İmdat Freni

Enternasyonal

Rusya’da Yeni Bir Sosyalist Hareket -Mikhail Lobanov ile Söyleşi

Röportaj: Ilya Budraitskis

Rusya’nın son seçimlerinin büyük kazananı, neredeyse oyların yüzde 20’sini alan Komünist Parti oldu. Parti bugün Vladimir Putin’in hükümranlığına karşı çıkan yeni bir demokratik sosyalist eylemci dalgası tarafından dönüştürülmektedir.

Rusya’da 17-19 Eylül tarihleri arasında yapılan parlamento seçimleri Başkan Vladimir Putin’in Birleşik Rusya Partisi için başka bir göstermelik zaferdi. Ancak en dikkat çekici sonuç, oyların yüzde 19’unu alarak ikinci gelen Rusya Federasyonu Komünist Partisi’ne (RFKP) verilen destekti [Bkz İmdat Freni’nde yayımlanan “Kremlin Düşüşte Mi?” yazısı].

Putin müttefiklerini destekleyen alışılagelmiş sahtekârlığa rağmen, RFKP özellikle var olan düzene karşı kendisine oy vermeyi tek fırsat olarak gören büyük kentlerdeki gençleri yeni seçmen olarak kazanmayı başardı. RFKP’nin resmi programı, doksanlardan beri Stalinizm, milliyetçilik ve sosyal demokrat paternalizmin bir karışımı olarak kök tutmuştu. Bununla birlikte, son birkaç yılda, RFKP içinde onu daha çok demokratik hakları, sosyal eşitliği ve ekolojiyi savunma söylemlerine doğru dönüştüren genç yerel liderler kuşağı ortaya çıktı. 

Bu açıdan seçimin en çarpıcı yönlerinden biri Moskova Devlet Üniversitesi’nde otuz yedi yaşındaki matematik öğretmeni olan Mikhail Lobanov’un kampanyasıydı[1]. Mikhail, RFKP tarafından aday gösterildi, ancak kendisini bağımsız bir demokratik sosyalist olarak konumlandırdı. Putin’in Birleşik Rusya adayını on binin üzerinde oyla (yüzde 12’lik bir farkla) mağlup ettiği halde daha sonra yapılan oy sayımı onun parlamentoya seçilmesinin reddedilmesi adına manipüle edildi. Her şeye karşın, Lobanov gibi adaylara verilen halkın oyu radikal sol için gerçek bir ilerlemedir ve bu ilerlemeler günümüz Rusya’sının zorlu politik ortamında bile halkın hoşnutsuzluğunu dile getirme potansiyelini gösteriyor. Örnek olarak Rus Sosyalist Hareketi eylemcileri ve geleneksel olarak RFKP’yi eleştiren diğer bazı radikal sol gruplar Lobanov’un seçim kampanyasında önemli rol oynadılar. 

Moskova’da solcu bir politik yazar olan Ilya Budraitskis[2], seçim sonuçları hakkında Mikhail Lobanov ile Jacobin için konuştu.

IB: Bize biraz politik geçmişinizden bahsedin.

ML: Okulda, sadece bilimsel kitaplarla karıştırılmış tarihi romanlar olsa bile tarih kitaplarını okumaktan zevk alırdım. Üniversitede zaten bir matematik öğrencisi olarak boş zamanlarımı kütüphanede ve kitapçılarda harcadım ve okuduğum romanlar vasıtasıyla Marx, Lenin ve Troçki okumam gerektiğine karar verdim. Örneğin Moscow State Universitesi’ndeki [MSU] [Troçki’nin] İhanete Uğrayan Devrim’ini ödünç aldım.

2006’da MSU’ya bağlı Sosyalist Hareket “Vpered”in [“İleri”, o dönem Dördüncü Enternasyonal’in Rusya seksiyonu] eylemcileri tarafından düzenlenen Marksist bir öğrenci seminerine katıldım. Sonraki bir buçuk yıl boyunca Vpered ile eğitimin ticarileştirilmesine ve işçi haklarının savunulmasına karşı çeşitli eylemlerin parçasıydım. Parti toplantıları Rusya Emek Konfederasyonu’nun tuttuğu ofisteydi ve bu sayede Rus bağımsız sendikalarını tanıdım.

IB: Moskova Devlet Üniversitesi’nde bir grup eylemci nasıl ortaya çıktı?

ML: Bizler üniversite içerisinde mücadele alanları arıyorduk. 2009 yılında yönetim yurtlara erişim kurallarını sıkılaştırmak istedi. Bir protesto kampanyası başlattık, bin yedi yüz imza topladık ve sonunda bu yeni kuralları iptal ettirmeyi başardık. Üç haftalık kampanyanın sonucunda yaklaşık otuz kişiden oluşan çekirdek bir üniversite eylemci kadrosu kurduk. Ne var ki günlük sorunları çözsek de bunun bizi bir başka örgütsel aşamaya taşımakta yetersiz kalacağı açıktı. 

Sonra üniversitenin Komünist Parti şubesi ile hem öğretmenleri hem de öğrencileri içeren işbirliğine başladık. 2011 senesinde yönetim yurt kurallarını tekrar sıkılaştırmaya karar verdi ve biz gerçekten çok güçlü ve başarılı bir protesto kampanyası düzenlemeyi başardık. Yaşananlar yüzlerce insanı doğrudan ilgilendirdi ve çekirdeğimiz büyüdü. Tam o sıralarda, Putin’in Birleşik Rusya Partisi lehine düzenlenen Duma [parlamento] seçimlerinin ardından geniş çaplı protestolar başladı. Üniversite kademesinde bu, kendi İnsiyatif Grubu’muz ile (resmi) iktidar partisiyle yakından bağlantılı Moskova Devlet Üniversitesi Öğrenci Konseyi arasında bir mücadeleyle sonuçlandı. Biz de parlamento seçimlerinin bağımsız gözleminin bilfiil içinde yer aldık ve MSU’nun ana binasındaki sandıkta idari kadro seferberliğine karşın Birleşik Rusya’yı ağır bir şekilde mağlup ettik. Ayrıca 2011–2012’nin Moskova’daki tüm protesto mitinglerine aktif olarak katıldık ve protestolara gelen ama herhangi bir politik güce katılmaya hazır olmayan birçok öğrenci bizimle beraber oldu.

Bu deneyim, diğerlerinin yanı sıra, Emek Konfederasyonunun “Üniversite Dayanışması” sendikasının yaratılması sorununu gündeme getirmesine önayak oldu. Böylece diğer üniversitelerdeki öğrenci ve öğretmen gruplarına sendika kanalıyla yardım etmeye başladık. Ayrıca müteahhitlerin ilgisini çeken MSU binalarının etrafındaki parkı korumaya yönelik kampanyalarla aktif olarak ilgilendik. Bu sayede yerel meclis üyeleri ve mahalle sorunlarıyla aktif olarak bağlantılı olan sakinlerle temas kurduk. Özellikle Ramenki bölgesinde ortak etkinlikler düzenledik. Üniversite yetkilileri bu faaliyetlerden dolayı 2013 ve 2018 yıllarında olmak üzere iki kez beni işten çıkarmayı denedi.

IB: Bu yıl aday olmaya nasıl karar verdiniz?

ML: Bu on ila on beş yıl boyunca, RFKP’nin üniversite şubesi de dâhil olmak üzere çok geniş bir iletişim ağı gelişmiştir. Hemen hemen her yerel seçimde RFKP adaylığına katılmaya davet edildim. Ancak federal yasalarla yönetilen ve Rusya Devlet Duması tarafından kabul edilen bütçeye bağlı olan kendi ana yükseköğretim müfredatımdan saptığı için reddettim. 2020’de, üniversitedeki RFKP üyeleriyle yapılan iletişimden, bana Devlet Dumasına aday göstermeye hazır oldukları açıktı. MSU bölgesine gidip kurduğum bağlantıları harekete geçirirsem kazanabileceğimi hissettim. Bende bu kampanyanın coşku uyandırabileceğine dair bir his vardı. Ancak daha önce yaptıklarımızdan farklı bir şey olduğundan dolayı bunun nasıl gerçekleştirileceği ve seçimlerde ne gibi özel önlemler alınması gerekeceği konusunda kesin bir fikre sahip değildim. Yine de sezgilerim bunun işe yarayabileceğini söylediğinden, denemeye karar verdim.

Birkaç ay boyunca ilk adımlar hakkında tartışmalar yaptık, oturumlar düzenledik; solda seçim tecrübesine sahip çok az sayıda insan vardı. RFKP’nin böyle bir tecrübesi var ama çok kendine mahsus. İnsanlardan para istemeyi değil, bunun yerine parti fonlarına güvenmeyi ve belki de başka sponsorlar aramayı tavsiye ediyor. Biz farklı bir biçimde davranmamız gerektiğini anladık.

IB: Seçim bölgeniz nasıl görünüyor?

