İmdat Freni

Tarih

Ernest Mandel’ler de Ölür! – Erdal Tan (Yiğit Bener)

Aramızdan ayrılışının 30. Yılında Ernest Mandel’i, yirminci yüzyılın ikinci yarısının en önemli Marksist düşünürlerinden biri olan, IV. Enternasyonal’in bu tarihsel simasını çeşitli yazıları ve hayatından, mücadelelerinden kesitlerle anıyoruz. Burada Sosyalist Demokrasi için Yeniyol’un Eylül 1995 tarihli sayısı için kendisiyle birlikte uzun yıllar sosyalist mücadele içinde yakın mesai yapmış olan Yiğit Bener’in, Erdal Tan imzasıyla kaleme aldığı yazısını tekrar yayınlıyoruz. 

MANDEL’İN ANISI (1): Geçen ay, 20 Temmuzda yitirdiğimiz Ernest Mandel’in cenaze töreni eğer Türkiye’de yapılıyor olsaydı, büyük olasılıkla birileri “Ernest Mandel’ler Ölmez!” gibi bir slogan atardı. “Devrimci geleneklerimiz” arasında yer alan ve ölenlerin arkada bıraktıklarının kalbinde aslında ölmediklerini vurgulamak için söylenen bu tür sözlerde elbette doğru bir yön de var: 

— Öncelikle ölen kişinin anısı, yakınları ve dostları tarafından yaşatılacaktır mutlaka. Hele söz konusu olan, Ernest Mandel gibi ömrünü daha iyi, daha adil, daha insancıl bir dünya yaratma projesine adamış, tüm ezilenlerin yanında yer alıp mücadelelerine katılmış ve dolayısıyla tüm dünyada sevenleri, dostları, yoldaşları olan bir kişiyse… 

— Ayrıca ölen militanın amaçları, idealleri, mücadelesi, dava arkadaşları tarafından — belki biraz da onun anısına — sürdürülecektir. Hele söz konusu olan kişi, tüm militan yaşantısını devrimci bir enternasyonal örgütün inşasına adamış olan Ernest Mandel ise, tüm dünyadaki yoldaşlarının ve (1950’lerden sonraki dönemde adı onun adıyla birlikte anılan) IV. Enternasyonal’in, onun sosyalizm mücadelesini ödün vermeden sürdüreceğinden emin olabiliriz. 

— Ve nihayet, yitirdiğimiz kişi, Ernest Mandel gibi, neredeyse tüm dünya dillerine çevrilen onlarca kitabın ve yüzlerce makalenin yazarıysa; yarım yüzyıldır düşünceleriyle ve teorik katkılarıyla tüm dünyadaki birçok düşünürü ve sosyalist militanı şu ya da bu oranda etkilemişse; üstelik bir döneme damgasını vurmuş tarihi bir kişilikse, onun artık (bir anlamda) ölümsüzlüğe ulaştığını dahi düşünebiliriz.

Evet, işin bu yönlerine baktığımız zaman, “Ernest Mandel’ler Ölmez!” demenin belki de bir anlamı var… en azından bu şekilde bir teselli bulmak mümkün. Ancak yine de ben bu sloganı bir türlü benimseyemiyorum. Çünkü ne yazık ki, İslami gelenekten esinlenmiş olan “devrim şehitleri” edebiyatının gözden kaçırdığı şey şu: “Güneşe de gömülseler”, “anıları yolumuzu aydınlatmaya devam da etse”, ölen ölüyor ve kimsenin (hele Ernest Mandel gibi olağanüstü kişiliklerin) yeri de doldurulamıyor! 

Evet, Ernest Mandel’i tanımış olan bizler, dost meclislerinde onunla ilgili anılarımızı paylaşmaya devam edeceğiz; uzun bir süre onunla birlikte yürüttüğümüz mücadeleyi, artık onsuz da olsa, yine de sürdüreceğiz; onun yapıtları, teorik katkıları, tarihteki rolü, daha uzun yıllar tartışılacak; onunla ilgili ikinci elden kitaplar, makaleler yazılacak, akıllı ya da aptalca yorumlar yapılacak, hatta “Mandel uzmanları” türeyecek; düne kadar onun örgütünden inatla uzak duranlar, hatta örgütüne ve güvendiği yoldaşlarına söylemediklerini bırakmayanlar, birden kraldan fazla kralcı kesilip ona bizlerden bile fazla sahip çıkmaya kalkışacaklar (ne de olsa “Mandel iyiydi ama çevresi kötüydü”, değil mi?); belki de, tüm büyük Marksist düşünürler için yapıldığı gibi, kimi akademik çevrelerde yapıtları ve katkıları konuşulurken kitapları övülüp militan faaliyetleri yerilecek, hatta düşüncelerinin sivri (yani “devrimci”) yönleri törpülenip ehlileştirilmeye çalışılacak… 

YITIRILENIN BILINCINE VARMAK: Tüm bunlar yaşanacak muhakkak, eşyanın tabiatı gereği! Ama gerçek şu ki, bitmek tükenmek bilmeyen enerjisiyle, yüksek derecede iletken coşkusuyla, neşesi ve babacan sevecenliğiyle, en kuru örgütsel tartışmaya bile ayrı bir boyut katan derin tarihi ve evrensel bilinciyle ve temsil ettiği tarihi süreklilikle Ernest, artık aramızda olmayacak… Ölümün en mutlak ve en acı tarafı bu zaten!

SAVAŞ KUŞAĞI: Sonuç olarak, bir kuşak kaybolmakta ve onlar yok oldukça, kendi geçmişimizle ve tarihle olan canlı bağlarımız da bir bir kopmaktadır. Ucuz tesellilerin ötesinde, ölenlerle birlikte neleri yitirdiğimize baktığımızda, işte bu çıplak gerçeği ve yeri doldurulamayacak bir boşluğu görürüz. 

Ernest Mandel haklı olarak “kişi kültünden” nefret ederdi ve eminim kendi arkasından abartılıövgüler yazılmasını da istemezdi. Ancak, dünyanın öbür ucundaki bir ufak ülkede vefat eden ve daha önce adını bile duymadığımız bir yoldaşın ardından, dergilerimize yazdığı (ve önemli siyasi gelişmeler ne olursa olsun, mutlaka yer bulunup yayınlanmasını ısrarla talep ettiği) anma yazılarıyla bizlere önemli bir noktayı hatırlatıyordu: Verilen ortak mücadeleye — bir nebze de olsa — katkıda bulunmuş olanlara vefasız davrananlar, aslında kendi değerlerine ihanet etmiş sayılırlar (hatta Ernest bu tavrını, artık militanlığı çoktan bırakmış olan “eski yoldaşlar” için bile sürdürürdü). Üstelik, işin insani boyutunu bir kenara bıraksak bile, “eskilerin” kaybolmalarının ciddi bir örgütsel zaaf yaratacağını unutmayalım. Sorun, yitirilen yoldaşın kişisel yeteneklerinin ve örgüt içindeki somut görevlerinin ağırlığının çok ötesinde bir anlama sahiptir (nitekim Mandel’in bile, sağlık sorunları nedeniyle, son yıllarda IV. Enternasyonal içindeki eski ağırlığı fiilen kaybolmuştu). Çünkü “eski” yoldaşların en önemli işlevlerinden biri, her tür örgütlenmenin vazgeçilemez bir boyutu olan kolektif belleği canlı tutmak ve yeni militan kuşaklara iletmektir. Bu işlevin aksaması ya da ortadan kalkmasıyla örgütlenmedeki süreklilik sona erer. 

Mandel savaş görmüş ve savaşın insanlık için ne denli büyük bir felaket olduğunu bizzat (bir bölümünü nazi toplama kamplarında olmak üzere!) yaşamış bir kuşağın temsilcisiydi (2). O nedenle inatçı bir savaş karşıtı, inatçı bir anti-militarist militandı. Nitekim bu konuda yazılmış onlarca makalesi mevcuttur. Sosyalizm onun gözünde, kapitalist/emperyalist kâr mantığının kaçınılmaz bir ürünü olan savaşları engellemenin yegâne yoluydu (3). Bu nedenle de sık sık sosyalizmin, “militarist sembollerle” bir arada yürüyemeyeceğini, silahı ve şiddeti bayrak edinerek sosyalizm propagandası yapmanın abes olduğunu belirtirdi. Mandel, bazen kendini savunmak için şiddet kullanmanın kaçınılmaz olduğunu bilmeyecek kadar saf bir hayalperest değildi elbette. Ne var ki, “kerhen ve ancak kaçınılmaz olduğunda” kullanılması gereken “olumsuz” bir araca, “olumlu” nitelikler yüklenmesini ve bu aracın “sosyalizm adına” kutsanmasını kabul edemezdi. 

YA SOSYALIZM, YA BARBARLIK! Mandel için insanlığın önündeki en önemli tehditlerin başında nükleer savaş gelirdi (4). IV. Enternasyonal’in son Dünya Kongresi’ndeki konuşmasında da, bu konuda yeni programatik açılımların gerekli olduğunu belirtmişti: “Eskiden, ’emperyalistler savaş isterse, silahları onlara karşı çevirerek bu savaşa son verebiliriz’ derdik, ancak söz konusu olan nükleer silahlar olduğunda bunu bu şekilde söyleyemeyiz, çünkü emperyalistlere karşı dahi olsa, bu silahların kullanılması, insan türünün yeryüzünden silinmesi anlamına gelecektir”. Ernest’in bu son konuşmasını, kendini iç örgütsel tartışmaların sıcaklığına kaptırmış kimi yoldaşlar gülümseyerek karşıladılar, çünkü bu konu o anki gündemle doğrudan bağlantılı değildi. Oysa sanırım, bir sonraki Dünya Kongresine katılamayacağını aslında bal gibi hisseden Ernest, kısır gündemi zorlayarak bize belki de başka bir şeyler anlatmaya çalışıyordu…

Ya Sosyalizm, Ya Barbarlık adlı IV. Enternasyonal’in manifestosu (5), birçok yoldaşın katkısıyla genişletilmiş ve eleştiriler doğrultusunda değiştirilmiş olsa da, büyük ölçüde Mandel’in eseriydi. Ernest, bu dönemde bu tür bir metnin hazırlanmasının yararına ya da aciliyetine pek inanmayan yoldaşlarını ikna etmek için örgüt içinde büyük bir mücadele verdi. Çünkü onun için en acil sorunlardan biri, her geçen gün derinleşen ekonomik krizin de etkisiyle insanlığı adım adım felakete ve çürümeye sürükleyen kapitalizme karşı alternatifin yeniden canlandırılmasıydı (hatta artık alternatifin “ya sosyalizm, ya da insanlığın yok olması” olduğunu söylerdi). 

Tüm yazı ve konuşmalarında kapitalizmin aslında bir barbarlık rejimi olduğunu somut örnekleriyle anlatırdı. Sosyalizm mücadelesinin gerekliliğini ve meşruiyetini de bu analize dayandırırdı. Mandel için sorun, Peru’daki kolera salgınından etkilenen 200.000 kişinin nasıl sağaltılacağı, her yıl üçüncü dünya ülkelerinde tedavi edilebilir hastalıklardan ölen on altı milyon çocuğun nasıl kurtulacağı, günlük kalori tüketimi Nazi toplama kamplarındaki günlük kalori tüketimine eşit olan üçüncü dünyadaki bir milyar insanın karnının nasıl doyurulacağı sorunuydu. 

Tüm konuşmalarını kolay anlaşılabilir somut örneklerle süslemesinin altında yatan kaygı da sanırım buydu. Bu yüzden, onun konferanslarını, “büyük bir kuramcının büyük ve karmaşık soyutlamalarını” dinleme beklentisiyle izleyenler arasında hayal kırıklığına uğrayanlar da olurdu… Oysa Ernest için soyutlama, entelektüel züppeliğin tatminine yönelik bir amaç değil, çok sayıda ve karmaşık verilerden oluşan gerçekliği kavrayabilmek (ve bu gerçekliği insanlığın yararına dönüştürebilmek) için zorunlu olarak başvurulması gereken bir araçtı. Nitekim en soyut ekonomik kuramları tartıştığı yapıtlarını bile, anlaşılabilirliği hedefleyen somut güncel örneklerle beslerdi. İnanmayanlar, Marksist Ekonomi El Kitabı’nı, Uluslararası Ekonomide İkinci Kriz’i, hatta Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları’nı (6) ya da — Türkçe’ye çevrildiğinde (inşallah…) — Geç Kapitalizm’i okuyabilirler! [Bu eser 2008’de Versus yayınlarından Candan Badem çevirisiyle yayınlanmıştır-İF]

Sosyalizm’in ve sosyalist devrimin olabilirliğini kanıtlamak için de sık sık, çeşitli konuşmalarında ve makalelerinde (7) dünyanın dört bir tarafındaki grevlerden, mücadelelerden, dayanışmalardan küçük somut örneklere başvururdu. Mandel’in tarih merakının kökeninde de sanırım bu somut veri ve kanıt toplama dürtüsü önemli bir yer tutuyordu. Olağanüstü belleği sayesinde, tüm dünyada yaşanmış olan ve yaşanan sosyal mücadeleler konusunda canlı bir ansiklopedi gibiydi. 

FLAMAN, KOZMOPOLIT VE ENTERNASYONALIST: Kuramsal laf salataları yerine somut verilere olan bu tutkusu onu, ekonomik verilerden sosyal yaşamla ilgili küçük ayrıntılara kadar tüm dünyada olup bitenlerin yakın bir izleyicisi olmaya yöneltiyordu. Bu sayede dünyayı kavrayışında, global, geniş ve evrenselci bir bakış açısı kazanmıştı. Tarihi ve kapitalist gelişmeyi açıklayışındaki bu “bütünsellik” nedeniyle, (zaman zaman Marks’a karşı da yöneltilen bir suçlama olan) “yerel özellikleri ve farklılıkları göz ardı eden aşırı bir evrenselcilikle” eleştirildiği olurdu. Örneğin bazı yakın yoldaşları, (kanımca en önemli yapıtlarından biri olan) Marksizm’in Tarihteki Yeri (8) adlı incelemesini bu yönden eleştirirdi. Bu eleştirilerde bir doğruluk payı olsa da, Mandel’in “evrenselciliğinin” hiçbir zaman kaba bir “Avrupa Merkezciliğine” dönüşmediğini de belirtmek gerekir. Marks’ın İktisadi Düşüncesinin Oluşumu (9) adlı yapıtındaki “Asya tipi üretim tarzı” bölümdeki yaklaşımı sanırım bunun en iyi kanıtıdır. 

Kaldı ki, “Avrupa Merkezciliğe” karşı Mandel’in sahip olduğu en önemli panzehir, belki de tam bir “modern zamanlar Evliya Çelebisi” oluşuydu. Elinde küçük bavuluyla örgüt adına Asya’dan Latin Amerika’ya kadar dünyayı gezer, gerek işçi/köylü örgütleri militanlarıyla gerekse de o ülkenin akademik çevreleriyle konuşur, dinler, tartışır, öğretir ve öğrenirdi. Bu yönüne bir de, birçok dilde hem yazıp hem konuşabilir olmasını da eklersek, Mandel’in bir bakıma, tam da Marksizm’in ilk yıllarındaki geleneğe uygun bir “kozmopolit” olduğunu söyleyebiliriz.

Hoş, Mandel kozmopolit idi, ama yine de kendi “vatanı” vardı: Belçika’nın o puslu ve yağmurlu kentlerinin, Brüksel’in, Anvers’in, Charleroi’nın, sıradan ve salaş işçi kahvelerindeki seçim konuşmalarından, sık tekrarlanan genel grevlerden sonra sendikacılarla yapılan değerlendirme görüşmelerinden, (kendisinin de önemli bir rol oynadığı) Belçika işçi hareketinin tarihini anlattığı o eğitim seminerlerinden ve Enternasyonal’i flamanca söylediği parti mitinglerinden, vazgeçmesi olanaksızdı. 

O, Avrupa işçi hareketinin bağrından çıkmıştı ve köklerinden hiç kopmadı. Bu nedenle de hiçbir zaman, kimi Avrupalı solcu aydınlar gibi “vicdan rahatlatma” amaçlı ucuz “üçüncü dünyacılık” yapmadı. Mandel, emperyalist sömürünün “üçüncü dünyada” yarattığı yıkımların sorumluluğunu, hangi koşullarda yaşadığını çok iyi bildiği, gelir düzeyi sürekli geriletilen, kazanımları kemirilen ve işsizlikle terbiye edilmeye çalışılan Avrupa işçi sınıfına yükleyenlerden değildi.

Partisi için yaptığı bir seçim çalışmasında, kısa vadede 700.000 yeni iş kurmaya yönelik bir proje üretti. İşsizlik sorununa karşı bir geçiş talebi olarak düşünülen bu plan, üretimde kâr mantığının değil, sosyal gereksinimlerin temel alınması gerektiğini vurguluyordu… Zengin bir ülke olan Belçika’da sözü edilen sosyal gereksinim ise, doğru dürüst tuvaleti ve banyosu olmayan yüzbinlerce konuta tuvalet ve banyo yapılmasıydı!

Ernest Mandel, aynı anda hem Avrupalı işçinin hem de Latin Amerikalı ya da Asyalı köylünün sorunlarını hissedebilen; onlara, çıkarları arasındaki görünürdeki çelişkileri aşıp, ortak mücadelede hedeflerinde birleşmelerinin yollarını gösterebilen tam bir enternasyonalistti. Nitekim tüm ömrünü de devrimci bir enternasyonal örgütün gerekliliğini kanıtlamaya adamıştı. 

Ancak bu yüzden neredeyse, kendi örgütü olan Belçika Sosyalist İşçi Partisi (POS) ile başı derde giriyordu. Çoğu örgüte kendi kazanıp yetiştirdiği öğrencileri olan POS’un genç yöneticileri, sürekli seyahat ederek Enternasyonal’in işleriyle ilgilenip, kendi örgütünü boşlamasına sonunda isyan ettiler ve Ernest’i 1986’daki kongrede Merkez Komitesine seçmemekle tehdit ettiler! Adaylığının kabulü için tüm MK toplantılarına katılmasını ve hiç olmazsa ayda bir kez dergiye yazı yazmasını şart koştular. Ve Ernest bu şantaja boyun eğmek zorunda kaldı! 

Aslında bu isyanın arkasında bir “siyasi Ödipus kompleksinin” yattığı da söylenebilir, çünkü Mandel’i yeri geldiğinde en acımasızca eleştirenler yine hep Belçikalı kendi “manevi evlatlarıydı”. Çünkü onlar, IV. Enternasyonal’in inşa sürecindeki en önemli hata olan, örgüt inşasındaki “kendiliğindenci” yaklaşımın ve “aşırı iyimser” analizlerin sorumluluğunu ustaları Ernest’e yüklerlerdi. Mandel’in “kendiliğindenciliğini” eleştirenler, aslında bu yaklaşımının kökeninde onun “gizli” bir Rosa Luxemburg hayranı olmasının ve Rosa’nın örgüt anlayışından etkilenmiş olmasının yattığını iddia ederlerdi. Örgütün o dönemlerdeki eksikliklerin ve yanlışlıkların sırf Ernest’in “kendiliğindenciliğine” bağlanması her ne kadar ona karşı yapılan bir haksızlıksa da, sonradan kendi de kabul ettiği gibi (10), bu eleştirilerde bir haklılık payı vardı.

BÜROKRASI VE YOZLAŞMA: Aslında, Leninist Örgüt Teorisi’nin (11) yazarı Ernest Mandel’in temel hatası, gerek örgütlenmeyle ilgili yazılarında gerekse de (özellikle Belçika’daki) kendi pratiğinde, aygıt ve önderlik inşasının görece özerkliği ve önemi üzerinde yeterince durmamış olması; bu konuları ikinci plana atarak program savunusunu ve programatik propagandayı fazlasıyla ön plana çıkartması olmuştur. Bu yaklaşımın temelinde belki de, stalinizmin ve komünist partilerin baskısını fazlasıyla hisseden Avrupalı troçkistlerin geliştirdikleri ve her türlü örgütlenmeyle disipline kuşkuyla bakan anti-bürokratik alerjiydi (nitekim daha aygıtçı bir gelenekten gelen James Cannon’un yetiştirdiği Amerikalı troçkistler, örgütlenme konusunda daha başarılı olmuş, ancak ilerki yıllarda kimi “bürokratik” eğilimler de üretmişlerdir). Mandel ise, leninizmle stalinizm arasında bir süreklilik arayanlara şiddetle karşı çıkmakla birlikte, leninist örgütlenme anlayışının çoğu kez yanlış ve abartılı biçimde yorumlandığından yakınır, aşırı merkezci ve disiplin ağırlıklı yorumlarının ise belirli koşullarda bürokratik yozlaşmaya zemin hazırlamasından çekinirdi. Ancak bunun panzehirinin yine Lenin’in anti-bürokratik yazı ve eylemlerinde olduğunu söylerdi (ancak bir seminerde, “1917 Lenin’inin” ve “1936 sonrası Troçki’sinin” demokrasi konusunda daha tutarlı olduklarını söylemişti)…

Son yıllarda bürokrasi ve demokrasi konuları, zihnini en çok meşgul eden konulardı. Avrupa Komünizmi ile ilgili derlemesinde ve sosyal-demokrat partilerle ilgili makelelerinde açıkça belirttiği gibi, bürokratik yozlaşmaların sadece Rusya’da, özel koşullarda ortaya çıkan Stalinizm’e özgü olmadığını biliyordu elbette. Nitekim bürokrasinin, gerek kapitalist toplumlarda, gerekse de “post-kapitalist” toplumlardaki sosyo-ekonomik kökenlerini sorgulayan birçok makalesi de mevcuttur. Geç Kapitalizm’de, İşçi Sınıfı Hareketi ve Bürokrasi’de (12) ve hatta Faşizm (13) üzerine yazılarında ve SSCB’deki gelişmeleri inceleyen nice kitap ve makalesinde (14) bu çabanın izlerini bulabiliriz. Ancak şurası açık ki, stalinizmin, dünya işçi hareketinin ve özellikle de eski “Doğu Bloku” ülkelerinin proletaryasının bilincinde yarattığı tahribatın boyutları, İşçi Sınıfı Hareketi ve Bürokrasi’nin yazarını bile şaşırtmıştı. 

DEMOKRASI SORUNSALI: Nitekim Mandel’in en önemli siyasi öngörü hatalarından biri, stalinizmin yıkılışının ardından anti-bürokratik bir sosyalist siyasi devrimin geleceği beklentisiydi. Aslında bu hatanın temelinde, sanıldığı gibi Mandel’in o ünlü “aşırı iyimserliğinden” çok, bürokratik yozlaşmanın işçi sınıfının bilincinde yarattığı bu tahribatın boyutlarının küçümsenmesi yatıyordu. Sonuçta, stalinizme karşı amansız bir muhalefet hareketi olarak kurulan IV. Enternasyonal bile felaketin boyutlarını es geçmişti! Bu yüzden Mandel, özellikle yaşamının son yıllarında, bürokrasi/demokrasi konularında yeniden ve daha kapsamlı düşünülmesi gerektiğini vurgulamaya özen gösterirdi. Ayrıca SSCB’nin — gerek Troçki’nin gerekse de kendisinin öngörülerini doğrulamayan — evrimini incelerken, ucuz ve kestirmeci inkârcılıklara başvurmaksızın, “yozlaşmış işçi devletleri” kuramının sorgulanıp genişletilmesi konusunda çalışmaktaydı. 

Çeşitli katmanlara bölünmüş olan işçi sınıfının ve emekçilerin ortak iradelerini ortaya koyabilmeleri için demokrasinin vazgeçilemez bir araç olduğunu sık sık hatırlatan Mandel, her fırsatta, sosyalist demokrasideki özgürlüklerin ve hukuk anlayışının, en “özgürlükçü” kapitalist ülkelerdekinden bile kat ve kat üstün olması gerektiğini vurgulardı. Bu konuda hiçbir çifte standardın uygulanamayacağını söylerdi (hatta “madem ki işçilerden oy alabiliyorlar, yasadışı şiddete başvurmadıkları sürece en gerici burjuva partileri bile sosyalist bir iktidardaki tüm siyasi özgürlüklerden yararlanmalıdır” derdi). Nitekim IV. Enternasyonal’in en önemli programatik metinlerinden biri olan ve Ernest’in de çok önem verdiği Sosyalist Demokrasi ve Proletarya Diktatörlüğü (15) aslında, her ne kadar kolektif bir tartışmanın ürünüyse de, ana hatlarıyla Mandel’in eseriydi, bu kaygı ve arayışlarının ürünüydü.

Sosyalizm adına yapılan rezaletlerin ve kepazeliklerin onun moralini nasıl bozduğuna, başını ellerinin arasına alıp “bunu nasıl yaparlar!”, ya da “bu kadarı da olmaz ki!” diye nasıl tepindiğine kaç kez tanık olmuşumdur. Çünkü onun gözünde demokrasi ve insan haklarına saygı, sosyalizmin yeniden inandırıcılığını kazanması için vazgeçilmez koşulların başında geliyordu. Bu konuda modern teknolojinin ciddi katkıları olacağını düşünürdü. Modern iletişim araçlarının, bilgisayarların ve bunların kullanım alanlarının yayılması sayesinde, Lenin’in, Devlet ve İhtilal’deki rüyası olan, okuma yazma bilen herkesin toplum yönetiminde söz sahibi olabileceği bir düzenin pratikte kurulmasının artık mümkün olduğunu belirtirdi. Çünkü böylece herkesin, evindeki bilgisayar ve telefonla her önemli toplumsal konuda görüşlerini ve tercihlerini demokratik bir biçimde belirtebileceğini umuyordu (16).

Sosyalizm, karşı konulmaz bir takım nesnel ekonomik yasaların kaçınılmaz ürünü olarak değil, ancak bilinçli ve kollektif bir toplumsal iradenin ürünü olarak ortaya çıkıp yaşayabileceğine göre, bu uğurda mücadelenin meşru olabilmesi için, sosyalizmin sadece daha iyi yaşam koşulları vaat etmesinin yetmeyeceğine, aynı zamanda insani açıdan da daha üstün moral değerlerin taşıyıcısı olması gerektiğine inanırdı. Çünkü onun gözünde sosyalizm, haklılığı ve geçerliliği kendinden menkul, Marks’ın yazılarından kaynaklanan ve “vahiyle inen kutsal bir inanç” değildi. Somut sorunlara yanıt vermesi gereken, meşruiyeti ve doğruluğu her aşamada yeniden kanıtlanması gereken bir projeydi… Hele hele “sosyalizm adına” hareket eden sosyal-demokrat ve komünist partilerin iktidarlarının sergilediği acı deneylerden sonra! 

SOSYALIZMIN INANDIRICILIĞI: Nitekim son yıllarındaki en büyük tutkusu, kapitalist barbarlığa karşı yegâne alternatif olan sosyalizmin nasıl geçerlilik kazanabileceğini anlatmak ve inandırıcılığına yeniden nasıl kavuşabileceğini sorgulamaktı. Bu çabasının ürünü olarak son döneminin belki de en önemli makalesi, 1990 Nisanında kaleme aldığı Sosyalizmin Geleceği adlı yazıdır (17). 

Özellikle SSCB’nin yıkılışından sonra, sosyalizmin “geçersizliğini kanıtlamak” amacıyla burjuva propagandasının kullandığı en etkili silah, Ekim Devrimine saldırmaktı. Bu nedenle Mandel, Devrimin savunusunu üstlenmiş ve bu konuda, Amsterdam Defterlerinde yayınlanan Ekim Devriminin Meşruiyeti adlı bir inceleme dahi yazmıştı. Sık sık o dönemle ilgili (çoğu unutulmuş) bazı somut gerçekleri hatırlatırken, Bolşeviklerin insancıl yönlerini vurgulardı: Örneğin, devrim sırasında Bolşeviklerin ölüm cezasına ya da yargısız infazlara başvurmadıklarını hatırlatır; Ekim Devrimi sırasında ölen insan sayısının, Petrograd’da normal bir günde kaza sonucu ölenlerden fazla olmadığını vurgulardı. Ele geçirilen çarlık subaylarının bile, “Devrime karşı silah kullanmayacaklarına” dair söz vermeleri karşılığında bolşevik işçiler tarafından serbest bıraktıklarını büyük bir gururla aktarırdı. Buna karşın, devrimin ardından patlak veren içsavaşı, sonraki yozlaşmanın altyapısını hazırlayan en önemli etken olarak görürdü. 

Ancak Devrimi savunurken bile, o dönemde bolşeviklerin yaptıkları vahim hataları ve yanlış uygulamaları, örneğin muhalefet partilerinin kapatılması, demokratik özgürlüklerin kısılması, ardından da fraksiyonların yasaklanmasını acımasızca eleştirmekten kaçınmazdı (örneğin ustası Troçki’nin o yıllarda yazdığı Terörizm ve Komünizm adlı yapıtıyla ilgili olarak bir gün, “Bu kitap Troçki için bir utanç abidesidir” dediğine bile tanık oldum). Bu konuda özellikle de Rosa’nın, Lenin ve Troçki’ye yöneltmiş olduğu birçok eleştirinin ne kadar haklı olduğuna dikkat çekerdi. 

Örgüt içi ilişkilerde de demokrasiye saygı, Mandel’in en temel kaygılarından biriydi. 1950’lilerdeki kimi tartışmalarda ve bölünmelerde ne de olsa onun da bazı günahları (!) olmuştu ve bunlardan gerekli dersleri çıkartmıştı. Özellikle de örgüt içi demokrasinin, ayrı metin yayınlama hakkı ya da eğilim kurma hakkı gibi basit bazı şekilsel haklara indirgenemeyeceğini düşünürdü. Siyasi veri toplama, yazı yazma ve tartışma yürütme konusunda bolca zamanı ve olanakları olan profesyonel devrimcilerin ve öğrencilerin dışındaki kesimlerin de siyasi tartışmalara ve kararlara sağlıklı bir biçimde katılmalarının koşullarının yaratılması gerektiğini düşünürdü. Başka bir değişle, örgütün içi işleyişinin, günde 8-10 saatini bir patronun hesabına çalışarak geçirmek zorunda olan ve bir aile yaşantısı olan “normal” emekçilerin de siyasi katılımını sağlayacak şekilde dönüştürülmesi gerektiğini vurgulardı (bkz. Inprecor‘un 15. Yılı Söyleşisi).

Ernest, örgüt içi tartışmalardaki ve çeşitli sol örgütlerin arasındaki polemiklerde kullanılan sert ve saldırgan üsluptan da çok şikâyetçiydi. Yıllarını siyasi mücadeleye vermiş, uluslararası polemikler içinde “pişmiş” ve sık sık tartışmalarda hedef ya da odak noktası olmuş (zaman zaman kendisi de demagojik yöntemlere başvurmuş!) deneyimli bir yöneticinin artık bu tür şeylere aldırmaması beklenirdi belki… Ama Ernest, hâlâ, hakarete varan sertlikteki tartışma ve suçlamalardan incinecek hassasiyette bir insandı. Her zamankinden daha öfkeli tartışmalara, şiddetli atışmalara ve sert suçlamalara sahne olan bir yönetim toplantısında söz alıp, bu üslubu protesto edişini anımsıyorum: Birbirlerine bu kadar hakaret eden, bu kadar ağır suçlamalar yönelten, bu kadar aşağılayıcı ya da kırıcı bir üslupla tartışan insanların, ertesi gün nasıl birbirinin yüzüne bakacağını, nasıl yoldaşça omuz omuza mücadele edebileceğini sormuş ve herkesi daha ölçülü davranmaya çağırmıştı. 

“BIZIMKILER” VE BIRLIK SORUNSALI: Çünkü onun anlayışına göre, sonuçta, sosyalizmin ana hedefleri için mücadele eden herkes, hangi örgütten ya da hangi görüşten olursa olsun aynı saflarda yer alıyordu. Dolayısıyla şu ya da bu tartışmada “yanlış” bir görüş savunuyor olması o kişiyi “başı ezilmesi gereken bir haine” dönüştürmediğine göre, tartışmanın özüyle ilgili taviz vermemekle birlikte, tartışma üslubunun da bu gerçeğe uygun olması gerekiyordu. 

Ernest’in “birlikçi” yaklaşımının temelinde de sanırım bu felsefe yatıyordu. Kaç kez, diğer sosyalist örgütlerin başarılarından söz ederken bile “bizimkiler” diye konuştuğuna tanık olmuşumdur. Ernest için Sandinistler “bizimkiler” idi, Güney Afrikalı ya da Filipinli devrimciler de… Fransa’da IV. Enternasyonal’in örgütünün katılmadığı bir seçimde, “rakip” troçkist örgüt Lutte Ouvrière’in aldığı oylara bile “bizimkilerin başarısı” diye sevinmişti Ernest! 

Bunu, sol içi derin görüş ayrılıklarını gözardı eden bir tür siyasi oportünizm ya da naif bir “yavrukurt zihniyetinin” ürünü olarak algılamak da olası tabii. Ancak Mandel’in bu tavrıyla anlatmak istediği şuydu: devrimci örgütler arasındaki görüş ayrılıkları, geniş kitlelerin gözünde çoğu zaman pek bir şey ifade etmiyor. Onların oy ya da destek verdikleri şey (hele şu dönemde) şu ya da bu fraksiyonun yöneticinin dahiyane görüşleri, taktik yönelişleri, tarihi değerlendiriş biçimi ya da şu veya bu polemikte rakibinin ağzının payını vermedeki ustalığı değil, o örgütlerin propagandasında yer alan sosyalizmle ilgili genel geçer hedeflerdir (hatta bırakınız kitleleri, çeşitli örgütlerdeki militanlar bile, seçimlerini şu ya da bu örgüt ya da önderlik lehinde yaparken acaba her zaman çok bilinçli ve bilimsel nedenlere mi dayanmaktadır?). Üstelik hal böyleyken bile, emekçiler toplumun ezici çoğunluğunu oluşturduğu halde, sosyalistlere oy ya da destek verenler hâlâ azınlıkta kalıyor! 

