İmdat Freni

World

Gazze, Holokost ve Geçmişle Hesaplaşma – Enzo Traverso’yla Söyleşi

Söyleşi: ELIAS FEROZ

1980’lerde Alman kurumları ülkelerinin geçmişiyle ciddi bir şekilde yüzleşmeye başladı. Tarihçi Enzo Traverso’ya göre Almanya’nın Gazze’nin yıkımına verdiği tepkiler, doğru dersleri çıkarmada başarısız olduğunu gösteriyor. Filistin’deki savaş elli ayı aşkın bir sürenin ardından nihayet en azından ilk kez bir duraksamaya yaşadı- umarız bunu önümüzdeki aylarda kalıcı bir ateşkes izler. Gazze’deki yıkım eşi benzeri görülmemiş boyutlarda: Guardian‘ın yakın tarihli bir raporuna göre, yaklaşık 50,000 Gazzeli – nüfusun yaklaşık yüzde 2’si – öldürüldü, 100,00’den fazlası yaralandı ve birçoğu ağır yaralanmalara maruz kaldı. Gazze Şeridi’ndeki nüfusun yaklaşık yüzde 90’ı yerinden edildi ve binaların yaklaşık üçte ikisi hasar gördüğü ya da yıkıldığı için çoğunun geri dönecek yeri yok. Savaş boyunca İsrail’e kararlı bir şekilde destek verme konusunda özellikle iki ülke öne çıktı:
İsrail’in en eski destekçisi olan ABD ve Almanya. Berlin’deki yönetim, İsrail’i kınamayı ya da en azından askeri desteği kesmeyi reddetmek için, Almanların Holokost’taki tarihi sorumluluğuna dayanan kendine özgü bir Staatsräson’u (“devlet aklı”) gerekçe gösterdi. Buna bir de pek çok güvenilir uluslararası gözlemcinin İsrail’i soykırımla suçlaması eklenince, ülkede ve dünyada milyonlarca kişi Almanya’nın kendi karanlık geçmişiyle hesaplaşmasının sanıldığı kadar kapsamlı ve anlamlı olup olmadığını sorgulamaya başladı. Çağdaş Avrupa tarihçisi Enzo Traverso, savaş, faşizm, soykırım, devrim ve kolektif hafıza gibi kritik temalar üzerine yaptığı araştırmalarla tanınıyor. Son çalışması Gazze Tarihle Yüzleşiyor, Gazze savaşını sömürgecilik mirası ve insani krizlerin bir bileşimi olarak inceliyor. Kitapta ayrıca Holokost hafızasının -özellikle Almanya tarafından- araçsallaştırılmasını eleştiriyor ve hafızanın zulme karşı evrensel bir dersten güncel bir soykırımı meşrulaştırmak için kullanılan bir anlatıya dönüşmesini tartışıyor. Jacobin ile Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana Alman devletinin tutumu ve gerçekten evrenselci ve enternasyonalist bir hafıza politikası geliştirmek için ne gibi dersler çıkardığı hakkında konuştu.

ELIAS FEROZ  Alman hükümeti uluslararası hukuka olan bağlılığını sık sık yinelese de, Uluslararası Af Örgütü gibi çok sayıda insan hakları örgütünün raporlarına rağmen Filistinlilere yönelik uluslararası hukuk ihlallerini nadiren kabul ediyor. Bu kararsızlığı nasıl açıklıyorsunuz?

ENZO TRAVERSO Alman hükümetinin Gazze’deki savaş ve soykırıma verdiği tepki çok da şaşırtıcı değil. Almanya’nın uzun yıllardır izlediği hafıza politikalarıyla örtüşüyor. Bu bağlamda Gazze krizi, Almanya’da Holokost hafızasına yaklaşımda, Almanya’nın geçmişiyle yüzleşmek ve hesaplaşmak için on yıllar boyunca yaptığı örnek çalışmaları baltalayan rahatsız edici bir kaymayı vurgulayan açıklayıcı bir test işlevi görüyor. Bunu tarafsız bir gözlemci olarak değil, bir İtalyan yani faşist ve sömürgeci geçmişini tam olarak tanımayı veya sorumluluğunu almayı başaramamış bir ülkeden gelen biri olarak söylüyorum. Bir İtalyan olarak, her zaman Almanya’ya illa ki mükemmel bir model olarak değil ama kendi ülkemin yapamadığı şekilde kendi tarihiyle ilgilenmeyi ve yüzleşmeyi başarmış bir ülke olarak baktım. 1980’lerin ortalarında Almanya, geçmişini yeniden düşünmek gibi zorlu ve sancılı bir sürece girdi. En az iki nesil boyunca, Nazi suçlarının anısı Alman tarih bilincinin temel taşlarından biri haline geldi ve ben bunu ileriye doğru atılmış muazzam bir adım olarak gördüm.Almanya, vatandaşlık kavramını yeniden tanımlamayı başararak, tamamen etnik kökenlere dayanan bir kimlikten, etnik kökenleri veya inançları ne olursa olsun tüm vatandaşları içeren bir siyasi topluluğa geçiş yaptı. Bu kayda değer başarı, öncelikle olmasa da büyük ölçüde Holokost hafıza çalışmaları sayesinde mümkün olmuştur. Ancak zaman içinde Almanya’daki Holokost hafızası giderek İsrail’e koşulsuz destek politikasına dönüştü. Bir zamanlar tarihsel hesaplaşmanın bir örneği olan bu hafıza, bana göre, eleştirel bakış açılarının silinmesine katkıda bulunan ve bu hafızanın desteklemesi gereken adalet ve hesap verebilirlik ilkeleriyle çelişen eylemleri mümkün  bir çerçeve haline geldi. Bu sürecin içler acısı sonucu, bugün İsrail’i kayıtsız şartsız desteklemek için uluslararası hukukun çiğnenebilmesi veya göz ardı edilebilmesidir.


ELIAS FEROZ Bu değişimin ne zaman gerçekleştiğini düşünüyorsunuz?  

ENZO TRAVERSO: Birçok yönden, bu öncüller 1949’da Federal Almanya Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte zaten mevcuttu. Bu değişimin tohumları en başından beri Holokost hafızasına gömülü olduğu için, bu değişimin aşamalı olarak gerçekleştiğine inanıyorum. Jürgen Habermas’ın Ernst Nolte eleştirisinde Almanya’nın Batı’ya entegrasyonu Auschwitz hafızası aracılığıyla sağlandığını belirttiği gibi, bu gelişmedeki içsel çelişkilerden bazıları eskilere dayanır. Holokost hafızasının Batılı değerlerle bu şekilde örtüştürülmesi, Almanya’nın İsrail’e verdiği sarsılmaz desteğin temelini oluşturmuştur. Bu farklılıklar 1950’lerde, Nazi rejiminin Yahudi kurbanlarına tazminat ödenmesine ilişkin yasaların tartışılması sırasında çok belirgin değildi, ancak temelde yatan öncüller zaten mevcuttu. Tarihsel dönüm noktasında, Holokost’u ve Nazi suçlarını Alman tarih bilincinin temel taşı olarak tanımaya çalışan bir Almanya ile Nazi geçmişine yönelik af dileyen bir yaklaşımı açıkça tercih eden başka bir Almanya karşı karşıyaydı. Bu bağlamda, özellikle Nolte ve Alman revizyonizmine karşı Habermas’ın desteklenmesi gerektiği açıktı. Uzun yıllar boyunca bu tehlikeler nispeten kontrol altında tutulmuş, Almanya’nın demokratik haklar konusunda attığı önemli adımlarla kıyaslandığında marjinal görünmüştü. Ancak şimdi kendimizi paradoksal bir durumun içinde buluyoruz. Çok etnili, çok kültürlü ve çok dinli bir ulusa dönüşen Almanya, postkolonyal ve Filistin kökenliler de dahil olmak üzere tüm vatandaşlarından İsrail’e koşulsuz destek talep ediyor. Bu gelişme, Holokost hafızasının Batı kimliğiyle daha önceki uyumlanmasının ilginç ironik bir sonucu olarak görülebilir.


ELIAS FEROZ Geçen yılın sonlarına doğru Almanya, Benjamin Netanyahu’nun ülkeyi ziyaret etmesi halinde Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin tutuklama kararını uygulayıp uygulamayacağı konusunda tereddüt etti. Bu tereddüt Almanya’nın Holokost ile ilgili  tarihsel sorumluluğu ile uluslararası hukuka bağlılığı arasındaki gerilimi nasıl yansıtıyor? 

ENZO TRAVERSO Savaş sonrası Almanya, diğer birçok Avrupa ülkesi gibi, Holokost ve Nazi suçlarına ilişkin sömürgecilik tarihine işaret eden gerekli çalışmaları ihmal veya marjinalize eden bir hafıza geliştirdi. Holokost’a odaklanmak önemli olmakla birlikte sömürgecilik hafızasını gölgede bırakmış ya da en aza indirgemiştir, bu da 7 Ekim’den sonra daha belirgin hale gelen bir gerilim yaratmıştır. Bu “aporetik” hafıza siyaseti, İsrail’in Gazze ve Batı Şeria’yı işgalinin sömürgeci boyutunu gözardı etmenin temelini oluşturur. Alman ve Batı Avrupa söyleminde Netanyahu, kurban olarak Yahudilerin temsilcisi olarak tasvir edilmektedir. Dolayısıyla Filistinliler mülksüzleştirilmiş bir halk değil, antisemitizmin yeni bir vücut bulmuş halidir. Almanya’nın (diğer Batılı liderler tarafından da takip edilen) UCM tutuklama emrini uygulamama kararının ardında yatan argüman budur. 

ELIAS FEROZ  Uluslararası Ceza Mahkemesi emrini görmezden gelmek itibar riskine yol açar mı? Özellikle de uluslararası hukuka bağlılık konusunda artan baskılar göz önüne alındığında, bu ülkeler için zarar veya hatta yasal sonuçlar doğurabilir mi? 

ENZO TRAVERSO Ben bir hukuk uzmanı değilim, ancak  İsrail’e en büyük mali ve askeri desteği sağlayan ABD’den sonra İsrail’in en önemli ikinci askeri destekçisinin Almanya olduğunu söyleyebilirim. ABD’nin desteği olmadan, İsrail Gazze’deki yıkımı gerçekleştiremez ve on binlerce Filistinliyi öldüremezdi. Ancak ABD’den sonra Almanya da İsrail’e askeri destek sağlama konusunda önemli bir rol oynamaktadır. Bu da Almanya’nın bugün tıpkı Fransa, İtalya ve İngiltere gibi Gazze’deki soykırımın suç ortağı olduğu anlamına gelmektedir. Bununla birlikte, Almanya’nın katılımı, hem rolü hem de sembolik ağırlığı açısından özellikle önemlidir. Dünya nüfusunun çoğunun gözünde bu, Holokost hafızasının sömürgeci politikaların siyasi bir aracı haline geldiği anlamına geliyor: Nazizmin Yahudi kurbanları anılması gerekirken, Filistinlilerin hayatları silinebilir.

ELIAS FEROZ Amerika Birleşik Devletleri’nde ders veren bir İtalyan tarihçi olarak Almanya’nın İsrail’e verdiği ve Staatsräson ile çerçevelenen sarsılmaz desteğin uluslararası imajını nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz? 

ENZO TRAVERSO Her şeyden önce, İsrail’in uluslararası imajı geri dönülmez bir şekilde değişmiştir. Küresel Güney olarak adlandırılan bölgelerdeki kamuoyu için İsrail uzun zamandır baskıyı, sömürgeciliği ve şimdi de soykırımı sembolize etmektedir. Ancak bu imaj Batı’da da değişmiştir. Artık Batılı siyaset düzeninin resmi duruşu ile İsrail’e koşulsuz destek politikasına karşı kamuoyunda artan şüphecilik arasında açık bir uyuşmazlık var. Almanya, bunu bir Staatsräson meselesi olarak çerçeveleyerek, bir bakıma resmi pozisyonunun ikiyüzlülüğünü kabul etmiştir. Staatsräson kavramı oldukça muğlak bir kavramdır. Makalemde, bu kavramın erken modern Avrupa’dan günümüze kadar soyağacını çıkarmaya çalıştım. Staatsräson, hukukun üstünlüğü içinde bir çelişkiyi ortaya koymaktadır: hukuk, daha yüksek bir görev olan Staatsräson nedeniyle sorgulanabilir, reddedilebilir veya ihlal edilebilir. Bu durumda bu görev, İsrail açıkça savaş suçu veya soykırım işliyor olsa bile, İsrail’in koşulsuz savunulmasıdır. Bunun üstü kapalı anlamı şudur: evet, İsrail savaş suçu işliyor, Filistinlilere baskı yapıyor. Filistinlileri katlediyor ve muhtemelen bir soykırım gerçekleştiriyor ama biz bunu devletin üstün çıkarları adına kabul ediyoruz.


ELIAS FEROZ Geçtiğimiz bir  buçuk yıl içinde yaşanan olayların hem Almanya’da hem de daha genel olarak hafıza siyasetinin geleceği için ne gibi etkileri oldu? 

ENZO TRAVERSO Bugün Gazze’de yaşananlar bizi hafıza politikalarına yaklaşımımızı yeniden düşünmeye zorluyor. Kolektif hafızanın farklı boyutları arasında daha dengeli bir ilişki kurmamız gerekiyor. Daha önce kastettiğim de buydu. Sadece faşizmin, Nazi suçlarının ve Holokost’un hafızasını değil, aynı zamanda Avrupa tarihinin kritik yönleri olan emperyalizm ve sömürgecilik hafızasını da dahil etmeliyiz. Kolektif hafızanın sadece bir yönüne odaklanıp diğerlerini ihmal edemeyiz. Avrupa Birliği bir göç alanı haline geldiği için bu özellikle önemlidir. Çoğu postkolonyal kökenli milyonlarca göçmen artık Avrupa’nın bir parçası. Bu durum, tarihsel olarak hem göç veren hem de on yıllardır bir göç alan bir ülke olan İtalya da dahil olmak üzere tüm Avrupa ülkeleri için geçerlidir. Hafıza politikalarımız çoğu zaman insan hakları retoriğinin bir parçası olmuş, bazen de emperyal ve yeni sömürgeci politikalar için bir gerekçe olarak hizmet etmiştir. Buna bir son vermenin zamanı geldi. 

ELIAS FEROZ “Tarihsel suçluluk” kavramını, genellemelere ve nüans eksikliğine yol açtığı göz önünde bulundurulduğunda, yeniden ele almak gerekir mi? 

