İmdat Freni

Gündem

“Liberal Hegemonyanın Krizi Aşırı Sağa Yönelimin Nedenidir” – Ilya Budraitskis ile Söyleşi

Sürgündeki Rus siyaset bilimci ve aktivist İlya Budraitskis, bu röportajında ​​aşırı sağın yükselişinin nedenlerini, yeni faşistlerin peşinde koştuğu hedefleri ve radikal solun faşizme karşı mücadelede 20. Yy.’dan  çıkarması gereken dersleri anlatıyor. Son olarak, günümüzde anti-faşist bir politika için izlenecek yollara ilişkin önerilerde bulunmaktadır.

Söyleşiyi gerçekleştiren: Philipp Schmid (BFS/Sosyalizmi için Hareket- Zürih)

Avrupa’daki siyasi gelişmeler son derece endişe verici. Faşist Almanya İçin Alternatif (AfD) partisi, 2025 federal seçimlerinde oyların yüzde 20,8’ini aldı. Almanya’daki protesto gösterilerinde insanlar gece yarısına 5 dakika kaldığını değil, saatin 17.33 olduğunu söylüyor. Bu panik haklı mı?

Evet, bu korkuların haklı olduğunu düşünüyorum. Avrupa, ABD, Latin Amerika vb. ülkelerde aşırı sağcı partilerin etkisinin giderek arttığını gözlemliyoruz. Elbette bu küresel eğilim farklı ulusal bağlamlarda farklı şekillerde kendini gösteriyor, ancak tehlike gerçek. Aslında bu, seçkinci kesimlerin burjuva iktidarının siyasal yapılanmasını kökten değiştirme ve farklı bir siyasal rejim kurma arzusuyla bağlantılıdır. Bu Rusya’da zaten yaşandı, ABD’de de süreç devam ediyor. Batı Avrupa’da aşırı sağ önemli seçim başarıları elde etti, ancak siyasal iktidarın dönüşümü henüz gerçekleşmedi. Ancak giderek güçlenen yapısı göz önüne alındığında bu durum gelecek için olası bir senaryo olmaya devam ediyor.

Hangi siyasal düzeni hedefliyorlar?

Bu durum en çok ABD’de görülüyor. Trump’la birlikte aşırı sağ yeniden iktidara geldi. Senato, Temsilciler Meclisi ve Yüksek Mahkeme gibi devlet aygıtının en önemli çarklarını kontrol eder. Ve şimdi siyasal sistemi tepeden tırnağa yeniden yapılandırarak otoriter bir rejime doğru götürmeye çalışıyor. Bunun kapitalist bir işletme gibi örgütlenmesine girişiyorlar. Trump ve Musk’ın amacı bu. Bu, liberal demokrasinin ortadan kaldırılması ve onun yerine bir tür modern monarşinin getirilmesi anlamına gelir. Otoritenin demokratik meşruiyete değil, kişiselleştirilmiş güç ve otoriter lider ilkesine dayandığı bir rejimi arzuluyorlar.

Aşırı sağın, toplumun otoriter biçimde yeniden yapılandırılmasının dışında ideolojik programı nedir?

İdeolojik programlarının özünde liberal demokrasinin sonunun geldiği düşüncesi yatmaktadır. Bu, uluslararası hukuk ve hoşgörü gibi sahte ilkelerle yönlendirilen gizli bir küresel seçkinlerin arkasına saklandığı sahte bir hükümet, kukla bir hükümet olacaktır. Aşırı sağ, liberal elitlerin sözde ahlak ve değerlerini, güçlüyü değil zayıfı koruduğu gerekçesiyle eleştiriyor.

Aşırı sağa göre uluslararası politikanın tek ilkesi güçlünün hukuku olmalıdır. Toplumu yönetmenin “doğal” yolu budur. Trump ve Putin’in yönetim mantığı bu. Bunu Putin’in Ukrayna’ya verilen desteği eleştirmesinde görüyoruz: Ona göre, kendini savunamayan küçük ulusların var olma hakkı yoktur. Dolayısıyla egemenlikleri, yani bağımsız ülkeler olarak varlıkları aşırı sağın gözünde yapaydır.

Avrupa’da son on yılda aşırı sağ ve faşist güçlerin yükselişini nasıl açıklıyorsunuz?

Avrupa’da aşırı sağ partilerin giderek artan seçim başarısının birçok nedeni var. Bunlardan en önemlilerinden biri, son onyıllardaki neoliberal reformların ardından Avrupa toplumlarının geçirdiği dönüşümdür. Nüfusların giderek artan toplumsal atomizasyonu, sendikaların ve işçilerin diğer öz örgütlenme biçimlerinin dağıtılması, demokratik geleneklerin gerilemesiyle el ele gidiyor. Demokratik gelenekler yalnızca liberal kurumlar sistemi olarak değil, aynı zamanda toplumun kendini kolektif ve örgütlü bir biçimde savunma kapasitesi olarak da anlaşılmalıdır.

Bu, liberal elitlerin ideolojik krizinin maddi temelidir; çünkü vatandaşlar burjuva liberal demokrasisinden ve kurumlarından giderek daha fazla hayal kırıklığına uğruyorlar. Kendilerini temsil edilmediklerini ve duyulmadıklarını hissediyorlar. Aşırı sağ, bu yaygın duyguları ustalıkla kullanıyor.

Klasik Marksist faşizm analizi, faşizmi her zaman kapitalizmin krizine bir tepki ve burjuvazinin işçi hareketinin güçlenmesine verdiği bir yanıt olarak görmüştür. Bu analiz hala geçerli mi?

Tarihsel farklılıklara rağmen 1920’ler/1930’lar ile günümüz arasında benzerlikler de var. Weimar Cumhuriyeti’nin siyasal kurumlarındaki kriz, 1929’dan itibaren yaşanan Büyük Buhran ve buna eşlik eden büyük toplumsal çalkantılar, Alman faşizminin yükselişi ve iktidarı ele geçirmesi için verimli bir zemin hazırladı. Proleter devrim tehlikesi henüz ortada yokken, Alman işçi hareketi dünyanın en güçlü hareketlerinden biriydi. Sosyal demokrat SPD ve komünist KPD, faşistlerin nüfuz mücadelesi verdiği kitle partileriydi. Genel toplumsal kriz nedeniyle halk, burjuva liberal demokrasi sisteminden büyük ölçüde hayal kırıklığına uğramıştı. Bunu, kapitalist düzenin çoklu kriziyle karakterize olan mevcut durumda da gözlemleyebiliyoruz. Ancak temel bir fark var.

Nedir ?

1920’lerde ve 1930’larda faşistler, kapitalist sistemin geleceği için alternatif vizyonlar sunmak amacıyla işçi hareketiyle rekabet ettiler. Sınıf çatışmasının olmadığı, ulusal zaferin halkı birleştireceği bir gelecek vizyonunu yaydılar. Ve topluma milli dayanışma ruhuyla ve bir tür faşist kolektivizmle bağlı yeni bir insan yaratma hırsına sahiplerdi. İşte bu yüzden bu gerici faşist ütopya 1920’lerde ve 1930’larda Avrupa’daki birçok insana bu kadar çekici geliyordu. Ve bu yüzden sosyalist ütopyayla ve farklı bir insan ilişkileri sosyalist vizyonuyla rekabet ediyordu. Bugün geleceğe dair alternatif vizyonlar arasında bir rekabet görmüyorum.

Ama faşistler her zaman ulusal sınırları olan, homojen bir halktan oluşan ve cinsiyetlerin açıkça tanımlandığı farklı bir toplumu yaymazlar mı?

Evet, ama zamanın anlamı ve algısı, Avrupa’da yüz yıl öncesine göre çok farklı. O dönemde toplumsal özlemlerin merkezinde daha iyi bir gelecek ve toplumsal ilerleme meselesi yer alıyordu. 1980’lerden itibaren geç kapitalizmin egemenliği altında gelecek fikri ortadan kalktı. İnsanlar öncelikle şimdiki zamanla ve geçmişin bugünkü duruma yol açan yorumlarıyla ilgilenirler. Alternatif bir geleceğin düşünülemediği şu anda yaşıyoruz. İşte tam da bu, toplumun neoliberal yeniden örgütlenmesinin sonucudur. Margaret Thatcher’ın meşhur “Başka alternatif yok” (TINA) sözü, az çok toplumsal bir uzlaşı haline geldi. Trump’ın siyasi platformu bunu açıkça ortaya koyuyor. Somut öneriler getirmiyor, geleceğe dair net bir vizyon ortaya koymuyor. O, kendi tanımladığı bir “hakikat” adına, “liberal şimdiki zamanı” inkar ediyor.

Yeni aşırı sağın karakterizasyonuna dönelim. Faşizm konusunda tanınmış Marksist akademisyen Enzo Traverso, 2017 yılında yayınlanan Faşizmin Yeni Yüzleri (Ayrıntı, 2024) adlı kitabında yeni faşistleri tanımlamak için “post-faşizm” terimini öneriyor. Ne demek istiyor?

Enzo Traverso, günümüz post-faşist partilerinin, tarihsel modellerinden farklı olarak, burjuva liberal demokrasisinin mekanizmalarından kopmaya çalışmadığını düşünüyor. Tam tersine, nüfuzlarını genişletmek için demokrasi mekanizmalarını başarıyla kullanıyorlar. Onlar sadece sistemi kullanarak iktidara gelmek istiyorlar. İtalya örneği buna bir örnektir. Post-faşist Giorgia Meloni siyasal sistemi devirip yerine faşist bir rejim koymadı. Marine Le Pen veya AfD’nin Almanya’da Fransız hükümetine katılması durumunda da böyle bir senaryonun gerçekleşmesi pek mümkün görünmüyor. Aksine toplumların ve elitlerin zihniyetini yavaş yavaş değiştirmeye çalışacaklardır. Siyasal sistemi yeni bir otoriter faşizme dönüştürme konusunda iktidar çevrelerinde hâlâ bir fikir birliği yok. Ancak aşırı sağın sürekli baskısı altında bu durum değişebilir.

Zaten bugün liberal ve muhafazakâr hükümetler aşırı sağın taleplerini benimsiyorlar. Aşırı sağın liberal burjuva kurumlarını ve seçimlerini kullanmasının, tüm bu hareketler için nihai siyasal projelerini gerçekleştirme yolunda bir geçiş noktası oluşturabileceğini anlamamız gerekir. Bu nedenlerle, günümüz aşırı sağı ile tarihsel faşistler arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları anlatmak için “post-faşizm” teriminin yararlı olduğunu düşünüyorum.

Bu analizi Rusya ve Putin rejimi için de geçerli kılmak mümkün müdür?

Evet, Rusya tam da bu süreci yaşadı ve bugün aşırı otoriter bir rejime sahip. Putin’in iktidarının son 25 yılında Rus rejimi kökten değişti. İlk on yılda, 2000’li yıllarda Rusya daha çok otoriter, teknokrat ve neoliberal bir rejimdi. 2007/2008 küresel ekonomik krizi sadece Arap dünyasında değil, Rusya’da da genel bir siyasi krize yol açtı. Putin’in yeniden seçilmesine karşı 2011/2012’de Moskova ve diğer Rus şehirlerinde kitlesel protestolar yaşandı. Sivil toplumun bu protestoları politik ve ideolojik bir tehdit olarak algılandı ve Rus elitlerinin rejimlerinde otoriter bir dönüşümün gerekli olduğuna inanmasına yol açtı.

Bu dönüşümün etkisi ne oldu?

Tabandan gelen toplumsal hareketlerin bir hükümeti devirebileceği fikri, otokratik rejimler için varoluşsal bir tehdit oluşturmaktadır. İşte bu nedenle Putin’in 2012’de başkanlığa dönüşü, sözde geleneksel ve anti-demokratik değerlere doğru ideolojik bir yönelimi beraberinde getirdi. Bu antidemokratik unsurlar, Rus devletinin bir toplumsal sözleşmenin sonucu değil, tarihin bir meyvesi olduğu düşüncesine dayanıyordu. Rusya Federasyonu, Rus İmparatorluğu’nun ve Sovyetler Birliği’nin doğrudan devamıdır. Bu, Putin’in ülkeyi yönetmek için halk tarafından seçilmesine gerek olmadığı, kaderin onu yönlendirdiği anlamına geliyor. Putin kendisini Büyük Petro ve Stalin’in doğrudan halefi olarak görüyor. Bu fikirler nihayet 2020 yılında Rus Anayasası’nda yer aldı. Bu inançlar aynı zamanda 2013/2014 yıllarında Ukrayna’daki Maidan protestoları sırasında yaşanan olaylara verilen şiddetli tepkinin de temel sorumlusudur.

Ne için ?

Meydandaki Ukraynalılar Rus nüfuzuna karşı protesto gösterileri düzenliyor ve Ukrayna’nın ulusal egemenliğinden yana tavır takınıyorlardı. Protestolar Rus rejimi tarafından sadece “dışarıdan sahnelenmiş” olarak nitelendirilmekle kalmadı, aynı zamanda “tarihi Rusya’ya” yönelik bir iç tehdit olarak da algılandı. Putin’in iktidarının ikinci on yılında Ukrayna’ya askeri müdahaleler başladı ve bunlar arasında Kırım’ın ilhakı da vardı. Putin rejiminin otoriterleşmesi ve onun ömür boyu ülkenin başkanı olarak atanması da buna eşlik etti.

Demokrasiye bağlı Rus sivil halkı bu gelişmelere nasıl tepki verdi?

Putin, bir kez daha Rus toplumunun büyük bölümünde artan demokratik protesto hareketleriyle ve hoşnutsuzlukla karşı karşıya kaldı. Bu protesto dalgasında hem dış hem de iç tehditlerin bir bileşimini gördü. 1917 Rus Devrimi de dahil olmak üzere tüm devrimlerin, Rusya’nın dış düşmanları tarafından gizlice kontrol edildiği iddia ediliyordu. Batı’nın, Rus toplumunu, ister liberal ister sosyalist olsun, yanlış fikirlerle zehirlediği söyleniyor. Putin’in yeniden başlayan protestolara cevabı Şubat 2022’de Ukrayna’yı işgal etmek oldu. Putin için Ukrayna meselesi yalnızca Rus devletinin dünya sahnesindeki jeostratejik çıkarları meselesi değil. Sadece NATO ile rekabet kaygısı taşımıyordu, aynı zamanda kendi rejiminin varlığını da düşünüyordu. İşte bu yüzden Ukrayna’nın işgali bir dönüm noktası oldu. Putin savaşı, rejimi baskıcı bir diktatörlüğe dönüştürmek için kullandı.

Peki Putin rejimini bugün faşist olarak mı tanımlıyorsunuz?

Evet, neden olmasın? Elbette günümüz faşizmi, tarihi faşizmden birçok bakımdan farklıdır. Rusya’da, Almanya ve İtalya’dan farklı olarak faşizmin tarihsel bir modeli yoktur. Bilakis, Putin rejiminin ilham alabileceği çeşitli başka otoriter gelenekler de var. Örneğin Putin, Rus İmparatorluğu’nun aşırı muhafazakâr ve dinsel geleneğini, kendi otokrasisini meşrulaştırmak için kullanıyor. Stalinist geçmişten kalma baskıcı uygulamalar da benimsendi; bunu FSB gizli servisinin (KGB’nin halefi) rolünden anlayabiliriz. Bugün Rus rejiminin en etkili unsuru FSB’dir.

Batı’daki radikal sol kesimin bir kısmı Rusya’daki faşist rejimin oluşturduğu tehlikeyi görmezden geliyor, daha da kötüsü inkar ediyor.

Kesinlikle öyle, daha da trajik olanı ise kendi ülkelerinde faşizmin yükselişine tamamen hazırlıksız olmasıdır. Yeni faşizmin yükselişi sol için büyük bir meydan okumadır. Örneğin ABD’de Trump’ın yeniden seçilmesinden önce radikal sol, eleştirilerini ağırlıklı olarak Biden ve Demokrat Parti’ye yöneltmiş, Trumpizm’in yarattığı gerçek tehlikeyi unutmuştu. Bugün tamamen kaybolmuştur. Bu durum diğer ülkelerde de yaşanabilir. Tarih bize solun 20.yy’da  faşizmin yükselişine hazırlıksız olduğunu öğretiyor. Stalinist Komünist Enternasyonal, faşist tehdidi uzun süre önemsizleştirdi. Bugünkü fark, radikal solun yüz yıl öncesine göre çok daha zayıf olmasıdır.

Anti-faşist direnişten başka hangi dersler çıkarılabilir ?

Tarihin en önemli dersi, faşizmin her zaman militarizasyona ve savaşa yol açtığıdır. Avrupalı ​​anti-faşistler, 1920’lerde ve 1930’larda faşistlerin iktidara yükselişinin başlangıcında bunu fark etmemişlerdi. Bugün bu durum çok daha belirgindir ve bu nedenle anti-militarist ve anti-emperyalist propagandamızı anti-faşist propagandayla birleştirmeliyiz. Sol, sadece askeri harcamalardaki artışı eleştirmekle yetinmemeli. Putin gibi bir rejim her türlü barışçıl bir arada yaşamayı reddediyor ve savaşı ülkeyi yönetmenin ve nüfuzunu genişletmenin bir aracı olarak yüceltiyor. “Çok kutuplu dünya” kavramının ardındaki mantık budur; artık evrensel hakların veya kuralların olmadığı, ancak en güçlü ulusun üstün geldiği bir dünya.

(Post-)faşizmle daha etkili bir şekilde mücadele edebilmek için  21. yüzyıl anti-faşizminin temelinde ne olmalı ?

Aşırı sağın yükselişine karşı geniş koalisyonlar oluşturmalıyız. Ancak bunlar liberal burjuva kurumlarının savunulması anlamına gelmemelidir. Bu bizim görevimiz değil ve boşuna olur. Zira liberal hegemonyanın krizi, pek çok insanın mevcut yapılara olan güvenini kaybetmesinin ve aşırı sağa yönelmesinin nedenlerinden biridir.

Bana göre radikal sol iki saldırı hattı izlemeli: Birincisi, toplumsal hoşnutsuzluğa yanıt vermeli, ama alternatif çözümler önermeliyiz. Aşırı sağ, insanların tüm sorunlarının sebebinin göç olduğuna inanmasını istiyor. Bunun nesnel olarak doğru olmadığını, AfD’nin 2025 federal seçimlerinde göçmen oranının en düşük olduğu seçim bölgelerinde en fazla oyu almış olması gerçeği ortaya koyuyor. Bu, solun insanların gerçek sorunlarının gerçek nedenlerini öne çıkararak doldurması gereken potansiyel bir siyasi boşluk yaratıyor.

Ve ikincisi?

İkincisi, burjuva demokratik kurumlar ve bunların işleyişiyle sınırlı “demokrasi”yi değil, “demokrasi”yi savunmaya odaklanmalıyız. “Demokrasi”nin savunulmasını eşitlik ve katılım talebiyle birleştirmeliyiz, çünkü 18. ve  19. yy’larda  demokrasinin ortaya çıkışının bütün anlamı budur: halk sınıflarının siyasal nüfuz ve temsil için mücadelesi. Demokrasiyi “aşağıdan gelen güç” olarak gören böylesi sol veya sosyalist bir anlayış, sol partileri, sendikaları ve çeşitli feminist, ırkçılık karşıtı, ekolojik ve mahalle öz-örgütlenmelerini bir araya getiren geniş bir anti-faşist koalisyon için ortak bir temel oluşturabilir. Post-faşistlerin ve neo-faşistlerin yıkmak istedikleri projeler tam da bunlardır, çünkü bunlar kapitalist bir işletme gibi yapılandırılmış hiyerarşik bir devlet düzeni fikrine aykırıdır.

15 Mayıs’ta Socialismus‘ta yayınlandı.

Kapak Görseli: 11 Mayıs’ta Paris’te düzenlenen neo-faşist eylem.

Çeviri: İmdat Freni Çeviri Kolektifi

Almanya’da Rosa Luxemburg Vakfı’nın 6. Sendika Konferansı Başarıyla Gerçekleştildi – MİCHAEL SANKARİ 

Rosa Luxemburg Vakfı’nın (RLS) 6. Sendika Konferansı 2-4 Mayıs 2025 tarihleri ​​arasında Berlin’de gerçekleştirildi. 3.000’den fazla katılımcıyla, sol görüşlü sendika üyelerinin on yıllardır gerçekleştirdiği en büyük buluşmaydı; giderek şiddetlenen karşı rüzgarlara karşı bir karşı güç örgütleme iradesinin etkileyici bir göstergesiydi.

Katılım o kadar fazlaydı ki salonlar tamamen doluydu. Ancak katılımcıların çoğu bu organizasyon kusurunu sabırla ve iyi niyetle karşıladı. Ortam sıcak olsa da herkes daha zor günlerin bizi beklediğinin farkındaydı; bunun tek nedeni yeni hükümet değildi.

Sadece bir buluşmadan daha fazlası

Bu konferans, sendika emekçilerinin bir araya gelmesinden çok daha fazlasıydı. Siyasi bir mesaj gönderdi: Taban canlı, örgütleniyor ve toplu sözleşmelerin içeriğinin ve bunların yenilenmesi etrafındaki mücadelelerin ötesine geçen sorular soruyor. Etkisi geleneksel Sol Parti tabanının ötesine geçti ve sendikalarda aktif olan çok sayıda insanı kendine çekti; partiye yakın olsunlar ya da olmasınlar, örgütlü olsunlar ya da olmasınlar.

Göçten etkilenen iş dünyası aktivistleri ve sendikal hareketin çeşitli kesimlerinden gelen mücadeleler, önceki konferanslara göre daha da görünür hale geldi. Platform, sendika liderlerinin ve resmi çevrelerin önde gelen temsilcileri tarafından değil, Tesla, Charité Tesis Yönetimi (CFM), perakende sektörü ve diğerlerinden şirket anlaşmazlıklarına karışan meslektaşları tarafından domine ediliyordu.

Umut ve endişe arasında

Ortam heyecan verici, neredeyse coşkuluydu; umut, yenilenme ve mücadele duygusunun bir karışımıydı; aynı zamanda her zamankinden daha ciddi ve endişeliydi; mevcut duruma uygundu. Özellikle mücadeleci konuşmalara sık sık alkışlar, sloganlar, tezahüratlar ve hatta gözyaşları eşlik etti. İşçilerin maruz kaldığı aşağılanma ve kötü muamelenin toplumda sıradanlaştığı bir dönemde, saygı ve onur özlemi duyuluyordu.

Kenarlarda ise her zamanki gibi abartılar ve eleştiriler vardı. Bazı mezhepçi gruplar kendilerini talihsiz bir şekilde ortaya koydular: Die Linke’ye yönelik “eleştirileri” -örneğin, “sadece AfD’nin hâlâ bir barış partisi olduğu” iddiası- birçok kişide anlaşılmazlığa yol açtı. Hem analitik açıdan hatalı hem de etkisi tehlikeli olabilecek bir abartı. Bir şey netleşti: Anti-militarist mücadelenin ayrıştırıcı değil, birleştirici bir temele ihtiyacı var.

Ve konferans tam da bunu öneriyordu, bu konuda da: Filistin’le ve Almanya’daki dayanışma hareketiyle dayanışma göstermekten çekinmemek. Tam tersine, hiç kimse bugün sendikal hareketin uluslararası dayanışmanın en gelişmiş ifadesi olduğunu tartışmayacaktır.