Bu durumda sosyalistlerin, kendi aralarındaki görüş ayrılıklarına ve (kimi zaman gerçek yaşamla bağlantılı olup olmadıkları bile sorgulanabilecek olan) tartışmalarına abartılı bir önem vehmetmeleri ve hele bu nedenle bölünmeleri ahmaklıktır. Yürütülen tartışmalarda kimin haklı kimin haksız olduğunu tarih ve kitle hareketi içinde yaşanan somut deneyler belirleyecektir. Sonuç olarak, zorunlu olmadıkça ayrılıkları değil ortaklıkları ön plana çıkartmakta yarar vardır. 

Ayrıca biraz daha alçak gönüllü ve birbirine karşı biraz daha saygılı ve hoşgörülü olmakla kimsenin kaybedeceği bir şey de yoktur… Aksine! Belki de herkesin birbirinden öğrenebileceği birşeyler vardır… Ernest bu konuda çok açık sözlüydü. Örneğin kendi örgütünün diğer devrimci akımların deney ve başarılarından çok şey öğrendiğini ve daha çok şey öğrenmesi gerektiğini hiçbir komplekse kapılmadan açıkça söylerdi. Özellikle de Yeşillerin ve kadın hareketinin sayesinde, bu alanlardaki programatik eksikliklerimizin bilincine vardığımızı gizlemezdi. Nitekim Marksizm’e Giriş (18) adlı eğitim kitabının ilk baskılarıyla sonrakileri kıyaslandığında, ilk önce kadınların ezilmesiyle ilgili bir bölümün, daha sonra da çevre sorunlarıyla ilgili başka bir bölümün eklendiğini görebiliriz. 

Ernest’in bu alçak gönüllülüğü kişisel ilişkilerine de yansırdı (19). Tartışmalarda örgütsel konumunu ya da yetkinliğini kullanarak karşısındakini susturmaya çalışmaz, aksine, en genç ve en deyimsiz militanı dahi ciddiye alır ve ikna etmek için, bazen nezaket sınırlarını bile zorlayan sorulara ve itirazlara bile sabırla yanıt verirdi. “Liderlere” tanınan ayrıcalıklardan da nefret ederdi. Katıldığı son Dünya Kongresinde talep ettiği tek bir ayrıcalık oldu: sağlık sorunları nedeniyle yürümesi ve ayakta durması zorlaştığından, oturduğu yerden konuşabilme. Hatta söz hakkı bile herkesinkiyle eşit tutuldu ve tanınan süreyi doldurduğunda, divanın uyarısıyla sustu (oysa bu, bir dünya kongresindeki son konuşmasıydı…).

Evet, artık Ernest toplantılarda söz alıp, o çocuksu coşkusuyla bizlere “gaz veremeyecek”, iyimserliğini aşılamak için “kitle hareketinin önlenemez yükselişinden” dem vuramayacak, sosyalizmin olabilirliğini kanıtlamak için Patagonyadaki son grevleri anlatamayacak… Ama hiç olmazsa bizlere kitaplarını ve sayısız makalelerini bıraktı. 

ORTAK MIRAS: Kitaplara ve düşüncenin gücüne çok inanırdı. Troçki’nin bir kitabının ya da makalesinin “glasnost” dönemi sırasında SSCB’de ya da Çin’de yayınlanması onu çok heyecanlandırırdı. İlk kez resmi davetli olarak SSCB’ye gidip bir konuşma yapması da onu olağanüstü heyecanlandırmıştı. Haklıydı da belki, küçük örgütsel başarılar ya da başarısızlıklar gelip geçiciydi, ama kitaplar kalıcıydı. Nitekim Mandel’in Türkiye’deki ilk kitabının yayınlanması, henüz bir Troçkist örgütlenmenin olmadığı bir döneme rastlar. Üstelik Marksist Ekonomi El Kitabı’nı yayınlayan Ant yayınlarının yöneticisi Doğan Özgüden, o sıralar henüz “anti-troçkist” bir çizgideydi! Yıllar sonra Masis’le birlikte Brüksel’de, Doğan ağabeye nasıl olup da (o zamanki düşüncesiyle) “hain bir troçkistin” kitabını yayınladığını sorduğumuzda, “o zamanlar troçkist olduğunu bilmiyorduk; kaldı ki sonradan öğrendiğimizde de hiç pişman olmadık, çünkü çok iyi bir kitaptı” demişti… Evet, haklıydı Doğan ağabey, önemli olan etiket değil, içeriktir. 

Nitekim bugün Mandel’in kitapları tüm dünyada mevcut troçkist militan sayısından kat ve kat fazla satmaktadır. Mayıs 1991’de, Mülkiyeliler Birliğinin ve Yazın Yayıncılığın davetlisi olarak Türkiye’ye geldiğinde, topu topu bir avuç Troçkist militan karşılamıştı onu… Ancak hem İstanbul’da hem de Ankara’da, onu izlemeye gelip alkışlayan binlerce insan vardı (20). Ernest de kitaplar ve düşüncenin gücü konusunda iyimser olmakta haklıydı! 

Son görüşmemizde, Türkiye’deki tüm yoldaşlara özel selamlarını iletmiş (21), bizleri “iyimser olmak” ve “geleceğe güvenle bakmak” konusunda ikna etmesine gerek olmadığını bildiğini söylemiş ve bizlere — özellikle de Birleşik Sosyalist Parti deneyine — çok güvendiğini belirtmişti (Dünya Kongresinde yaptığı son konuşmasında, sosyalistlerin birliği konusunda dünya çapında örnek alınması gereken üç deneyden biri olarak BSP’yi saymıştı). Bu konuşmamızdan birkaç hafta sonra onu yitirmemiz nedeniyle bu mesajlarını bir bakıma, “Türkiye’dekilere” yönelik bir tür “vasiyeti” olarak değerlendirebiliriz.

Onu yakından tanımış olan ya da onunla aynı saflarda militanlık yapmış olan, onun düşüncelerini paylaşmış, tartışmış, dile getirmiş, yayınlamış olan bizlerin, IV. Enternasyonal militanlarının, onun anısına sahip çıkması doğaldır elbette. Ancak Ernest Mandel ve onun düşünceleri sadece bize değil, onunla aynı özgürlük, adalet, eşitlik, demokrasi ve sosyalizm ideallerini paylaşan herkese aittir, hepimizin ortak mirasıdır. Elbette herkesin bu mirasın tümünü paylaşmasını beklemek abestir; onun yapıtları, katkıları ve görüşleri daha uzun yıllar tartışılacak ve tabii ki eleştirilecektir. Ancak kanımca onun temel siyasi felsefesi açısından en anlamlı jest, ölümden sonra onun anısına sadece bizlerin değil, BSP’nin de sahip çıkmasıdır. Sanırım bu, son mesajının boşa gitmediğinin en güzel kanıtıdır. 

Onun kadar iyimser olmak gerçekten mümkün mü bilmiyorum, ama umarım gelişmeler onun bu iyimserliğini bu kez haklı çıkarır! Bize de öyle olması için elimizden geleni yapmak düşer…

Onunla son kez, ölümünden birkaç hafta önce, ilk tanıştığımız yer olan Belçika’da karşılaşmıştık. Ernest’in yıllardır ciddi sağlık sorunları olduğunu biliyordum, ancak ilk defa onu bu kadar kötü görmüştüm. Dünya Kongresinin bitiminde vedalaştığımızda, bunun gerçek bir veda olduğunu ve onu son görüşüm olacağını hissetmiştim. Son kez elini sıkarken ki sıcak gülüşünü hiç unutmayacağım… Söylediklerini de! 

Güle güle Ernest. Seni tanımış olmak, seninle birlikte çalışmış olmak (bundan sonraki yaşam çizgim ne olursa olsun) ömür boyu taşıyacağım bir onurdur. Umarım tarih kitapları seni sadece Marksist ekonomiyi güncelleştiren nice eserin yazarı olarak değil; ya da sadece marksizmin hümanist özünü yeniden keşfettiren ve devrimci enternasyonalizmi yeniden yaşatmaya ömrünü adamış, IV. Enternasyonal’in en tanınmış yöneticisi olarak da değil; aynı zamanda da, Avrupa’nın tüm sanat eserleri müzelerinde rehberlik yapacak kadar geniş kültürlü, eski siyah/beyaz İtalyan komedi filmlerinin izleyicisi, polisiye roman tutkunu ve — herşeyden önemlisi — en “ciddi” ve gerilimli toplantılarda bile yüksek sesle kahkaha atarak gülmesini unutmadan, çocuksu coşkusuyla umudu yeniden yeşerten, sıradışı bir insan olarak anar.

İstanbul, 1 Eylül 1995

NOTLAR:

(1) Kişisel anılara ve duygulara da yer verilmesi, dergilerimizde pek de alışık olmadığımız bir şey. Ne var ki, Ernest Mandel’in 12 yıllık bir “çömezi” olarak (ki bu 12 yılın önemli bir kısmı, Belçika ve Fransa’da, yakın “mesai arkadaşlığı” şeklinde geçmiştir), onun yanında, ondan duyduğum kimi düşüncelerini ve onunla ilgili bazı anılarımı aktarmanın, kişisel bir heves değil, kollektif yapıya (özellikle de ilk sosyalist bilincini onun kitaplarını okuyarak geliştiren gençlere) yönelik bir görev ve sorumluluk olduğunu düşündüm. Dolayısıyla, bu tür bir yazıya ister istemez yansıyan “kişisel” boyutun bu çerçevede değerlendirileceğini umarım. 

Kaldı ki, Ernest’in ardından yazılan bir yazıda bunların olması da doğal: Ne de olsa bizlere sürekli olarak sosyalizmin temelinde hümanizmin, yani “insan sevgisinin” bulunduğunu hatırlatan ve kendi özümüze  yabancılaşmamamız gerektiğini  vurgulayan o değil miydi? 

(2) Bkz. İkinci Dünya Savaşının Anlamı, Yazın Yayıncılık, Ağustos 1995.

(3) Bkz. Barış İçinde Birlikte Yaşama ve Dünya Devrimi, Köz Yayınları, 1975.

(4) Bkz. Nükleer Savaş ve Sosyalizm, Yazın Yayıncılık, 1987.

(5) Yazın Yayıncılık, 1994.

(6) Sırasıyla: Ant Yayınları, 1970; Koral Yayınları; Yazın Yayıncılık, 1986 ve 1991.

(7) Örneğin Özyönetim ve İşçi Denetimi’yle ilgili üç ciltlik derlemesi ya da Devrimin Uzun Yürüyüşü adlı derlemesi (türkçeye henüz çevirilmediler).

(8) Yazın Yayıncılık, 1994.

(9) Köz Yayınları, 1978; Yazın Yayıncılık, 1993.

(10) Bkz. Enternasyonalizm ve IV. Enternasyonal adlı broşürde yer alan, Inprecor‘un 15. Yılı Söyleşisi, Yazın Yayıncılık Mayıs 1991.

(11) Köz Yayınları, 1977; Yazın Yayıncılık, 1995.

(12) Köz Yayınları, Mart 1976.

(13) Troçki’nin Faşizme Karşı Mücadele’sine önsöz, Köz Yayınları,1976; Yazın Yayıncılık, 1993.

(14) Örneğin bkz. Glasnost ve Siyasal Devrim, Yeniyol Broşür Dizisi, 1990; SSCB Tartışması, Yazın Yayıncılık, 1994; ya da (türkçeye çevirilmeyen) Gorbaçev’in SSCB’si Nereye Gidiyor? adlı incelemesi.

(15) Yazın Yayıncılık, Haziran 1993.

(16) Bilgisayar çağının yeni ufuklarına çok güvenirdi ama kuşağının tipik bir temsilcisi olarak, kendisi bilgisayar kullanmayı kesinlikle reddederdi! İşleri kolaylaştırmayıp sorun çıkarttıklarını iddia eder, yazılarını hâlâ eski daktilosunda, kâğıtları kesip ucuca yapıştırıp, kargacık burgacık el yazısıyla düzeltmeler yaparak yazardı…

(17) Bkz. Enternasyonalizm ve IV. Enternasyonal.

(18) Köz Yayınları,1977; Yazın Yayıncılık, 1992.

(19) Yazılarının kısaltılmasını kimse sevmez, Ernest de sevmezdi. Ancak söylemek istediklerinin özüne dokunulmayacağına güvendiği zaman, hem sesini çıkartmaz, hem de nerelerin kesildiğini denetlemeye bile gerek duymazdı!

(20) Bkz. İstanbul Konferansı, Yazın Yayıncılık, Mayıs 1991.

(21) Zaten Ernest’in Türkiye’ye özel bir ilgisi vardı. Eh, ne de olsa kitaplarının en çok çevirildiği yabancı dillerin başında Türkçe geliyordu ve Masis gibi “özel” bir yayıncısı vardı. Nitekim Türkçesi yayınlanan Kapitalist Gelişmenin Uzun Dalgaları, İkinci Dünya Savaşının Anlamı ya da (türkçesi bu yıl yayınlanan) son kitabı Alternatif Olarak Troçki gibi birçok önemli yapıtı, yazıldığı dil dışındaki dillerde henüz yayınlanmadı; birçok kitabının (örneğin türkçesi 1985’te yayınlanan Hoş Cinayet) basılan ilk çevirileri de türkçe çevirileridir! Ayrıca, IV. Enternasyonal’in (çok önem verdiği) yayın organı olan Inprecor‘un başında da iki yıl boyunca bir Türkiyeli bulunmuştu. Üstelik Yarı-Sanayileşmiş Ülkeler konulu incelemesinde (Yazın Yayıncılık, 1985) Türkiye’den pek söz etmemiş olması epey başına kakıldığı için de, artık neredeyse her yazısının ve konuşmasının bir tarafına bir Türkiye lafı sıkıştırma gereksinimini duyuyordu (özellikle de 1991’deki İstanbul ve Ankara konferanslarından sonra)! Kaldı ki, Brüksel’de bile “Türk mahallesi” sayılan Schaerbeek’te otururdu…

Otto Bauer ve Avusturya Marksizmi: Az Bilinen Bir Hikaye – William Smaldone 

Avusturyalı sosyalist Otto Bauer, çoğu zaman ihmal edilen sözde “Avusturya Marksist” okulunun diğer isimleri gibi, parlamenter demokrasiyi fethedebilecek ve daha sonra sosyalist bir cumhuriyet kurabilecek kitlesel bir işçi hareketi inşa etmeyi amaçlıyordu. Bu yolun başarısızlığı, bu geleneğin katkılarını tanımada başarısızlığa ve ortaya koyduğu stratejik sorulara -Otto Bauer ve Avusturyalı sosyalist liderlerin kendilerini içinde buldukları çıkmazları analiz etmek de dahil- yanıt bulmada başarısızlığa yol açmamalıdır.

***

Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi büyük bir tarihi dönüm noktası oldu. Bir zamanlar güçlü olan Rus, Alman, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorluklarının çöküşü, bu felaketli çatışmayı sona erdirirken, paradoksal bir biçimde yeni bir yangının yolunu açtı. Derinden yeniden şekillenen Orta ve Doğu Avrupa’da halklar, galip İtilaf Devletleri’nin dayattığı düzene meydan okumaya çalıştılar.

Bu mücadelede Almanya ve Sovyet Rusya’nın baskın rol oynaması ve bunun da II. Dünya Savaşı’na yol açması, bölgedeki küçük devletlerin tarihinin çoğu zaman arka planda kalmasına neden oldu. Dönemin büyük anlatılarının gölgesinde kalan ve büyük güçlerin siyasetinde salt birer piyon ya da ikincil oyuncu konumuna düşen bu ülkeler, uluslararası alanda büyük ölçüde bilinmiyor.

Bu az bilinen devletlerden biri de Birinci Avusturya Cumhuriyeti’ydi. Bir zamanlar 55 milyonluk büyük bir çokuluslu imparatorluğun güç merkezi olan Avusturya, 1918’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun dağılmasının ardından 6 milyona düşen vatandaşlarıyla, nüfusunun üçte birini eski imparatorluk başkenti Viyana’da yoğunlaştırdı. 1938’de Nazi Almanyası tarafından acımasızca ilhak edilmesinin dışında, bu cumhuriyet büyüleyici olmasına rağmen yabancı tarihçilerin pek ilgisini çekmedi.

Bu nedenle Otto Bauer’in klasik eseri Avusturya Devrimi’nin Walter Baier ve Eric Canepa tarafından çevrilmesi, Avusturya tarihi hakkındaki İngilizce literatüre değerli bir katkıdır. 1923 yılında yayımlanan bu kitap, cumhuriyetin ilk yıllarını Avrupa sosyalizminin önemli bir teorisyeni ve Avusturya’nın önde gelen isimlerinden birinin gözünden ele alıyor. Yazarının somut siyasi deneyimlerinden derinden etkilenen bu eser, güncel olayları anlamak için Marksist bir yaklaşıma olan bağlılığını yansıtır.

Otto Bauer’in Siyasi Hayatı

Otto Bauer (1881-1938) çok sayıda ilgi alanına ve yeteneğe sahip bir aydındı. 1881 yılında liberal ve zengin bir Yahudi ailede doğdu. Viyana Üniversitesi’nde hukuk okudu ve burada Sosyalist Öğrenci Birliği üyesi olarak, daha sonra “Avusturya-Marksist okulunun” kurucuları sayılan genç aydınların arasına katıldı. Görevleri “Marx ve Engels’in toplumsal kuramını derinleştirmek, eleştiriye tabi tutmak ve çağdaş entelektüel düşünceye yerleştirmekti.” Çeşitli disiplinlerdeki uzmanlıklarına rağmen, Karl Renner (1870-1950) (hukuk), Max Adler (1873-1937) (felsefe) ve  Rudolf Hilferding (1877-1941) (siyasi ekonomi) gibi arkadaşları, Marksist teoriye dogmatik olmayan bir yaklaşım benimsediler.

Bauer başlangıçta, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda büyük bir sorun olan “milliyetler sorunu” üzerinde yoğunlaştı. Bu imparatorlukta Çekler, Slovaklar, Hırvatlar, İtalyanlar, Ukraynalılar, Macarlar ve Polonyalılar gibi halklar, Alman kökenli Avusturyalıların egemen olduğu yarı-mutlakiyetçi bir sistemde kendilerine yer edinmeye çalışıyordu. 1907’de, henüz yirmi altı yaşındayken, imparatorluğun sayısız milliyetinin kültürel ve yasal haklarını garanti altına alırken, sosyal demokrasinin bölgeler arası ve etnik gruplar arası bir işçi hareketi inşa etme çabalarını teorileştirmeyi amaçlayan Milliyet Sorunu ve Sosyal Demokrasi adlı eserini yayınladı. Bu hırs başarısızlıkla sonuçlansa da, Otto Bauer’i döneminin en etkili sosyalist düşünürlerinden biri haline getirdi.

Bu arada, Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin (SDAP) bir üyesi olan Otto Bauer, siyasi çalışma konusunda muazzam bir kapasite sergiledi. Bauer, 1907 yılında Parti’nin başlıca teorik dergisi olacak olan Der Kampf‘ı (Mücadele) kurdu. Ayrıca SDAP’nin amiral gemisi gazetesi olan  Die Arbeiter-Zeitung‘da  ( İşçi Gazetesi ) hemen her gün çok çeşitli konularda yazılar yazmaktaydı. 1914’te Parti Sekreteri oldu ve kendisini partinin yaşlanan lideri Victor Adler’in doğal halefi olarak kabul ettirdi. (1852-1918)

SDAP liderliği Ağustos 1914’te imparatorluk hükümetinin Sırbistan’a savaş ilanını desteklemeye karar verdiğinde (bu karar Birinci Dünya Savaşı’nı tetikledi), Bauer buna karşı çıkmadı. Esir alındı, Çar’ın devrilmesinden sonra serbest bırakıldı ve Eylül 1917’de Avusturya’ya döndü, bu dönemde devrimci Petrograd’da kaldı. Bu deneyimden dolayı radikalleşen, ancak Bolşevizme bağlı kalmayan Bauer, imparatorluğun çöküşünde etnik kökenlerin önemli bir rol oynadığı Viyana’ya döndü. Victor Adler’in ölümü üzerine fiilen Parti’nin başına geçti.

Kasım 1918’de Avusturya Geçici Ulusal Meclisi, Sosyal Demokratların çoğunlukta olduğu bir hükümet kurdu. Karl Renner (1870-1950) Şansölye, Bauer ise Dışişleri Bakanı oldu. Daha sonra yeni Avusturya Cumhuriyeti’nin doğuşuna yakından tanık oldu, ama aynı zamanda çok uzun vadeli sonuçları olan bir karara da tanık oldu: Zorla imzalanan  Saint-Germain-en-Laye Antlaşması. Bu antlaşma, Avusturya’nın, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun savaşı başlatma suçunu üstlenmesini gerektiriyor, ona ağır bir tazminat yükü yüklüyor ve yeni Alman Cumhuriyeti ile herhangi bir birleşmeyi yasaklıyordu.

Sadece sınırlarıyla kısıtlı bir Avusturya’nın ekonomik olarak sürdürülebilir olmadığına inanan Bauer, Almanya ile birliği dış politikasının temel direği haline getirdi. Ancak hükümetin antlaşmayı Eylül 1919’da onaylamasının ardından istifa etti ve kendini tamamen Parti işlerine ve parlamento siyasetine adadı.

Avusturya Devrimi

Bauer’in öyküsü, hem umut dolu hem de derin ekonomik ve siyasal krizlerle dolu olan Avusturya Demokratik Cumhuriyeti’nin ilk yıllarını konu alıyor ve yeni parlamenter düzenin sınırlarını hızla ortaya koyuyor.

Beş kronolojik bölüme ayrılan eserinin ilk bölümünde milliyetler sorunu ve bunun savaş ve devrimle bağlantısı ele alınıyor. Bauer, dört ayrıntılı bölümde, savaş öncesi Habsburg monarşisi ile onun otoritesi altındaki etnik gruplar arasındaki gerginliğin nasıl 1914’te savaşa ve dört yıl sonra da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çöküşüne yol açtığını analiz ediyor. Ona göre, Habsburglar’ı Sırbistan’a savaş açmaya iten şey, uzun süre Almanlar, İtalyanlar, Macarlar ve Türklerin egemenliği altında “kölelik, parçalanma ve tarihi sessizlik” durumunda tutulan Güney Slavlarının ulusal özlemlerinden duydukları korkuydu.

Çatışma başlangıçta İmparatorluk içindeki etnik ve sosyal bölünmeleri belirsizleştiriyor gibi görünse de aslında onlarca yıldır devam eden ulusal devrim sürecini hızlandırdı. 1918’e gelindiğinde, dört yıl süren büyük insan kayıpları, yoksunluklar ve askeri başarısızlıkların ardından İmparatorluk tüm meşruiyetini yitirmişti ve artık demokratik reform ve ulusal bağımsızlık güçlerini kontrol altında tutacak araçlara sahip değildi.

Alman Avusturyalılar için ulusal sorun farklı bir şekilde ortaya konuyor. Bauer, “Almanlığımız ile Avusturyalılığımız arasındaki çatışma, Germania-Avusturya’nın yakın tarihinin tamamında yaşanmaktadır” diyor. Farklı Alman-Avusturyalı toplumsal sınıfların iki yönelim arasında gidip gelmelerini analiz ediyor: Almanya ile birlik olmak ya da kendi egemenlikleri altında çok etnikli bir imparatorluğun varlığını sürdürmek.

1914’te burjuvazi bu ikilemin çözüldüğünü düşünüyordu: Almanya ve Avusturya-Macaristan, vatansever ve savunmacı bir savaşta birleşmişlerdi. Bu tutuma, enternasyonalist taahhütlerine rağmen Rusya’nın zaferinden korkan işçi hareketi de katılıyor.

Ancak savaş çabasına verilen bu destek zamanla azaldı. Çatışma uzadıkça, özellikle işçi hareketi içinde savaş karşıtı duygular büyüdü. Bauer, SDAP’ın başlangıçta savaşa destek vermekten, ona karşı düşmanca bir tutum takınmaya ve en sonunda İmparatorluk halkları için kendi kaderini tayin hakkını savunmaya nasıl evrildiğini ayrıntılı bir şekilde anlatıyor.

Ekim 1918’in sonuna doğru Habsburg rejimi çöktü. İkinci bölümde Bauer, savaş çabasının çöküşünü ve Alman Avusturyası da dahil olmak üzere eski imparatorlukta yeni ulusal devletler yaratan halk isyanlarının zaferini anlatıyor. Bauer’e göre, ulusal, demokratik ve toplumsal bir devrimci süreç burada gerçekleşti.

Avusturya demokratik devriminin 12 Kasım 1918’de Geçici Ulusal Meclis’in kurulmasıyla sona erdiğini yazıyor. Ama toplumsal devrim bir süre daha devam etti. Savaş sonrası parlamento seçimlerinde yenilgiye uğrayana kadar iki yıl boyunca SDAP bu organda egemen oldu. Bauer’in “işçi sınıfı hegemonyası” olarak adlandırdığı bu dönemde devlet, işçilerin lehine önemli reformlar uyguladı:

• Sekiz saatlik iş günü

• Toplu sözleşme hakları

• İşyerinde işçi konseyleri

Ancak Avusturya toplumunun dönüşümü hem içeriden hem dışarıdan pek çok engelle karşı karşıyaydı. Birçok Sosyal Demokrat lider gibi Bauer de kendini sosyalist devrimci olarak görüyordu ancak devrimin getirebileceği kaos ve şiddetten korkuyordu.

Viyana olaylarını analiz ettiğinden Bolşevik coşkusunu paylaşmadığı açıkça ortaya çıkıyor. Radikalleşmiş askerler askeri disiplini bozduklarında, özel mülklere ve devlet erzaklarına el koyduklarında ve bir “Kızıl Muhafız” yaratmaya çalıştıklarında, Bauer bu eylemleri “Bolşevizmin devrimci romantizmi” olarak adlandırır. Askerlerin çoğunun eve dönmesinden memnun oldu ve çoğunluğu Sosyal Demokrat işçilerden oluşan Volkswehr adlı yeni bir ordunun kurulmasını destekledi. Ona göre, bu, “ülkeyi anarşi ve dış tehditlerin kaçınılmaz tehlikesinden kurtarıyor”du.

Otto Bauer’e göre, fabrika konseyleri gibi yeni kurumlarla güçlendirilen parlamenter çerçeve, sosyalizme doğru ilerlemenin temelini oluşturur. Toplumsal devrimin, askerlerin subaylarına karşı ayaklandığı Viyana garnizonunun kışlalarında başladığını, daha sonra cumhuriyet lehine harekete geçen işçi sınıfına yayıldığını düşünüyor. Bu hareketi, işçi sınıfını demokratik bir kültüre oturtmak için sosyal demokratların onlarca yıldır sürdürdüğü çabaların doruk noktası olarak görüyor. “Ulusal devrim,” diye yazıyordu, “proletaryanın işi haline geldi ve proleter devrim, ulusal devrimin itici gücü oldu.”

12 Kasım 1918 olayları, muhafazakâr kırsal kesimlerde bile geniş bir destek gördü. Ancak Bauer ısrar ediyor: Cumhuriyetin kan dökülmeden kurulmasını sağlayan, her şeyden önce birleşik solun ortak eylemiydi. İşçi konseyleri gibi kurumlar tarafından yapılandırılan parlamenter düzenin, Bolşevizmin “şiddetinden” kaçınarak kademeli bir sosyalist geçiş için istikrarlı bir çerçeve sunduğuna inanmaktadır.

Sosyal Demokratlar İktidarda

Otto Bauer, eserinin üçüncü bölümünde Sosyal Demokrat hükümetin (SDAP) işçilerin koşullarını iyileştirme çabalarını inceliyor ve yeni bir sosyalist ekonominin örgütlenmesine ilişkin düşüncelerini ortaya koyuyor.

Ancak bu hedeflerin önündeki önemli engelleri de göz ardı etmiyor:

• Avusturya’nın uluslararası alanda siyasi izolasyonu,

• Özellikle anti-sosyalist Katolik köylüler, kentsel burjuvazi ve sosyalistlerin kazandığı sanayi merkezleri arasındaki iç bölünmeler,

• Hızla artan enflasyon ve gıda, yakıt ve hammadde sıkıntısıyla belirginleşen akut ekonomik kriz.

Bauer, sol hükümetin bu tuzakları nasıl aşmak zorunda kaldığını, Avusturya topraklarına göz diken komşularla savaştan kaçınmak, komünist devrimin yayılmasından endişe eden Batılı güçlerin müdahalesini savuşturmak ve  Mart 1919’da Sovyet Cumhuriyeti’nin kurulmasının başarılı bir karşı devrimle sonuçlanan bir çatışmayı tetiklediği Macaristan’daki devrimci huzursuzluktan uzak durmak zorunda kaldığını anlatıyor.

Bauer, bu patlayıcı ortamda işçi hareketinin görevinin Bolşevik tarzda bir “proletarya diktatörlüğü” kurmak değil, devrimin “freni” rolünü oynamak olduğuna inanmaktadır. Ona göre işçiler güçlerini dikkatli kullanmalı ve sosyal demokrasinin felaketle sonuçlanacak aceleci eylemleri önlemesi gerekiyor. Bu amaçla SDAP hükümetinin, Ulusal Meclis tarafından kabul edilebilecek reformlar önermek amacıyla işçi hareketinin başlıca sivil toplum kuruluşları olan sendikalar, işçi ve asker konseyleriyle sürekli diyalog halinde olduğunu yazıyor.

Ancak bu uzlaşma politikası tehlikeli ve istenmeyen bir politika oldu. Çileden çıkan işçiler hükümetin sunabileceğinden fazlasını talep ediyordu. Bauer yine de işçi sınıfının siyasal eğitimi ve toplumsal bilincinin yükseltilmesi açısından bu sürecin önemini vurgular. Ona göre SDAP, özellikle zor bir ortamda elinden gelen her şeyi yaptı.

Ancak Bauer, SDAP’nin ideolojik hegemonyasını dayatma yeteneğini abartıyor. “Salt entelektüel mücadeleler yoluyla [işçilerin] ufuklarını genişlettiklerini, entelektüel çevikliklerini keskinleştirdiklerini ve kendi kaderini tayin etme iradelerini güçlendirdiklerini” ileri sürmektedir. Diğer Avusturya Marksistleri gibi o da siyasal eğitimi sosyalist aydınların temel misyonu olarak görür. Ancak SDAP’nin daha sonra seçimlerde çoğunluğu elde edememesi, bu yaklaşımın sınırlılıklarını ve işçi sınıfı ile diğer toplumsal kesimleri sürdürülebilir bir şekilde kazanma konusundaki yetersizliğini ortaya koymaktadır.

Dördüncü ve beşinci bölümlerde Bauer, Avusturya toplumsal sınıfları arasındaki değişen güç dengesini ve bunların siyaset sahnesinde karşı karşıya gelme veya işbirliği yapma biçimlerini analiz ediyor. 1920 sonbaharında, SDAP’ın parlamento seçimlerini Hıristiyan Sosyalistlere (eski koalisyon ortağı) kaybetmesinden önce bile, köylülüğün ve burjuvazinin devrim şokundan kurtulduğu ve artık sosyalistlerle uzlaşmak istemediği açıktı.

Pan-Cermen milliyetçilerle aynı fikirde olmayan Hıristiyan Sosyalistler, parlamentoda mutlak çoğunluğa sahip değiller. Bauer, “sınıf güçlerinin dengesinin” işçi hareketinin SDAP, sendikalar ve diğer örgütler aracılığıyla iktidarı elinde tutmasını sağlayacağına inanmaya devam ediyor. Oysa 1922’de Hıristiyan Sosyalistlerin, uluslararası yüksek finans çevrelerinin de yardımıyla, köylülüğü, küçük burjuvaziyi ve bütün sanayi ve finans elitlerini bir araya getiren bir koalisyon kurmayı başardıklarını kaydetti. Burjuvazi daha sonra cumhuriyet üzerinde yavaş yavaş egemenliğini kurdu.

Ancak bu kontrol henüz tam olarak sağlanabilmiş değildi. Bauer, SDAP’nin Cumhuriyetçi orduda ve “Kızıl Viyana“da güçlü bir varlığını sürdürdüğünü, Partinin burada sürekli olarak mutlak çoğunluğu elde ettiğini ve geniş kapsamlı kentsel ve toplumsal reformlar uyguladığını belirtiyor. Bu kazanımların güçlenen bir burjuva hükümeti tarafından tehdit edilebileceğini biliyor, ancak SDAP’nin toparlanabileceğine inanıyor. Ona göre, sağ, sosyal demokratlara, çalışanları ve küçük esnafı kendi davaları etrafında toplama, burjuva hükümetini devirme ve işçi iktidarını yeniden ele geçirme fırsatı verecek olan ekonomik ve toplumsal krizleri çözmede başarısız olacaktı.

Bu radikal söyleme rağmen Bauer, burjuvazi cumhuriyetçi anayasayı ortadan kaldırmaya çalışmadığı sürece kitle eyleminin kullanılmasını reddetti. Zaferin parlamento siyaseti çerçevesinde elde edilmesi gerekirdi.

Demokratik Sosyalizmin İkilemi

Olaylar Bauer’in umduğu gibi gelişmedi. Sosyal demokrasi asla iktidarı geri kazanamadı, Sosyal Hıristiyanlar ise 1934’te devrilen cumhuriyetin düşüşünü sistematik bir şekilde hazırladılar. Avusturya işçi hareketi silahlı direniş gösterse de, Bauer de dahil olmak üzere liderleri, ancak sonuç kesinleştikten sonra mücadele çağrısında bulundular ve bu da müdahalelerini etkisiz kıldı.

Bauer’in Avusturya Devrimi adlı yapıtı  ondan on yıl önce yayımlanmış olmasına rağmen, devrime ve devrimden ortaya çıkan sisteme ilişkin analizi onun siyasi vizyonunu şekillendirir. Bu, cumhuriyetin başarısızlığında önemli bir rol oynamış ve  Peter Gay’in (1923-2015) “demokratik sosyalizmin ikilemi ” olarak adlandırdığı durumu gözler önüne sermiştir.

