemen hemen fark kalmamıştı (zaten birçok ülkede otuzlu yılların ikinci yarısından itibaren geleneksel solun iki kanadı ya kavuşmuş ya da yakın ittifaklar içinde olmuşlardır). Bu durumda Marksizmin kendisi rafa kalkmış ve realpolitik uğraşlar gündemi kaplamıştır. 

Altmışlı yıllara gelindiğinde Türkiye solunda genel olarak hâkim olan, batı Avrupa’daki kimi partilerin kurumsal çerçevede yürüttükleri faaliyetler ile azımsanmayacak sendikal ve seçim başarılarına paralel görüşlerdir. Derin bir yenilenme ihtiyacı olmadıkça aslında kaynağa, yani doğrudan temel eserlere yönelmek de ancak meraklısının derdidir. Bu açıdan altmışlı yıllarda sosyalistlerin bilinci hem bir yandan zaten memlekette bir zamanlar var olmuş bir mücadelenin devamı (Kemalizm) ve hem de kurumsal çerçevede ulaşılabilecek olan hedeflerdir.  


[1]Michael Löwy’nin Latin Amerika Marksizmi, Belge yay -Fransızcasında kapsamlı bir antoloji bulunmakta-; Pierre Rousset, La Révolution Chinoise içinde (Cahiers d’études et de recherches, IIRF, 1986) özellikle Marksizm ve Doğu adlı üçüncü bölüm; genel bir bakış için Stuart Schram ve Helene Carrère d’Encausse’un Asya’da Marksizm ve Milliyetçilik, Yön Yayınları, 1966.

[2]Benningsen-Wimbush, Sultan Galiyev ve Sovyetler Birliği’nde Milli Komünizm, Anahtar kitaplar, , s. 140.

[3]Bkz. Enzo Traverso, Marksistler ve Yahudi Sorunu, çeviren: Ayşe Tekin, Yazın yayıncılık, 2001, s. 173. Ayrıca bkz. E. Traverso, “Yahudi Marksizmi ve Siyah Marksizmi”, imdatfreni.org.

Altmışlarda Sosyalist Hareketin Oluşumu – I: Geçmişin Şiirselliği Şart mıdır?-Masis Kürkçügil

Masis Kürkçügil’in 2006’da kaleme almış olduğu ve altmışlı yılların başından 12 Mart’a kadar, kendisinin de fiilen içinde bulunduğu sosyalist hareketin gelişimini programatik zemin, siyasal saflaşmalar ve işçi hareketiyle ilintisi bağlamında ele aldığı bu kapsamlı değerlendirmeyi bölümler halinde İmdat Freni okurlarının ilgisine sunuyoruz.

Giriş: Geçmişin şiirselliği şart mıdır?

Altmışlardan bugüne 12 Mart ve 12 Eylül’de darbelere maruz kalan sosyalist hareket, 80’den bu yana çeyrek yüzyıldır toplumun güç ilişkilerinde anlamlı bir alternatif inşa edemedi. Genel olarak sınıf ve toplumsal hareketlerin ağır bir durgunluğa sürüklendiği bu dönemde, sosyalist hareketin derlenmesinin önünde nesnel gerçeklikten kaynaklanan bir dizi engel sayılsa da bunları öne çıkarmak bir noktadan sonra kaderciliğe uzanabilir. Yenilenmenin, canlanmanın belirtilerinin uzağında, neredeyse yarım yüzyıla yaklaşan yakın tarihin değerlendirilmesinde kullanılacak ölçütlerin de pek sağlam olamayacağı açıktır. Çünkü geçmişin kıymeti harbiyesi kitle hareketinin yeni bir yükselişinde anlaşılabilir. Ancak zaman zaman geriye dönüp bir tarihsel bellek oluşturmak da bu canlanmanın mütevazı gereklerinden biridir.

Gelecekteki mücadeleleri besleyecek geçmişteki deneyimlerden dersler çıkarmak esas olarak yine bir gelecek tahayyülü-tasavvuru ile birlikte yapılması gereken bir işlemdir. Ortak bir gelecek tahayyülüne sahip olmayanların ortak bir bilançoya bağlanması da beklenmemelidir. Bir başka ifade ile nihai hedefle bugünkü mücadeleler arasındaki bağlantıyı kuracak programatik bir yaklaşımla tarihsel bir zemin sağlanabilir.

Programatik bir yaklaşım, hem genel bir döküm çıkarma hem de belli bir hareketin doğrulanması, geleceğinin güvencede olması babında yürütülecek çabalardan çok daha farklı bir eksende tartışmayı gerektiriyor: Nasıl bir sosyalizm tasarlanmaktadır ki buna göre sahip çıkılacak miras eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutulabilsin?[1]

Geçtiğimiz beş yılda böylesi bir çerçeve oluşturmak için uluslararası düzeyde oldukça anlamlı deneyimler yaşanmıştır. Programatik düzeyde çoğulcu, feminist, ekolojist, aşağıdan dolayısıyla demokratik, farklı toplumsal alanların ortaklaştırıldığı bu hareketlerin sektarizmden ve dogmatizmden uzak, büyük miktarda ortak bir yürüyüş içinde olduğu söylenebilir. Bunun dışında sosyal demokrat veya Stalinist geleneksel sol çeşitli biçimlenmelerle yer yer köhnemiş varlığını sürdürmüştür. Ancak Latin Amerika’da öne çıkan hareketlere bakıldığında kıtanın tarihinde zaten önemli bir yer bulmayan Stalinist hareketlerin herhangi bir gelişme kaydettikleri görülmemektedir. Ayrıca genel olarak umut vaat eden hareketlenmelerin siyasal partilerden çok veya onun yanı sıra, sendikal ve toplumsal hareketlerdeki yeniden yapılanmalar olduğu unutulmamalı. 