ML: Rusya’nın tamamı, her birinde ortalama beş yüz bin seçmen bulunan 225 bölgeye ayrılmıştır. Seçim bölgemiz Moskova’nın batısındadır. Önceki seçimlerde oldukça protesto odaklı bir bölge olarak görülüyordu ve RFKP daha önce burada oldukça iyi iş çıkarmıştı. Ne yazık ki aynı zamanda Rusya Birleşik Demokrat Partisi Yabloko’nun  liberalleri orada da her zaman gerçek bir güç oldular ve bu sefer güçlü bir aday çıkardılar. Bölgede bir üniversite var, bu nedenle, tamamen istatistiksel olarak, bu bölge Moskova’dakinden daha yüksek sayıda MSU mezunlarına ve çalışanlarına sahiptir. MSU markasının bu semtte kendinden bir şeyler kattığı hissi vardı. Ben bir matematikçiyim, politikacı değil ve bu olumlu bir rol oynayabilirdi.

Sanıyorum, şubat ayında, ana rakibimizin kim olacağını biliyorduk. Birleşik Rusya’nın Rus televizyon talk show sunucusu Yevgeny Popov’u sahaya çıkaracağı açıklandı. O, Kremlin’in “düşman” Batılı ülkeler ve “korkunç” Ukrayna hakkındaki tutumlarını yayınlayan, insanların dikkatini iç sorunlardan dış çatışmalara kaydırmaya ve uluslar arasındaki nefreti körüklemeye çalışan bir TV propagandacısıdır. Onun tavırları küstahça, ancak birçok insan bundan gerçekten hoşlanıyor, böyle insanlarla tanıştım.

IB: Kampanya nasıl organize edildi? RFKP’ye ne kadar bağlıydı?

ML: Şaşırtıcı bir şekilde, ne olursa olsun RFKP’nin sıkı bir politik kontrolü yoktu, programımızı partiye danışmadan kendimiz yazdık. RFKP, toplam kampanya bütçemizin yüzde 15’inden daha azını sağladı. Adaylara nasıl kampanya yürüteceklerinin öğretildiği eğitimler, toplantılar düzenledi. Sözgelimi bize kitle fonlamasına girmememiz söylendi; insanlar zaten bize para vermezdi ve bu sorunlara neden olabilirdi. Ancak bu tavsiyeyi dikkate almadık ve kampanya sırasında yaklaşık 6 milyon ruble (80.000 dolardan fazla) topladık.

Birleşik Rusya’nın veya liberal muhalefetin harcadıkları ile karşılaştırıldığında, bu hiç de fazla sayılmaz. Bununla beraber, politik motivasyon önemli bir rol oynadı, eylemcilerin çoğu sosyalist görüşlere bağlıydı ve herkes Birleşik Rusya’yı gerçekten yenebileceğimizi umut ediyordu. Bu nedenle seçim bölgesinin farklı bölgelerinde çeşitli bölümlere ayrılan kampanyamıza yaklaşık iki yüz eylemci katıldı.

IB: Seçim programınızdan bahsedin…

ML: Ana sloganımız şuydu: “Gelecek sadece seçilmiş birkaç kişi için değil, herkes içindir.” Rusya’da tüm politik ve iktisadi kaynaklara el koyan ve geleceğini yalnızca kendileri için inşa eden bir avuç insan var. Gelirin, politik gücün herkes lehine yeniden dağıtılmasını istiyoruz. Bu merkez eksen etrafında, seçim bölgesinin ve ülkenin genel sorunlarına ilişkin ayrıntılı talepler ortaya koyduk. Önemli noktalar arasında Moskova’nın vahşi ticari gelişimine karşı mücadele, zorunlu çöp geri dönüşümü, okulların ve hastanelerin kapatılmasına karşı çıkma ve elbette işçi hakları ve güçlü sendikalara duyulan ihtiyaç yer alıyor.

Bu gündemle seçmene gittik ve görünüşe göre çeşitli sorunlarla şevkle uğraşan, herkesi ikna etmeye, kaynak toplamaya, örgütlenmeye çalışan bir aday ve ekibine de iyi bir imaj kazandırdık. Ekip, çeşitli görevlerle coşkuyla ilgilendi, herkesi ikna etmeye, fon bulmaya, kendilerini organize etmeye çalıştı. Bu insanlarda karşılık buldu. Matematikçi bir akademisyen adayın, halka açık kampanyalarda, sendikalardan bahsetmesi, yeşil alanları savunması yankı yarattı. 

İnsanlar bunu beğendi, ancak aynı zamanda bir ikilemle karşı karşıya kaldılar: Rusya’da birçok kişi oylamayı yetkililere karşı protesto için bir fırsat olarak görüyor. Onlar için, fikirleri ne olursa olsun bir muhalefet adayının kazanması önemlidir. Çok yoğun kaynaklara sahip liberal adayın benim bölgemdeki kampanyası, pek çok insanın gözlemlemeyi tercih edip son anda karar vermesine yol açtı.

IB: Sonuç ne oldu?

ML: Birleşik Rusya adayını oyların üçte birinden fazlasını alarak yendik. Söz konusu aday çok pahalı bir kampanya yürüttü, afişleri her yerdeydi ve yerel yönetimden tam destek aldı. Buna karşın onu kolayca yendik. Ancak ertesi sabah açıklanan elektronik oylama sonuçlarıyla durum tersine döndü.

IB: Sayısal olarak sandıklardan ne kadar, elektronik oylamadan ne kadar aldınız?

ML: Ben sandıktan kırk altı bin, elektronik oylamadan yirmi bin oy aldım, TV propagandacısı Popov sandıkta otuz dört ila otuz beş bin ve elektronik oylama ile kırk beş ila kırk altı bin oy aldı. Ancak elektronik oylamanın sonuçlarına inanmıyoruz: Yetkililerin çıkarlarına doğrultusunda hile yapılmıştı.

IB: Alexei Navalny’nin destekçileri tarafından önerilen Putin karşıtı taktiksel bir oy olan “Akıllı Oylama” tarafından desteklendiniz. Bu strateji hakkında genel olarak ne düşünüyorsunuz? Navalny’nin kendisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

ML: Akıllı oylama büyük Rus kentlerinde iyi çalışan bir araçtır. Stratejiyi, Birleşik Rusya’yı yenme olasılığı en yüksek olan muhalefet adayına oy verme diye özetlemek mümkündür. Muhalefetin seçmenleri, görüşleri ne olursa olsun bu adaya oy vermeye teşvik edilir. Navalny ile aramızda büyük ideolojik farklılıklar var, elbette ben radikal soldayım. Navalny sağdaydı, ancak son yıllarda yönünü değiştirdi, bu da medyada çok fazla etkisi olduğu için memnuniyetle karşılanıyor.

Destekçilerinin asgari ücret, sendikaların övülmesi gibi toplumsal konuları gündeme getirmeye başlaması olumlu etki yaptı. Yine de farklı pozisyonlarda duruyoruz ve üstelik Navalny’nin çevresi Navalny’nin kendisinden daha sağcı. Şu anda cezaevine düşen Navalny’nin bu durumunu gözlemleyebilirsiniz. Önemli olan politik faaliyetlerinden dolayı hapse atılmış olmasıdır. Onunla dürüst bir tartışma çerçevesinde ideolojik pozisyonlarımızı karşı karşıya getirmenin gerekliliğine inanıyorum.

IB: Seçimlerden sonra politik planlarınız neler? Kişisel olarak siz ve Rus solunun, kampanyacılarınız için stratejinin ne olması gerektiğini düşünüyorsunuz?

ML: Şimdilerde kurduğumuz takımı nasıl tutacağımızı düşünüyoruz, çünkü çok önemli bir çap kazanmıştı. Bundan sonra daha zor olacak ama daha fazla eylem talebini görüyoruz. Katılanların büyük başarıları vardı: Bu bir zaferdi ve herkes bunu bir zafer olarak algılıyor. Sadece teoride mümkün görünen şeyi başardık, bu da çok şey yapabileceğimiz anlamına geliyor. Devlet Dumasının kaynaklarına güveniyorduk, bir kampanya yürütmek ve kolektifi Devlet Duması temelinde tutmak istedik. Ancak seçimdeki sahtekârlık nedeniyle işe yaramadı.

IB: Tekrar katılacak mısınız?

ML: Takımda yerel seçimlerde kendini denemek isteyenler var. Bu konuda daha dikkatliyim, çünkü enerji kaybı olabilir. Birkaç seçim bölgesinde belediye seçimlerini kazandığımızda kendimizi nasıl konsolide edebiliriz diye düşünmeliyiz. Ben daha çok enerjimizi üniversitelerde sendikal hareketin ve özyönetimin gelişimine nasıl yönlendirebileceğimizle ilgileniyorum. Seçimler de iyi bir fikir olabilir ancak tek yapmamız gerekenin bu olduğu hissinde değilim. Nihayetinde son seçimi öncelikle insanlara inandığım fikirleri anlatmak için bir fırsat olarak gördüm.