Bu konferansın gerçekleştirilmesinde sol kanadın önemli katkıları bulunan aygıtların rolü daha eleştirel bir şekilde incelenmeyi hak ediyor. Çünkü sendika bürokrasisinin tam da bu kesimi, sendika yapılarını dönüştürmeye yönelik her türlü harekete karşı her zaman açıkça düşmanca olmasa da temel bir şüphecilikle yaklaşmaktadır.

Oryantasyon ve hedefler

Konferansın teması “daha fazla çatışmaya, daha fazla demokrasiye, daha fazla siyasete doğru ilerlemek” idi ve pek çok tartışmanın odağında tam da bu çizgi vardı. Merkezi temalardan biri şuydu: Bu konferansların mevcut formatı sendikaların derin bir şekilde siyasallaşmasını teşvik etmeye yeterli mi?

Açık olan şeylerden biri de sendikanın nasıl örgütlendiğinin her şeyden çok daha fazla fark yarattığıdır. Şirket içi fiyat mücadeleleri ve toplu sözleşmelerin yenilenmesiyle sınırlı örgütlenme yöntemleri yeterli değildir. Şirket içindeki günlük işlerle toplumun siyasallaşması arasında stratejik bir bağ kurulmalı; vekaleten siyaset yapılmadan, tek seferlik olaylar yaratılmadan. İşte bu bağlamda “görünmez arka plan çalışması” (” Kleinarbeit “) kavramı anahtar sözcük haline geldi. Propagandanın bittiği, örgütlenmenin başladığı an. Sözde “ilerici” çevrelere odaklanmak yerine “kitlelere” yönelmek. Çatışma kültürünü gizli ama sürekli bir biçimde geliştirmek. Gürültü yapmadan, reklam peşinde koşmadan – ama her gerçek hareketin merkezine çatışmayı koyarak. Bu konu üzerinde özel bir düşüncenin geliştirilmesi gerekmektedir.

Uygulama teoriyle buluştuğunda: stratejik öğrenme alanları

Labor Notes (ABD) ‘dan Keith Brown ile birlikte organize edilen ve Violetta Bock liderliğindeki çalıştay , siyasi eğitimin pratik ölçütlere bağlanmasının güzel bir örneğiydi. 200’ü aşkın katılımcıyla konferansın en çok katılım alan etkinliklerinden biri oldu.

Karışım mükemmeldi: ABD’deki örgütlenme pratiklerine dair örnekler , Trump’a karşı mücadele ve sendika kırma konusunda detaylı bilgiler  ve aynı zamanda kişinin kendi işyerinde örgütlenmesi için araçlar. Birçok kişi atölyeden şu duyguyla ayrıldı: Yarın başlayabilirim.

Hatta IGBCE (Kimya-Enerji-Maden) sendikasının bile ekiplerine yeni bir canlılık kazandırmak için örgütlenmeyi keşfetmesi, bu yaklaşımların artık sendikal yenilenmenin ne kadar merkezinde yer aldığını gösteriyor.

Yeniden silahlanmayla barış olmaz

Kapanış oturumunda yeniden silahlanmaya ve savaş endüstrisine karşı net bir duruş sergilenirken, yönetimin uyum sağlama çizgisine karşı mücadele etmek için önümüzdeki sendika kongrelerinde birleşme çağrısı yapıldı. Bu mücadeleye kaç meslektaşımızın katılacağını bilmek için henüz çok erken. Ama çağrı yapıldı.

Konferansın eş organizatörü Fanny Zeise, sendika yenilenmesinin üç temel unsurunu belirledi: “Çatışmaya daha fazla açıklık, daha fazla demokrasi ve daha fazla siyaset – neoliberalizmin giderek artan karşı rüzgarının bizden talep ettiği şey budur.”

Fanny, cumartesi akşamı yaptığı konuşmada, gelecekteki federal hükümetin mevcut sorunlara değinmediğini söyledi. Tam tersine, 100 yıl önce zorlu mücadelelerle kazanılan sekiz saatlik işgününe saldırıyor. Söz konusu olan, halkla ve özellikle işçilerin greve hazır olduğu işyerlerinde direniş oluşturmaktır.

Teşvikten daha fazlası: stratejik bir an

6. Sendika kongresi sadece cesaretlendirme toplantısı değildi. Bu, durağan kalmayıp çatışmayı, siyasi netliği ve insanları bir araya getirmek için nasıl örgütleneceğini yeniden düşünmek isteyen bir hareket için bir dayanak noktası, hatta belki de bir dönüm noktasıydı. Böylece Rosa Luxemburg Vakfı sadece alan sağlamakla kalmamış, aynı zamanda umut ediyoruz ki sol görüşlü sendikal hareketin gelecekte güvenebileceği sürdürülebilir bir yapıyı da güçlendirmiştir.

6 Mayıs 2025

Savaş İçindeki Ukrayna’da Sosyalist Bir Bakış Açısı – Patrick Le Tréhondat

Sotsialnyi Rukh: Ukraynalı bir Sosyalist Örgüt

Tam kapsamlı savaşın başlamasından sekiz ay sonra Sotsialnyi Rukh (Sosyal Hareket) aktivistlerini Kiev’de ulusal bir konferansta topladı. 17 Eylül 2022’de çok zor şartlar altında gerçekleşen bu etkinlik, durum değerlendirmesi yapmak ve örgütün yol haritasını ortaya koymak amacıyla gerçekleştirilmiştir.

24 Şubat 2022’den bu yana geçen ayları değerlendiren Sotsialnyi Rukh, “sivil toplumun devletin rolünü yerine getirmek ve ondan yardım beklemek yerine neredeyse tüm toplumsal işlevlerini üstlenmek zorunda kaldığını” vurguladı.

Açıklamada, savaşın “yeni öz örgütlenme ve halk siyaseti biçimlerine yol açtığı” ifade edildi:

Halkın ulusal kurtuluş savaşı temelinde harekete geçirilmesi, halkın ortak bir davaya katılım duygusunu ve bu ülkenin oligarklar ya da şirketler sayesinde değil, sıradan insanlar sayesinde var olduğu bilincini güçlendirdi. Savaş Ukrayna’daki toplumsal ve siyasal yaşamı kökten değiştirdi ve biz bu yeni toplumsal örgütlenme biçimlerinin yok olmasına izin vermemeli, aksine onları geliştirmeliyiz.

Sotsialnyi Rukh, ileri sürdüğü talepler arasında, “işçilerin denetimi altındaki temel işletmelerin millileştirilmesi” ve “işletmelerin mülkiyet biçimi ve çalışanların yönetimlerine katılımı ne olursa olsun, tüm işletmelerde muhasebe defterlerinin açılması, bu hakkın gerçekleştirilmesi için ayrı seçilmiş organlar ve komitelerin oluşturulması” gerektiğini vurguladı.

Böylece örgüt, ülke savunması görevinde yetersiz kalan oligarşik bir iktidar karşısında zorunluluk olan, toplumun halk tarafından kontrol ve yönetimi için kendi kendini yöneten bir siyasi yönetim kurmuştur. Nitekim bu örgütün üyesi Katya Gritseva, Kasım 2022’de Paris’e yaptığı ziyarette verdiği bir röportajda “birçok kişinin gönüllü olduğunu” gözlemlemiştir:

Karşılıklı yardımlaşma içinde olurlar, böyle bir duruma hazırlıksız olan devletin eksikliklerini telafi etmek için devlet dışı örgütler kurarlar. Bu öz örgütlenme dinamiği, muhafazakârların, hatta aşırı sağın geri dönüşüyle ​​çelişiyor. Sol için önemli olan, bu dinamiğin lehine hareket etmek, işçilere, halka yardım etmektir; ama bunu yaparken de Stalinistlerin yaptığı gibi ders vermeye kalkışmamaktır.

O tarihten bu yana, Sotsialnyi Rukh, tüm olumsuzluklara rağmen, Rus saldırganına karşı anti-emperyalist direnişe tüm gücüyle katılırken, bu sosyalist yönelimini sürdürdü. Aktivistlerinin birçoğu silahlı kuvvetlere katılmış durumda ve örgüt onlara maddi destek sağlamak için (özellikle insansız hava araçlarının satın alınması için) sürekli olarak bağış toplama etkinlikleri düzenliyor.

Sotsialnyi Rukh ayrıca, özellikle otoriter bir hiyerarşi karşısında askerlerin sorularına cevap vermek ve sorunlarını çözmelerine yardımcı olmak için bir yardım hattı işleterek, askerlerin sosyal haklarını savunmalarına yardımcı oluyor.

Sosyalist Ruh küçük bir örgüttür, ama küçük bir grup değildir. İçerisinde örneğin Marksist ve liberteryen duyarlılıklar birbirine karışıyor. Aktivistleri sendikal harekette, FPU ve KVPU konfederasyonlarında, ayrıca sağlık çalışanları sendikası Be Like Us, öğrenci sendikası Priama Diia ve kiracılar sendikası gibi bağımsız sendikalarda yer alıyor.

Sotsialnyi Rukh, egemen sınıfların hizmetinde olan ve Ukrayna proletaryasının toplumsal kazanımlarını adım adım yok eden ve çoğu zaman etkisiz kalan Ukrayna iktidarına karşı, sömürülen ve ezilenlerin demokratik öz-örgütlenmesini mümkün olan her yerde teşvik ediyor. Şirketlerin çalışanlar tarafından kontrol edilmesi ve yönetilmesi çağrısında bulunurken, örneğin bombalama saldırıları sırasında sığınak arayanları tehlikeye atan ciddi arızaların ardından hava sığınaklarının halk tarafından kontrol edilmesi çağrısında bulunuyor.

Sotsialnyi Rukh, üyelerinin eğitimine ve fikirlerin tartışılmasına da büyük önem veriyor. Savaşa rağmen canlı ve eleştirel bir entelektüel hayata katkıda bulundu. İşçi haklarının savunulması, Ukrayna işçi hareketinin tarihi, Güney Amerika’daki devrimci hareketin tarihi gibi çok çeşitli konularda düzenli olarak konferanslar düzenliyor. Tüm bu kamu forumları aynı zamanda çevrimiçi olarak da yayınlanıyor. Bazen konuşmacılar başka ülkelerden de geliyor, çünkü Sotsialnyi Rukh, savaş zamanlarında bile Çin bürokrasisinin gerçekleştirdiği Tiananmen katliamını anmayı, İngiliz işçilerinin grevini selamlamayı, dünyadaki (Gürcistan, Filistin, Arjantin, ABD, vb.) işçi ve sömürge karşıtı mücadeleler hakkında bilgi yayınlamayı unutmayan enternasyonalist bir örgüt olduğunu iddia ediyor.

Batı’nın ihanetlerine ve terk edişlerine rağmen Ukrayna’nın verdiği acı dolu ulusal kurtuluş mücadelesinde Sotsialnyi Rukh, ülkenin varoluş mücadelesini, Ukraynalı kitlelerin kendi kaderini tayin hakkı ve kendi kendini örgütlemesi yoluyla toplumsal kurtuluşla birleştiren sosyalist bir perspektifi savunmaktadır.

Bu koleksiyon, bu mücadeleyi ve aynı zamanda demokratik özyönetim sosyalizmine doğru bu somut yaklaşımı (ve onun geçiş yollarını) resmediyor. Deneyimi, toplumsal pratikleri ve siyasi yazıları, uluslararası solun 21. yüzyılda özgürleşmeye yönelik bir program geliştirme çabaları için paha biçilmez bir değer teşkil ediyor.

Patrick Le Tréhondat
Patrick Le Tréhondat, Dayanışma Yazı İşleri Tugayları ve Ukrayna’ya Yönelik Avrupa Destek Ağı’nın Fransız Komitesi üyesidir. 1 Mayıs 2025.

1 Mayıs’ta Anti-Faşist ve Anti-Emperyalist Direnişin Bayrağını Yükseltelim! – IV. Enternasyonal

Dördüncü Enternasyonal Yürütme Kurulu’nun Açıklaması

5 Nisan’da ABD’de Trump ve aşırı sağcı hükümetine karşı duyulan büyük öfke, 1.300 eylemde 500.000 kişiyi bir araya getirdi. Bu büyük eylemler sadece bir başlangıçtır. Tüm dünyada işçi sınıfına, göçmenlere, ırkçılık mağdurlarına, kadınlara ve LGBTİ+ topluluklara yönelik ağır saldırılar karşısında direnişin mümkün olduğunu göstermektedir.

Sırbistan, Yunanistan, Güney Kore, Türkiye, İngiltere, Almanya, Arjantin ve Hindistan gibi pek çok ülkede halk, kendi hükümetlerine ve aşırı sağa karşı ayaklandı. Bu direnişlerin çoğunda gençler belirleyici bir rol oynadı. Siyonist devletin Gazze’de yürüttüğü soykırıma karşı ayağa kalkan yüz binlerce genç — özellikle emperyalist ülkelerdeki farklı etnik kökenlerden gelenler ve Siyonizm karşıtı Yahudiler — anti-emperyalist ve aşırı sağ karşıtı mücadelenin yolunu gösteriyor. Bu hareket, aynı zamanda Rus işgaline karşı Ukrayna direnişiyle, Fransız emperyalizmine karşı Kanak halkının mücadelesiyle ve tüm diğer anti-faşist ve anti-emperyalist dayanışma ve direnişlerle güçlü bağlar kuruyor.

1 Mayıs 2025, dünya genelinde savaş politikalarına, aşırı sağa, liberalizme ve halkların demokratik, ekonomik ve sosyal haklarını hedef alan saldırılara karşı uluslararası dayanışmayı yükseltme günüdür. Dünyanın dört bir yanında Filistin bayrağı, direnişin simgesi olarak göndere çekilecektir.

Dünya giderek daha istikrarsız, belirsiz ve tehlikeli bir hale geliyor. Kapitalizmin neden olduğu iklim felaketi ve çok boyutlu krizlerle karşı karşıyayız. Putin ve Trump’ın otoriter, yabancı düşmanı, korumacı siyasetleri; ticari ve emperyalist savaşlarla bu krizi daha da derinleştiriyor. Trump’ın uygulamaları işten çıkarmaları artırıyor, ekonomik krizi ve enflasyonu ağırlaştırıyor, ekokırıma ve emperyalist talana ivme kazandırıyor.

Trump, Putin, Netanyahu, Meloni, Orbán, Erdoğan, Modi, Xi Jinping ve Marcos gibi otoriter ve emperyalist ya da bölgesel emperyalist hükümetler bu saldırıların başını çekiyor. Bunların gerici muhafazakârlığı; kadınların üreme haklarına, LGBTİ+ bireylere — özellikle trans bireylere — basın ve ifade özgürlüğüne, göçmenlere ve ırkçılığın hedefi olan, yasa dışı ilan edilen, ailelerinden koparılan, hapsedilen ve sınır dışı edilen milyonlara yönelik ağır saldırılarla birleşiyor.

Bu koşullar altında, Dördüncü Enternasyonal; milliyet, etnik köken, toplumsal cinsiyet ya da cinsel yönelim gözetmeksizin, eşit haklarla hareket ve yerleşim özgürlüğü için verilen mücadelenin aciliyetini vurgulamaktadır. Fiyatların dondurulmasını, ücretlerin artırılmasını, gayrimeşru borçların iptalini ve bankalarla büyük enerji şirketlerinin kamulaştırılmasını talep ediyoruz.

Trump ve Putin’in savaş politikalarına — Ukrayna’nın işgali, Filistin’deki soykırım ve Ukrayna’nın zenginliklerini paylaşmaya yönelik aralarındaki anlaşma girişimlerine — verilecek yanıt militarizm olamaz. Avrupa Birliği, savaş çığırtkanlığına ve kemer sıkma politikalarına dayanan üçüncü bir ekonomik ve askeri kutup oluşturmak üzere kendini örgütlemeye çalışıyor

Putin ve Trump’a karşılık verme bahanesiyle askeri bütçeler artırılıyor. Bunun için  sağlık, eğitim, sosyal yardım, kamu istihdamı ve özellikle Trump’ın yaptığı gibi Küresel Güney’e yönelik yardımların budanması gerektiğini iddia ediyor.

Bu yönelim insanlık için yeni savaş tehditleri, nükleer yıkım riski, dünya çapında neo-faşizmin yükselişi ve iklim krizine karşı mücadelede kararlı bir geri çekilme anlamına geliyor. Dördüncü Enternasyonal, savaşa, militarizme ve özellikle nükleer silahlanmaya karşı küresel bir hareketin inşasını hayati görüyor. Bu hareket, başta Filistin ve Ukrayna olmak üzere Kongo, Sudan, Sahel, Kürdistan, Ermenistan, Yemen, Myanmar gibi emperyalizmin ve bölgesel tahakkümün hedefi olan tüm halkların direnişlerini dışlamaz — tersine, onlarla doğrudan bağlantılıdır. Çünkü adalet olmadan barış olmaz.

Şiddet yerine işbirliğine, rekabet yerine (doğal kaynakların, ulaşımın, bankaların kamusal denetimine dayanan) toplumsallaşmaya, neyi üreteceğimize ve hangi ürünlerin dolaşımına onay vereceğimize dair demokratik tercihlere, aşırı sağın körüklediği nefrete karşı dayanışmaya dayalı başka bir dünya kurmak istiyoruz.

Bu mücadelenin ön saflarında aşırı sağa, liberal iktidarlara ve savaşa karşı direnenler ile Filistin’in ve Ukrayna’nın özgürlüğü için mücadele edenler bulunuyor.

Dördüncü Enternasyonal bunu 18. Kongresi’nde kabul ettiği Ekososyalist Devrim Manifestosu’nda ifade etmiştir. 1 Mayıs vesilesiyle işçileri, köylüleri, emekçi mahallelerinin halkını, ezilen halkları ve sınıfları dünyayı dönüştürmek üzere harekete geçmeye çağırıyoruz. Aşırı sağın yükselişi ve tüm hükümetlerin otoriter politikaları karşısında, militarizm, emperyalizm, neo-faşizm ve neo-liberalizme karşı birleşik kampanyalar örmek zorundayız. Güç ilişkilerini değiştirelim!

1 Mayıs’ta haykıralım:
– Emperyalizme ve otoriterliğe karşı uluslararası dayanışma!
– Savaşları ve militarizmi durduralım! Filistin özgürleşsin! Rus askerleri Ukrayna’dan çekilsin!
– Dünyanın her yerinde aşırı sağa dur diyelim!
– Ekososyalist devrim için işçilerin taleplerini savunalım!

28 Nisan 2025

Suriye: Alevi Katliamları, Mezhepçilik ve Geçiş Adaleti – Joseph Daher

Aralık 2024’te Esad rejiminin devrilmesinin ardından oluşan coşku, Mart 2025’in başlarında yeni kurulan Suriye ordusuna bağlı silahlı gruplar tarafından kıyı bölgelerindeki Alevi sivillere yönelik büyük çaplı katliamların ardından büyük ölçüde dağıldı.

Bu trajik olayların ardından iktidardaki yeni yönetime bağlı silahlı gruplar, Alevi sivillere yönelik yeni suikastlar ve başka saldırılar gerçekleştirdi. Uluslararası Af Örgütü’nün kıyı şeridinde son dönemde yaşanan ölümcül olaylara ilişkin raporunun yayımlanmasının ardından örgütün genel sekreteri şunları söyledi: “Sivilleri kasten öldürmek veya yaralı, teslim olmuş veya esir düşen savaşçıları kasten öldürmek bir savaş suçudur.”

Başlangıçtaki şiddet olayları, eski Esad rejimine bağlı silahlı kişilerin, iktidardaki yeni yönetimin güvenlik güçlerine ve sivillere yönelik saldırıları koordine etmesiyle başlamış olsa da, Suriye ordusunun farklı kesimleri tarafından yürütülen baskı kampanyası daha sonra kitlesel olarak sivillere ve Alevi ailelere yönelik suikast kampanyalarına dönüşmüş ve yüzlerce sivilin ölümüyle sonuçlanmıştır .

Ayrıca bu katliamlar nedeniyle yaklaşık 13 bin Suriyeli Lübnan’ın kuzeyine, on binlercesi de ülkenin iç kesimlerine kaçtı.

“Esad rejiminin kalıntılarıyla mücadele” bahanesiyle gerçekleştirilen bu katliamlar, esas olarak mezhepsel nefret ve “intikam” duygusundan kaynaklanmış, Alevi toplumunun tamamı yanlış bir şekilde eski rejimle özdeşleştirilmiştir. Oysa Alevilerin büyük çoğunluğu eski rejime bağlı silahlı unsurların güvenlik güçlerine yönelik gerçekleştirdiği silahlı saldırıları desteklememiştir. Ayrıca katledilen sivillerin birçoğu Esad rejimine karşı gelmiş ve rejimin Aralık 2011’de devrilmesini kutlamıştı.

Bu trajik olayların ardından sosyal medya mezhepçi ve nefret söylemleriyle dolup taşarken, Suriye İnsan Hakları Merkezi Direktörü Fadel Abdulghany’nin de aralarında bulunduğu önde gelen insan hakları aktivistleri katliamları haberleştirdikleri ve belgeledikleri için tehdit ve hakaretlere maruz kaldı.

Sahil kesimindeki Alevi nüfusa yönelik katliamların sorumluluğu yeni Suriye yönetimine aittir. Sadece şiddetin ve mezhepsel nefretin yükselişini engelleyememekle kalmadılar, aynı zamanda hem doğrudan doğruya hem de bu katliamlara yol açan siyasal koşulları yaratarak buna aktif olarak katkıda bulundular.

Nitekim Alevi bireylere ve topluluklarına yönelik insan hakları ihlalleri, kaçırma ve öldürmeler de dahil olmak üzere son aylarda artış göstermiş ve bunlardan bazıları, örneğin Aralık 2024’teki Fahil katliamı ve Şubat 2025’teki Arzah katliamı , kıyıdaki katliamların provaları gibi görünmektedir.

İktidardaki yetkililer her defasında bu eylemleri münferit olaylarmış gibi sunmuş, faillerine karşı ciddi tedbirler almamışlardır.

Ayrıca, Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ve Suriye yetkilileri, Alevi toplumunu, eski rejimin Suriye halkına karşı kullandığı bir araç olarak sürekli olarak resmetmektedir.

Nitekim Suriye Dışişleri Bakanı Esad el-Şibani, Belçika’nın başkenti Brüksel’de düzenlenen 9. Suriye Bağışçıları Konferansı’nda yaptığı konuşmada, “54 yıllık azınlık yönetimi, 15 milyon Suriyelinin yerinden edilmesiyle sonuçlandı…” diyerek dolaylı olarak, Esad ailesinin kontrolündeki bir diktatörlüğün değil, ülkenin onlarca yıldır Alevi toplumunun bir bütün olarak yönettiğini ima etmiştir.

Alevi isimlerin eski rejimde, özellikle askeri ve güvenlik teşkilatında önemli mevkilerde yer aldığı yadsınamazken, devletin ve onun temel kurumlarının niteliğini “Alevi kimliği”ne indirgemek veya rejimi dini azınlıkları kayıran, Sünni Arap çoğunluğa karşı sistematik ayrımcılık yapan bir rejim olarak göstermek hem bir hatadır hem de gerçeklikten uzak bir analizdir.

Mezhepçiliğin araçsallaştırılması eski rejimin nihai hedefi değildi, daha ziyade iktidarını sürdürmenin bir aracıydı.

