Masis Kürkçügil’in 2006’da kaleme almış olduğu ve altmışlı yılların başından 12 Mart’a kadar, kendisinin de fiilen içinde bulunduğu sosyalist hareketin gelişimini programatik zemin, siyasal saflaşmalar ve işçi hareketiyle ilintisi bağlamında ele aldığı bu kapsamlı değerlendirmeyi bölümler halinde İmdat Freni okurlarının ilgisine sunuyoruz. Aşağıda ikinci bölümü okuyabilirsiniz. İlk bölüme buradan ulaşabilirsiniz.
Bir Toplumda Marksizmin Filizlenmesi
Marksizmin bir ülkede filizlenmesinin beş şartı veya on emri keşfedilene kadar onun kendi oluşumuna, kaynaklarına bakma ve oradan bir çıkarsama yapma kolaycılığı devam edecektir. Aslında bu çerçevenin başlangıç olarak çok anlamlı olmakla birlikte bir dizi ülkedeki gelişmeyi açıklayacak bir model olmadığı kesindir. Yine de kısaca Rus, Çin, Hindiçini, İtalyan, Latin Amerika ve Amerikan (vbg.) Marksizmlerin hikâyelerine göz atmak gerekir. [1]
Sömürgelerde, metropol ülkelerdeki Marksist hareketten etkilenme, ABD ve Latin Amerika’da göçmenlerin taşıdığı sol düşünce veya Jose Carlos Mariategui’yi de beslemiş olan dış ülkelerdeki geziler ille de otantik olmayan, taklitçi bir Marksizmin oluşmasına yol açmamaktadır. Latin Amerika Marksizminin kurucusu addedilebilecek Perulu Mariategui’nin 1920’lerde İtalya’da işçi konseylerinin yanı sıra pek doğrulanmayan bir iddiaya göre de Sovyetlerdeki Müslüman komünizmden etkilendiği söylenir[2]. Mariategui’yi bugün için de anlamlı kılan görüşleri yani hem yaşadığı topraklardaki toplumların tarihine hem de emperyalizm çağında sınıflar mevzilenmesine, buradan hareketle de devrim stratejisine ilişkin özgün görüşleri belki de saf proleter bir hareketin “gelişmediği” ülkelerde Marksist düşüncenin ille de sınıfta kalması gerekmediğinin bir göstergesidir.
Düşünsel bir hesaplaşma, toplumda kendinden önceki siyasi akımların, hâkim ideolojinin çapıyla da derinlik kazanmaktadır. Ancak “burjuva-aydınlanma” düşüncesinin batıdan silik kopyalar olarak ihtiyaca ve bazen keyfe göre taşındığı bir ülkede böylesi “ilerletici” bir hesaplaşma da mümkün olmamıştır. Rus popülizminin zerresi gözükmezken Çin’deki muhafazakâr kesimlerde beliren Batı karşıtlığından hareketle durum vaziyeti kavrama çabasına da rastlanmamıştır. Öte yandan geniş anlamıyla halk sınıflarının gündelik mücadele birikimlerinden hareketle bir hat çizilmesi için de gerekli malzeme oluşmamıştır. Her ne kadar XIX. Yüzyıl sonu ve XX. yüzyıl başlarında bir işçi hareketi oluşmuşsa da bu tarih –her ne demekse– “azınlıklar”a ait olduğundan tarihten silinmiş ve sonradan gelenlerce de makbul addedilmemiştir. Hatta Dr. Hikmet Kıvılcımlı sanki ortada sıkı bir Leninist parti varmışçasına azınlık solcularını Bundçulukla suçlayabilmiş, lakin ömrü boyunca o kapsam ve çapta bir hareketin içinde olmamıştır (aslında bu suçlama Bund hareketi hakkında hiçbir şey bilmediğini ve de bunu Lenin’den bir suçlama sözcüğü olarak aldığını göstermektedir).[3]
Ekim Devrimi’nin kendinden önce var olan sol hareketler üzerinde etkisi olduğu gibi solun adının bile geçmediği kimi ülkelerde bir dalga yarattığı bilinmektedir. Ancak bunların genel olarak birer kopyadan ibaret olmayıp kendi gerçeklikleri üzerine oturan hareketlerin nisbi bir özerklik kazandığı eklenmelidir. Türkiye sosyalist hareketi açısından böylesi bir özerkleşme kapasitesi söz konusu olmadığı gibi Ekim Devrimi’nden nasiplenme babında alınan dersler de alabildiğine üstünkörü olmuştur. Çinli genç devrimcilerin Sovyetlerde eğitimleri sırasında oldukça radikal eğilimleri ile neredeyse birer aygıt insanı olarak yetişen TKP’lilerin mukayesesi çarpıcıdır. Bu açıdan altmışlı yıllara kadar politik tartışma ürünleri neredeyse yirmili yılların ilk yarısının Aydınlıkyazıları ve otuzlu yılların (özellikle Kerim Sadi ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı) birkaç risalesi ile sınırlı kalmıştır. Dr. Hikmet’in yine aynı dönemde kaleme aldığı ancak ölümünden sonra, terekesinden çıkartılan ve yaşamında kendisinin asla kullanmadığı Yol dizisi ise özgün olmaktan ziyade uyarlama çabalarından ibarettir.