Çeviri: İmdat Freni Tercüme Kolektifi

Bu makale ilk olarak Jakoben’de İngilizce olarak yayınlandı ve Contretemps için Christian Dubucq tarafından çevrildi


[1] 2021 genel seçimlerinde Rusya Federasyonu Komünist Partisi tarafından desteklenen bağımsız solcu.

[2] Moskova’da yaşayan solcu bir siyasi yazardır. Halen Moskova Sanat Dergisi, Openleft.ru ve LeftEast’in yayın kurulu üyesidir.

Sudan’da Darbe Sonrası – Joseph Daher

İlk darbe girişiminden bir ay sonra, Askeri Geçiş Konseyi (AGK) başkanı General Abdulfettah el- Burhan, 25 Ekim’de olağanüstü hâl ilan etti. Sudan’daki devrimci süreci açıkça sona erdirme hedefi ile, geçiş makamlarının feshedildiğini ve bölge valilerinin görevden alındığını bildirdi. Yerel, bölgesel ve uluslararası destekçileri ile AGK, Sudan’ın devrimci sürecine son vermeye çalışıyor.

Topyekûn Baskı

General el-Burhan, darbeye eşdeğer bu önlemlere gerekçe olarak, ekonomik krize, “geçişin seyrini düzenleme” ihtiyacına ve ülkenin “iç savaş” riskinden korunmasına işaret etti. Temmuz 2023’te seçimler yapılana kadar ordunun, tüm siyasi partileri temsil edecek “ehil kişilerden” oluşan yeni bir hükümetin kurulmasını garanti edeceğini de sözlerine ekledi.

Darbenin ilanının ardından askerler, Başbakan Abdullah Hamduk’u, bakanlarının çoğunu ve ordu liderliğindeki Geçiş Konseyi’nin sivil üyelerini gözaltına aldı. Birçok sivil yetkiliyi tutuklamanın yanı sıra, silahlı kuvvetler, darbeye karşı her türlü muhalefeti susturmak amacıyla siyasi şahsiyetleri, aktivistleri ve eylemcileri tutukladı. Medyaya gelince, askerler resmi haber ajansı SUNA’ya ve devlet televizyonuna baskın düzenledi, ve sivil yönetimin destekçisi olan devlet televizyonu müdürünü görevden aldı. 

Siviller ve ordu arasındaki gerilim, birkaç aydan beri Egemenlik Konseyi liderliğinin General el-Burhan’dan bir sivile devredilmesi için Abdullah Hamduk hükümeti tarafından belirlenen süre yaklaştıkça artmış idi. Silahlı kuvvetler için geçiş sürecinin sonucu, ülkedeki siyasi ve ekonomik hakimiyetlerini zora sokacaktı. Ordu ve güvenlik güçlerinin generalleri, ülkedeki kilit ekonomik sektörler üzerinde geniş kontrole sahipler ve milyarlarca dolarlık varlığa sahip bir şirketler ağını işletiyorlar. Bu askeri işletmeler, altın ve diğer mineraller, mermer, deri, sığır, akasya zamkı üretimi ve satışı ile uğraşmaktalar. Ayrıca, buğday pazarının yüzde 60’ının kontrolü dahil olmak üzere telekomünikasyon, bankacılık, su temini, müteahhitlik, inşaat, gayrimenkul, havacılık, ulaşım, turistik tesisler pazarında ve ev aletleri, boru, ilaç, deterjan ve tekstil imalatında da yer alıyorlar. Mart 2021’de hükümet ve silahlı kuvvetler arasında ordunun tedrici bir şekilde iktisadi alandan çekilmesi ve askeri şirketlerin sivil devlet yetkililerine devri konusunda bir anlaşmaya varılmıştı, ancak ordunun muhalefeti dolayısıyla bu yönde herhangi bir adım atılmadı. 

Hükümet ayrıca eski üst düzey yetkililer tarafından el konulan kamu varlıklarını geri almak için adımlar atmıştı. Daha önce yağmalanmış fonları geri almak için geçiş tüzüğü kapsamında kurulan bir komite, Nisan 2020’de 20 milyon metrekare konut arazisini, bir milyon dönümden fazla tarım arazisini ve düzinelerce işletmeyi eski diktatör Ömer el-Beşir ile yakın bağları olan yetkililerden kamunun eline geri aldığını duyurdu. Ülkenin ordusunun, güvenlik güçlerinin ve milislerinin sahip olduğu devasa kaynaklar ile karşılaştırıldığında bu geri alınan varlıklar çok kısıtlı bir düzeydedir. 

Yukarıdakilere ilaveten, birçok sivil lider, General el-Burhan’ın ve diğer askeri, güvenlik ve milis güçlerinin merkezi bir rol oynadığı Beşir devrindeki insan hakları ihlalleri ve büyük çaplı yolsuzluklar hakkında kamuoyu önünde soruşturma çağrısı yapmaktan çekinmedi.

Sivil Kampta Yanlış Stratejiler ve Bölünmeler

Darbe aynı zamanda geçiş konseyi içindeki ana sivil güç olan Özgürlük ve Değişim Güçleri (ÖDG) ittifakının zayıflamaya ve halk sınıflarını ve örgütlerini hayal kırıklığına uğratmaya devam ettiği bir vakitte geldi. ÖDG ittifakı, 2019’dan bu yana artan bölünmeler yaşadı; hatta bazı liderleri darbenin ardından ordu yanlısı kampa katıldı. 

ÖDG liderliği, orduyla diyaloga karşı çıkan diğer akımları marjinalleştirdi. Halk hareketinin pek çok kesimi, ÖDG ittifakını gerçek bir demokratik geçişi hızlandırmak ve orduyu siyasi iktidardan uzaklaştırmak yerine silahlı kuvvetlerle bir geçici anlaşma (modus vivendi) arayışında olduğu için eleştirmekte. Bu kesimler ayrıca, ÖDG’nin Geçiş Yasama Konseyinin oluşturulmasını iki yıldan fazla bir süre sonrasına erteleme kararına da karşı çıkmışlardı.

Siyasi ve iktisadi iktidarın kaldıraçları büyük ölçüde askeri ve güvenlik teşkilatı mensuplarının elinde kalmış durumda. Ağustos 2021’de bizzat başbakan, ordu tarafından kontrol edilen şirketlerin yüzde 80’inin Maliye Bakanlığı’nın ve sivil hükümetin “yetki alanı dışında” olduğunu kabul etti. Bu yetki alanı dışında olma durumu, Darfur’da sayısız savaş suçundan ve protestocuların katledilmesinden sorumlu olan Askeri Geçiş Konseyi başkan yardımcısı Muhammed Hamdan Dagalo liderliğindeki paramiliter milislerden oluşan Hızlı Destek Kuvvetleri’nin (HDK) devam eden egemenliğine bir ilave. Dagalo, Darfur’daki güçlü aşiret tabanına ve Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan ile olan sıkı ittifakına dayanarak, kendisine ön plana çıkan bir dış politika rolü atfediyor; ve Sudan’da bazıları tarafından ülkenin fiili diktatörü ve başkanı olarak görülüyor.

Her ikisi de devrimi ezme çabalarında birleşmiş olsalar da, Hızlı Destek Kuvvetleri ile el-Burhan liderliğindeki silahlı kuvvetler arasında da ihtilaf ve rekabet var. HDK da kendi ticari şirketlerini yönetiyor ve bu şirketler de silahlı kuvvetler gibi ekonomik faaliyetlerini genişletmek için geçiş döneminden yararlanmaktalar. Bu iki birimin 450’den fazla özel şirketi olduğu ve ayrıca birliklerinin Yemen ve Libya’da BAE ve Suudi Arabistan tarafından desteklenen güçlerin yanında savaşmak için büyük meblağlarda para aldıkları bildiriliyor. 

Benzer şekilde, Özgürlük ve Değişim Güçleri, son iki yılda kötüleşen işçi sınıfının yaşam koşullarını iyileştiremedi. Hamduk hükümeti, Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) talebi üzerine, sübvansiyonlarda kesintiler de dahil olmak üzere, yaşam maliyetini keskin bir şekilde artırarak çalışanlar ve halk sınıfları için büyük ıstıraplara neden olan sert kemer sıkma politikaları uygulamıştı. Enflasyon şu anda yüzde 400 seviyesinde ve nüfusun neredeyse yarısı yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Bölgesel eşitsizlikler de devam ediyor. Örneğin, ülkenin ticari kalbi olan, krizdeki doğu Sudan, Eylül ayında sosyal eşitsizlikleri ve bölgedeki yatırım eksikliğini protesto etmek için ve daha fazla özerklik talebi ile büyük eylemlere sahne oldu. Kızıldeniz, Kassala ve Gadaref eyaletlerini içeren doğu, stratejik bir bölgedir. Mısır, Eritre ve Etiyopya ile komşudur ve ülkenin ana nakliye ve petrol terminallerinin bulunduğu 714 kilometrelik sahil şeridine sahiptir. Ayrıca Sudan’ın altın dağlarına, beş nehrine, üç buçuk milyon hektardan fazla tarım arazisine ev sahipliği yapmaktadır. Tüm bu jeopolitik avantajlara sahip olmasına rağmen, resmi istatistiklere göre yoksulluk oranı hala ulusal ortalamanın üzerinde, yüzde 54’ü aşıyor.