Bu gerginliklerin ve mezhepsel nefretin, bölge halkları arasında kökleşmiş kadim dinsel ayrılıklardan veya kökleşmiş herhangi bir şeyden kaynaklanmadığının açıkça belirtilmesi gerekir. Mezhepçilik ve mezhepsel gerginlikler modernitenin bir ürünüdür ve siyasal kökenlere sahiptir. Bu durumda mezhepsel dinamikler, eski Esad rejiminin Suriye halkını bölmek için bir araç olarak kullandığı mezhepsel politika ve uygulamalarının yanı sıra, HTŞ ve diğer silahlı muhalif gruplar da dahil olmak üzere yeni iktidar otoritelerinin eylemlerinden kaynaklanmaktadır. Bu gruplar mezhepçiliği aktif bir biçimde araçsallaştırdılar ve bunu politikaları, eylemleri ve söylemleriyle yapmaya devam ediyorlar.

Her Suriyeli için adalet sağlanmazsa kaos daha da derinleşecek

Mezhepçilik temelde iktidarı pekiştirmenin ve toplumu bölmenin bir aracıdır. Ülkenin sorunlarının kaynağı ve güvenliği tehdit eden bir grup olarak, inancı veya etnik kökeni itibarıyla belirli bir kesimi göstererek, işçi sınıfını sosyo-ekonomik ve siyasal sorunlardan uzaklaştırmaya, böylece bu kesime yönelik baskıcı ve ayrımcı politikaları meşrulaştırmaya çalışmaktadır.

Üstelik mezhepçilik, güçlü bir toplumsal kontrol mekanizması olarak işlev görür ve işçi sınıfının, içinde yaşadığı toplumun yönetici elitlerine olan bağımlılığını pekiştirerek sınıf mücadelesinin gidişatını şekillendirir. Sonuç olarak, işçi sınıfı bağımsız siyasal eylem kapasitesinden yoksun bırakılmakta ve toplumsal kimlikleriyle tanımlanmakta, siyasal olarak bu kimlik temelinde hareket etmektedirler.

Bu bağlamda yeni iktidar, eski Esad rejiminin izlerini takip ediyor, mezhepçi politika ve uygulamaları bir yönetim ve toplumsal ayrıştırma aracı olarak kullanmaya devam ediyor.

Mezhepsel dinamiklerin ötesinde, son olaylar aynı zamanda iktidardaki yeni otoritelerin, tüm bireylerin ve grupların savaş suçlarından sorumlu tutulmasını sağlamayı amaçlayan kapsamlı ve uzun vadeli bir geçiş adaleti çerçevesi oluşturma konusundaki başarısızlığının ve reddinin sonucudur.

Sürdürülebilir ve barışçıl bir geleceğin önünü açmak için Esad rejiminin sistematik vahşet mirasının ele alınması önemlidir. Bu yaklaşım, intikam eylemlerinin sınırlandırılması ve toplumlar arası artan gerginliğin azaltılması konusunda belirleyici bir katkı sağlayabilirdi.

Cumhurbaşkanı Ahmed el-Şara, Suriye sahilindeki olayları araştırmak üzere bir soruşturma komisyonu kurdu ve iç barış için yüksek komisyon oluşturdu. Ancak, bulguların açıklanması hala bekleniyor ve resmi son tarih 9 Nisan olarak belirlendi. Bu arada, bu bölgelerdeki Alevi sivillere yönelik insan hakları ihlalleri devam ediyor.

Uluslararası Af Örgütü’nün kıyı bölgelerindeki son olaylara ilişkin raporuna ve hükümetin rolüne yönelik daha geniş eleştirilere yanıt olarak Suriye İçişleri Bakanlığı’ndan bir kaynak, The New Arab’ın kardeş yayını olan El Arabi el Cedid’e , “Sahadaki verileri ve gerçekleri göz ardı etmek ve soruşturma komisyonunun çalışmalarını karalamak, nesnelliğin en temel standartlarına aykırı bir titizlik eksikliğidir.” Dedi. Bu, geçmişi bilinen, Suriye’ye hem millete hem de halkına düşman ülkelerle ittifakı aşikar olan aktörlerin yürüttüğü bir siyasi proje lehine bir tarafgirliği ifade etmektedir.”

Bununla birlikte Ahmed al- Şara ve iktidardaki müttefikleri, kapsamlı bir geçiş adaleti mekanizması kurmakla ilgilenmiyorlar; çünkü bunun kendilerini de sivillere ve çeşitli yerel nüfusa karşı işledikleri suçlar ve suistimaller nedeniyle hesap vermeye maruz bırakacağından korkuyorlar.

Ayrıca, geçiş adaleti, eski rejimle bağlantılı iş adamlarına yasadışı olarak verilen devlet varlıklarının geri alınmasını ve kamu ve devlet fonlarının özelleştirilmesi veya devlet arazilerinin işçi sınıfı ve genel çıkarlar aleyhine devredilmesi gibi ciddi mali suçlardan sorumlu olanların hesap vermesini amaçlayan eylemleri içeriyorsa, toplumsal bir boyut da taşıyabilir.

Yeni iktidarın, eski Cumhurbaşkanlığı Sarayı ile bağlantılı iş dünyası figürleriyle anlaşmalar ve düzenlemeler yapmayı hedefleyen ekonomik yönelimi, neoliberal politikaları derinleştirme ve kamu varlıklarını özelleştirme arzusu, kapsamlı bir geçiş adaleti sürecinin ilkeleriyle bir kez daha çelişmektedir.

Son yaşananlar, gelecekte açılacak cezai kovuşturmalara delil toplamak ve mağdurların hafızasını ve geçmişini korumak amacıyla Suriye’deki insan hakları ihlallerini belgelemeye devam etmenin önemini vurgulamaktadır.

Yalnızca, tüm mezhepsel ve etnik kökenlerden emekçi sınıfların geniş katılımıyla demokratik ve kapsayıcı bir süreç, mezhepsel şiddet döngüsünü kırabilir ve insan hakları ihlallerinin faillerinin hesap vermesini sağlayabilir.

Bunun için Suriyeli aktivistlerin, demokratik ve ilerici grupların iktidardaki yeni yönetime karşı dengeleyici bir güç oluşturması, özellikle adalet ve cezasızlıkla mücadele konularında taviz vermeleri için baskı yapması gerekiyor. Eski bir söz vardır: Adalet olmadan barış olmaz.

Joseph Daher

Kaynak: The New Arab , 3 Nisan 2025:
https://www.newarab.com/opinion/no-hope-justice-if-sectarianism-new-syrian-state-doctrin

Görsel: ALI HAJ SULEIMAN / GETTY IMAGES VIA AFP

Çeviri: İmdat Freni

Yunanistan: Kitle Hareketi Yeniden Rayına Oturdu! – Manos Skoufoglou

28 Şubat 2025 Yunanistan için tarihi bir gündü. Genel grev, Yunan devletinin tarihinde değilse bile, 1974 askeri cuntanın düşüşünden bu yana ortaya koyulan en büyük seferberliği temsil ediyordu. Arjantin, Güney Kore ve Avustralya’ya kadar düzinelercesi yurtdışında olmak üzere 260’tan fazla şehirde eşi benzeri görülmemiş mitingler düzenlendi.

2023 yılında, bir yolcu treni ile bir yük treni arasında meydana gelen büyük bir kazada 11 işçi ve çoğunluğu gençlerden oluşan 46 yolcu hayatını kaybetti. Bu kaza, Yunan hükümetlerinin, IMF’nin ve AB’nin ekonomik uyum programları tarafından dikte edilen özelleştirme ve elden çıkarma politikalarının bir parçası olarak ulusal demiryolu şirketinin İtalyan Ferrovie di Stato Italiano‘ya satılmasının ardından hızlanan uzun bir kötüye gidiş sürecinin sonucuydu.   O dönemde de büyük gösteriler ve iki büyük genel grev organize edildi. Ancak, Komünist Parti de dahil olmak üzere sendika bürokrasisi daha fazla grev çağrısı yapmayı reddetti ve kitle hareketi geri çekildi.

Birkaç ay sonra sağcı hükümet yüzde 41 gibi çarpıcı bir oy oranıyla yeniden seçildi ve bu sonuç solun geniş kesimlerinde hayal kırıklığı yarattı. Bu kesimler öfkenin sonuçlarının toplumsal bilince yansıması için henüz çok erken olduğunu göremedi ancak tohum ekilmişti.   Kısa bir süre önce, şirketi ve devlet yetkililerini ifşa edebilecek kanıtların fiziksel olarak gömülmesi de dahil olmak üzere açık bir örtbas vakası ortaya çıktı. 26 Ocak’ta, kurbanların ailelerinin kurduğu dernek tarafından yapılan bir miting çağrısı Yunanistan’da ve yurtdışında 200’den fazla şehirde binlerce kişinin ilgisini çekti. Bu durum gündemi değiştirdi.

Kamu sektörü çalışanlarının Ulusal Konfederasyonu ve özel sektörün radikal birincil ya da ikinci düzey sendikaları kazanın yıldönümünde grev çağrısında bulundu. İlk başta Ulusal Özel Sektör İşçileri Konfederasyonu bürokrasisi bu çağrıya katılmayı reddetti. Ancak aşağıdan gelen baskı kısa sürede karşı konulamaz hale geldi. Kararlarını değiştirmek zorunda kaldılar ve 28 Şubat genel grev günü oldu.

Hükümetin küstah tavrı katılımı ateşledi

Greve giderken katılımın olağanüstü olacağı belliydi. Hükümetin üst kademelerinden gelen küstah ve saygısız açıklamalar durumu daha da ateşledi ve yanardağ patladı. Neredeyse hiç kimse işe gitmedi ve neredeyse hiçbir şey çalışmadı.  Her şehirde gösterilere katılımın toplam nüfusun yüzde 25 ila yüzde 40’ı arasında olduğu ve protestocular arasında çok büyük oranda gençlerin bulunduğu belirtiliyor.   Atina’da yoğun polis baskısı kalabalığı saatlerce dağıtmakta başarılı olamadı.  

Çok geniş, küçük burjuva katmanları demokratik adalet talepleriyle harekete geçirildi. Ancak, asıl önemli rolü oynayan işçi sınıfı oldu. Ülkedeki demiryollarının perişan durumu göz önüne alındığında, trenle seyahat edenler çoğunlukla işçi sınıfı ve üniversite öğrencileri olduğu için, kurbanların çoğu işçi sınıfına mensuptu. İşçi sınıfının gelirindeki erozyona karşı biriken öfke patlamayı daha da körükledi.  

Başlangıçta örgütlü işçilerle yakınlaşmak için çok çalışılması gereken Indignados hareketinin aksine, sendikalar, kazada çocuklarını kaybeden ailelerin kurduğu dernek ile birlikte örgütleyiciydi. Bu durum, başından beri grev talep eden tren makinistleri sendikasının aksine, tamamen hükümet tarafından kontrol edilen ulusal demiryolu işçileri sendikasının hain rolüne rağmen gerçekleşti.  

Son birkaç gün içinde Mitsotakis hükümeti çizgisini değiştirdi. Grevi, “muhalefet tarafından istismar edilmemesi gereken bir ulusal yas günü” olarak gösteriyorlardı. Ancak oyunu değiştirmek için artık çok geçti.   Hükümet sadece güvenilir bir muhalefetin olmaması nedeniyle bir arada kaldı. Ancak ikinci bir greve dayanması çok zor olacak.  

Demiryolunu satan SYRIZA hükümeti inandırıcılıktan yoksun

Aşırı sağdan sola tüm muhalefet, en azından sözde, hareketi destekliyor. Ancak aşırı sağ, hükümetin krizinden faydalanmasına rağmen, eylemlerde aktif bir rol oynayamıyor. Ocak ayında, mitingden önce birkaç aşırı sağcı pankart ortaya çıkmış, ancak miting başlar başlamaz ortadan kaybolmuştu. Grevde ise aşırı sağ hiç yoktu, tabii aralara gizlenmiş şekilde değilse. Birkaç olayda, kalabalık arasında tespit edilen faşistler, aktivistlerin saldırısına uğradı. Yalnızca kitlesel hareketin bir yenilgisi, aşırı sağa bu öfkeyi gerici bir yöne saptırma fırsatı verebilir. Bu nedenle mitingde görülebilen solun pankartları ve bayraklarıydı. Ancak şu da bir gerçek ki hiçbir parlamenter, merkez sol ya da reformist parti yeterli değildi.  

SYRIZA inandırıcılıktan yoksun çünkü demiryolunu satan aslında SYRIZA hükümeti. PASOK’un sosyal-demokratları son yıllarda biraz toparlandılar, ancak hareketten karlı çıktıkları söylenemez. Ayrıca Yunanistan krizindeki her bir kemer sıkma anlaşmasına oy veren tek parti.   SYRIZA’dan ayrılan Konstantopoulou’nun popülist partisi kamuoyu yoklamalarında güç kazanıyor ancak sendikalarda ve kitle hareketinde hiçbir gücü yok. KP’nin önemli güçleri var ama hükümetin istifası (PASOK tarafından bile dile getiriliyor) ya da demiryollarının kamulaştırılması gibi radikal talepleri desteklemeyi reddediyor.  

Hiçbir parti gerçek anlamda muhalefete liderlik etmiyor. Siyasi sistemin krizin ilk yıllarını andıran mevcut parçalanmışlığı yeni fırsatlar barındırıyor.   Bağımsız antikapitalist ve devrimci örgütler, kısıtlı ama mevcut güçleriyle önemli bir rol oynadılar. Sendikalar üzerindeki baskıya katkıda bulundular. Mitingin ön saflarında, sahnenin önünde iyi bir şekilde konumlandılar. Devam edilmesi gerektiği konusunda ısrarcı oldular. Eylemlerin geniş çoğulculuğu karşısında sekter bir duruştan kaçınırken, kitle hareketine daha radikal bir yönelim önermeye, sınıfsal doğasının altını çizmeye ve öz örgütlenmesi için araçlar sağlamaya çalışan bağımsız bir bakış açısını sürdürüyorlar.  

Bununla birlikte, bu rolü oynamak ve reformistlerin liderliğine itiraz etmek, kendi sınırlamalarımızın, programatik olgunlaşmamışlıklarımızın, tereddütlerimizin veya rutinlerimizin üstesinden gelmeyi gerektiriyor. Yeni kilometre taşlarına ihtiyacımız var. Bunlardan ilki, sendikaları ve kitleleri harekete geçirerek 2023’te zaten bu rolü oynamış olan kadınlar günüdür. Ardından yeni bir genel greve ihtiyacımız var. Geçmişteki benzer deneyimlere dayanarak, mahallelerde yerel halk meclislerine ve işyerlerinde işçilerin birleşik cephe komitelerine ihtiyacımız var. Hareketin net talepleri desteklemesine ihtiyacımız var: Hükümetin düşürülmesi, demiryollarının işçilerin kontrolü altında kamulaştırılması, güvenli kamu ve ucuz ulaşım, özelleştirmelerin durdurulması.

Ve son olarak, bu kez kurumsallaşmış bir soldan müteşekkil bir hükümet beklentisinin ötesine geçecek bir yönelime ihtiyacımız var, aksi takdirde bir kez daha kitlesel bir hayal kırıklığıyla karşı karşıya kalacağız.

Manos Skoufoglou, OKDE Spartakos Merkez Komitesi ve ANTARSYA Merkez Koordinasyon Komitesi üyesi.   

Bu yazı 7 Mart 2025 tarihinde okde.org’ta, 12 Mart 2025 tarihinde www.internationalviewpoint.org’ta yayınlanmıştır. Ara başlıklar İmdat Freni tarafından eklenmiştir.   Çeviri: İmdat Freni

Kafkasya’da demokrasi için ayaklanma: Gürcistan halkı hükümete karşı

Ashley Smith, Ilya Budraitskis, Ia Eradze, Luka Nakhutsrishv, Lela Rekhviashvili 

Tiflis’te kitlesel gösteri, 5 Aralık 2024. Fotoğraf (https://www.facebook.com/photo/? fbid=1162886352503483&set=pb.100063463873729.-2207520000) Mautskebeli tarafından çekilmiştir.

Tempest’tan Ashley Smith ve Posle Media’dan Ilya Budraitskis, Gürcü aktivist ve akademisyenler Ia Eradze, Luka Nakhutsrishvili ve Lela Rekhviashviliile ayaklanmanın kökleri, gidişatı ve Gürcistan’ın küresel kapitalizm ve emperyalist düzen içindeki yeri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.

Kafkasya’da 3.8 milyon nüfuslu küçük bir ülke olan Gürcistan, derin bir krize sürüklendi. Halk, Rusya tarzı “yabancı nüfuz yasası”, homofobik LGBTQ karşıtı propaganda yasası, son seçimlere hile karıştırılması ve AB’ye üyelik müzakerelerinin askıya alınması nedeniyle iktidar partisi Gürcü Rüyası’na karşı ayaklandı. Milyarder Bidzina Ivanishvili Gürcü Rüyası’nın arkasındaki ipleri elinde tutuyor. Kendisi ülkenin en zengin oligarkı ve neredeyse hükümetin tüm bütçesine ve ülkenin GSYİH’sının beşte birine denk gelen 6.4 milyar dolar servete sahip. Kendisi ve partisi, Batı ile çatışmaları ve Rusya’ya olan eğilimleri ne olursa olsun, ülke halkının, servetinin ve kaynaklarının yağmalanması ve sömürülmesinde tüm emperyalist güçler ve çok uluslu şirketlerle işbirliği yapmakta.

Böylesi bir otoriterlik ve sömürüden bıkan Gürcü halkı, hükümetlerini protesto etmek, demokrasi ve eşitlik için kitlesel gösteriler düzenledi. Gürcü Rüyası, protestoları bastırmak ve protestocuları tutuklamak suretiyle son derece acımasız bir şekilde karşılık verdi. Ancak hareket, geri adım atacağına dair hiçbir işaret göstermiyor ve biz bu yazıyı yayımlarken kitlesel protestolar üst üste yirmi dördüncü gündür devam ediyor. Ülke bıçak sırtında duruyor.
Tempest’tan Ashley Smith ve Posle Media’dan Ilya Budraitskis, Gürcü aktivist ve akademisyenler Ia Eradze, Luka Nakhutsrishvili ve Lela Rekhviashvili ile ayaklanmanın kökleri, gidişatı ve Gürcistan’ın küresel kapitalizm ve emperyalist düzen içindeki yeri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.


Ilya Budraitskis & Ashley Smith: Gürcistan halkı Hükümete karşı yeni bir kitlesel protesto hareketiyle ayağa kalktı. Bu hareketin kökleri kısmen Gürcü Rüyası’nı yeniden iktidara getiren son seçim sonuçlarına bir tepki. Neye dayanarak aday oldular? Muhalefet partileri ve platformları nelerdi? İnsanlar bu seçeneklerden memnun muydu? Sonuçlar ne oldu? Seçimlere hile karıştırıldı mı?


Luka Nakhutsrishvili: Gürcü Rüyası hükümetine karşı kitlesel bir demokratik ayaklanmanın ortasındayız. Yüz binlerce kişi Tiflis’in ana meydanında ve ülkenin dört bir yanındaki şehir ve kasabalarda barışçıl protesto gösterileri düzenliyor. Geçtiğimiz iki hafta içinde, Tiflis’in her yerinde sürekli protesto yürüyüşleri düzenlendiğini gördük. Giderek daha fazla sayıda meslek grubu ve mahalle kendi kendine örgütlenmeye başladı. Bu, yakın tarihimizde eşi benzeri görülmemiş bir durum.
Protestoların asıl kaynağı, Viktor Orban’ın Macaristan’da hükümetini otoriter bir rejime dönüştürmek için kullandığı senaryoyu takip eden iktidar partisinin yarattığı derin meşruiyet krizidir. Ancak Gürcistan Rüyası, illiberal demokrasi anlayışını, Orban tarzının ötesine taşıyarak, seçimlere hile karıştırdı ve protestoculara daha çok Belarus ve Rusya’yı andıran bir biçimde baskı uyguladı. Avrupa Birliği ile katılım müzakerelerinin askıya alınması sadece son damla oldu. Geçtiğimiz iki yıl içinde Gürcü Rüyası dramatik bir aşırı sağa dönüş yaptı. 2012’de iktidara geldiğinde sosyal demokrat olduğunu iddia ediyordu ve Avrupa Parlamentosu’ndaki sosyalist bloğun bir parçasıydı. Pek çok kişi Rusya’ya meyledebileceğinden endişe etse de, AB entegrasyonunu ve NATO üyeliğini desteklemeye devam etti. Ancak Rusya’nın 2022’de Ukrayna’yı işgal etmesinden bu yana, Avrupa şüpheciliğini benimsemek, sağcı milliyetçiliği kucaklamak, gerici cinsiyet politikalarını savunmak, komplo teorilerini siyasi ana akıma taşımak ve Rusya’ya açık sempati ifade etmek için tam bir U dönüşü yaptı.
Gürcü Rüyası korku tellallığı yapan bir platformda, “savaşı değil, barışı seçin” sloganını, bir yanda yıkılmakta olan Gürcistan, diğer yanda yıkılmış Ukrayna görüntüleriyle birlikte kullandı. İma ettikleri şey açıktı; eğer muhalefete oy verirseniz Gürcistan Rusya tarafından istila ve işgal edilecek.

Gürcü Rüyası’nın tabanına gelince, AB ile bütünleşmeye sempati duyan seçmenlerinin çoğunu kaybetmiş olsa da, LGBT karşıtı yasalarını onaylayan, Washington’un Gürcistan’ı küresel bir savaşa sürükleme planına karşı ve Gürcistan’ın egemenliğini ihlal ettiğini iddia ettikleri AB bürokratlarına düşmanlık besleyen aşırı sağcı milliyetçi seçmenler arasında destek kazandı. Seçmenlerinin geri kalanı, Gürcü Rüyası’nın sinizmi kullanarak manipüle ettiği savaş korkusuyla onları destekledi.
Dört ana muhalefet partisi, seçimlerde Gürcü Rüyası’na meydan okumak için koalisyonlar halinde birleşti. Bunların çoğu bir önceki hükümete bağlı olan, teknokrat müesses nizamın partileriydi ve halkın büyük çoğunluğun derdine deva olamayacaklarını gösterdiler. Seçmenlerin çoğu onları sevmiyor ve Gürcü Rüyası’nı yenmek ya da en azından salt çoğunluğu kazanmalarını ve tek başlarına iktidar olmalarını engellemek için taktiksel olarak onlara oy verdiler.

IB & AS: Sonuçta Gürcü Rüyası, sonuçlara hile karıştırdığına dair geniş çaplı iddiaların ortasında çoğunluğu kazandı. Bu doğru mu?