ENZO TRAVERSO Eğer bağlamsallaştırılırsa tarihsel suçluluk kavramı değerlidir. Ebedi, değişmez, tarih ötesi bir suçluluk yoktur. Karl Jaspers’in “Alman Suçluluğu Sorunu” başlıklı makalesinin yayınlanmasından sonra 1945 yılında Almanya’da gerçekleşen ünlü tartışmaya atıfta bulunabiliriz. Jaspers farklı suçluluk türleri arasında ayrım yapmıştır: cezai suçluluk, siyasi suçluluk, ahlaki suçluluk ve metafizik suçluluk. Suçluluk kavramı nüanslandırılmalı, yeniden düşünülmeli ve yeniden tanımlanmalıdır. Tarihsel suçluluktan bahsetmek yerine, tarihsel sorumluluktan söz etmek istiyorum. Ben 1935-36 yıllarında İtalyan Faşizmi tarafından gerçekleştirilen Etiyopya soykırımından yirmi yıldan fazla bir süre sonra doğdum. Bu Faşist soykırımdan dolayı suçlu değilim, ancak bir İtalyan vatandaşı olarak ülkemin geçmişini görmezden gelir ve buna bağlı tarihsel sorumlulukları üstlenmeyi reddedersem suçlu olacağımı düşünüyorum. Sorumlu bir İtalyan vatandaşı olarak, ülkemin tarihine ait suçları görmezden gelemem. Bu anlamda, suçluluk ve sorumluluk arasındaki ilişki diyalektik bir ilişkidir. Sorumlu dış politikaları yönlendirmesi gereken tarihsel bir sorumluluk vardır. Bugün sorumlu bir dış politika, her şeyden önce Gazze’deki soykırımı durdurmak anlamına gelecektir. 

ELIAS FEROZ Alman siyaset ve medya kuruluşlarının bazı kesimlerinde tarihsel revizyonist bir şekilde  Filistinlilerin Nazilerle bir tutulmasını eleştiriyorsunuz. Yine kitabınızda İsrail ordusunun (İsrail Savunma Kuvvetleri, IDF) bazı eylemlerinin size Schutzstaffel’in (SS) eylemlerini hatırlattığından bahsediyorsunuz. Bu tür tanımlamalar, çözmeyi amaçladığınız hafıza ve tarih arasındaki düğümü güçlendirerek ters etki yaratmıyor mu? 

ENZO TRAVERSO Kitabımda soykırım kavramının hukuki bir kavram olduğunu yazdım. Bu legalistik bir kavram. Ayrıca, sosyal bilimlere veya tarih bilimine ait olmadığından bu kavramı kullanmadan önce bir tarihçi olarak bazen birçok şüpheye düştüğümü ve ihtiyatlı davranmak durumunda kaldığımı vurguladım.
Soykırımın normatif bir tanımı vardır, bu da yasal, hukuki bir tanımdır. Bu tanımın bugün Gazze’deki durumla birebir örtüştüğüne inanıyorum. Ancak soykırımların hepsi eşdeğer ya da birbirinin yerine kullanılabilir değildir. Ölçeği, motivasyonları, fenomenolojisi vs. açısından Gazze Auschwitz değildir. Bu çok açık ve nettir. Birçok insan (özellikle Almanya’da) Gazze soykırımından bahsetmenin Holokost’u “göreceleştirmek” anlamına geldiğini düşünüyor. Bu utanç verici bir durumdur. Başka bir soykırımı meşrulaştırmak için bir soykırımın anısına sahip çıkmak ahlaki ve siyasi olarak kabul edilemez. Auschwitz’in anısı yeni soykırımları engellemek için seferber edilmelidir, onları meşrulaştırmak için değil. Tarihsel karşılaştırmalar tarihsel homolojiler değildir; bugünü yorumlamamıza yardımcı olan analojilerdir. Elbette, sadece SS askerleri değil İkinci Dünya Savaşı sırasında Doğu Cephesinde suç işleyen Wehrmacht askerlerinin görüntüleri de bugün IDF tarafından Gazze’de ve Batı Şeria’da işlenen savaş suçlarıyla karşılaştırılabilir. İsrail askerlerinin aşağılanmış Filistinlilerin yanında ya da Filistinli kurbanların cesetlerinin yanında gülümsediğini ya da sivilleri hedef aldığını gösteren yüzlerce video ve podcast, İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman askerlerinin; Etiyopya, Balkanlar ve Yunanistan’da İtalyan askerlerinin; 1950’lerin sonunda Cezayir’de Fransız Ordusunun işlediği savaş ve soykırım suçlarının görüntülerini anımsatıyor. Bu karşılaştırmaların, tüm sömürgeci ve faşist emperyal suçlarda var olan fenomenolojik benzerlikleri açıkça vurguladığına inanıyorum. Bu karşılaştırmaları yapmak çok önemli çünkü bunlar bir uyarı niteliği taşıyor ve bu uyarı çok faydalı.  

ELIAS FEROZ Özellikle de Holokost vahşetinin benzersizliğine yapılan vurgu göz önüne alındığında bazıları tarihsel karşılaştırmalarınızın saldırgan olduğunu iddia edebilir. Karşılaştırmalarınızı uygunsuz veya sorunlu bulanlara nasıl yanıt verirsiniz?

ENZO TRAVERSO Burada çok açık olmamız gerekiyor: Ben Gazze’yi Holokost’la kıyaslamıyorum. Bugün Gazze’de yaşananların Holokost’un bir tekrarı olduğunu iddia etmiyorum. Sadece bugün Gazze’de yaşananların bir soykırım olduğunu söylüyorum. Holokost bir soykırımdı. Ermenilerin yok edilmesi bir soykırımdı. Hereroların imhası da bir soykırımdı. Soykırımlar, fenomenolojileri, imha araçları ve hedef alınan nüfuslar bakımından büyük farklılıklar gösterebilir. Elbette, Yahudilerin kendilerini her zaman mağdur olarak gösterdiklerini ve şimdi de tıpkı Naziler gibi davrandıklarını iddia eden antisemitik klişelerin varlığını kabul etmek zorundayız. Bu tipik bir antisemitik argüman olduğu kadar apolojetik bir argümandır da. Örneğin Gazze’deki soykırım, Nazizmi ve işlediği suçları önemsizleştirmek için kullanılmaktadır. Bu tür demagojileri reddetmeliyiz. Ancak, sırf bu tür bir tepkiden korktuğumuz için Gazze’deki soykırımı sansürleyemeyiz ya da görmezden gelemeyiz. Bu kabul edilemez. Filistinlilere şunu söyleyemeyiz: maruz kaldığınız şiddet ve baskıdan üzüntü duyuyoruz ama buna karşı harekete geçemiyoruz çünkü bu eski antisemitik klişeleri yeniden canlandırmak için bir bahane olabilir. Antisemitizme karşı mücadele Filistin’e yönelik sömürgeci baskıya karşı mücadele ile bağdaşmaz değildir. İsrail uluslararası toplumun bir parçasıdır ve bu toplumun tüm devletlerine ve üyelerine uygulanan aynı siyasi ve hukuki kriterlere göre değerlendirilmelidir. Bunu yapmazsak, antisemitizmin dolaylı olarak meşrulaştırıldığı sapkın bir durum yaratma riskiyle karşı karşıya kalırız. Eğer Avrupalılar, özellikle de Almanlar, antisemitizm ve ırkçılıkla mücadele etmek için görevlerinin
kayıtsız şartsız İsrail’i savunmak olduğunu düşünürse, pek çok insan antisemitizmin o kadar da kötü birşey olmadığı sonucuna varabilir. İsrail’in Gazze’deki eylemlerini eleştirmek antisemitizm olarak etiketleniyorsa, bunun mantıksal sonucu, bir soykırımı durdurmak için antisemit olmak gerektiği olacaktır. Koşullar ne olursa olsun İsrail’i kayıtsız şartsız destekleme söyleminin ardındaki dayanak noktası tamamen mantık dışıdır. Bu, İsrail’in ontolojik olarak masum olduğunu varsayan garip bir düşüncenin sonucudur. Geçmişte antisemitik bir önyargı, Yahudilerin davranışları nedeniyle değil, sadece varlıkları nedeniyle doğaları gereği zararlı olduklarını açıklıyordu; bugün de benzer şekilde aptalca ve sorumsuz bir söylem, Yahudilerin doğaları gereği masum ya da yararlı olduklarını iddia etmektedir: onlar kurbandır ve fail olamazlar. Bu, eski bir gerici önyargının tersine çevrilmiş versiyonudur. 

ELIAS FEROZ Filistinlilerin Avrupa’nın Yahudilere karşı tarihsel suçunun bedelini ödediğini iddia ediyorsunuz. Bu dinamik Avrupa’nın bugünkü ahlaki duruşunu nasıl etkiliyor ve etik taahhütlerinin sürekliliği -ya da başarısızlığı- hakkında ne gösteriyor? 

ENZO TRAVERSO Bunu açıklamaya çalışan birkaç makale yazdım. Bugün Avrupa’da ırkçılığın en güncel ve önemli biçimi artık antisemitizm değil İslamofobidir. İtalya’da hükümet başkanı Giorgia Meloni postfaşist bir hareketten geliyor. Başbakan olmadan önce, 1938’de antisemit yasalar çıkaran faşist rejimin de dahil olduğu bu gelenekteki siyasi kökleriyle gurur duyuyordu. Benzer şekilde Fransa’da da Marine Le Pen antisemitik bir siyasi mirası temsil etmektedir. Ancak bugün Almanya’daki aşırı sağcı Alternative für Deutschland (AfD) gibi hareketler, söylemlerinde antisemitizmi açıkça teşvik etmemekte ve İsrail ile güçlü ilişkilerini sürdürmektedir. Aynı zamanda Batı dünyasında, mültecileri ve göçmenleri, özellikle de Müslümanları hedef alan ve onları Avrupa’nın “Yahudi-Hıristiyan” kimliğine bir tehdit olarak gösteren İslamofobinin yükselişini görmezden gelemeyiz. Irkçılığın dinamiklerindeki bu değişim, antisemitizmin artık çağdaş Avrupa’da ırkçılığın birincil biçimi olmadığı anlamına gelmektedir. Yirmi birinci yüzyılda ırkçılık yeniden yapılandırılmıştır ve yalnızca antisemitizme odaklanmak, İslamofobik ve ırkçı politikaları meşrulaştırmak için bir bahane olarak kullanılma riski taşımaktadır. Bu durum özellikle AfD’nin bir yandan İsrail’i şiddetle savunurken diğer yandan göçmen ve Müslüman karşıtı önlemler almaya çalıştığı Almanya’da açıkça görülmektedir. Antisemitizme hala karşı çıkılması gerekir ama bununla mücadelenin giderek daha fazla araçsallaştırıldığı da açıktır.

ELIAS FEROZ Gazze savaşının devam eden bir çatışmanın parçası olduğu göz önüne alındığında, olaylara i̇li̇şki̇n mevcut algımız geleceği̇n hafiza kültürünü nasil şeki̇llendi̇ri̇yor? 

ENZO TRAVERSO Ateşkes onaylandı – geçici bir ateşkes, ancak kalıcı ya da barışçıl bir çözümden çok uzak. Bu soykırım savaşı İsrail’in küresel imajını onarılamaz bir şekilde zedelemiş, onu bir zamanlar Holokost’a yanıt olarak görülen bir ulustan Apartheid dönemi Güney Afrika’sını anımsatan baskıcı, sömürgeci devlete dönüştürmüştür. Bugün Filistin davası Hamasla ne de tamamen itibarsızlaşmış Filistin yönetimiyle özdeşleşmese bile özgürlük, adalet ve eşitlik ilkelerine bağlı herkes için merkezi bir konuma gelmiştir. 

ELIAS FEROZ Almanya’daki tartışmalarda Holokost Almanya’nın (ve Avusturya’nın) tarihsel sorumluluğu nedeniyle hafıza politikalarının merkezinde yer alırken, Nakba – Filistinliler için merkezi olmasına rağmen – büyük ölçüde görmezden geliniyor. Bu asimetri bakış açılarına da yansıyor; İsrailliler Holokost’u hatırlarken
Filistinliler Nakba’yı hatırlıyor ve bu hatıraları genellikle diğer tarafın deneyimlerini dahil etmeden anlatıyorlar. Almanca konuşulan dünyada bu tarihsel deneyimleri birbirine bağlayan, her iki tarafın acılarını görünür kılan ve ilgili acı deneyimlerini sorgulamadan veya siyasi gerilimleri tırmandırmayan diyaloğu mümkün kılan bir hafıza politikası nasıl geliştirilebilir? 

ENZO TRAVERSO Almanya Holokost’tan sorumludur, Nakba’dan değil. Bahsettiğiniz asimetrinin nedeni budur ve bu, savaş sonrası yıllarda Federal Almanya Cumhuriyeti’nin tarihsel bilincinin ve kolektif hafızasının neden Holokost etrafında inşa edildiğini açıklamaktadır. Ancak bugün bağlam değişmiştir. Bir yanda Almanya’nın çok etnili ve çok kültürlü bir toplum haline gelmesi ve bu toplumda postkolonyal ve hatta Filistin kökenli çok sayıda vatandaşın bulunması; diğer yanda ise İsrail’in baskıcı ve soykırımcı politikalarını Holokost ve antisemitizmle mücadeleye atıfta bulunarak meşrulaştırması. Böyle bir durumda, bu asimetri artık kabul edilemez. Holokost ve Nakba arasında bir eşdeğerlik yoktur, ancak her iki trajedi de kabul edilmeli ve saygı duyulmalıdır. Bu, eşitlik ve karşılıklı anlayış gerektiren verimli bir hafıza politikası için gerekli öncüldür. Nakba’nın ve Filistinlilerin çektiği acıların inkârına dayanan antisemitizmle mücadele hem etik değildir hem de etkisizdir.  

KATKIDA BULUNANLAR   Enzo Traverso Cornell Üniversitesi’nde ders vermektedir. En son kitabı Devrim: Entelektüel Bir Tarih’tir.

Elias Feroz serbest yazarlık yapmaktadır. Odaklandığı konular arasında ırkçılık, antisemitizm ve İslamofobinin yanısıra hatırlama siyaseti ve kültürü de yer almaktadır.

Çeviri: İmdat Freni

Kaynak: https://jacobin.com/2025/01/germany-holocaust-antisemitism-islamophobia-gaza

Görsel: İnsanlar, 20 Ocak 2025’te, İsrail ile Hamas arasında yürürlüğe giren ateşkes anlaşmasından bir gün sonra, Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki Cibaliya’da Saftawi Caddesi boyunca yıkılmış binaların enkazının yanından geçiyor. (Omar al-Qataa / AFP via Getty Images)

Trump, Avrupa ve İkiyüzlü Öfke: Emperyal Üstünlükçülüğün Huzursuzluğu – Thierry Labica

Yeni seçilen ABD Başkanı Donald Trump, bazı şaşırtıcı dış politika açıklamalarıyla tonu belirledi: Panama Kanalı’nın ilhakı, Grönland’ın düpedüz sömürgeleştirilmesi ve Kanada için, kendi sosyal ağında Kuzey Amerika’nın tamamını Amerikan bayrağıyla kaplanmış halde gösteren bir haritanın yayımlanması. Sanki BM Genel Kurulu’nda büyük İsrail haritasını sallayan Netanyahu’dan ilham almış gibi, karşımızda Trump, 2. sezon.

Peki Gerçek Planlar Var Mı?