Nüfusun %10’una denk gelen 600 bin üyeli bir partinin başına geçen ve parlamento seçimlerinde oyların %40’ından fazlasını alan Bauer, komünist rekabete karşı SDAP’nin birliğini korumak zorundaydı. Bu amaçla sık sık devrimci söylemlere başvurdu, sınıf mücadelesini yüceltti ve kapitalist toplumun kökten dönüştürülmesini istedi.

Ancak pratikte parlamento yoluna sıkı sıkıya bağlı kaldı ve başka stratejileri değerlendirmeyi reddetti. Cumhuriyet karşıtı sağın, vicdansız şiddete başvurmaya hazır olması karşısında sonuç kaçınılmazdı: Cumhuriyet yok olmaya mahkûmdu.

Çeviri: İmdat Freni Çeviri Kolektifi

Kaynak: https://www.contretemps.eu/otto-bauer-austro-marxisme-socialisme-vienne/

Orijinal Kaynak: https://jacobin.com/2023/03/otto-bauer-austro-marxists-socialist-revolution-democracy-book-review

Cumhuriyet ve Sosyalizm – Masis Kürkçügil

“Proletaryanın tarihsel meselesi Monarşi-Cumhuriyet’te değil, Emperyalizm-Sosyalizm antitezinde ifadesini bulur.” Troçki, Ekim 1916, Savaş ve Devrim, Cilt II, s.188.  

Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar kitabının sonunda (Belge Yayınları, 1992, s. 192-193) Nicos Poulantzas, Fransız, İngiliz ve Alman burjuva devrimlerinin bir model oluşturmadığını ve “her örnekte” ortak noktanın burjuvazinin kendi devrimini politik olarak yönlendirmedeki acizliği olduğunu vurgular. Öte yandan, farklı formasyonlardaki geçişlerin söz konusu ülkelerdeki işçi hareketinde “ciddi yanılsamalara” yol açtığını ekler; o kadar ki “var olan sisteme karşı isyanı bile egemen ideolojinin empoze ettiği tarza göre yürütülür.” Burada açıkça işçi hareketinin kendine bir hayrı olmayan taklit yoluyla kendi kendini kösteklediği söz konusudur. İngiltere’de “sendikacılık”, Fransa’da Jakobenizm ve Almanya’da Lassalcılık olarak beliren “devleti, sosyalist devrimin ‘tepeden inme’ bir etkeni olarak görme” diye özetlenebilecek bir husustur.  

Türkiye’ye göre oldukça gelişmiş işçi ve sosyalist hareketlere sahip olmuş olan bu ülkelerde geçmişten devralınan ve bugüne kadar ne kadar aşıldıkları da tartışmalı olan egemen ideolojiden kopamama halinin muhakkak ki her ülkede farklı tezahürleri vardır. Bunun yalnızca burjuva devrimleri veya ulus devletlerin inşasının dönemiyle sınırlı olmayıp çağımız için de bir anlam ifade edip etmediğine dair olası tartışmaları bir yana bırakarak, en azından bugüne kadarki gelişimi içinde bir hesaplaşma; geleceğin bağımsız hayali açısından kaçınılmazdır.  

Türkiye’nin Avrupa Birliği genişleme süreciyle ilişkilendirilmeye başlamasıyla, özellikle sosyalist solda ulusötesi bir devletle ulusal devlet arasında bir “geçiş” tartışması gündeme oturdu. Ulusal devletin sosyalistler açısından ne tür bir mücadelenin konusu olduğuna ilişkin bir ortaklık söz konusu değilken, AB kurumlarının öne çıkması kimileri için bu ulusal devlet açmazından bir kurtuluş, kimileri içinse eldeki kazanımların boşa gitmesi olarak görüldü. AB saflaşması ilginç bir biçimde eldeki kazanımların sorgulanmasına, mana ve önemlerine de bir yeniden bakışı gerektirmekte. Ama bu saflaşmanın kendisine dahil olarak değil, bu saflaşmanın taraflarını sorgulayarak. Neredeyse yüzyıllık bir macerası olan ulusal devletin monarşiye göre tarihsel olarak ileri bir adım olarak sunulmasının ardından, bu kez ulusötesi bir oluşumun tarihsel olarak ulusal devletten daha ileri bir adım olarak sunulması, her ikisi kendi içinde tutarlı bir bütünlük arz etse bile, sosyalist mücadele açısından bu ardışık gelişmeler arasında sıkışmanın, saf tutmanın değil bir kopuşun, bir sıçramanın şart olduğu atlanmamalıdır.  

Tartışmaya bir başlangıç olarak, cumhuriyet ile sosyalizm arasındaki ilişkilere kaynak oluşturduğu için kısaca Fransız Devrimi’nin Marksizm içindeki yerine bir göz atmak gerekiyor.    

Marx ve Fransız Devrimi  

1844’te Fransız Devrimi’ne dair bir kitap yazmayı düşünen Marx’ın böyle bir kitap yazmadığı gibi Fransız Devrimi’ne ilişkin yoğun bir okuma ve pek çok göndermeye rağmen bütünlüklü bir görüş belirtmediği, belirtilenlerin kimi tutarsızlıklar ve çelişkilerle dolu olduğu da söylenebilir. Buna rağmen Michael Löwy, “fenomenin özünü tanımlamayı mümkün kılan bazı güçlü satırlar bulabiliriz; öyle güçlü satırlar ki sosyalist tarih yazımına bir buçuk yüzyıldır ilham kaynağı olmuşlardır” demektedir (Dünyayı Değiştirmek Üzerine, Ayrıntı Yayınları, s. 153). Marx, Babeuf, Buonarotti ve Moses Hess’in komünist eleştirilerinin yanı sıra restorasyon döneminde hiç de solcu olmayan ancak sınıfsal analizler sunan tarihçilerin değerlendirmelerini harmanlayarak Fransız Devrimi’nde sınıf çıkarının nasıl olayların mantığına hâkim olduğunu sergiler. Burjuvazinin çeşitli alanlardaki zaferini ifade eden 1789-1794 devrimini Marx için yaşanmakta olan devrim, gündemdeki devrimle birlikte ele alındığında önem kazanır ve devlet aygıtının akıbeti öne çıkar. Fransız Devrimi’nde bu asalak aygıta müdahale edilmemesi, burjuva sınırlılığını gösterirken, ikinci imparatorluk döneminde bağımsız gibi görünen devletin, burjuvazinin doğrudan denetimi olmaksızın onun sınıf çıkarlarına hizmet ettiğini belirtir.  

Fransız Devrimi’nde burjuvaziye yapılan övgüler hakkında Löwy’nin belirttiği bir husus oldukça önemlidir: “Bunların neredeyse hepsi Fransız burjuvazisini Ren Nehri’nin ötesindeki toplumsal eşdeğer, yani 19. yüzyıl Alman burjuvazisi ile karşılaştıran yazılardır. Bu karşılaştırmanın mantıki sonucu Fransız burjuvazisinin “korkak,” “çekingen” Alman burjuvazisine karşı “övgüye” mazhar olmasıdır. “Prusya burjuvazisi, 1789 Fransız burjuvazisi gibi, eski toplumun, monarşinin ve soyluların temsilcileri karşısında modern toplumun tümünü temsil eden sınıf değildi… halka ihanet etmeye ve eski toplumun saray temsilcileriyle uzlaşmaya tamamen eğilimli… bir tür toplumsal kast düzeyine düşmüştü.” (Seçme Yazılar, Burjuvazi ve Karşı Devrim, s. 172-173, Sol Yayınları, 1976). Löwy bu karşılaştırmadan çıkan sonuçlar hakkında şu notu düşer: “Fransız burjuvazisinin devrimci erdemlerinin bu şekilde kutsanması daha sonra Marksizmin içindeki belirli akımlara, tarihsel ilerlemenin çizgisel ve mekanik görünümleri için (özellikle yirminci yüzyılda) esin kaynağı oluşturacaktı.”  

Ancak, bu karşılaştırmada olayların ruhunu okumaya başlayınca iş değişir. Burada halkın baskısı altında hareket eden bir burjuvazi resmedilir. Örneğin “Ulusal Meclis, bu adımı atmak zorundaydı, çünkü arkasında duran büyük halk kitleleri tarafından ileri itiliyordu.” Veya daha açık bir şekilde “çekingen burjuvazi kalsa, bu görev on yıllarca yerine getirilemezdi. Bunu hazırlayan sadece halkın kanlı eylemiydi.” Jakobenizm de dahil olmak üzere terör hakkında açık, tutarlı, bütünlüklü görüşler olmasa da dalgalanmalar içinde parıltılar eksik değildir: “burjuvazinin politik egemenliğinin” koşulları kendi iktidarı için olgunlaşmadan proletaryayı yıkarsa, zaferi sadece geçici olacaktır. Burada gönderme açıkça 1794 yılınadır. Yani 1794’ü Marx, proletaryanın bir zaferi, ancak geçici bir zaferi olarak görür. Bir adım atılırsa, “Jakobenizmden sosyalizme doğru düz bir çizgi olduğu” fikri reddedilir (Löwy). Yani Jakobenlerle Bonaparte’ı burjuva toplumunun kurucuları olarak aynı kategoriye koyar.  

Ayrıca, Jakobenlerin analizine ilişkin doyurucu düşüncelere rastlanmamaktadır. Daniel Guérin’in yukarda küçük burjuvalar ve tabanda halk olarak değerlendirmesine benzer bir tahlil yoktur. Michael Löwy’nin satırlarını alıntılayarak devam edelim: “Ne olursa olsun şu açıktır: Marx’a göre, 1793, hiçbir şekilde geleceğin proletarya devriminin bir paradigması değildi. Marx’ın bir Robespierre’in ya da bir Saint-Just’ün tarihsel büyüklüğüne ve devrimci enerjisine duyduğu hayranlık ne kadar büyük olursa olsun, Jakobenizm sosyalist devrimci praksisin bir modeli ya da ilham kaynağı olarak reddedilir.” Bu geleneğin “boş inancını,” “bilgiçlerini,” “1793 geleneği cumhuriyetçilerinin yanılsamalarını” ve “1793 duygularını ve ‘yurtsever’ formüllerinin afyonuyla sarhoş olan” herkesi en açık bir biçimde suçlar.  

Devrim Örnekleri ve Yukarıdan Değişimler  

Türkiye’de sınıfların konumlandırılması, Fransız ve İngiliz devrimleriyle aynı bağlamda ele alınmamıştır. Ancak İngiliz terminolojisine göre değerlendirme, solda genellikle kabul görmemiş olsa da Fransız terminolojisine göre değerlendirme yaygın olarak kabul edilmiştir. Fransız değerlendirmesindeki en büyük talihsizlik, Türkiye’deki solun Fransız Devrimi’ni sol olarak değil, burjuva olarak okumasından kaynaklanmaktadır. Eski rejime karşı bir “birleşik cephe” içinde ele alınan sol, aslında her ikisi de köhnemiş dünyanın egemenleri olan militarizm, dinsel egemenlik ve burjuva egemenliğinden bağımsız bir geçmişe sahiptir. Bu geçmiş, Fransız Devrimi içinde kolektivizasyon fikrini ilk defa açıkça önermiş Gracchus Babeuf’ün Eşitler Suikastı veya jakobenlerin en radikal hiziplerinde görülen küçük burjuva radikalizminin aşırı soludur. Bunu sadece uçuk, zamanından önce düşünceler olarak ele almamak gerekir. Çünkü buna karşılık gelen sosyal hareketler de söz konusudur. İngiltere’de Chartist hareket, Ludistler bu aşağıdan gelen hareketi temsil ederken Fransa’da Lyon ipek işçileri, Almanya’da Silezya dokuma işçileri sayılabilir.  

Doğrusu, işçi ve sosyalist hareketin radikal kanadı, eski rejime karşı mücadelesinde asla kendini yeni rejimin temsilcilerine tabi kılmamış, kendi siyasi bağımsızlığını korumaya çalışmış ve yeni rejimin temsilcilerinin kendi çıkarları doğrultusunda yaptırımlarına karşı da mücadele etmiştir. Elbette somut, belirli hedeflerle sınırlı ittifaklar olmuştur. Ancak bunu bir döneme yaymak, en azından devrim tarihini atlamak anlamına gelir. Marx’ın 1848 gibi devrimlerin patlak verdiği bir anda işçi sınıfının siyasi bağımsızlığına ısrarla vurgu yapması, burjuvazinin devrimci potansiyelini yitirmesinin yanı sıra devrimin burjuvaziye bırakılmayacak kadar ciddi bir mesele olduğunun bilincinde olmasındandır.  

Avrupa’daki ve daha sonra dünyanın diğer köşelerindeki çeşitli sosyalist hareketlerin bu “sınıf bağımsızlığı” meselesine ne kadar gerçekleştirebildikleri su götürür. Önemli bir ideolojik-siyasal geri düşünün ürünü olan bu durumun sebeplerinden biri paradoksal bir biçimde demokratik hakların gerçekleşmesi yolundaki mücadeledir. Bu mücadelenin gereklerini yerine getirirken burjuva kurumlar ve dolayısıyla devlet, cumhuriyet ve de millet adına savunulmuştur. Cumhuriyetçi olmayan sağ, muhafazakârlık karşısına zaten egemen sınıflarca yerleştirilmiş kurumsal çerçeve içinde sıkışıp kalmanın bedeli, özellikle halk hareketi bu çerçeveyi her zorlayışında aldığı büyük yenilgilerdir.  

Demokrasinin bu türden özdeşleştirilmesi, sosyalist hareketin bağımsızlığını zedelemiş ve kendisini en fazlasından mevcut müesses nizamdaki kazanımların sol bekçisi haline getirmiştir. Siyasal iktidarın fethedilmesindeki emekçilerin küçük burjuvazi ve köylülükle ittifakı “diğer toplumsal sınıflarla” stratejik bir ittifak olarak ne kadar gerekliyse yukarıda sözü edilen türden ittifakların da sosyalizmi gündemden ve hatta bilinmeyen bir geleceğin dışında her şeyden uzaklaştırdığı kesindir.  

Fransız Devrimi ile sosyalizm arasındaki ilişkinin oldukça tartışmalı olduğu bir gerçektir. Burjuva devrimi ile sosyalist devrim arasındaki ilişki, güç ilişkileri, tarihsel özne, nesnel koşullar vb. bir dizi açıdan, kimilerince oldukça kesik (“aşamalı”) ve kimilerince demokratik görevlerin inkarıyla öne çıkan bağlantısız bir biçimde ele alınmıştır. Ayrıntılı bir sürekli devrim kuramına girmeden söylen, bilinç ve örgütlülüklerini geliştirecek eylemliliğin esas olduğudur. Zaten görevler arasındaki geçişkenliğin hayat bulduğu alan da budur. Alman Cumhuriyeti, bir anlamda imparatorluğun devrimden kurtarılması için ilan edildi denilebilir. (Marx, Fransa’da Sınıf Savaşları’nda “Proletaryaya karşı savaşıma ancak cumhuriyet adına geçilebilirdi” derken benzer bir duruma işaret ediyordu.) Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda devrimci durumun ufku, böyle bir cumhuriyet değil proleter devrimiydi. Tabii ki bu proleter devrim, bir imparatorluk değil cumhuriyet olmak durumundaydı. Ancak sosyalizmle cumhuriyet arasındaki doğrusal ilişkiyi kuranlar, cumhuriyetin esas olarak monarşiye karşı olmakla birlikte onunla aynı toplumsal temel üzerinde barınabileceğini atlamaktadır.  

Cumhuriyet ve devrim arasındaki geçtiğimiz yüzyıldaki en önemli karşılaşma İspanyol Devrimi’nde gerçekleşmiştir. Kraliyetten Cumhuriyete geçen ülkede faşizme karşı cumhuriyetçi cephenin sözcüleri aslında ilk başta devrimci kesimleri dizginlemişlerdir. Yani Stalinistler, sosyal demokratlar ve cumhuriyetçiler, cumhuriyetin kurtarılmasının ilk adımı olarak devrimi boğmuşlardır. Hobsbawm İspanya İç Savaşı’nı bir devrim ve karşı devrimin cereyan ettiği bir olay olarak değil, “faşizm ve anti-faşizm arasında geçen bir Avrupa savaşı” olarak görür. (Mesele dergisi Mart 2007 sayısı) Daniel Bensaid ise onun tarihçiliğini “… olayların büyük dönüm noktalarındaki olası seçenekleri keşfetmeye eğilimli eleştirel ya da stratejik bir tarih anlayışından çok “tarihçinin tarihi” perspektifine sahiptir.” (Köstebek ve Lokomotif, s.167, Yazın Yay, 2006) diye değerlendirirken, bu “tarihçinin tarihi” perspektifinin ne yazık ki azımsanmayacak derecede eylem adamları tarafından da sahiplendiğini unutmamalıyız.  

Fransız Devrimi’nden veya Cumhuriyetin tarih sahnesine çıkmasından bu yana aşağıdakilerin özgürlük mücadelesinde cumhuriyet, ancien régime’e göre bir ilerleme olmasına karşın, nihai kurtuluş yolunda çelişkili, kendi içinde devrim ve karşı devrim mücadelesini içeren bir durağı temsil eder. Denis Berger, Fransız Devrimi için Daniel Guérin’in yolundan giderek açıkça iki devrimden söz eder: “İlki kapitalist modernleşmenin devrimi” ve “ikinci devrim, yarı yolda duramayacak olan kitlelerin devrimi.” (Permanence de la Révolution, La Breche, 1989, s. 204)  

Kim Muhafazakâr, Kim Solcu, Terakkiperver mi, Terakkici mi? 

Türkiye sosyalist hareketi, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren kendisine ait olmayan, kendisini de kapsamayan hayali bir ittifaka yazılmıştır. İttihatçılık konusunda olduğundan daha fazla Kemalizm ve daha geniş bir tabirle “Cumhuriyetçilik” sosyalist hareketimizin mecburi bir durağı olarak kabul edilmiştir. Gündüz Aktan’ın popülerleştirdiği bir Cumhuriyetçilik denmese de Marksizmde tarifi olmayan bir “irtica” karşısında, kendi bağımsız eyleminden ziyade kurulu düzene ve onun bekçilerine görev biçen, kendisine de hasbelkader bir müttefik rolü biçen bu zihniyet, karanlık dönemler dahil olmak üzere sosyalist hareketin geniş halk yığınları tarafından CHP içinden gelebilecek düzeyde “ilerici” olarak algılanmasına neden olmuştur.  

Fransız Büyük Devrimi’nin ürünü olarak sunulan Cumhuriyetçilerle işçi hareketi arasındaki “tarihsel uzlaşmanın” tarihinin nerede başlayıp nerede bittiği de belirsizdir. Sözde “eski rejime” (“ancienne régime”, devr-i sâbık) karşı çıkan burjuvazi ve küçük burjuvazinin fiili önderliğinde terakki, ilim-irfan ve kalkınma bayrağı altında olmadık-olmayan güçler toplanmıştır. Osmanlı-Türk toplumundaki siyasal mücadelelerdeki saflaşmalar illa da birtakım modellere/örnekliklere göre açıklanacaksa neden İran veya Çin’dekine göre değilse de, Alman toplumundaki saflaşmalara göre açıklanmasın? Esas olarak, 1848 Devrimi’nin yenilgisinin, dolayısıyla her ne kadar yukardan devrim olarak sunulsa da karşı devrimin ürünü olan Bismarckçılık, neden Jakobenlikten daha anlamlı bir saflaşmanın-benzerliğin anahtarı olmasın? Sosyalizmin ise eski ve yeni rejim gibi saflaşmaların ayrılmaz bir parçası olduğu doğru değildir. En azından Babeuf ve Fransız devrimindeki radikal kesimlerle birlikte işçi hareketinin bağımsızlığı başlı başına bir ilke haline gelmiştir. Aynı dönemin ürünü olarak görülebilecek halk hareketlerinde de bu husus her zaman öne çıkmıştır. Ancak, demokrasi için mücadeledeki önemli yanılgılardan biri Ulus veya Cumhuriyet’in savunulmasının adıyla burjuva devlet ve kurumlarının savunulmasının öne çıkarılmasıdır. Solun eski rejime karşı mücadeleyle, laiklikle sınırlanması, onun ayırt edici yönü olan “insan türünün” kurtuluşu için sömürü ve baskıya karşı mücadeleyi gölgelemektedir.  

Hangi Miras veya Kimin Mirası? 

Bir diğer “batılı” örnekte, 19. yüzyılda İngiltere’deki siyasal saflaşmalar açısından mesele alındığında ise muhafazakârlar ve liberallerin varlığında işçi sınıfının liberaller safına yazıldığı söylenebilir. Fransa’da sağ-sol ayrımı eski rejime karşı olan cumhuriyetçi cephe ile o dönemde Marksist olmaktan ziyade Prudhoncu olan işçi sosyalizmi arasında pek de istikrarlı olmayan bir uzlaşma olarak takdim edilmekte. İngiltere’de ise bunun karşılığı bilindiği üzere Tories (muhafazakârlar) ve Whigs (liberaller). Bir yanda aklın, ilerlemenin ve ekonomik gelişmenin, öte yanda eski askeri-ilahi rejimin savunucuları…  

Türkiye’deki terminoloji Fransız Devrimi’ne göre kurulmuş olsa da siyasal mücadelelerin içeriğine bakıldığında İngiliz örneğinin dikkate alınması halinde ilginç saflaşmalar ortaya çıkacaktır. Liberalleri –ne kadarsa o kadar– temsil eden çizginin Terakkiperver Fırka, Serbest Fırka, Demokrat Parti ve Adalet Partisi olduğu göz önüne alınırken, işçi sınıfının –ne kadarsa o kadar– bu siyasal çizgiye destek verdiği bir gerçektir.   Geriye muhafazakârların kimler olduğu sorusu kalır! Gerçi Şerif Mardin’in aynı sorunsal çerçevesinde olmamakla birlikte “Jön Türk düşüncesi ‘radikal’ değil ‘muhafazakârdır” demesinin üzerinden az zaman geçmedi! Taha Parla buna “bürokratik muhafazakârlığı” eklemekte. (Bkz: Şerif Mardin’e Armağan, İletişim Yayınları, 2005, s. 17) Cumhuriyetin devraldığı fikir mirasına ilişkin ciddiye alınabilecek çalışmalarda hiç de Fransız Devrimi değil, kabaca sosyal darwinizm belirleyici olmuştur. (Bkz; Atila Doğan, Osmanlı Aydınları ve Sosyal Darwinizm, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2006). Şükrü Hanioğlu, mirası veciz bir biçimde özetlemektedir: “…son dönem Osmanlı ve ilk dönem Cumhuriyet entelektüel mahfilinde etkisi tartışılamayacak Büchner, Vogt, Moleschott materyalizminin, yarım yamalak anlaşılan bir pozitivizm ve Sosyal Darwinizm ile karıştırılarak “tavşanın suyunun suyu” derecesinde popülerleştirilen mesajları bu düşünceleri ilk aktaranların gördüğü temel eksiklikleri yani “felsefesiz” ve “ahlâkî ilkeleri yeni bilimsel gelişmelerin ortaya koyacağı gerçekler çerçevesinde şekillenecek bir düşünce sistemi olma” hususiyetlerini fazlasıyla ihtiva ediyorlardı. (Şükrü Hanioğlu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Zihniyet, Siyaset ve Tarih, Bağlam Yayınları, 2006, s. 39)  

1908 Osmanlı İnkılabında sokaklarda çeşitli dillerden hürriyet, kardeşlik, eşitlik sloganları atılmışsa da bunun kıymeti harbiyesini abartmamak gerekir. Hatta “hürriyetin” Fransız Devrimi’ne yakın düşen anlamı “gayr-ı milli” unsurların talebiydi esas olarak. Devletin “inhilâle doğru” yürüyüşünü durdurmak isteyen “İttihatçılar, memleketi sadece kesif bir merkeziyetle idareyi değil, hatta fütuhatı bile hayâl ilâvesi yaptılar. Keza henüz yarı bir müstemleke devlet iken, başka illerdeki Türkleri kurtarmak vehmine bile kapıldılar.” (Hasan Amca, Doğmayan Hürriyet, s. 41, 1958) Burada bir Napolyanvari burjuva devriminin neferi keşfedilebilir; zaten kaşındaki beyaz lekeden cihangirliği mistik bir dayanak bulmuş olan Enver Paşa da kendini Napolyon’a benzetmeye bayılırdı! Biz ise Marx’ın “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik!” sloganlarının yerine, açık seçik, belli anlamları olan “Piyade, Süvari, Topçu” terimlerini koymayı meslek edinenleri hatırlatmasına kulak vermeyi tercih ederiz. Ayrıca, Marx Napolyon için “köylüler için bir adam değil bir programdır” derken, Osmanlı köylüsü için Enver’in ne ifade ettiği üzerinde herhalde kimsenin kuşkusu yoktur!  

Ziya Gökalp’ta billurlaşacak, ancak genel olarak Jön Türk ideolojisinde bulunan cahil kitleler karşısında yönlerini değiştiren seçkinlerin mühendisliği Cumhuriyet döneminde de devam edecektir. (Şükrü Hanioğlu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Zihniyet, Siyaset ve Tarih, Bağlam Yayınları, 2006, s. 75) Bugünle bağlantıyı Şükrü Hanioğlu, “İttihad Terakki’nin kendisini “cemiyet-i mukaddes” olarak görüp “kendisine yönelik eleştirileri vatan hainliği, ülkenin satılması çabalarıyla eşanlamlı kabul etmesinden hareketle “ 19. Yüzyıl materyalizminin ırk kuramları ve Sosyal Darwinizm’le desteklenerek “bilimsellik” kazandırılan ve günümüze kadar gelen “millet-i hâkime fikri bu tedafüî milliyetçi söyleme değişik bir boyut kazandırmıştır” diye ifade eder.   Le Bon’un değerli fikirlerinin özellikle kimler tarafından değerlendirildiğine (Şükrü Hanioğlu, age, s.95) bakmak pek keyifli olmasa da en azından Fransız İhtilali’ne ve (diğerlerine) duyulan nefreti 1908 Osmanlı İnkılabında fotoğraflarda görünen sloganların ne İttihatçı ne de cumhuriyetçi ideolojide yer almadığını anlamak gerekir. Hilmi Ziya Ülken’in “Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi” adlı çalışmasının önsözünde ise “…tanzimat ve Meşrutiyet’in olduğu kadar Cumhuriyet’in fikir tarihinin de yüzeyde olduğunu belirtmek lâzım” der. (s.4, Selçuk Yayınları, 1966)  

Cumhuriyetin Temel Belirsizlikleri  

İlk bakışta cumhuriyet, halkın demokratik özlemleriyle burjuva devleti kurumlarının karmaşık bir ürünü olarak belirdiğinden işçi hareketi için bazı tuzaklar da içermektedir. Cumhuriyet adına özellikle Batı dünyasında ilan edilen savaşlar ve istilaları hatırlamak yeterli olacaktır. Dolayısıyla, soldan bakıldığında cumhuriyet egemen sınıfların ve reformist solun siyaset yapma alanıdır ve hatta bu alan olmazsa olmaz olarak ilan edilir. Sınıf iş birliğinin zemini bu cumhuriyettir ve tarihsel açıdan bakıldığında, 1848 ihtilali gibi toplumsal ve kitlesel bir ihtilal “mülk sahiplerinin cumhuriyeti” adına kanla bastırılmıştır. Marx’ın Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’inde “Her parti, cumhuriyeti kendine göre yorumladı” derken “cumhuriyetçi burjuva kesiminin, üç renkli cumhuriyetçiler, katıksız cumhuriyetçiler, siyasal cumhuriyetçiler, biçimci cumhuriyetçiler vb.” diye açıklamasına dikkat etmek gerekir. Hele hele parlamenter veya anayasal cumhuriyetin bir tek parti rejimi olarak sürdürülmesinin emekçi kitleler açısından ne demeye tercih edilebilir olduğunu açıklamak da henüz kimseye nasip olmamıştır.   Sosyalizm tarihindeki, demokratik burjuva devleti şemsiyesi altında yapılan burjuva hükümetine katılım (bakanlardan başlayarak) Batı Avrupa’da örneğin İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde direnişi silahsızlandırarak Fransa’da ve İtalya’da burjuva devletinin yeniden yerleştirilmesi sırasında öne çıkmıştır. İspanyol devrimi tarihsel olarak cumhuriyet ve karşı kamp arasındaki çatışmanın bir başka çatışma ile, devrim ve karşı devrimle birlikte yaşandığı en gelişkin örnek olarak sunulabilir. Cumhuriyetin savunusu İspanyol devriminde ilkin devrimin boğazlanmasıyla açılmış ve sonunda Franco’nun zaferine varmıştır.   Buradaki temel bir ayrıma geliyoruz. Jaurès gibi geleneksel Marksist damardan ziyade radikal cumhuriyetçilikten gelme bir sosyalist bile “Devlet bir güçler ilişkisidir” demiş. Yani tarafsız olmayan siyasal bir oluşum. Devlet bir güçler ilişkisidir demek toplumsal olarak burjuva veya proleter herhangi bir muhtevaya kendini uyarlayabilecek bir oluşum anlamına gelmez. Herkes devletin egemen sınıfların bir aracı olduğunu söylemekte ancak cumhuriyet ve devlet arasındaki ilişki egemen sınıflar dolayımı ile değil sınıf üstü bir değerler, kazanımlar zemini olarak sunulmakta.  

Devlet kurumlarını, kapitalist mülkiyeti sorgulamadan çeşitli türden (bonapartist, milliyetçi) cumhuriyetçilerle saf tutmaya çağrılan işçi hareketinin kendi gündemini oluşturmasını sürekli çarpıtmıştır. Üstelik yüz yıllık geçmişte devrimci durumların cumhuriyetçi geleneğin sorunsallarından değil kapitalist sistemden kopuş yönündeki aşağıdan gelen dalgaların ürünü olduğu atlanmamalıdır.   Toplumsal ve demokratik kazanımların savunulmasıyla cumhuriyetin savunulması her toplumda örtüşmemektedir. Genel oy, kamu hizmetleri, laiklik (sekülarizm) önemli olmakla birlikte bunun siyasal özgürlükler ve kapitalist sistemden kopuş dinamikleri de hesaba katılmalıdır. Hele hele neoliberal karşı reformların çökerttiği bir toplumda radikal bir toplumsal dönüşüm perspektifiyle donanmış bir kazanımlar takıntısından kurtulmak gerekmektedir. Sosyalizm cumhuriyetin radikalleşmesinin bir ürünü olmayacaktır. Her ikisi arasında eski devlet aygıtının parçalanmasını başta olmak üzere kırılmalar kaçınılmazdır.  

Geleneksel olarak burjuva demokratik cumhuriyetin iddiası çoğunluğun iktidarını olmasıdır. Üretim araçlarının ve toprağın özel mülkiyetinin yürürlükte olduğu bir zeminde bunun mümkün olup olmaması tartışması bir yana bırakılsa bile bizdeki örneğinin sürekli olarak “çoğunluk” (cumhur-ahali) ile bir sorun yaşaması bile yeterince anlamlı olmalıdır. Kaba bir ayrım mutlakiyetçilikle cumhuriyet arasında birinin akılcı diğerinin akıl dışı olması falan değildir. Mesele felsefi değil siyasi olduğuna göre doğuştan rüştünü ispatlamış olan ahalinin iradesinin siyasete yansıtılması babında, bunun siyasal şekli şemaili olarak cumhuriyet “çoğunluk”la sorunlu olduğu takdirde kendi kendini bir diktatörlük olarak ilan edebilir. Mustafa Kemal otuzlu yılların başlarında tam da bu kelimeyi, “istibdat”ı kullanıyordu. “Ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese bir istibdat müessesesidir.” (Atatürk, Okyar ve Çok Partili Türkiye, Osman Okyar-Mehmet Seyitdanlıoğlu, s.104, İş Bankası, 2006)  

Cumhuriyet ile sosyalist hareket arasındaki reformlar için mücadelede de önemli farklılıklardan biri yöntem meselesidir. Cumhuriyet sınıf mücadelesi yöntemlerini en şiddetli bir biçimde ezmeyi meslek edinmişken sosyalist hareket kalıcı kazanımların ancak bu yöntem sayesinde elde edilebileceğinden hareket eder. Cumhuriyet yasaları (iş ve ceza), işçi hareketinin verdiği özgürlük mücadelesinin önündeki önemli engeller olarak karşısına dikilmiştir.   Bizde demokratik parlamenter cumhuriyet zaten cumhuriyetin kollayıcısı için oldukça netameli iken, diğer türler (Bonapartist, başkanlık) emekçiler için haydi haydi netamelidir. Genel oy temelinde seçilen meclisler, yerel meclisler demokrasinin bir gereği olmakla birlikte emekçiler bu meclisleşmeyi, demokratikleştirmeyi iş yeri meclislerine kadar taşımışlardır. Tarihin garip bir cilvesi ise bizde zaten görülmemiş olan ahali için kazanımların cumhuriyet tarafından temsil edildiğine ilişkin yanılsamanın neoliberal dönemde artık bir iddia olmaktan da çıkmıştır. Militarizmin bu boyutta olduğu bir ülkede ancak neoliberal politikalarla finanse edilen kurumların cumhuriyet bekçiliği herhangi bir yanılsamaya yol açmayacak kadar anti-popülerdir.  

Cumhuriyet Neden? 