LN: Evet. Anketler en büyük parti olarak kalacağını ancak tek başına hükümet kuracak kadar oy alamayacağını gösteriyordu (Polonya’da geçen yıl yapılan seçimlerde Kaczynski’nin aşırı sağcı partisi gibi). Hiç kimse yüzde 54 oyla kazanacağını tahmin etmiyordu. Bu sonucu garantilemek için, akla gelebilecek her türlü otoriter hileye başvurdular, temelde halkın çoğunun kırılgan sosyal durumunu –ki bu durumu kendileri sistematik olarak yeniden üretti– bir iktidar aracına dönüştürdüler.
Parti, destekçilerinin birden fazla yerde oy kullanmasına yardımcı olmak ve böylece sonuçlarını yükseltmek için oy dönme dolabı dediğimiz şeyi organize etti. Gürcü Rüyası ayrıca, insanların tıbbi bakım da dâhil olmak üzere asgari sosyal refah sistemimize erişimini kesme tehdidiyle insanları kendisine oy vermeye zorladı. Öğretmenler gibi kamu sektöründe çalışanları işlerini kaybetme tehdidiyle korkuttular.
Güvenlik güçleri, yakınları hapiste olan insanlara Gürcü Rüyası’na oy vermedikleri takdirde adil yargılanmayacaklarını söyledi. Muhalefet partilerini desteklediğini bildikleri kişilerin oy kullanmalarını zorlaştırmak için kimlik kartlarını ellerinden aldılar.
 Yüz binlerce göçmenin oy kullanmasını çok zorlaştırdılar. Neden mi? Çünkü bu grup, politikacılardan ve yoksulluktan duydukları hayal kırıklığı nedeniyle ülkeyi terk etmişti ve muhalefete oy verme eğilimindeydiler.
Daha sonra Gürcü Rüyası, cumhurbaşkanının seçim yasalarının kitlesel ihlali nedeniyle seçimlerin anayasaya aykırı olduğunu ilan etmek için açtığı davayı bozdu. Parlamentoyu toplamak için kontrol ettikleri mahkemenin kararını bile beklemediler –ki bu da Anayasa’yı açıkça ihlal eden bir durum. Böylece Gürcü Rüyası, seçimlere ne kadar bariz ve fena bir şekilde hile karıştırdıklarının yarattığı meşruiyet krizini daha da şiddetlendirmek adına her şeyi yapmış oldu.

IB & AS: Ayaklanmanın tetikleyicisi Gürcü Rüyası’nın Avrupa Birliği’ne katılım sürecini askıya alma kararıdır. Özellikle Gürcülerin çoğunluğunun entegrasyonu desteklediği göz önüne alındığında neden böyle bir karar aldı?

Ia Eradze: Gürcistan Rüyası muhtemelen seçimlere hile karıştırmasının ardından çok az protesto ile karşılaştığı için katılım müzakerelerini askıya aldı. Ayrıca kendi iktidarını tehdit eden AB’nin demokratik reform şartlarını da kabul etmek istemiyor. Son olarak Rusya’nın perde arkasından baskı yaptığına şüphe yok.
Görüşmeleri askıya almaları durumu değiştirdi ve benim gibi seçim sonuçları karşısında şoke olan insanları uyandırdı. Yaklaşık iki hafta boyunca felç olmuş gibi hissettim. Hiçbir şey yapamadım. Seçimlerden sonra muhalefet partileri tarafından organize edilen gösteriler oldu ama o kadar büyük değildi.

Katılımın az olması kolektif felcin bir sonucuydu. İnsanların Gürcü Rüyası’na böyle bir zafer kazandıran hilelerin büyüklüğünü kavramaları haftalar aldı. Hayal kırıklığı yüzeyin altında birikmeye başladı. Gürcü Rüyası’nın Anayasamızı ihlal ederek katılım müzakerelerinin askıya alındığını açıklaması, biriken öfkenin barajını yıktı ve bu öfke tüm ülkeye yayıldı.
Açıklamaları pek çok açıdan büyük bir şans. Otoriter bir yönetim kurarken AB müzakerelerine devam ediyormuş gibi sahte anlaşmalar yapmalarından gerçekten korkuyordum. Bu çok daha kötü olurdu. Neyse ki bizim için aşırıya kaçtılar ve şimdi hükümete karşı kitlesel bir hareketin ortasındayız.
Çoğu insan sadece AB üyeliğini protesto etmiyor. Otoriter bir hükümetin Anayasamızı, haklarımızı ve geçim kaynaklarımızı hoyratça çiğnemeye devam etmesini engellemek için sokaklardayız. Gürcistan Rüyası’nın okullardan mahkemelere kadar tüm devlet kurumlarını kendine ve onu kontrol eden oligarkların çıkarlarına hizmet edecek araçlara dönüştürmesine karşı demokrasimizi savunmak için protesto ediyoruz. 

Hükümet ayaklanmamıza tam bir vahşetle karşılık verdi. Devrim planladıklarını iddia ettikleri insanların evlerine baskınlar yapmaya başladılar. Bazı muhalefet liderlerini tutukladılar. Rejim gün geçtikçe daha otokratik bir hal alıyor. Yaklaşık 500 kişi tutuklandı ve bunların çoğu dövüldü; bazılarına işkence yapıldı (kamu avukatı bile birçok tutukluya yapılan muamele işkence olarak değerlendirilmektedir). Son birkaç gün içinde insanların polis tarafından sokaklardan kaçırıldığını gördük. Tutuklular arasında profesörler, üniversite ve okul öğrencileri, sanatçılar ve doktorlar var.
IB & AS: Protestolar neye benziyor? Hangi gruplar ve sınıflardan insanlar katılıyor ve AB’ye katılım onlar için neden önemli? Bunlar özel yasayı protesto edenlerle aynı kişiler miydi? Protestocuların temel talepleri nelerdir?
Ia E: Çok kalabalıklar. Ülkedeki 3.8 milyon insanın büyük bir kısmı gösterilere katıldı. Yaklaşık bir milyon nüfuslu Tiflis’te her gün gün boyu ve gece boyunca en az 100.000 kişi, bazı günler ise 150.000’den fazla kişi protesto gösterileri düzenliyor. Bu protestolar yabancı ajan yasasına karşı düzenlenen bahar protestolarından çok daha büyük ve sadece Tiflis’te de değil. Ülke genelinde, sadece büyük ilçelerde değil, kırsal kesimdeki küçük kasabalarda da gerçekleşiyor. Ve bahar protestolarından çok daha çeşitlidirler. Her yaştan insan harekete katıldı. Gençler yoğunlukta ama herkes bir şekilde dışarıda. Profesyonellerden işçilere kadar farklı sınıflardan insanlar gösterilerde yer alıyor. Seyretmesi gerçekten çok güzel.
Herkes karşı karşıya olduğumuz tehlikenin farkında. Ben eğitimi savunmak için eylemler düzenleyen bir girişimin parçasıyım. Toplumun farklı kesimlerinden sayısız başka grup da aynı şeyi yapıyor. Bunların hiçbiri çok koordine değil. Ayrı ayrı örgütlenmiş girişimlerin bir araya gelerek kitlesel protestolara dönüşmesi gibi.
Sabah uyandığımda, hangisine katılmak istediğimi anlamak için protesto programına bakıyorum. Bir gün kendimi dört farklı protestoda buldum. Sayıları çok fazla çünkü hepsi kendi kendini organize ediyor.
Bu gerçeklik, protestoları bir komplo, yabancı güçler ve onların yerel ajanları tarafından kışkırtılan bir “Maidan” olarak göstermeye çalışan hükümet medyasıyla çelişiyor. Durum öyle değil, kendiliğinden ve merkezi olmayan bir şekilde gelişti. Eğer bu kadar merkezi bir şekilde planlanmış olsaydı, mitinglere gider ve organize konuşmacıların yer aldığı bir platform görürdünüz. Böyle bir şey konusu değil. Aslında gösterilerin yapıldığı Tiflis’in ana meydanında sahne yok, konuşmalar yok ve muhalefet partileri protestolara öncülük etmiyor. Gün içinde organize bir slogan bile atılmıyor. Protestoların çoğu hükümeti sessiz bir şekilde protesto etmekten ibaret. Bununla birlikte enerji inanılmaz. Ancak hareket yavaş yavaş kolektif sesini bulmaya başladı; şimdiden iki temel talebi dile getirdi: yeni seçimler ve hapisteki tüm protestocu ve aktivistlerin derhal serbest bırakılması.

LN: Protestonun bu kadar merkezsiz olması karşısında diline bakınca ilginç bir durum gözleniyor. Protestocular, bu ülkede yanlış olan her şeyin sembolü haline gelen parlamento binasına havai fişeklerle ateş ediyor ve lazer gösterileri yapıyorlar. Konserler düzenliyor ve güvenlik güçlerinin göstericileri hapsetmek ve parlamentodan ayırmak için kullandığı metal çitlere vuruyorlar.
Gecenin ilerleyen saatlerinde protestolar sokaklarda özel kuvvetlere karşı yoğun partizan çatışmalara dönüşüyor. Hükümetin korkusunun ve baskıya yöneldiğinin bir işareti olarak, havai fişekler, lazer ve yüz kapatma yasaklandı.


Ia E: Bu kendiliğindenliğin ortasında, insanların gösterilerde bir araya gelen küçük girişimler halinde örgütlenmeye başladığını vurgulamak istiyorum. Ancak merkezi olmayan bir şekilde planlama yapılıyor, hedefler seçiliyor ve bir hareket organize ediliyor. Örneğin, protestolar bir dizi kamu kurumunu hedef almış ve bu kurumların harekete iftiralarına ya da rejimin acımasızlığını desteklemelerine karşı çıkmıştır. Bu kurumlar arasında Kamu Yayıncısı, ülkenin ana ulusal tiyatrosu, Eğitim Bakanlığı, Yazarlar Evi, Ulusal Sinema Merkezi, Adalet Sarayı ve Ulusal Eğitim Kalitesini Geliştirme Merkezi bulunmaktadır.
Bazı durumlarda kamu görevlilerinin dışarıda gösteri yapanlara katıldığına tanık olmak çok etkileyiciydi. Kamu görevlileri ayrıca, parti sadakati ile devlet kurumları arasındaki çizgiyi silmeyi amaçlayan bir hükümetin baskısına rağmen dilekçeleri imzalamaya ve yürüyüşler düzenlemeye başladılar.
Muhalefet partileri şu anda harekette neredeyse hiçbir rol oynamıyor. Batı medyasının söylediklerinin tersine bir kenara itilmiş durumdalar. İnsanlar bu partilerin en azından gösterilerde sıcak çay sağlamak gibi bir şey yapmaları gerektiğine dair şakalar yapıyor.
LN: Ancak muhalif medya, malum nedenlerden dolayı varlıklarını abartılı bir şekilde yansıtıyor. Kendi desteklerini arttırmak istiyorlar. Gürcü Rüyası’nın medya propagandası da insanları bu protestoların “radikal muhalefet” tarafından başlatıldığına ikna etmeye çalışıyor. Ancak protestolara katıldığınızda, aslında ihmal edilebilir bir güç olduklarını ve çok az şey yaptıklarını görüyorsunuz.
Bu politikacılardan bazıları oynadıkları rolün önemsizliğinin o kadar bilincine vardılar ki artık gösterilerde kendileriyle röportaj yapılmasını reddediyorlar. Sonuç olarak, şu anda röportaj verenler, birçoğu gaz maskeli olan genç insanlar ve onların söyledikleri, politikacılardan duyabileceğiniz her şeyden çok daha mantıklı.

IB & AS: Bu protestolar Ukrayna’daki Maidan ayaklanmasına çok benziyor. O ayaklanmalar da öğrenciler arasında başlamış ve daha sonra acımasız bir baskıyla karşılaştıklarında hızla toplumun geri kalanına yayılarak hükümeti deviren militan bir kitlesel ayaklanmaya dönüşmüştü. Hükümetteki istifalar ve muhalif siyasetçilerin protestolara katılması gibi bölünmelerle birlikte Gürcistan’daki ayaklanmanın da aynı yolu izleyebileceğini düşünüyor musunuz?

Ia E: Bu krizin kurumsal, barışçıl ve yasal bir şekilde nasıl çözülebileceği artık hayal bile edilemez. Ülkemiz, halk ile hükümet arasında topyekûn bir çatışma içinde…

LN: Olaylar açıkça tırmanıyor. Hükümet gözetim, baskınlar ve acımasız baskılara yöneldi. Ama kimse sokaklardan korkmuyor. Hareket artık yeni seçimler değil, hükümetin kendisinin gitmesini talep ediyor, de hemen. Kitlelerin hissiyatı ya biz ya onlar şeklinde. Şu anda bir kırılma noktasında ve Gürcü Rüyası’nın yönetme kapasitesine meydan okumak için çatışmanın tırmanıp tırmanmayacağını göreceğiz.
Ukrayna Maidan’ı ile benzerliklere gelince, ironik bir şekilde, Yanukoviç’in yaptığı gibi AB görüşmelerini iptal etmekten maskeleri yasaklamaya ve sokak haydutlarını harekete geçirmeye kadar Maidan senaryosunu takip eden Gürcü Rüyası’dır. Mevcut ayaklanmayı, iç ve dış düşmanlarının Gürcistan’ı “Maidanlaştırma” girişiminden başka bir şey olarak anlamlandıramıyor gibi görünüyorlar. Bu Maidan takıntısı, hükümetin bu protestoları anlamakta ve bastırmakta başarısız olmasının nedenlerinden biri olabilir.
Lela Rekhviashvili: Ayrıca, Gürcü Rüyası Maidan ayaklanmasını insanları protesto etmekten korkutmak için kullandı ve istismar etti. Eğer devlete bu şekilde meydan okursanız, Rusya’nın müdahale edeceğini ve bizim de Ukrayna gibi istila, işgal ve savaşa maruz kalacağımızı söylediler. Bunu seçim boyunca da yaptılar.
Ancak Gürcü Rüyası kibirleri ve belki de aptallıklarıyla, şeytanlaştırdıkları kitlesel muhalefeti kışkırttı. Onların otoriterliği bu muazzam gösteri dalgasının ana nedenidir. Şimdi, giderek otokratikleşen bir hükümet ile geri adım atma emaresi göstermeyen bir kitle hareketi arasında bıçak sırtındayız.
IB & AS: Anlattığınız tüm senaryo, hükümetin normal işlevlerinin bir krizi çözemediği dünyadaki diğer birçok ayaklanmaya benziyor. Genellikle bu tür durumlarda insanlar hükümete alternatifler, devlete alternatif oluşturabilecek halk meclisleri yaratırlar. Bahsettiğiniz tüm bu öz örgütlenmenin bir araya gelerek daha üst düzey birlik ve demokratik karar alma mekanizmaları oluşturduğuna dair işaretler var mı? LN: Henüz değil. Bu noktada insanlar harekete geçiyor ve göz yaşartıcı gaza dayanmanın, baskıdan kaçmanın ve yetkililer tarafından basılıp tutuklanmaktan kaçınmanın yeni yollarını buluyorlar.
Ia E: İnsanlar örgütlenmeye başlıyor. Çeşitli gruplar ve çeşitli hareketler ortak projeler üzerinde birleşti. Bunun en iyi örneği, birçok gücün bir araya gelerek kamu yayın kanalını yanlı yayınları nedeniyle protesto etmesi ve protestoyu canlı yayınlamalarını ve katılımcılarla röportaj yapmalarını talep etmesi ve sonuçta kanalı uzlaşmaya zorlamasıdır. Örnekler var, ancak insanlar henüz hareketi tartışmak ve girişimleri kolektif olarak planlamak için halk meclisleri organize etmedi.
LN: Aramızda analiz yapan ve yazanlar bile geçen ay yaşananları yeni yeni anlamaya başlıyor. Tüm bu süreç bizi çok etkiledi. Hileli seçimlerden duyulan hoşnutsuzluk sürekli bir protestoya yol açamadığından, daha küçük topluluklar içinde örgütlenen yavaş bir direniş için hazırlık yapmaya başlamıştık. Ancak daha sonra protestolar patlayarak hükümetle karşı karşıya gelen geniş çaplı bir harekete dönüştü. IB & AS: Gürcistan, küresel ticaret için bir geçiş bölgesi olarak oynadığı rol nedeniyle çeşitli büyük emperyal güçler (ABD, AB, Rusya ve Çin) arasında sıkışmış görünmektedir. Gürcistan’ın küresel kapitalizmdeki rolünü açıklar mısınız? Gürcistan Rüyası’nın AB üyeliğini askıya alması küresel kapitalizmdeki konumunu değiştirir mi? Rus kapitalizmine daha fazla entegre olur mu?

LR: Gürcistan, emperyal güçlerin kalkınma maskesi altında yağmacı bir ekonomik sistemin kurulmasını kolaylaştırdığı tipik bir çevre ülkesidir. AB ve ABD, 1990’ların başından bu yana ülkenin siyasi ekonomisini önemli ölçüde şekillendirerek sürdürülemez çelişkilerin ortaya çıkmasına katkıda bulundu. Bir yandan Gürcistan’ın demokratik olmasını istiyorlar, ancak diğer yandan, başta en güçlü oligark Ivanishvili olmak üzere, yerel kapitalistler ülkeyi kâr için yağmalamak istiyor. 
Onların kalkınma programını uygulamak ve bir demokrasiyi sürdürmek imkânsız. Neden mi? Çünkü yağma ve yoksullaştırma, kalkınma stratejisine meydan okuyan muhalefeti kışkırtıyor. Bu direnişi kontrol altına almak için baskı ve bununla birlikte otoriterliğe dönüş gerekiyor.
Özellikle Gürcistan’ın bir “enerji merkezi” ve “yeşil” enerji koridorunun bir parçası haline gelmesi AB ve Gürcistan hükümetinin ortak hedefi olduğundan, enerji sektörü bu çelişkinin iyi bir örneğidir. 1990’larda, ama özellikle 2003’teki Gül Devrimi’nden bu yana, Batılı hükümetler, yardım kuruluşları (örneğin USAID) ve kalkınma bankaları (örneğin Dünya Bankası, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası) enerji sektörünün özelleştirilmesini ve serbestleştirilmesini kolaylaştıracak devlet kurumlarının oluşturulmasında önemli bir rol oynadı.
2008 yılına gelindiğinde Gürcistan, Sovyetlerden miras kalan 50 kadar hidroelektrik santralinin 2 tanesi hariç hepsini özelleştirmişti. Batılı kurumlar özelleştirmeyi ve doğrudan yabancı yatırıma bağımlı bir ekonomi yaratılmasını desteklerken, enerji santrallerini ve enerji dağıtım tesislerini satın alanlar ağırlıklı olarak Rus sermayesiydi.
Özelleştirme yoluyla DYY (doğrudan yabancı yatırım) çekme fırsatları ortadan kalkınca, hükümet -yine Batılı aktörlerle işbirliği içinde- AB’nin yeşil dönüşüm gündeminin bir parçası olarak yeşil hidroelektrik santrallerini teşvik etmeye başladı. Mevcut kapasiteler yurtiçi elektrik talebini neredeyse karşılıyor olsa bile, hükümet 2024 yılına kadar ülke genelinde 214 yeni hidroelektrik santrali için sözleşme imzaladı. Finansal sermayeyi çekmek için arazi ve su kaynakları nominal fiyatlarla sunulmuş ve devletin yatırımcıları bir dizi finansal, bürokratik ve siyasi riskten koruyacağı sözü verilmişti.
Yeni hidroelektrik projelerinin çıkarcı doğası göz önüne alındığında, yerel halk hareketleri bu tür projelere, özellikle de Namakhvani, Nenskra, Khudoni gibi büyük projelere karşı çıkmış ve bazen iptal ettirmeyi veya engellemeyi başarmıştır. Hükümet, AB’nin Azerbaycan, Gürcistan, Romanya ve Macaristan arasında bir ‘yeşil enerji koridoru’ oluşturmaya başlaması ve Karadeniz’in altından geçecek bir elektrik kablosunu finanse etmeyi taahhüt etmesiyle, 2022’de karşı çıkılan tüm hidroelektrik santral projelerini canlandırmak ve yenilerini önermek için yeni bir ivme kazandı.
Başta Avrupa Enerji Topluluğu olmak üzere Avrupa kurumları, Gürcistan hükümetinin elektrik ihracatının kalkınma gündeminin kilit noktası olduğunu ilan ettiği ve daha önce tartışmalı olan tüm büyük hidroelektrik santrallerini inşa etme taahhüdünde bulunduğu planlama faaliyetlerine katıldı.
Yeni hidroelektriğin “yeşil geçiş” gündemi ve kalkınmanın her derde devası olarak tanıtılmasından bu yana geçen 15 yıl boyunca, bir dizi yerel kapitalist inşaat sürecinden nasıl faydalanacaklarını öğrenmiş, bazıları yeni santralleri kripto para madenciliğiyle ilişkilendirmiş ve böylece sektörün genişlemeye devam etmesi için güçlü bir yerel lobi oluşturmuştu.
Gürcü Rüyası, hidroelektrik karşıtı muhalif hareketleri ana düşmanlarından biri olarak ilan ediyor. Gürcistan’ın ekonomik kalkınmasına yönelik bu tür muhalefeti bastırmak için Yabancı Ajanlar Yasası’nın kabul edilmesi de dâhil olmak üzere iktidarın pekiştirilmesinin önemli olduğunu açıkça beyan ediyorlar.
Gürcistan hükümetinin Batılı güçlerle işbirliği içinde ve Rus ve Çin sermayesi de dâhil olmak üzere (enerjide öne çıkmayan ancak ulaşım altyapılarında öne çıkan) başkalarının yararına hazırladığı kalkınma gündeminin demokratik olarak uygulanmasının imkânsız olmasa da zor olduğunu söylerken kastettiğim budur. Dolayısıyla Gürcü Rüyası tıpkı siyasi öncülleri gibi, yerel ve uluslararası sermayenin çıkarlarına daha iyi hizmet edebilmek için otoriterliğe yöneliyor.
AB entegrasyonunun bozulmasının tehlikeli olduğunda ısrar ettiğimizde, bunun nedeni AB entegrasyonunun sorunlu sonuçlarından habersiz olmamız ya da sağ popülizmin Avrupa’nın hem merkez hem de çevre ekonomilerini nasıl sarstığını ve birçok Avrupa ülkesinin Filistin’de ortak savaşlarını, soykırımlarını yürütürken insan haklarına, uluslararası hukuka, BM’ye, UCM’ye ve UAD’ye olan bağlılıklarını nasıl ayaklar altına aldıklarını bilmememiz değildir. Bunun aksine, bizim için mevcut otoriter konsolidasyonun aynı sorunlu ekonomik kalkınma gündemini daha da acımasız bir yüzle ortaya çıkarmaya hizmet ettiği ve buna karşı protesto olasılığını bile bastırdığı çok açık. Bu, sosyal ve siyasi hakların korunmasına ilişkin en temel mekanizmalar tarafından periferide olmanın en kötü etkilerinden korunmadan Avrupa’nın periferisi olmak anlamına gelmekte.
Peki ya Rusya ve Çin? Rusya hakkında pek bir şey söyleyemeyiz çünkü yaptıkları tüm anlaşmalar kamuoyu önünde değil perde arkasında gerçekleşti. Rusya Gürcistan’a baskı yaptı mı? Muhtemelen öyle ama bunun mahiyeti hakkında detaylı bilgiye sahip değiliz. Ancak Rus yetkililerin AB-Gürcistan ilişkilerinin bozulmasından memnuniyet duyduklarını açıkça gözlemleyebiliyoruz.
Çin de sessiz kaldı ama ekonomik çıkarları açık. Gürcistan’ı Avrupa pazarına erişim sağlayan bir geçiş bölgesi olarak görüyor.   Gürcistan, özellikle Rusya’nın emperyalist Ukrayna işgalinin Çin’in Avrupa’ya giden kuzey yolunu kesmesinden sonra önem kazanmıştır.
Alternatif güzergâhlardan biri olan ve Gürcistan’dan geçen Kuşak ve Yol Girişimi’nin orta koridoru şimdi çok daha önemli hale geldi. Çin’in en son isteyeceği şey ticaretlerini sekteye uğratacak herhangi bir istikrarsızlıktır. Katılım ya da otoriterlik umurunda değil, yeter ki rota açık kalsın. LN: Lela’nın Gürcü Rüyası’na dair açıklaması, onu bir tür anti-emperyalist parti olarak gösteren kampistlerin açıklamasından çok daha iyi. Ancak gerçek çok daha banal: Gürcistan, İvanişvili’nin daha az varlıklı işadamları ve siyasetçilere ayrıcalıklar tanıyarak elitlerin sadakatini sağladığı ve başta yargı olmak üzere ilgili tüm devlet kurumlarının bu kişilerin çıkarlarını korumak üzere ele geçirildiği oligarşik bir rejimdir. Dolayısıyla Gürcistan’da oligarşik sistemi yeniden üreten özerk bir iç dinamik mevcuttur. Bu dinamik hiçbir şekilde sadece küresel ya da Batı sermayesiyle etkileşime indirgenemez.
Kampistler bunu anlamıyor ve sonunda Gürcü Rüyası’nın yabancı ajanlar yasasını geçirmekten seçimlere hile karıştırmaya ve hatta mevcut hareketi bastırmaya kadar yaptığı her şeyi mazur görüyorlar. Ancak birçok kampistin yorumunun aksine, Gürcü Rüyası’nın durumu ele alış biçimi, hiçbir şekilde yalnızca “Batı emperyalizmi”ne karşı bir tepki değildir; bu, otoriter önlemlerini dolaylı olarak meşru müdafaa olarak haklı çıkarır.
Kampistler Avrupa’yı sömürgeci geçmişi, yeni sömürgeci bugünü ve soykırıma suç ortaklığı nedeniyle kınamakla yetiniyor, sanki mesele bitmiş gibi. Bunların çoğu doğru olsa da, otokratik tabiatına, sömürülmemize ve zulm edilmemize suç ortaklığına rağmen Çin’i bir alternatif olarak sunuyorlar. Böyle alternatif olmaz.
Sol’un demokrasi taahhütlerini bir kenara bırakıp egemenlik adına Gürcü Rüyası’nın otoriter dönüşünü papağan gibi tekrarlamasının felaket olduğunu düşünüyorum. Bu sadece yanlış değil, aynı zamanda siyasi olarak da felakettir. Özgürlükçü siyasete kendini adamış herkes bunu reddetmelidir.
Eğer Sol bunu benimserse, izole ve sahipsiz kalmasını garanti altına almış olacaktır. Demokrasi ve eşitlik için mücadele eden, nesiller boyunca gördüğümüz en büyük hareket üzerinde etkili olacaktır. Sol’u hareketin barikatlarının diğer tarafına koyacaktır.