Bir öngörülemezlik stratejisi ve yaygın bir tehdit mi? Yoksa kendini bir imparatorluğun efendisi olarak hayal eden yaşlı bir otoriterin yaşlılık belirtileri mi? Bu tür kışkırtmaların ardındaki motivasyonlar hakkında her zaman spekülasyon yapabiliriz. Ancak nihai niyetleri ne olursa olsun, bu çıkış birkaç tanıdık motifi açığa vuruyor. İlki, Trump’tan Duterte’ye, Bolsonaroculuğa kadar yeni küresel aşırı sağın siyasi kimliğinin temel işaretlerinden biri haline gelen eril saldırganlık. Bir diğeri ise anti-feminizm: (artık görevden alınmış olan) eski Güney Kore Başkanı Yoon Suk Yol’un açıktan ilan ettiği kadın düşmanlığından, İspanya’daki Vox hareketine ve Fransa’daki “anti-wokizm” versiyonuna kadar uzanan bir çizgi. Bu açıdan bakıldığında, bu çıkışlar, Musk’ın Avrupa aşırı sağ liderlerine gönderdiği sinyallerle tamamen tutarlıdır. Ayrıca, son kırk yıldır süregelen Amerikan başkanlık gücünün yoğunlaşma eğiliminin açık bir göstergesidir. Trump’ın duruşu, bu eğilimin en karikatürize hali olmaktan başka bir şey değil.

Geleneklere Dönüş

“Dünyanın düzeninin ve özgürlüğünün teminatı” olan “ulusal güvenlik” söylemi, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Amerikan liderlerinin kullandığı argümanla birebir örtüşüyor. Dünyanın dört bir yanına eşi benzeri görülmemiş askeri üsler konuşlandırmalarını sürdürmek isteyen bu liderler, çoktan “güvenlik” bahanesini tüm gerekçelerinin merkezine yerleştirmişlerdi. Japon gücünün bertaraf edilmesiyle Pasifik’in “bizim gölümüz” olması gerektiği iddia ediliyordu. Bazıları ise “bu üslerin adının ne olduğu umurumuzda değil, yeter ki askeri üslerimiz üzerinde mutlak ve tartışmasız bir kontrolümüz olsun” diyordu.

Öfkelenenler

Tüm bu olayın en çarpıcı yanı ise başka bir yerde yatıyor. Her şeyden önce, “Avrupalı ortakların” öfke ve “anlayışsızlık” içinde verdikleri tepkiye bakılmalı. Müttefikleri, dostları ve koruyucuları olan ABD’nin, “bizim Batılı değerlerimiz”i temsil eden ülkenin, kendilerine karşı gösterdiği küçümsemeye karşı büyük bir şaşkınlık içindeler. Fransa ve Almanya’nın “kesin” olduğu bildiriliyor: “Sınırlar güç yoluyla değiştirilemez.” Alman Şansölyesi Scholz, Avrupa Konseyi Başkanı António Costa ile birlikte şu açıklamayı yaptı: “Sınırların dokunulmazlığı ilkesi, ister Doğu’da ister Batı’da olsun, tüm ülkeler için geçerlidir.” “Bu ilke ihlal edilemez ve edilmemelidir.” Alman hükümet sözcüsüne göre, “ABD, Birleşmiş Milletler’in ilkelerini uygulamalıdır.” Son olarak, Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noël Barrot, AB’nin ABD askeri müdahalesine müsamaha göstermeyeceğini şu sözlerle vurguladı: “Avrupa Birliği’nin, kim olursa olsun, dünyanın diğer uluslarının egemen sınırlarına saldırmasına izin vermesi söz konusu olamaz.”

Sinsi Yalancılar

Küçük bir soru insanın aklına geliyor ve mide bulantısıyla birlikte beliriyor: Bunlar, Biden-Harris yönetimi tarafından büyük ölçüde silahlandırılan İsrail’in Filistin’de bir yılı aşkın süredir yürüttüğü soykırımı alkışlayan ve buna aktif olarak katkıda bulunan aynı liderler mi? Uluslararası hukukun çiğnenmesine göz yumanlar mı? Almanya, Fransa ve Büyük Britanya’da her türlü dayanışmayı acımasızca bastıranlar mı? Lübnan’a hiçbir egemenlik hakkı tanımayan, onu siyonist katliam çılgınlığına terk edenler mi? Ortadoğu’nun otuz yılı aşkın bir süredir süren katliam ve feci başarısızlıklar yetmezmiş gibi, savaşın tüm bölgeye yayılmasına izin verenler mi?Şimdi aynı kişiler, hâlâ paylaşmaya devam ettikleri sömürgeci ırkçılığın arka planında, sahte bir erdem öfkesiyle çirkin yüzlerini gösteriyorlar. İkiyüzlülük öldürmüyor ve bu onların en büyük şansı.

Çeviri: İmdat Freni

Kaynak: https://internationalviewpoint.org/spip.php?article8830

Gazze’deki Ateşkes Üzerine İki Mit-Gilbert Achcar

Gazze’de geçtiğimiz Pazar günü yürürlüğe giren ateşkese dair iki dikkat çekici mit mevcut. Mitlerden ilki yapılan anlaşmayı, henüz göreve gelmeden önce anlaşmanın yapılması yönündeki arzusunu ifade eden ve hatta ateşkesin arzu edilen tarihte olmaması halinde (sanki Gazze halkının 471 gündür yaşadığı şey cehennemin ta kendisi değilmişçesine) ortalığı “cehenneme” çevirmekle tehdit eden Donald Trump’tan gelen basınçlara atfediyor. Trump’ın ekibi kuşkusuz bir ateşkese ulaşılması için gerçek bir basınç uyguladı (Pazar günü başlayan sürecin uygun adı ateşkestir), ancak mitin kendisi, söz konusu basıncı, Trump’ın çeşitli kaynaklar tarafından Filistin halkı için adil bir barışı tesis edecek bir kahraman gibi gösterildiği ölçüde, Netanyahu’nun bileğinin bükülmesi gibi tasvir etmekten oluşuyor.

Hakikatte söz konusu mit tam bir saçmalıktan ibaret! Sanki halefi Joe Biden’dan önce İsrail’e en büyük hizmeti vermiş olan bu ABD başkanı, işini tamamlamış ve bir kısmı Netanyahu’nun neredeyse sağında duran bir Hıristiyan ve Yahudi Siyonistleri ekibiyle çevrelenmiş biçimde başkanlığa geri dönmüş; sanki küresel aşırı sağın lideri ve dipsiz bir gerici siyasete boğazına kadar batmış bir politikacı olan bu adam sanki sihirli veya belki de ilahi bir şekilde bir anti-Siyoniste ve Filistin halkının bir destekçisine dönüşmüş gibi.

Gerçek şu ki, İsrail başbakanının ABD yönetiminin geçen ilkbahardan bu yana Kahire ve Doha’nın yardımıyla kaleme aldığı anlaşmayı ilerletmeyi reddetmesinin öncelikle Biden’ı ve ayrıca Demokrat Parti’nin adayı olarak Biden’in yerini aldıktan sonra Kamala Harris’i başkanlık yarışında gururlanabilecekleri bir başarıdan mahrum etmeyi amaçladığı herkes -ve öncelikle de Netanyahu’yu Washington’da kabul ettikten sonra bu nedenle alenen kınayan Biden için son derece açıktı. Washington ziyaretinin ardından Trump’ı Florida’daki malikanesinde ziyaret eden Netanyahu’nun, Trump’a seçimleri kazanması halinde kendisine ateşkes bahşetme sözü verdiği de açıktı. Netanyahu, Trump’la görüşmesinin ardından gazetecilere, anlaşmaya ulaşmak konusunda “elbette istekli” olduğunu belirterek, “üzerinde çalışıyoruz” dedi.

Netanyahu aslında, Siyonist aşırı sağdaki müttefiklerini anlaşmayı kabul etmeye ikna etmek için Trump’ın kendisine basınç uyguladığı mitini kullandı ki Trump’ın Ortadoğu temsilcisi ve tam bir Siyonist olan Steve Witkoff da bunu kanıtlamaya uğraşıyordu. Medya, Mısır ve Katar üzerinden Hamas’a uygulanan gerçek basınç konusunda sessiz veya neredeyse sessiz kalırken, Trump’ın temsilcisinin ısrarı üzerine, mit Netanyahu’ya yakışır biçimde yaygınlaştı. Bununla beraber, Netanyahu, Smotrich ve Ben-Gvir’e anlaşmanın ilk etabının ötesine geçmeyeceğine dair söz verdi. Smotrich bu sözü kabul ederken Ben-Gvir, Netanyahu’yu Knesset’te desteklemeye devam edeceğini ve Gazze’deki savaş yeniden başlar başlamaz hükümete geri döneceğini söyleyerek hükümetten istifa etti.

Siyonist silahlı kuvvetlerin komutanları, İsrail kamuoyunun Gazze Şeridi’nde tutulan rehinelerin serbest bırakılması yönünde yaptığı baskılara yanıt olarak, anlaşma lehine lobi faaliyetleri yürütüyordu. Eski Savunma Bakanı Yoav Gallant, Netanyahu’nun anlaşmayı kabul etmekte gecikmesini protesto etmek için istifa bile etti. Hepsi bu anlaşmanın sivil rehinelerin serbest bırakılmasını sağlayacak geçici bir ateşkesten başka bir şey olmadığını ve ordunun sonrasında da harekâtlarına devam edeceğini biliyor. Elbette, Hamas’ın, Gazze Şeridi’nde yaşayanları hâlâ kontrol altında tuttuklarını göstermeye çalışmak için büyük bir şevkle göstermelik silahlı adamlar konuşlandırması, Siyonist ordu ve toplum için savaşı ve işgali sürdürmek bakımından mümkün olan en güçlü teşviki sağlıyor! Mevcut ateşkesin, Siyonist ordunun Gazze Şeridi’nden bütünüyle çekilmesiyle birlikte savaşın nihai olarak sonlanmasına dönüşeceğine inanan herkes, hüsnükuruntuya ve hayale kapılmaktadır.Mitlerden ikincisi ise, mevcut ateşkesi Hamas tarafından kazanılan büyük bir zafer gibi tasvir etmesi nedeniyle, bir bakıma birincisiyle bağlantılıdır. Hamas, geçtiğimiz Cumartesi günü bir basın açıklaması yaparak şunları ifade etti: “Mescid-i Aksa Tufanı bizi inşallah işgalin sonuna, kurtuluşa ve geri dönüşe yaklaştırdı.” Bu açıklama, Filistin halkının yaşadığı uzun trajedinin en çirkin ve en korkunç bölümünün başlangıcını oluşturan 7 Ekim 2023 operasyonuna eşlik eden akıl dışı hurafeci düşüncenin yeni bir örneğidir. Aynı zamanda Hamas’ın “Direniş Ekseni”ndeki müttefiklerinin çöküşüne de yol açmıştır: Hizbullah Lübnan’da kesin bir darbe yedi, Suriye’de Esad rejimi çöktü ve İran rejimi de dehşete kapıldı, böylece sahada sadece, diğer Yemenlilerle ve Suudi krallığı ile olan mezhepçi çatışmasında attığı füzelerden yararlanan Yemenli Husi Ensar Allah grubu kaldı. Husiler en iyi şekilde, (Cemal Abdülnasır döneminin Mısırlı yayıncısı) Ahmed Said ve (Saddam Hüseyin’in sözcüsü) Muhammed Saeed el-Sahhaf’tan sonra,  Arap kuru gürültüsünün yeni sembolü haline gelen askeri sözcüleri Yahya Saree tarafından temsil ediliyor, hatta gülünçlükte onları da geride bırakıyor.

Gazze halkının maruz kaldığı korkunç soykırım (her türlü kalıcı fiziksel ve psikolojik yaralanmadan etkilenenlerin sayısı kesinlikle daha fazla olsa da, işgalin yarattığı koşullar nedeniyle ölenler de dahil toplam ölü sayısının iki yüz bini aştığı konusunda fazla şüphe yok); Gazze Şeridi’nin, geri çekilmesinden ve böylelikle Gazze’de özyönetimin mümkün hale gelmesinden neredeyse yirmi yıl sonra Siyonist ordu tarafından yeniden işgal edilmesi; Gazze’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana tarihin dünyanın hiçbir yerinde tanık olmadığı ölçüde büyük bir yıkıma maruz kalması; yaşam ortamının ve yaşamın diğer zorunluluklarının imha edilmesi; binlerce kişinin tutuklandığı veya yeniden tutuklandığı bir anda İsrail hapishanelerindeki yüzlerce tutuklunun serbest bırakılması; Siyonist hükümetin ve Batı Şeria’daki yerleşimcilerin faşist saldırılarının tırmanması ve bölgeyi adım adım ilhak etmeleri; bu muazzam büyüklükteki felaket karşısında, yaşananların Filistin halkı için bu halkı “işgalin sonuna, kurtuluşa ve geri dönüşe yaklaştıran” bir zafer olduğu sözü saçmalığın ötesinde, utanmazlığın ve edepsizliğin bir tezahürüdür.

Trump’ın, ilk başkanlık döneminde Siyonist damadının formüle ettiği ve Ramallah merkezli Filistin Yönetimi’nin Filistinlilerin hakları açısından büyük bir adaletsizlik anlamına gelmesi nedeniyle reddettiği “Yüzyılın Anlaşması”na geri dönmesi muhtemeldir. Muhammed Dahlan’ın gözetmen rolünü güçlendirmek için Gazze Şeridi’ne asker göndermeye hazırlanan Birleşik Arap Emirlikleri’nin yardımıyla Gazze ile ilgili benzer bir formülün de “anlaşma”ya eklenmesi hazırlığı yapılıyor. [Dahlan, FKÖ güvenlik servislerinden birinin eski şefi ve 2007’de George W. Bush’un ABD yönetimi tarafından desteklenen, Hamas’ı Gazze’de bastırmaya yönelik başarısız girişimin ana örgütleyicisi. Sonunda BAE’de sürgüne gitti.] Trump’ın buradaki amacına gelirsek, Siyonist devlet ile başta Suudiler olmak üzere geri kalan Arap devletleri arasında kapsamlı normalleşmenin önünü açmak üzere Filistin davasının tasfiyesini tamamlamak ve Arap petrol devletleriyle gayrımenkul ve finans alanlarında sahici “yüzyılın anlaşmalarını” gerçekleştirerek kişisel ve ailevi çıkarlarını en üst düzeye çıkarmak.