Bir vatandaş harbine benzer rütbe ve mevkilerin hakkı yeksan edildiği bir Millî Mücadele yaşanmamıştır. 1919-22 döneminde veya Sabahattin Selek’in yaptığı gibi bunun ilk yıllarını İstiklal Harbi’nden ayırt edecek bir dilimleme yapılsa, ikinci dilimde de 1789-1793 dönemiyle herhangi bir benzerlik aramak abestir. Misak-ı Milli sınırlarının çizildiği meclis herkesin bildiği gibi Padişah meclisidir. Millî Mücadele meclisi bir meşruti monarşi meclisidir (yanına da hilafeti eklemek kaydıyla). Kuruluşta kimsenin saltanat ve hilafete karşı bir söylemi ve tabii ki reddi söz konusu değildir. İttihat ve Terakki nasıl imparatorluğu kurtarmak için mücadele ediyorsa, Millî Mücadele de hilafet ve saltanat abartmalı gözükse de vatan için mücadele ediyordu. Burada Fransız İhtilali’nin kurucu unsurlarını aramak abesle iştigal etmek demektir. Zaten kimsenin de bu mücadeleye siyasal ve toplumsal başka bir anlam yüklediği yoktu. Bir diğer iddia ise İstiklal Harbi’ne başlanmadan önce 1919 ve 1920 yıllarında Sabahattin Selek’in tabiri ile Anadolu İhtilali’nde iç güçlerle yapılan çatışmalardır. Bu iç güçler tabiri bir vatandaş harbini çağrıştırmaktadır. Padişah yanlısı güçlere karşı yapılan bu çatışmaların esas olarak daha sonra vatan haini ilan edilecek olan örneğin Ethem Bey tarafından yürütülmüş olması bir kenara koysak bile bunun bir vatandaş harbi olması için farklı toplumsal ve siyasal programlar çerçevesinde cereyan etmesi gerekirdi. Saray’ı “feodal” ve “karşı devrimci” dolayısıyla Ankara’yı “inkılapçı” (herhalde “burjuva”) ilan etmek Fransız Devriminin aşırı çarpıtılmış bir bakış açısından okumayı gerektiriyordu. Aslında Saray’ın etrafında ciddiye alınabilir bir güç birikiminin olmadığı, sözü edilen vatandaş harbine katılımın alabildiğine düşük olduğu bir gerçektir. Kitlelerin katılmadığı bir “devrim ve karşı devrim mücadelesi” esas olarak devrimin sınırları dışında kurumsal çerçeve içinde cereyan etmiştir.   Millet Meclisi meşruiyetini Osmanlı meclisinin İstanbul’da basılması ve kapatılmasından almaktadır. Rütbeler ve mevkiler Osmanlı’dır. Ortada ahaliyi heyecana gark edecek devrimci bir düşünsel ve de örgütsel faaliyet bulunmamaktadır. 1908’deki coşkulu gösteriler ve ona öngelen halkın vergi isyanlarına benzer, kendiliğinden ve doğrudan katılımlar gözükmemektedir. Ömrünü tüketmiş Saray aslında Ankara’ya karşı cansiperane bir mücadele de yürütmemiş, kaderine razı olmuşçasına gün doldurmuştur. İttihat ve Terakki’den sonraki İstanbul hükümetlerinin özellikle Damat Ferit hükümetleri dönemi hariç Ankara ile zaman zaman çok sıkı zaman zaman mesafeli bir ilişkisinin ötesinde düşmanca davrandığını söylemek mümkün değil. Milliyetçilerle Saray efradı arasında tabii ki köklü bir fark vardır, ancak bu farkı iki düşman sınıf gibi algılamak, devrim ve karşı-devrim saflaşması olarak takdim etmek yirminci yüzyılın yirmili yılları için çok zorlama bir tarih anlayışıdır. Yakınlardaki İran’da uzaklardaki Çin’de aynı yıllarda çok daha radikal saflaşmalar tarihin ne tür alternatiflerle cebelleştiğini gösterirken siyasal demokrasi, toplumsal kazanımlar açısından bir bilanço çıkarmadan Fransız Devrimi’nin giysilerini ona buna giydirmeye kalkışmanın karşılığı yoktur.  

Sosyalistler açısından daha vahimi Millî Mücadele’de yer alan toplumsal kesimlerin kazanımlarının ne olduğunu irdelemeden devrimin devam ettiğine kanaat getirip yeni rejimden yana saf tutmalarıdır. İzmir İktisat Kongresi bir gösteri olarak cereyan etmiş olsa bile orada dile getirilen işçi talepleri, hiç de değilse kurulu düzen çerçevesi içinde kimi talepleri dile getirmekteydi. Yani bir sistem meselesini tartışma konusu haline getirmeden, başka toplumsal tabakaların canını yakmadan bir takım “haklar” talep edilmekteydi. Oysa devrim dönemi diye takdim edilen ve üzerinde yaygın bir uzlaşma bulunan ilk 15 yılda emekçilerin payına düşenin bir dökümü çıkarıldığında harf devrimi, güneş dil teorisi gibi karın doyurmayacak safsatalar ve fakat iş hukuku açısından gayet somut engeller görülür. İşçi hareketi ile cumhuriyet arasındaki ilişkinin tarihi yalnızca hilafete ve saltanata karşı olma babında ele alındığında oldukça basite indirgenmiş olur. Nihayetinde cumhuriyet de yeni bir egemenlik ilişkisinin kurumsallaşması olarak belirmiştir. Cumhuriyet dışında ne gibi seçeneklerin bulunduğuna ilişkin bir tartışma özellikle Saray’ın meşruiyetini yitirmiş olması nedeniyle fazla anlamlı değil. Millî Mücadele döneminde sarayın yaptığı hataların Ankara’nın önünü açtığı en Kemalist tarihçiler tarafından bile rahatlıkla söylenmektedir. Cumhuriyet’in kuruluş sürecinin ne kadar nesnel bir eğilim üzerine oturduğunun bir örneği, Millî Mücadele’nin önde gelen simaları henüz bu meseleyi tartışmazken; Çiçerin’in Lenin’e gönderdiği bir raporda bulunabilir (16 Mayıs 1920): “Büyük Millet Meclisi’nde partiler faaliyet göstermiyor ve iç siyasete dair bir program oluşturmuş değil. Ancak, cumhuriyet ilan edilmesi çok büyük bir olasılık.” (A. Avagyan: Kemalistler, İttihatçılar ve Bolşevikler, Toplumsal Tarih, Mart 2007, s. 19)  

En önemlisi geniş halk kitlelerinin yeni rejimin oluşumuna katkılarının ne olduğudur. Birinci Dünya Savaşı’ndan Osmanlı’nın nasıl çıktığı üzerine fazla durmaya gerek yok: Mevcut ordudan daha fazlası firarda (300 bin), köyler harap olmuş, zanaatkârlık “tehcire” tabi tutulmuştur. Kitleler için yorgun kelimesi bile hafif kalırdı. Zaten, siyaset sahnesine bir dinamizm kazandırmaktan uzak olan kitlelerin dayatması, bastırması ve rızasıyla bir cumhuriyetin ilan edildiğini kimsenin söylediği yok. Doğan Avcıoğlu, Millî Mücadele’de sınıfların mevzilenmesi açısından birçoklarından daha gerçekçidir. “Anadolu köylüsünün pasifliği, güvensizliği ve geleneksel egemen sınıflara bağlılığı karşısında, bir kurtuluş savaşı nasıl yürütülebilecekti?… Köylünün güvensizlikle baktığı milliyetçi subay ve aydınların dayanabilmeyi ümit edebilecekleri görünürdeki güç, Anadolu eşrafı, aşiret reisleri ve din adamlarıydı.” (Türkiye’nin Düzeni, s. 137-138, 1969) Bu gücün azımsanmayacak bir bölümünün varlığını Ermeni katliamına borçlu olduğu da hesaba katılabilir. Bu durumda ortaya çıkacak devrimin sınıf muhtevası, siyasal katılım konusunda hayal kurmaya gerek yoktur. Buradan bir tür Cumhuriyet çıkar, bu ne kızıl ne parlamenter ne sosyal ne de küçük burjuva demokrat olabilir ancak. Köylünün veya genel olarak emekçilerin, ezilenlerin durumunu sorgulayanlar da gerçekten “geleneksel sınıflara” bağlılıktan mı yoksa İttihatçıların bu kesimlere yönelik politikalarından ötürü mü “pasif” ve “güvensiz” olduklarını derin derin düşünmelidirler. Savaş içinde yürütülen ekonomik ve siyasal “milli” politikaların ahaliyi kırarken, birilerini palazlandırdığı anlaşıldığında hamaset alanında çıplak volta atılır. Ancak her halükârda bu satırlar “Çılgın Türklerin” sanıldığından çok daha makul (pragmatik) olduğunu göstermektedir.  

Yine de bu dönemin sonunda toplumsal manzara umumiyedeki değişimlerin pek de iç açıcı olmadığını söylemek gerek. Anlamlı bir hamle yapılamadığı gibi iktidar bloğunun bileşiminden ötürü toprak reformu gibi önemli bir atılım sürekli askıda kalmıştır. Kürt isyanlarını dikkate alırsak toprak reformundan ahali isyan eder veya feodal beyler Vendée ayaklanmasına yol açar diye bir beklenti olduğu iddiası da ciddiye alınabilir olmaktan çıkar. Geriye ucuz bir jakoben söylemin ara sıra dillenmesinden başka bir şey kalmaz. Ancak, bu söylemin sağı değil de solu tarafından yankılanmasının nedenleri olmalıdır. Bu nedenlerin toplumsal olmasına imkân yok, çünkü çalışan sınıflar açısından böylesi bir yanılsama söz konusu değil (başka türlüsü olabilir). İşçiler, köylüler veya ezilen ulus, eski rejime karşı bu cumhuriyeti desteklemek lazım, hani şu ve bu somut nedenlerle bizim de çıkarımızadır diye bir gösteride bulunmamışlardır.   Zaten cumhuriyetçi hareket de eski rejimden, kurulu düzenden hoşnutsuz olanların bir ortak cephesi olarak tezahür etmiyor. Yeni kurulan rejimin sınıf karakterinde çalışan sınıflardan bir nebze bulmak mümkün değil. Başlangıçta birlikçi bir tutum geliştirildiği iddiası havada kalsa da diyelim ki böyle bir durum vardı, kısa zamanda farklı toplumsal kesimlerin talepleri çatışacak ve örneğin köylüler kendi talepleriyle ortaya çıkacaklardı. Egemen olma imkanına nesnel olarak sahip olan kesimlerin öne çıkması tabii gözükse de bir toplumsal alt üst oluşta kolektif güçleriyle alt sınıflar da kendi deneyimlerini yaşarlar. Ne kadar fakir olsa da Cumhuriyeti hazırlayan bir düşünsel temel var. Bu düşünsel temelin ne olduğuna dair tartışmaların merkezinde en yetkili kişinin ağzından 1919-1927’nin bir tür kademeli iktidar mücadelesinin resmi değerlendirmesi bulunmaktadır. Mustafa Kemal, Nutuk’ta açıkça vatanın kurtuluşunu amaçlayan Millî Mücadele’nin başarılar elde ettikçe “safha safha” gerçekleştirildiğini belirtir. Bu dokuz yıllık dönemde kendi ifadesine göre uygulamada herhangi bir “sapma” olmamıştır. Birlikte yola çıkanların bir kısmının fikri ve ruhi sınırlılığı olayların gelişiminde kendini göstermiştir. Yani Mustafa Kemal parmakla sayılabilecek özel görüşmeler dışında (Mazhar Müfit Kansu gibi) aleni bir biçimde mücadelenin nereye yöneldiğini ne Meclis’e ne de yakın mesai arkadaşlarına bildirmiştir. Mesafe kazandıkça birileri terki siyaset etmek zorunda kalmıştır. Mustafa Kemal’in safha safha ilerleyişinde devrimci bir programın değil, alabildiğine elverişli şartların önemli olduğunu eklemek gerek.  

Hareketin oluşumunda asker kökenlilerin ağırlıkta olduğu ve bunlara bir de memurların eklenebileceği bilinmektedir. Bu iki unsurun farklı bileşimleri döneme göre öne çıksa da askerlerin ağırlıklı olduğu kabul edilmektedir. Böylece emir komuta mekanizmasının ve kaybolacak mesleğin akıbetinin ağırlıklı bir zihniyet dünyası ile karşı karşıya gelinmektedir. Hareketin herhangi bir gelişim evresinde toplumsal bir meseleden ötürü eski rejime baş kaldıran bir çevrenin adı geçmemektedir. Hem işgale karşı çıkan hem de farklı bir gelecek tahayyülüyle mücadele eden bir kesimin bulunmaması nedeniyle sorun olarak görülmemektedir.   Gerçekte ortada bir devrimci durum yoktur. Çünkü devrimci durum toplumsal ve ekonomik koşullara göre geniş bir özerkliğe sahip olur. Mücadelelerin kendi mantığı vardır ve devrimci durumda yapısız tahlillerle sınırlı kalındığı takdirde anlaşılamayacak siyasal ve pratik bir dizi tezahürü vardır. Oysa kuruluş döneminde herhangi bir yanılsamaya yer verecek bir hareketlilik söz konusu olmamıştır. Ankara’nın zayıf ve güçlü bütün sınıf ve toplumsal tabakaları demesek de en azından eski rejime karşı olan sınıf ve tabakaları tatmin edecek bir programa sahip olduğunu söylemek için de elde herhangi bir veri yoktur. Tabii Cumhuriyet’in kuruluşu da açık seçik bir siyasal ve toplumsal program çerçevesinde yürütülen bir mücadelenin ürünü olmamıştır; Millî Mücadele’nin önde gelen azımsanmayacak kadroları bile fenersiz yakalanmışlardır. Ahalinin ise bu durumdan uzaktan yakından ilgisi olmamıştır.  

Cumhuriyet ve İşçi Hakları  

Doğrudan sınıfsal bir temelde yürütülecek bir tartışma bu meseleyi çok daha açık bir şekilde gözler önüne serebilir. Türkiye’de işçi sınıfının cumhuriyetle kazanımları, örneğin mütareke dönemine göre veya 1908 Osmanlı inkılabına göre –meşruti monarşi– pek hayırlı olmamıştır. Cumhuriyet işçi sınıfının örgütlenme ve bilinçlenme faaliyetine bir kolaylık sağlamadığı gibi aksini iddia etmek hiç de zor almayacaktır. Özü itibariyle burjuva devletinin inşası, egemen sınıfın kendisini biçimlendirdiği siyasal çerçevedir. Fransız devriminden arta kalan kimi ifadeler ise cumhuriyetten önce 1908’in çok daha yüksek sesle ifade ettiği hususlardır. (Kardeşlik, eşitlik ve hürriyet herhangi bir düzenleme olmadan geniş kesimler tarafından, farklı dillerde ve salonlarda veya kürsülerde değil sokak gösterilerinde dile getirilmiştir.)  

Dolayısıyla her hal ve şerait altında cumhuriyetin savunusu cumhuriyetten yana mücadele dinamiğinin tuttuğu özgül yer ve cumhuriyetin toplumsal bileşimi ve belli tarihsel konjonktürdeki politikalar kimi zaman çelişkili durumlar yaratmaktadır. Cumhuriyetten “ilerici” ögeleri tarihsel-geçici niteliklerini pekiştirdikçe kelimenin kökündeki –cumhur– halkçı özelliklerini yitirmekte ve böylece sultana karşı, mutlakiyete karşı kazanılmış mevziler arkaik kalmaktadır. Özellikle Batı Avrupa tarihindeki “cumhuriyetçi kamp” diye nitelenebilecek bileşim böylesi bir saflaşmanın belirgin özelliklerini sunmaktadır: Halkçı radikal ayaklanma ve onunla sarmalanmış bir cumhuriyetçilik. 1793 ve tabii ki 1848 Fransız İhtilali buna örnek gösterilebilir. Cumhuriyetin Osmanlı’dan devraldığı sınıfsal bileşimde “emeğin” konumu hakkında çok kesin bilgiler bulunmamakta. 20. yüzyılın başında yapılan bir nüfus sayımında amelenin 186 bin olduğu bildirilmiş. 27 milyonluk nüfusun 15 milyonu işgücüne dahil olduğu söylendiğine göre emekçilerin oranı 1,24%. Ancak ücretli emeğin dışındaki, Osmanlı toplumsal yapısı içindeki zanaatkârlardan yoksul, topaksız köylülüğe geniş bir kesimindeki emek kategorilerinin bu hesaba dahil edilmediği eklenmeli.  

Cumhuriyetin imparatorluğa göre çalışma düzenlemeleri açısından hemen hemen bir süreklilik arz edip emekçiler için anlamlı bir değişimin olmadığı bilinmekte. Bu sürekliliğin timsali olarak 1909’da çıkarılmış olan kamu kesiminde sendika kurulmasını yasaklayan meşhur Tatil-i Eşgal kanunu bulunmaktadır. Tatil-i Eşgal kanunu 1908 rüzgarına mütevazi bir sınıfsal ve toplumsal içerik kazandıran grevlere karşı çıkarılmıştır. Ücretli emeğin azımsanmayacak bir kesiminin kamu kesiminde bulunduğu bir ülkede bu yasaklamanın hayati bir önemi olduğu hatırlanmalıdır. Bu yetmezmiş gibi aynı yıl (1909) çıkarılan Cemiyetler Kanunu da diğer çalışanların örgütlenmelerine ilişkin sınırlamalar ve en önemlisi de derneklere hükümet denetimi getirmekteydi. (1919 ve 1923’te yapılan değişikliklerle bu yasa ağırlaştırılmıştır.) 1908 yılı grevleri bir başına sonraki yılların kat bek kat üstünde olurken, İttihatçıların 1913’teki kesin iktidarının belirmesiyle güçlenen milliyetçiliğin işçi hareketinde karşılığının ne olduğunu hatırlamak yeterli.  

Mütareke yıllarında yeniden gelişen ve canlanan işçi hareketi, cumhuriyetin nimetlerini de 1925’te Takrir-i Sükûn kanunuyla tatmıştır. 1922 yılında İstanbul’da kurulan İstanbul Umum Amele Birliği iki yıl sonra hükümetin çıkardığı zorluklar karşısında kendini feshetmiştir. Keza 1924’te çeşitli derneklerin katılımıyla kurulan Amele Tali Cemiyeti 1928’de hükümetçe kapatıldı. O dönemin sosyalist hareketin hali pür melalini bilenler, bu tür örgütlenmelerin arkasında bir örgüt de bulamazlar. Zaten böyle bir durum olsaydı hükümet anında icabına bakardı. Cumhuriyet döneminde işçi örgütlenmelerinin bu yasal sınırlamalarının karakterinin “ilerici”, “devrimci” gibi nitelenmesi ne kadar uygun düştüğü bilinmez, ama erbabınca en hafif deyimiyle “otoriter” olarak değerlendirilmektedir (Ahmet Makal; Türkiye’de Tek Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1920-1946, s. 43, İmge yay, 1999). Cumhuriyetin anayasasına koyulan halkçılığın bir yönü sınıf mücadelesinin reddi ise diğer yönü bu reddeden kârlı çıkanların milletin bütünü olmayıp iktidar bloğunda yer alan kesimlerle bunlara ek olarak İttihatçılıktan devralınan her türlü yoldan milli burjuvazi yaratılmasından nasibini alanlar olmuştur. Bu milli burjuvazi yaratma hayali, millet içindeki eşitsizlikleri gidermeyi değil, bir bütün olarak milleti var etmeyi ve bunun içinde sömürü ilişkilerini geliştirmeyi gerektirmektedir.  

Bu milletin modern kapitalist bir sisteme dayanacağı bilinci, sınıfların varlığını reddetmekte, nereye kadarıysa oraya kadar kapitalist ilişkilere gelişene kadar aşağıdan bir çatışmayı engellemeyi hedeflemektedir. Cumhuriyet dönemi ekonomi politikasını halkçılık prensibini de millet yaratma hedefini de “sınıfsız veya her sınıfa eşit mesafede” bir proje olarak değerlendirmeyeceğine göre bu milletleşme süreci de emekçilerin sırtından yürütülecektir. Genellikle rejimin anti kapitalistliğine gerekçe olarak gösterilen alıntılar, yeterli bir sınıfsal gelişmişliğin bulunmadığından yakarlar: Yeterli sanayi, tüccar ve hatta büyük arazi sahibi yoktur! Toplumsal saflaşmada büyük arazi sahiplerini bile yetersiz görüp, “arazi sahipleri de himaye edilecek insanlardır” (Makal, age, s. 97) dedikten sonra anti kapitalizm bir yana burjuva demokratik devrimin asli unsurlarından sayılan tarım reformunun bile gereksiz addedildiği bir rejimde emekçilerin payına düşecek olan bellidir. Zaten resmi söylemde en az yer tutan amelenin durumu vaziyetidir.  

Cumhuriyet dönemindeki devletçilik ve de milliyetçilik gibi kutsanan değerlerden işçi sınıfının payına düşen her türlü haktan mahrumiyet olmuştur. 1936 İş Kanunu’nda taçlanacak olan bu durumun “sonradan”, “Kemalizm’in özünde olmayan” bir husus olarak takdim edilmesi, geçmişle taşıdığı süreklilik göz önüne alındığında geçerli değildir. Taha Parla İş Kanunu’nun faşist korporatizme oldukça yaklaştığını belirtir. (Bu konuda ayrıntılı bilgilenme ve tartışmalar için bkz. Ahmet Makal; Türkiye’de Tek Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1920-1946, İmge yay, 1999) Sosyalistler için tarihte temel meselelerden biri ve en önemlisi, işçi sınıfı başta olmak üzere emekçilerin kendi deneyimlerini yaşayabilmesi, kendi tarihlerini yapabilmesidir. Cumhuriyetin çalışma hayatına ilişkin düzenlemeleri ise esas olarak işçilerin bir sınıf olma yolundaki mücadelelerini herhangi bir demokratik yanılsamaya yer bırakmayacak şekilde bastırmaya, daha doğrusu yatağında boğmaya yöneliktir. Zorlama tartışmalara gerek olmamakla birlikte Mussolini İtalya’sında sendikalar varken, sendikaların bulunmadığı, cemiyetler kanunu ile sendikaların yasaklandığı bir ülkede yönetimin değil devrimciliğinden ilericiliğinden söz etmek bile alay etmekten beterdir.  

Çok özel tarihsel durumlar dışında stratejik bir ittifak devlet kurumlarını dokunulmaz kıldığı gibi özel mülkiyetten hareket eden bir toplumsal eleştiri yolunun da önünü tıkamaktadır. Belki de cumhuriyetçi geleneği bir bütün olarak değil yukardan ve aşağıdan diye tanımlamak burada da anlamlıdır. Örneğin kitlelerin kendi iradeleriyle tarih sahnesine çıktığı eylemleri geleneksel cumhuriyetçi çerçeve içinde tasavvur etmek mümkün değildir.   Cumhuriyet “doğası gereği” demokratik olmak durumunda değildir, ancak genel oy, kamu hizmeti, laiklik gibi demokratik, toplumsal kazanımlar varsa savunusu tabii ki göz ardı edilemez. Ancak bunların savunusu, cumhuriyetin tüm kurumlarının savunusu anlamına gelmemelidir. Açıkçası toplumun radikal bir dönüşümü için geçişsel bir perspektifle bağlantısı kurulamadığı takdirde bunlar bir tıkaç haline gelir. Örneğin nihayetinde demokratik kazanımların derinleştirilmesinin devlet kurumlarıyla birlikte var olmayacağı bir gerçektir. Aynı şey mevcut durumdaki devlet ve din ayrılığı, laiklik meselesinde de geçerlidir. Dinin ve devletin alanlarının karşılıklı olarak tanımlanması ve ayrılması değil bunların aşılması gerekmektedir; edebi ve ezeli kılınması değil. Sosyalizmi cumhuriyetin değerlerinin mantıksal sonucu gibi kavrayan bir yaklaşım özellikle Türkiye sosyalist tarihinde oldukça baskındır. Bunun tersi de doğrudur, sosyalizmi sınıfsal bir zeminde kavrayan yaklaşım da oldukça zayıf olmuştur oldum olasına. Cumhuriyetin mantıksal sonucu derken onun bir tür radikalleştirilmesi de denebilir. Ancak cumhuriyet, her çubuğu bükme girişiminde böylesi bir radikalleştirmeye yatkın olmadığını dipten ve derinden gelen devlet refleksiyle göstermiştir.  

1930’lu Yıllarda… 

Cumhuriyetin işçi sınıfıyla ilk kitlesel imtihanı kendiliğinden, işçi sınıfının kendi siyasal seçeneğini oluşturmasını değil CHP’nin yanı sıra bir siyasal parti üstelik “yukardan” kurdurulunca ortaya çıktı. 1930’de Serbest Fırka’nın (SF) kısa ömründe ortaya çıkan husus bu partinin emekçilere, yoksullara bir şeyler vaat etmek üzerine kurulmamış olmasına rağmen özellikle işçi sınıfının oluşturduğu kentlerde büyük destek görmesi ve hatta İzmir’de grevlerin yapılmasıydı. Bu desteğin Cumhuriyet Halk Fırkası’na (CHF) duyulan tepkiye bağlanmasa da böylesi bir eğilimin bulunması dahi sınıf siyasetinin işçi sınıfının gelişmemişliği üzerine ahkam kesmekten çok daha anlamlı bir biçimdevarlığının mümkün olduğunu göstermektedir. Ancak cumhuriyetin oluşum tarzı Fransız Devrimi’nin ünlü üçlemesini içermediğinden işçi hareketini ikili bir mücadeleyle karşı karşıya bırakmamıştır. Her ve hal şartta cumhuriyetin savunusu veya her verili durumda cumhuriyet için mücadelenin mana ve ehemmiyetine uygun bir tutum sergilemek söz konusu değildi.   Cumhuriyetçilik bizde İspanya İç Savaşı’nda, Nazi işgaline karşı direnişte, faşizme karşı mücadelede olduğu gibi bir “itici güç” olarak da belirmemişti. Cumhuriyetin öznesi zaten buna imkân vermezdi. Bağımsız siyasal varlığıyla kendini ifade edememiş olan işçi sınıfının örneğin Serbest Fırka (SF) seçimlerinde veya 1950 seçimlerindeki pozisyonu ise Cumhuriyetçi kesimi hoşnut etmemişti. Hoş anılar Serbest Fırkanın zaten Gazi tarafından da Ali Fethi tarafından da Halk Fırkasının solunda takdim etmekte. (Bkz. Gazinin Akşam gazetesine dikte ettirdiği haber, Atatürk, Okyar ve Çok Partili Türkiye, s. 131 ve öncesi için 105-106) SF’nin sağ bir parti olduğu iddiası CHP’yi illa de solcu, devrimci takdim etmeye meraklı kapıkullarının sevdası. Sovyet dış politikasının gereklerini sosyalist mücadelenin başlıca ilkesi olarak görenler Serbest Fırkanın Pravda tarafından “[CHF’ye] karşı sol cenah fırkası olacaktır” (Cemil Koçak, İktidar ve Serbest Cumhuriyet Fırkası, s. 184, İletişim, 2006) dendiğinden bile haberdar değillerdi herhalde. Aynı günlerde Vreme gazetesi ise “Mahiyeti hakikîyesi askerî bir otokrasiden başka bir şey olmayan Türkiye idaresi” ibaresini kullanmış.  

Cumhuriyetin dönemselleşmesinde kabaca iki tarih önemli addedilir: 1938 ve 1950. Kimilerine göre ilk durakta karşı devrim galebe çalmıştır, kimilerine göre ise ikinci durakta. Nedense bu dönemselleştirmede kurucu dönem için çok merak olunan Fransız Devrimi terminolojisi kullanılmaz (örneğin Thermidor, restorasyon vb.). Oysa aşağıdan bir tarih anlatımı hiç değilse Serbest Fırka olayının açığa çıkarttıklarına bakarak yeni rejimden kimlerin nasiplenip kimlerin huzursuz kaldığı anlaşılabilir. Öte yandan “gelişmekte olan” sınıf ve katmanların SF’yi desteklemesi ve onlarla bir tür kader birliği yapan aşağıdakilerin de aynı mecraya sürüklenmeleri sanki tarihin genel olarak tanık olduğu bir seyir değil de “gerici” ve hatta nankör, hastalıklı bir yaklaşım gibi algılanmıştır.  

Sosyalist Gelenekte Cumhuriyet 

Türkiye sosyalist hareketinin oluşumunda özel bir yeri bulunan – kurucular adı altında anılan Mustafa Suphi veya Şefik Hüsnü – Jean Jaurès’in fikirlerinin ne kadar içerildiğini anlamak zor olmakla birlikte Jön Türk geleneğinden gelen bu iki kurucunun Jaurès’den proleter bir toplumsal temelde siyasal dönüşümden ziyade onun Cumhuriyetçiliğinden ve tabii ki emperyalist saldırıya karşı duruşundan etkilendiği söylenebilir. Ancak, bu anlayış 1925 yılında her şey cumhuriyet için şiarlarına dönüştürdüğünde, kendi ipini de çekecektir.  

Tarihte kendini misafir gören bir zihniyetle devletin kırmızı çizgilerini (Kürt meselesi, din meselesi vb.) makul görerek siyaset yapmanın — yani dünyayı değiştirmeye çalışmanın garabeti solun “ideolojik” dünyasını karartmıştır. Cumhuriyetin ideolojik olarak eski rejimin yerine geçmesinin ne kadar ileri bir hamle olduğuna dair solun gösterdiği gerekçeler neredeyse Kemalistleri bile zorda bırakmıştır. Bir önceki döneme göre daha mı baskıcı yoksa daha mı demokratik olduğuna dair bir tartışma gündelik hayatın içinden verilebilecekken, bundan kesinlikle kaçınılmış ve hapisteyken bile kurulu düzenin neferliğine soyunulmuştur. 1908’le açılan dönemde çok partililik, millet meclisinde farklı seslerin varlığı, yayın dünyasında ziyadesiyle çeşitlilik gözlenirken; Cumhuriyetin ilanından iki yıl sonra, Mütareke yıllarını bile aratacak bir kapalılığa girilmiştir.  

Gelecekte Kemalistlerin bile üzerinde uzun uzadıya durmayacağı bir güzelleme sevdası solu yakın zamana kadar uğraştırmış ve Kemalistlere karşı da 1920’lere atfedilen “misyon” neredeyse savunulur olmuştur. Aslında devletten fazla devletçi bu yaklaşımın toplumsal pratik açısından körleştirici yanı her alanda kendini ortaya koymuştur. Kemalizm’in toplumsal hafıza kayıtlarını silen yaklaşımına paralel olarak kendi hafızasını oluşturamayan ve yaşadığı toplumda başka bir tarih yaratmak için bir başka tarihsel belleğe bir türlü sahip olamayan sol, sonunda Kemalizm’in sorunsallarının etrafında dolanıp durmuştur.  

Bu tarihe nereden ve nasıl kök salınırdı sorusuna verilecek cevaplar oldukça sınırlı olabilir. Üst üste gelen yıkımlardan bir bellek oluşturmak ne kadar mümkündü? Savaşın neredeyse egemenliği altında cereyan eden on yıllık bir dönemden nelerin dert edilmesiyle bir gelecek için bilinç oluşturabilirdi? Gündelik politikanın haklı kılınmasına büyük miktarda gerekçe sağlayan muhakemeler; çalkantılı altüst oluş dönemlerinde sosyalist hareketin kendisini şekillendirmesinin imkansızlığına kadar vardırılmaktadır. Bu duruma nesnel bir gerekçe 1960’lı yılların sonlarına dek aranır: İşçi sınıfının objektif yokluğu! Bir başka deyişle kapitalizmin gelişmişliğini dünya ve yerel ölçeklerinde değerlendirerek mücadele için “yeterince olgunlaşmamışlık” veya “olgunlaşmamışlık” tartışmaları, darbeciliğin pazarlanmasının sözde Marksist gerekçesi haline getirilir.  

Meksika’daki Zapata devriminin Birinci Dünya Savaşı öncesinde gerçekleştiği hatırlanırsa, aradan geçen onlarca yıldan sonra tarihin açtığı patikaları anlamamak için özel bir yetenek gerektirirdi. İşçi sınıfının Avrupai bir gelişmişlik düzeyinde olmaması, hükümet politikalarının meşrulaştırılmasına bir gerekçe olarak gösterilirken, her nedense toplumsal alanda genel olarak kapitalist sistemin yarattığı tahribata karşı herhangi bir politika gütmek ve buradan bir hareket inşa etme perspektifine sahip olunmamıştır. Troçki’nin Çin Üzerine yazılarında Çin’in Batı’ya değil, Rusya’ya göre daha az gelişmiş olmasından çıkardığı sonuç, bağımsız bir sosyalist faaliyetin imkansızlığı olmamıştır. Bilakis, Troçki kırsal kesimdeki yoksulların desteğinde bir proleter hareketinin gerekliliğini savunmuştur. Yani emekçi kitlelerin kendi iç bileşimindeki değişim, siyasi hedeflerde birtakım değişiklikler yapmamakta ve izlenecek yolu değiştirmektedir…  

1920 ve 30’lu yıllarda kurulu düzenden hoşnut olmayan ve hoşnutsuzluklarını siyasal düzeyde ifade etme arzusunda olan geniş bir kesimin var olmadığını iddia etmek veya Kemalist rejimden yalnızca “gerici” Kürtlerin ve “mürtecilerin” müşteki olduğunu söylemek, bu beceriksizliği mazur göstermekten ibarettir. Cumhuriyetin mecburi olmanın ötesinde neredeyse kalıcı bir durak olarak görülmesi, aynı yıllarda hiç de gericilik ana başlığı toplanamayacak, örneğin Serbest Fırka’nın kurulması sonrasında gelişen olaylarda çok açık bir biçimde görülebilirdi. Ancak, yeterince gelişmemiş bir ülkenin ne zaman, nasıl gelişeceği açık olmayınca ve rejim ne yaparsa yapsın “gericiliğe” karşı desteklenirse bağımsız siyasal bir tutum geliştirmek mümkün olmaz. Gündüz Aktan ulus devlet sürecinin Türkiye’de halen daha tamamlanmadığını belirtmektedir. Şimdi bize garip gelen bu ifade uzun süre sosyalist solda makbul addedilmiştir.  