LR: Bu kampist sol, hükümetin egemenlik ve sömürgecilik karşıtı söylem gibi kavramları kötüye kullanmasını papağan gibi tekrarlıyor. Bunu yaparken de oligarklarımıza ve uluslararası sermayeye hizmet eden ve şu anda kendi halkını şiddetle bastıran bir hükümetle aynı safta yer alıyorlar. Rusya’dan Macaristan’a ve Çin’e kadar otoriter devletler, kendi yağmacı yönetimlerini meşrulaştırmak için Batı’nın emperyalizm ve sömürgecilik konusundaki korkunç sicilini sinik bir şekilde kullanmaktadır. Bu yoldan giden solcular, Sara Wagenecht’in Almanya’da yaptığı gibi kızıl/kahverengi bir ittifakla tehlikeli bir şekilde flört ediyorlar.
IB & AS: Bu transit merkezi durumu göz önüne alındığında, farklı nedenlerle Gürcistan’da çıkarı olan tüm bu güçler -Çin, Rusya, ABD, Avrupa Birliği- ayaklanmaya ve şu anda Gürcistan’daki krize nasıl tepki verdiler?

LN: Bu noktada sadece Batılı güçler hükümetin baskı ve şiddetini kınadı. Ayrıca seçim sonuçlarını da tanımadılar; oysa Çin, Türkiye, İran ve Rusya Gürcü Rüyası’nı zaferinden dolayı tebrik etti. Rusya ayrıca Gürcü Rüyası’nın yardıma ihtiyacı olması halinde asker göndermeye hazır olduklarını belirtti.

Ia E: AB hükümetleri Gürcü Rüyası’nın vahşetini kınamış olabilir, ancak Batılı kalkınma bankaları kınamadı. Neden mi? Çünkü Gürcü Rüyası kredilerini ödemeye devam etme ve anlaşmalı kalkınma projelerini sürdürme konusunda her niyeti gösteriyor. Bankalar ekonomik çıkarlarını demokrasinin önüne koyuyor gibi görünüyor. Aynı zamanda, Gürcü Rüyası’nın ve onu destekleyen ekonomik elitlerin bu bankalar tarafından finanse edilen kalkınma projeleri sayesinde muazzam bir kazanç elde ettiği de aşikâr. Bu da Gürcistan’ın izlediği ekonomik kalkınma rotasının ne tamamen Batı tarafından hükümete dayatıldığını ne de kaçınılmaz olduğunu, aksine Gürcü Rüyası hükümetinin küresel olarak hâkim olan kalkınma söyleminin kurallarını kabul etmek için bilinçli ve oldukça profesyonel bir seçim olduğunu bir kez daha vurgulamamı sağlıyor.

LN: En kötü senaryoda, AB Gürcistan’a demokratikleşmesi için normatif ve siyasi baskı uygulamaktan vazgeçecek ve Azerbaycan, Sırbistan ve diğer Orta Avrupa ve Orta Asya ülkelerinde olduğu gibi bu sefil hükümet döneminde bile Gürcistan ile iş yapmaya devam edecektir. Sırbistan, katılım sürecinde sürekli olarak takılıp kalmış bir ülke olarak özellikle dikkat çekici bir örnek olabilir. AB, Sırbistan’ın otoriterliğini kınarken, ülkede lityum çıkarılmasına ilişkin halktan destek bulmayan sözleşmeleri şart koşuyor. Yurtdışındaki kampistler veya yerel egemenlik yanlılarımız bunu Batı’nın nihayet egemen bir ülkeyi kendi haline bırakması olarak yorumlayabilir. Ancak gerçekte bu bizim için bir sorun olacaktır, çünkü Avrupa çerçevesiyle ilişkilendirilmiş normatif demokrasi ufku, demokrasiyi tamamen yok etmeye kararlı bir hükümet üzerinde halk baskısı oluşturmak için vazgeçilmez bir araçtır. Bu anlamda protestocular için AB, hukukun üstünlüğü, sivil haklar ve eşitliğin sembolüdür.
Bu noktada, kitlesel düzeyde, Avrupa’ya yönelik çaba ve “Gürcistan’ın parlak, Avrupalı geleceğini savunma” dili, demokrasi ve sosyal adalet taleplerini dile getirmek için mevcut tek seçenek gibi görünüyor. O halde soru, Avrupa ufkunun gerçekten çökmesi durumunda insanların bunları nasıl yeniden ifade edeceğidir. “Kolektif Batı”dan yayılan demokrasi ve insan hakları normlarından soyutlanmış bir şekilde siyasi demokrasi ve ekonomik eşitlik için nasıl mücadele edeceğiz, edebilir miyiz?

IB & AS: Bu dinamik durumda sizce Gürcistan Solu, toplumsal hareketler ve sendikalar neyi savunmalı? Gürcü Rüyası’na ve kapitalizm yanlısı muhalefet partilerine meydan okumak için solda siyasibir alternatif oluşturma imkânı var mı?

Ia E: Bunu söylemek çok zor çünkü geçmişte de girişimler oldu ve bunlardan hiçbir şey çıkmadı. Şu anda çok umutluyum çünkü Gürcü Rüyası’nın otoriter dönüşü insanları bir tür siyasi uyanışa zorladı.
Bir parti kurma konusunda konuşmaya başlamamız gerekiyor. Şimdilik insanlar kendi kendine örgütlenen güçleri ortak talepleri yansıtmak üzere bir araya getiren bir platform hareketi örgütlemekten bahsetmeye başladılar. Bu bir süreç başlatabilir.

LN: Bu arada, giderek daha fazla insan Gürcü Rüyası partisinin çıkarlarının hâkim olmayacağı, çoğunlukla yeni sendikalarda sendikalaşma ihtiyacı hissediyor. Bu, iki gelişmeye anında verilen bir yanıt olarak ortaya çıkıyor: Pek çok kişi grevi en etkili barışçıl protesto ve direniş aracı olarak keşfetmiştir, ancak Gürcistan’da yasal açıdan greve gitmek kolay olmadığından, sendika temelinde örgütlenmek bunu denemenin en pratik yolu olarak görünmekte. Daha da önemlisi, pek çok kamu çalışanı, Kamu Hizmeti Kanunu’nda alelacele yapılan yeni sert değişikliklere tepki olarak  Gürcü Rüyası tarafından kabul edilen ve yakında farklı kamu kurumlarındaki partiye sadık yöneticilerin hükümeti eleştiren kamu çalışanlarını yeniden işe almasını ya da onlara baskı yapmasını kolaylaştıracak olan yasa. Birkaç hafta önce “solcu” ya da “Sovyet” anakronizmi olarak aşağılanan grevler ve sendikalar, birdenbire protestoların ortasından doğan organik bir gereklilik olarak öne çıkmaya başladı.
Dolayısıyla ilk görevimiz mücadeleyi inşa etmek ve sürdürmektir. Hükümetin hareketimize verdiği otoriter tepki, insanları demokrasimizi korumak için genel grev gibi liberal muhalefetin itibarsızlaştırmaya çalıştığı strateji ve taktikleri düşünmeye itiyor.

IB & AS: Uluslararası sol bu durumda nasıl bir pozisyon almalı? Ve Gürcistan’ın kendi kaderini tayin, demokrasi ve eşitlik mücadelesine yardımcı olmak için ne yapabiliriz?
LR: Uluslararası sol aslında Gürcistan solu ile aynı soruyla karşı karşıya -AB ve Rusya arasındaki çatışmanın belirsizleştirici çerçevesi nasıl aşılır? Önemli olan jeopolitik rekabetin çevre ülkeleri nasıl sıkıştırdığını anlamak ve açıklamaktır.
Soldaki hiç kimse emperyal güçlerden (ABD, AB, Rusya ve Çin) herhangi birinin bizim çıkarlarımıza hizmet etmesini beklememeli. Rekabetleri ne olursa olsun, yağmacı bir gündemi paylaşıyorlar ve bunu sağlamak için otoriter bir rejimi destekleyecekler. Daha da önemlisi, emperyal güçler arası rekabet ve hegemonya mücadelesi, çevre devletler için ciddiye alınması gereken yeni riskler ve kırılganlıklar yaratıyor. Uluslararası solun daha fazla Gürcü solcu ve aktivistle ilişki kurması iyi olurdu. Bu noktada, Batı emperyalizminin tek suçlu olduğu yönündeki yanlış ve yanıltıcı çerçeveye inanan, kitlesel bir halk hareketini onun maşası olarak suçlayan ve yerel oligarşik rejimi temize çıkaran insanlara kulak vermek yönünde güçlü bir eğilim var.
Eğer uluslararası sol bu insanların izinden giderse, Gürcü Rüyası’nın periferik kapitalizm üzerindeki egemenliğini desteklemiş olacaktır. Batı solundan bazıları bu kadar benmerkezci olmaktan ve eleştirilerini sadece Batı emperyalizmiyle sınırlamaktan vazgeçse iyi olur. Onlardan Batı’yı eleştirmemelerini, bunu daha ciddi bir şekilde yapmalarını ve Batılı olmayan aktörleri de eleştirmelerini istiyorum. Sadece Batı’ya değil, istisnasız kapitalizme ve emperyalizme karşı tutarlı bir duruş sergilemenin tek yolu budur.

LN: Uluslararası soldan temel ricam, bu otoriter rejime karşı verdiğimiz demokrasi mücadelesinde yerel irademizi, Gürcistan halkının iradesini tanımalarıdır. “İkinci Maidan” ve “renkli devrim” söylemlerini tekrarlamayı bırakın. Bu sizi haklı hissettirebilir ama bize ihanet etmenize ve bizi ezen rejim, mazur göstermenize yol açar.

Ia E: Soldaki insanların periferideki insanların iradesinin olduğunu unutması beni hayrete düşürüyor. Bu bir umutsuzluk politikasıdır. Kolektif irademiz ülkemizde ve dünyadaki diğerleriyle dayanışmanın temelidir. Lütfen Gürcü Rüyası’na karşı mücadelemizde yanımızda olun.

Ia Eradze, post-sosyalist alanda finansman üzerine araştırmalar yapan bir politik ekonomisttir. Halen Gürcistan Kamu Politikaları Enstitüsü’nde (GIPA) doçent ve CERGE-EI Vakfı öğretim üyesidir. Aynı zamanda İlia Devlet Üniversitesi Sosyal ve Kültürel Araştırmalar Enstitüsü’nde araştırmacı olarak görev yapmaktadır.
Luka Nakhutsrishvilite Tiflis İlia Devlet Üniversitesi’nde eleştirel teori dersleri vermekte ve aynı üniversitenin Sosyal ve Kültürel Araştırmalar Enstitüsü’nde araştırmacı ve proje koordinatörü olarak görev yapmaktadır. Gürcistan ve Kafkasya’da modernite, popüler direniş ve devrimci kültür projeleri üzerine çalışmaktadır.
Lela Rekhviashvili, Leibniz Bölgesel Coğrafya Enstitüsü’nde araştırmacı olarak çalışmakta ve sosyalizm sonrası Doğu Avrupa ve Avrasya’ya odaklanarak politik ekonomi ve bölgesel coğrafya konusunda uzmanlaşmıştır.
Ilya Budraitskis Posle Media’da editör olarak görev yapmaktadır.
Ashley Smith, Tempest Collective’in bir üyesidir.

Suriye’deki İsyanı Anlamak – Joseph Daher ile Röportaj

Suriye’deki isyan, dünyayı şaşırtarak 54 yıl önce Hafız Esad’ın bir darbeyle iktidarı ele geçirmesinden bu yana Suriye’yi yöneten Esad ailesi diktatörlüğünün düşmesine yol açtı. Rejimin askeri güçleri, emperyal destekçisi Rusya ve bölgesel destekçisi İran, bu düşüşü engelleyemedi. Rejim kontrolündeki şehirler kurtarıldı, binlerce siyasi mahkûm korkunç zindanlarından çıkarıldı ve on yıllar sonra ilk kez özgür, kapsayıcı ve demokratik bir Suriye için yeni bir mücadele alanı açıldı. Aynı zamanda, çoğu Suriyeli, böyle bir mücadelenin devasa zorluklarla karşı karşıya olduğunu biliyor. Bu zorlukların başında, Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ve Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu (SMO) geliyor. Her ne kadar bu güçler askeri zaferin öncüsü olmuş olsa da, otoriter yapıları ve dini-etik ayrımcılık geçmişleri nedeniyle endişe yaratıyorlar. Sol kesimden bazıları, bu isyanın ABD ve İsrail tarafından yönlendirildiğini temelsiz bir şekilde iddia etti. Diğerleri ise bu isyancı güçleri, 2011’de Esad rejimini neredeyse devirmek üzere olan ilk halk devrimini yeniden canlandırıyormuş gibi romantize etti. Ancak bu iki görüş de Suriye’de şu an yaşanan karmaşık dinamikleri tam olarak yansıtmıyor.Bu röportajda, hızla değişen Suriye durumunun ortasında, Tempest, İsviçreli Suriyeli sosyalist Joseph Daher ile Esad rejiminin düşüşüne yol açan süreci, ilerici güçler için umutları ve gerçekten özgürleşmiş, halkın ve toplumun çıkarlarına hizmet eden bir ülke için verilen mücadelede karşılaşılan zorlukları konuştu. 

Tempest: Rejimin düşmesinden sonra Suriyeliler neler hissediyor?

Joseph Daher: İnanılmaz bir mutluluk. Bu tarihi bir gün. Esad ailesinin 54 yıllık zulmü sona erdi. Ülke genelinde, Şam’dan Tartus’a, Humus’tan Hama’ya, Halep’ten Kamışlı ve Süveyda’ya kadar her dinden ve etnik gruptan insanların Esad ailesinin heykellerini ve sembollerini yıktığı halk gösterilerinin videolarını gördük.Tabii ki rejimin cezaevlerinden, özellikle “insan mezbahası” olarak bilinen ve 10.000-20.000 mahkûmu barındırabilen Sednaya hapishanesinden siyasi mahkûmların kurtuluşu büyük bir mutluluk yarattı. Bunların bazıları 1980’lerden beri tutukluydu. Benzer şekilde, 2016 veya öncesinde Halep ve diğer şehirlerden yerlerinden edilmiş insanlar evlerine ve mahallelerine dönerek yıllar sonra ailelerini gördüler.Ancak askeri saldırıların ilk günlerinde, halkın tepkileri başlangıçta karışıktı ve Suriye toplumunun hem içinde hem de dışında farklı siyasi görüşleri yansıtıyordu. Bazı kesimler bu toprakların fethedilmesinden ve rejimin zayıflamasından büyük bir memnuniyet duymuştu, şimdi ise potansiyel düşüşünden mutlular.Bununla birlikte, bazı kesimler HTŞ ve SMO’dan korkuyor. Bu güçlerin otoriter ve gerici doğası ile siyasi projeleri hakkında kaygılılar. Ve bazıları, yeni durumda neler olacağından endişe ediyor. Özellikle Kürtlerin geniş kesimleri ve diğerleri, Esad diktatörlüğünün düşmesinden memnun olmakla birlikte, SMO’nun zorunlu göç ve suikast eylemlerini kınadılar. 

Tempest: Rejimin askeri güçlerini yenen ve çöküşüne yol açan isyancı ilerlemeleri ve olayların sırasını anlatabilir misiniz? Ne oldu?

JD: Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ve Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu (SMO), 27 Kasım 2024’te Suriye rejim güçlerine karşı bir askeri kampanya başlattı ve çarpıcı zaferler kazandı. Bir haftadan kısa bir sürede HTŞ ve SMO, Halep ve İdlib vilayetlerinin çoğunu kontrol altına aldı. Ardından, Şam’ın 210 kilometre kuzeyindeki Hama şehri, Rus hava kuvvetlerinin desteklediği rejim güçleriyle yaşanan yoğun askeri çatışmaların ardından HTŞ ve SMO’nun eline geçti. Hama’dan sonra HTŞ, Humus’un kontrolünü ele geçirdi.Başlangıçta Suriye rejimi, Hama ve Humus’a takviye güçler gönderdi ve ardından Rus hava kuvvetlerinin desteğiyle İdlib ve Halep şehirlerini ve çevresini bombaladı. 1 ve 2 Aralık’ta İdlib’e 50’den fazla hava saldırısı düzenlendi; en az dört sağlık tesisi, dört okul tesisi, iki yerinden edilmişler kampı ve bir su istasyonu etkilendi. Hava saldırıları 48.000’den fazla insanın yerinden edilmesine ve hizmetlerin ve yardımların ciddi şekilde aksamasına yol açtı. Diktatör Beşar Esad, düşmanlarına yenilgiyi vaat etti ve “terörizmin yalnızca güç dilinden anladığını” söyledi. Ancak rejimi her yerden çökmekteydi.Rejim şehirden şehre toprak kaybederken, güneydeki Süveyda ve Dera vilayetleri kendilerini özgürleştirdi; HTŞ ve SMO’dan farklı ve bağımsız olan yerel halk içinden çıkmış silahlı muhalefet güçleri kontrolü ele geçirdi. Rejim güçleri, Şam’ın yaklaşık on kilometre yakınındaki yerleşim yerlerinden çekildi ve İsrail’in işgali altındaki Golan Tepeleri’ne komşu Kuneytra vilayetindeki mevzilerini terk etti.Ne HTŞ ne de SMO’ya bağlı çeşitli silahlı muhalif güçler başkente yaklaşırken Şam’ın banliyölerinde gösteriler çoğaldı, Beşar Esad’ın tüm sembollerinin yakıldı ve rejim güçleri çöktü ve çekildi. 7-8 Aralık gecesi Şam’ın kurtarıldığı duyuruldu. Beşar Esad’ın tam olarak nerede olduğu ve kaderi başlangıçta bilinmiyordu, ancak bazı bilgiler Moskova’nın koruması altında Rusya’da olduğunu gösteriyordu.Rejimin düşüşü, askeri, ekonomik ve siyasi açıdan yapısal zayıflığını kanıtladı. Adeta bir kartondan ev gibi çöktü. Bu şaşırtıcı değildi çünkü askerlerin büyük çoğunluğu Esad rejimi için savaşmaya gönüllü değildi; düşük maaşlar ve kötü koşullar nedeniyle kaçmayı veya savaşmamayı tercih ettiler, özellikle de birçoğu zorla askere alınmış olduğu için.Güneydeki bu dinamiklerin yanı sıra, isyancıların saldırısının başlangıcından bu yana ülkenin farklı bölgelerinde başka olaylar da yaşandı. Öncelikle, SMO, Halep’in kuzeyindeki Kürtlerin liderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) kontrolündeki topraklara saldırılar düzenledi ve ardından SDG’nin hakimiyetindeki kuzeydeki Menbiç şehrine karşı yeni bir saldırı başlattığını duyurdu. 8 Aralık Pazar günü, Türk ordusu, hava kuvvetleri ve topçularının desteğiyle SMO şehre girdi.İkinci olarak, SDG, rejim güçlerinin ve İran yanlısı milislerin diğer bölgelere yeniden konuşlanmak üzere geri çekilmesinin ardından, rejim güçlerinin kontrolündeki Deyrizor vilayetinin çoğunu ele geçirdi. SDG, ardından rejimin hâkimiyeti altındaki kuzeydoğudaki geniş bölgeler üzerinde kontrolünü genişletti.

Tempest: İsyancı güçler kimlerdir ve özellikle ana isyancı oluşumlar olan HTŞ ve SMO kimlerdir? Politikaları, programları ve projeleri nelerdir? Halk sınıfları onlar hakkında ne düşünüyor?