Çeviren: Çiğdem Çidamlı

Kaynak: https://fikirgazetesi.org/2025/01/23/gazzedeki-ateskes-uzerine-iki-mit/

Demokratik ve İlerici Suriye’nin Önündeki Tehditler – Joseph Daher

Çeviri: Çiğdem Çidarlı

Beşar Esad rejiminin devrilmesi, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da 2011 yılında başlayan devrimci süreçler devamlılığının bir parçasıdır. 1970’ten bu yana iktidarda olan Esad ailesi rejiminin devrilmesi, 2011 Mart ayında yaşanan halk ayaklanmasından bu yana verilen mücadelelerin birikimidir. Kasım 2024’te başlayan, silahlı muhalif grupların öncülüğündeki askeri saldırı ise, birkaç hafta sonra aralık ayında son darbeyi indirmiştir.Suriye’nin geleceği ve özellikle de demokratik bir toplumun kurulmasına yönelik temel tehditlerin neler olduğu konusunda birçok soru gündeme gelmektedir. Bazı liberal ve demokrat yorumcular, entelektüeller ve aktivistler, bugün ülkeye yönelik başlıca tehdit olarak, başta güvenlik sektörü ve ordu olmak üzere eski rejimin “feloul” veya kalıntılarına odaklanmış durumdalar. Sosyal ağlarda, Sisi’nin Temmuz 2013’te Müslüman Kardeşler üyesi Cumhurbaşkanı Mursi’ye karşı gerçekleştirdiği darbeyle ilgili bir Mısır senaryosundan sık sık söz ediliyor. Öte yandan, HTŞ liderliğindeki mevcut yönetime karşı görece eleştirel olmayan veya ciddi anlamda eleştiriler yöneltmeyen bazı yorumcular ve demokratlar da mevcut. Genel anlamda bu Selefi gruba geçiş aşamasını yönetme konusunda güven sergiliyorlar. Bu makale, Suriye’nin, ülkede yaşayan herkes açısından sosyal adalet ve eşitlik anlamına gelen demokratik geleceğine yönelik ana tehditlerin neler olduğunu incelemeyi amaçlıyor. İlkin eski rejimin kalıntılarının temsil ettiği tehdidi analiz edip, ardından HTŞ’nin yeni Suriye üzerinden iktidarını pekiştirme politikasını inceleyeceğiz. 

 Esad Rejiminin Doğası Neydi?

Öncelikle, eski rejimin doğasının ne olduğunu analiz etmek önemli. Esad ailesi Suriye’de despotik ve patrimonyal bir rejim kurdu. Bu despotik ve patrimonyal rejim, birbirlerine aile, aşiret, mezhep ve Beşar Esad ile ailesinin liderliğindeki Cumhurbaşkanlığı Sarayı tarafından sembolize edilen kayırmacılık bağlarıyla bağlı olan küçük bir bireyler grubunun devlet üzerindeki mülkiyeti yoluyla işleyen mutlak anlamda otokratik ve kalıtsal bir iktidardı. Silahlı kuvvetler, ekonomik araçlar ve yönetim araçlarında olduğu gibi, Mahir Esad liderliğindeki Dördüncü Tugay tarafından temsil edilen praetorian muhafızların (yani bağlılıkları devlete değil yöneticilere olan bir gücün) hakimiyeti altındaydı. Suriye rejimi, tamamen Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na (Beşar Esad, Esma Esad ve Mahir Esad) bağımlı olan, kayda değer servetler biriktirmek için Saray güçleri tarafından güvence altına alınan hâkim pozisyonlarını sömüren küçük bir grup iş insanının egemen olduğu bir tür ahbap kapitalizmi geliştirdi. Ekonominin rantçı yapısı da devletin patrimonyal yapısını güçlendirdi. Başka bir deyişle, Suriye rejimi içindeki (siyasal, askeri ve ekonomik) iktidar merkezleri, Muammer Kaddafi yönetimindeki Libya, Irak’taki Saddam Hüseyin veya Körfez Monarşilerine benzer şekilde tek bir aile, Esad ailesi ve onun kliğinde yoğunlaşmıştı. Bu durum rejimi egemenliğini korumak için elindeki tüm şiddet imkanlarını kullanmaya itiyordu.Modern patrimonyal devletin kuruluşu, Hafız Esad’ın 1970 yılında iktidara gelmesiyle başladı. Esad, gayri resmi iktidar ve himaye ağları üzerinden yönetilen mezhepçilik, bölgecilik, aşiretçilik ve kayırmacılık gibi çeşitli yollarla iktidarı güvence altına alabileceği bir devleti sabırla inşa etti. Bunu da her türlü muhalefete karşı sert bir baskı uygulayarak gerçekleştirdi. Bu araçlar, rejimin farklı etnik kökenlere ve dini mezheplere mensup grupları entegre etmesine, güçlendirmesine veya zayıflatmasına imkân sağladı. Bu durum, devlet veya Baas yetkilileri, istihbarat görevlileri ve yerel toplumun belirli yerel bölgeleri idare eden (din adamları, aşiret üyeleri, iş insanları gibi) önde gelen üyeleri dahil, rejime itaat eden çeşitli aktörlerin iş birliği ile yerel düzeye tercüme edildi. Hafız Esad, 1960’lardaki radikal politikaların aksine, ekonomik liberalleşmenin ilk adımlarının da önünü açtı. Beşar Esad’ın 2000 yılında iktidara gelmesi, ahbap-çavuş kapitalistlerinin ağırlığının özel bir biçimde artmasıyla birlikte devletin patrimonyal doğasını da önemli ölçüde güçlendirdi. Rejimin yükselişe geçen neoliberal politikaları, rejimin köylülerden, hükümet çalışanlarından ve burjuvazinin bazı kesimlerinden oluşan toplumsal tabanının giderek, merkezinde yandaş kapitalistlerin- (Esad’ın annesinin ailesi olan Makhlouf ailesi liderliğindeki) rant peşinde koşan bir politika simsarları, rejim yandaşı burjuvazi ve üst orta sınıflardan oluşan bir ittifakın- bulunduğu bir rejim koalisyonuna doğru evrildi. Bu kaymaya, işçilerin ve köylülerin geleneksel korporatist örgütlerinin ve bunların himaye ağlarının güçsüzleştirilmesi ve yerlerine sermaye gruplarının ve üst orta sınıfların geçirilmesi eşlik etti. Ancak bu durum, rejimin önceki destek tabanını dengeleyip telafi etmedi. Daha genel anlamda, devletin güçlenen patrimonyal yapısı ve Baas partisi aygıtının ve korporatist örgütlerin zayıflaması, klientelist, aşirete ve mezhebe dayalı bağlantıları daha da önemli ve topluma yansır hale getirdi. 2011’deki ayaklanmanın ardından, rejimin baskıları ve politikaları büyük ölçüde eski ve yeni ana destek tabanına dayanıyordu: ahbap kapitalistler, güvenlik güçleri ve devlete bağlı yüksek dini kurumlar. Aynı zamanda, popüler düzeyinde harekete geçebilmek için de mezhepçi, kayırmacı ve kabileci bağlantıları aracılığıyla patronaj ağlarından yararlandı. Rejimin derinleşen Alevi mezhepçi ve kayırmacı yönü savaş sayesinde büyük kopmalara yol açmazken, patronaj bağlantıları farklı toplumsal grupların çıkarlarını rejime bağlamaya devam etti.Rejimin popüler tabanı, devletin doğasını ve iktidar elitinin toplumun geri kalanıyla, daha doğrusu bu örnekte kendi popüler tabanıyla inşa edilmiş ve geniş bir sivil toplum aracılığıyla değil de modern ve arkaik toplumsal ilişki biçimlerinin bir karışımı yoluyla nasıl ilişki kurduğunu gösteriyor. Rejim esasen baskıcı eylemleri ve korku salmayı içeren zorbaca güçlere dayanmak zorundaydı ama dayanakları yalnızca bunlardan ibaret değildi. Rejim, gerçekte varoşları sık sık isyanların yuvası haline gelse de Şam ve Halep gibi iki ana şehirdeki kentli hükümet çalışanlarının geniş kesimlerinin ve daha genel anlamda da orta sınıf tabakaların pasifliğine veya en azından aktif olmayan muhalefetine yaslanabiliyordu. Bunlar rejim tarafından dayatılan pasif hegemonyanın bir parçasıydı. Dahası bu durum, rejimin popüler kitlesinin, bunlar baskın durumda olsa da Alevi ve/veya dini azınlık nüfuslardan gelen kesim ve gruplarla sınırlı olmadığını, rejime destek beyan eden çeşitli mezhep ve etnik kökenlerden gelen kişiler ve grupları da kapsadığını gösteriyordu. Daha genel olarak, rejimin mezhepsel, aşiretsel ve kayırmacı bağlantılar aracılığıyla harekete geçirilen popüler tabanının önemli bir kesimi, giderek rejimsel baskıların aracıları olarak da hareket ediyorlardı.

Bu dayanıklılığın, rejimin yabancı devletlere ve aktörlere olan bağımlılığını önemli ölçüde artırmanın yanı sıra bir bedeli de vardı. Rejimin var olan özellikleri ve eğilimleri güçlendi. Suriye burjuvazisinin geniş kesimleri, rejime verdikleri siyasal ve mali desteği kitlesel anlamda geri çekerek ülkeyi terk ederken, küçük bir ahbap kapitalistler grubu güçlerini önemli ölçüde artırdı. Bu durum, rejimi, ülkede kalmaya devam eden iş sahipleri sınıfından giderek artan şekilde ihtiyaç duyulan gelirleri elde ederken daha da yağmacı tavırlar benimsemeye zorladı. Ayrıca, rejimin kayırmacı, mezhepçi ve aşiretçi özellikleri de pekiştirildi. Rejimin mezhepçi Alevi kimliği, özellikle ordu gibi kilit kurumlarda ve daha sınırlı ölçüde devlet idarelerinde güçlendirildi. Ancak aynı zamanda Alevi nüfusu arasında son birkaç yıldır toplumun sürekli yoksullaşması ve rejim milislerinin kendilerine karşı uyguladığı baskılar nedeniyle hayal kırıklıkları da artıyordu. Daha genel anlamda, bazı kurumların, özellikle de silahlı baskı aygıtının Alevileştirilmesine rağmen, rejimi sadece Alevilikten ibaret görmek, iktidar dinamiklerini ve yönetme sistemini kavramaktan uzaktır. Üstelik rejim bir bütün olarak Alevi nüfusunun siyasal ve sosyo-ekonomik çıkarlarına da hizmet etmiyordu, bunun tam tersi geçerliydi. Orduda ve diğer milislerde artan sayıdaki ölümler ciddi ölçüde Alevilerden oluşuyordu; güvensizlik ve artan ekonomik zorluklar aslında Alevi nüfusu arasında da gerilimler yarattı ve rejimin memurlarına karşı düşmanlığı körükledi. Rejimin çöküşü askeri, ekonomik ve politik anlamda yapısal zayıflığını kanıtladı. Kâğıttan bir kale gibi çöktü. Bu pek de şaşırtıcı değil çünkü askerlerin düşük maaşları ve çalışma koşulları göz önüne alındığında Esad rejimi için savaşmayacakları açıkça görülüyordu. Pek az sempati duydukları bir rejimi savunmak yerine kaçmayı ya da savaşmamayı tercih ettiler, özellikle de çoğu zaten zorla askere alınmıştı.

Rejimin yabancı müttefiklerine olan bağımlılığı da hayatta kalması açısından yaşamsal bir önem taşıyor ve zayıflığını gösteriyordu. Esad’ın başlıca uluslararası destekçisi olan Rusya, güçlerini ve kaynaklarını Ukrayna’ya karşı yürüttüğü emperyalist savaşa yönlendirdi. Sonuç olarak, Suriye’deki müdahalesi önceki yıllardaki benzer askeri operasyonlara göre çok daha sınırlı kaldı. Diğer iki önemli müttefiki olan Lübnan’daki Hizbullah ve İran ise 7 Ekim 2023’ten bu yana İsrail tarafından önemli ölçüde zayıflatılmıştı. Tel Aviv, aralarında Hasan Nasrallah’ın da bulunduğu Hizbullah liderlerine suikastlar düzenledi, çağrı cihazı saldırılarıyla kadrosunu yok etti ve Lübnan’daki güçlerini bombaladı. Hizbullah kesinlikle kuruluşundan bu yana yaşadığı en büyük zorlukla karşı karşıya. İsrail ayrıca İran’a yönelik saldırı dalgaları başlatarak İran’ın zayıf noktalarını ortaya çıkardı. Ayrıca son aylarda Suriye’deki İran ve Hizbullah mevzilerine yönelik bombalamaları da artırdı. Başlıca destekçilerinin meşgul ve zayıflamış olması nedeniyle Esad diktatörlüğü de savunmasız bir durumdaydı. Tüm yapısal zayıflıkları, yönettiği halkın desteğinin olmaması, birliklerinin güvenilmezliği ve uluslararası ve bölgesel destekten yoksun olması nedeniyle, isyancı güçlerin şehir şehir ilerlemesine karşı koyamadığı ortaya çıktı ve bunlar üzerindeki hakimiyeti kâğıttan bir kale gibi çöktü.Bu bağlamda, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın siyasal anlamda ölmüş olduğunu söyleyebiliriz. Esad ailesi ülkeyi terk etti, Mahir Esad liderliğindeki dördüncü tugay artık organize bir askeri birlik olarak mevcut değil ve başlıca iktidar ağlarından geriye kalanlar da bunlar ister yandaş kapitalistler, dinsel, aşiretsel dayanaklar olsun, önemsiz hale gelerek hiçbir güce sahip olmayan az sayıdaki bireye indirgendi. Bu arada, bazı aşiret reisleri, dini liderler ve ekonomik çevreler de yeni Suriye bayrağını benimsemeleriyle sembolize olan biçimde, yeni iktidar makamlarına olan bağlılıklarını sergilemeye başladılar. 

Eski Rejimin Geri Dönüşü mü?