Yirmiden altmışlara fikir düzeyinde dünya sosyalist hareketinin yaşadığı çatışmalar, mücadeleler, tartışmalar neredeyse zerre kadar bir iz bırakmamıştır. Sosyalizmin hayati sorunlarında (örneğin İspanya İç Savaşı’nda) otantik bir sese rast gelinmedi. 1935’de Komintern’in feshinden önceki son kongrede yönetim kademesinde bulunan, kendi ülkesinde tam olarak ne yaptığı belli olmayan Dr. Şefik Hüsnü, partisi yukarıdan kapatılırken hangi güç ilişkileri içinde ve ne adına Komintern’de bulunduğunu bizzat kendisi sorgulamış olmuyor muydu? Ne kadar ilginçtir ki kendi partilerini dünya sosyalizminin ulvi çıkarları adına tasfiye edenler Nazım’ı da Troçkist diye itham etmekten geri kalmıyorlardı! Böyle bir durumda örneğin Moskova Mahkemeleri’nin etik ve siyasal olarak nasıl bir etki yarattığı sorusu bile abes kalmaktadır.
Türkiye komünist hareketi kraldan fazla kralcı bir tutumla “uluslararası komünist hareketin” Kâbe’sini izlemiştir. Stalinizm eleştirisinin en geç ve hatta neredeyse sırf laf olsun diye başladığı ülkenin Türkiye olmasını bu “eski” ve “en eskiler”e borçlu olduğumuzu unutmayalım. Yaratıcı bir Marksizmin zerresi gözükmezken klasik sosyalist birikimi aktaracak veya canlı tutacak bir çaba da söz konusu değildir. Polemiklerin ne kadar kişisel ne kadar meseleye ilişkin olduğu da tartışmalıdır.
Bir ülkedeki sosyalist hareketin evrenselliğinin bir ölçütü de kendi toplumunda dönüştürücü bir güç haline gelmesiyse bir diğeri de kendini uluslararası ölçekte ne tür bir yörüngeye oturttuğudur. Yirmili yıllarda Komünist Enternasyonal’in prestiji her ne kadar Birinci Dünya Savaşı öncesi deneyim ve düşünsel birikimi gölgede bırakmışsa da devrimin önderleri aslında bu savaş öncesi dönemin mirasçılarıydılar. Onların ne tür bir zihnî dünya içinde yetiştiklerini atlayanlar dönemin bütün derslerini bir tür Ekim devrimi el kitabına (sonunda da bütün külliyatı Leninizmin İlkeleri’nin üstün körü bir okumasına) indirgeyerek Marksizmi iğdiş etmişlerdir. Böylece emperyalizm, ulusal sorun, strateji meselesi, sendika ve parti ilişkisi ve hatta toplumsal formasyon gibi konular bu tartışmaların asli unsuru olmayan Stalin’in uygun gördüğü bir çerçeveye oturtulmuştur.
Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi altmışlı yıllarda geleneksel solun iki kanadı (Stalinizm ve sosyal demokrasi) arasında kâğıt üzerindeki farklılıklar ne olursa olsun yöneliş ve siyaset yapma tarzı açısından hemen hemen fark kalmamıştı (zaten birçok ülkede otuzlu yılların ikinci yarısından itibaren geleneksel solun iki kanadı ya kavuşmuş ya da yakın ittifaklar içinde olmuşlardır). Bu durumda Marksizmin kendisi rafa kalkmış ve realpolitik uğraşlar gündemi kaplamıştır.
Altmışlı yıllara gelindiğinde Türkiye solunda genel olarak hâkim olan, batı Avrupa’daki kimi partilerin kurumsal çerçevede yürüttükleri faaliyetler ile azımsanmayacak sendikal ve seçim başarılarına paralel görüşlerdir. Derin bir yenilenme ihtiyacı olmadıkça aslında kaynağa, yani doğrudan temel eserlere yönelmek de ancak meraklısının derdidir. Bu açıdan altmışlı yıllarda sosyalistlerin bilinci hem bir yandan zaten memlekette bir zamanlar var olmuş bir mücadelenin devamı (Kemalizm) ve hem de kurumsal çerçevede ulaşılabilecek olan hedeflerdir.
[1]Michael Löwy’nin Latin Amerika Marksizmi, Belge yay -Fransızcasında kapsamlı bir antoloji bulunmakta-; Pierre Rousset, La Révolution Chinoise içinde (Cahiers d’études et de recherches, IIRF, 1986) özellikle Marksizm ve Doğu adlı üçüncü bölüm; genel bir bakış için Stuart Schram ve Helene Carrère d’Encausse’un Asya’da Marksizm ve Milliyetçilik, Yön Yayınları, 1966.
[2]Benningsen-Wimbush, Sultan Galiyev ve Sovyetler Birliği’nde Milli Komünizm, Anahtar kitaplar, , s. 140.
[3]Bkz. Enzo Traverso, Marksistler ve Yahudi Sorunu, çeviren: Ayşe Tekin, Yazın yayıncılık, 2001, s. 173. Ayrıca bkz. E. Traverso, “Yahudi Marksizmi ve Siyah Marksizmi”, imdatfreni.org.