Joseph Daher: HTŞ’nin liderlik ettiği askeri kampanya ile Halep, Hama, Humus ve diğer bölgelerin başarılı bir şekilde ele geçirilmesi, bu hareketin birkaç yıl içinde hem siyasi hem de askeri olarak daha disiplinli ve daha yapılandırılmış bir organizasyona dönüşümünü birçok yönden yansıtmaktadır. HTŞ artık insansız hava araçları üretebilmekte ve bir askeri akademi işletmektedir. Son birkaç yılda hem baskı hem de dahil etme yöntemleriyle belirli bir sayıda askeri grup üzerinde hegemonyasını dayatmayı başarmıştır. Bu gelişmelere dayanarak, bu saldırıyı başlatacak konuma gelmiştir.HTŞ, kontrol ettiği bölgelerde yarı-devlet aktörü haline gelmiştir. Suriye Kurtuluş Hükümeti (SKH) adını verdiği bir hükümet kurmuş, bu hükümet HTŞ’nin sivil yönetimi olarak hareket etmekte ve hizmet sunmaktadır. Son birkaç yılda, HTŞ ve SKH, kendi yönetimlerini normalleştirmek amacıyla bölgesel ve uluslararası güçlere rasyonel bir güç olarak kendilerini sunma isteği göstermiştir. Bu çaba, özellikle eğitim ve sağlık gibi temel sektörlerde, finansal kaynaklar ve uzmanlıktan yoksun olan SKH’nin bazı sivil toplum kuruluşlarına daha fazla alan tanımasına yol açmıştır.Bu durum, HTŞ’nin kontrol ettiği bölgelerde yolsuzluk olmadığı anlamına gelmez. HTŞ, otoriter önlemler ve polis gücü aracılığıyla yönetimini sağlamlaştırmıştır. HTŞ, ideolojisine aykırı gördüğü faaliyetleri özellikle bastırmış veya sınırlamıştır. Örneğin, HTŞ, kadınlara, özellikle kamplarda yaşayanlara destek veren birkaç projeyi, bu projelerin cinsiyet eşitliği gibi kendi yönetimine düşman fikirleri teşvik ettiği gerekçesiyle durdurmuştur. HTŞ ayrıca siyasi muhalifleri, gazetecileri, aktivistleri ve eleştirmen veya muhalif olarak gördüğü kişileri hedef almış ve gözaltına almıştır.Hâlâ birçok güç, özellikle ABD tarafından terör örgütü olarak tanımlanan HTŞ, kendini daha ılımlı bir aktör olarak göstermeye çalışmakta ve artık rasyonel ve sorumlu bir aktör olarak tanınmayı hedeflemektedir. Bu dönüşüm, 2016 yılında El Kaide ile bağlarını koparması ve siyasi hedeflerini Suriye ulusal çerçevesinde yeniden yapılandırmasıyla başlamıştır. HTŞ ayrıca El Kaide ve IŞİD ile bağlantılı kişi ve grupları baskı altına almıştır.Şubat 2021’de, bir ABD’li gazeteciye verdiği ilk röportajında lideri Ebu Muhammed el-Colani (gerçek adı Ahmed el-Şaraa), kontrol ettiği bölgenin “Avrupa ve Amerika’nın güvenliğine bir tehdit oluşturmadığını” ifade etmiş ve yönetimi altındaki bölgelerin yurtdışına yönelik operasyonlar için bir üs haline gelmeyeceğini belirtmiştir.Kendisini uluslararası arenada meşru bir muhatap olarak tanımlama çabasında, grubun terörizmle mücadeledeki rolünü vurgulamıştır. Bu değişim kapsamında, bazı bölgelerde Hristiyanların ve Dürzilerin dönüşüne izin verilmiş ve bu toplulukların bazı liderleriyle temaslar kurulmuştur.Halep’in ele geçirilmesinden sonra, HTŞ kendini sorumlu bir aktör olarak sunmaya devam etmiştir. Örneğin, HTŞ savaşçıları, bankaların önünde video çekimleri yaparak özel mülk ve varlıkları korumak istediklerini ifade etmişlerdir. Ayrıca, sivilleri ve azınlık dini topluluklarını, özellikle Hristiyanları koruyacaklarına dair söz vermişlerdir; çünkü bu toplulukların kaderinin yurtdışında yakından izlendiğini bilmektedirler.Benzer şekilde, HTŞ, Kürtler ve İsmaililer ile Dürziler gibi İslami azınlıkların korunacağına dair birçok açıklama yapmıştır. Ayrıca Alevilere yönelik bir açıklama yayınlayarak, onları rejimle bağlarını koparmaya çağırmış; ancak onları koruyacaklarını ya da gelecekteki durumları hakkında net bir şey söylememiştir. Bu açıklamada, HTŞ, Alevi topluluğunu rejimin Suriyelilere karşı bir aracı olarak tanımlamaktadır.Son olarak, HTŞ lideri Ebu Muhammed el-Colani, Halep şehrinin yerel bir otorite tarafından yönetileceğini ve HTŞ dahil tüm askeri güçlerin önümüzdeki haftalarda şehirden tamamen çekileceğini belirtmiştir. El-Colani’nin yerel, bölgesel ve uluslararası güçlerle aktif olarak etkileşim kurmak istediği açıktır.Ancak, HTŞ’nin bu açıklamalarını ne kadar uygulayacağı hala belirsizdir. Örgüt, İslami köktendinci bir ideolojiye sahip otoriter ve gerici bir organizasyon olarak kalmaya devam etmektedir ve saflarında hâlâ yabancı savaşçılar bulunmaktadır. Geçtiğimiz birkaç yıl içinde, İdlib’de HTŞ’nin yönetimi, siyasi özgürlükler ve insan hakları ihlalleri, suikastlar ve muhaliflere yönelik işkenceler nedeniyle birçok halk gösterisi düzenlenmiştir.Dini veya etnik azınlıkların sadece ibadet etmelerine izin vermek ya da onları tolere etmek yeterli değildir. Esas mesele, onların ülkenin geleceğini belirlemede eşit vatandaşlar olarak haklarını tanımaktır. Daha genel olarak, HTŞ lideri el-Colani’nin “İslami yönetimden korkan insanlar ya bunun yanlış uygulamalarını görmüş ya da onu doğru anlamamışlardır” gibi açıklamaları kesinlikle güven verici değil, tam tersine endişe vericidir.Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu’na (SMO) gelince, bu, çoğunlukla İslamcı muhafazakâr politikaları benimseyen silahlı grupların bir koalisyonudur. SMO’nun oldukça kötü bir itibarı vardır ve kontrol ettikleri bölgelerde özellikle Kürt nüfusa karşı çok sayıda insan hakları ihlali yapmıştır. SMO, 2018 yılında Türkiye liderliğindeki Afrin’i işgal kampanyasına katılmış ve çoğu Kürt olan yaklaşık 150.000 sivilin zorla yerinden edilmesine yol açmıştır.Mevcut askeri kampanyada da SMO, Kürtlerin önderlik ettiği Suriye Demokratik Güçleri (SDG) kontrolündeki bölgeleri ve büyük Kürt nüfus barındıran yerleri hedef alarak esasen Türkiye’nin çıkarlarına hizmet etmektedir. Örneğin, SMO, daha önce SDG yönetiminde olan Halep’in kuzeyindeki Tel Rıfat ve Şahba bölgelerini ele geçirmiş ve 150.000’den fazla sivilin zorla yerinden edilmesine ve Kürt bireylere yönelik suikastlar ve kaçırmalar dahil olmak üzere birçok insan hakkı ihlaline neden olmuştur. SMO daha sonra Türk ordusunun desteğiyle, 100.000 sivilin yaşadığı ve SDG kontrolündeki Menbiç şehrine yönelik bir askeri saldırı başlatacağını duyurmuştur.Bu nedenle HTŞ ve SMO arasında farklılıklar vardır. HTŞ, Türkiye’den nispeten bağımsız bir yapıya sahipken, SMO tamamen Türkiye tarafından kontrol edilmekte ve onun çıkarlarına hizmet etmektedir. İki güç farklıdır, ayrı hedefler peşinde koşarlar ve aralarında çatışmalar yaşansa da şimdilik bu çatışmalar gizli tutulmuştur. Örneğin, HTŞ şu anda SDG ile bir çatışma arayışında değildir. Buna ek olarak, SMO, HTŞ’nin SMO üyelerine yönelik “agresif davranışlarını” eleştiren bir bildiri yayınlamış, HTŞ ise SMO savaşçılarını yağmacılık yapmakla suçlamıştır.

Tempest: Suriye’yi yakından takip etmeyenler için bu durum bir anda ortaya çıkmış gibi görünüyor. Bu durumun kökleri Suriye’nin devrimine, karşı devrimine ve iç savaşına nasıl dayanıyor? Ülkede son dönemde yaşanan ve askeri saldırıyı tetikleyen gelişmeler nelerdir? İsyancıların ilerlemesine alan açan bölgesel ve uluslararası dinamikler nelerdir?

Joseph Daher: Başlangıçta HTŞ, askeri kampanyayı Esad rejimi ve Rusya’nın kuzeybatıdaki bölgelerine yönelik artan saldırı ve bombardımanlarına bir tepki olarak başlattı. Ayrıca, Moskova ve Tahran’ın müzakereleriyle Mart 2020’de kabul edilen çatışmasızlık bölgelerini ihlal ederek rejimin ele geçirdiği bölgeleri geri almayı amaçladı. Ancak elde ettikleri şaşırtıcı başarılarla birlikte, hedeflerini genişlettiler ve açıkça rejimi devirmeyi amaçladıklarını ilan ettiler. Bu hedefi, kendileri ve diğer güçlerle birlikte şimdi gerçekleştirmiş durumdalar.HTŞ ve SMO’nun bu kadar başarılı olmasının sebebi, rejimin ana müttefiklerinin zayıflamış olmasıdır. Esad’ın uluslararası alandaki en büyük destekçisi olan Rusya, güçlerini ve kaynaklarını Ukrayna’daki emperyalist savaşına yönlendirmiştir. Bu durum, Rusya’nın Suriye’deki katılımını önceki yıllardaki benzer askeri operasyonlara kıyasla önemli ölçüde sınırlamıştır.Suriye rejiminin diğer iki önemli müttefiki olan Lübnan’daki Hizbullah ve İran, 7 Ekim 2023’ten bu yana İsrail tarafından ciddi şekilde zayıflatıldı. Tel Aviv, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah dahil olmak üzere örgütün lider kadrosuna yönelik suikastlar düzenledi, saldırılarla kadrolarını yok etti ve Lübnan’daki güçlerini bombaladı. Hizbullah, kuruluşundan bu yana en büyük zorlukla karşı karşıya. İsrail ayrıca İran’a yönelik dalgalar halinde saldırılar düzenleyerek zayıflıklarını ortaya çıkardı ve son birkaç ayda İran ve Hizbullah’ın Suriye’deki pozisyonlarını bombalamayı artırdı.Ana destekçileri zayıf ve meşgul durumda olan Esad diktatörlüğü, savunmasız bir pozisyona düştü. Yapısal zayıflıkları, yönettiği halktan destek görmemesi, kendi askerlerinin güvenilmezliği ve uluslararası ve bölgesel destekten yoksunluğu nedeniyle isyancı güçlerin ilerlemelerine direnemedi ve şehir şehir yönetimi bir karton ev gibi çöktü.

Tempest: Rejim müttefikleri başlangıçta nasıl tepki verdi? Suriye’deki çıkarları nelerdir?

Joseph Daher: Hem Rusya hem de İran başlangıçta rejimi destekleme sözü verdi ve HTŞ ile SMO’ya karşı savaşması için rejime baskı yaptı. Saldırının ilk günlerinde Rusya, Suriye rejiminden toparlanmasını ve “Halep’te düzeni sağlamasını” istedi; bu, muhtemelen Şam’ın bir karşı saldırı yapmasını umduklarını gösteriyor.İran ise bu saldırıya karşı Moskova ile “koordinasyon” çağrısında bulundu. ABD ve İsrail’in isyancı saldırılarının arkasında olduğunu ve bunun Suriye rejimini istikrarsızlaştırma ve İsrail’in Filistin ve Lübnan’daki savaşından dikkatleri başka yöne çekme girişimi olduğunu iddia etti. İranlı yetkililer, Suriye rejimine tam destek verdiklerini açıkladılar ve “askeri danışmanlarının” Suriye ordusunu desteklemek için ülkedeki varlığını sürdürme ve artırma niyetlerini teyit ettiler. Tahran ayrıca rejime füze ve insansız hava araçları sağlamayı ve hatta kendi birliklerini konuşlandırmayı vaat etti.Ancak bu çabalar açıkça işe yaramadı. Rejim kontrolü dışındaki bölgelere Rusya’nın hava saldırıları düzenlemesine rağmen, isyancıların ilerleyişi durdurulamadı.Her iki gücün de Suriye’de kaybedecek çok şeyi var. İran için Suriye, Hizbullah’a silah transferi ve lojistik koordinasyon için hayati öneme sahip. Rejim düşmeden önce, Lübnanlı örgütün, rejim güçlerine destek sağlamak için Humus’a küçük bir “denetim gücü” gönderdiği ve Lübnan sınırına yakın Suriye’deki kalelerinden biri olan Kusayr’da 2.000 asker konuşlandırdığı söylentileri vardı. Ancak rejim düşerken bu güçlerini geri çekti.Rusya açısından, Suriye’nin Lazkiye eyaletindeki Hmeymim hava üssü ve Tartus’taki deniz tesisi, Rusya’nın Orta Doğu, Akdeniz ve Afrika’daki jeopolitik etkisini göstermek için önemli yerler olmuştur. Bu üslerin kaybedilmesi, Rusya’nın uluslararası statüsünü baltalayabilir; çünkü Suriye’deki müdahalesi, sınırları dışındaki olayları askeri güçle şekillendirme yeteneğini ve Batılı devletlerle rekabet etme kapasitesini göstermek için bir örnek olarak kullanılmıştır. 

Tempest: Bu senaryoda diğer bölgesel ve emperyal güçler, özellikle Türkiye, İsrail ve ABD, ne tür bir rol oynadı? Bu durumdaki hedefleri nelerdir?

JD: Türkiye’nin Suriye ile ilişkilerini normalleştirme iradesine rağmen, Ankara, Şam’dan giderek hayal kırıklığına uğradı. Bu nedenle, askeri saldırıyı teşvik etti ya da en azından yeşil ışık yaktı ve bir şekilde destek sağladı. Ankara’nın başlangıçtaki amacı, Suriye rejimiyle, ayrıca İran ve Rusya ile gelecekteki müzakerelerde pozisyonunu güçlendirmekti.Şimdi rejimin düşmesiyle birlikte Türkiye’nin Suriye’deki etkisi daha da arttı ve muhtemelen ülkenin en önemli bölgesel aktörü haline geldi. Ankara ayrıca SMO’yu, Türkiye’nin terör örgütü olarak tanımladığı PYD’nin silahlı kanadının hâkim olduğu SDG’yi zayıflatmak için kullanmayı hedefliyor. PYD, Türkiye’nin terör örgütü olarak kabul ettiği PKK’nın kardeş örgütü olarak görülüyor ve bu tanım ABD ve AB tarafından da paylaşılıyor.Türkiye’nin iki başka ana hedefi var. Birincisi, Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin zorla Suriye’ye geri gönderilmesini gerçekleştirmek. İkincisi ise Kürtlerin özerklik arayışlarını engellemek ve özellikle Kuzeydoğu Suriye’de Kürt liderliğindeki yönetimi (Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi veya Rojava) zayıflatmak. Bu yönetim, Türkiye’de Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etmesi için bir emsal teşkil edebileceği için mevcut rejim açısından tehdit oluşturuyor.Ne ABD ne de İsrail bu olaylarda bir rol oynadı. Hatta tam tersine, ABD rejimin devrilmesinin bölgeyi daha da istikrarsızlaştırabileceğinden endişeliydi. ABD yetkilileri başlangıçta, “Esad rejiminin BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararında belirtilen siyasi sürece katılmayı reddetmesi ve Rusya ile İran’a bağımlılığı, kuzeybatı Suriye’deki Esad rejimi hattının çökmesi dahil, şu an yaşanan koşulları yarattı” açıklamasını yaptı.Ayrıca, “Bu saldırının, terör örgütü olarak tanımlanan Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) tarafından yönetildiği ve kendilerinin bu saldırıyla hiçbir ilgisinin olmadığı” belirtildi. Türkiye’ye bir ziyaretin ardından Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Suriye’de gerilimin düşürülmesi çağrısında bulundu. Rejimin düşmesinin ardından ABD yetkilileri, doğu Suriye’de yaklaşık 900 askerle varlıklarını sürdüreceklerini ve IŞİD’in yeniden ortaya çıkmasını önlemek için gerekli önlemleri alacaklarını açıkladılar.İsrail tarafında ise yetkililer, “Esad rejiminin çöküşünün muhtemelen İsrail’e karşı askeri tehditlerin gelişebileceği bir kaos yaratacağını” ifade ettiler. İsrail, 2011’deki devrim girişiminden bu yana Suriye rejiminin devrilmesini hiçbir zaman tam anlamıyla desteklemedi. Temmuz 2018’de Netanyahu, Esad’ın ülkeyi yeniden kontrol altına almasına ve gücünü istikrara kavuşturmasına itiraz etmedi.Netanyahu, İsrail’in yalnızca İran ve Hizbullah gibi algılanan tehditlere karşı harekete geçeceğini belirterek, “Esad rejimiyle bir sorunumuz olmadı, 40 yıldır Golan Tepeleri’nde tek bir kurşun bile sıkılmadı” dedi. Rejimin düşüşünün duyurulmasından birkaç saat sonra, İsrail işgal ordusu, isyancıların bu bölgeyi ele geçirmesini önlemek amacıyla Golan Tepeleri’ndeki Hermon Dağı’nın Suriye tarafını kontrol altına aldı. Daha önce, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, İsrail işgal ordusuna Golan tampon bölgesini ve “bitişik stratejik pozisyonları” kontrol altına almaları talimatını vermişti.

Tempest: Pek çok kampçı, bu kez Esad’ın yenilgisinin Filistin kurtuluş mücadelesi için bir gerileme olacağını iddia ederek Esad’ı savunmaya geçti. Bu argüman hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu durum Filistin için ne anlama gelir?

Joseph Daher: Evet, kampçılar, bu askeri saldırının “El Kaide ve diğer teröristler” tarafından yönetildiğini ve bunun Suriye rejimine karşı Batı emperyalistlerinin bir komplosu olduğunu, İran ve Hizbullah’ın liderliğindeki sözde “Direniş Ekseni”ni zayıflatmayı amaçladığını iddia ediyorlar. Bu eksenin Filistinlileri desteklediğini iddia ettikleri için, kampçılar Esad’ın düşüşünün bu ekseni zayıflattığını ve dolayısıyla Filistin’in kurtuluş mücadelesini baltaladığını öne sürüyorlar.Bu argüman, yerel Suriyeli aktörlerin herhangi eyleme kapasitesine sahip olabileceğinitamamen görmezden gelmenin yanı sıra, sözde “Direniş Ekseni”ni destekleyenlerin temel problemi, Filistin’in kurtuluşunun, bu devletlerin veya diğer güçlerin gerici ve otoriter yapıları ile neoliberal ekonomik politikalarına bakılmaksızın, yukarıdan geleceğini varsaymalarıdır. Bu strateji geçmişte başarısız oldu ve bugün de başarısız olacaktır. Aslında, Orta Doğu’daki otoriter ve despotik devletler, ister Batı ile müttefik olsun ister ona karşı olsun, Filistinlileri sürekli olarak hayal kırıklığına uğratmış ve hatta baskı altına almıştır.Ayrıca kampçılar, İran ve Suriye’nin ana hedeflerinin Filistin’in kurtuluşu değil, kendi devletlerinin korunması ile ekonomik ve jeopolitik çıkarlarının devam ettirilmesi olduğunu görmezden geliyorlar. Bu çıkarlar her zaman Filistin’in önüne geçer. Özellikle Suriye, Netanyahu’nun az önce alıntıladığım sözlerinde açıkça belirttiği gibi, onlarca yıldır İsrail’e karşı hiçbir şey yapmamıştır.İran, retorik olarak Filistin davasını desteklemiş ve Hamas’a fon sağlamıştır. Ancak 7 Ekim 2023’ten bu yana temel hedefi, gelecekte ABD ile yapılacak siyasi ve ekonomik müzakerelerde en iyi pozisyona gelebilmek için bölgedeki konumunu güçlendirmek olmuştur. İran, siyasi ve güvenlik çıkarlarını garanti altına almak istemekte ve bu nedenle İsrail ile doğrudan bir savaştan kaçınmaya özen göstermektedir.Filistinlilere ilişkin temel jeopolitik hedefi, onları özgürleştirmek değil, özellikle ABD ile ilişkilerinde bir pazarlık unsuru olarak kullanmaktır. Benzer şekilde, İran’ın Nasrallah’ın öldürülmesine, Hizbullah’ın kadrolarının yok edilmesine ve İsrail’in Lübnan’a karşı yürüttüğü acımasız savaşa karşı pasif tepkisi, birinci önceliğinin kendisini ve çıkarlarını korumak olduğunu göstermektedir. İran, bu çıkarları feda etmeye ve kilit devlet dışı müttefikinin savunmasına gelmeye istekli değildi.İran’ın Hamas’a karşı en iyi ihtimalle güvenilmez bir müttefik olduğu da kanıtlanmıştır. Çıkarları örtüşmediğinde Hamas’a sağladığı fonu azaltmıştır. Örneğin, 2011’deki Suriye Devrimi sırasında, Filistin hareketi Suriye rejiminin Suriyeli protestoculara karşı uyguladığı katliamcı baskıyı desteklemeyi reddettiğinde İran, Hamas’a yaptığı mali yardımı kesmiştir.Suriye rejimi söz konusu olduğunda, Filistin’e olan sözde desteği konusunda karşıt argümanlar tartışılmazdır. İsrail’in soykırımcı savaşının geçtiğimiz yıl boyunca Filistin’i savunmak için hiçbir adım atmamıştır. 7 Ekim öncesi ve sonrası İsrail’in Suriye’yi bombalamasına rağmen rejim buna karşılık vermemiştir. Bu, rejimin 1974’ten bu yana önemli ve doğrudan bir İsrail ile çatışmadan kaçınma politikasına uygundur.Buna ek olarak, rejim Suriye’deki Filistinlilere defalarca baskı uygulamıştır. 2011’den bu yana birkaç bin Filistinliyi öldürmüş, Şam’daki Yermuk mülteci kampını harap etmiştir. Ayrıca Filistin ulusal hareketine doğrudan saldırılarda bulunmuştur. Örneğin, 1976’da Hafez Esad, yeni devrilen diktatör Beşar Esad’ın babası, Lübnan’a müdahale ederek solcu Filistin ve Lübnan örgütlerine karşı aşırı sağcı Lübnan partilerini desteklemiştir.1985 ve 1986’da Beyrut’taki Filistin kamplarına askeri operasyonlar düzenlemiş, 1990’da ise yaklaşık 2.500 Filistinli siyasi mahkûm Suriye hapishanelerinde alıkonulmuştur.Bu tarih göz önüne alındığında, Filistin ile dayanışma hareketinin, çıkarlarını Filistin ile dayanışmanın önüne koyan, jeopolitik kazanç için rekabet eden ve ülkelerinin işçilerini ve kaynaklarını sömüren emperyalist ya da yarı-emperyalist devletleri savunması ve onlarla hizalanması bir hatadır. Elbette ABD emperyalizmi, savaş, yağma ve siyasi tahakküm geçmişiyle bölgenin başlıca düşmanı olmaya devam etmektedir.Ancak, gerici bölgesel güçleri ya da Rusya ve Çin gibi diğer emperyalist devletleri Filistin’in veya onunla dayanışma hareketinin müttefiki olarak görmek mantıklı değildir. Bu durumu destekleyecek herhangi bir kanıt bulunmamaktadır. Bir emperyalizmi diğerine tercih etmek, kapitalist sistemin ve halk sınıflarının sömürüsünün istikrarını garanti etmek anlamına gelir. Benzer şekilde, Filistin’i özgürleştirme amacı doğrultusunda otoriter ve despotik rejimleri desteklemek, yalnızca ahlaki açıdan yanlış olmakla kalmaz, aynı zamanda başarısız bir strateji olduğu defalarca kanıtlanmıştır.Bunun yerine, Filistin dayanışma hareketi, Filistin’in kurtuluşunu bölgedeki devletlere değil, halk sınıflarının özgürleşmesine bağlı olarak görmelidir. Bu sınıflar, Filistin ile özdeşleşir ve kendi demokrasi ve eşitlik mücadelelerini, Filistin’in kurtuluş mücadelesiyle sıkı bir şekilde bağlantılı olarak görür. Filistinliler mücadele ettiklerinde, bu genellikle bölgesel özgürleşme hareketini tetikler ve bölgesel hareket, işgal altındaki Filistin’deki harekete geri yansır.Bu mücadeleler diyalektik olarak bağlantılıdır; bunlar, toplu özgürleşme için karşılıklı mücadelelerdir. Aşırı sağcı İsrailli bakan Avigdor Lieberman, 2011’de bölgesel halk ayaklanmalarının İsrail’e oluşturduğu tehlikeyi fark etmişti. Lieberman, Hüsnü Mübarek’i deviren ve ülkede demokratik bir açılım dönemine kapı aralayan Mısır devriminin, İran’dan daha büyük bir tehdit olduğunu söylemişti.Bu, Filistinlilerin ve Lübnanlıların İsrail’in acımasız savaşlarına karşı direnme hakkını reddetmek anlamına gelmez. Ancak Filistinli ve bölgedeki halk sınıflarının birleşik isyanının, yalnızca Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın tamamını dönüştürme, otoriter rejimleri devirme, ABD ve diğer emperyalist güçleri bölgeden çıkarma gücüne sahip olduğunu anlamaktır. Filistin’e ve bölgedeki halk sınıflarına yönelik uluslararası anti-emperyalist dayanışma esastır; çünkü bu kesimler yalnızca İsrail’e ve MENA’nın gerici rejimlerine değil, aynı zamanda onların emperyalist destekçilerine karşı da mücadele etmektedir.Filistin dayanışma hareketinin, özellikle Batı’daki ana görevi, yöneticilerimizin yalnızca İsrail’in ırkçı yerleşimci-sömürgeci apartheid devleti ve Filistinlilere karşı soykırımcı savaşını değil, aynı zamanda İsrail’in Lübnan gibi bölgedeki diğer ülkelere yönelik saldırılarını da desteklemedeki suç ortaklığını kınamaktır. Hareket, bu yöneticilere Tel Aviv ile olan tüm siyasi, ekonomik ve askeri ilişkileri kesmeleri midelerinde baskı yapmalıdır.Bu şekilde dayanışma hareketi, İsrail’e yönelik uluslararası ve bölgesel desteği zayıflatarak Filistinlilerin ve bölgedeki halk sınıflarının özgürleşmesi için alan açabilir. 