Bu perspektiften bakıldığında, Mısır darbe modelinin Suriye’de bir potansiyeli bulunmakta mıdır? Eski rejim ve onun kalıntıları Suriye’ye yönelik asıl tehdidi mi oluşturuyor? Bunun sorunlu bir analiz olduğuna inanıyorum. Birbiriyle bağlantılı iki ana neden var: Rejimin doğasının farklılığı ve tehdidin bireylere indirgenemez iktidar yapılarıyla ilişkili olması.Suriye’nin aksine, diktatör Hüsnü Mübarek’in devrilmesi Mısır rejiminin sonu anlamına gelmedi. Mısır örneğinde, siyasal sistem bir neo-patrimonyalizm formuna daha yakındı. Nepotizm ve kayırmacılık, Mısır rejiminde Mübarek ailesi aracılığıyla var olmuştu ve bugün de Sisi’nin başında olduğu mevcut rejimde devam ediyor. Başka bir deyişle, yöneticilerin değiştirilebilir olmasına rağmen devletin yöneticilerden az çok özerk olduğu, kurumsallaşmış otoriter bir cumhuriyetçi sistem. Aslında, Mısır devletinde, silahlı kuvvetler siyasal yönetimin ve iktidarın merkezi kurumunu oluşturur. Hiçbir aile, Esad ailesi yönetimindeki Suriye rejiminde olduğu gibi, üyelerinin her istediğini yapacak derecede devletin sahibi değildir. Mısır devleti, bunun yerine, askeri yüksek komuta tarafından kolektif anlamda yönetilir. Bu durum, ordunun 2011’de rejimi korumak için neden Mübarek ve çevresinden kurtulduğunu da açıklamaktadır. Cemal Mübarek ve yandaşları iktidar koalisyonundan ve eski iktidar partisi Ulusal Demokrat Parti’nin ağlarından kovuldular ve İçişleri Bakanlığı’nın Silahlı Kuvvetler karşısındaki gücü zayıfladı. Benzer şekilde, Mursi’nin 2012’de cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte Müslüman Kardeşler’in iktidara gelmesi bile, askeri yüksek komuta tarafından yönetilen Mısır rejiminin sonu anlamına gelmedi. Üstelik, Mursi ve Müslüman Kardeşler, 2011’deki ayaklanmanın ilk günlerinden itibaren, ordunun siyasi ağırlığını ve onlarca yıldır süren baskıcı rolünü çok iyi bildiklerinden, başlangıçta orduyla doğrudan ittifak kurmaya çalıştılar. Müslüman Kardeşler, devrimin ilk günlerinden itibaren, Mursi’nin Temmuz 2013’te devrilmesi sonrasına kadar orduya yönelik eleştiri ve protestolara siper oldu. Ondan önce de orduyu protesto edenleri karşıdevrimci ve isyancı olmakla suçladı. Müslüman Kardeşler tarafından desteklenen Aralık 2012 anayasası, ordu bütçesini parlamenter denetimden korumaya ve silahlı kuvvetlerin gücünü garanti altına almaya devam etti. Mursi ve Müslüman Kardeşler, Mısır’daki halk ve işçi sınıfı hareketlerine karşı durup hatta bu hareketleri bastırıp orduyu savundular. Gerçekten de Mursi, protestocuları hapse attığını ve işkence ettiğini gayet iyi bildiği Sisi’yi ordunun başına getirdi.Müslüman Kardeşler’in orduyla iş birliği yapma çabalarına rağmen, ordu Mursi’yi devirdi ve Müslüman Kardeşler hareketini ve solcular ve demokratlar da dahil her türlü muhalefeti kitlesel şekilde bastırdı. Sonuçta, ordu ve Müslüman Kardeşler, kapitalist sınıfın farklı bölgesel destekçileri olan farklı kanatlarını temsil ediyorlardı ve uzlaşma sağlayamadılar. Çok daha güçlü olan ordu, sonunda tüm Mısır’ın zararına olacak şekilde kendi doğrudan diktatörlük yönetimini ortaya koymaya karar verdi. Sisi, Mısır’ın onlarca yıldır gördüğü en baskıcı rejimi yarattı; IMF’nin kemer sıkma önerilerinin tamamını en acımasızca uygulayan, kitlesel yoksullaşmaya ve devasa enflasyona yol açan diktatöryel bir neoliberal rejim.Bu bağlamda, Mısır’daki iktidar merkezi hiçbir anda ve şimdi de devrilmiş değildir, bunun tam tersi geçerlidir. Yukarıda açıklandığı gibi Suriye örneğinde ise, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na bağlı iktidar yapıları artık mevcut değildir ve bu nedenle de Mısır senaryosu ile yapılan karşılaştırmalar faydalı değildir.   Bununla birlikte, eski rejimin mensupları, özellikle de milisler, güvenlik servisleri ve Dördüncü Tugay’a bağlı askerler, Suriye’de istikrara yönelik bir tehdit oluşturabilir. Özellikle Esad rejiminin devrilmesinden bu yana büyük ölçüde yerleştikleri kıyı bölgelerinde ve daha az oranda da Humus’ta mezhepçi gelişmeleri beslemek çıkarlarına hizmet etmektedir. Bu durum, 25 Aralık’ta sahil kasabası Tartus yakınlarında HTŞ güçlerine yönelik düzenlenen ve 14 kişinin öldüğü, 10 kişinin yaralandığı saldırılara da yansıdı. HTŞ güçleri buna yanıt olarak “Esad milislerinin kalıntılarını takip etmek için” baskınlar başlattılar. Benzer şekilde İran’ın da ülkede bulunan ağlarına bağlı bireyleri kullanarak mezhepsel gerginlikler yoluyla istikrarsızlık yaratmakta çıkarı bulunuyor. Eski rejimin bazı kalıntıları, Halep’teki bir Alevi türbesinin tahrip edildiğini gösteren ve yayınlanmasından birkaç hafta önce gerçekleşen bir videonun sosyal ağlarda dolaşmasının ardından Humus ve kıyı bölgelerinde yaşanan son olaylarda gerçekten de harekete geçtiler. Ancak, bu gösteriler sadece dışarıdan İran veya eski rejim kalıntıları tarafından gerçekleştirilen olaylar olarak görülmemeli, Alevi nüfus kesimleri arasında yeni yönetici aktör HTŞ’ye dair korkular mevcut ve Esad rejiminin devrilmesinin ardından intikam çağrıları yapılıyor.Bu nedenle rejimin yıkılmasından bu yana münferit veya en azından sistemik olmayan mezhepsel olayların artması, özellikle de intikam dinamiklerine sahip infaz ve suikastlara dikkat etmek gerekiyor. Bu durum, özellikle Alevilere yönelik siyasal ve mezhepsel intikam gerekçelerinin de sıklıkla birbirine karıştığı eski rejimin işlediği suçlara karışmış kişilere açısından geçerli. Esad rejiminin işlediği suçlar Suriye toplumunu param parça etti ve arkasında bir vahşet ve büyük bir acı mirası bıraktı. Bu bağlamda mağdurların acil ihtiyaçlarına yanıt verecek koordineli bir eylemin hayata geçirilmesi, kapsamlı ve uzun vadeli bir geçiş dönemi adaleti çerçevesi için mekanizmaların kurulması gerekiyor. Sürdürülebilir ve barışçıl bir yolun açılması için Esad rejiminin sistemik zulüm mirasının hedef alınması şart. Geçiş dönemi adaleti, intikam eylemlerine ve mezhepsel gerginliklerin artmasına karşı yaşamsal bir rol oynayabilir. Geçiş dönemi adaletini teşvik eden ve ister eski rejimin ister diğer muhalif silahlı grupların, savaş suçlarına karışan tüm mensuplarını cezalandıran bir sürece ek olarak, uzun vadede istikrarı yalnızca halk sınıflarının çeşitli demokratik ve toplumsal konularda karar alacağı ve bunlarla mücadele edeceği aşağıdan geniş katılımına imkân veren yeni bir siyasi döngü sağlayabilir.

Sonuç

Başta güvenlik birimleri ve ordu olmak üzere eski rejimin kalıntıları, yukarıda da belirtildiği gibi kısa vadede kesinlikle Suriye’nin istikrarına yönelik bir tehdit oluşturuyor. Durdurulmaları ve işledikleri suçlardan dolayı yargılanmaları gerekli.  Ancak ve bu birey grupları tarafından temsil edilen tehditleri hafife almayarak, bunların iktidara geri dönmek ve bir diktatörlüğü yeniden dayatmak şeklinde bir tehdit teşkil etmedikleri de belirtilmeli. Böyle bir hedefe ulaşacak siyasal, askeri ve ekonomik araçlara sahip değiller. Esad rejiminin doğasını ve Mısır senaryosuyla olan farkı anlamak önemli. Suriye’deki eski rejim, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın ve bu saraya bağlı ağların ortadan kalkmasının da yansıttığı gibi, yapısal anlamda ölüyken, Mısır’da, Mübarek’in 2011’de devrilmesi ve Mursi’nin Temmuz 2012 ile Temmuz 2013 arasındaki yönetimine rağmen, askeri yüksek komuta içindeki güç merkezleri iktidarda kalmaya devam etti. Bu dinamikleri anlamak, yeni iktidar aktörü HTŞ’ye yakın bazı yorumcuların ve medyanın, HTŞ’yi eleştiren veya ona karşı gösteri yapan herkese karşı yönelttiği “feloul” suçlamalarına karşı uyarıda bulunmak açısından da önemli. Bu, bireyleri, grupları ve siyasi taleplerini itibarsızlaştırmanın bir yolu. Benzer şekilde, birkaç hafta önce Şam’da demokratik ve laik bir devlet için yapılan gösteriye karşı da feloul suçlamaları gündeme getirildi; çünkü birçok kişi, bazen hatalı bir şekilde, eski rejimin destekçisi olmakla suçlandı. Binlerce protestocu arasında potansiyel olarak eski rejimi destekleyen birkaç kişinin varlığı bir yana, asıl amaç gösteriyi ve gösteriyle bağlantılı talepleri itibarsızlaştırmaktı. Üstelik, laiklik ve sosyalizm gibi bazı konuları eski rejimle bağlantılı ve/veya Batı’dan ithal ilan ederek itibarsızlaştırma isteği de mevcut. Aslında bu da bizi, makalenin ikinci bölümüne götürüyor. Yine, eğer eski rejimden geriye kalan birey grupları ülkenin istikrarı için bir tehdit oluşturuyorsa, demokratik ve ilerici bir Suriye için esas büyük tehdit, Türkiye ve Katar tarafından desteklenen HTŞ ve onun Suriye Milli Ordusu içindeki yandaşlarının iktidarlarını pekiştirmesinde yatıyor. 

HTŞ’nin İktidarını Pekiştirmesi mi, Gelecekteki Demokratik ve İlerici Suriye’ye Yönelik Bir Tehdit mi?

HTŞ’nin Aralık 2024’te Esad rejiminin devrilmesiyle sonuçlanan askeri saldırıdaki öncü rolü, örgüte ve lideri Ahmed El Şara’ya (El Colani) büyük bir popülerlik kazandırdı. O zamandan bu yana, HTŞ hakimiyetindeki bölgelerde siyasal ve askeri egemenliğini pekiştirmek için bir tür “devrimci” meşruiyetten yararlanıyorlar.  Grup, Suriye ulusal çerçevesinde faaliyet göstermeyi amaçlayan bir aktör haline gelmek için ulusötesi cihatçı hedeflerini terk ederek siyasal ve ideolojik anlamda evrim geçirmiş olsa da bu durum, HTŞ’nin demokratik bir toplumu destekleyen, eşitliği ve sosyal adaleti teşvik eden bir aktör haline geldiği anlamına gelmiyor, bunun tam tersi geçerli.Bu perspektiften bakıldığında, toplum üzerindeki iktidarlarını nasıl pekiştirmeye ve yeni bir otoriter düzen kurmaya çalıştıklarını analiz etmek önem taşıyor. 

HTŞ İktidarını Pekiştiriyor

Rejimin çöküşünden sonra Ahmed El Şara, Muhammed el-Beşir’i güncel işlerden sorumlu geçiş hükümetinin başına atamadan önce, iktidar geçişini koordine etmek üzere ilk olarak eski Başbakan Muhammed el-Celali ile görüştü. El Beşir öncesinde Kurtuluş Hükümetine (KH) başkanlık etmişti. Her halükârda 1 Mart 2025’e kadar görevde kalacak. Yeni hükümet ise yalnızca HTŞ saflarından gelen veya ona yakın kişilerden oluşuyor.Ahmed El-Şara ayrıca HTŞ’ye veya SMO’suna yakın silahlı gruplara bağlı kişileri yeni bakanlar, güvenlik görevlileri ve çeşitli bölgelerin valileri olarak atadı. Örneğin Enes Hattab (aynı zamanda Ebu Ahmad Hudud olarak da bilinir) istihbarat servislerinin başına getirildi. Kendisi Nusra Cephesi’nin kurucu üyelerinden biri ve cihatçı grubun bir numaralı güvenlik referansıydı. 2017 yılından itibaren, HTŞ’nin içişleri ve güvenlik politikasını yönetti. Göreve getirilmesinin ardından güvenlik hizmetlerinin kendi otoritesi altında yeniden yapılandırılacağını duyurdu.Benzer şekilde yeni Suriye ordusunun kuruluşu da Ahmed el-Şara ve iktidardaki yandaşları tarafından gerçekleştiriliyor. Yeni Savunma Bakanı ve HTŞ’nin uzun süredir üst düzey komutanlarından olan, General unvanı verilen Murhaf Ebu Kasra gibi HTŞ komutanlarını en yüksek rütbeli subaylar olarak atadılar.Suriye ordusunun yeniden yapılandırılmasında, HTŞ hükümeti, bu süreci ve aldığı önlemleri gerekçelendirerek, devlet kontrolü dışında herhangi bir aktörün silah taşımasını yasaklamak suretiyle ülkenin parçalanmış silahlı grupları üzerindeki kontrolünü ve hâkimiyetini pekiştirmeyi hedefliyor ve yalnızca Suriye Savunma ve İçişleri Bakanlıklarının silah bulundurma yetkisine sahip taraflar olduğunu belirtiyor. Tüm silahlı grupların yeni bir Suriye ordusunda birleştirilmesine doğrudan karşı çıkılmasa da Suveyda’daki Dürzi toplumu ve Kuzey Doğu’daki Kürtlerin, merkezî olmayan bir yönetim ve gerçek bir demokratik geçiş süreci gibi bazı garantiler olmaksızın bu sürece karşı çıktıkları görülüyor.Ahmed el Şara da son röportajlarından birinde, gelecek seçimlerin organizasyonunun dört yıl kadar sürebileceğini, yeni anayasa taslağının hazırlanmasının ise üç yıla kadar sürebileceğini açıkladı. Aynı zamanda, başta 4 ve 5 Ocak 2025 için planlanan ve 1,200 kişiyi bir araya getirmesi beklenen “Suriye Ulusal Diyalog Konferansı” da gelecekteki bilinmeyen bir tarihe ertelendi. Bu isimlerin nasıl seçildiğine dairse her valiliğin, farklı sosyal ve bilimsel sınıflardan tüm kesimlerin, gençlerin ve kadınların temsilcileri de dikkate alınarak 70 ila 100 kişi arasında temsil edileceği hariç, herhangi bir bilgi verilmedi.Suriyeli avukatlar yakın zaman önce yeni yetkililerin seçilmemiş bir sendika konseyini atamasının ardından özgür sendika seçimleri yapılması çağrısında bulunan bir imza kampanyası başlattılar. HTŞ, dış güçlerin korkularını yatıştırmaya, bölgesel ve uluslararası güçlerle temas kurmaya ve müzakere yapmanın mümkün olduğu meşru bir güç olarak tanınmaya çalışarak kontrollü bir geçiş süreci gerçekleştirirken kendi iktidarını da pekiştirmeyi hedefliyor. Bu tür bir normalleşmenin önündeki engellerden biri, Suriye hala yaptırımlar altındayken HTŞ’nin ABD, Türkiye ve Birleşmiş Milletler tarafından hâlâ terör örgütü olarak görülüyor olması. Ayrıca ABD Başkanı Joe Biden 23 Aralık’ta, Beşar Esad rejiminin düşmesine rağmen, 2025 Mali Yılı Ulusal Savunma Yetki Yasası kapsamında, Sezar Yasası’nın uygulamasının 31 Aralık 2029’a kadar uzatılmasını imzaladı. Beş yıl önce önceki Başkan Donald Trump tarafından imzalanıp yasalaştırılan bu metin, Suriye rejiminin askeri faaliyetlerini güçlendirecek veya Suriye’nin yeniden inşasına katkıda bulunan kaynak veya teknoloji elde etmesine yardımcı olan -yabancılar dahil- tüm aktörlere yönelik yaptırımlar öngörüyor.Ancak bölgesel ve uluslararası sermayelerin HTŞ’ye dönük tutumlarında değişim yönünde unsurlar olduğu şimdiden görülüyor. Açıkçası, Ankara yeni Suriye’nin başlıca siyasal ve askeri destekçisiyken, Katar ekonomik bir destek olarak önemli bir rol oynayacak. El-Şara diğer Arap devletleriyle, bölgesel ve uluslararası aktörlerle de ilişkiler kurmaya çalışıyor. Örneğin, HTŞ lideri Şam’da bir Suudi heyetiyle görüştü ve Vizyon 2030 projesine atıfta bulunarak Suudi krallığının iddialı kalkınma planlarını överek Şam ile Riyad arasında gelecekteki iş birliğine ilişkin iyimserliğini dile getirdi. Suudi Arabistan ve diğer Körfez monarşileri için yeni Suriyeli liderlerle ilişkilerin evrimi, ülkenin siyasal yapısına ilişkin endişelerini giderme ve Suriye’nin bölgesel istikrarsızlığın bir başka kaynağı haline gelmesini engelleme becerilerine bağlı olacak. Başta Dışişleri Bakanı, Savunma Bakanı ve istihbarat servisleri başkanından oluşan bir Suriye heyeti de Suudi Krallığını ziyaret etti.Batılı güçler düzeyinde bile, ABD de dahil bir yön değişikliği göze çarpıyor. Amerikan diplomasisinin Orta Doğu sorumlusu Barbara Leaf, Aralık 2024’ün sonlarında Şam’da Ahmed el-Şara ile görüştükten sonra, bu ülkedeki siyasal geçişin geleceği konusunda “iyi, çok verimli ve ayrıntılı bir toplantı” yaptıklarını söyledi. Ayrıca Ahmed el-Şara’yı “pragmatik bir adam” olarak nitelendirdi ve Washington’un, Nusra Cephesi’nde oynadığı rol nedeniyle 2013’ten bu yana başına koyduğu 10 milyon dolarlık ödülü geri çektiğini duyurdu.El Şara’nın HTŞ’nin dağılacağı yönündeki son açıklamaları da bu sorunlardan bazılarını çözebilir. Ancak İsrail hâlâ Suriye’nin istikrarına yönelik bir tehdit oluşturuyor ve özellikle bir demokratikleşme süreci görmeye de pek meraklı değil. İsrail’e sınırlarında istikrar güvencesi veren Esad rejiminin devrilmesinin ardından İsrail işgal ordusu, Golan Tepeleri’ndeki Hermon Dağı’nın Suriye bölümünü işgal ederek Suriye topraklarındaki işgalini genişletti ve uçak bataryaları, askeri havaalanları, silah üretim tesisleri, savaş uçakları ve füzelere yönelik 480’den fazla saldırı gerçekleştirdi. Füze gemileri, 15 Suriye donanma gemisinin yanaştığı El-Bayda limanı ve Lazkiye limanındaki Suriye donanma tesislerini vurdu. Bu baskınlar, Suriye’nin askeri yeteneklerini yok ederek bunların İsrail’e karşı kullanılmasını engellemeyi amaçlıyor. Aynı zamanda, gelecekteki hükümetin İsrail’in çıkarlarına hizmet etmeyen düşmanca bir tutum benimsemesi durumunda İsrail işgal ordusunun her an siyasi istikrarsızlığa neden olabileceği mesajını da veriyor.

