İmdat Freni

Altmışlarda Sosyalist Hareketin Oluşumu – I: Geçmişin Şiirselliği Şart mıdır?-Masis Kürkçügil

Masis Kürkçügil’in 2006’da kaleme almış olduğu ve altmışlı yılların başından 12 Mart’a kadar, kendisinin de fiilen içinde bulunduğu sosyalist hareketin gelişimini programatik zemin, siyasal saflaşmalar ve işçi hareketiyle ilintisi bağlamında ele aldığı bu kapsamlı değerlendirmeyi bölümler halinde İmdat Freni okurlarının ilgisine sunuyoruz.

Giriş: Geçmişin şiirselliği şart mıdır?

Altmışlardan bugüne 12 Mart ve 12 Eylül’de darbelere maruz kalan sosyalist hareket, 80’den bu yana çeyrek yüzyıldır toplumun güç ilişkilerinde anlamlı bir alternatif inşa edemedi. Genel olarak sınıf ve toplumsal hareketlerin ağır bir durgunluğa sürüklendiği bu dönemde, sosyalist hareketin derlenmesinin önünde nesnel gerçeklikten kaynaklanan bir dizi engel sayılsa da bunları öne çıkarmak bir noktadan sonra kaderciliğe uzanabilir. Yenilenmenin, canlanmanın belirtilerinin uzağında, neredeyse yarım yüzyıla yaklaşan yakın tarihin değerlendirilmesinde kullanılacak ölçütlerin de pek sağlam olamayacağı açıktır. Çünkü geçmişin kıymeti harbiyesi kitle hareketinin yeni bir yükselişinde anlaşılabilir. Ancak zaman zaman geriye dönüp bir tarihsel bellek oluşturmak da bu canlanmanın mütevazı gereklerinden biridir.

Gelecekteki mücadeleleri besleyecek geçmişteki deneyimlerden dersler çıkarmak esas olarak yine bir gelecek tahayyülü-tasavvuru ile birlikte yapılması gereken bir işlemdir. Ortak bir gelecek tahayyülüne sahip olmayanların ortak bir bilançoya bağlanması da beklenmemelidir. Bir başka ifade ile nihai hedefle bugünkü mücadeleler arasındaki bağlantıyı kuracak programatik bir yaklaşımla tarihsel bir zemin sağlanabilir.

Programatik bir yaklaşım, hem genel bir döküm çıkarma hem de belli bir hareketin doğrulanması, geleceğinin güvencede olması babında yürütülecek çabalardan çok daha farklı bir eksende tartışmayı gerektiriyor: Nasıl bir sosyalizm tasarlanmaktadır ki buna göre sahip çıkılacak miras eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutulabilsin?[1]

Geçtiğimiz beş yılda böylesi bir çerçeve oluşturmak için uluslararası düzeyde oldukça anlamlı deneyimler yaşanmıştır. Programatik düzeyde çoğulcu, feminist, ekolojist, aşağıdan dolayısıyla demokratik, farklı toplumsal alanların ortaklaştırıldığı bu hareketlerin sektarizmden ve dogmatizmden uzak, büyük miktarda ortak bir yürüyüş içinde olduğu söylenebilir. Bunun dışında sosyal demokrat veya Stalinist geleneksel sol çeşitli biçimlenmelerle yer yer köhnemiş varlığını sürdürmüştür. Ancak Latin Amerika’da öne çıkan hareketlere bakıldığında kıtanın tarihinde zaten önemli bir yer bulmayan Stalinist hareketlerin herhangi bir gelişme kaydettikleri görülmemektedir. Ayrıca genel olarak umut vaat eden hareketlenmelerin siyasal partilerden çok veya onun yanı sıra, sendikal ve toplumsal hareketlerdeki yeniden yapılanmalar olduğu unutulmamalı. 

Sosyalist hareketin kat ettiği mesafeyi değerlendirebilmek için her zaman olduğu gibi aşağıdakilerin, kimine göre parçalanmış, ancak bir başka açıdan çeşitlenmiş olan mücadele alanlarında ne gibi faaliyetler sürdürdüklerine bakmak gerekecektir. Tarihin pek bereketli olmadığı dönemlerde teori imalatıyla boşluğun giderileceği zehabına kapılanların sesi biraz fazla çıksa da nihayetinde doğru düşüncelerin yeni mücadeleler içinden filizlendiği her daim kendini gösterir. Yani kimi aklı evvellerin masa başında pir aşkına ürettikleri teoriler değil, nesnel gerçekliğin uğradığı değişimlere karşı yeni muhalefet biçimlenmelerinin elde ettiği kısmi başarılar, kazandıkları mevzilerle öne çıkan meselelerdir teorinin yenilendiği alanlar. 