Son olarak, eski diktatör Ömer el-Beşir’in devrilmesinin ardından Sudan’ın dış politikası ordu tarafından yeniden tasarlandı ve bu da ABD ile daha yakın ilişkiler kurulmasını sağladı. Sonuç olarak Washington, Sudan’ı terörist ülkeler listesinden çıkardı ve ülkeye İsrail ile ilişkileri normalleştirmesi için baskı yaptı. Sudan’ın Rusya ile ilişkileri de 2019’da askeri işbirliği anlaşmasının imzalanmasının ardından önemli ölçüde iyileşti. Kasım 2020’de iki ülke, Port Sudan’da yaklaşık 300 Rus birliğine ev sahipliği yapacak yeni bir Rus deniz üssünün inşasına müsaade eden 25 yıllık bir anlaşma imzaladı. Rusya ve ABD’nin desteğiyle, AGK ve HDK, batı Darfur bölgesi, Güney Kordofan ve Mavi Nil merkezli birkaç silahlı grubun koalisyonu olan Sudan Devrimci Cephesi ile bir barış anlaşması yaptı. Sivillerin bu anlaşmalara katılımı sınırlıydı, kısmen çünkü bizzat meseleyi kendi başlarına idare etmek için orduyu terk etmişlerdi.

Aşağıdan Büyük Direniş

Askeri Geçiş Konseyi’nin onlarca eylemciyi öldüren ve yüzlercesini yaralayan vahşi baskısına ve internetin kapatılmasına rağmen, halk sınıfları darbeye aşağıdan büyük bir direnişle yanıt verdi. Örgütler ve sendikalar ülkenin her tarafında büyük mitingler, yürüyüşler ve grevler düzenlediler. Başkent Hartum’da eylemciler, ülkeyi bir sivil itaatsizlik kampanyasıyla felç etmek için caddelere barikatlar kurdular. Çeşitli işçi gruplarını ve sendikalarını, Halk Direniş Komitelerini ve diğer birçok halk örgütünü bir araya getiren Sudan Profesyoneller Birliği (SPB) darbeye karşı bu ayaklanmanın omurgası ve gerçek motorudur. 30 Ekim’de ülke çapında yaklaşık 30 şehirde dört milyona yakın insanı toplayan kitlesel protestoları örgütlemek için bu gruplar birlikte hareket ettiler. İşçiler bankacılığı, ulaşımı, petrol sahalarını ve çoğu kamu kurumunu işlemez kıldıkları grevler tertip etti. 

Hareket, darbe rejiminin derhal sona ermesi, iktidarın sivil yönetime devredilmesi ve siyasi mahkumların serbest bırakılması çağrısında bulunuyor. 30 Ekim protestolarının ardından SPD, bir dizi radikal talebe erişmek için seferberlik çağrısında bulundu:

  • Askeri darbenin alaşağı edilmesi;
  • Ordu ve güvenlik güçlerindeki generallerin işledikleri suçlardan dolayı yargılanması;
  • Ordu ve güvenlik güçleri ile müzakere veya ortaklık olmaksızın, radikal değişim ve 2018 Aralık devriminin hedefleri için mücadele eden devrimci güçler tarafından seçilecek bakanlardan oluşan sivil bir hükümete iktidarın devredilmesi; 
  • Milli Güvenlik Teşkilatının tasfiyesi, milislerin dağıtılması, ve halkın ve sınırların korunması doktrinine dayalı, sivil idarenin emri altında profesyonel bir ulusal ordunun oluşturulması;
  • Tüm güvenlik, askeri ve milis şirketlerinin sivil idareye devredilmesi ve bu kurumların ekonomi ve yatırım faaliyetlerine müdahalelerine son verilmesi;
  • Sudan halkına düşman olan bölgesel ve uluslararası güçlerin müdahalelerine ve Sudan’daki içişleri ve siyasi sürecin yönetimine yönelik emellerine son vermek.

Direniş Komiteleri de benzer talepleri bildirdi. Sivil müzakerelere ve orduyla ortaklığa son verilmesi, generallerin Sudan halkına karşı işledikleri suçlardan mahkûm edilmesi, ordunun ekonomideki rolüne son verilmesi ve mevcut rejimin dış müdahaleden özgür, yeni ve egemen bir demokrasiyle değiştirilmesi çağrısında bulundular. 

Karşı-Devrim ve Devrim Arasında

Askeri Geçiş Konseyi’nin darbesi Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, İsrail ve daha düşük düzeyde olmakla beraber Rusya tarafından destekleniyor. ABD, diğer Batılı güçler, Afrika Birliği ve uluslararası örgütler diyalog çağrısında bulunuyor ve geçici hükümetin sivil temsilciler ile ordu arasındaki iktidar paylaşımına dair mutabakatına geri dönülmesini tercih ediyorlar.

Halk hareketi, örgütleri ve sendikalar her iki seçeneğe de karşı çıkıyor: hem darbeye hem de geçici hükümetin tahammül edilemez statükosuna herhangi bir geri dönüşe. Buna karşılık, devrimci süreci sürdürmeye, ülkenin halk sınıflarının kurtuluşunu kazanmaya, Sudan toplumunun tamamı üzerinde halka ait demokratik bir egemenlik kurmaya kararlılar.

Askeri Geçiş Konseyi, Özgürlük ve Değişim Güçleri’nin umduğunun aksine iktidarı tedrici bir şekilde asla bırakmayacak. AGK böyle bir geçişe her zaman pervasız bir şiddetle direnecekti, ve bu durum şimdi ülke çapında sergileniyor. Sadece halk hareketinin seferberliği ve öz-örgütlenmesi, Sudan halk sınıflarının darbe rejimini devirmeye yönelik bir karşı-iktidar inşa etmesini mümkün kılabilir.

Sudan’daki devrimci sürecin kaderi hiç kuşku yok ki Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki benzerlerini de etkileyecektir. Alın yazıları, bölgenin kapitalist devletlerine karşı ortak bir mücadeleye bağlanmıştır. Dünyanın her yerindeki Sol, halk örgütleri ve sendikalar, bu mücadelenin yanında ve Sudan’ın darbeye karşı devrimci kalkışmasını durdurmaya yönelik tüm bölgesel ve emperyal müdahalelerin karşısında durmalıdır.

Tempest, 3 Kasım 2021

İngilizce’den Çeviren: Önder Akgül

Kapak görseli: AFP VIA GETTY IMAGES

Almanya: Yerleşik Siyaset için Meşruiyet Kaybı, Sol Parti için Ağır Yenilgi – Manuel Kellner

Angela Merkel hükümetinin “büyük koalisyonu”ndaki partiler, yani muhafazakâr CDU/CSU (Hıristiyan Demokrat Birlik/Hıristiyan Toplumsal Birlik) ve SPD (Sosyal Demokrat Parti) seçmenlerin yalnızca dörtte birinin oyunu elde edebildi. CDU/CSU %24.1 ile şimdiye kadarki en kötü oylama sonucunu aldı. SPD, Şansölye adayı Olaf Scholz ile birlikte tekrar yükselmeyi başardı (birkaç hafta önce anketlerde %15’in altına düşmüştü), %25,7 ile ilk sırada yer aldı.

Dolayısıyla seçmenlerin %75’i bir sonraki hükümette kim olursa olsun, lider partiye oy vermiş olmayacak. CDU/CSU’nun SPD’ye kaptırdığı yaklaşık 1,6 milyon oy, 2010 döneminin sert karşı-reformlarını yaratmış olan sosyal demokrat liderler kuşağından ılımlı biri olan Olaf Scholz’un muhafazakâr siyasi profiliyle de oldukça güçlü bir şekilde bağlantılı.

%76’lık bir katılım ve Federal Meclis’te temsil edilmeyecek küçük partilere oy vermiş %8,7’lik bir oranla Alman parlamentosu, seçmenlerin yalnızca üçte birini temsil edecek. Sonuçta ortaya çıkan demokratik meşruiyet kaybı, yıllardır devam eden ve giderek daha da pekişen bir süreci yansıtıyor.

Federal Meclis’teki partilerin en sağında yer alan Almanya için Alternatif (AfD) ise oy kaybederek %10,3’e düştü ve en büyük muhalefet partisi konumunu yitirdi. Ayrıca ciddi iç çekişmeler yaşıyor: üye ve liderlerinin bir kısmı Korona-inkarcılarını desteklemek ve neo-Nazi oluşumlarla birlikte gösteri yapmak isterken, bir diğer kısmı ise resmi burjuva siyaset çevrelerine karşı daha ciddi bir tavır sergiliyor. Yine de bu parti, Doğu Almanya’nın birçok bölgesinde CDU’yu geride bırakan ve hatta en güçlü parti haline gelen zorlu bir düşman olmaya devam ediyor.