İslami Neoliberalizm

Esad rejiminin devrilmesinin ardından, Suriye’nin geleceği, özellikle ekonomik toparlanma ve yeniden kalkınma açısından birçok zorlukla dolu. Şimdiden yeniden inşanın maliyetinin 250 milyar ila 400 milyar dolar arasında olduğu tahmin ediliyor ve yaptırımlar işlerin yakın zamanda düzelmesinin önünde hâlâ engel teşkil ediyor.Suriye’de güvenli ve istikrarlı bir ekonomik durumun bulunmaması, yerli ve yabancı yatırımların artmasının önünde ciddi bir engel oluşturuyor. Doğrudan yabancı yatırım (DYY) aslında 2011’den bu yana düşük düzeyde kaldı ve çoğunlukla İran ve Rusya ile sınırlandı. Körfez, nüfuzunu artırmak için ülkede bazı yatırımlar yapmakla ilgilenebilecekse de HTŞ’nin şu anda oynadığı rol, birçok bölge devleti tarafından olumsuz algılandığı için buna engel olabilir.Örneğin BAE cumhurbaşkanı Şeyh Muhammed’in diplomatik danışmanı Enver Gargash, “iktidardaki yeni güçlerin doğası ve bunların Müslüman Kardeşler ve El Kaide ile bağlantıları oldukça endişe verici göstergeler” dedi.Ayrıca Suriye lirasının istikrarsızlığı da önemli bir sorun. Rejimin çöküşünün ardından karaborsadaki değeri büyük ölçüde artmış olsa da bir ABD doları için 15.000 SYP’de sabitlenmeden önce, daha gidilecek uzun bir yol var. SYP’nin istikrarsızlığı, ülkedeki yatırımlardan elde edilecek hızlı ve orta vadeli getiri ve kâr potansiyelinin çekiciliğini zayıflatıyor.Ayrıca, SYP’deki ciddi değer kaybından zarar gören piyasaları istikrara kavuşturmak için son birkaç yıldır Türk lirasını kullanan kuzeybatıdaki bölgelere ilişkin sorular da var. İstikrar sağlanamadığı takdirde Suriye lirasının bu bölgelerde ana para birimi olarak yeniden kullanılması sorunlu olabilir.Aynı zamanda altyapılar ve ulaşım ağları da ciddi şekilde zarar görmüş durumda. Yüksek üretim maliyeti, temel malların ve enerji kaynaklarının (özellikle akaryakıt ve elektrik) kıtlığı da ek sorunlar. Suriye’de ayrıca nitelikli insan gücü sıkıntısı yaşanıyor ve vasıflara sahip olanların geri dönüp dönmeyeceği de henüz belli değil.Çoğunluğu sınırlı kapasiteye sahip küçük ve orta ölçekli işletmelerden oluşan özel sektörde dahi, 13 yıldan fazla süren savaşın ardından hâlâ çok fazla modernizasyon ve yeniden inşaya ihtiyacı var. Devlet kaynakları da ciddi ölçüde kısıtlı ve bu da ekonomiye, özellikle de üretken sektörlere yapılan yatırımları sınırlandırıyor.Ayrıca, nüfusun yüzde 90’ı yoksulluk sınırının altında yaşıyor ve bu da satın alma güçlerini oldukça zayıflatıyor ve dolayısıyla iç tüketimi olumsuz etkiliyor. Çünkü Suriye’de iş bulma sıkıntısı yaşanmazken, insanlara günlük ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek kadar ücret ödenmiyor. Bu bağlamda, Suriyeliler hayatta kalabilmek için giderek daha fazla dövize bağımlı hale geliyor.Yeni hükümetin Ahmed el-Şara’nın kendisi gibi bazı yetkilileri, asgari ücreti 1,123560 SYP (yaklaşık 75 dolar) yaparak, önümüzdeki günlerde işçilerin ücretlerini yüzde 400 oranında artırmak için çalışacaklarını duyurdu. Bu doğru yönde atılmış bir adım olsa da devam eden yaşam maliyeti krizi sırasında insanların ihtiyaçlarını karşılamaları için yeterli olmayacak. Gerçekten de medya kuruluşu Kassioun Ekim 2024’te Şam’da yaşayan beş kişilik Suriyeli bir ailenin ortalama yaşam maliyetinin 13,6 milyon SYP’ye (yaklaşık 1.077 dolar) ulaştığını açıkladı. Asgari miktar ise 8,5 milyon SYP’ye (yaklaşık 673 dolar) ulaştı.Tüm bunların üstüne, İsrail’in son işgali ve askeri altyapıların sürekli tahrip edilmesinin de gösterdiği gibi, Suriye’deki dış güçlerin nüfuzu hâlâ bir tehdit ve istikrarsızlık kaynağı olmaya devam ediyor. Türkiye’nin Suriye’nin kuzeydoğusundaki, özellikle de Kürt çoğunluğun yaşadığı bölgelere yönelik sürekli saldırılarını ve tehditlerini de unutmamak gerekiyor.Ülkedeki belirsizlik denizinin ortasındaki en büyük sorunlardan biri, HTŞ de dahil, önde gelen siyasal aktörlerin çoğunluğunun alternatif bir politik ekonomik programa sahip olmaması.HTŞ’nin neoliberal ekonomik sisteme bir alternatifi yok ve önceki rejimde var olan ahbap kapitalizminin dinamikleri ve biçimlerine benzer şekilde, grup bu uygulamaları (eski ve yeni kişilerden oluşan) sermaye ağları arasında geliştirmek için can atıyor. Önceki yıllarda Kurtuluş Hükümeti, özel sektörün gelişmesini ve HTŞ ile El Colani’ye yakın iş ortaklıklarının kurulmasını desteklemişti.Bu arada, başta sağlık ve eğitim olmak üzere sosyal hizmetlerin çoğu STK’lar ve uluslararası STK’lar tarafından sağlanıyor.Şam Ticaret Odası Başkanı Bassel Hamwi, rejimin devrilmesinin ardından HTŞ tarafından atanan yeni Suriye hükümetinin iş dünyası liderlerine serbest piyasa modelini benimseyeceklerini ve ülkeyi küresel ekonomiye entegre edeceklerini söylediğini ifade etti. Hamwi, Esad’ın devrilmesinden birkaç hafta önce, Kasım 2024’te şu anki görevine “seçildi”. Kendisi aynı zamanda Suriye Ticaret Odaları Federasyonu’nun da başkanı.Lider El Şara ve Ekonomi Bakanı da bu ekonomi odalarının temsilcileri ve farklı bölgelerden gelen iş insanlarıyla çok sayıda toplantılar yaparak ekonomik vizyonlarını açıkladılar ve çıkarlarını tatmin etmek amacıyla yaşadıkları sorunları dinlediler. Eski rejimin çeşitli ekonomi odalarının temsilcilerinin büyük çoğunluğu hâlâ görevlerinde bulunuyor. Sonuçta, HTŞ’nin otoriterizmiyle birleşen bu neoliberal ekonomik sistemin sosyo-ekonomik eşitsizliklere ve Suriye nüfusunun sürekli yoksullaşmasına yol açması muhtemel ki bunlar 2011 ayaklanmasının ana nedenleri arasındaydı.HTŞ’ye bağlı yeni Ekonomi Bakanı, “sosyalist bir ekonomiden… İslami yasalara saygılı bir serbest piyasa ekonomisine geçeceğiz” dedikten birkaç gün sonra bu neoliberal yönelimi yineledi. Önceki rejimi sosyalist olarak tanımlamanın kesinlikle büyük bir yanılgı olmasına rağmen, bakanın sınıfsal yönelimi, “özel sektörün… Suriye ekonomisinin inşasında etkili bir ortak ve katkı sağlayıcı” olacağı vurgusunda açıkça yansımasını buldu. Ülkenin gelecekteki ekonomisinde işçilerden, köylülerden, kamu sektörü çalışanlarından veya herhangi bir sendika ve meslek birliğinden hiç söz edilmedi.Sonuçta, yeniden yapılanma süreci ülkenin geleceğine katılacak toplumsal ve siyasal güçlere ve bunlar arasındaki güç dengesine bağlı. Bu bağlamda, nüfusun yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve daha genel olarak demokratik haklar ve sosyal adalet ve eşitliğe dayalı bir ekonomik sistem için mücadele edilmesi açısından özerk ve kitlesel sendikal örgütlerin inşası hayati önem taşıyacak.

Gerici İdeoloji

Benzer şekilde HTŞ gerici ideolojisini doğrulayan birçok açıklama ve karara imza attı. Örneğin HTŞ yetkilileri, kadınların toplumdaki rolüne ve bazı sektörlerde çalışabilme yeteneklerine ilişkin açıklamalarda bulundular. Örneğin, HTŞ üyesi ve Askeri Operasyonlar Komutanlığı (CMO) Siyasi İşler sözcüsü Obeida Arnaout, 16 Aralık’taki bir röportajda, kadınların “rollerinin kadınların yapabilecekleriyle uyumlu olması gerektiğini” belirtti. “Mesela bir kadının Savunma Bakanı olması gerektiğini söylersek bu onun doğasına ve biyolojik yapısına uygun olur mu? Kuşkusuz uygun olmaz”.Birkaç gün sonra, Suriye’nin yeni atanan Kadın İşleri başkanı ve şu ana kadar Suriye’nin geçiş hükümetindeki tek kadın olan Ayşe el-Dibs, ülkedeki feminist örgütlenmelere tanınacak “alan” hakkındaki soruya şöyle yanıt verdi: “Bu tür örgütlenmelerin eylemleri kuracağımız modeli destekliyorsa memnuniyetle karşılanacaklardır” ve şöyle devam etti: “Benim düşüncelerime katılmayanların önünü açmayacağım.” Kadınları “Allah vergisi doğalarının verdiği önceliklerin dışına çıkmamaya” ve “aile içindeki eğitici rollerini” bilmeye çağırarak kadının toplumdaki rolüne ilişkin gerici bir vizyon geliştirerek röportajı sürdürdü. Buna ek olarak, Suriye Eğitim Bakanlığı okul müfredatında, evrim teorisinin bilim müfredatından çıkarılması da dahil daha İslami muhafazakâr bir vizyona yönelik değişiklikler yaptı. Yahudiler ve Hıristiyanlar artık doğru yoldan “sapmış” kişiler olarak anılmaya başlandı veya “ulusun savunulması” ifadesinin yerine “Allah’ı savunmak” ifadesi konuldu. Bu değişikliklere yoğun eleştirilerin gelmesinin ardından Milli Eğitim Bakanı ertesi gün “Tüm Suriye okullarındaki müfredat, müfredatı inceleyip denetleyecek uzman komiteler oluşturulana kadar aynı kalacak. Biz sadece fesih Esad rejimini yücelten ifadelerin silinmesi yönünde talimat verdik ve bütün okul kitaplarına fesih rejimin bayrağı yerine Suriye devrim bayrağı görsellerini yerleştirdik…” dedi. Böylece yapılan bazı değişiklikler iptal edildi. O halde dini veya etnik azınlıklara hoşgörü veya kadın haklarına saygı konusunda net olmayan açıklamalar yapmak yeterli değil. Esas mesele, ülkenin geleceğinin kararlaştırılmasına katılan eşit vatandaşlar olarak haklarının tanınması. Daha genel anlamda ise HTŞ yetkilileri, İslami yönetim ve Şeriat Hukuku’nun uygulanmasına ilişkin tercihlerini ifade ettiler.