Tempest: Suriye’deki isyancıların ilerleyişi, ilerici güçlerin devrimci mücadeleyi yeniden canlandırması ve hem rejime hem de İslami köktendinciliğe alternatif sağlaması için bir alan açabilir mi?

Joseph Daher: Bu soruya kesin cevaplar yok, bundan ziyade sorular var. Rejimin kovulduğu bölgelerde aşağıdan bir mücadele ve öz örgütlenme mümkün olacak mı? Sivil toplum örgütleri (NGO’lar olarak dar anlamda değil, Gramsci’nin anlamında devlet dışında popüler kitle oluşumları) ve demokratik ve ilerici politikalarla alternatif siyasi yapılar kendilerini kurup örgütlenebilecek mi? HTŞ ve SMO’nun güçlerinin genişlemesi, yerel düzeyde örgütlenme için bir alan açacak mı?Bunlar, bana göre açık yanıtları olmayan temel sorular. HTŞ ve SMO’nun geçmişteki politikalarına bakıldığında, demokratik bir alanın gelişmesine cesaret vermedikleri, tam tersine otoriter davrandıkları görülüyor. Bu tür güçlere güvenilmemelidir. Sadece demokratik ve ilerici talepler için mücadele eden halk sınıflarının öz örgütlenmesi, bu alanı yaratacak ve gerçek bir özgürleşme yolunu açacaktır. Bu, savaş yorgunluğundan baskıya, yoksulluktan toplumsal yer değiştirmelere kadar birçok engelin üstesinden gelinmesine bağlı olacaktır.Ana engel geçmişte, şimdi ve gelecekte otoriter aktörler olmuştur ve olacaktır: daha önce rejim, şimdi ise muhalefet güçlerinin büyük bir kısmı, özellikle HTŞ ve SMO. Onların yönetimi ve aralarındaki askeri çatışmalar, demokratik ve ilerici güçlerin geleceğini demokratik bir şekilde belirlemesi için alanı boğmuştur. Rejim kontrolünden kurtarılan alanlarda bile aşağıdan gelen demokratik ve ilerici direniş seferberliği henüz görmüş değiliz. Ve SMO’nun Kürt bölgelerini ele geçirdiği yerlerde, Kürtlerin haklarını ihlal etmiş, onları şiddetle bastırmış ve çok sayıda insanı zorla yerinden etmiştir.Gerçek şu ki, Suriye rejimine ve İslami köktendinci güçlere açıkça karşı çıkabilen bağımsız bir demokratik ve ilerici bloğun ciddi şekilde eksikliği var. Bu bloğun inşası zaman alacaktır. Otokrasiye, sömürüye ve her türlü baskıya karşı mücadeleleri birleştirmesi gerekecek. Demokrasi, eşitlik, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı ve kadınların özgürleşmesi taleplerini yükselterek ülkenin sömürülen ve ezilenleri arasında dayanışmayı inşa etmelidir.Bu tür talepleri ilerletmek için, ilerici blok, sendikalardan feminist örgütlere, (etnik-dini) topluluk örgütlerinden ulusal yapılara kadar halkçı örgütler inşa etmeli ve yeniden inşa etmelidir. Bu, toplumun bütünündeki demokratik ve ilerici aktörler arasında işbirliği gerektirecektir.Bununla birlikte, bir umut var. Başlangıçta temel dinamik askeri olup HTŞ ve SMO tarafından yönlendirilmiş olsa da, son birkaç gün içinde ülke genelinde büyüyen popüler gösteriler ve sokaklara çıkan insanlar gördük. Bu insanlar HTŞ, SMO veya diğer silahlı muhalefet gruplarının emirlerini takip etmiyor. Yukarıda belirtilen çelişkiler ve zorluklarla birlikte, Suriyelilerin aşağıdan sivil halk direnişini yeniden inşa etmeye ve alternatif iktidar yapıları oluşturmaya çalışmaları için bir alan var.Buna ek olarak, en önemli görevlerden biri, ülkenin merkezi etnik bölünmesi, yani Araplar ve Kürtler arasındaki bölünme ile başa çıkmaktır. İlerici güçler, bu bölünmeyi aşmak ve bu nüfuslar arasında dayanışmayı oluşturmak için Arap şovenizmine karşı net bir mücadele yürütmelidir. Bu sorun, 2011’deki Suriye devriminin başlangıcından beri bir meydan okumadır ve halkın gerçekten özgürleşmesi için ilerici bir şekilde ele alınması ve çözülmesi gerekmektedir.Suriye Devrimi’nin demokrasi, sosyal adalet ve eşitlik için olan orijinal hedeflerine dönmeye ve bunu Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını savunan bir şekilde yapmaya yönelik çaresiz bir ihtiyaç vardır. Kürt PYD’si, yaptığı hatalar ve yönetim biçimi nedeniyle eleştirilebilir, ancak Kürtler ve Araplar arasında bu tür bir dayanışmanın önündeki ana engel değildir. Bu engel, başlangıçta Batı ve bölgesel ülkeler tarafından desteklenen ve Suriye Devrimi’ni ilk yıllarında yönlendirmeye çalışan, Arap ağırlıklı Suriye Ulusal Koalisyonu’ndan başlayarak, bugünkü HTŞ ve SMO gibi iki kilit askeri gücün şovenist politikaları olmuştur.Bu bağlamda, ilerici güçler, Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi dahil olmak üzere Suriyeli Araplar ve Kürtler arasında işbirliği peşinde koşmalıdır. Bu özerk yönetim projesi ve siyasi kurumları, Kürt nüfusunun büyük kesimlerini temsil etmektedir ve çeşitli yerel ve dış tehditlere karşı onları korumuştur.Bununla birlikte, bu yapının da hataları vardır ve eleştirilmeden desteklenmemelidir. PYD veKuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi, iktidarına meydan okuyan siyasi aktivistlere ve gruplara karşı güç ve baskı kullanmıştır. Ayrıca sivillerin insan haklarını ihlal ettiği durumlar da olmuştur. Yine de, özellikle kadınların toplumsal hayatta her seviyede daha fazla yer alması, laik yasaların kodifikasyonu ve dini ve etnik azınlıkların daha fazla dahil edilmesi konularında bazı önemli başarılar elde etmiştir. Ancak, sosyo-ekonomik meselelerde kapitalizmle bağlarını koparamamış ve halk sınıflarının şikayetlerini yeterince ele alamamıştır.PYD ve Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ne yönelik eleştiriler ne olursa olsun, ilerici güçler, onları “şeytan” ya da “ayrılıkçı” bir etno-milliyetçi proje olarak tanımlayan Arap şovenizmini reddetmeli ve karşı çıkmalıdır. Ancak bu tür bağnazlığı reddederken, bazı Batılı anarşistler ve solcuların yaptığı gibi, özerk yönetimi eleştirisiz bir şekilde romantikleştirip, onu aşağıdan yeni bir demokratik güç biçimi olarak yanlış tanıtmaktan da kaçınılmalıdır.Suriyeli Arap demokratlar ve ilericiler ile Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi ve ona bağlı kurumlar arasında halihazırda bir miktar işbirliği yapılmış ve bu işbirliği genişletilmelidir. Ancak her türlü işbirliğinde olduğu gibi, bu da eleştirisiz bir şekilde yapılmamalıdır.Herkese, Esad rejimi ve müttefiklerinin yüz binlerce sivilin kitlesel öldürülmesinden, büyük yıkımlardan, derinleşen yoksullaşmadan ve Suriye’deki mevcut durumdan birinci derecede sorumlu olduğunu hatırlatmak önemlidir. Ancak Suriye devriminin hedefi, HTŞ lideri el-Culani’nin CNN röportajında söylediğinin ötesine geçer. Amaç yalnızca bu rejimi devirmek değil, demokrasi, eşitlik ve ezilen gruplar için tam haklarla karakterize edilen bir toplum inşa etmektir. Aksi takdirde, bir kötülüğü bir başka kötülükle değiştiririz.

Tempest: Rejimin düşmesi bölge ve emperyal güçler üzerinde ne gibi etkiler yaratacak? Uluslararası sol bu durumda nasıl bir tutum almalı?

Joseph Daher: Rejimin düşmesinin ardından HTŞ lideri el-Culani, seçimlerin ardından tam yürütme yetkilerine sahip bir hükümete devredilene kadar Suriye devlet kurumlarının eski rejimin Başbakanı Muhammed Celali tarafından denetleneceğini belirtti ve düzenli bir geçiş sürecini güvence altına alma çabalarını sinyalini verdi. Suriye telekomünikasyon bakanı Eyad el-Hatib, telekomünikasyon ve internetin çalışmaya devam etmesini sağlamak için HTŞ’nin temsilcileriyle işbirliği yapmayı kabul etti.Bu, HTŞ’nin kontrollü bir güç geçişi gerçekleştirmek, yabancı korkuları yatıştırmak, bölgesel ve uluslararası güçlerle temas kurmak ve müzakere edilebilecek meşru bir güç olarak tanınmak istediğini açıkça gösteriyor. Bu tür bir normalleşmenin önündeki bir engel, HTŞ’nin hâlâ terör örgütü olarak tanımlanması ve Suriye’nin yaptırımlara tabi olmasıdır.Ülkede bir istikrarsızlık dönemi beklenmelidir. Örneğin, rejimin düşmesinin ertesi günü Şam’da sokaklarda bir miktar kaos görüldü; merkez bankası yağmalandı.Rejimin düşüşünün bölgesel ve emperyal güçler üzerinde ne gibi etkileri olacağını söylemek hâlâ zor. ABD ve Batı devletleri için ana hedef, kaosun bölgeye yayılmasını önlemek için zararı kontrol altına almaktır. Bölgesel devletler ise mevcut durumdan memnun değiller, çünkü son birkaç yılda rejimle bir normalleşme sürecine girmişlerdi. Türkiye’ye gelince, temel amacı, Suriye’deki gücünü ve etkisini pekiştirmek ve kuzeydoğudaki Kürt liderliğindeki özerk bölgeden kurtulmak olacaktır. Türk dışişleri bakanı, Pazar günü yaptığı açıklamada, Türk devletinin, IŞİD’in ve özellikle “PKK’nin” Şam rejiminin düşüşünden faydalanarak etkisini genişletmemesini sağlamak için Suriye’deki isyancılarla temas halinde olduğunu söyledi. Dikkate alınması gereken bir diğer etki ise İran’ın bölgesel etkisinin ve dolayısıyla Hizbullah’ın Lübnan’daki etkisinin zayıflamasıdır.Ancak farklı güçlerin ortak bir hedefi vardır: Suriye ve bölgede bir tür otoriter istikrar dayatmak. Bu elbette bölgesel ve emperyal güçler arasında bir birlik olduğu anlamına gelmez. Her birinin kendi, çoğu zaman birbirine zıt çıkarları vardır, ancak Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın istikrarsızlaşmasını, özellikle küresel kapitalizmin petrol akışını bozabilecek herhangi bir tür istikrarsızlığı istemezler.Uluslararası sol, rejimin kalıntılarıyla veya yerel, bölgesel ve uluslararası karşı-devrim güçlerine taraf olmamalıdır. Aksine, devrimcilerin siyasi pusulası, aşağıdan gelen halkçı ve ilerici mücadelelerle dayanışma ilkesi olmalıdır. Bu, ilerici ve kapsayıcı bir Suriye için örgütlenen ve mücadele eden grupları ve bireyleri desteklemek ve onları bölgedeki halk sınıflarıyla dayanışma içinde birleştirmek anlamına gelir.Suriye, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da böylesine değişken bir dönemde, romantizmin ve yenilginin ikiz tuzaklarından kaçınmalıyız. Bunun yerine, bölgedeki ve dünyadaki halk güçleri arasında eleştirel, ilerici ve uluslararası dayanışma stratejisi izlemeliyiz. Bu, özellikle bu karmaşık zamanlarda, solun kritik bir görevi ve sorumluluğudur.

 Kaynak: https://tempestmag.org/2024/12/understanding-the-rebellion-in-syria/Çeviri: İmdat Freni     

Tarihsel ve siyasal bir perspektiften 7 Ekim – Gilbert Achcar

Elimizdeki rakamlara göre 7 Ekim’de 36’sı çocuk, 71’i yabancı olan 767 sivil ile 376 asker ve güvenlik görevlisi olmak üzere çoğunluğu İsrailli 1.143 kişi öldürüldü, 250’ye yakın kişi de esir alındı. Aynı gün, İsrail kaynaklarına göre, saldırganlar arasındaki 1.600’den fazla savaşçı olay yerinde öldürüldü ve 200’e yakın kişi tutuklandı. Gazzeli kaynaklara göre 7 Ekim’den bu yana, tahminen %40’ı çocuk olmak üzere 35.000’e yakın Filistinli öldürüldü. Enkaz altında kaldığına inanılan 20.000 kadar kişinin de bunlara eklenmesi gerekiyor. Çoğu ağır, 78.000’e yakın yaralı var. Gazze’de yaşayan 2,4 milyon insanın büyük çoğunluğu yerlerinden edilmiş durumda ve tüm nüfusu, İsrail’in bölgeye giren yardım miktarını ciddi şekilde kısıtlaması nedeniyle giderek artan bir açlık çekiyor. Gazze’deki konutların çoğu, bu yüzyılın kesinlikle en yıkıcı ve muhtemelen nükleer silahlar haricinde yoğunluk (kapsam ve hızın birleşimi) açısından gelmiş geçmiş en yıkıcı bombardıman harekâtında yok edildi. Aslında Hiroşima’ya atılan atom bombası 15 kiloton TNT’lik bir patlamaya sahipken, İsrail silahlı kuvvetleri Gazze’nin 365 km karelik alanına bu tonajın yaklaşık beş katını atmış durumda. Tüm bu rakamların geçici olduğunu ve bu yazının kaleme alındığı sırada her geçen gün arttığını söylemeye gerek yok.

7 EKİM NEYİN DEVAMIYDI?

İsrail’in 7 Ekim saldırısına verdiği ilk tepki, bu saldırıyı sadece bir günde öldürülen en büyük İsrailli katliamı olarak nitelendirmekle kalmayıp, aynı zamanda “Holokost’tan bu yana Yahudilere yönelik en büyük katliam” olarak da tanımlamak oldu. Bunlar tartışmalı ve siyaseten manidar tanımlamalardır. Yine de ikinci tanımlama Batı ülkelerinde bir slogan haline geldi; örneğin Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron 7 Şubat 2024’te, o gün Gazze sınırı yakınlarında öldürülen 42 Fransız vatandaşı için düzenlenen törende 7 Ekim’i “yüzyılımızın en büyük antisemit katliamı” olarak nitelendirdi.

Yukarıda tasvir edilen korkunç bilançoyu göz önünde bulunduran herkes için, 7 Ekim saldırısı ile Nazilerin Yahudilere yönelik katliamı arasındaki örtülü analoji oldukça uygunsuz görünmelidir, çünkü her iki durumda da gerçek güç dengesini ve ezen ve ezilenlerin kimliğini tamamen göz ardı etmektedir. Antisemitizm ve Holokost üzerine çalışan birçok uzmanın ortaklaşa kaleme aldıkları “Holokost Hafızasının Kötüye Kullanımı Üzerine Açık Mektup”ta çok haklı olarak ifade ettikleri gibi:“Yahudi cemaatinde pek çok kişinin 7 Ekim’de yaşananları anlamaya çalışırken Holokost’u ve daha önceki pogromları hatırlaması anlaşılabilir bir durumdur; katliamlar ve sonrasında ortaya çıkan görüntüler, Yahudi tarihinin çok yakın geçmişinden kaynaklanan soykırımcı antisemitizme dair kökleşmiş kolektif hafızayı harekete geçirmiştir. Ancak Holokost’un hatırasına başvurmak, Yahudilerin bugün karşı karşıya kaldığı antisemitizmi anlamamızı engellemekte ve İsrail-Filistin’deki şiddetin nedenlerini tehlikeli bir şekilde yanlış yansıtmaktadır. Nazi soykırımı, küçük bir azınlığa saldıran bir devlet ve onun gönüllü sivil toplumunu içeriyordu ve daha sonra kıta çapında bir soykırıma dönüştü. Gerçekten de, İsrail-Filistin’de yaşanan krizin Nazizm ve Holokost ile karşılaştırılması, hele ki bu karşılaştırmalar siyasi liderler ve kamuoyunu yönlendirebilecek diğer kişilerden geliyorsa, entelektüel ve ahlaki bir hatadır.”

Hamas ile Naziler arasında ne tür benzerlikler tespit edilebilirse edilsin, Hamas ile İsrail’in aşırı sağcı Siyonist hükümeti arasında kesinlikle daha fazla benzerlik var. Likud, faşist bir soyağacına sahip bir parti. Kudüs’teki İbrani Üniversitesi Çağdaş Yahudilik Enstitüsü’nde profesör olan İsrailli Holokost tarihçisi Daniel Blatman’ın İsrail gazetesi Haaretz’de “neo-Nazi” olarak tanımlamaktan çekinmediği bakanları da kapsamaktadır.

7 EKİM’İN BAĞLAMI

BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, 24 Ekim’de yaptığı açıklamada 7 Ekim’in “durduk yere ortaya çıkmadığı” gibi oldukça açık ve sabit bir gerçeği dile getirdiği için İsrail tarafından “terörizmi meşrulaştırmakla” suçlanırken, İsrail’in BM Büyükelçisi Guterres’in istifasını talep etti. 1967 sonrası işgale işaret eden Guterres, “Filistin halkı 56 yıldır boğucu bir işgale maruz tutuluyor. Topraklarının adım adım yerleşim yerleri tarafından ele geçirilmesine ve şiddete şahit oluyor. Ekonomileri yıkılmış, insanlar yerlerinden edilmiş ve evleri yerle bir edilmiş durumda. Siyasi çözüme olan inançları yok olmaya başladı.” Ayrıca şu yorumu yapmıştır: “Filistin halkının sıkıntıları Hamas’ın korkunç saldırılarını haklı gösteremez ve bu korkunç saldırılar Filistin halkının toplu olarak cezalandırılmasını haklı gösteremez.” Buna rağmen, Benjamin Netanyahu’nun siyasi rakibi ve İsrail’in 7 Ekim savaşı sonrası kabinesinin sözde “ılımlı” üyesi Benny Gantz bile, BM Genel Sekreteri’nin “teröre göz yumduğunu” belirterek, “terör savunucularının dünya adına konuşamayacağını” ekledi ve böylece İsrail’in elçisi tarafından ortaya konan talebi zımnen onayladı.

İsrailli yetkililerin bu tepkileri, modern zamanların yaygın ahlakı ve uluslararası hukuku başka bir halkın topraklarının işgalini kınadığından beri, modern zamanlardaki tüm işgalci güçlerin ortak gerçekliği inkâr etmelerinin bir başka örneğiydi. Aslında 7 Ekim sadece “durduk yere ortaya çıkmadı” aynı zamanda özellikle Gazze Şeridi’nde bir noktada şiddetin alevleneceği tamamen öngörülebilirdi. Aralık 2009’da, İsrail’in 2005’te askerlerini geri çekmesinin ve 2007’de Hamas’ın bölgeyi ele geçirmesinin ardından Gazze’ye uyguladığı ablukanın üzerinden iki yıl geçtikten ve İsrail’in bölgeye yönelik ilk büyük bombardımanından (2008-9) birkaç ay sonra Larry Derfner, The Jerusalem Post’ta İsrailli vatandaşlarına haklı sorular yöneltti: “Kendimize sormamız gereken soru şudur: Eğer birisi bize, bizim Gazze’deki insanlara davrandığımız gibi davransaydı, ne yapardık? Sorun, Gazze’deki yaşamı hayal edemiyor olmamız değil. Sorun, bu durumu hayal etmeye çalışmaktan kaçınmamız kararında olmamız. Eğer yaparsak, belki de orada durmayız. Belki de ülkemizin Gazze’yi terk ettiği durumda bizim durumumuzun nasıl olacağını hayal etmeye çalışırız. Ve er ya da geç, orada oldukları gibi bizim burada nasıl yaşadığımızı hayal etmeye çalışabiliriz. Ya da ne yapacağımızı değil, sadece düşüneceğimiz şeyi hayal etmek – insanlar hakkında, savaş bittikten sonra bile iyileşmeye başlamamıza izin vermeyen ve sınırlarımızı kuşatan, yalnızca hayatta kalmamızı sağlayacak kadar malzemeyi içeriye almasına izin veren ve kitlesel salgınları önlemek için yeterli miktarda malzeme sağlar.”

İşin aslı, Hamas’ı temel olarak antisemitizmden ve Nazilerle benzerlik göstermekten ibaret olarak sunmak, 1948’de Siyonistlerin Filistin topraklarını ele geçirmesini İkinci Dünya Savaşı’nın son savaşı olarak sunma stratejisinin, şu anda Arap-İsrail anlatı savaşının yoğun yeni bir bölümünün devamıdır. Bu strateji, Kudüs müftüsü Emin el-Hüseynî figürünün 1945 sonrası suistimal edilmesi ile başladı. Böylece, modern zamanların son kolonyal fethi, Nazizm’e karşı savaşın son cephesi olarak sunulabilir. Bu stratejik söylem, ataları doğrudan suçlu, suç ortağı veya seyirci olan ülkelerin vatandaşları ve Yahudi mültecilere ülkelerinin kapılarını kapatarak Avrupa Yahudilerinin Nazi soykırımına uğramasının suçunu taşıyan ülkelerde çok iyi işliyor. Ancak bu strateji, dünyanın çoğunluğunu oluşturan Küresel Güney’de aynı etkiyi göstermiyor. Onlar Filistinlileri Nazi emperyalizminin devamı olarak değil, uzun ve kanlı bir kolonyal tarihin kurbanlarından biri olarak algılıyorlar.