İki galip, %14,8 ile şimdiye kadarki en iyi sonucunu elde eden Yeşiller partisi (birkaç hafta önce CDU/CSU’yu geçerek anketlerde en güçlü parti olmuştu) ve %11.5 ile liberal FDP (Hür Demokrat Parti), ki bu oldukça çarpıcı bir sonuç. Yeni bir haber gelene kadar, şimdilik hiç kimse SPD’nin küçük ortağı olarak CDU/CSU ile yeniden bir “büyük koalisyon”a gireceğini düşünmüyor. Önümüzdeki haftalarda (veya aylarda) tartışılacak ve müzakere edilecek olan iki seçenek mevcut: ya SPD’nin Yeşiller ve FDP ile koalisyonu ya da aynı iki partiyle CDU/CSU’nunki, bu nedenle her iki durumda bir sonraki hükümette bu partiler (Yeşiller ve FDP) önemli bir rol oynayacak. Ne türden uzlaşmalara gidilip tavizler verileceğini kestirmek kolay olmasa da (FDP’nin büyük gelir ve servet üzerinde daha fazla vergiye karşı olması ve yeni bir kamu borcunu önlemek istemesi nedeniyle SPD’nin ve Yeşiller’in altyapı, yenilenebilir enerji ve elektronik iletişim alanlarında vaat ettiği yatırımların nasıl finanse edileceğini kestirmek zor), CDU/CSU ve Şansölye adayı Armin Laschet seçimde kaybedenler olarak görüldüğünden, bir “kırmızı-yeşil-sarı” koalisyonu olası görünebilir.

Die Linke yani “Sol Parti”, normalde Federal Meclis’te temsil edilmek için gereken nispi oyların %5’ine bile ulaşamadı ve %4,9’da kaldı. Bununla birlikte, Alman seçim yasası, en az üç yerelde doğrudan yetki alan partilerin nispi temsiline de izin vermektedir ve Die Linke Berlin’de seçim bölgelerinde bunu başardı. Bu çok kötü sonuçla Die Linke, kuruluş döneminde edindiği tüm kredileri tüketmiş görünüyor. 2009’da oyların %11,9’unu almıştı ve bu “iyi bir başlangıç” gibi görünüyordu.

Suçlu kim? Devrimciler ve radikal anti-kapitalist sol, bunu oportünizme, parlamentarizme uyum sağlamaya bağlama eğiliminde (ki bunlar hakikaten var olan sorunlar). Oldukça “normal” bir kapitalizm yanlısı politika uygulayan bölgesel hükümetlere katılımıyla, bu parti artık sermaye egemenliğine karşı bir isyan gücü olarak görülemezdi. Ama bu o kadar basit değil.

Die Linke’e oy vermeye az ya da çok hazır olan insanların çoğu, sosyal ve ekolojik taleplerinin küçük bir bölümünü bile elde etmek için bu partinin hükümete, hatta federal düzeyde bile katılmasını arzulamaya meyillidir. Hatta partinin NATO’ya (gerçekte oldukça platonik düzeyde olan) karşı tutumunu ve Bundeswehr’in [Federal Ordu] herhangi bir uluslararası müdahalesine (bu durum da oldukça pratik, çünkü vekilleri her zaman bu ilkeye göre oy kullanmıştır) karşı olan pozisyonunu biraz fazla radikal buluyorlar.

Bu nedenle, bir reçete bulmak kolay değil. Nasıl daha fazla oy kazanabileceğimizi her zaman bildiğimizi söylemek doğru olmaz. Bazen popüler olmayan şeyleri akıntıya karşı yüksek sesle söylemeniz gerekir. Veya Die Linke’in SPD’ye kaybettiği 600.000 oy örneğini ele alalım. Bu Armin Laschet’in SPD’yi yenmesini engellemek için (ki seçimlerden önceki son günlerde bu mümkün görünüyordu) verilmiş bir “faydalı oy” veya “taktik oy” idi. Bize çok yakın çevrelerde bile bir seçim yapmayı son derece zor bulan insanlar vardı: CDU/CSU’nun kazanma riski de Die Linke’nin %5 bariyerini karşılayamaması tehlikesi de gayet gerçek görünüyordu. Ve daha geniş çevrelerdeki bir eğilim olan “daha az kötü” için “yararlı bir oy” verme tutumuna karşı bir panzehir icat etmek kolay değil.

Bununla birlikte, Die Linke’de ve genel olarak solda, orta vadede, işyerlerinde, mahallelerde, okullarda daha fazla kök salmış, toplumsal hareketlerde daha aktif ve ilham verici, büyük sermayenin ve onun siyasi hizmetkârlarının gücünü kırmak için radikal bir toplumsal değişim perspektifine sahip somut seferberlik ve eylem projelerinin taşıyıcısı olan daha güçlü bir siyasi solu orta vadede nasıl inşa edebileceğimizi konuşmanın vakti geldi. 

Çünkü 2025’e kadar bekleyemeyiz! Gelecek hükümetle, sadece iklim felaketiyle mücadeleyi hesaba katarsak bile dört yıl daha kaybetmiş olacağız. Ve kalan zaman penceresi kapanmaya başlıyor. Ya dayanışma ve ekolojik sorumluluk ilkelerinin zaferi ya da gezegende medeni kalan her şeyin sonu, karşımızdaki iki seçenek bu. 

Büyük özel emlak şirketlerinin (3.000’in üzerinde konuta sahip olanlarının) elinden apartman dairelerinin alınıp kamulaştırılmasına yönelik halk girişiminin, seçimlerin yapıldığı gün, sahadaki zorlu bir kampanyanın ardından Berlin’deki referandumda %59,1 ile elde ettiği zafer, hangi yoldan yürümemiz gerektiğini gösteriyor.

Manuel Kellner SoZ dergisinin editörü, Die Linke ve ISO üyesi (Uluslararası Sosyalist Örgüt- IV. Enternasyonal Alman Seksiyonu).

Çeviri: Rıfat Hasret

Gelecek: Ani Seller ve İklim Krizine Dayalı Mutenalaştırma- Phil Hearse

23 Ağustos’ta Yokoluş İsyanı (XR- Extinction Rebellion), iklim değişikliği konulu COP26 konferansı öncesinde, Londra’da hükümetin fosil yakıtlara, özellikle de Orkney’nin batısındaki planlanmış Cambo petrol sahasına ve Whitehaven yakınlarındaki Cumbria kömür madenine yönelik verdiği aralıksız desteğe karşı iki haftalık bir eylemler dizisi başlattı.

XR eylemlerinin başlamasından hemen önce Tennessee’deki ani sel ve ABD’nin doğu kıyısında dev bir tropikal fırtına meydana geldi. Bu yaz dünyanın dört bir yanındaki ani seller ve devasa fırtınalar, denizlerin ısınması ve küresel ısınmayla doğrudan bağlantılı. Küresel sıcaklık artışları fosil yakıtların kullanılmasının keskin bir şekilde azaltılması ve nihayetinde ortadan kaldırılmasıyla sınırlandırılmadığı sürece seller ve fırtınalar, tıpkı orman yangınları gibi daha da şiddetlenecek. Önümüzdeki hafta XR eylemleri, şirket değerinin tahmini %30’unun fosil yakıt kapitalistlerine bağlı olduğu Londra Menkul Kıymetler Borsası’nın mekanı olan City of London’a taşınacak.

21 Ağustos’ta, küçük Tennessee kasabası Waverley’i vuran sel baskınları, çoğunlukla toplu konutların bulunduğu Brookside’daki evlerin çoğunu yok etti. Son raporlarda 22 ölü ve düzinelerce kayıp olduğu söylendi. Ertesi gün BBC’de saat 10 haberlerinden bunu öğrenme imkanınız yoktu, çünkü bildirilmedi, her ne kadar doğu kıyısının geniş bir bölgesine yaklaşan Henri tropikal fırtınası haberciler tarafından takip edilmiş olsa da. Her iki olayın da kaynağı aynı; bu yaz Akdeniz ve Sibirya’daki yıkıcı orman yangınlarının da ironik bir şekilde ana nedeni olan yükselen deniz sıcaklıkları. Bu yangınlar Antalya ve Bodrum gibi Türk tatil beldelerine büyük zarar verdi ve ta Cezayir’deki dağ ormanlarını perişan etti. Yeni küresel ısınma krizinde yağmur ve ateş bir arada. Bu yaz uluslararası sel felaketlerinde 1000’den fazla kişi öldü.

Müteahhitler ve emlakçılar, kapitalist sınıfın rüşvetçi kesimleri arasındadır. Şimdi iklim krizine öngörülebilir bir yanıt buldular: Mutenalaştırma [gentrification/soylulaştırma]. Bu mutenalaştırmanın aldığı biçim, yoksul insanları daha yüksek yerlerden, sel ve tropikal fırtınalara karşı daha az savunmasız olan bölgelerden uzaklaştırmak, onları kiralık mülklerinden vazgeçmeye veya sahip oldukları mülkleri zenginlere satmaya zorlamak.