Kürt Sorununa Çözüm Yok

Aynı zamanda HTŞ’nin SDG ve Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’nin, özellikle Kürt ulusal haklarına ilişkin taleplerini desteklemeye istekli olması da pek olası değil. Sonuçta, kuzeydoğu bölgeleri başta petrol ve tarım olmak üzere doğal kaynaklar açısından zengin ve dolayısıyla stratejik ve sembolik açıdan önemli. Sonuç olarak, HTŞ, Kürt ulusal haklarına düşman olan, sürgündeki muhalif aktörler olan Suriye Ulusal Konseyi ve Ulusal Muhalefet ve Devrimci Güçler Koalisyonu’ndan farklı değil.Türkiye, Esad rejiminin devrilmesinin ardından ülkedeki en önemli bölgesel aktör haline geldi. Ankara, Heyet Tahrir El Şam’a (HTŞ) destek sunarak Suriye üzerindeki gücünü pekiştiriyor. Türkiye’nin Suriyeli mültecileri zorla geri göndermeyi gerçekleştirmek ve gelecekte yeniden inşa aşamasındaki ekonomik fırsatlardan yararlanmak dışındaki temel hedefi, Kürtlerin özerklik isteklerini reddetmek ve daha özgün olarak da Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ni baltalamak. Bu durum, Türkiye’deki Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı konusunda bir emsal oluşturacak.Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, HTŞ lideri Ahmed el Şara ile düzenlediği ortak basın toplantısında, Suriye’nin toprak bütünlüğünün “müzakere edilemez” olduğunu ve PKK’nın ülkede “yerinin olmadığını” açıkladı. Birkaç gün sonra ise Cumhurbaşkanı Erdoğan, SDG’nin “ya silahlarına veda edeceğini ya da Suriye topraklarına gömüleceğini” açıkladı. Türk ordusu ayrıca 2023 yılı sonundan bu yana Suriye’nin kuzeydoğusundaki sivilleri ve kritik altyapıları sürekli bombalıyor.HTŞ, son haftalarda SDG’ye karşı herhangi bir askeri çatışmaya katılmasa da örgüt Türkiye öncülüğündeki saldırılara karşı herhangi bir itiraz dile getirmedi, tam tersi geçerli.  HTŞ’nin üst düzey komutanlarından ve geçici hükümetin yeni atanan Savunma Bakanı Murhaf Ebu Kasra, “İnşallah Suriye bölünmez ve federalizm olmaz. Allah’ın izniyle bu bölgelerin tamamı Suriye’nin yetkisine girecek” dedi. Benzer şekilde El Şara da federalizme karşı çıkıyor.Ayrıca bir Türk gazetesine konuşan El Şara, Suriye’nin bundan sonra Türkiye ile stratejik ilişkiler geliştireceğini belirterek, “Suriye topraklarının Türkiye’yi ve diğer yerleri tehdit etmesini ve istikrarsızlaştırmasını kabul etmiyoruz” dedi. Ayrıca SDG’nin elindeki bölgelerdekiler de dahil tüm silahların devlet kontrolüne girmesi gerektiğini belirtti.Tüm bunlar, SDG yetkililerinin HTŞ ile müzakere yapılmasını isteyen açıklamalar yapmasına rağmen gerçekleşiyor. SDG Komutanı Mazlum Abdi gelecekteki Suriye ulusal ordusunun (garantilerle birlikte) bir parçası olmaya açık olmakla birlikte, federalizmden değil, devletin ademi merkeziyetçiliğinden ve özyönetimden yana olduklarını açıkladı. SDG’nin PKK’nın uzantısı olmadığını ve ateşkes sağlandıktan hemen sonra Suriyeli olmayan savaşçıları sınır dışı etmeye hazır olduklarını ifade etti.El Şara, geçtiğimiz günlerde Suriye’nin kuzeydoğusundaki krizin çözümü için SDG ile görüşmelerde bulunduklarını ve Suriye Savunma Bakanlığı’nın Kürt güçlerini kendi saflarına entegre edeceğini belirtmişti. Ancak bunun nasıl ve hangi koşullarda olacağı henüz bilinmiyor.

Demokratik Alanı Savunmak İçin Zamana Karşı Yarış

Mart 2011’deki Suriye halk ayaklanmasının köklerini oluşturan demokratik toplumsal örgütlenmeler ve güçlerin büyük çoğunluğu kanlı bir şekilde bastırıldı. Başta Suriye rejimi, ama aynı zamanda çeşitli silahlı İslamcı köktendinci örgütler tarafından da. Aynı durum, yerel halka hizmet sağlayan koordinasyon komiteleri ve yerel konseyler gibi, göstericiler tarafından kurulan yerel alternatif siyasal kurum veya kuruluşlar için de geçerli oldu. Bununla birlikte, Suriye topraklarında, özellikle de Suriye’nin kuzeybatısında, çoğunlukla STK türü örgütlerle bağlantılı olmasına rağmen, ayaklanmanın başlangıcındakilerden farklı dinamiklere sahip bazı sivil gruplar ve ağlar mevcut.Aynı zamanda, daha az yoğunluklu olsa da başka mücadele deneyimleri de gelişti. Örneğin, ağırlıklı olarak Dürzi azınlığın yaşadığı Süveyde vilayetinde Ağustos 2023’ün ortalarından bu yana halk protestoları ve grevler sürüyor. Daha genel anlamda, protesto hareketi sürekli olarak Suriye’nin birliğinin, siyasal mahkumların serbest bırakılmasının ve sosyal adaletin önemini vurgularken bir yandan da BM’nin siyasal geçiş çağrısı yapan 2254 sayılı kararının uygulanmasını talep etti. Aslında yakın zaman önce uzun süredir aktivist olarak hareket eden Muhsina el-Mahitavi’yi Süveyde vilayetinin valisi olarak seçen de yerel ağlar ve gruplar oldu.Başta Dera valilikleri ve daha az ölçüde Şam’ın banliyöleri olmak üzere Suriye rejiminin kontrolü altındaki diğer şehirler ve bölgeler de çok daha küçük ölçekte de olsa zaman zaman protestolara sahne oldu. Bu muhalefet biçimleri kısmen Esad hanedanlığının çöküşünden önceki günlerdeki ayaklanmaların temelini attı.Daha genel olarak, popüler sivil direniş açısından en önemli dinamik olan halk ayaklanmasının ilk yıllarında biriken deneyim, bu deneyimleri yaşayan aktivistlerin aktarımları ve ayaklanmanın yazılar, video kayıtları, tanıklıklar ve diğer delillerle daha önce görülmemiş bir şekilde belgelenmesiyle korunmuş durumda. Sivil direniş hareketini konu alan bu geniş belgesel arşivi halkın hafızasına aktarılabilir ve gelecekteki direnişçiler için önemli bir kaynak oluşturabilir. Esad rejiminin sona ermesinin ardından, öz-örgütlemeyi ve aşağıdan katılımı teşvik etmek ve sivil barışı garanti altına almak için farklı bölgelerde yerel komiteler veya aktivist ağları oluşturmaya yönelik yerel girişimler çoğalıyor. Özellikle kadınlara karşı yapılan gerici açıklamaları kınamak için gösteriler zaten gerçekleştiriliyorBununla birlikte, örgütlenebilme ve yeni iktidar aktörüne açıkça karşı çıkabilme yeteneğine sahip bağımsız, demokratik ve ilerici bir bloğun bariz biçimde mevcut olmadığı gerçeğiyle de yüzleşmemiz gerekiyor. Bu bloğu inşa etmek zaman alacak. Bu bloğun otokrasiye, sömürüye ve her türlü baskıya karşı mücadeleleri birleştirmesi gerekecek. Bu bloğun ülkenin sömürülenleri ve ezilenleri arasında dayanışma inşa etmek için demokrasi, eşitlik, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı ve kadınların özgürlüğü taleplerini yükseltmesi gerekecek.Bu ilerici blok, söz konusu talepleri ilerletmek için sendikalardan feminist örgütlere, topluluk örgütlerinden ulusal yapılara kadar uzanan tüm halk örgütlerini bir araya getirecek şekilde inşa edilmek ve yeniden inşa edilmek zorunda olacak. Bu da toplum çapındaki demokratik ve ilerici aktörler arasında el birliğini gerekli kılacak.Buna ek olarak, kilit görevlerden biri de ülkenin merkezi etnik bölünmesi olan Arap ve Kürtler arasındaki bölünmenin üstesinden gelmek olacak. İlerici güçler, bu bölünmeyi aşmak ve bu halklar arasındaki dayanışmayı güçlendirmek için Arap şovenizmine karşı açık bir mücadele vermeli. Bu, 2011’deki Suriye devriminin başlangıcından beri karşılaştığı bir zorluktu ve ülke halkının gerçekten özgürleşmesi için ilerici bir şekilde yüzleşilmesi ve çözülmesi gerekecek.

Sonuç

HTŞ’nin esasen, halk ayaklanmasını ve ayaklanmanın demokratik örgütlenmelerini kanlı bir şekilde bastıran ve kendisini giderek daha da militarize eden Suriye rejiminin önderlik ettiği karşı devrimin bir sonucu olduğu hatırlanmalı. Bu tür İslami köktendinci hareketlerin yükselişi çeşitli nedenlerin sonucu gerçekleşir; ilk başta rejimin yayılmalarını kolaylaştırılması, protesto hareketinin bazı unsurların radikalleşmesine yol açacak şekilde bastırılması, bu hareketlere mensup grupların daha iyi örgütlenmesi ve disipline edilmesi ve nihayet yabancı ülkelerin desteği.HTŞ de sonrasında, diğer silahlı İslami köktendinci örgütler gibi birçok açıdan karşı-devrimin Esad rejiminden sonraki ikinci kanadını oluşturdu. Topluma ve Suriye’nin geleceğine dair vizyonları, ayaklanmanın ilk hedeflerinin ve onun demokrasi, sosyal adalet ve eşitlik yönündeki kapsayıcı mesajlarının tam tersi. İdeolojileri, siyasal programları ve pratiklerinin yalnızca rejim güçlerine karşı değil, aynı zamanda sivil ve silahlı demokratik ve ilerici gruplara, etnik ve dini azınlıklara ve kadınlara karşı şiddet uygulamaya dayalı olduğu kanıtlandı.Sonuç olarak, demokratik ve ilerici bir toplumu korumak ve bunun için mücadele etmek, mevcut HTŞ yetkililerine güvenerek veya onlara idare ve geçiş aşamasının yönetimi konusunda geçer notlar vererek veya onları aklayarak değil, demokratik ve ilerici ağları ve birlikleri bir araya getiren bağımsız bir karşı-iktidar inşa etmekle olur. Seçimlerin örgütlenmesi ve yeni bir anayasanın yazılması için zaman dilimlerinin belirlenmesi veya “ulusal diyalog konferansına” katılacak isimlerin seçilmesi tartışmaların ve eleştirilerin konusu olabilir, ancak asıl mesele bu tür karar alma süreçlerine aşağıdan katılımın mevcut olmaması ve HTŞ’yi taviz vermeye zorlayacak biçimde baskı yapma yeteneğinin bulunmaması. Karar verme yetkisi yalnızca HTŞ’nin elinde. Bu süreç aynı zamanda ana destekçileri olan Türkiye ve Katar; ancak daha genel olarak bölgesel ve uluslararası güçlerin büyük çoğunluğu tarafından da destekleniyor. Daha genel olarak, Suriye ve bölgede otoriter bir istikrar formunu (yeniden) empoze etmek gibi ortak bir hedefleri var. Bu elbette bölgesel ve emperyal güçler arasında birlik anlamına gelmiyor. Her birinin kendine ait ve çoğu zaman da birbirleriyle uzlaşmaz çıkarları var ama Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın istikrarsızlaşmasını istemiyorlar.Esad’ın devrilmesinin ardından daha iyi bir gelecek umudu havada uçuşuyor. Bütün bunlar Suriyelilerin mücadeleyi aşağıdan yeniden inşa etme becerisiyle bağlantılı. Şu anda HTŞ’nin toplum üzerindeki iktidarı ve kontrolü hala tamamlanmış değil, çünkü tüm Suriye’yi yönetebilecek insani ve askeri kapasiteleri sınırlı ve bu nedenle de örgütlenmek için bir miktar alan mevcut. Bu alanın kullanılması gerekiyor.Sonuçta, yalnızca demokratik ve ilerici talepler uğruna mücadele eden halk sınıflarının öz-örgütlenmesi gerçek kurtuluşa ve özgürleşmeye giden yolu açacak. En azından şu anda bunun için bir fırsat mevcut ama bir yarışın içindeyiz ve Suriye halk sınıflarının demokrasi, sosyal adalet ve eşitlik için Devrim’e yönelik ilk özlemlerini gerçekleştirmek için yaptığı bütün fedakarlıkları savunmak için örgütlenmesi zorunlu.  

Kaynak: https://syriauntold.com/2025/01/04/understanding-the-threats-ahead-of-a-democratic-and-progressive-syria/

Çeviri kaynağı: https://fikirgazetesi.org/2025/01/10/demokratik-ve-ilerici-suriyenin-onundeki-tehditler/

Renkli Devrim mi İşçi Ayaklanması mı?: Kazakistan Sosyalist Hareketinden Aynur Kurmanov ile Söyleşi

“Pek çok siyasi analist onu bu şekilde sunmaya çalışsa da, burası Ukrayna tipi Maydan değil. Bu şaşırtıcı öz-örgütlenme nereden geldi? Bu, emekçilerin deneyimi ve geleneğidir. İşçiler, özelleştirmenin ve yabancı kapitalistlerin egemenliğinin nelere yol açtığını kendi gözleriyle gördüler”. 2 Ocak 2022 gününden itibaren gaz fiyatlarındaki ani artışın ardından patlayan halk protestoları Kazak rejimi tarafından şiddetle bastırılıyor. Kazakistan Sosyalist Hareketi’nin sözcülerinden Aynur Kurmanov’un Zanovo-media’ya verdiği yanıtları, ardından da Kazakistan Sosyalist Hareketi tarafından yapılan açıklamanın haberini aktarıyoruz[1].  

“Zhanaozen işçileri ilk ayaklananlardı. Benzin fiyatındaki artış, halk protestoları için yalnızca bir tetikleyiciydi. Ne de olsa, toplumsal sorunlar yıllardır dağ gibi birikiyordu. Geçen sonbaharda Kazakistan bir enflasyon dalgasıyla sarsıldı. Ürünlerin Mangistau bölgesine ithal edildiği ve orada her zaman 2-3 kat daha pahalı olduğu dikkate alınmalıdır. Ancak 2021’in sonunda yükselen bir fiyat dalgasında, gıda maliyeti daha da ciddi bir ölçüde arttı. Ülkenin batısının yoğun bir işsizlik bölgesi olduğunu da hesaba katmalıyız. Neoliberal reformlar ve özelleştirme sürecinde oradaki işletmelerin çoğu kapatıldı. Burada hala işleyen tek sektör petrol üretimi. Ancak büyük bir kısmı yabancı sermayeye aittir. Kazakistan petrolünün yüzde 70’e kadarı batı pazarlarına ihraç ediliyor, kârların çoğu da yabancı sahiplere gidiyor.”

“Bölgenin kalkınmasına neredeyse hiç yatırım yok: bu, tam bir yoksulluk alanı. Ve geçen yıl bu işletmeler büyük ölçekli optimizasyona girmeye başladı. İşler kesildi, işçiler maaşlarını, ikramiyelerini kaybetmeye başladı, birçok işletme sadece hizmet şirketlerine dönüştü. Atyrau bölgesinde Tengiz Oil şirketinin aynı anda 40 bin işçiyi işten çıkarması, tüm Batı Kazakistan için gerçek bir şok oldu. Devlet bu tür toplu işten çıkarmaları önlemek için hiçbir şey yapmadı. Ve şunu bilmek lazım ki, bir petrol işçisi 5-10 aile üyesini besler. Bir işçinin işten çıkarılması otomatik olarak tüm aileyi açlığa mahkum eder. Burada petrol sektörü ve onun ihtiyaçlarına hizmet eden sektörler dışında iş yok.”