Uluslaşma üzerine 1960’lı yıllarda Yön ve Mihri Belli çevresinde yazılıp çizilenler bir tür milliyetçiliğin sol versiyonu olarak kabul görebilir ki günümüz ulusalcı solu ve yurtseverliğiyle rahatlıkla örtüşür. Tarihe yukardan bakma sevdası öylesine derinlere işlemiştir ki Mihri Belli 1968 gibi simgesel bir tarihte bile şöyle yazabilmiştir: “…bugün emperyalizmin ve işbirlikçilerinin fedaisi olarak ortaya çıkan yobazın, asker-sivil aydın zümreyle mücadelesi çok eskidir. Türkiye’nin 150 yıllık tarihi aydın-yobaz çatışması biçiminde tezahür etmiştir… Evet, yobazla bürokrasinin görülecek bir hesabı vardır Türkiye’de” (Türk Solu 1968, s.39, Aktaran, Özgür Mutlu Ulus; Uygun Adım Devrim: Türkiye’de Sol’un Orduya Bakışı, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi içinde, s. 186, Dipnot, 2006). Devletin labirentlerinde sözüm ona karşıdevrime yapılan darbeler, karşı devrimcileri değil sosyalistleri ve geniş emekçi kitleleri vurmuştur. Anti-emperyalizmin elifbası dün olduğu gibi bugün de emperyalizmin militarist merkezlerine karşı olmaktan geçmektedir. Dünyanın en güçlü ordusuyla stratejik birlik içinde olan bir kurumun anti-emperyalistliğinden dem vuranlar “mürteci” olmayabilirler; ancak bunun sosyalizmle zerre kadar ilişkisi yoktur.   Emekçilerin kurtuluşu kendi eserleri olacaksa – olmayacaksa zaten insanların kurtuluşu da söz konusu olmayacaktır – cumhuriyet, yurtseverlik, ulusalcılık, ulus devlet vb. duraklar mecburi değildir. “İrtica”, cumhuriyet, ilericilik, ilimcilik gibi hususlar yukardan üretilmiş olup emekçilerin, ezilenlerin mücadelesine zerre kadar katkısı olmayıp, aksine bütün çatışmalarına rağmen aynı zeminde birbirlerini yeniden üretirler. Örneğin, günümüzde devletin en sağlam kurumlarıyla “ılımlı İslam’ın” neoliberalizm mabedinde ortak ayin yapmasını besleyen aynı dünyanın meseleleridir. Buradan siyaset üretmeye çalışmak sosyalist hareket için de işçi hareketi için de kısa vadeli ve kolay beklentilerin payı büyük olmuş, geniş kitlelerin siyasal uzaklaşmasında, solun mevzi kaybetmesinde etkili olmuştur.  

Yukardakilerin tepişmesinde saf tutarak aşağıdan siyaset yapmak, yazının başında sözünü ettiğimiz “ciddi yanılsamaların” esas kaynağıdır. Sistemin çok yakıcı diye empoze ettiği meselelerin karşısına kendi meselelerini çıkarabilenler geleceğin türküsünü yakabilirler.  

 Haziran 1953: Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde Ayaklanma – Sandra Cormier

Biz işçiyiz, köle değil! Şantaja son verin! Özgür seçimler istiyoruz!”

Stalin’in Mart 1953’teki ölümü yeni bir dönemi başlattı. Sovyetlerdeki benzerleri gibi Stalin sonrası bu yeni dönemde hakimiyetlerini tesis etmeye çalışan Demokratik Alman Cumhuriyeti liderleri ilk büyük meşruiyet krizlerini yaşadılar. 16 ve 17 Haziran 1953’te Doğu Berlin’de başlayan ayaklanma tüm Doğu Almanya’ya yayıldı.

1950’lere gelindiğinde Batı Almanya’nın yeniden silahlanması gündemdeydi ve Doğu Almanya’nınki de çoktan başlamıştı. Tabiri caizse, 9-12 Temmuz 1952 tarihleri arasında düzenlenen ve rejimin yeni temel görevi olarak “sosyalizmin inşasını” ilan eden SED (Sozialistische Einheitspartei Deutschlands) konferansında resmiyet kazandı. Bu politika, tarımda kolektifleştirmenin hızlandırılmasına ve ticaret ve zanaatların bastırılmasına ek olarak, ağır sanayinin daha fazla geliştirilmesini de içeriyordu. Rejimin Stalin dönemindeki hedefleriyle bir süreklilik vardı: Doğu Alman ve Sovyet sanayilerini yeniden inşa etmek. 

Artan verimlilik ve tedarik krizi

SED Merkez Komitesi Genel Sekreteri Walter Ulbricht, Kasım 1952’de Bolşevik Partisi’nin 19. Kongresi’ne sunduğu raporda, üç ilkeye dayanan politikasını açıkladı: ciddi tasarruflar, verimlilik artışı ve standartların gözden geçirilmesi. Bu yeniden dağıtım, tüketim malları üretimi gibi ekonominin diğer sektörleri pahasına gerçekleşti. Bunun hemen sonucu olarak Haziran 1952 ile ertesi yılın ilkbaharı arasında, çoğunluğu küçük ölçekli sanayiciler ve mülklerine el konulan çiftçiler olmak üzere yaklaşık 335.000 kişi Doğu Almanya’yı terk ederek Batı’ya gitti. 1953 baharında patates, et ve kömür gibi bazı gıda maddelerinde kıtlık yaşanmasıyla bir tedarik krizi ortaya çıktı. Bakanlar Kurulu 28 Mayıs 1953’te çalışma standartlarını %10 oranında yükselterek krizi çözmeye karar verdi. Standartlardaki bu artış yeni bir şey değildi. Aslında 1949’dan beri standartlar yükseltilmişti, ancak o zamana kadar Doğu Alman işçi sınıfının çok mücadeleci bir sektörü olan inşaat sektörüne genellikle dokunulmamıştı. 

Ancak Moskova’dan gelen karşı emirler SED liderlerini geri adım atmaya zorladı. Stalin’in ölümünden sonra SSCB’nin yeni liderleri Beria ve Malenkov, Batı’ya Almanya’nın birleşmesi ve serbest seçimler karşılığında Amerikan askerlerinin geri çekilmesi teklifinde bulundu. Bu, diğer şeylerin yanı sıra, uygulanmakta olan ekonomik politikaların sona ermesi anlamına geliyordu. Bu nedenle SED’in “sosyalizmi inşa etme” politikası sorgulanmaya başlandı ve 9 Haziran 1953’te Doğu Almanya’da “yeni rota” kabul edildi. 11 Haziran 1953’te Neues Deutschland, SSCB Yüksek Komiseri V. Semionov’un “sosyalizmin inşasının Doğu Alman ekonomisi için ciddi sorunlara yol açtığını” kabul eden bir özeleştiri bildirisi yayınladı. Sürgündeki köylülere, orta sınıflara, burjuvaziye ve kiliseye tavizler verildi. Doğu Almanya’dan kaçanlar mülklerini geri alabileceklerdi. Daha zengin sosyal sınıfların koşulları iyileştirilirken, standartlar kararnamesi yürürlükte kaldığı için işçi sınıfının koşulları daha da kötüleştirildi. İşçi ücretlerinde %30-40’a varan kesintiler yapıldı. Özellikle SED bürokratları kırılgan ve bölünmüş görünürken, bazıları Kremlin’in şartlarına göre Almanya’nın kapitalist yeniden birleşmesini desteklerken öfke artıyordu. Artık devrimci bir kriz patlak veriyordu. 

Ayaklanma

Birkaç haftadır, yeni standartların uygulanmasıyla birlikte Magdeboug ve Chemnitz de dahil olmak üzere birçok kentte grevler yapılıyordu. İşçiler, gayretli ve titiz zaman tutucular tarafından yakından izleniyordu. Mayıs ayı ortasında Batı Berlin’deki inşaat işçileri de yeni bir toplu sözleşme talebiyle greve gittiler. Doğu Berlin’deki Stalinallee şantiyelerinde çalışan işçiler bu hareketi yakından takip etti ve Doğu Alman basını da garip bir şekilde haber yaptı. 16 Haziran’da, standartlara ilişkin kararnamenin sürdürüleceğinin açıklanmasının ardından, Doğu Almanya’nın vitrini olan ve inşaat alanlarının yüzlerce metre boyunca uzandığı Stalinallee’de çalışan yaklaşık yüz inşaat işçisi işi bırakarak sokaklara döküldü. Kısa süre içinde onlara binlerce kişi daha katıldı. Gün ortasında Politbüro geri adım attı ve standartlardaki artışı geri çekti. Ancak çoktan şehrin dört bir yanına yayılmış olan hareketi durdurmak için artık çok geçti. “Standartların düşürülmesini talep ediyoruz” sloganı giderek merkezi konumunu kaybetti. Sosyal taleplere hükümetin istifası ve gizli oyla serbest seçimlerin yapılması gibi siyasi talepler de eklendi. Genel grev fikri giderek güç kazanıyordu. 17 Haziran’da hareket tüm ülkeye yayıldı. Doğu Almanya’nın 500’den fazla kentinde birkaç yüz bin grev ve gösteri düzenlendi. Grev özellikle büyük şirketlerde ve işçi sınıfı kentlerinde kitleseldi. Bazı sektörlerde 21 Haziran’a kadar devam etti.

Radikal bir yükseliş

Hareketin özellikleri bir yandan hızlı ve yaygın radikalleşmesi, diğer yandan da rejimi devirebilecek birleşik bir liderlikten yoksun olmasıydı. Ayaklanmanın belkemiğini Almanya’nın “kızıl kalbi” olan ağır sanayi, makine mühendisliği ve büyük kimya endüstrilerindeki işçiler oluşturuyordu. Ancak Berlin dışında inisiyatifi ele alanlar genellikle inşaat işçileriydi. 

16 Haziran öğleden sonra Stalinallee şantiyelerinde çalışan işçiler hükümete seslenerek “Poltrons! İstifa et! Özgürlük! Daha düşük standartlar! Ulbricht ve Grotewohl’u görmek istiyoruz!” Genel grev ayın 17’si sabahı başladı. Doğu Almanya’nın ikinci büyük şehri olan Leipzig’de çoğu fabrika grevdeydi. Neptun tersanesi (Rostock’ta), Zeiss fabrikaları (Jena’da), Lowa (Gorlits’te), Olympia (Erfurt’ta), Buna (Halle’de), Babelsberg’deki lokomotif fabrikaları ve Fürstenwalde ve Brandenburg’daki çelik fabrikaları gibi büyük fabrikaların hepsi işi durdurdu. Küçük şirketlerde çalışan işçiler, ev kadınları, öğrenciler ve serbest meslek sahipleri de harekete katıldı. Birçok fabrikada grev komiteleri oluşturuldu ve serbest seçimler, polis maaşlarında kesinti, hükümetin istifası ve mahkumların serbest bırakılması gibi hem maddi hem de oldukça siyasi talepleri içeren daha kapsamlı talep listeleri hazırlandı. 

Yetkililerden devraldıkları gaz ve elektrik kaynaklarını organize ettiler. Halle ve Leipzig’de olduğu gibi radyo istasyonlarını ve matbaaları işgal ettiler. Bitterfeld’de, Merkez Grev Komitesi “sözde Alman demokratik hükümetine” bir telgraf göndererek istifasını ve “ilerici işçilerden oluşan geçici bir hükümet kurulmasını” talep etti. Her yerde cezaevleri basıldı ve Magdeburg ve Bitterfeld’de siyasi tutuklular serbest bırakıldı. Görlitz’de kalabalık bir Halk Hükümeti Komitesi ve silahsız bir işçi milisi oluşturdu. 

Tüm bunlar rejimin temellerinin sorgulanmasına yol açtı. Ancak işyerlerindeki SED hücreleri genel olarak dağıtılmış ve yerlerine yeni örgütlenme biçimleri getirilmiş olsa da, işçi komitelerini birleştirecek ve SED rejimine alternatif bir karşı güç oluşturacak bir liderlik yoktu. Dahası, sadece doğu bölgesinde izole edilen hareket kazanamazdı. Grevin zaferinin koşullarından biri de Batı Berlin ve Batı Almanya’ya yayılmasıydı. Bu yönde girişimlerde bulunuldu ama başarısız oldular. Er ya da geç, Sovyet işgal güçleri müdahale edecekti!

Sovyet tankları ve müttefikleri 

16 Haziran Perşembe günü saat 13:00’te Sovyet komutanlığı kuşatma durumu ilan etti. 17 Haziran’da 25.000’den fazla Sovyet askeri ve yüzlerce tank Berlin’e girdi ve sıkıyönetim ilan edildi. Olağanüstü hal 11 Temmuz’a kadar sürdü. Birçoğu sokaklarda vurularak öldürülen işçiler olmak üzere yüzden fazla insan öldü ve yüzlercesi yaralandı. On binlerce grevci tutuklandı ve mahkemeye çıkarıldı. Bazıları idam edildi, bazıları ise ömür boyu hapse mahkum edildi. Berlin’de, yabancı bir istihbarat servisi için çalışmakla suçlanan işsiz elektrikçi Willy Göttling ibret olsun diye kurşuna dizildi. Doğu Almanya’nın her yerinde baskı yaygındı.

Sovyet ordusunun müdahalesi olmasaydı rejim çökmüş olacaktı. Askeri açıdan bakıldığında rejimi destekleyen güçler zayıftı. Kışlalardaki birkaç polis alayı, birkaç öğrenci ve 16 Haziran akşamı rejimi desteklemek için gösteri yapan FDJ (Freie Deutsche Jugend) üyesi birkaç bin genç komünist. Emperyalist ülkeler duygulanmış gibi davrandılar, aslında Alman proletaryasının yenildiğini görmekten mutluydular. Fransız Stalinistlerine gelince, L’Humanité‘de DAC hükümetinin “Batılı güçler tarafından gerçekleştirilen bir darbe” teorisini benimsediler ve grevci işçileri “yabancı güçlerin emrindeki faşist provokatörler” olarak tanımladılar…

Sonuç olarak

Temmuz 1953’te Mandel işçi ayaklanmasını “1923’ten bu yana Alman proletaryasının en önemli devrimci eylemi” olarak tanımladı. Bu bir gerçektir: tek bir günde elde edilen mücadelecilik düzeyi o zamandan beri eşitlenememiştir. Hiçbir önemli mücadele 1953 ve 1989 yılları arasında bunu geçemedi. Alman proletaryası 17 Haziran’ı tekrarlama umudunu uzun süre korudu, ancak hareketin bastırılması güvenlik devletini güçlendirdi ve kolektif direniş kapasitesini zayıflattı. SED’e ait olmayan ve Spartakist gelenekleri taşıyan işçi hareketi sonunda dağıldı. Her şeye rağmen Haziran ayaklanması, radikal doğası ve Doğu Almanya’nın tamamına yayılması nedeniyle, çok geniş bir alana yayılan örnek bir hareket oldu. Doğu Avrupa’daki rejimlere karşı bir dizi isyanın kurucu eylemiydi. Polonya’da 1956 ve 1980’de, Macaristan’da 1956’da ve Çekoslovakya’da 1968’de meydana gelen ayaklanmaları ateşleyen kıvılcımdı. 

Çeviri: İmdat Freni

Dördüncü Enternasyonal’in Uzun Yürüyüşü – Jean-Paul Salles

Bu incelemede tarihçi Jean-Paul Salles (Ligue Communiste Révolutionnaire’in tarihinin yazarı)[1]) “Pour une histoire de la Quatrième Internationale” adlı kitabında Livio Maitan’ın (1923-2004) siyasi güzergahını ve kolektif anlatısını inceliyor. “Itinéraire d’un communiste critique” başlıklı kitabı yakın zamanda La Brèche tarafından yayınlandı. Livio Maitan İtalyan Troçkist bir militan ve Dördüncü Enternasyonal’in (bazen “Birleşik Sekreterlik” olarak da adlandırılır) ana liderlerinden biriydi.

Salles, Dördüncü Enternasyonal’in tarihinin (kuruluşundan 1990’lara kadar) bize aynı zamanda “sosyalizm ya da barbarlık” pusulasıyla dünyanın dört bir yanına yayılmış birkaç bin militanın mücadelelerini, şüphelerini, zaferlerini, direnişlerini ve zorluklarını anlattığına işaret ediyor.

***

Ekleriyle (militanların kısa biyografileri, Enternasyonal’in belirli bölümleri hakkında özet monografiler, kongre listeleri, kısaltmalar ve indeksler), örgütün doğuşunu veya savaşı ele almamasına rağmen, bu çalışma bir toplamadır. Yazar kronolojik bir sırayla ilerleyerek ilk bölümü 1947-1974 yıllarına, sonraki sayfaları ise 1975-1995 yıllarına ayırmıştır. Bu, büyük ölçüde alıntı yapılan metinlere ve aynı zamanda hafızasına dayanan, ancak her zaman hakkında konuştuğu kişilere nezaketle yaklaşan bir katılımcı tarafından yazılmış bir tarih. Ve büyük bir gezgin olarak, bazen çok uzak ülkelerdeki Troçkist örgütlerin ve militanların özgünlüklerini keşfettiğinde yaşadığı şaşkınlığı ve duyguyu bizden saklamıyor. Ve bir yargıya varmadan önce bağlama bakıyor. Rodolphe Prager tarafından 1989’da yayınlanan Dördüncü Enternasyonal (DE) Kongreleri‘nin 4. cildine yazdığı önsözde Maitan, DE’nin doğuşunda kendisinden öncekiler kadar elverişli başlangıç koşullarına sahip olmadığını hatırlatıyordu. Üçüncü Enternasyonal (KE) Sovyet devletine, İkincisi sosyal-demokrat kitle örgütlerine ve Birincisi (AIT) İngiliz Sendikalarına dayanabiliyordu. DE bir aygıttan ve maddi bir tabandan yoksundu. Bu istikrarsız durumun bir işareti olarak, 1938’deki kuruluş kongresi Paris bölgesindeki Rosmer’in evinde yapıldı. 3. kongresi de Paris bölgesinde bir villada (16-25 Ağustos 1951) ve bunu takip eden yürütme oturumu Şubat 1952’de La Ciotat’da, Michel Pablo tarafından sağlanan arkadaşı Daniel Guérin’in evinde yapıldı. Benzer şekilde, Maitan bize SWP’nin aylık katkısının -bir gazetenin sayfalarına gönderilen 50 dolarlık bir not- küçümseyici olduğunu söylüyor. Oysa Amerikan partisi o dönemde en büyük Troçkist örgüttü.

Livio Maitan şöyle yazıyor:

“DE uzun yıllar boyunca hiçbir aygıt ya da maddi temele dayanmaksızın yalnızca militanlarının fikir birlikteliğine dayanıyordu.”

Ve ekliyor:

Bu, “zayıflığımızın ve tüm zorluklarımızın temel nedenlerinden biri buydu“.

Dahası, DE’nin bir seksiyonu olan Devrimci İşçi Partisi’nin (POR) erken bir aşamada aralarında iyice yerleştiği Bolivyalı madencileri ve DE’nin Avrupa seksiyonlarında ve Amerika Birleşik Devletleri’nde sayıca çok olan entelektüelleri nasıl ikna edebilirdik? 1964’te Bolivya maden merkezlerini ziyaret,

Yoldaşlarımın yoksul evlerinde kalırken, madencilerin ve ailelerinin içinde yaşadıkları insanlık dışı koşulları, aynı zamanda mücadeleci ruhlarını koruyarak kendi gözlerimle görebildim ” (s.171).

1970’lerde Daniel Bensaïd, uluslararası çoğunluk ile esasen Amerikalı olan azınlığı karşı karşıya getiren uluslararası tartışmayla ilgili ilk deneyimlerinde, “Bu bir kültürel temel farkıdır” diye net bir açıklama yapmıştı. Maitan’ın bize aktardığına göre Hugo Blanco da kendi üslubuyla eklemişti: “Esa súbtil dialectica europea no les cabe en sus cabezas de gringos” (“Bu ince Avrupa diyalektiği onların gringo kafasına girmiyor”). Juan Posadas’a gelince, 1961’deki bölünmeden kısa bir süre önce DE liderliğini “vahşilere, Latin Amerika yerlilerine” küçümseyerek davrandıkları için eleştirdi (s.128). Livio Maitan 1959’da Seylan’ı ilk kez ziyaret ettiğinde, LSSP’nin (Lanka Sama Samaja Partisi) MK’sının iki üyesinin Budist rahipler olduğunu öğrenince şaşırmıştı. Ayrıca, Colombo’lu bir avukat ve LSSP lideri olan Colvin da Silva’nın ofisine meyve, sebze ve çiftlik hayvanları getiren düzinelerce seçmen görünce şaşırmış ve Colvin ona her yıl yaklaşık 200 düğüne katılmak zorunda olduğunu söylediğinde daha da şaşırmıştır. LSSP’nin bir başka özelliği de üye sayısının hiçbir zaman bini geçmemesine rağmen seçimlerde birkaç yüz bin oy almasıydı.

Ancak Dördüncü Enternasyonal’in ilerlemesini yavaşlatan ya da felç eden sadece kültürel farklılıklar değildi. Pek çok militan, Mao’nun iktidara gelmesinden sadece birkaç ay önce onun zaferinden habersiz olan Çinli yoldaşlarının körlüğü karşısında travma geçirdi. Ancak Çin’de, ÇKP’nin kurucularından ve 1929’da Çin’deki Sol Muhalefetin yaratıcısı olan Chen Duxiu’nun (1879-1942) girişimiyle kurulan Devrimci Komünist Parti (RCP) adında bir DE seksiyonu vardı. ÇKP’nin eski bir üyesi ve Troçkist olan eski bir BP üyesi olan ve 1951’de DE’nin 3e kongresine katılan Peng Shuzhi’ye (1895-1983) gelince, kendisinin ve yoldaşlarının hiç de öngörmediği bu büyük olay hakkında karışık bir açıklama yaptı (s.64). Çin ile ilgili karar bu hayal kırıklığına uğramış cümle ile sona eriyordu:

Troçkizm 20 yılı aşkın bir süredir her zaman devrimci bir çizgiyi savundu, ancak bugün gerçeklerle yüz yüze geldiğimizde, gözlerimizin önünde gelişen bir devrimi fark edemedik: böylece büyük bir tarihsel fırsatı kaybettik” (not 53, sayfa 65).

Bir başka metinde Maitan “sekter ve mekanik anti-Stalinizm”den ve bunun Çin’de yol açtığı felaketten bahsetmektedir (T.4, a.g.e., s.44).

Michel Pablo, Ernest Mandel ve Pierre Frank’ın hareketlerinin hem işçi sınıfı hem de örgütleri karşısındaki marjinal konumundan neden kurtulmak istediklerini anlamak kolaydır. Mandel bir BI’da (Mart 1951) şöyle diyordu:

Her ülkedeki kitle hareketinin bir parçası olmalı ve bu hareketleri uluslararası ölçekte koordine etmeliyiz“.

Ve Pablo, “antrizm”in ne olacağını tanımlamaya başladığı ünlü metinlerinden biri olan Où allons-nous? (BI, Ocak 1951)’da daha nettir:

İşçi sınıfının KP’leri takip ettiği ülkelerde, temel görevimiz […] bu akımların saflarında devrimci bir farklılaşma yaratmak için sabırlı, metodik ve uzun vadeli bir çalışma yürütmektir“.

Aynı şeyin Çin için de geçerli olduğunu ekliyor,

Zaferinden sonra KP’ye saldırmaya devam etmemeli, ona eleştirel destek vermeli, işçi hareketinin komünist bir eğilimi olarak varlığımızı talep etmeliydik” (T.4, a.g.e., s.27-47).

Antrizm DE saflarında oybirliği sağlamaktan uzaktı. Fransız militanların çoğunluğu 8. kongresinde (1952) DE’den ayrıldı. Bunlar çoğunlukla, kısa süre önce kendilerini “Hitler-Troçkistleri” olarak tanımlayan bir KP’ye, işletmelerdee KP üyeliği için nasıl başvurabileceklerini anlayamayan işçi militanlardı. Bu militanlara (çoğunluktaki DE) Amerikan SWP’sindeki muhalifler de katıldı, ancak dünya ölçeğinde azınlıktaydılar. Fransa’da azınlıktaki PCI, çoğunluktaki PCI tarafından desteklenen MNA yerine Cezayir FLN’sinin mücadelesini desteklemeyi seçerek güçlerini yeniden oluşturdu. Ve antristi strateji UEC’de iyi sonuçlar verdi. 1966’da dışlanan Alain Krivine ve öğrenci yoldaşları ertesi yıl 150 militanla JCR’yi kurdular, oysa 1953’te azınlıktaki DE’nin genellikle sadece 50 militanı vardı. Mayıs 1968 olayları sırasında JCR’nin oynadığı önemli rol, bu Troçkist akımın Fransa’da kenar mahallelerden ortaya çıkmasını ve sadece İsviçre (LMR) ve İspanya’da (LCR-EtaVI) değil, aynı zamanda çoğu Avrupa ülkesinde (İtalya, Almanya, Belçika, İsveç, Danimarka, Büyük Britanya, İrlanda, Çekoslovakya ve hatta Lüksemburg) seksiyonlarının kurulmasına veya güçlendirilmesine yol açmasını sağladı. Bu gruplardan delegasyonlar 16 Mayıs 1971’de Komün’ün yüzüncü yıldönümünü kutlamak üzere Fransız yoldaşlarıyla birlikte Père Lachaise’deki Mur des Fédérés’e doğru yürüyüşe geçti. Şaşkınlık içindeki basın bu gruplara 30.000 gösterici atfetmiştir ki bu rakam tarihçi Madeleine Rebérioux tarafından Les Lieux de Mémoire‘a (t.1, s.553) yaptığı katkıda tekrarlanmıştır.

DE’nin bu güçlenmesi uyumlu bir yükseliş eğrisi izlemedi. Haziran 1963’te Roma’da düzenlenen 7. Yeniden Birleşme denilen Kongresi’nin Amerikan SWP’sini ve bazı küçük örgütleri bir araya getirdiği doğrudur, ancak 1962’de Arjantinli Posadas DE’yi birkaç düzine Latin Amerikalı militanla terk etmişti ve bazı tehlikeli girişimleri Troçkizm davasına ciddi zarar verdi. Maitan’ın değerlendirmesi nettir. Bu durumu kınıyor:

Bu, “stratejik olduğu kadar taktiksel konularda da herhangi bir farklılığın ölüm kalım meselesi olarak görülme eğiliminde olduğu örgütsel bir sekterliktir” (s.137).

Daha ciddi olanı ise Pablo’nun 1965’te ayrılmasıydı. Pablo 15 yıl boyunca DE’nin ana liderliğini yapmıştı. Maitan, “DE’nin merkezine “sömürge devrimini” koymamasına katlanamıyordu” diye yazıyordu. Bir noktada DE’nin merkezinin (Uluslararası Sekreterlik ve daha sonra Birleşik Sekreterlik) Avrupa’dan Cezayir’e taşınmasını önermemiş miydi? Ayrıca Maitan’ın “LSSP’nin sürüklenişi” (s. 162) üzerine yazdığı uzun makale de bu şaşırtıcı örgüte ışık tutmaktadır (s. 188-204).

Ancak Latin Amerika kısa süre sonra tekrar odak noktası haline geldi. 9. dünya kongresinde (1969) çoğunluk gerilla savaşına öncelik verme kararı aldı. Küba devriminin başarısından on yıl sonra, bu kez söz konusu olan Çin’de olduğu gibi bir devrim fırsatının elimizden kaçmasına izin vermemekti. Ancak bu karar zamana karşı -Che 1967’de öldürülmüştü- ve Amerikan SWP’sinin güçlü muhalefetine rağmen alınmıştı. DE’nin bir kolu olan Arjantin PRT (Devrimci İşçi Partisi) 1970 yılında ERP’yi (Halkın Devrimci Ordusu) kurdu. Bu örgütün eylemleri insan hayatına mal oldu. Ve örgütün lideri Mario Santucho, DE’den daha fazla maddi destek alamamanın hayal kırıklığıyla, Temmuz 1976’da ordu tarafından öldürülmeden önce oldukça hızlı bir şekilde örgütten ayrıldı. Eşi Ana Maria Villareal, 22 Ağustos 1972’de Trelew havaalanında bir kaçış girişimi sırasında 10 PRT-ERP yoldaşı ve 5 Montoneros (sol kanat Peronist) militanıyla birlikte öldürülmüştü. Diğer Troçkist örgüt PRT-La Verdad’a (Nahuel Moreno) gelince, silahlı mücadele tercihini paylaşmadı ve militanlarını sendikalara yatırarak ve seçimlere katılarak yasal manevra alanından yararlanmaya çalıştı, ancak militanlarının hapsedilmesinden ve öldürülmesinden kaçınamadı. Uluslararası düzeyde bir bölünmeden kaçınılmış olsa da, IMT (Uluslararası Çoğunluk Eğilimi) ile TLT (Troçkist Leninist Eğilim) arasında “ulusal düzeydeki kırılmaların üstesinden gelmeye pek elverişli olmayan” güçlü bir muhalefet kaldı (s. 303). Maitan bir özeleştiri taslağı çizer:

Volontarizm günahını işlediğimizi”, ancak “isteklerimizden ya da salt yanılsamalardan değil, mevcut durumların ve gerçek potansiyelin analizinden yola çıktığımızı” söylemeye devam ediyor (s. 309).

Ve sonuç olarak:

Sonuçta, iyi bir iradecilik dozu olmadan, bir örgütün ve devrimci hareketlerin inşasını üstlenmek ve kendini uzun vadeli mücadelelere ve aynı zamanda günlük ve uzun vadede yorucu mücadelelere adamak çok zordur“.

Bununla birlikte, Maitan’a göre birçok Troçkist örgüt büyük kusurlar nedeniyle engellenmektedir. Bunlardan ikisini görüyor. Bunlardan ilki, özellikle Latin Amerika’da belirgin olan “dikeyci” yöntemlerin ve hatta “bazı zamanlarda merkeziyetçi ve Bonapartist bir eğilimin” kullanılmasıdır. İkinci eksiklik ise esasen Amerikan SWP’sinin bir özelliği olan ve özellikle de on yıllar boyunca SWP’nin liderliğini yapmış olan James Cannon’un (1890-1974) güçlü kişiliğinde modellenen “rehber seksiyon” fikriydi. Elbette LCR’yi de es geçmemiştir. “Aceleci ve şematik analizlerini” ve 21 Haziran 1973 ile ilgili olarak “maceracı olmasa da” solcu eğilimlerini eleştiriyor, ancak hiçbir zaman “bir rehber seksiyon” olmaya ya da onun gibi davranmaya çalışmadığını iddia ediyor. Yine de, bir LCR militanı olan Dante, Allende’nin Şili’sine sığınan PRT-ERP Kızıl Fraksiyonu militanlarının, liderliğe ve örgütün çoğunluğuna nüfuz eden militarist kültürden uzak, olağan Troçkist standartlara uygun siyasi temeller üzerinde örgütlenmelerine ve gelişmelerine yardımcı olmak için Şili’de Santiago’ya gönderilmiş gibi görünüyor. LCR liderliğine yazdığı 21 Eylül 1972 tarihli bir mektupta, “utanç verici eski Troçkizmin en berbat merkezcilikle doğuşundan doğan […] canavarca bir parti” keşfetmekten duyduğu şaşkınlığı dile getirdi. Paris’teki hücresine dönmek için sabırsızlandığını yazarak bitirdi ve sonunda, “LCR gerçekten de dünyadaki en iyi şey, açık ara” diye ekledi (Özel arşivler). Homojen bir dünya devrimci partisi inşa etmek kesinlikle çok zordu.

DE örgütleri arasındaki bu uyumsuzlukların ciddi sonuçları olacaktı. Livio Maitan, 1980’lerin başından itibaren SWP’de “Küba liderliğine karşı neredeyse eleştirel olmayan bir adaptasyon” eğilimine dikkat çekiyor: sadece SWP değil, Avustralya, Yeni Zelanda ve Kanada’daki Troçkist örgütler de, büyük sanayileşmiş ülkelerdeki işçi sınıflarının durgunluğundan umutsuzluğa kapılarak, “Kastro, Sandinizm ve diğer devrimci akımlarla birlikte yeni bir devrimci Enternasyonal yaratma – hayali – umuduyla” (s. 435) kendilerini DE’den uzaklaştırma sürecindeydiler. Claude Jacquin (Gabriel) ve ardından Penny Duggan’ın gözetiminde sadece Avrupa’dan değil, ABD, Japonya, Batı Hint Adaları, Bolivya ve Sri Lanka’dan da yüzlerce genci bir araya getiren Yaz Gençlik Kamplarının başarısına rağmen, ayrışma güçleri iş başındaydı. Ocak 1985’teki Dünya Kongresinden kısa bir süre sonra Avustralya SWP’si DE’den ayrılma kararını açıkladı, bunu birkaç yıl sonra Amerikan SWP’si izledi. Amerikan partisi kararını uluslararası liderliğe gönderdiği bir mektupla duyurdu. 10 Haziran 1990 tarihli mektup 5 Ekim’den itibaren yayınlanacaktı. Maitan yine farklı örgütsel konseptleri ve fikirleri tartışmaya olan ilginin azaldığını vurguluyordu:

Amerikalılar, mevcut farklılıkları diğerlerine duyurmadan önce her zaman yönetici grubun üyeleri arasında anlaşma aramışlardır” (s. 462).

O andan itibaren Fransız LCR’nin Dördüncü Enternasyonal içindeki ağırlığı arttı. Belki biraz daha aralıklı olsa da kongreler devam etti. On beşinci ile on altıncı (2003 ve 2010) ve on altıncı ile on yedinci Dünya Kongresini (2010 ve 2018) birbirinden sekiz yıl ayırdı. Ancak Stalinist devletlerin çöküşü, kapitalist sistemin mutasyonu ve çevresel acil durumun damgasını vurduğu bir gezegenin evrimi üzerine düşünme ihtiyacı her zaman mevcuttur. Livio Maitan, DE’nin bu tamamlanmamış tarihinin sonunda -çalışmasını 1995’te durdurdu- küresel anti-kapitalist mücadelenin bu biraz Promethean projesinin “milliyetçi, etnik, ırksal veya dini geri çekilme” ile yüzleşmek için her zamankinden daha gerekli olduğunu hissetti. Bir kez daha, sosyalizm ile barbarlık arasında bir alternatif yoktur.