İklim krizi sebepli mutenalaştırma konusunda büyük bir tatbikat 2006’daki sel felaketinden sonra New Orleans’ta gerçekleştirilmişti. Mutenalaştırmanın buradaki kilit biçimi, çoğunlukla Siyahların oturduğu işçi mahallelerinin müteahhitler tarafından basit bir şekilde ele geçirilmesiydi; sel felaketiyle birlikte bu mahallelerin sakinlerinin sigortasız mülkleri harap olmuş ve dolayısıyla geri dönüşlerini imkânsız hale gelmişti. 

Ama yoksullar ve Siyah aileler gittikten sonra selden kurtulan evlerin fiyatlarının artmasıyla ikinci bir soylulaştırma dalgası geldi. CNN, Mississippi nehrinin yakınındaki yüksek bir yerde, bir evde yaşayan orta yaşlı bir kadın olan Ross Dyson’ın emlak vergisinin yılda 4.000 dolara yükselmesiyle evinden sürüldüğünü bildiriyor. İronik olarak, ABD’de vergi, Birleşik Krallık’taki sisteme çok benzer şekilde, bölgedeki evlerin değerine göre hesaplanıyor. Daha zengin, beyaz insanlar taşındıkça, yüksek arazilerdeki evlerin değeri arttı ve dolayısıyla 2006 selinden kurtulacak kadar şanslı olan yoksul insanların orada oturması çok daha zor hale geldi. Selden önce Ross Dyson’ın yaşadığı bölge %79 Siyahtı, şimdi %71 beyaz.

İklim değişikliğine dayalı mutenalaştırma Miami’ye de geliyor. Şehir son zamanlarda kasırgalar ve diğer tropik fırtınaların neden olduğu seller yaşadı ve en kötü etkilenen kıyı şeridi oldu. Zengin insanlar, daha önce çok revaçta olan kıyı şeridindeki mülklerinden uzaklaşmak ve yukarıya doğru taşınmak istiyor ve Haiti’den gelen yoksul göçmenlerin artan kiralar ve yıllık emlak ücretleri ile mücadele ettiği Küçük Haiti olarak bilinen bölgeye yerleşiyor. San Francisco’nun soylulaştırma örneğinin gösterdiği gibi, bu artan ücretler hanelerin yanı sıra küçük işletmeleri de vurdu, birçok yerin tüm doğasını değiştirdi, küçük dükkanları ve restoranları kovdu ve yerine Starbucks ve McDonalds geldi.

Kolayca su basan bölgelerden uzaklaşmak küresel bir fenomen haline geliyor, ancak birçok bölgede bu, yoksullar veya kent emekçileri için imkansız olacak. Her durumda, selin tam olarak nerede meydana geleceğini hesaplamak zordur. Örneğin, Londra’daki sel riski artık Thames ve kendi alanlarından taşan diğer nehirlerle sınırlı olamaz. Londra’nın Walthamstow semtinde, nispeten yüksek bir zeminde meydana gelen ağustos selleri, semtin Lea Nehri’ne olan yakınlığından ziyade ani seller ile başa çıkmak için yetersiz olan drenajla ilgiliydi.

25 Temmuz’da, dokuz Londra metro istasyonu ani sel nedeniyle kapanmak zorunda kaldı. Yolcular aniden istasyondan geçen ve bariyerleri sulan altında bırakan sağanak yağmurla karşı karşıya kaldılar. 25 Temmuz’daki ani sellere neden olan şiddetli yağmur, uzun bir sıcak hava dalgasının ortasında kısa bir araydı – tıpkı Belçika’daki kayıplarla birlikte 300’den fazla insanın hayatını kaybettiği, Kuzey Ren Vestfalya ve Rheinland Pfalz’da Temmuz ayı başlarında meydana gelen seldekine benzer tipik bir döngüydü bu da. 

2020’de İngiliz hava durumu iklimin nasıl değiştiğini gösterdi: Met Office tarafından hazırlanan bir rapor, 2020 yılının şimdiye kadar kaydedilen en sıcak, beşinci en yağışlı ve sekizinci en güneşli yıl olduğunu ortaya koydu. Isı dalgaları ve yıkıcı seller birlikte gelip gidiyor.

Aşırı sıcaklık ve aşırı yağış arasındaki etkileşim dünyanın farklı yerlerinde farklı olacak. Sahra Çölü, Cezayir kıyı tepelerine ve Yunan kırsalına saldırmak için kuzeye doğru ilerlerken, ısının yağış miktarını aşması muhtemel. Ancak Kuzey Avrupa gibi yerlerde aşırı sıcaklık ve aşırı yağışın yakın bir şekilde etkileşime girmesi muhtemeldir.

Almanya, Hollanda ve Belçika bu yaz aşırı yağış alan yegâne yerler değildi. Çin’in orta kesiminde, başta Zhengzhou kentinde olmak üzere selde 300’den fazla kişi öldü ve 14 kişi kaçamadıkları bir metro tren vagonunda boğuldu.

Çevreci ve sosyalist hareketlerin ani sellere tepkisi ne olmalıdır? Bu yaz yaşanan olaylar, doğrudan küresel ısınma sorunuyla cebelleşmek dışında genel bir çözüm olmadığını gösteriyor ve bu da emisyon hedeflerine ulaşmak, fosil yakıtları rüzgâr enerjisi gibi sürdürülebilir alternatiflerle değiştirmek anlamına geliyor. Ancak bu, hızla çözülemeyecek uzun vadeli bir projedir. New Orleans’ın hayli dramatik şekilde gösterdiği gibi, muhtemelen yoksullardan ve işçilerden oluşacak olan sel mağdurlarına yardım etmek için burada ve şimdi pratik çözümlere ihtiyacımız var.

İngiltere’deki ilk konu arazi ve taşkın yönetimidir. Bu, ağaç dikmeyi, turbalık araziyi restore etmeyi ve aynı zamanda sel suyu yönetimini içerir ve bu da çiftçilere sel sularını topraklarında depolamaları için ödeme yapmak anlamına gelir. Diğer seçenek, tüm sel sularının nehirlere akması ve feci etkilerle kasabaları ve köyleri süpüren aşağı yönde muazzam sel darbelerine neden olmasıdır.

Arazi ve sel suyu yönetimi, kasabalara ve şehirlere yönelen tüm sel baskınlarını durdurmaz, bu nedenle sel savunma planları hayati önem taşır. Hükümet 5,2 milyar sterlinlik bir sel savunma planı açıkladı, ancak ne kadar inşa edildiğini göreceğiz. Bu planların çoğu, bir topluluğu, bir bölgeyi savunurken sorunu bir sonraki topluluğa öteleme dezavantajından mustariptir.

Üçüncü soru kentsel drenajdır. İngiliz kasabalarındaki drenajın çoğu, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki büyük belediyeleşme döneminde inşa edildi. Kasabalar ve şehirler artık çok daha büyük ve milyarlarca dolara mal olan devasa bir değişim süreci gerekiyor.

Dördüncü konu sigortadır. Sel felaketi olan birçok bölgede sigorta yaptırmak mümkün değil. Evler, mobilyalar ve eşyalar hasar gördüğü için bazı haneler her yıl büyük faturalarla karşı karşıya kalıyor. Sigorta şirketleri, müvekkillerini önemli taleplerde bulunduklarında onlardan kurtulmak yerine fiilen sigortalamaya mecbur bırakılmalıdır. Bu süreç çok sayıda işletmeyi ve ev sahibini, örneğin sigorta şirketlerinin düzenli olarak ödeme yapmaktan kaçınmanın yollarını bulduğu, çöküntüden etkilenen mülklerde yaşayan yüz binlerce kişiyi etkiler.

Genellikle küresel ısınmadan kaynaklanan su baskını tehditleri üzerine yapılan araştırmalar, yükselen deniz seviyelerine odaklanmıştır. Ancak sel baskınları, tropikal fırtınaların sayısındaki artışla aynı küresel ısınma sürecinin bir parçasıdır. Bu esas olarak denizin uyarısıdır.

Çok sayıda yorumcunun işaret ettiği gibi, COP26 konferansına ev sahipliği yapan İngiliz hükümeti, hedef ve vaatlerde uzun ama eylemde kısa bir performansa sahip. Önerilen Cambo petrol sahası, İngiltere’nin onlarca yıldır petrol üretip ihraç etmesi anlamına gelen dev bir girişim. Yeşil enerjiye geçiş yaparken fosil yakıtlara ihtiyacımız olduğu argümanı, gelecek hafta Londra Şehri’nde XR eyleminin hedefi olacak olan fosil yakıt kapitalistlerinin muazzam gücünü yansıtan bir dolandırıcılıktır.