Sosyalist hareketin bir vahiy gibi inmeyip zorlu toplumsal mücadelelerin içinde kendini inşa ederek geliştiğini hatırlarsak, herhangi bir toplumda sosyalist hareketin ve düşüncenin kökleşmesinin zaman zaman öne çıkan mücadeleler veya azımsanamayacak düşünürlerin zuhuruyla sınırlı olamayacağı, bu mücadele ve düşüncelerin bir siyasal partide billurlaşması gerektiği eklenmelidir.

Yaşadığımız toplumdaki deneyimlerin küçümsenmeden değerlendirilmesi pıtrak gibi ustanın peydahlandığı veya ikide birde devrim eşiğine gelindiği sanısını uyandırmamalıdır. Uluslararası yazında adı anılan bir Marksist düşünürümüz yoktur. Teorinin nisbi özerkliği gereği bu Allah’ın bir emri olmayıp gerekli koşulların yan yana gelmemesine bağlanabilir. Oldukça kesintili sosyalist tarihimizde siyasal olarak anlamlı, kitlelerin zihnine nakşolan ve onların özgürlük mücadelesinde rehber bir hareket de olmamıştır. Tabii ki herkesin kendi penceresinden azımsanmayacak mücadeleler olmuştur, ancak burada söz konusu olan kendi cenahındakine değil sıradan insanlara bir anlam ifade eden mücadelelerdir. Tarihsel belleğin en diri ve anlamlı öznesi olan işçi sınıfı ile emekçiler arasında sözünü ettiğimiz türden siyasal; hatta gelişkin bir sınıfsal bilinç bulunmadığı gibi en basitinden sendikal bilinçte bile bir kötürümleşme söz konusudur (işçi sınıfının siyasal bilinci, yani kendi tarihi çıkarları için mücadele bilinci neredeyse hiç oluşmamıştır, sendikal bilincin zorlanıp sınıfsal bilincin belirdiği günler için ise paradoksal olarak daha radikal gibi görünen 75-80 dönemi değil, altmışlı yıllar gösterilebilir).

Yeni mücadelelerin taşıyıcısı olacak genç kuşakların ille de geçmişe ilişkin tam teşekküllü bir defter tutması gerekmez. Ancak mücadelelerini tarihselleştirmek için geleceklerini üzerine temellendirecekleri bir geçmiş, bir deneyim birikimine ihtiyaç duyarlar. Bu ihtiyaç dayatmalarla, baskı ve zulüm görenlerin yaşadıklarını öne çıkararak, şehitleri bayrak yaparak giderilemez. Kendi kendini konsolide etmenin bu manevi unsurlarının toplumsal karşılığının bulunmadığı, çeşitli hareketlerin şehitlerinin adları etrafında yürütmeye çalıştıkları siyasetin kendisiyle sınırlı kalmasından anlaşılabilir. Bu açıdan geçmişimizde kimi toplumlarda olduğu üzere geniş kitleler için bir tür programatik ifadeye sahip olan Zapata, Sandino, Bolivar, Marti, Che gibi simalar ortaya çıkmamıştır. Bu tür simgeselleştirmeler herhangi bir çevre değil sokaktaki insanlar tarafından içselleştirildiğinde politik bir anlam ifade eder. 

Geçmişle gelecek arasındaki ilişki netamelidir.[2]Hiçbir mücadeleye sıfırdan başlanılmadığı, tarihte asla beyaz sayfanın açılmadığı, dünyanın efendilerinin birikimlerinin karşısına bin yıllardır sürdürülen bir özgürlük mücadelesinin birikimi ve bir gelecek tasarımıyla ancak çıkılabileceği unutulmamalıdır.


[1]Kimisinin Orta Asya’ya, kimisinin otuzlu yılların Stalinizmine yönelmesi kendi gelecek tasarımlarıyla oldukça tutarlıdır.

[2]“Marx’ın Onsekiz Brumaire’de yazdığının aksine, ‘geçmişin şiirselliği’ olmadan geleceğin düşü de olamaz” der M. Löwy. Dünyayı Değiştirmek Üzerine, Ayrıntı yay. s.168.