*

Dördüncü Enternasyonal Yürütme Kurulu’nun sorumluluğunda yayınlanan Inprecor dergisi, 16 Eylül 2004 tarihinde 80 yaşında ölen Livio Maitan’a 498/499. sayısında (Ekim-Kasım 2004), 2002 yılında İtalyanca olarak yayınlanan La Strada Percorsa adlı anı kitabından alıntılara da yer vererek büyük bir saygı duruşunda bulundu.

İllüstrasyon: Diego Rivera’nın freski, Evrenin Denetleyicisi Olarak İnsan ya da Kavşaktaki İnsan, 1934.

Notlar

[1] Jean Paul Salles, La Ligue communiste révolutionnaire (1968-1981). Instrument du Grand Soir ou lieu d’apprentissage? Rennes, PUR, 2005.

Kaynak: Contretemps

Çev: Rıfat Hasret

Livio Maitan: İtalyan Marksizminin Unutulmuş Bir Devi – Enzo Traverso

Livio Maitan, mücadeleleri ve fedakârlıklarıyla yirminci yüzyıl tarihinde derin izler bırakan profesyonel devrimcilerin kayıp dünyasına aitti. Tarihçi Enzo Traverso, İtalyan solunun en yaratıcı militan-entelektüellerinden birine saygı duruşunda bulunuyor.

Bu yıl İtalyan Marksist Livio Maitan’ın doğumunun yüzüncü yıldönümü. Radikal solun önemli isimlerinden biri olan ve 2004 yılında hayatını kaybeden Maitan, yeni nesil siyasi aktivistler arasında neredeyse hiç tanınmıyor. Onun entelektüel ve siyasi yörüngesi, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile 11 Eylül saldırıları arasında, 1990’larda sona eren bir ateş ve kan çağının tarihine aittir.

Maitan, 1940’lardan 1990’lara kadar elli yıl boyunca, Pierre Frank ve Ernest Mandel ile birlikte Troçkist Dördüncü Enternasyonal’in önde gelen isimlerinden biriydi. [Bkz. Troçkizmin Uzun Yürüyüşü, Yazın yay., 2019,  İmdat Freni]Yorulmak bilmeyen bir stratejist ve örgütçü olarak, Dördüncü Enternasyonal’in birçok önemli kararında çok etkili oldu -diğer liderlerinden daha az renkli ve gösterişli olmasına ve Tarık Ali’nin Dördüncü Enternasyonal hakkındaki hicivli romanı Redemption’da(Kefaret, Everest Yay.,1990) sadece kısa bir karakter olarak yer almasına rağmen.

Maitan, ülkesi İtalya’da radikal solun kamusal figürlerinden biriydi. Geçtiğimiz günlerde Roma’daki Ulusal Kütüphane’de düzenlenen bir konferansta onun mirası tartışıldı ve Fausto Bertinotti’den Luciana Castellina’ya kadar İtalyan solunun önde gelen birçok temsilcisi katıldı.

Maitan’ın doğumundan yüz yıl ve ölümünden neredeyse yirmi yıl sonra, mirası geriye dönük olarak düşünülmeyi hak ediyor. Bu geniş ufuk içinde bakıldığında, bana kendi zamanımızdan çok uzak görünüyor. O artık var olmayan bir dünyaya ait ve belki de tam da bu nedenle tarihsel bilincimiz için önemli.

Profesyonel Devrimciler

Livio Maitan, yirminci yüzyıl tarihine derin izler bırakan, birçok yönden kahramanca ve trajik olan asil bir figürü temsil ediyordu: profesyonel devrimci. Bu terimin tanımı üzerinde durmaya değer. Devrimciler yok olmadı: bugün hala aramızda olanlar var ve muhtemelen sayıları sanıldığından daha fazla. Ancak yirmi birinci yüzyılda devrimler yaşanmış olsa da, profesyonel devrimci figürü geçmişe aittir.

Küresel Güney’deki bazı ulusal kurtuluş hareketleri haricinde, profesyonel devrimciler artık iş bölümünün, siyasi partilerin ve kamusal alanın farklı bir şekilde yapılandırıldığı bir zamana aitler. Hepsinden önemlisi, devrimin bir beklenti ufku ya da Ernst Bloch’un diliyle, milyonlarca insanın zihinsel evrenine nüfuz etmiş somut, gerekli ve olası bir ütopya olduğu bir zamana aittirler.

Profesyonel devrimciler, devrimin sadece bağlı kalınacak ya da uğruna savaşılacak bir proje değil, bir yaşam biçimi -tüm varoluşlarını yönlendiren ve şekillendiren bir seçim- olduğu erkekler ve kadınlardı. Bu seçim, sorgulanabilecek, yeniden gözden geçirilebilecek veya düzeltilebilecek, ancak gerçekliği deneyimlemenin başlangıç noktasını oluşturan derin siyasi, kültürel ve ideolojik motivasyonlar anlamına geliyordu.

Bu devrimcilerin, misyon olarak siyaset ile meslek olarak siyaset arasındaki Weberyen dikotomiyi aşmış olduklarını söyleyebiliriz. Ancak profesyonel devrimciler için siyasetin bir “kariyer” yapma fırsatından başka bir şey olmadığını da eklemeliyiz. Bu, daha ziyade iyi maaşlı, saygın ve prestijli bir kariyerden tamamen feragat etmeyi ima eden bir seçimdi. Bir tür karşı toplumun parçası olmak için yapılan bir seçimdi.

Profesyonel devrimciler olmak, genellikle güvencesiz maddi koşullarda çok mütevazı bir şekilde yaşayacaklarını kabul etmek anlamına geliyordu. Hareketlerinin mali durumu kendilerine yetersiz bir maaş ödemeyi mümkün kılmadığında, bu kadın ve erkekler gazete ve dergilerde yazabilir, kitap çevirip düzenleyebilir ya da bazen Maitan’ın da yaptığı gibi üniversitelerde seminerler verebilirlerdi. Ancak bunlar profesyonel tercihler değil, devrime hazırlık olan ana faaliyetlerini yürütebilmelerine olanak sağlayan çıkarlardı.

Bu yaşam tercihi, bohemler ve keşişler arasında bir yerde, tam özgürlük ve en katı öz disiplin arasında, tüm geleneklerin reddi ve belirli bir çilecilik arasında bölünmüş karakterler yarattı. Max Weber Protestan çalışma ahlakını bir tür “iç-dünyevi” çilecilik olarak tanımlamıştır. Benzer bir etiğin profesyonel devrimciler arasında da var olduğuna inanıyorum. Hannah Arendt’in The Hidden Tradition (1943) adlı kitabında yazdığı gibi, isyancılar sefil oldukları için değil (savunacak bir mirasları olmamasına rağmen), bilinçli olarak marjinalliklerini kabul ettikleri için bilinçli “parya”lardı.

Bir Yaşam Biçimi

Maitan’ın en büyük meziyetlerinden biri, böyle bir marjinalliğin kaçınılmaz olarak uygulayıcılarını maruz bıraktığı sekterlik ve dogmatizm tehlikelerinden kaçınmasıydı. Kültür ve mizaç olarak, küçük tarikatların karizmatik liderlerinden tamamen farklıydı -devrimci hareketlerin, özellikle de Troçkist hareketin tarihini süsleyen bir bela. Aksine, onun kusuru kişisel hırslarını sınırlayan aşırı alçakgönüllülüğüydü.

Bu yaşam tercihinin sağlam bir ahlaki temele sahip olduğu açıktır. Bu, baskı ve adaletsizliğe karşı mücadele etmek için bir seçimdi; egemen olanın dünyayı değiştirebileceğine dair bir inançtı; insanoğlunun kendi kendini özgürleştirme kapasitesine dair bir bahisti. Devrim dünya çapında bir ufuk olduğu için, bu kadın ve erkekleri kozmopolitizme yöneltti.

Maitan bu geleneği somutlaştırdı. Dördüncü Enternasyonal’in bir lideri olarak, hayatının büyük bölümünü bir ülkeden diğerine seyahat etmeye, açık kongrelere ve gizli toplantılara katılmaya, dört kıtadan parti, hareket, sendika, grup ve küme liderleriyle tartışmaya adadı. Kitapları bu faaliyetin anlamlı bir kanıtıdır.

Bu özelliklerin birleşimi -kariyerin reddi ve sürekli güvencesizliğin sağlam inançlarla kabulü, güçlü bir ahlaki dürtü ve aşırı hareketlilik- profesyonel devrimcinin hayatının aynı zamanda uyumsuzluğun diğer yüzü olan fedakarlıklardan oluştuğunu gösterir. Her şeyden önce, normal bir hayattan feragat etmek.

Profesyonel devrimcilerin yaşamları, çoğu durumda, ataerkil bir toplumun toplumsal cinsiyet hiyerarşilerinden kaçamadı. Birçoğu, çocuk yetiştiren ya da düzenli işleri olan kadın partnerlerine güveniyordu.

Maitan bana çok utangaç olduğu özel hayatından hiç bahsetmedi. Otobiyografisi, La Strada percossa [Alınan Yol, 2002], tamamen politiktir ve sevgilerinden, arkadaşlarından ya da görünüşe göre bu yüzden onu kınayan çocuklarından neredeyse hiç bahsetmez. Bu da devrimi bir yaşam biçimi olarak seçmenin sonuçlarından biriydi.

Livio Maitan, Görsel: İmdat Freni

Peripheral Yayınları

Bu varoluşsal seçim kaçınılmaz olarak entelektüel hırslarına da yansıdı. Maitan ardında, ele aldığı konuların çeşitliliği ve analizlerinin özgünlüğü ve derinliği açısından çok zengin olan geniş bir çalışma bütünü bıraktı. Ancak bu tür analizler neredeyse her zaman Dördüncü Enternasyonal’in gazete ve dergilerinde ya da çevresinde ortaya çıkan yayınevlerinde kaldı.

Maitan ardında, ele aldığı konuların çeşitliliği ve analizlerinin özgünlüğü ve derinliği açısından çok zengin, geniş bir çalışma bütünü bırakmıştır. 

İtalya’da kamuoyu onu esasen Lev Troçki’nin çevirmeni ve popülerleştiricisi olarak tanıyordu. Klasik bir eğitime sahipti ve geniş bir kültüre sahipti ama çoğunlukla stratejik tartışmalara müdahale etmek ve siyasi polemikler çıkarmak, bir örgütü yönlendirmek veya siyasi önemi olan sorunları teorik olarak incelemek için yazıyordu. Kişisel ya da samimi bir entelektüel arzuyu tatmin etmek için bir makale yazmaya çalıştığını hiç sanmıyorum.

Bir parti adamı olarak, Ernest Mandel yada Daniel Bensaid gibi en yakın çalışma arkadaşlarınınki gibi iddialı teorik eserler yazmaya hiç kalkışmadı. Şahsen, Maitan’ın bu gönüllü fedakârlığına üzülüyorum. Bu büyük bir tevazu ve alçakgönüllülüğün yanı sıra muhtemelen belli bir siyasi miyopluğun da sonucuydu.

Troçkizmin İtalya’daki tarihi, daha sağlam bir tarihsel konum, siyasi tanım ve teorik detaylandırma bulmuş olsaydı farklı olabilirdi. İlk olarak Quaderni rossi (1961-66) dergisi ve Mario Tronti’nin İşçiler ve Sermaye, ardından da Toni Negri’nin daha sonraki çalışmalarıyla temelleri atılan operaismo’nun (“işçicilik”) teorik parlaklığına asla sahip olamadı. Maitan böyle bir görevi başarabilecek tek kişiydi, ancak önceliğin Troçki’nin eserlerini çevirmek ve yaymak olduğunu düşünüyordu.

Sonraki yıllarda Marksizmin krizi, Antonio Gramsci veya İtalyan Komünist Partisi’nin  (PCI) tarihi üzerine keskin müdahalelerini küçük yayıncılara emanet etmeye karar verdi ve bunlar hiçbir zaman daha geniş bir kitleye ulaşmadı. Korkarım bu, nesnel koşullardan ziyade bir tercihin sonucuydu.

Bu seçim bir yaşam biçiminden kaynaklanıyordu. Maitan bir örgüt için yazıyordu ve okurları da militanlardı. Rosa Luxemburg’dan Vladimir Lenin ve Lev Troçki’ye kadar profesyonel devrimciler hep böyle yapmıştı ve o da onların yolunu izledi.

Mario Tronti ve Toni Negri ise Mandel ya da Bensaïd gibi üniversite profesörleriydi. Aynı hareketin önde gelen organlarında yer alırken Maitan gibi figürlerle deneyimleri, tartışmaları ve seçimleri paylaşmaları, siyasi liderlerin yanı sıra kamusal entelektüeller olmalarına izin veren başka bir sosyal dünyaya ait olmalarını engellemedi. Belki de İtalyan Troçkizminin 1960’larda, en etkili olduğu dönemde eksikliğini hissettiği şey buydu.

Tarih ve Siyaset Arasında

Şimdi odağı Maitan’ın hayatından çalışmalarına kaydırmama izin verin. İtalyan feminist Lidia Cirillo’nun ifadesiyle, tarih onu haklı çıkarırken, siyaset haklı çıkarmadı. Reinhart Koselleck’in de belirttiği gibi, tarihi en iyi yorumlayanlar galipler değildir. Geçmişin bilgisine en derin katkı, bakışları özür dileyici değil eleştirel olan mağluplardan gelir.

Maitan, neredeyse her zaman yenilgiye uğrayan haklı davaların savunucusuydu. Yirmili yaşlarında anti-faşist direnişe katılarak doğru bir seçim yaptı ve ardından dünyayı karşıt bloklara bölen Soğuk Savaş şantajını reddederek Dördüncü Enternasyonal’e katıldı. ABD liderliğindeki emperyalizm ile Stalinizm arasında seçim yapmak istememekte haklıydı

1940’ların sonlarında İtalya’da Troçkist olmayı seçmenin doğal ya da açık bir yanı yoktu. Sapkın, anti-Stalinist bir komünist olmak kendini izolasyona mahkum etmek anlamına geliyordu ve bu yolu seçen çok az kişi vardı. Ama bu yol solun onurunu kurtardı.

Maitan, Sovyetlerin Macaristan’ı işgal ettiği yıl olan 1956’da Troçki’nin İhanete Uğrayan Devrim  (1936) kitabını çevirdi. Birkaç yıl sonra Einaudi için Troçki’nin mirası üzerine bir cilt yayınladı ve Polonyalı sol muhalifler Jacek Kuroń ve Karol Modzelewski’nin metinlerini çevirmeye devam etti.

İtalya’da anti-komünizme düşmeden Stalinizmi kınayan çok az kişi arasındaydı. Savaş sonrası dönemde tanıdığı pek çok sosyalist, Nicola Chiaromonte ve Ignazio Silone gibi entelektüeller gibi ikinci yolu izledi ve sonunda Kültürel Özgürlük Kongresi ile aynı hizaya geldi.

O zamanlar “Üçüncü Dünya” olarak adlandırılan ülkelerdeki sömürge karşıtı devrimleri destekleme tercihi de aynı derecede doğruydu. Maitan’ın durumunda bu destek coşkulu, cömert ve somuttu ve yukarıda bahsedilen devrimci kozmopolitizmden doğal olarak kaynaklanıyordu. Şili’den Arjantin’e, Bolivya’dan Meksika’ya ve Cezayir’den İran’a dünya devriminin bir gezginiydi.

Bu devrimci hareketler üzerine yazdıkları bu bağlılığı açıkça göstermektedir. Bu deneyimlerden birçok dostluk ve bazen de sert çatışmalar doğdu. Bu devrimlere fikirlerini, deneyimlerini ve Dördüncü Enternasyonal’in sunabileceği desteği getirdi.

Sui Generis Antrizm

Komünist partilerdeki sözde antrizm meselesi daha karmaşıktır. Bu, 1952’den itibaren Maitan’ın ana ilham kaynaklarından biri olduğu bir stratejiydi. Onun anlayışına göre antrizm, kendisine tamamen yabancı olan Makyavelist bir siyaset vizyonuna göre, aygıtlara sızmayı veya yeraltında bölünmeler hazırlamayı amaçlayan komplocu bir operasyon değildi. Onun tercih ettiği ve “kendine özgü antrizm” olarak adlandırılan strateji, komünizmin gücünün nesnel olarak gözlemlenmesine dayanıyordu.

İtalya örneği bunun açık bir kanıtıdır. 1950’lerde PCI iki milyondan fazla üyeye sahipti ve etkileyici toplumsal köklerinin yanı sıra anti-faşist direnişten kaynaklanan olağanüstü bir havaya sahipti. Bu güç milyonlarca işçiye saygınlık ve siyasi temsil kazandırmış, toplumsal çıkarlarının savunulmasında yeri doldurulamaz bir işlev görmüş ve çoğu durumda eğitimleri ve kültürel gelişimleri için pedagojik bir işlev üstlenmiştir.

Çelişkilerle dolu, dikey ve otoriter bir partiydi ve liderliği ile genellikle okur-yazar olmayan tabanı arasında korkutucu bir uçurum vardı. PCI, Moskova ile organik bağları olan Stalinist bir partiydi ama İtalya’da demokratik bir cumhuriyetin kurulmasına yardımcı olmuştu. Muhalefetin sesini duyurmak için bu partide yer almak, sekterliği reddetme motivasyonuyla doğru bir seçimdi.

Ancak savaş sonrası İtalya baş döndürücü bir hızla dönüşüyordu. İşçi sınıfı içeriden değiştirilirken sosyolojisi de değişiyor, büyük kitleler taşradan şehirlere ve güneyden kuzeye göç ediyordu. Aynı dönemde kitlesel üniversite doğdu ve yeni bir asi nesil ortaya çıktı.

İtalyan Troçkizmi kendisini bu derin değişimin bir ifadesi haline getirmişti. La sinistra gibi bir haftalık derginin geçici ama önemli deneyimini ya da Samonà e Savelli gibi yirmi yıl boyunca Fransız yayınevi Editions Maspero ya da İngiliz Verso’nun İtalyan eşdeğeri olarak işlev gören bir yayınevinin yaratılmasını düşünmek yeterlidir. Ancak paradoksal bir şekilde, Maitan ve yoldaşları bunun tüm sonuçlarını anlamamışlardı.

Otobiyografisinde Maitan, 1968’in sonları ile 1969’un başları arasında akımının antrizm pratiğini sona erdirmeye karar verdiği ölümcül gecikmeden bahsederken, bu “bilinçsizce muhafazakar refleksi” tamamen taktiksel mülahazalara bağlamaktadır. Aslında, İtalya’da yaşanmakta olan derin dönüşümlerin siyasi boyutunu kavrayamadığını düşünüyorum. Sahip olduğu kültür, onu işçi hareketini PCI ve sendikaların özel prizmasından görmeye yöneltmişti, ancak bu gerçeklik anlayışı geçerliliğini yitirmeye başlamıştı.

Uzun 68

(Eski sosyal demokrat görüşe göre) “emeğin özgürleşmesini” istemeyen ama “emeğin reddini” (rifiuto del lavoro) uygulayan yeni bir işçi sınıfı ortaya çıkmıştı. Artık eğitim hakkı için değil (şimdi büyük ölçüde elde edildi), “burjuva üniversitesinin” ve piyasa toplumunun radikal bir eleştirisi için mücadele eden öğrenciler ortaya çıkmıştı. Yeni bir nesil sokaklara dökülüyor ve değişimin kahramanları ve özneleri olmak istiyordu.

Kendi kontrolü dışında hareket eden her şeye her zaman güvensizlikle bakan PCI, bu isyanı yönlendiremedi. Operaismo, “kitlesel işçi” ve “sınıf bileşimi” teorisiyle, neler olup bittiğini daha iyi anlıyordu ve belki de İtalya’nın “uzun 68″i sırasında radikal solda kültürel olarak hegemonik akım haline gelmesinin nedenlerinden biri de budur.

Elbette, İtalyan Troçkist haftalık Bandiera rossa’nınLotta Continua veya Potere Operaio gibi Yeni Sol gruplara yönelttiği eleştirilerin çoğu yerindeydi. Ancak, konu dönemin temel eğilimlerini teşhis etmeye geldiğinde, işçicilik daha ileri görüşlüydü. Maitan bu akımın “teorik deformasyonlarını”, tarihsel öncüllerini tespit etmeden eleştirmişti.

Bu anlamda, 68’deki siyaset onun yanıldığını kanıtlamıştı. PCI’ın yeni bir öğrenci, feminist ve işçi siyasi radikalleşme dalgasını yönlendireceğini düşünmüştü. Bu radikalleşmenin geleneksel sol partilerin dışında gerçekleştiğini anladığında ise artık çok geçti. 1960’ların başında Komünist Parti’nin gençlik federasyonlarının çoğunun başında Troçkistler vardı. 1968’e gelindiğinde, üyelerinin ve liderlerinin çok büyük bir bölümü partiyi terk etmiş ve yeni oluşmakta olan radikal solun güçlerine katılmıştı.

İtalyan Troçkizmi, İtalya’daki Yeni Sol’un entelektüel omurgasını oluşturan işçicilik ile hiçbir zaman etkili bir diyalog kuramadı. 1964 yılında Bandiera rossa ve Quaderni rossi arasında Vittorio Rieser, Raniero Panzieri ve Renzo Gambino gibi düşünürlerin katıldığı bir yuvarlak masa tartışması yapıldı, ancak devamı gelmedi. Bu kaçırılmış bir fırsattı çünkü bu yüzleşme her iki akım için de verimli olabilirdi ve hatta belki de Yeni Sol’un sonraki on yıldaki çabaları için farklı bir sonuç doğurabilirdi.

Livio Maitan, 1970’lerde antrizm döneminin sona erdiğini belirterek, Troçkistlerin rolünün aşırı solun birleşmesi için bir program sağlamak olduğunu düşündü. Ancak bunu, pragmatik ve kafa karıştırıcı bir şekilde Yeni Sol’un tam da üstesinden gelmeye çalıştığı Leninist bir parti modeli sunarak yaptılar. Siyaset onun yanıldığını bir kez daha kanıtladı.

Gerilla Günleri

İtalya’da meydana gelen dönüşümleri kavramasını engelleyen “bilinçsizce muhafazakâr refleks” ile aynı dönemde onu Latin Amerika’da gerilla savaşının stratejik seçimini teorileştirmeye iten -başka nasıl tanımlanabilir bilmiyorum- acelecilik arasında çarpıcı bir tezat vardır. Maitan, Dördüncü Enternasyonal’in 1969’daki Dokuzuncu Kongresi’nde alınan ve 1974’teki bir sonraki kongrede büyük ölçüde teyit edilen kararların hazırlanmasından sorumlu olarak bu stratejinin ana ilham kaynaklarından biriydi. [Latin Amerika’da Silahlı Mücadele Şubat 1974. Türkçesi: Sürekli Devrim, dergisi, Eylül 1978]

İtalya’da, kitle hareketlerini felce uğratan ve hükümeti baskıcı bir “istisna hali”ne iten Kızıl Tugaylar terörizmini eleştirdi. Ancak Küba deneyiminin tekrarlanamayacağı bir ülke olan Arjantin’de, Dördüncü Enternasyonal’in Arjantin seksiyonunun askeri kolu olan Halkın Devrimci Ordusu’nun (ERP) gerilla savaşını destekledi. Hatta Arjantin hükümeti Maitan’dan bir ERP komandosu tarafından kaçırılan bir FIAT yöneticisinin serbest bırakılması için arabuluculuk yapmasını istedi.

Gerilla dönüşü felaketle sonuçlandı ve insan hayatı açısından çok yüksek bir maliyete yol açtı. Maitan öldürülenlerin çoğunu tanıyordu ve otobiyografisinde onlara saygılarını sundu, ancak bu stratejinin sonucunu hiçbir zaman ciddi bir şekilde tartışmadı. Dördüncü Enhternasyonal’in Tarihi’ni yazarken, kendisini, bazen özür dileyen bir havanın hakim olduğu, olayların özüne inmeyen ağırbaşlı bir anlatımla sınırlar. Daniel Bensaïd kitaba yazdığı önsözde, kitabı hoşgörüyle “eksik ve kısmi” olarak nitelendiriyor. 

Maitan, gerilla savaşının tüm kıta için devrimin yolu olacağı yanılsamasını Latin Amerikalı devrimciler kuşağıyla paylaştı. Bunu sadece dışarıdan paylaşmakla kalmadı; bir teorisyen ve stratejist olarak bunun sorumlularından biriydi.

Çin’in Kültür Devrimi’ni yorumlama görevi söz konusu olduğunda çok daha berraktı. Bu çalkantılı dönemi özgürlükçü bir patlama olarak değil, Komünist bürokrasinin iki fraksiyonu arasındaki şiddetli çatışmanın damgasını vurduğu bir rejim krizi olarak gördü -Mao’nun parti tabanını harekete geçirerek üstesinden gelmeyi başardığı bir çatışma. Analizleri keskindi ve Kültür Devrimi’ne adadığı kitabı en önemli eserlerinden biri olmaya devam etse de Maoizm’in etkisine karşı yaptığı uyarılar radikal sol üzerinde sınırlı bir etki yarattı.

Direniş Yolu

Hayatının sonunda bile, Rifondazione Comunista (Komünist Yeniden Kuruluş) deneyimine cömertlik ve coşkuyla katıldığında tarih Maitan’ı haklı, siyaseti haksız çıkardı. Berlin Duvarı’nın yıkılmasından ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra, kapitalizmin en gösterişli ve müstehcen versiyonu olan neoliberalizmin zaferine boyun eğmemiş, metanetli bir azimle hemen direniş yoluna girmiştir.

Batı’daki anti-kapitalist devrim ile “fiilen var olan sosyalizm” dünyasındaki antibürokratik devrim arasındaki bağlantı olarak Almanya’nın 1980’lerin sonunda bir kez daha dünya devriminin çekirdeği haline geldiği yanılsamasına bir anlığına kapılan Ernest Mandel’in yanılsamasını paylaşmamıştı. Bana neredeyse iki yüzyıl geriye gittiğimizi ve işçi hareketinin kökenlerinde olduğu gibi sıfırdan başlamamız gerektiğini söylediği 1991 yılındaki bir konuşmayı hatırlıyorum. Ancak bu olasılık onun cesaretini kırmadı.

Siyaset onu haksız çıkardı; Rifondazione’nin inşasına katılmak yanlış olduğu için değil, bu partinin yeni bir yüzyılın gelişine ve tarihsel bir yenilgiye geçmişin araçları, yapıları ve fikirleriyle yanıt verdiğini anlamadığı için. 2000’lerin başındaki küreselleşme alternatifi hareketler ile yeni parti arasında bir sentez oluşturma çabası vardı ama başarısız oldu.

Livio Maitan, artık aramızda olmayan kahramanca ve trajik bir dönem olan yirminci yüzyılda tasarlandığı ve yaşandığı şekliyle devrimi somutlaştırdı. Onun mirası hatırlanmayı ve üzerinde eleştirel bir şekilde düşünülmeyi hak ediyor, ancak kendi yüzyılımızın radikal solu başka yollar izleyecektir.

Çeviri: İmdat Freni

Kaynak: https://jacobin.com/2023/08/livio-maitan-italy-marxism-trotskyism-professional-revolutionary-history

Che adına… – Ernest Mandel

Eric Toussaint tarafından bize gönderilen Ernest Mandel’in yayınlanmamış bir metnini yayınlıyoruz. Bu metin, Che’nin 1980’lerin sonunda SSCB’de Gorbaçov’un politikalarının propagandası olarak kullanılmasına tepki olarak 1989 yılında yazılmıştır. (Europe Solidaire Sans Frontières – ESSF)

Che’nin mirasını yeniden canlandırmaya yönelik pek çok girişim arasında en sonuncusu en az şaşırtıcı olanı değil. Nikaragua’da siyasi eğitim kursları veren Sovyet Gorbaçov tarihçisi Kiva Maidanicki (1929-2006) 1987 yılında Nikaragua’da yayınlanan Perestroika: la revolución de las esperanzas adlı kitabında Che ve Gorbaçov arasında “sosyalizmin değerleri” açısından “manevi ve psikolojik yakınlık” olduğunun altını çiziyor. Röportaj, Küba’da tanınmış bir gazeteci olan, genellikle Sovyet yanlısı bir duruştan ilham alan ve “ortodoks” Latin Amerika KP’leri ile sadık akım arasında iyi niyet misyonu verilmiş gibi görünen Marta Harnecker (1937-2019) tarafından gerçekleştirilmiştir. Ancak bu toparlanma girişimi – perestroyka etiketi altında yürütülse bile – bir dizi zorluğu da beraberinde getirmektedir.

Piyasa temelli ekonomik reformlar Che’nin özellikle bağlı olduğu “sosyalizm değerleri” arasında yer almıyordu. Liberman ve Trapeznikov tarafından 1960’larda savunulan reformlara karşı düşmanlığı oldukça açıktı; şirketlerin mali özerkliğine dayanan “ekonomik hesaplama”nın getirilmesine ve her şeyden önce maddi teşviklere, parça başı çalışmaya ve ikramiyelere dayanan bir ücret sistemine karşıydı. Che’nin muhalefeti “ekonomik yasaları ve mekanizmaları” küçümsemesinden kaynaklanmıyordu: Che, kapitalist toplumdan kökten farklı bir sistem olarak tasarlanan, kâr ve meta kategorilerine karşıt kategorilere dayanan bir sosyalizm inşa etmek adına, sektörel çıkarlardan ziyade genel çıkarlar temelinde yatırımların ve kredilerin kontrolünü içeren titiz bir planlama ve merkezi bir bütçe sisteminden yanaydı. Aksi mümkün olmadığında, meta kategorilerinin kullanımının en az sosyalleşmiş sektörlerle sınırlandırılması gerektiğini düşünüyordu. “Kapitalizmin miras bıraktığı çürümüş silahlarla – ekonomik bir birim olarak meta, karlılık, bir uyarıcı olarak bireysel maddi çıkar – çıkmaz sokağa girme riskiyle karşı karşıyayız.” Tarihsel deneyim bunu doğrulamaktadır.

Mesajın açıklığı belirsizliğe çok az yer bıraktığından, Sovyet tarihçi “bir yüzyıldan daha eskiye dayanan” bu iddiaları ütopyalar deposuna atar. Dahası, ona göre bu görüşler “Che’nin bir teorisyen olarak anlayışının özünü” oluşturmaz; son olarak, “muzaffer devrimin ilk yıllarında kitlelerin ruh haline” uyarlanabilirler, ancak sonraki on yıllarda kitlelerin psikolojisi ve bilinci artık aynı değildir. Zavallı Sosyalizm! Tarihin ölçeğinde zar zor doğdu ve çoktan mahkum oldu!

Söylemeye gerek yok ki, Che’nin anlayışı – tüm Marksist teorisyenlerinki gibi – kitlelerin devrimci bilincini geçici bir olay haline getiren, kitlelerin kaçınılmaz olarak siyasi ilgisizliğe geri döndüğü ve piyasa yasalarına, havuca ve sopaya başvurmak zorunda kaldığı siyasi kaderciliğin antiteziydi. Che, tam tersine, kitlelerin seferberliğinin ve bilinçlerinin devrimci süreçleri teşvik eden enternasyonalist bir politikayla, bürokrasi ve yolsuzlukla mücadeleyle, liderlerin örnek davranışlarıyla ve sosyalist demokrasinin geliştirilmesiyle canlandırılabileceğine inanıyordu, ancak bu açıdan anlayışı sınırlıydı.

Her şey bir araya geliyor: Che’nin enternasyonalizmi, ABD ile diplomatik “diyaloğa” verilen önceliğin, Üçüncü Dünya’daki devrimci süreçlerin aleyhine olmasını ve bunların sadece “bölgesel çatışmalar” düzeyine indirgenmesini kabul etmekte zorlanırdı. Nikaragua’nın petrol sıkıntısı çektiği bir dönemde Sovyet hükümeti tarafından az miktarda ve şartlı olarak verilen askeri yardımı Gorbaçov “polisin kullandığı türden hafif silahlar seviyesine” indirmeyi düşünüyordu …. Vietnam’daki “sosyalist kamptan” gelen yardımın eksikliklerini şiddetle kınayan Che, proleter enternasyonalizminin bu “anlayışını” şiddetle kınardı.

Che’nin tüm bunlarla ne ilgisi var? Bu, Orta Amerikalı devrimcilerin sırtından Başkan Ronald Reagan’la yapılan uzlaşmaların acı faturasını ödetmek için tasarlanmış kaba bir propaganda operasyonu muydu? Ya da Latin Amerika Komünist Partisi’nin (ki buna çok ihtiyacı var) itibarını iade etmek için mi? Sovyet bürokrasisinin Che’nin Bolivya KP’si tarafından açıkça ihanete uğramasının ve uluslararası komünist hareket tarafından kınanmasının izlerini silmek istemesi muhtemeldir. Stalin’in torunlarında herhangi bir uluslararası kahraman bulamayanlar, 20 yıl sonra lekesiz bir bayrağın muazzam prestijini geri kazanmaya çalışıyorlar.

Çeviri: İmdat Freni

Kaynak: http://www.europe-solidaire.org/spip.php?article67378

1989’dan sonraki söylemin unutturduğu hareketler

Doğu Avrupa halkları komünist ideal adına savaştığında

Sovyet bloğundaki halkların pasifliği, duvarın yıkılmasından sonra tarihsel gerçeklere dönüştürülen önyargılı fikirlerden biridir. Batı’ya göre, özgür iradeden yoksun kitleler olarak, komünizmi lanetlerken sadece kölece itaat edebilirlerdi. Oysa Doğu Bloğunun tarihine damgasını vuran toplumsal hareketlerin birçoğu aslında gerçek sosyalizmi hedefliyordu.