Çeviri: Rıfat Hasret

Kaynak: https://anticapitalistresistance.org/the-future-flash-floods-and-climate-gentrification/

Görsel: Çin, Zhengzhou’daki ani sel baskını, Visual China Group via Getty Images

Taliban’ın Zaferi: ABD İşgali Sadece Ölüm Getirdi – Farooq Tariq

IV. Enternasyonal üyesi olan Faruk Tarık’ın (Farooq Tariq) Kabil’in Taliban’ın eline geçmesinin ardından sıcağı sıcağına sosyal medya sayfasında yayınladığı bu kısa değerlendirmeyi paylaşıyoruz. Faruk Tarık yıllarca Pakistan Emek Partisi’nin yöneticiliğini yaptıktan sonra 2012’de kurulan Awami İşçi Partisi’nin Genel Sekreterliğini ve sözcülüğünü yaptı. Şu anda Lahor Sol Cephesi’nin koordinatörü. 

ABD emperyalizminin Afganistan’daki tüm insani ve finansal yatırımlarını kaybettiği artık aşikâr. Taliban Afganistan’ı neredeyse savaşmadan işgal etti. Afganistan’da son 20 yıldır kalkınma, ‘demokrasi’ ve silahlı kuvvetlerin eğitimi adına harcanan para, dünya tarihinde görülmemiş bir şeydi.

Cost of War Project’e (Savaşın Maliyeti Projesi) göre ABD, Afganistan’a 2226 milyar dolar akıttı. Bu para tüm dünyada temel eğitim ve sağlık hizmetleri sağlayabilirdi. ABD Savunma Bakanlığı’nın 2020 yılı raporuna göre ABD, savaş harcamalarına 815,7 milyar dolar harcadı. Pakistan’ın toplam dış borcu şu anda 116 milyar dolar, yani bu harcamalar Pakistan’ın toplam dış borcunun 7 katı. Bütün bunlara rağmen, Amerikalılar Afganistan’dan aceleyle çekildiler ve Eşref Gani hükümetinin çöküşü, şu anda tüm ABD yatırımlarının tek bir kurşun atılmadan Taliban’a devredildiği anlamına geliyor.

Bu savaştaki kayıplar, Nisan 2021’e kadar 47.235 sivil, 72 gazeteci ve 444 insani yardım görevlisinin bu savaşta öldürüldüğü gerçeğinden tahmin edilebilir. 66.000 Afgan askeri de bu savaşın kurbanı oldu.

Amerika Birleşik Devletleri 2.442 asker kaybetti ve 20.666 kişi yaralandı. Ayrıca 3.800 özel güvenlik personeli öldürüldü. NATO’nun Afgan güçlerinde 40 ülkeden asker yer alıyordu. Bunlar arasından 1.144 asker öldürüldü.

Ülke dışına sığınanların sayısı 2,7 milyon, 4 milyon ise ülke içinde yerinden edildi. ABD emperyalizmi bu savaşı finanse etmek için cömertçe borç aldı. Tahminen sadece faiz olarak 536 milyar dolar ödedi. Ayrıca, tıbbi ve savaş birliklerini geri döndürmek için diğer harcamalara 296 milyar dolar harcadı.

Savaşmadan teslim olan 300.000 Afgan askerinin eğitimi için 88 milyar doların ve baraj, otoyol vb. yeniden inşa projelerine harcanan 36 milyar doların yanı sıra Afganların haşhaş ekmemesi ve eroin satmaması için 9 milyar dolar tazminat olarak harcandı.

Amerikalılar, kalkınmanın Afganları Taliban’ın yanında yer almamaya ikna edeceğini düşündüler. Ancak bu olmadı (Taliban’ın popülaritesi de tartışmalı olmakla birlikte) ve yoksulluğu ortadan kaldırmadı. Şu anda Afganistan’da işsizlik oranı yüzde 25, yoksulluk oranı ise yüzde 47. Bunlar Dünya Bankası tahminleridir.

Bununla birlikte insani açıdan bazı ilerlemeler kaydedildi. Örneğin, yaş ortalaması 56’dan 64’e yükseldi ve 5 yaşından önce ölen çocukların sayısı yarı yarıya azaldı. Okuryazarlık %8’den %43’e yükseldi. Toplumun %89’unun şehirlerde güvenli içme suyuna erişimi var. Daha önce sadece %16 idi.

Bundan böyle Amerikalıların yaptığı tüm yatırımlar Taliban’ın eline geçecek. Afgan askerleri silahlarını bırakıp kaçıyorlar, o silahlar Taliban’ın eline geçti. Taliban artık 1996 Afganistan’ını değil, trilyonlarca doların yatırıldığı 2021 Afganistan’ını işgal ediyor.

Amerikalıların bu yenilgisi, Sovyetler Birliği’nin 1988 Cenevre Antlaşmasından sonra Afganistan’dan çekilmesiyle karşılaştırılamaz. SSCB, oradaki güçleri eğitti ve bunlar, SSCB’nin ayrılmasından sonra 3 yıl kadar hükümette kaldı. Burada Eşref Gani ve ekibi, Amerikan ve NATO güçlerinin geri çekilmesinden sonra Taliban saldırısının başlamasıyla birkaç gün içinde düştü.

Afganistan’daki durumdan çıkarılacak tarihi ders, yabancı güçlerin doğrudan askeri müdahalesiyle oluşturulan güçlerin ülkeyi savunamayacağıdır.

Sovyet kuvvetlerinin kalması 10 yıl sürdü ve başarısız oldu. 20 yıl boyunca, ABD ve NATO güçleri Afganistan’da konuşlu kaldı, eğitimli Afgan ordusu savaşmadan dağıldı.

Nedeni açık: Afgan halkının ve askerlerinin savaşacak hiçbir ideolojik temeli yoktu.

Eşref Gani ve ekibi devasa bir yolsuzluğa karıştı. Sınıf ayrımı keskindi. Afganlar Amerikalılar için savaşmadılar, ajanları için nasıl savaşabilirlerdi ki.

Eşref Gani ve ekibi, kapitalizmin en kötü biçimini temsil ediyor. Öte yandan, tüm vahşetine rağmen Taliban dini akıllıca sömürmeyi başardı. Dini bir devlet fikrine sahiptiler. Eşref Gani hangi devleti istediğini hiçbir zaman netleştiremedi.

Taliban’ın zaferi, tüm dünyadaki ilericiler için kötü bir haber. Amerikan ajanlarının eleştirisi, Taliban’a destek amaçlı değildir. İkisine de muhalefet devam edecek. Afganistan’da akacak kanı ancak gerçekten demokratik bir sosyalist ideolojinin zaferi durdurabilir.

Taliban’ın zaferi bir barış işareti değil, daimî bir iç savaşın mesajıdır. Güney Asya’da bir başka fanatik dini devletin kurulması, bölgede mezhepçiliği teşvik edecek ve barış karşıtı tedbirler devam edecektir.

Farooq Tarik

15 Ağustos 2021

Çeviri: Rıfat Hasret

Başlık İmdat Freni tarafından konulmuştur. 

Görsel: AFP

#ForaBolsonaro: Brezilya Emekçi Halkıyla Dayanışma

Pandemi inkarcısı, ırkçı, kadın ve emekçi düşmanı Bolsonaro’ya karşı Brezilya halkıyla dayanışmak üzere yapılan uluslararası çağrı üzerine Başlangıç Kolektifi, İşçi Demokrasisi Partisi, Sosyalist Emekçiler Partisi ve Sosyalist Demokrasi için Yeniyol 19 Haziran’da İstanbul’da Brezilya Başkonsolosluğu önünde toplanarak bir basın açıklaması düzenledi. Açıklamanın metnini okurlarımızın ilgisine sunuyoruz:

Latin Amerika emekçilerin, gençliğin, kadınların, yerlilerin toplumsal eylemleriyle sarsılmaya devam ediyor. Bunun son örneği ırkçı, kadın ve emekçi düşmanı Bolsonaro’ya karşı ayağa kalkan Brezilyalı emekçilerin, gençliğin ve kadınların mücadelesidir. Göreve geldiğinden bu yana emekçilerin haklarına, ezilen kimliklere, yerlilere, doğaya saldırma konusunda hız kesmeyen Bolsonaro’ya karşı toplumdan güçlü bir “#ForaBolsonaro ” sesi yükseliyor.

29 Mayıs’ta Brezilya genelinde yaklaşık 100 bin kişi iktidarın Covid-19 salgınına karşı yaklaşımını protesto etmek için sokakları doldurmuştu. Krizin faturasını kapitalistlere ödetmek, herkes için güvenli ve yaygın aşı talepleriyle seferber olan kitleler, 2019 yılından bu yana Bolsonaro rejimine karşı büyük eylemler gerçekleştirmiştir. 

Pandeminin başından bu yana salgın önlemlerini almamakta direten Bolsonaro büyük bir sağlık krizinin önünü açıyor. Bugüne dek aşı tedarikini ve aşılama kampanyasını sabote eden rejim on binlerce insanın ölümünün doğrudan sorumluluğunu taşıyor. Brezilya günlük 80 binleri bulan vaka sayısıyla en kötü dönemini yaşamaktadır. Alınmayan önlemler nedeniyle özellikle yoksul emekçi sınıfların büyük çoğunluğu, ölümün kucağına itilmektedir. Brezilya, yarım milyona yaklaşan ölüm sayısıyla ABD’nin ardından salgında ölüm oranları konusunda en kötü ikinci ülke konumundadır.