TARİHTEN KISSALAR

7 Ekim’in ardından, Afrika tarihi uzmanı Fransız dostum Michel Cahen, 1961 yılında Angola’da yaşanan olaylar ile Orta Doğu’da devam eden olaylar arasında çarpıcı bir benzerliğe dikkatimi çekti. 1961 yılında, Afrika kıtasında sömürgecilikten kurtulma yolunda büyük bir ilerleme kaydediliyordu. Angola’da ise komşu Kongo Cumhuriyeti’nin bir önceki yıl Belçika sömürge yönetiminden bağımsızlığını kazanmasının ardından durum farklıydı. Portekiz sömürge yetkilileri, Angolalı bağımsızlık yanlılarına yönelik baskılarını arttırmıştı. Bu durum, katı Portekiz sömürgeciliğine karşı duyulan öfkenin muazzam bir şekilde artmasına neden oldu. Afrika’nın geri kalan sömürge bölgelerinde, sömürgecilik karşıtı silahlı mücadeleler gelişiyordu. Angola da istisna değildi. Sömürgecilik karşıtı hareketlerden biri, lideri Holden Roberto olan Angola Halkları Birliği (UPA) idi. Bu birlik, daha sonra Angola Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLNA) adını alacaktı. 15 Mart 1961’de UPA militanları çok sayıda köylünün de katılımıyla Kongo sınırından kuzey Angola’ya geçti. Birkaçı tüfekli, çoğu palalı dört ila beş bin kişilik ayak takımı kitlesi saldırıya geçti ve yüzlerce beyaz sömürgeciyi erkek, kadın, bebek ve çocuk demeden ve diğer etnik kökenlerden ya da melezlerden oluşan çok daha fazla Angolalıyı tarif edilemez derecede korkunç şekillerde öldürdüler.

Portekiz’in aşırı sağcı diktatörü António de Oliveira Salazar hava kuvvetlerinin yoğun bir şekilde kullanıldığı büyük bir misilleme harekâtı başlattı. Birkaç ay içinde on binlerce siyah öldürüldü, çok sayıda köy yakıldı ve geniş bir coğrafya yerle bir edildi. Burada tarihsel bilginin iki öğesi daha devreye girmektedir. Birincisi, UPA/FLNA, Sovyet destekli Angola’nın Kurtuluşu için Halk Hareketi’nin (MPLA) CIA tarafından desteklenen rakibiydi. Aşırı sağcı Portekiz NATO’nun kurucu üyelerinden biriydi. Bu nedenle, Roberto’nun daha sonra İsveçli bir araştırmacıya açıkladığı gibi: “NATO ve Portekiz ile ilişkiler nedeniyle Batılı ülkelerden yardım alamıyorduk. Hiçbir desteğimiz yoktu. Güvenebileceğimiz küçük destek ise Tunus gibi Afrika ve Arap ülkelerinden geliyordu. Ve bizim için çok önemli olan İsrail’den. İsrail hükümeti o dönemde bize yardım etti.” İkinci olarak, Roberto’yu silahlı mücadeleye teşvik eden Frantz Fanon 1961 tarihli ünlü kitabı Yeryüzünün Lanetlileri’nde “Kendiliğindenliğin Büyüklüğü ve Zayıflığı” başlıklı bölümünde Angola olaylarını şu ifadelerle yorumlamıştır: “Hatırlıyoruz; 15 Mart 1961’de Angola köylüleri iki üç binerlik gruplar halinde Portekiz mevzilerine saldırdı. Köyler ve havalimanları kuşatıldı ve sayısız saldırı yaşandı, ama binlerce Angolalı sömürgecinin makineli tüfekleriyle tarandı. Angola ayaklanmasının liderleri, ülkelerini gerçekten kurtarmak istiyorlarsa farklı taktikler benimsemeleri gerektiğini çok geçmeden kavradılar. Bu yüzden Angola lideri Roberto Holden, öteki kur­tuluş savaşları modelini ve gerilla savaşı tekniklerini kullanarak Angola Ulusal Ordusu’nu yakım zamanlarda yeniden organize etti.”

SONUÇ OLARAK

Bu iki tarihsel kesitten hangisi Hamas önderliğindeki 7 Ekim ve ardından İsrail hükümeti tarafından gerçekleştirilen saldırıya daha çok benzemektedir. Nazi önderliğindeki Yahudi karşıtı saldırı ve ardından aynı Naziler tarafından gerçekleştirilen Avrupalı Yahudilerin yok edilmesi mi? Yoksa UPA önderliğindeki Portekiz karşıtı saldırı ve ardından ABD’nin suç ortaklığıyla Portekiz aşırı sağ hükümeti tarafından gerçekleştirilen saldırı mı? UPA önderliğindeki 15 Mart Angolalıları öncelikle beyaz karşıtı ırkçılıkla mı yoksa Portekiz’in sömürgeci baskısına duydukları nefretle mi motive olmuşlardı? Aynı şekilde, 7 Ekim’de Hamas liderliğindeki Filistinliler öncelikle antisemitizmden mi yoksa İsrail’in sömürgeci baskısına duydukları nefretten mi kaynaklanıyordu? Bu soruların cevapları, Filistin, Arap ya da Müslüman karşıtı ırkçılık ve beyazlaştırılmış İsraillilere duyulan “narsist şefkat” ile körleşmemiş herkes için apaçık olmalıdır.

çeviren: Kıvanç Eliaçık

kaynak: https://www.birgun.net/makale/tarihsel-ve-siyasal-bir-perspektiften-7-ekim-548382

1970’li yıllarda karanfiller ülkesinde yaşayan genç bir enternasyonalist: Christian Tresso

 Kişisel ve politik nedenlerle 1974-75 yıllarını devrimci Portekiz’de geçiren bir militanın anılarını yayınlıyoruz.  

***

Devrimci bir militan olmak 68 Mayıs-Haziran barikatlarına katılacak yaşta olmayan gençlerin henüz ergenlik çağındayken devrimci mücadeleye katılmaya karar vermesi alışılmadık bir durum değildi. Bu nedenle benim durumum istisnai bir durum değildi. Bir anarşist sempatizanı olarak CRS’den (çevik kuvvet ç.) “FNL kazanacak! » (Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi) ve “Vietnam’da Barış!” değil » Kasım 1969’da Vietnam halkının mücadelesiyle dayanışma amacıyla yasaklanan bir gösteri sırasında ilk cop darbelerimi almıştım. 1970 yılında Ligue Communiste’e katılmaya karar verdiğimde 15 yaşındaydım. Aktivizmim, B52’lerin attığı bombaların altında ezilen Çinhindi halklarının kahramanca direnişiyle, Latin Amerika’daki cesur mücadelelerle, dayanılmaz Pompidou düzenine karşı mücadeleyle beslendi. 1973 yılı, orduya katılmanın ertelenmesini ortadan kaldıran Debré Yasasına karşı muazzam lise seferberliklerinin yılıydı (22 Mart 1973’te Paris’te 200.000 gösterici ve 2 Nisan’da 200.000’i Paris’te olmak üzere 236 şehirde 500.000’den fazla genç yürüdü).  İşte o yıl lisans eğitimimin ardından sosyoloji ve siyaset bilimi eğitimime yaşadığım taşra kasabasında devam etmeye karar verdim.

Ancak 1973 yılı aynı zamanda Şili’de yaşanan korkunç trajedinin ve Halkın Birliği umutlarının kanlı bir şekilde yıkıldığı yıldı. Hayatın tesadüfleri  beni, partnerim olan Portekizli genç bir kadın da dahil olmak üzere diğer öğrencilerle birlikte bir evde  yaşamaya zorladı. Anti-faşist muhalefette yer alan bir avukatın kızıydı. 1964’teki Brezilya askeri darbesinin sonuçlarından kaçmak için ailesiyle birlikte 1959’dan beri Brezilya’da, 1965’ten beri de Cezayir’de yaşıyordu. Çoğu zaman hayal bile edemediğimiz bir şekilde Portekiz’e bir geziden konuşuyorduk.. Diktatörlük 48 yıldır yürürlükteydi. Ancak 16 Mart 1974’te ordu birlikleri Lizbon’a doğru ilerledi. Başarısız olurlar ve 200 asker tutuklanır. Bu, rejimin zayıflığının çok açık bir göstergesiydi… Bir buçuk ay sonra, 25 Nisan’da Silahlı Kuvvetler Hareketi askerleri, Avrupa topraklarındaki en eski diktatörlüğe son verdi. Birkaç gün sonra Lizbon’daydık ve partnerimin babası Manuel Sertório ile tanıştık; bu anti-faşist savaşçı, büyük bir dürüstlüğe ve örnek teşkil edecek bir inanç gücüne sahipti ve beni dostluğuyla onurlandırmıştı.  

Bedeli ağır bir şekilde kazanılmış özgürlüğün esintisi

2024’te, Lizbon’un 50 yıl önceki atmosferini anlatmak oldukça zor! Karanfillerle süslenmiş tüfeklerini sallayan askerlerin görüntüleri, yüzbinlerce insanın gösterilerde sevinç duyması. Şili trajedisinden yedi ay sonra büyük bir kalabalığın sosyalizm ve özgürlük çağrısıyla büyük bir sevinçle yürüdüğünü unutmamalıyız. Baskı güçlerinin ortadan kalkması karşısında duyulan inanılmaz özgürlük hissi. Artık polis yok, ceza da yok. Devrim dönemlerinde zihniyetlerin değişme hızı etkileyicidir. Bu heyecan verici ortamda, 1974 yılının Temmuz ayının başında gerzçekleştirdiğimiz, bu devrimci sürece katılmak için Lizbon’a gelip yerleşmeye karar verdik. Bu güzel şehir bayramdaydı. Baskı, korku, keyfilik ve neredeyse yarım asırlık dayanılmaz diktatörlük artık geride kalmıştı. Her yerde siyasi tartışmalar, meydanlarda konuşmalar, her şeyin çok hızlı gerçekleştiği izlenimi veriyordu. 1961’den bu yana süren sömürge savaşlarına bir son verilmesini hayal etmek nihayet mümkün oldu. Sansürün olmadığı, sendikaların, partilerin, gazetelerin inşasını öngören uğursuz siyasi polis PIDE’nin işkencecilerinin olmadığı bir gelecek hayal ediliyordu. Mantık bana IV. Enternasyonal’in Portekiz bölümü olan LCI’ya (Liga Comunista Internacionalista) katılmamı emretti.

Aralık 1973’te kurulmuş küçük bir organizasyondu. En tanınmış kişisi doktor João Cabral Fernandes’ti (1946 -). Tanınmış bir entelektüel olacak genç Francisco Louça’nın (1956-) canlı zekasından ve karizmasından çok etkilendim. “Tarih boynumuzu ısırıyordu” ve hiçbir şey iyimserliğimizi azaltacak gibi görünmüyordu. Polis ve jandarma görünmezdi ve silahlı askerlerin halkla dostluk kurması heyecan vericiydi. Sokaktaki sürekli tartışmaların görüntüsü rahatlatıcı olsa da, MRPP’nin (Proletarya Partisinin Yeniden Örgütlenmesi Hareketi) Maoistlerinin inanılmaz propaganda kapasitesinin hemen ilgimi çektiğini itiraf etmeliyim. PCP’yi (sosyal faşizm) ve Sovyetler Birliği’ni (sosyal emperyalizm) ana düşmanlar olarak suçlayan çok renkli posterlerin ve şehrin her yerindeki büyük boy afişlerin (sadece Lizbon’u tanıyordum) sefahati, bu örgütün önemli mali kaynaklara sahip olduğu anlamına geliyordu. Küçük LCI büyük bir tesis edinmeyi başarmıştı! Aşırı sol örgütler, sürgüne gitmekte acele eden diktatörlük sempatizanlarının terk ettiği evleri ve binaları “kamulaştırdı”. Şehir merkezinde, Rua de Palma 268 numarada bulunan, iki palmiye ağacıyla çevrili, dört katlı güzel bir evdi. Sahibinin, 1936’da kurulan faşist bir örgüt olan Portekiz Lejyonunun bir üyesi olduğu ve kaçtığı yönünde söylentiler vardı. Portekiz Lejyonu, Estado Novo‘nun ideolojisine göre amacı “manevi mirası savunmak” ve “komünist ve anarşist tehdide karşı savaşmak” olan, İçişleri ve Savaş Bakanlıklarının yetkisi altındaki bir milis gücüydü. İkinci Dünya Savaşı sırasında Portekiz Lejyonu, Hitler’in Avrupa hakkındaki fikirlerini açıkça savunan tek Portekiz örgütüydü. Aktivistlerin yardımıyla örgütün yeni genel merkezi, broşür basımına ayrılmış bir odayla yeniden düzenlendi.  

Dünyanın merkezi Lizbon

1974-75 yılında üniversiteye kayıt yaptıramayacağımızı çok çabuk anladık. Devrimin hızla zafere ulaşacağına ve zaferden önce ve sonra çok meşgul olacağımıza inandığımız için çok fazla hayal kırıklığına uğramadık! Sorun açıkça militan faaliyete ek olarak bir miktar kazanç getiren faaliyete sahip olma konusunda ortaya çıktı. Bu yüzden Agence France Presse’e iş için başvurdum (hiçbir vasfım olmadığı göz önüne alındığında, bu çok mütevazı olabilirdi). Yine de şehri iyi bildiğim ve Portekizce’yi akıcı konuştuğum için çok iyi karşılandım. Lizbon, her milletten çok sayıda gazetecinin varış noktası haline gelmişti ve AFP, gelen Fransızca konuşan gazetecilere yardım etmek zorundaydı. İşte bu şekilde o zamanlar var olmayan bir terim olan “mihmandar” oldum. Prosedür çok basitti. AFP gerektiğinde beni aradı ve ben de yeni gelen bir gazeteciye eşlik etmek zorunda kaldım. Bana, günü birlikte geçirdiğim ve yemek yediğim gazeteciden para ödeniyordu. O dönemde tanıştığım tüm gazeteciler ideal bir konuma sahip kaliteli bir otel olan Hotel Mundial’de kalıyordu. Gazeteci, diplomat ya da siyasi lider iseniz olmanız gereken yer burasıydı. Büyük saflığımla Mundial Oteli ile Saygon’daki Continental Oteli’ni karşılaştırmadan edemedim! (Vietnamlı devrimciler, benim 30 Nisan 1975’te sevinçle kutlayacağım zaferlerini henüz elde etmemişlerdi…). Açıkçası “mihmandar” olacağım karakterleri seçecek halim yoktu. Yarım asır sonra anılarım elbette silikleşti… Yine de Le Monde’un özel muhabiri ve Ligue communiste liderlerinden Gérard Filoche’nin arkadaşı Dominique Pouchin ve ayrıca özgeçmişinde 1951’de faşist süreli yayın Rivarol ile işbirliğini içeren yazar Gérard de Villiers gibi birbirine çok zıt isimleri hatırlıyorum. Cezayir Savaşı sırasında subay ve ardından kıdemli muhabir olarak görev yaptıktan sonra, ırkçı, kadın düşmanı ve faşist düzyazısını damıtmayı başardığı SAS romanlarının başarılı yazarı oldu. Hotel Mundial, İtalyan Komünist Partisi muhalifi Rossana Rossanda, Corriere della Sera’dan gazeteci Bernardo Valli ve aynı zamanda arkadaş olduğum Jean-Marie Simonet gibi fotoğrafçılarla da tanışma fırsatı bulduğum yerdi. Her halükarda, Portekiz’deki küçük bir Troçkist örgütte tabandan aktivist olan, üniversite eğitimi almamış 19 yaşındaki genç bir adamın kendisini bu yerde ve bu insanlara bulması çok ironikti. Portekiz devriminin etkisi dünya çapındaydı. Bu sürecin sempatizanları, ordunun bir kısmının işçi hareketinin yanında yer alması nedeniyle olağan kuralların dışında kalan bu seferberliği ve bu radikalleşmeyi gözlemlemek için Lizbon’da bir araya geldi. Açıkçası tüm uluslararası siyasi örgütler bu olguyu anlamak istiyordu. Heyetler gelmeye devam ediyordu. Dolayısıyla ben aynı zamanda bu geziye katılan Dördüncü Enternasyonal’in liderlerinin “mihmandarı” olacaktım.

25 Mayıs 1974’te, Ernest Mandel’in konuştuğu aşırı solun birleşik mitingine 2.500 coşkulu katılımcı katıldı. Konuşmasının tamamı Lizbon’un demokratik basında yayınlandı. Bu vesileyle Pierre Franck, Alain Krivine, Ernest Mandel, Daniel Bensaïd gibi liderlerle vakit geçirip konuşma fırsatı buldum. Pierre Franck’ın bana Fransa’daki faşistlerin zayıflığını Kurtuluş’un gücüyle açıkladığını veya Bensaïd’in bana devrimci bir örgütün gazetecilere ve avukatlara karşı dikkatli olması ve yönetim pozisyonlarına erişimlerini engellemesi gerektiğini söylediği çok dostane, gayri resmi sohbetleri hatırlıyorum. Bu görüşmeler sırasında beni etkileyen şey, bu liderlerin sempatisi, kibirden yoksun olmaları, yardımseverlikleri, muhataplarına bu kadar rahat hitap etmeleriydi. Bu ilişkilerin o zamanın en sol kanadında ne kadar istisnai olduğunu bugün daha iyi anlıyorum; O zamandan beri bana Nahuel Moreno ya da Pierre Lambert gibi karakterlerin kırılgan ve otoriter karakterini anlatan yoldaşlarla sohbet etme fırsatım oldu. Dördüncü Enternasyonal, Charles Michaloux’yu kalıcı olarak Lizbon’a göndermeye karar verdi. Onun kaldığı süre boyunca gazetecilerle olan faaliyetlerim dışında zamanımın çoğunu onunla toplantılarda, seferberliklerde, çevirilerde vb. çalışarak geçirdim.  

Devrim büyüyor ve kutuplaşıyor

11 Mart 1975’te örgüt binasına doğru gidiyordum ki, gökyüzünde savaş uçakları gördüm ve çok hızlı bir şekilde herkes darbeden bahsediyordu. Bir darbenin güpegündüz başlamasına duyduğum şaşkınlığı hatırlıyorum(!) ama hemen Paris’teki “Rouge” gazetesine telefon ettim. Radikalleşmenin arttığı, işçi denetiminin arttığı bir dönemde bu girişime tepki gösterilmesini de tuhaf buldum. 12 Mart itibarıyla Ulusal Kurtuluş Cuntası ve Danıştay’ın yerine Devrim Konseyi kuruldu. Hükümet, geniş bir kamulaştırma programı da dahil olmak üzere açık bir şekilde sola yöneldi. Yüzde 91,7 gibi rekor bir katılım oranıyla 25 Nisan’da yapılan Kurucu Meclis seçimlerinde oyların yüzde 37,9’u PS’ye, yüzde 26,4’ü PPD’ye (sağ parti, mevcut PSD), yüzde 12,5’i PCP’ye verildi. . República gazetesi olayı işte bu bağlamda patlak verdi. 19 Mayıs 1975’te, gazetenin işçileri ve matbaacıları genel merkezi işgal ettiler ve gazetenin PS’den farklı görüşleri sansürlediğini öne sürerek, gazetenin müdürü Raul Rego’nun yanı sıra çoğu sosyalist olan gazetecilerin büyükkısmını görevden aldılar. Portekiz PS’sinin lideri Mário Soares bu olayı kınadı ve PCP’yi Basın Özgürlüğü Yasasına veya siyasi çoğulculuğa saygı göstermemekle suçladı. Aynı akşam sosyalistler tarafından gazete binası önünde büyük bir gösteri düzenlendi. Askeri güçler binayı boşaltıp mühürledi. Mário Soares, işi François Mitterrand’ın desteğini aldığı Fransa’ya ihraç etti. Göstericilerle çevrili República genel merkezi önünde yaptığım gezilerden birinde, tarif edilemez Gérard de Villiers’e eşlik ederken, fotoğrafçı Jean-Marie Simonet’yi buldum. Diyalogumuz bir göstericiyle bir yanlış anlaşılmaya yol açtı ve bu durum, orada bulunan üç Fransız’ı sevinçle linç etmeye hazırlanan kalabalığın içinde bir hareketlenmeyle sonuçlandı. Gérard de Villiers’in kiraladığı Austin Cooper’da düzeni sağlayan askerlerin (coşkusuz) koruması altında kaçırıldık. Arabanın tavanına yağan yumruk yağmuru altında, korkudan çürümüş, korkusuz ve vicdansız kahramanının şerefine casus romanları yazan ürkek yazara baktım. Bunun coşkulu bir vizyon olduğunu kabul ediyorum. 19 yaşındayken insan ciddi olamıyor! República olayının ve siyasi olayların değişmesinin ardından, Portekiz Sosyalist Partisi ülkedeki büyük gösterilerin kökenindeydi. 1975 yazına, özellikle Portekiz’in kuzeyinde güçlü gerilimler damgasını vurdu. Bu dönem “Verão Quente” (“sıcak yaz”) olarak tanımlanacak.

Daha sonra ülkede bir anti-komünist şiddet dalgası patlak verdi. Portekiz Komünist Partisi’nin Rio Maior kasabasındaki genel merkezi 13 Temmuz’da arandı ve yakıldı. Takip eden haftalarda birçok Parti merkezi yıkıldı. 1975 yazı, Portekiz devrim sürecinin en çalkantılı ve şiddetli dönemlerinden birine işaret ediyordu. Öte yandan fabrika, ev ve büyük tarımsal mülklerdeki işgaller yoğunlaştı. Ülke, köylülerin toprak sahiplerine karşı mücadele ettiği Güney, Alentejo ile geleneksel elitlerin ve Katolik Kilisesi’nin derinden etkilediği, devrime karşı duran küçük çiftçilerin yaşadığı Kuzey arasında açıkça ikiye bölünmüştü. Dominique Pouchin’e Portekiz’in kuzeyine kadar eşlik ettim ve gericiliğin gücünden, kararlılığından, Kilise’nin yoksul ama şiddetle anti-komünist olan köylüler üzerindeki nüfuzundan etkilendim. Sosyalist Parti, Komünist Parti ile karşı karşıya geldiğinde, piskoposluk ve diğer gerici güçlerle ittifak kurmaktan çekinmiyordu. Lizbon’a geldiğimden beri Manuel Sertório ile siyasi sohbetlerim günlüktü. Tüm siyasi veya diplomatik görev tekliflerini reddetmişti. Bordigist tezlerden güçlü bir şekilde etkilenmişti ancak Troçkistlerle tartışmayı kabul etti. Ayrıca, özellikle proleter devrimin zafer olasılığı konusunda pek iyimser olmadığı için, bizim “notumuzun düşmesinden” ve üniversite eğitimimizin olmamasından da çok endişeliydi. İşte bu bağlamda Ağustos 1975’te Fransa’ya dönmeye karar verdik. Üç ay sonra, 25 Kasım’da bir darbe, 25 Nisan’da açılan umutların ölüm çanını çaldı.  

Çeviri: İmdat Freni

Kaynak: https://www.contretemps.eu/temoignage-jeune-internationaliste-portugal-revolution/