Catherine Samary  

1989-1991 yılları arasında Sovyet bloğunun çöküşünün anısı hala bir klişeler bütünüdür (1). İngiliz siyaset bilimci Timothy Garton Ash, “1989’da Avrupalılar yeni bir şiddet içermeyen devrim modeli önerdiler – kadife devrim (2)diyor; kısaca, Ekim 1917’de Kışlık Saray’ı ele geçirenin tersine çevrilmiş bir görüntüsü. Hiçbir şey bu modeli Çekoslovakya’dan ve 1989’da cumhurbaşkanı olan ünlü muhalif, rejim tarafından uzun süre hapsedilmiş bir oyun yazarı olan Václav Havel’den daha iyi temsil edemez. Bu yorum liberal ideolojiye ve onun temsilcilerine Soğuk Savaş’ın sonunda Batı’nın kazandığı zaferde üstün bir ağırlık atfeder. Ancak Havel’in kendisi buna inanmıyordu. 1989’da “muhalefet hazır değildi (…) Olayların kendisi üzerinde çok az etkimiz vardı” itirafında bulundu. Ve biraz daha doğuda yatan belirleyici faktöre işaret etti: “Sovyetler Birliği artık müdahale edemezdi, aksi takdirde uluslararası bir krize yol açacak ve tüm yeni perestroyka [yeniden yapılanma] politikasını bozacaktı” (3).

Birkaç yıl önce Garton Ash, 1989-1991’in iki birleşik özelliğini tanımlamak için “reform” ve “devrim”in kısaltması olan “devrim” neolojizmini kullanmıştı (4): kapitalist anlamda mevcut sistemin sosyo-ekonomik ve siyasi yapısına meydan okuma (nereden baktığınıza bağlı olarak devrimci veya karşı devrimci), ancak yukarıdan dayatılan reformlar yoluyla. Örneğin Charter 77 – Havel’in de mensubu olduğu muhaliflerin entelektüel cephesi–  işgal altındaki Çekoslovakya’nın “normalleşmesine” karşı kayda değer bir direniş gösterdi, ancak sosyo-ekonomik konularda hiçbir fikir birliği ifade etmedi ve örgütlü bir toplumsal tabanı yoktu.

Yine de bu rejimlerin kalbinde kitlesel demokratik hareketlenmeler vardı: Haziran 1953’te Berlin’deki işçi ayaklanmaları, 1956’da Polonya ve Macaristan’daki işçi konseyleri, 1968’deki “Prag Baharı” –Çekoslovak işçi konseylerinin ortaya çıkmasıyla uzadı– ve 1980’de Polonya’nın Gdansk kentindeki Solidarność’un (“dayanışma”) devrimci sendikacılığı. İşte 1989’un liberal yorumunun, onu anti-komünist olarak sunarak kendine mal etmek için yok ettiği ya da tahrif ettiği şey bu tarihtir. Bu halk hareketleri kapitalizmi yeniden kurmak için değil, tam tersine sosyalist idealler adına mücadele ediyordu.

Polonya ve Macaristan’da işçi konseyleri

Filozof Slavoj Žižek, tek partinin sona ermesinin popüler olmasına rağmen, “Duvarın arkasında”, “insanlar kapitalizmi hayal etmiyordu” (Le Monde, 7 Kasım 2009) diye hatırlıyor. Kapitalizmin zaferi kitlelerin iradesinin değil, Komünist nomenklatura tarafından yapılan bir seçimin sonucuydu: makam ayrıcalıklarını mülkiyet ayrıcalıklarına dönüştürmek. Seçkinlerin bu “büyük dönüşümü” analiz edilmiş olsa da (5), eski tek partinin toplumsal tabanına ilişkin çalışmalar eksiktir. Yine de, eski tek partinin toplumsal tabanı atıp tutarken özelleştirme talep etmedi.

Gazeteci ve eski Polonyalı komünist aktivist Victor Fay 1980’de şu gözlemde bulunmuştur (6): “Doğu Avrupa’daki tüm ülkeler arasında sınıf mücadelesini periyodik olarak canlandıranın neden Polonya işçi sınıfı olduğu sorulabilir ve neden şimdi?” Polonya’nın büyük bağımsızlık mücadelelerinin her birine, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Polonya Komünist Partisi (Polonya Birleşik İşçi Partisi, PUWP) ve aynı zamanda Kremlin’in Doğu Avrupa Komünist partilerine yönelik değişen politikası ile ince bir ilişki içinde gelişen güçlü işçi hareketleri damgasını vurmuştur.

Tito olarak bilinen Yugoslav lider Josip Broz ile Joseph Stalin arasında 1948 yılında yaşanan ve ulusal bir komünizmin egemenliği arzusu ile Kremlin’in hegemonyacı politikası arasındaki çatışmayı ifade eden ayrılığa Polonya, Bulgaristan, Macaristan ve Çekoslovakya’daki “anti-Talist” tasfiyeler eşlik etti. Stalin’in ölümünden sonra, halefi Nikita Hruşçov’un Yugoslav komünistlerden özür dilemesi ve Şubat 1956’da Sovyetler Birliği Komünist Partisi XX. Kongresi’nde Stalin’in suçlarını kınaması, Moskova’nın Sovyet dünyasını teorik olarak yapılandıran eşitlikçi ulusal ve sosyal ilişkilere saygı göstereceğine dair umutları canlandırdı.

1980’lere kadar tüm büyük demokratik ayaklanmalar, açıkça ya da pratikte, bürokratik baskı gerçekliği ile sosyalist ilkeler arasındaki uçurumu daraltmayı amaçlamıştır. Örneğin, 1956’da Polonya ve Macaristan’da işçi konseylerinin ortaya çıkışı, Stalinist liderliğin uzaklaştırılması talebiyle el ele gitti; her bir partinin önemli bileşenleri tarafından desteklendi. SSCB’nin Stalinizmden arındırılmasının sınırlarını keşfeden Titist Yugoslavya, 1956’da bağlantısızlık hareketine ivme kazandırmaya karar verirken, özyönetimi (merkezi planlamanın aksine) “sosyalizme giden Yugoslav yolu” olarak teyit etti.

Polonya’da Władysław Gomułka’nın (1948’de ihraç edildiği) POUP’un lideri olarak Ekim 1956’da muzaffer bir şekilde geri dönmesi, toprakların dekolektifleştirilmesi ve piskoposluğa tanınan ayrıcalıklar Moskova’yı endişelendirdi. Ancak Polonyalı liderin komünist inanca sahip olması ve “büyük Sovyet kardeşe” saygı göstereceğine söz vermesi, Kremlin’in Macaristan’ı hizaya getirmeye odaklanmasına neden oldu. Polonya Sovyet müdahalesinden kurtuldu, ancak üniversitelerde özyönetim hakları tanınmış olmasına rağmen buradaki işçi konseyleri yönlendirildi –bunlara meydan okunması tehdidi 1968 öğrenci patlamasına yol açtı.

Takip eden on yıl boyunca, fiyatları yükseltme planlarına karşı patlak veren işçi grevleri, ekonomist Michael Lebowitz’in tek partinin işçiler adına ve onların sırtından saltanatını sağlamlaştırmaya çalıştığı bir tür (yabancılaşmış) “toplumsal sözleşme” olarak analiz ettiği şeyin temelini oluşturan eşitlikçilik” ve “iş istikrarı” ikilisine olan bağlılığın gücünü ifade etti (7). Üreticileri üretim araçlarının sahibi yapan sosyalist yasallık, Komünist nomenklaturanın ayrıcalıkları kınanırken aynı zamanda şirketler içinde işçi konseylerinin ortaya çıkmasıyla tekrar tekrar ifade edildi. Yöneticiler hiçbir zaman meşru sahipler olarak görülmedi. Onların gerçek mülkiyet gücünü, bu durumda fabrikaları satma ve kitlelere kapitalist işsizliği sunma gücünü tesis eden 1989’dan sonraki kapitalist restorasyondu.

İki Solidarność

Bu arada parti-devlet, şirketleri yönetme gücüne sahipti ve bunu, baskıdan başka yollarla yönetimini istikrara kavuşturmak için kullandı. Resmi sendikal hareket çabalarını, konut, sağlık hizmetleri, tatil merkezleri ve mağazalara erişim şeklinde, kombinalarda istihdamla bağlantılı parasal olmayan bir sosyal gelir dağıtmaya yoğunlaştırdı. SSCB’nin son on yılında, işçilerin gelirlerinin %60’ından fazlası bu ayni kolektif fonlardan geliyordu (8). Bu sistem altında, tüm ekonomik tercihler ve mekanizmalar (fiyatlar dahil) haklı olarak siyasi olarak algılanıyordu. Neredeyse kendiliğinden ekonomik meselelerden meşru kabul edilen sosyal ve mülkiyet hakları taleplerine kayan grevlerin hızla yıkıcı dinamiği de buradan kaynaklanıyordu.

1960’larda merkezi planlama reformları israfı azaltmaya ve üretilen malların kalitesini artırmaya çalışmış, ancak işçi haklarını önemli ölçüde artırmamıştır. Amaç, şirketlere yönetsel özerklik getirmek ve yöneticileri sosyal sözleşmeyi tehdit eden maliyetleri düşürmeye teşvik etmekti. Bu girişimler grevlerle engellendi (Polonya’da) ya da 1968’de Çekoslovakya’da olduğu gibi toplumsal hareketlerin ardından şirketlerde işçi özgürlüklerinin ve haklarının genişletilmesine yol açtı. Yugoslavya’da “piyasa sosyalizmi” 1970’lerin başında eşitsizliğe ve “kızıl burjuvaziye” karşı patlak veren grevler ve siyasi mücadelelerin (Belgrad’daki “Haziran 68”) ardından durdu. Polonya’daki grevlerin 1970’te şiddetle bastırılması Gomułka’nın düşmesine yol açtı ve yerine eski madenci Edward Gierek 1970’ten 1980’e kadar Devlet Başkanı oldu.

Polonya, Yugoslavya, Macaristan, Romanya ve Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde (DAC), piyasa reformlarının engellenmesine 1970’lerde tüketici talebini karşılamak ve teknoloji transferleri yoluyla üretim verimliliğini artırmak için tasarlanan Batı ithalatına açılma eşlik etmiştir. Tüm bu ülkeleri etkileyen döviz borç krizi (9) Polonya’da yeni bir fiyat reformu girişimine yol açtı. Bu da 1980-1981 yıllarında ülke çapında işçilerin öz-örgütlenmesinin temellerini atan bir grevler, bilek güreşi ve müzakereler sarmalına yol açtı. Solidarność’un yasallaşması için verilen mücadele sırasında, bağımsız sendika içinde güçlü bir özyönetim akımı büyümekteydi (10). İki milyonu Komünist Parti üyesi olan on milyon üyesiyle bağımsız sendika, Ağustos 1981’de kongresini yasal olarak yapma hakkını kazandı. Hem bir karşı güç hem de sosyalizme ve ekonomik tercihlerin özyönetim kontrolüne dayanan bir toplum vizyonu geliştirdi (11). Peki, 1981 ile 1989 yılları arasında ne oldu da liberal “şok terapisi” Duvar’ın yıkılmasından sonra fazla direnişle karşılaşmadan uygulanabildi?

Öz yönetim için bir itki

Danışmanı ve sözcüsü olduğu Solidarność’un mücadelesine derinlemesine dahil olan Polonyalı Marksist entelektüel Karol Modzelewski, Havel’in aksine şirket kapılarında durmayan bir demokrasi anlayışına tanıklık ediyor. Nous avons fait galoper l’histoire. Confessions d’un cavalier usé (12) adlı kitabında, bu sol muhalif de Havel gibi 1989’da Polonya’da ve tüm Doğu Avrupa ülkelerinde izlenen yolun SSCB’deki durum tarafından belirlendiğine inanıyor. Ancak ona göre bu, Polonyalı işçilerin artık siyasi dinamik üzerinde herhangi bir etkiye sahip olmadığı anlamına geliyordu. Bunun nedeni General Wojciech Jaruzelski’nin Aralık 1981’de sıkıyönetim ilan etmesiydi. Modzelewski sendika üyelerinin %80’inin sendikayı terk ettiğini (yeraltına çekilmeye zorlandığını), bunun da derin bir moral bozukluğuna ve bütün bir işçi kuşağının terhis edilmesine yol açtığını tahmin etmektedir. İki Solidarność arasında ayrım yaptı: birleşik ve kardeşçe, “sosyalizmin çocuğu” ve “tarihi dörtnala koşturma” yeteneğine sahip “büyük” sendika; ve saklandığı süre boyunca dönüşmüş olarak ortaya çıkan ikincisi: “artık kitlesel bir işçi hareketi değil, nispeten küçük bir anti-komünist komplo” idi. O andan itibaren, 1989 “Yuvarlak Masa” (13) etrafında yasallığa dönüş bir “değerler çatışması” yarattı: her şey orijinal işçi sendikasının “kolektivist ve dayanışmaya dayalı” özlemleri ile Batı yanlısı liberal entelijansiyanın desteklediği yeni Solidarność’un savunacağı “eşitlik ve kardeşlik –ve bu nedenle güvencesiz– olmadan özgürlük” türünü birbirinden ayırdı.

1989’un yeni ve eski “elitleri” için “Batı Mekke gibiydi” diye açıklıyor Modzelewski, o dönemde entelektüeller ve işçiler arasında bir ayrılık olduğunu düşünüyordu. Kuşkusuz, 1989’daki seçim zaferi sırasında “neredeyse herkes zaferin tadını hissetti”. Ancak “daha sonra kaybetmeye başladılar: ücretlerini kaybettiler, işlerini kaybettiler, tasfiye edilen fabrikalar topluluğundaki köklerini kaybettiler, yarının kesinliğini kaybettiler ve toplumsal saygınlıklarını kaybettiler”. Solidarność’un programında yer alan “kendi kendini yöneten Polonya cumhuriyeti” kapitalist restorasyonla çelişiyordu. Ama Sovyet askeri müdahalesine dayanabilir miydi?

Çekoslovakya’nın 1968 deneyimine dönüp bakmak açık tarih lehine argümanlar sunuyor. Prag isyanına öğrenci olarak katılan Karel Kovanda (14), “Prag isyanının geleneksel analizi, Çekoslovak Komünist Partisi sekreteri Antonín Novotný’nin etrafındaki muhafazakar bürokrasi ile halefi Alexander Dubček’in planlı ekonominin yeniden yapılandırılması zemininde somutlaştırdığı liberal reformcuların güçlerini karşı karşıya getirir diyor. Ancak Kovanda’ya göre bu yüzeysel ayrım, ilericiler arasında en az onun kadar yapısal olan bir diğer ayrımı ortadan kaldırmaktadır. Bir yandan, “yukarıdan yürütülen iyi kontrollü reformları (…) savunan” “ekonomik alandaki teknokratlar ile siyasetteki liberaller” arasında ayrım yapmaktadır. Bunlar “Çekoslovak Komünist Partisi’nin [ÇKP] hem içinde hem de dışında” bulunuyordu, tıpkı “radikal demokratlar” olarak adlandırdığı ikinci grubun üyeleri gibi. Onlar için “kitlesel halk katılımı, sistemde kozmetiğin ötesine geçen bir değişim başlatmak için temel bir koşuldu” –bu da işçileri harekete geçirme sorununu gündeme getirdi.

Dubček reformların popülaritesini arttırmak için “insan yüzlü sosyalizm” fikrini ortaya attı ve bu fikir aşağıdan gelen hareketler tarafından hemen benimsendi. Kovanda’ya göre, ülkenin en muhafazakar organlarından biri olan Sendikalar Merkez Konseyi (URO), 1968’in ilk birkaç haftasında yerel şubelerden, resmi sendikanın işleyişi de dahil olmak üzere işçilerin kaybedilen hakları konusunda yaklaşık 1.600 karar aldı. Sendika gazetesi Práce “işçiler için en geniş yetkileri talep eden” bir haçlı seferi başlatırken, Nisan 1968’de etkili haftalık Reportér birişçi özyönetim hareketi çağrısında bulunan bir makale yayınladı.

Özellikle Prag’ın en büyük sanayi kompleksi olan ČKD ve Plzeň’deki Škoda fabrikalarında tüzükler için somut öneriler hazırlandı. Nisan 1968’de PCT Merkez Komitesi işçi konseyleri konusunu programına dahil etmek zorunda kaldı. Sosyolog Milos Barta, o yıl PCT Merkez Komitesi dergisi Nová Mysl’de(“Yeni Düşünce”) yayınlanan 95 konsey üzerine yaptığı bir çalışmada, “toplumdaki demokratikleşme sürecinin gelişimini takiben, işçi konseyleri için hazırlık komiteleri kurma fikrinin ne kadar hızlı kök saldığını ve yayıldığını” vurguladı (15). Sovyetlerin 21 Ağustos 1968’de Çekoslovakya’yı işgalinin arifesinde, “yaklaşık 350 işçi kolektifi 1 Ocak 1969’a kadar bir işçi konseyi tarafından yönetileceklerini varsayıyordu”.

Bu özyönetim hamlesi karşısında, teknokratik vesayet altında reform planı ortadan kalktı. Tutumlar muhafazakarlık ve reform arasında değil, radikal demokrasi ve bürokratik basamağa geri dönüş arasında bölündü. İşgal bu eğilimi sadece hızlandırdı. Vysočany bölgesindeki ČKD fabrikası, müdahaleyi kınayan ve kendisi de diğer liderlerle birlikte Kremlin’le uzlaşma mantığı içinde olan Dubček tarafından tanınmayan yeni bir Merkez Komite seçen PCT’nin yeraltı kongresine ev sahipliği yaptı. Bu bağlamda Kovanda, “‘Prag Baharı’nın sonbahar boyunca ancak kitlesel halk yatırımları sürdüğü sürece devam edebileceğini” ve “fabrikaların konseyler aracılığıyla ekonomik demokrasinin kalelerine dönüştürülmesinin” “temel öncelik” olduğunu belirtiyor.

Eylül 1968’e kadar 19 konsey mevcuttu; 1 Ekim’de 143 konsey daha faaliyete geçti. Ekim sonunda, Varşova Paktı tankları (16) sokaklarda devriye gezerken, Dubček liderliğindeki hükümet, Sovyetlerden emir almadan, “bu deneyi sürdürmenin uygun olmadığını” ilan etti. Bu durum sendikaların protesto dalgasına yol açtı ve bu protestolar basında yer aldı. Kovanda, Ocak 1969’da –birkaç ay süren işgalin ardından–  “konseyler 800.000’den fazla kişiyi, yani işgücünün altıda birini temsil ediyordu” (tarım hariç) diye hatırlıyor. 1969’un ilkbaharında daha fazla konsey kuruldu. Haziran sonunda, ülkenin en büyük şirketleriyle ilişkili prestije sahip “300 konsey ve 150 hazırlık komitesinin var olduğu bildirildi”. Yarısından biraz fazlası PCT üyesiydi.

“Radikal bir demokrasi” için

Ancak tepkiler başlamıştı. Ocak 1969 gibi erken bir tarihte, Parti Prezidyumu öğrenci ve işçi grevlerini kınadı. Öğrenci Jan Palach 16 Ocak’ta kendini yaktı. Dubček 17 Nisan’da görevinden uzaklaştırıldı. 1970 yazında, başlangıçta etkili bir şekilde bastırılmış olan işçi konseyleri yasaklandı. “Normalleşme” sona ermişti.

PCT’nin özyönetim akımının bir üyesi olan ve Ağustos 1968’deki gizli kongrede Merkez Komite’ye seçilen Jaroslav Šabata’ya göre, Çekoslovak komünistleri “Varşova Paktı’nın işgalini reddeden Vysočany kongresiyle gurur duymalıdır”; ancak bu kongrenin bağlı olduğu “radikal demokrasi, özyönetim ve egemenliğin “dağılmasına katkıda bulundukları” için dahaaz gurur duymalıdırlar. Tersine, kongrenin konsolidasyonu “Sovyet bloğunun ve SSCB’nin kendisinin tüm reformist güçlerini son derece cesaretlendirecekti” (17).

Šabata, Şart 77’yi komünist hareketin kendi içinde “radikal demokrasiye” ihtiyaç duyulduğu için imzaladığını açıkladı. Ancak böyle bir demokrasinin sosyal boyutu –ekonominin eşitlikçi sosyal ilişkiler çerçevesinde yapılan kolektif seçimlere tabi tutulması– Şart 77’de pek de mutabık kalınan bir konu değildi. Ve 1989’dan sonra ortaya çıkan “gerçek kapitalizm” ve “Avrupa inşası “nda işçilere yapılan muamele ile tamamen uyumsuzdu.

( 1) Bkz: Jérôme Heurtaux ve Cédric Pellen, 1 989 à l’Est de l’Europe, une mémoire controversée, Éditions de l’Aube, La Tour-d’Aigues, 2009.

(2) Timothy Garton Ash, “1989 dünyayı değiştirdi. Ama Avrupa için şimdi nerede?“, The Guardian, Londra, 4 Kasım 2009.

(3) “Vaclav Havel: ‘Rejim her geçen saat çöküyordu‘“, Le Figaro Dergisi, Paris, 31 Ekim 2009.

(4) Timothy Garton Ash, We the People: The Revolution of ‘89 Witnessed in Warsaw, Budapest, Berlin and Prague, Penguin, London, 1993.

(5) Georges Mink ve Jean-Charles Szurek, La Grande Conversion. Le destin des communistes en Europe de l’Est, Seuil, coll. “L’épreuve des faits”, Paris, 1999.

(6) Bakınız Victor Fay, “Unicité du pouvoir politique, pluralité sociale et idéologique“, Le Monde diplomatique, Ağustos 1980.

(7) Michael A. Lebowitz, The Contradictions of “Real Socialism”: The Conductor and the Conducted, Monthly Review Press, New York, 2012.

(8) David Mandel, “Perestroïka et classe ouvrière“, L’Homme et la Société, n° 88-89, Paris, 1988.

(9) Bkz François Gèze, “Le poids de la dépendance à l’égard de l’Occident“, Le Monde diplomatique, Ekim 1980.

(10) Bkz: Zbigniew Kowalewski, Rendez-nous nos usines! Solidarność, le combat pour l’autogestion ouvrière, La Brèche-PEC, Paris, 1985.

(11) Bakınız Tamara Deutscher, “Le pouvoir polonais face à l’exigence de démocratisation de la classe ouvrière“, Jean-Yves Potel, “Un projet politique pour la société tout entière“ ve Ignacio Ramonet, “La montée d’un contre-pouvoir dans la Pologne en crise“, Le Monde diplomatique, sırasıyla Mayıs 1981, Ağustos 1981 ve Ekim 1981.

(12) Karol Modzelewski, Nous avons fait galoper l’histoire. Confessions d’un cavalier usé, Éditions de la Maison des sciences de l’homme, Paris, 2018.

(13) 1989 yılının ilk yarısında bu kurum, hükümet üyeleri ile Solidarność da dahil olmak üzere muhalif hareketler arasındaki tartışmalar için bir forum niteliğindeydi.

(14) Karel Kovanda, “Les conseils ouvriers tchécoslovaques (1968-1969)“, À l’encontre, 24 Ağustos 2018 (orijinal yayın: Telos, no. 28, Washington Üniversitesi, 1976 yazı).

(15) “Milos Barta’nın ‘özyönetim hareketi kronolojisi ve analizi“, À l’encontre, 20 Ağustos 2018. Ayrıca bakınız Jean-Pierre Faye ve Vladimir Fišera, La Révolution des conseils ouvriers, 1968-1969, Robert Laffont, Paris, 1978.

(16) Doğu Avrupa ülkeleri ve SSCB’den oluşan bir askeri ittifak.

(17) Jaroslav Šabata, “Invasion or our own goal”, East European Reporter, vol. 3, no. 3, Londra, 1988 sonbaharı.

Le monde diplomatique 2016

Varşova İhaneti: Zamanımız İçin Bir Ders

Jacques tarafından

[4 Nisan 1949 tarihinde Labor Action, Vol. 13 No. 14, s. 3’de Varşova Gettosu Ayaklanması hakkındaki bu dikkat çekici makalenin içeriğini kavramak için yayınlandığı günleri göz önüne almak yaralıdır]

Labor Action, İşçi Partisi’nin başlangıçta “yeni tip bir sınıf” tarafından yönetilen bir devlet olarak gördüğü SSCB’nin sınıfsal doğası üzerine önemli bir farklılığın ardından Nisan 1940’ta Sosyalist İşçi Partisi’nden ayrılan bir örgüt olan İşçi Partisi’nin (ABD) organıydı. İşçi Partisi’nin en iyi bilinen üyeleri şunlardı: Max Shachtman – yazıları şu adreste bulunabilir marxists.org. Bazıları yakın zamanda In Defence of Bolshevism, Sean Matgamna, Phoenix Press, 2018 adıyla yayınlanan bu kitapta Shachtman’ın yörüngesinin siyasi bir değerlendirmesi yapılmıştır. 1973 yılında hazırlanmıştır O zamanlar İşçi Partisi üyesi olan ve Hal Draper’a yakın olan Julius Jacobson tarafından; Hal Draper – diğer eserlerinin yanı sıra Karl Marx’ın Devrim Teorisi’nin yazarı, 5 cilt, 1977-1990; C.L.R. James – diğer eserlerinin yanı sıra 1938’de yazdığı The Black Jacobins’in yazarı. – Réd. A l’Encontre]

***

Nisan ayında [1949] Varşova’da, 19 Nisan 1943’te meydana gelen umutsuz Yahudi getto ayaklanmalarını anmak üzere bir anma toplantısı düzenlenmeyecektir. O sırada hâlâ hayatta olan 50.000 Yahudi işçi, Ekim 1940’ta duvarlarla çevrili Varşova gettosunda Naziler tarafından ezilenlerin sadece %10’unu temsil ediyordu. Geri kalanlar, Treblinka’daki gaz odalarında imha edilmek üzere SS’lerin (Hitler’in fırtına birlikleri) daimi insan avının bir parçası olarak gruplar halinde avlanmıştı.

Yahudi toplumunun bu kalıntısının umutsuz silahlı mücadelesi, sadece sessizce ve direnmeden yok edilmektense hayatlarını pahalıya satmaya yönelik bir çaresizlik eylemi değildi. Aynı zamanda öyleydi de. Ama her şeyden önce Polonyalı işçilere dışarıdan yapılan bir yardım çağrısıydı. Aynı zamanda, dünyanın daha önce hayal bile edemediği barbarca bir cehennemin derinliklerinden gelen son bir çığlık olarak dış dünyaya ulaşmak, olağanüstü bir durumda bir yardım çağrısıydı.

Bu, tamamen savunmasız bir halkın nihai ve acımasız bir şekilde boğulmasına izin vermemek için savaştan zarar görmüş bir dünyanın vicdanını uyandırmakla ilgiliydi.

Bu çağrıya hiç kulak asılmadı. Almanlar getto savaşçılarını yok etmek için uzun menzilli toplar, tanklar, alev makineleri ve zehirli gaz kullanırken medeniyet inanılmaz bir kayıtsızlıkla izledi. Yıkıntılar, tüm yerleşke üç kat yüksekliğinde geniş bir moloz yığınına dönüşene kadar yakıldı. Yahudi savaşçıların çoğu bu yıkıntılara gömüldü.

Bundistler

[Yahudi sosyalist grup] Bund’un [1] liderleri, Polonyalı işçilerin yeraltı örgütüne, silahla olmasa bile en azından bir protesto greviyle kendilerine yardım etmeleri için doğrudan bir çağrıda bulundu. Polonyalılar bunu reddetti. Antisemitizm yüzünden bölünmüşlerdi. Birçoğu Yahudilere sempati duyuyor, ancak diğerleri açıkça “Tanrıya şükür Almanlar bunu bizim için yapıyor” diyordu.

Bu tutum sadece üst sınıfla sınırlı değildir. Polonya işçi sınıfının geri kalmışlığı, diğer pek çok sınıfta olduğu gibi, antisemitizmin derecesiyle ölçülebilir.

Yahudi Bund’un temsilcileri yurtdışında yardım aramak için gettodan kaçtı. Artur Ziegelboim [2] ayaklanma sırasında Londra’daydı ve sürgündeki Polonya hükümetine ve Churchill hükümetine başvurdu. İntihar ederek [12 Mayıs 1943’te] ve şok edici mektubunda [3] insanlıktan yoksun olduğu için ‘medeni’ dünyayı suçlayarak görevinin tam ve acımasız başarısızlığını değerlendirdi.  Bu mektup, Demir Perde’nin her iki tarafındaki diplomatlar tarafından BM toplantılarında soykırıma karşı yapılan tüm konuşmalardan çok daha etkilidir.

Polonyalılar bir yıldan biraz daha uzun bir süre sonra sadece kayıtsızlığı değil, düpedüz ihaneti de yaşayacaklardı. 1 Ağustos 1944’te, son Yahudi kalıntıları da dahil olmak üzere tüm Varşova, Nazi zalimine karşı tek vücut olarak ayaklandı. Polonya Ulusal Konseyi, Rus radyosunun defalarca çağrıda bulunduğu bu ayaklanmanın, top sesleri yakınlardan duyulan Kızıl Ordu’nun ilerleyişiyle destekleneceğinden hiç şüphe duymuyordu. Ayaklanma, Kızıl Ordu’nun bu cephede tamamen hareketsiz kaldığı 63 korkunç gün sürdü. Ruslar, biraz yardımla gönderilen İngiliz uçaklarının Rus havaalanlarına inmesine bile izin vermedi! Varşova, getto gibi harabeye döndü. Bu görevi Ruslara bırakmamak için Nazilerin Armia Kryova’yı (Polonya yeraltı ordusu) ve liderlerini ortadan kaldırmasına izin verildi. NKVD, Kızıl Ordu nihayet Ocak 1945’te yıkıntıların üzerine yürüdüğünde geriye kalan çok az şeyi tamamladı [4].

Hayır, [1949’da Stalinist yönetim altındaki] Polonyalılar Varşova gettosu ayaklanmasını anmayacak, Ruslar da onları bu yönde teşvik etmeyecektir. Polonya’da kalan bir avuç Yahudi de, özellikle de “resmi” bir kutlamaya sahte bir Stalinist renk verilirse, bunu yapmaya zahmet etmeyecektir. Ancak her yerde ezilenlerin ezenlere karşı direnişini önemseyenler, Yahudi getto işçilerinin inanılmaz başarısına bir kez daha hayret edeceklerdir.

Gestapo’nun tüm övünülen etkinliği, sadist bir zalimlik patlamasıyla estirdiği terörün tüm barbarlığı, Yahudi işçi sınıfı liderlerinin yeraltında örgütlenmesini, örgütlü Polonyalı işçilerle temas kurmasını, kaçakçılık yapmasını ve getto sığınaklarında silah saklamasını engelleyemedi. Yahudi Bund’un [sosyalist grup] liderlerinin [ve soldan (Emmanuel Ringelblum’un üyesi olduğu Linke Poaley Tsiyon – ed.) ve sağdan Siyonistler de dahil olmak üzere diğerlerinin] imkansız gibi görünen bu görevi başarması, Yahudi Bund’un [sosyalist grubun] ebedi erdemidir.

Bu liderlerin başında artık efsaneleşmiş bir figür gelmektedir: Bund milislerinin örgütleyicisi Bernard Goldstein. Yıldızlar Şahittir… adlıkitabı, muazzam zorluklara rağmen örgütlenme mucizelerinin nasıl başarılabileceğini anlamak isteyen herkes tarafından okunmalıdır [5]. Bu kitapta liderliğin, liderlik anlayışın, özverinin ve tam bir kendini vakf eden liderliğin, hiçbir kabusun çağrıştıramayacağı bir varoluşun ortasında bile yaşamaya devam etme ve direnişi örgütleme becerisinin derin anlamını buluyoruz.

Yoldaş Bernard’ın arkasında, önce çarlığa sonra da Polonyalı toprak sahiplerine karşı bir mücadele kuşağının deneyimi vardı. En çok ezilen işçilerin militan sendikalarda örgütlenmesine yardımcı oldu. Sendikaları saldırılara karşı savunmak ve pogromistlerle savaşmak için ilk Polonyalı işçi milislerini örgütledi. Menahem Mendel Beylis’in [1911’de bir ayin suçu işlemekle suçlanan Ukraynalı Yahudi, dönemin birçok entelektüeli ve aktivisti bu vesileyle geliştirilen Yahudi karşıtı kampanyayı kınadı – Maxim Gorky’den Alexander Blok’a ve George Bernard Shaw’a – ed.

Hayır, halka yakın, geleneklerine tamamen bağlı bir sosyalist sendikacının, Yahudilerin Nazilere karşı umutsuz silahlı mücadelesine önderlik etmesi ve koca bir orduyu kontrol altında tutması tesadüf değildi. Bu adam Polonyalı işçilerin gönüllü yardımını sağlayabilecek, onların güvenine sahip tek kişiydi. Doğrudan kitabından değil (hepsini anlatamayacak kadar mütevazıdır) ama görgü tanıklarının ifadelerinden bilinen kahramanlıkları onu gettonun Çapayev’i yapar. [Vasili Çapayev 1918-1921 iç savaşının Bolşevik kahramanlarından biriydi.]

Varşova Gettosu ayaklanmasının öyküsü tarihi bir öyküdür. İnsanlık bir şekilde hayatta kaldı, sadece varoluş anlamında değil, tüm kültürel önemi, tüm insanlığıyla. Getto ormanında Alman avcıların sadist bakışları altında mizah nasıl düşünülebilir? Yine de bu duvarlarla çevrili alanın sakinlerini eğlendirmek için -ki hepsi hayatlarından endişe etmektedir- diğerlerine hünerlerini sergileyen Yahudi yankesicinin hikayesi vardır. Ve Varşova’nın bu becerisiyle ünlü olduğunu da ekleyebiliriz!

Hanna Krishtal’ın çocuğuyla birlikte hayatta kalmasının ve bugün [1949] New York’ta bulunmasının tek nedeni, Bernard’ın [Goldstein] savaşın ortasında doğum sancısı çekerken ona bakmış olmasıdır. Bir şekilde ona bakmak için zaman buldu. Ancak daha sonra Hanna’ya, Hanna’nın gettodan canlı olarak kaçabilmesi için çocuktan kurtulma kararından dolayı içten içe parçalandığını itiraf etti!