Sosyalist hareketin kat ettiği mesafeyi değerlendirebilmek için her zaman olduğu gibi aşağıdakilerin, kimine göre parçalanmış, ancak bir başka açıdan çeşitlenmiş olan mücadele alanlarında ne gibi faaliyetler sürdürdüklerine bakmak gerekecektir. Tarihin pek bereketli olmadığı dönemlerde teori imalatıyla boşluğun giderileceği zehabına kapılanların sesi biraz fazla çıksa da nihayetinde doğru düşüncelerin yeni mücadeleler içinden filizlendiği her daim kendini gösterir. Yani kimi aklı evvellerin masa başında pir aşkına ürettikleri teoriler değil, nesnel gerçekliğin uğradığı değişimlere karşı yeni muhalefet biçimlenmelerinin elde ettiği kısmi başarılar, kazandıkları mevzilerle öne çıkan meselelerdir teorinin yenilendiği alanlar. 

Sosyalist hareketin bir vahiy gibi inmeyip zorlu toplumsal mücadelelerin içinde kendini inşa ederek geliştiğini hatırlarsak, herhangi bir toplumda sosyalist hareketin ve düşüncenin kökleşmesinin zaman zaman öne çıkan mücadeleler veya azımsanamayacak düşünürlerin zuhuruyla sınırlı olamayacağı, bu mücadele ve düşüncelerin bir siyasal partide billurlaşması gerektiği eklenmelidir.

Yaşadığımız toplumdaki deneyimlerin küçümsenmeden değerlendirilmesi pıtrak gibi ustanın peydahlandığı veya ikide birde devrim eşiğine gelindiği sanısını uyandırmamalıdır. Uluslararası yazında adı anılan bir Marksist düşünürümüz yoktur. Teorinin nisbi özerkliği gereği bu Allah’ın bir emri olmayıp gerekli koşulların yan yana gelmemesine bağlanabilir. Oldukça kesintili sosyalist tarihimizde siyasal olarak anlamlı, kitlelerin zihnine nakşolan ve onların özgürlük mücadelesinde rehber bir hareket de olmamıştır. Tabii ki herkesin kendi penceresinden azımsanmayacak mücadeleler olmuştur, ancak burada söz konusu olan kendi cenahındakine değil sıradan insanlara bir anlam ifade eden mücadelelerdir. Tarihsel belleğin en diri ve anlamlı öznesi olan işçi sınıfı ile emekçiler arasında sözünü ettiğimiz türden siyasal; hatta gelişkin bir sınıfsal bilinç bulunmadığı gibi en basitinden sendikal bilinçte bile bir kötürümleşme söz konusudur (işçi sınıfının siyasal bilinci, yani kendi tarihi çıkarları için mücadele bilinci neredeyse hiç oluşmamıştır, sendikal bilincin zorlanıp sınıfsal bilincin belirdiği günler için ise paradoksal olarak daha radikal gibi görünen 75-80 dönemi değil, altmışlı yıllar gösterilebilir).

Yeni mücadelelerin taşıyıcısı olacak genç kuşakların ille de geçmişe ilişkin tam teşekküllü bir defter tutması gerekmez. Ancak mücadelelerini tarihselleştirmek için geleceklerini üzerine temellendirecekleri bir geçmiş, bir deneyim birikimine ihtiyaç duyarlar. Bu ihtiyaç dayatmalarla, baskı ve zulüm görenlerin yaşadıklarını öne çıkararak, şehitleri bayrak yaparak giderilemez. Kendi kendini konsolide etmenin bu manevi unsurlarının toplumsal karşılığının bulunmadığı, çeşitli hareketlerin şehitlerinin adları etrafında yürütmeye çalıştıkları siyasetin kendisiyle sınırlı kalmasından anlaşılabilir. Bu açıdan geçmişimizde kimi toplumlarda olduğu üzere geniş kitleler için bir tür programatik ifadeye sahip olan Zapata, Sandino, Bolivar, Marti, Che gibi simalar ortaya çıkmamıştır. Bu tür simgeselleştirmeler herhangi bir çevre değil sokaktaki insanlar tarafından içselleştirildiğinde politik bir anlam ifade eder. 

Geçmişle gelecek arasındaki ilişki netamelidir.[2]Hiçbir mücadeleye sıfırdan başlanılmadığı, tarihte asla beyaz sayfanın açılmadığı, dünyanın efendilerinin birikimlerinin karşısına bin yıllardır sürdürülen bir özgürlük mücadelesinin birikimi ve bir gelecek tasarımıyla ancak çıkılabileceği unutulmamalıdır.


[1]Kimisinin Orta Asya’ya, kimisinin otuzlu yılların Stalinizmine yönelmesi kendi gelecek tasarımlarıyla oldukça tutarlıdır.

[2]“Marx’ın Onsekiz Brumaire’de yazdığının aksine, ‘geçmişin şiirselliği’ olmadan geleceğin düşü de olamaz” der M. Löwy. Dünyayı Değiştirmek Üzerine, Ayrıntı yay. s.168.