“Kazakistan’da kapitalizmin hammadde ihracına dayalı modeli inşa edildi. Nüfus birçok toplumsal sorun biriktirdi, çok büyük bir toplumsal tabakalaşma var. “Orta sınıf” mahvoluyor, reel sektör yok ediliyor. Milli hasılanın eşit olmayan dağılımının önemli bir yolsuzluk bileşeni var. Neoliberal reformlar sosyal güvenlik ağını ortadan kaldırdı. Ulusötesi şirketlerin sahipleri, “petrol borusuna” hizmet etmek için sadece 5 milyon nüfusa ihtiyaç olduğunu hesapladılar, onlara göre Kazakistan’a 18 milyonluk nüfus zaten fazla. Bu nedenle, birçok yönden, bu ayaklanma doğası gereği sömürgecilik karşıtıdır. Mevcut protestoların sebebi kapitalizmdir: sıvılaştırılmış gazın fiyatı elektronik borsada ciddi oranda arttı. Gazı yurt dışına ihraç edip gaz kıtlığı yaratmak ve iç piyasada artan fiyatlardan yararlanmak isteyen tekelcilerin bir komplosu söz konusudur. Dolayısıyla bu protestoları kışkırtan da kendileridir. Mevcut toplumsal patlamanın, son 30 yılda gerçekleştirilen tüm kapitalist reform politikasına ve bunların yıkıcı sonuçlarına yönelik olduğu belirtilmelidir.”

“Pek çok siyasi analist onu bu şekilde sunmaya çalışsa da, burası Ukrayna tipi Maydan değil. Bu şaşırtıcı öz-örgütlenme nereden geldi? Bu, emekçilerin deneyimi ve geleneğidir. 2008 yılından bu yana grevler Mangıstau ilini sarstı ve 2000’li yıllarda grev hareketi başladı. Aynı zamanda, petrol şirketlerinin kamulaştırılması talep edildi, hem de Komünist Partinin veya sol grupların hiçbir etkisi olmaksızın. İşçiler, özelleştirmenin ve yabancı kapitalistlerin egemenliğinin nelere yol açtığını kendi gözleriyle gördüler. Bu konuşmalar sırasında büyük bir mücadele ve dayanışma tecrübesi birikmiştir. Çöldeki yaşam bile insanları birbirine bağlıyor. Bu arka plana karşı, işçi sınıfı ile nüfusun geri kalanı arasında bir bağ vardı. Janaözen ve Aktau’daki işçilerin gösterileri, ülkenin diğer bölgelerinin gidişini belirledi. Protestocuların şehirlerin ana meydanlarına kurmaya başladığı yurtlar ve çadırlar, Euromaidan deneyiminden alınmadı, hepsi geçen yıl Mangıstau bölgesinde yerel grevler sırasında kurulmuştu. Ve halkın kendisi protestoculara su ve yiyecek getirdi.”

Aynur Kurbanov

“Bugün itibariyle Kazakistan’da yasal bir muhalefet yok, tüm siyasi alan temizlendi. 2015 yılında en son tasfiye edilen Kazakistan Komünist Partisi oldu. Geriye sadece 7 iktidar yanlısı parti kaldı. Ancak ülkede Batı yanlısı bir gündemi teşvik etmek için yetkililerle aktif olarak işbirliği yapan STK’lar var. En sevdikleri konular 1930’ların Holodomor’u, İkinci Dünya Savaşı sırasında Basmacı hareketinin üyelerinin ve işbirlikçilerinin rehabilitasyonu vb. STK’lar da Kazakistan’da tamamen hükümet yanlısı olan milliyetçi hareketi geliştirmek için çalışıyor. Milliyetçiler, Çin ve Rusya’ya karşı devlet desteğinde mitingler düzenliyorlar.”

“Son olayların arkasında olabileceği iddia edilen sinsi İslamcılar da Kazakistan’da son derece zayıf ve kötü organize olmuş durumdalar. Modern Kazakistan tek etnili bir devlet inşa etme yolunda bir yol almıştır ve milliyetçilik onun resmi ideolojisidir. Rusya’nın Mir TV kanalının Kazakistan’ın “Sovyet yanlısı” olduğu hakkındaki tüm haberleri gerçekdışıdır.Daha 2017 yılında, Kızıl-Orda’da Wehrmacht’ın Türkistan Lejyonu’nun esin kaynağı olan Mustafa Çokay’ın anıtı dikildi. Bugün devlet, tarihini kökten gözden geçiriyor. Bu süreç özellikle Nursultan Nazarbayev’in birkaç yıl önce Amerika Birleşik Devletleri’ne yaptığı ziyaretten sonra yoğunlaştı. Pan-Türk hareketi de daha aktif hale geliyor. En son 12 Kasım 2021’de Nursultan Nazarbayev’in girişimiyle İstanbul’da Türk Devletleri Teşkilatı kuruldu. Elbette bu projenin başlatıcıları Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Türkiye oldu. Kazakistan seçkinleri ana varlıklarını Batı’da tutuyor. Bu nedenle mevcut rejimin çöküşü emperyalist devletler için hiç kârlı değil – rejim zaten tamamen onların tarafında.”

“Nazarbayev’in cumhurbaşkanlığını bırakıp Güvenlik Konseyi başkanlığına geçmesi, Batı da dahil olmak üzere demokrasi görünümünü yaratma arzusu tarafından belirlenmişti. Aslında, o aynı zamanda, hükümetin tüm dalları üzerinde tam kontrol kazandı ve sadece gücünü arttırdı, ancak sorumluluktan tamamen kaçtı. Başkan Tokayev dekoratif bir figür, yönetici aile içinde bir piyon. Kuşkusuz yaşanan olaylar, bazı grupların saray darbesi veya benzeri eylemler gerçekleştirmeye çalışmasına neden olabilir. Her şey komplo teorilerine indirgenemez. Ancak, mevcut protesto hareketini idealize etmeye de gerek yoktur. Evet, bu hareket işsizler ve başka toplumsal tarafından desteklenen, işçilerin öncü rolü ile tabandan gelen bir toplumsal harekettir. Ama içinde çok farklı güçler iş başında. Aynı zamanda, emekçilerin kendi partileri, sınıf sendikaları, çıkarlarını tam olarak karşılayan net bir programı yoktur. Kazakistan’da var olan sol gruplar daha çok çevreler gibidir ve olayların gidişini ciddi şekilde etkileyemezler. Oligarşik ve dış güçler bu hareketi kendi amaçları için sürmeye ve kullanmaya çalışacaklardır. Bunların zaferi durumunda, mülkiyetin yeniden dağıtılması ve burjuvazinin çeşitli grupları arasında açık bir “herkesin herkese karşı savaşı” başlayacaktır. Ancak, her durumda, emekçiler belirli özgürlükleri kazanabilecekler ve gelecekte hakları için mücadele etmelerini kolaylaştıracak kendi partilerinin ve bağımsız sendikaların kurulması da dahil olmak üzere yeni fırsatlar elde edeceklerdir.”

Kazakistan Sosyalist Hareketi çağrı yaptı: Örgütlü direniş, genel grev, uluslararası dayanışma!

Kazakistan’daki halk protestoları ile ilgili bir açıklama yayımlayan Kazakistan Sosyalist Hareketi, işçi eylemleriyle başlayan ve tüm ülkeye yayılarak siyasi iktidarın ve anayasanın değişmesi talepleriyle genişleyen hareketin devlet tarafından şiddetle bastırılmasına tepki gösterdi. Genel grev çağrısı yapılan açıklamada, “Asker ve polis terörüne karşı örgütlü direnişi sağlamak için toprak ve üretim bazında birleşik eylem komitelerinin oluşturulması acildir” denildi.

Açıklamada dünyadaki işçi hareketleri, komünist ve sol hareketlere de dayanışma çağrısı yapıldı.

“GERÇEK BİR HALK AYAKLANMASI YAŞANIYOR”

Socialismkz.com sitesinde yayımlanan ve “Kazakistan’da bugün gerçek bir halk ayaklanması var” denilen 6 Ocak tarihli açıklamada sıvılaştırılmış gaz (LPG) fiyatının ikiye katlanmasının sabrı taşıran son damla olduğuna dikkat çekildi. “Protestolar en başından beri sosyal ve sınıfsal nitelikteydi. Gösteriler tam da tüm protesto hareketinin bir tür siyasi merkezi haline gelen Janaozen’de petrol işçilerinin inisiyatifiyle başladı” denildi.

Sosyal bir protesto olarak başlayan hareketin daha sonra genişlemeye başladığına ve işçi kolektiflerinin ücretlere yüzde 100 zam, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, sendikal özgürlük gibi kendi talepleriyle de gösteriler düzenlediğine vurgu yapılan açıklamada, “Sonuç olarak, 3 Ocak’ta, tüm Mangistau bölgesi, komşu Atırau bölgesine de yayılan bir genel grevle sarsıldı” denildi.

4 Ocak’ta salı günü ABD’li Chevron enerji tekelinin hisselerinin çoğunluğuna sahip olduğu Tengizchevroil şirketinde çalışan petrol işçilerinin, katılımın yüzde 75’e ulaştığı bir grev gerçekleştirmesinin önemine değinilen açıklamada, “Burası, geçen yıl aralık ayında 40 bin işçinin işten çıkarıldığı ve yeni bir dizi işten çıkarmanın planlandığı yerdi. Daha sonra gün boyunca Aktobe ve Batı Kazakistan ile Kızılorda bölgelerinin petrol işçileri tarafından desteklendiler” denildi.

Açıklamada “Ayrıca, aynı günün akşamı Karaganda bölgesinde ArcelorMittal Temirtau şirketinin maden işçilerinin grevleri başladı ve ülkenin tüm madencilik endüstrisinde genel bir grev olarak kabul edilebilecek şekilde Kazakhmys şirketi bakır dökümcüleri ve maden işçilerinin grevleri başladı. Ve burada da maaşların yükseltilmesi, emeklilik yaşının düşürülmesi, sendikal örgütlenme ve grev hakkı talepleri öne sürülüyor” bilgileri de verildi.

Salı günü aynı zamanda Atırau, Uralsk, Aktyubinsk, Kızılorda, Taraz, Taldikorgan, Turkestan, Çimkent, Ekibastuz’da; Almatı bölgesindeki şehirlerde ve Almatı’da süresiz mitinglerin başladığı belirtilen açıklamada 4-5 Ocak gecesi bütün sokakların dolduğu belirtildi. Polisle göstericilerin çatışması sonucunda şehir yönetim binasının geçici olarak ele geçirildiği ve bunun üzerine Cumhurbaşkanı Kasım Cömert Tokayev’in olağanüstü hal ilan ettiği kaydedildi.

ALMATI’DA İŞSİZ GENÇLER, YERLİ GÖÇMEN İŞÇİLER SOKAĞA ÇIKTI

Açıklama şöyle devam etti:

“Almatı’daki bu gösterilere ağırlıklı olarak işsiz gençlerin ve metropolün banliyölerinde yaşayan, geçici veya düşük ücretli işlerde çalışan yerli göçmenlerin katıldığı belirtilmelidir. Mangistau bölgesi ve Almatı için ayrı ayrı gaz fiyatını 50 tengeye indirerek vaatlerle onları sakinleştirme girişimleri de kimseyi tatmin etmedi.”

“Tokayev’in hükümeti ve ardından Nursultan Nazarbayev’i Güvenlik Konseyi başkanlığı görevinden alma kararı da protestoları durdurmadı, 5 Ocak’ta daha önce protestoların olmadığı Kuzey ve Doğu Kazakistan’ın bölgesel merkezlerinde, Petropavlovsk, Pavlodar, Ust-Kamenogorsk ve Semipalatinsk’te de kitlesel protesto mitingleri başladı. Aynı zamanda, Aktube, Taldikorgan, Çimkent ve Almatı’daki bölgesel valiliklerin binalarına girmek için girişimlerde bulunuldu”

“Janaozen’de, süresiz mitinglerinde işçiler yeni talepler formüle ettiler: Görevdeki cumhurbaşkanının ve tüm Nazarbayev yetkililerinin istifası, 1993 Anayasasının restorasyonu ve buna bağlı olarak parti, sendika kurma hakkı, siyasi mahkumların serbest bırakılması ve baskıya son verilmesi. Burada bir ‘aksakallar’ konseyi oluşturuldu ve bu da fiili yönetim organı haline geldi. Böylece artık farklı il ve bölgelerde kullanılan talepler ve sloganlar tüm harekete seslenmeye başladı ve mücadele siyasi bir içerik kazandı. Mücadeleyi koordine edecek komiteler ve konseyler oluşturmak için sahada da girişimlerde bulunuluyor.”

HALKA ATEŞ ETMEYE BAŞLADILAR: ÇOK SAYIDA ÖLÜM VAR

Kazakistan Sosyalist Hareketi’nin açıklamasında, Mangistau bölgesi kentlerinde daha önce askerler halk ateş etmeyi kabul etmezken 5-6 Ocak gecesi özel kuvvetlerin devreye sokulduğu ve halka ateş açıldığı belirtildi. İsyancı gruplar tarafından ele geçirilen hava alanı ve mahallelerde “temizlik” başlatıldığı ve göstericilerden alınan bilgilere göre çok sayıda insanın öldürüldüğü kaydedilerek, “Bu durumda, tüm protesto ve grevlerin şiddetle bastırılması tehlikesi mevcuttur ve burada ülkeyi genel grevle tamamen felç etmek gerekmektedir. Bu nedenle asker ve polis terörüne karşı örgütlü direnişi sağlamak için toprak ve üretim bazında birleşik eylem komitelerinin oluşturulması acildir” denildi.

ULUSLARARASI DAYANIŞMA ÇAĞRISI

Kazakistan Sosyalist Hareketi, dünyadaki tüm işçi hareketleri ve komünist hareketlere, sol örgütlere uluslararası dayanışma çağrısı da yaptı.

Açıklamada hareketin talepleri ise şöyle sıralandı:

  • Halka karşı düşmanlıklar derhal sona ersin ve birlikler şehirlerden çekilsin!
  • Cumhurbaşkanı Tokayev dahil tüm Nazarbayev yetkilileri derhal istifa etsin!
  • Tüm siyasi hükümlü ve tutuklular serbest bırakılsın!
  • İşçilere kendi sendikalarını, siyasi partilerini kurma, grev ve gösteri yapma hakkı!
  • Yasaklı Kazakistan Komünist Partisi ve Kazakistan Sosyalist Hareketinin faaliyetleri yasallaştırılsın!
  • Ülkenin tüm işçilerini ve emekçilerini, Janaozen’in (2011 ayaklanmasında) katledilen petrol işçilerinin taleplerini hayata geçirmeye; ülkenin tüm madenciliğini ve büyük ölçekli sanayisini işçi kolektiflerinin kontrolü altında kamulaştırmaya çağırıyoruz!

[1] Aynur Kurmanov ile söyleşinin büyük kısmı Candan Badem tarafından Gazete Manifesto için çevrilmiştir. Kazakistan Sosyalist Hareketinin açıklamasını ise Evrensel gazetesinden aktarıyoruz. Başlık olarak Zanovo Media’nın orijinal başlığı kullanılmıştır.

Kapak görseli: Valery Sharifulin/TASS