Bernard Goldstein hâlâ hayatta [Amerika Birleşik Devletleri’ne kaçtı ve 1959’a kadar yaşadı] ama artık bir hayatı yok. Polonya ve Varşova’da bildiği hayat sonsuza dek yok oldu. Bu hayat sadece Y.L. Peretz’in [1852-1915] arşivlerinde, Sholom Aleichem’de [1859-1916] – [modern Yidiş edebiyatının alt yapısını oluşturan – ed.] ve getto ayaklanmasının tarihinde yaşıyor.

İroninin son dokunuşu, Bernard’ın Rus ‘kurtarıcıların’ silahlı kanadı olan NKVD tarafından tutuklanmasıdır. Onu serbest bırakırlar ama örgütüne ihanet edeceği umuduyla gözetim altında tutarlar. Stalinistler dürüst ve deneyimli devrimcilerden, özellikle de Bernard Yoldaş gibi yeraltında örgütlenme deneyimi olanlardan korktukları kadar hiçbir şeyden korkmazlar. Bu yeni zalimlerden kaçmak zorundaydı, hayatını kurtarmak için değil, kendisiyle temas kurmak isteyebilecek olanlara ihanet etmekten kaçınmak için.

Bir sembol

Varşova çağımızın derin bir sembolüdür. Bir yanda Nazizm biçiminde kapitalist gericiliğin güçleri, diğer yanda Stalinizm biçiminde Rus karşı devrimi tarafından ezilen bu ihanete uğramış şehir, çürümekte olan modern uygarlığın bir yansımasıdır. Bu anlamda, uygar insanlığın hayatta kalma şansını gözlemlemek için bir bakış açısıdır.

Dünyanın savaş sırasında ve sonrasında Yahudilerin kaderine kayıtsız kalması toplum için kötü bir alamettir. Getto’daki tüm insani ahlakın tamamen çökmesi sadece geçici bir olgu değildir. Bu daha ziyade, çöküşün yayılabileceği ve barbarlığın modern uygarlığın yerini alabileceği korkunç hızın bir işaretidir. Varşova aynı zamanda, Stalinizmin toplumsal çürümeyi durdurmak bir yana, bizzat bu çürümenin cisimleşmiş hali olduğunun bir başka çarpıcı kanıtıdır.

Varşova gettosunun ve Varşova’nın geri kalanının korkunç kaderini, yumruklarınızı sıkmadan ve böylesi bir dehşeti hayata geçiren güçlere karşı bir öfke ve nefret dalgası hissetmeden incelemek imkansızdır. Varşova, antisemitizm ve ırksal doktrinlerden kötü niyetle beslenen insanlık dışı bir ders niteliğindedir.

Bu ders, sömürü ve baskıya karşı mücadele eden tüm işçi sınıfı savaşçılarının bilincine derinlemesine yerleştirilmelidir. Toplum, böylesine vahşi bir sadizmi mümkün kılan ve kılmaya devam eden hastalıktan tamamen arındırılmadığı takdirde batmaya mahkumdur.

Bu hastalığın kökleri sınıf sömürüsüne dayanmaktadır. Her egemen sınıf, güç ve ayrıcalıklarını korumak için milyonlarca üyesini feda etmeye hazırdır. O halde, önyargı ateşini yakmanın çok daha kolay olduğu diğer “ırklardan” insanlar neden olmasın?

Varşova uygarlık için bir lekedir. Asla unutulmamalıdır. İntikamı alınabilir ve alınmalıdır! Böylesi bir vahşetin tekrarı ancak toplumda köklü bir değişimle, nefreti besleyen kapitalizmden, Rusya’nın karşı devrim deneyimine rağmen kardeşliği ve insanlığı besleyen sosyalizme geçişle önlenebilir.

________

[1] Bund’un tarihi hakkında Henri Minczeles’in şu kitabına bakınız: Histoire générale du Bund: un mouvement révolutionnaire juif, Ed. L’Echappée, 16 Eylül 2022. Aynı yazarın Une histoire des Juifs de Pologne adlı kitabına da bakınız. Din, kültür, siyaset, La Découverte, 2006. (Réd. A l’Encontre)

[2] Nathan Weinstock, Bread of Misery içinde. Avrupa’daki Yahudi İşçi Hareketinin Tarihi, Cilt III. L’Europe centrale et occidentale 1914-1945 (Ed. La Découverte, 1986) adlı kitabında şöyle yazar: “Başka yerlerde olduğu gibi, Naziler [Varşova gettosuna] kendi politikalarını desteklemek üzere bir Judenrat kurdular. Ancak atanan Bund delegesi [Schmuel Artur] Ziegelboym [bir Bund sendika lideriydi], yeni efendilerin suç ortağı olmayı reddetti: konumunu, Varşova’daki Judenrat binası etrafında toplanan 10.000 kişilik kalabalığa nutuk atmak ve onları Nazi emirlerini, özellikle de gettoda (Jüdisches Wohnbezirk) yeniden toplanma emirlerini reddetmeye teşvik etmek için kullandı. Polonya direnişiyle işbirliği yapan Bund liderliği, Gestapo onu aradığı için Batı’ya kaçışını organize edebildi. Ziegelboym böylece Bund’un Londra’da sürgünde bulunan Polonya Parlamentosu’ndaki temsilcisi olacaktı.” (s. 94) (ed. A l’Encontre)

[3] Nathan Weinstock ondan şu alıntıyı yapar: “Sessiz kalamam. Benim de mensubu olmaktan onur duyduğum Polonya’daki Yahudi halkının son kalıntıları da yok edilirken yaşamaya devam edemem. Varşova gettosundaki yoldaşlarım kahramanca bir mücadelede şehit düştüler. Onlar gibi ya da onların arasında ölmek bana nasip olmadı. Ama ben onlara ve onların ortak mezarına aidim. Kendi adıma, Yahudi halkının yok edilmesine tanıklık eden ve bunu kabul eden bir dünyanın pasifliğini son kez protesto etmek istiyorum. Bu zamanlarda bir insan hayatının ne kadar değersiz olduğunu hissediyorum, ancak hayatım boyunca hiçbir şey başaramadığım için, ölümümü, hayatta kalan son Polonya Yahudilerini kurtarmak için nihai olasılığı olanların kayıtsızlığını kırmaya yardımcı olmak için kullanabilirim. Hayatım Polonya’daki Yahudi halkına aittir ve bu yüzden hayatımı onlara feda ediyorum. Savaştan önce Polonya’da yaşayan birkaç milyon Yahudi’den geriye kalan bir avuç Yahudi’nin, gerçek Sosyalizmin özgürlük ve adaletinin hüküm süreceği yeni bir dünyanın kurtuluşunu görecek kadar yaşayacağını umuyorum. Ben böyle bir Polonya’nın doğacağına ve böyle bir dünyanın var olacağına inanıyorum.” (s. 168) (ed. A l’Encontre)

[4] Bu büyük ihanet hakkında Norman Davies’in dikkat çekici kitabına bakınız: Rising ’44: The Battle for Warsaw, Ed. Vicking, 2003, 772 s. (Réd. A l’Encontre)

[5] Bkz Bernard Goldstein, L’ultime combat. Nos années au ghetto de Varsovie (1947), Paris, La Découverte-Zones, 2008. (Editör: A l’Encontre)

Çeviren: Rıfat Hasret

Enzo Traverso: “İkinci Dünya Savaşı’nı yorumlamak için Mandel’i Hobsbawm’a tercih ederim”

Ernest Mandel’in İkinci Dünya Savaşı’nın Anlamı (Türkçesi Bülent Tatar çevirisi ile Yazın yay., 1995) adlı kitabının İspanyolca olarak yakın zamanda yayınlanması vesilesiyle La Izquierda Diario tarafından Enzo Traverso ile yapılan röportajı sunuyoruz.

Enzo Traverso, Avrupa entelektüel tarihi konusunda uzmanlaşmış İtalyan bir tarihçidir. İtalya’daki aktivizmine 1970’lerde otonomist örgüt Potere Operario ile başlamış, daha sonra Ernest Mandel liderliğindeki Troçkist akımla bağlantı kurmuştur. Yahudi Sorunu ve Marksistler, Ateş ve Kan, Solun Melankolisi, Savaş Alanı Olarak Tarih gibi kitapları Türkçede yayımlanmıştır.

Mandel’in kitabına yazdığınız önsözde, Mandel’in İkinci Dünya Savaşı hakkındaki düşüncelerinizde işgal ettiği yeri belirtiyorsunuz. Bu yeri nasıl tanımlarsınız?

Bu kitabı 30 yıl önce yayımlandığında okumuştum. Üzerimde büyük bir etkisi oldu; okumalarımı, araştırmalarımı yönlendirdi ve İkinci Dünya Savaşı ve 20. yüzyıl tarihine ilişkin vizyonumu şekillendirdi. Ancak paradoks şu ki, akademik anlamda tarih yazımı tarafından tamamen göz ardı edildi. Ve ben de bir akademisyen olarak üzülerek söylemeliyim ki, bu eğilime uyarak Mandel’in olmadığı tartışmalara dahil oldum. Ancak onu asimile ettiğimi ve bilinçaltımda var olduğunu fark ettim. Başka bir deyişle, kaynağını unutmuş olmama rağmen Mandel’in pek çok fikri bu tartışmalarda bana aitti. Mandel’in Foucaultcu anlamda bir tür episteme olarak, bilinçli olması gerekmeden düşünme biçimimizi şekillendiren bir şey olarak hareket ettiğini düşünüyorum.

Bence bu sadece Mandel’in akademik tarih yazımının dışında görülmesiyle değil (akademide bir iktisatçı olarak tanındı ama tarih yazımında tanınmadı), aynı zamanda 1990’lardan sonra Mandel’in eleştirel düşünce için, o yılların Marksizmi için ve benim için de bir referans noktası olmaktan çıkmasıyla da ilgili.

Mandel’i tanıyordum, onunla birlikte çalıştım ve kendimi entelektüel ve politik olarak onun öğrencilerinden biri olarak şekillendirdim. Benim için olduğu kadar Troçkist akıma bağlı bütün bir devrimciler kuşağı için de “entelektüel referans” oydu. Sorun şu ki, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından, 20. yüzyılın ve Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra, benim bakış açıma göre Mandel, daha önce yaptığı gibi trendleri çizebilen, meydana gelen değişiklikleri anlayabilen bir entelektüel olmaktan çıktı. Örneğin 1990’larda Sovyetler Birliği hakkında yazdıkları bana tamamen yanlış geldi ve onu gölgede bıraktı.

Başka bir deyişle, benim bakış açıma göre Mandel, 20. yüzyılın büyük bir eleştirel Marksist teorisyeni ve entelektüelidir. 21. yüzyılda artık yeni gerçeklikle bağlantısı olmayan eski kategorileri yeniden üretmeye çalışmıştır. Bu da Mandel’de 20. yüzyılı anlamak için faydalı olan her şeyin haksız bir şekilde ihmal edilmesine neden oldu. Mandel’in geç kapitalizm, faşizm, İkinci Dünya Savaşı ve bir dizi konu hakkında yazdığı her şey benim için temeldir.

Mandel bir tür unutulmuş figür. Bunu öğrencilerimde, kolektif, siyasi hareketlere katılan yeni nesilde görüyorum. Onlar için Mandel neredeyse hiçbir şey ifade etmiyor, yeniden keşfedilmesi gereken bir figür. Bu açıdan bakıldığında, onun en ilginç eserlerini yeniden yayımlamak bana çok iyi görünüyor, ancak bu muhtemelen bir bağlamsallaştırma ve tarihselleştirme çabasıyla yapılmalı.

Mandel, akademik alanda çok daha yaygın olan bir başka vizyonla, Eric Hobsbawm’ınkiyle karşılaştırılabilecek küresel bir savaş vizyonu sunuyor. Bu iki vizyon arasındaki farklar nelerdir?

İkinci Dünya Savaşı’nın yorumlanması konusunda Mandel’in kitabını Hobsbawm’ınkine tercih ederim. Eric Hobsbawm, savaşın ‘kısa yirminci yüzyıl’ çerçevesinde küresel bir yorumunu öneriyor ve muhtemelen Mandel’in de paylaşacağı bir sonuca varıyor. Hobsbawm, The Age of Extremes (Aşırılıklar Çağı) gibi birçok metin ve kitabında, dünya tamamen barbarlığa düşmediyse bunun Aydınlanma mirası sayesinde olduğu sonucuna varır. Mandel de bu görüşü paylaşır ve Aydınlanmanın yirminci yüzyılda komünizm ve Marksizm tarafından somutlaştırıldığını eklerdi.

Ancak Stalinizm yorumlarında temel bir ayrışma söz konusudur. Hobsbawm tarafından yazılan 20. yüzyıl tarihi, artık devrime inanmayan, devrimlerin yenilgisinin, komünizmin yenilgisinin yüzyılı olan bir yüzyılın muhasebesini yapan ve bu yenilgilere boyun eğen Marksist bir tarihçinin tarihidir. Hobsbawm’ın yorumu aynı zamanda çok teslimiyetçi ve özür dileyicidir, çünkü Hobsbawm sonunda Stalinizmin otoriter ve despotik özellikler taşıdığını, endemik bir şiddet boyutu olduğunu kabul eder, ancak bunu ilerici bir olgu olarak sunar, bu da onu bir şekilde haklı çıkarır.

Mandel’in vizyonu bu değildir. Ona göre Stalinizm 20. yüzyıl barbarlığının, modern barbarlığın bir parçasıydı, ancak diyalektik olarak Stalinizmin çelişkilerini, bir güç, bir tahakküm aygıtı ve Aydınlanmanın, yani işçi hareketinin, işçi sınıfı mücadelelerinin bir ifadesi olarak oynadığı çifte rolü hesaba katıyordu. Stalinizmin trajedisi budur.

Dolayısıyla, bir yanda yirminci yüzyılın teslimiyetçi ve özür dileyen bir bilançosunu çıkaran Hobsbawm; diğer yanda ise günümüz sosyal bilimlerinin ve tarihçiliğinin karşı olgusal olarak adlandıracağı bir bakış açısını benimseyen Mandel var. Mandel, tarihin potansiyellerine, ne yazık ki çeşitli koşullar nedeniyle gerçekleştirilememiş olan potansiyellere çok dikkat ediyor. Ancak bu bir tarihçinin gerilimidir. Mandel bu kitabı, geçmişi bugünden ayırmadan, onu özgürleşme ve sosyal, politik, tarihsel değişim perspektifine yerleştirerek düşünen, politik olarak kendini adamış bir tarihçi olarak yazıyor. Ve bu benim için Hobsbawm ile temel bir ayrışma.

Mandel’in savaşa kapsamlı bakışı, son on yıllardaki parçalı tarihsel analizlere kıyasla ne gibi verimli unsurlar sunuyor?

Mandel’in kitabını yazdığı dönemde büyük bir parçalanma söz konusuydu. Bugün, örneğin, Holokost Çalışmaları kendi başına bir disiplin ve savaş bağlamında, belirli disiplinleri oluşturan bir dizi araştırma nesnesi. Bu parçalanma bir şekilde genel bir vizyonu gölgelemiştir. Kitabında, askeri manevraları, ekonomik nedenleri, siyasi çatışmaları, ideolojileri, teknolojinin rolünü analiz ederken küresel bir vizyon ortaya koyuyor ve tüm bunlar küresel bir vizyonla ele alındığında, benzer çalışmaları yapan çok fazla tarihçi olmadığı için nadir görülen bir şey olarak büyüleyici kalıyor. Ve bunu tam olarak ya da muhtemelen bir tarihçi değil, sosyal bilimleri bir bütün olarak ele alan, terimin klasik ve gerçek anlamında Marksist bir düşünür olduğu için yapıyor.

Ayrıca bunu sınırlarla yapıyor, çünkü Mandel’in birçok metnini okurken, bazı insanlar onun Marksizm vizyonunu bir tür “bilimlerin bilimi” ya da tüm bilgiyi kapsayabilecek küresel bir bilim olarak görüyor ve bu bana bugün oldukça eskimiş bir vizyon gibi görünüyor. Yani, Marksizmden tüm bunları isteyemeyiz, eleştirel düşüncenin sınırlarının farkında olmalıyız, ki bu temeldir, ancak kendi başına tüm bilgiyi ve sosyal bilimleri özetleyemez. Dolayısıyla bu bakış açısında sınırlar var, ancak bu konuda var olan çalışmaların büyük çoğunluğundan çok daha keskin bir vizyon, etkileyici bir vizyon var.

Bununla Mandel’in kitabının bugün Dünya Tarihi olarak bilinen şeyin, yani eskiden evrensel tarih olarak adlandırılan şeyle hiçbir ilgisi olmayan küresel bir tarihin habercisi ya da öngörüsü olduğunu kastediyorum. Bu bir tarih felsefesi ya da disiplinlerin yan yana getirilmesi değil, bir olgunun, bir olayın ya da tarihsel bir deneyimin birbiriyle bağlantılı boyutlarına dair bir vizyondur. Mandel, Avrupa’daki savaş olaylarını, endüstriyel, teknolojik, askeri ve diğer yönleri hesaba katarak, sadece Avrupalı değil dünya çapında olan küresel stratejilere bağlayarak düşünür. Bunu, yükselenler ve düşenler ya da gerileyenler olmak üzere imparatorluklar arasındaki ilişkileri, çok önemli olmaya devam eden maddi, kültürel, teknolojik ve ideolojik transferler yoluyla birbirine bağlayan bir dünya vizyonunda birleştirerek yapıyor.

Aynı zamanda, bazı çok büyük ve güçlü içgörüler sezgisel kalmaktadır. Örneğin atom bombası ve Holokost hakkında yazdıkları, ki ben de paylaşıyorum. Ancak bu çok genel bir bağlantıyla sınırlı bir sezgidir. Daha sonra sezgilerini daha iyi ifade eden çalışmaları oldu. Örneğin, Holokost, tam da yirminci yüzyılda Marksist ve komünist illüstrasyonun somutlaşmış hali olan SSCB’yi yok etme projesi, Nazilerin lebensraum (yaşam alanı) olarak adlandırdıkları yerin fethine yönelik sömürgeci bir savaş ve diğerlerinin içinde yer aldığı ya da bağlantılı olduğu unsur olarak Yahudilerin imhasına yönelik bir savaş arasındaki kesişme noktasında yer alan bir kavşak ya da tezahürdür. Nazi dünya görüşünde Yahudiler, bu lebensraum’u birleştiren ve kontrol eden Marksist, komünist bir devlet olan SSCB’nin beynidir. Bu farklı hedefler tek bir hedefte birleşir. Mandel’in kitabında bu çok iyi ifade edilmemiştir; Mandel emperyalizm ve sömürgecilik ile savaş sırasındaki Nazi politikası arasındaki ilişki hakkında basit bir sezgiye sahiptir, ancak bunu savaşın özel bağlamında bir yakınlaşma yaratan bir şey olarak değil, bir tür miras olarak görmektedir.

Aynı şeyi kitabın diğer yönleri için de söyleyebiliriz. Örneğin, bugün özellikle Avrupa’da ve aynı zamanda Asya’da bir iç savaşlar dizisi olarak savaş üzerine bütün bir tarih yazımı var. Ve bu boyut onun kitabında oldukça ikincildir. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nı, büyük güçler arasında, SSCB’nin kendini savunması, sömürge modunda ulusal kurtuluş, işgal altındaki Avrupa ülkelerinde ulusal kurtuluş gibi bir dizi savaş olarak yorumlama modeli, çok verimli ve ilginç bir genel vizyondur.

Ateş ve Kan adlı kitabınızda aynı olguyu analiz etmek için farklı kategoriler öneriyorsunuz. Bu kavramsal değişimin temelleri nelerdir?

Mandel’in kitabına geri dönüp ikinci kez okuduğumda, bu kitapta benim için merkezi olan ve ikincil gibi görünen kavramlar olduğunu fark ettim, örneğin topyekûn savaş veya iç savaş fikri gibi. Ama aynı zamanda, tüm bu siyasi ve askeri olayların arka planı, bağlamı olan, temel olan ve benim kitaplarımda ikincil olan maddi bir altyapı olarak savaşın bütün bir analizi var. Bu anlamda Mandel’i bugün yeniden okumak iyi bir egzersiz oldu. Ayrıca bir yaklaşım sorunu da var. Ben politik-ideolojik boyuttan yanayım; o ise özellikle savaşın ekonomik bağlamı boyutunu benim yapabileceğimden çok daha iyi bir şekilde analiz ediyor. Bana çok ikna edici ya da tatmin edici gelmeyen bazı formülasyonlar da var, örneğin Marksist bir modeli, bu modelin belirli paradigmalarını sorgulayacak her türlü fikri kovarak bir şekilde meşrulaştırmaya çalışıyor. Örneğin, Holokost’un anti-ekonomik karakteri konusunda, kapsamlı bir analiz yapmadan bunu dışlıyor. Bu nedenle klasik ya da ‘ortodoks’ Marksist yorumlama modeliyle ilgili sorunlara işaret eden bir yaklaşımdır. Ancak genel olarak, anlama ve eleştirel düşünmenin temel unsurlarını sunan parlak bir kitap. Yazdığı dönemde savaş üzerine çalışan akademisyenlerin çoğunun aksine, bugünün akademisyenlerinden bahsetmiyorum bile, Mandel İkinci Dünya Savaşı hakkında bir kahraman olarak yazıyordu. Savaşın tüm yönleri hakkında yazdıkları sadece araştırma veya bilginin sonucu değil, aynı zamanda kendi yaşadığı deneyimin bir yansımasıdır. Ve bu her şeyi değiştirir!

Bu kesinlikle temel bir şey ve sadece direnişten, faşizm ve komünizm arasındaki savaşın ideolojik çatışmasından ya da çatışan dünya vizyonlarından bahsetmiyorum, toplama kamplarından da bahsetmiyorum, çünkü oraya sürülmüştü, savaştan ve sürgünden sağ çıkmayı başarmış bir Yahudi olarak bildiği Holokost’tan da. Ayrıca, savaşın sonunda Mandel, Dördüncü Enternasyonal’in lideri olarak dünyayı dolaşmaya başladı. Asya’yı tanıyor ve dönemin aktörleriyle doğrudan temas kuruyordu. Ve bu yansıma, bu deneyim, akademik değil ama siyasi bilgi olan ve yaşanmış bir deneyimi aktaran bu bilgi, kitabına entegre edebildiği ve onu zengin kılan bir şeydir. Bu küresel vizyon sadece olağanüstü parlak bir zihnin ürünü değil, aynı zamanda küresel bir deneyimin meyvesi olan küresel bir yansımadır.

Mandel’in kitabını sizinkiyle karşılaştırırken, sizin kuramsallaştırmanız ile Mandel’inki arasında bir çelişki görüp görmediğinizi sormak istedik. Mandel İkinci Dünya Savaşı’nı savaşların bir bileşimi olarak analiz ediyor (beş tür savaş tanımlıyor) ve bir bütün olarak analiz etmeyi öneriyor. Ancak, sizin Avrupa’da yaptığınız gibi, 1914’ten 1945’e kadar Asya’da da ifadeleri olan bir Avrupa iç savaşı olarak daha uzun bir sürece dahil edilebileceği fikrini paylaşmıyor. Mandel bu olayı daha küresel bir kavrama, emperyalistler arası savaş kavramına yerleştiriyor. Bu bağlamda, kitabınızdaki Avrupa iç savaşı kavramının Mandel’in emperyalistler arası savaş kavramıyla çeliştiğini mi düşünüyorsunuz, yoksa iki kavramı birbirini tamamlayan kavramlar olarak mı görüyorsunuz?

Bu iki kavram arasında hiçbir çelişki ya da karşıtlık yoktur. Bence emperyalistler arası savaş kavramı Birinci ve İkinci Savaş arasındaki tüm döneme çok iyi uyuyor. Bu bir emperyalistler arası savaş dönemidir. Bu, çeşitli boyutlar kazanan küresel bir krizin arka planı, dönüşümler matrisidir. İkinci Dünya Savaşı sırasında bu boyut daha da ileri gider ve Mandel’in kendisi Mihver ülkeleri, Nazi Almanyası ve Sovyet Rusya arasındaki savaşın artık emperyalistler arası bir savaş olmadığını düşünür. Bunu doğru bir şekilde bir meşru müdafaa savaşı olarak tanımlar ve İkinci Dünya Savaşının temel ayrımı da budur.

Emperyalistler arası savaş çok karmaşık bir şekilde yeniden ifade edilir. Savaşın arifesine kadar SSCB’ye karşı emperyalist bir cephe vardır. Ancak 1941 ve 1945 yılları arasında emperyalistler arası savaşın yorumlanması yeniden tanımlanmalı ve diğer faktörler de dikkate alınmalıdır.

Benim yaklaşımım ile onunki arasında herhangi bir çelişki görmüyorum. Bunlar farklı zamanlarda ve farklı amaçlarla yazılmış iki farklı kitap. Benim kitabımın amacı çok daha mütevazı: Avrupa iç savaşının küresel bir yorumu, Mandel’in kitabı ise küresel bir fenomen olarak İkinci Savaş hakkında.

‘Savaşlar arasındaki’ Avrupa krizini Avrupa bağlamında yorumlamanın mümkün olmadığının farkındayım, çünkü bu Avrupa’yı aşan bir dünya savaşıdır. Aynı zamanda Mandel’in Avrupa kökenli bir dünya savaşından bahsettiğimize karşı çıkacağını sanmıyorum. Matris Avrupalıydı ve bunu kabul etmek önemli çünkü 1914’te Avrupa dünyanın merkeziydi ve 1945’te değildi. Mandel’in kitabında örtük olarak yer alan ancak temel olan jeopolitik bir boyut var.

Sizce İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra merkez-çevre ilişkisinde ne gibi değişiklikler oldu? 

Bu temel bir sorudur ve sadece geçmiş olayları yorumlamak için değil. Bu savaşın nedenleri Avrupa’da, büyük güçler arasındaki ilişkilerde ve Napolyon savaşlarından sonra Viyana Kongresi’nde kurulan dengenin bozulmasında yatmaktadır. Ancak sorunun bir başka boyutu daha var: 1914’te çatışmanın patlak vermesi Avrupa’da geliştirilen kategorilerle düşünüldü ve yorumlandı. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında işler çok değişti.

Mandel’in düşüncesinin merkezine bakacak olursak, savaş ve devrim arasındaki ilişki, Birinci Dünya Savaşı’ndan çıkan Rus Devrimi ile doğan bir ilişkidir. Yirminci yüzyılın ilk yarısında devrim deyince aklımıza Avrupa devrimi, Avrupalı kategorilerle, Avrupalı bir profile sahip toplumsal ve siyasal bir özne gelir.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında devrimler Asya ve Latin Amerika’da gerçekleşmiştir. Ve 21. yüzyılda Avrupa herhangi bir küresel devrimci projenin periferisi konumundadır. Bu bir dönem değişikliği anlamına geliyor. Mandel’in kitabı kelimenin gerçek anlamıyla bir Avrupalının kitabıdır, çünkü kendisi Almanya’da doğmuş ve Belçika’da entelektüel ve siyasi eğitim almış bir Polonya Yahudisidir. Fransızca yazan ve mükemmel Almanca konuşan bir Fleming’dir. O bir kozmopolitti, her ne kadar Stalin tarafından onları aşağılamak için uydurulmuş olsa da benim çok sevdiğim bir tanım: köksüz kozmopolit Yahudiler. Bu tanım Mandel için mükemmel bir şekilde geçerlidir. Kendisine 1950’lerde sadece direnişe katıldığı için Belçika vatandaşlığı verildi. Bu da – yanılmıyorsam – o zamana kadar Polonya’da hiç yaşamamış olmasına rağmen Polonya pasaportuna sahip olduğu anlamına geliyor. Küresel bir perspektiften yazan ve İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda devrimin Asya’ya, Çin’e taşındığını çok iyi fark eden bir Avrupalı. Bu dönüşümün farkında olan biri.

Mandel’in Isaac Deustcher’in dediği gibi Yahudi olmayan bir Yahudi olduğunu söyleyebilir misiniz?

Evet. O da bu kategoriye giriyor. Troçki ve Rosa Luxemburg için olduğu gibi onun için de tüm dini miraslar gibi bir tür gericilik olan Yahudiliğin ötesine geçen evrenselci bir düşünce tarzına sahip kozmopolit bir Yahudi’dir. Genç Marx’ın, insanlığın kurtuluşunun dinsel yabancılaşmadan kurtuluş olduğunu ileri sürdüğü yazısını kabul etmekte hiçbir zorluk çekmedi. Bu, Aydınlanmanın radikal destekçilerinin bir pozisyonudur ve Marksizm bunun mirasçısıdır.

Avrupalılar sürekli olarak savaşla karşı karşıya kalmışlardır. Avrupa ve savaş arasındaki mevcut ilişkiyi nasıl tanımlarsınız?

Bu soru çok karmaşık çünkü önemli değişiklikler var. Kuşkusuz, Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana savaşın kavranması ve savaşta hareket etme biçiminde meydana gelen ve 21. yüzyılın başındaki savaşlarda görülebilen geri dönüşü olmayan bazı değişiklikler vardır.

Irak, Afganistan ve Suriye’de, sivil halka karşı savaşlar, düşmanı yok etme savaşları olarak algılanan genel bir savaş yürütme biçimi görebiliriz. Bunun, 19. yüzyılda “meşru hasımlar” arasında “medeni dünyanın” savaşı olarak resmileşen Avrupa kamu hukuku fikriyle bağlantılı bir savaş anlayışıyla, sivil toplumu ve sivilleri etkilemeyen bir askeri çatışmayla hiçbir ilgisi yoktur. Kurallara saygı duyulan bir çatışma olarak savaş.

Tüm bunlar Birinci Dünya Savaşı sırasında ortadan kalktı ve o zamandan beri meydana gelen tüm savaşlar bu özellikleri tekrarladı. Bu unsur bir süreklilik unsurudur ancak aynı zamanda süreksizlik ve bazı unsurların radikalleşmesi unsurları da vardır. Artık sivillerin öldürülmesi tali hasar olmaktan çıkmış, savaşlar neredeyse sadece sivillere karşı yapılan savaşlar haline gelmiştir. Savaşlar, savaşçılar ve siviller arasında herhangi bir ayrım yapmaksızın, düşmanı öldürmek ancak askerlerin hayatlarını korumak için tasarlanmış modern imha araçları olarak düşünülmektedir.

Bu açıdan bakıldığında, Birinci Dünya Savaşı’nda doğan bu savaş paradigmasının radikalleşmesi ve 19. yüzyıla geri dönülmesidir, çünkü o yüzyılda modern savaş “medeni” ülkeler için “medeni savaş” olarak düşünülüyordu ve Avrupa dışı dünyada, yani sömürgelerde, bu savaş anlayışının hiçbir geçerliliği yoktur. Bugün, 21. yüzyılda, bu pozisyonlara geri dönmüş durumdayız. 21’inci yüzyılın savaşlarını karakterize eden ve 20’nci yüzyılın ikinci yarısındaki savaşların bir özelliği olmayan şey, sömürgeci ya da yeni sömürgeci savaşlara geri dönülmesidir. Artık 19. yüzyılda olduğu gibi imparatorlukların olmadığı bir dünyada imparatorluk savaşları.

Ancak aynı zamanda bu yeni olaylarla başa çıkmak için çok hazırlıksızız çünkü eski kategorilerimiz artık geçerli değil, yeniden düşünülmeleri gerekiyor. Mandel vakası hem ilginç hem de semptomatiktir. Klasik Marksizm, ama aynı zamanda heretik Marksizm de Avrupa-merkezci bir özelliğe sahiptir. İslam tarihini anlamaya çalışan ve sorular soran Marksistler kimlerdir? Çok azı, Maxime Rodinson ve birkaç kişi daha. İran devrimi yanlış anlamalara ve yanlış temsillere konu olmuştur. Bugün yaşananlar ve yeni savaş biçimleri de sadece analiz değil, entelektüel ve epistemolojik soruları gündeme getiriyor. Teorik geleneğimiz hakkında sorular soruyorlar.

Bu aynı zamanda antisemitizmden İslamofobiye geçişle de bağlantılıdır. Bence Batı dünyasında Yahudiler artık dışlanan, zulüm gören ve hor görülen bir azınlık değil. Aksine, değer görüyorlar çünkü ezilen ve zulüm gören bir paradigma olarak tamamen bütünleşmiş bir kategoriyi varsaymak daha kolay. Antisemitizmin artık var olmadığını söylemiyorum, önyargı biçimleri ve bazı ülkelerde dışlama ve zulüm biçimleri var.

Holokost anma törenleri düzenlemek çok elverişlidir çünkü yabancı düşmanı politikalar benimseyen, göçmenlere zulmeden ülkelerin hiçbir siyasi bedel ödemeden “biz demokrasi ve özgürlükçüyüz” demelerine olanak tanır ve bunun nedeni de açıkça “insanlık tarihinin en büyük suçu olan Holokost’u anıyor olmamızdır”.

Bugün, Avrupa kültürünün tarihsel dayanaklarından biri olan, Avrupa’daki tüm milliyetçiliklerde mevcut olan, en gelişmiş biçimleriyle kültürel ifadelere sahip olan antisemitizm (20. yüzyılın başına kadar Yahudileri antisemitizm biçimlerini yeniden üretmeden sunmayan hiçbir yazar yoktur). Bugün artık böyle bir şey yok.

Bugün önyargı ve dışlamanın, baskı ve zulmün nesnesi, bazı durumlarda birçok demokratik ülkede İslamofobik yasaların çıkarılmasıyla birlikte Müslümanlardır. İslamofobinin antisemitizmin yerini aldığını düşünüyorum. Ancak kendine has özellikleri var, mekanik bir karşılaştırma yapamazsınız ve İslamofobinin sonuçları antisemitizmin sonuçlarıyla aynı değil.

Çeviren: Rıfat Hasret