Öte yandan uygulanan piyasacı ekonomi politikaları, özellikle eğitim ve sağlık gibi sosyal haklarda gerçekleşen kesintiler, pandeminin başından bu yana on milyonlarca kişinin işini ve gelirini kaybetmesi toplumsal krizi derinleştirmektedir. 

Bolsonaro’yu iktidara taşıyan kapitalist sınıflar, yoksul emekçileri daha büyük bir krizin içine itmek pahasına ondan daha fazla özelleştirme, kesinti, piyasa reformu beklemektedir. Toplumsal tabanı eriyen rejim ise attığı her adımda karşısında emekçi sınıfları daha da radikalleşmiş ve kitleselleşmiş olarak buluyor.

Rejim, sağcı ortakları ile birlikte göstermelik Covid Parlamento Araştırma Komisyonu kurulması gibi adımlarla muhalefetin tepkisini dindirmeye ve sokakları pasifize etmeye çalışıyor. Amaçları su alan gemiyi bir şekilde yüzdürmek ve 2022’de gerçekleşecek seçimleri kurtarmaya çalışmaktır. 

Ancak öfke giderek büyümektedir. Latin Amerika’nın piyasacı, aşırı sağcı rejimlerine karşı birçok ülkede yükselen isyanlar Brezilya’da da toplumsal muhalefete ilham kaynağı olmaya devam etmektedir. Eylemlerde toplumun yoksul emekçi kesimlerinin kendilerini açlık ve ölüm ikilemi arasında bırakan Bolsonaro karşıtı öfkeyle nasıl dolup taştığı kendisini açık bir şekilde göstermektedir.

Bolsonaro’ya karşı yükselen toplumsal öfkeye karşı, Brezilya’da 2003-2011 yılları arasında devlet başkanlığı yapan İşçi Partisi lideri Lula da Silva bir alternatif olarak parlatılmaktadır. 1970’li yıllardan itibaren sendikal işçi hareketi içerisinde yer alan ve 2000’lerin başında tüm Latin Amerika’yı saran muhalefet dalgasının etkisiyle iktidara yükselen reformist figürlerden biri olan Lula görevi bıraktığında arkasında birçok rüşvet ve yolsuzluk iddiası, piyasa ve emperyalizmle dost bir miras bırakmıştı. Arkasından seçilen Dilma Roussef de bu konuda selefini aratmamıştı. 2003-2016 yılları arasında süren İşçi Partisi iktidarı boyunca Brezilyalı emekçilerin yaşamlarında değişen çok az şey olmuş ve yoksulluğun pençesine itilmeye devam etmişlerdir. Yarattıkları derin hayal kırıklığı Bolsonaro’nun yükselişinin önünü açmıştı. 

Toplumsal muhalefetin yükselişinden ve radikalleşmesinden ürken Brezilyalı egemenler yeniden yumuşak, piyasa dostu bir Lula iktidarıyla kendilerini güvence altına almaya çalışmaktadırlar. 

Tüm dünyada kapitalizmin krizi derinleşirken Latin Amerika’da yükselen isyan ateşi hepimize ilham kaynağı olmaya devam etmektedir. Son dönemde Kolombiya’dan Peru’ya, Şili’den Paraguay’a, Ekvador’dan Brezilya’ya emekçi halklar kapitalizmin yaratmış olduğu enkaza ve baskıcı rejimlere karşı seferberlik halindeler. Tüm Latin Amerika halkları için kurtuluşun yolu uluslararası dayanışmadan ve herkes için eşitlik, özgürlük ve refah getirecek sosyalist bir dünyanın inşasından geçmektedir. Bu yolda Türkiyeli devrimci Marksistler olarak bu mücadeleyle en içten bir devrimci heyecanla dayanışmayı yükseltmek tarihsel görevimizdir. Brezilya Halkının mücadelesi bizim de mücadelemizdir.
#ForaBolsonaro

Cumhuriyetçi Teksas’ta İklim Değişikliği Bir Felakete Yol Açtı – Dan La Botz

İklim değişikliği ve Cumhuriyetçi politikalar Teksas’ta sıcaklığın donma derecesinin altına düşmesi ve eyaletin kar ve buz ile kaplanması ile milyonları elektriksiz, ısıtmasız, susuz bırakarak ve en az 50 kişinin ölümüne neden olan bir felakete yol açtı. Eyalette görülen nadir soğuk hava, ABD’ye iklim değişikliğinin getirdiği seller ve orman yangınları şeklinde görülen aşırı hava durumunun bir örneği. 

20 yıl önce Cumhuriyetçiler Teksas’ta valiliği, meclisi ve senatoyu ele geçirdiler ve eyaletin enerji sistemini kuralsızlaştırıp ihmal ederek bu felakete neden oldular. Gücünü eyaletin petrol ve gaz endüstrisinden alan partinin mensubu olan Vali Greg Abbott ve diğer Cumhuriyetçiler, krizi rüzgâr türbinlerinin arızasına bağladılar ve şimdi de New York Kongre üyesi Alexandra Ocasio Cortez’in, onun Yeşil Yeni Mutabakatı’nın ve rüzgâr türbinlerinin eyaletin ekonomisini yıkacağı uyarısını yapıyorlar. 

Fransa’dan yüzde 25 daha geniş olan Teksas’ta 29 milyonluk nüfus yüzde 40 beyaz, yüzde 40 Latin, yüzde 13 siyah ve yüzde 5 Asyalı olmak üzere çeşitlilik arz ediyor. Eyaletin ekonomisi büyük ölçüde petrol ve gaz üretimine dayalı ve bu alanda Teksas ülkenin en büyük üreticisi. Başını Midland Enerji’nin çektiği petrol ve finans milyarderleri Cumhuriyetçi Parti’yi hem eyalet hem de ulusal düzeyde finanse ediyor. Petrole dayalı ekonomi ve Cumhuriyetçi Parti siyasetinin birleşimi, kuralsızlaştırma ve sorumsuzlukla birlikte, iklim değişikliğinin inkârı anlamına geliyor.   

Şubat ayında Teksas’ta sıcaklık genellikle 60 ve 70 Fahreneit arasındadır fakat geçen hafta ABD’yi vuran Kutup Girdabı’nın (Polar Vortex) ardından Houston 17, Dallas ise 4 dereceyi gördü –ki bu son 30 yılın en düşük sıcaklığı. Evlerde, kliniklerde ve hastanelerde elektrik, ısınma ve su sistemleri çöktü. Bir yandan fırtına COVID aşılamalarını sekteye uğratırken sağlık klinikleri hastalara günlük diyaliz tedavilerini sağlayamadı. Eyaletteki geniş çiftlik alanlarındaki hayvan ve mahsul kaybının değeri milyarları buldu. Evlerde su hatları patladığından tavanlardaki lambalar ve fanlar buz tuttu. Bu nasıl mümkün olabildi?

Teksas kendi enerji nakil şebekesine sahip tek kıta eyaletidir; diğerlerinin hepsi Doğu veya Batı Interconnect’e ait olduğu için enerji taleplerine cevap verme kapasiteleri daha yüksektir. Eyaletin enerjisi çeşitli kaynaklardan karşılanmaktadır: yüzde 46’sı doğal gaz, yüzde 23’ü rüzgâr, yüzde 18 kömür ve yüzde 11 nükleer. Don olayı nedeniyle Teksas Elektrik Güvenirlik Kurulu  (ERCOT) tarafından yönetilen eyaletin elektrik şebekesi iflas etti. Politikacılar Teksas Interconnect’i ve yöneticisi ERCOT’u federal düzenlemeden kaçmak için kurdular ve korudular. Eyalet yönetimi 2011 yılında sistemin iyileştirilmesi gerektiği konusunda uyarılmıştı fakat ERCOT bunu yapmadı. Rüzgâr türbinleri hükümet onları kışa uygun hale getiremediği için durdu. 

Kriz ortaya çıktığında Teksas’ın ünlü Cumhuriyetçi politikacılarından Senatör Ted Cruz karısı ve çocuklarıyla birlikte uçağa atlayıp Meksika Cancún’da sıcak lüks bir otele gitti. Havaalanındaki ve uçaktaki diğer yolcular Cruz’un fotoğraflarını çekerek sosyal medyada paylaşınca halkın tepkisine yol açtı. Bunun üzerine Cruz bir dönüş bileti alarak ertesi gün geri döndü. 

Teksas’ın enerji sisteminin çökmesi eyalet yönetiminin koronavirüs salgınındaki başarısızlığının ardından geldi. Pandeminin başından beri Teksas’da 41,981 ölüm meydana geldi –ki bu Kalforniya’nın ardından ikinci en yüksek ölüm sayısı. Ülke genelinde ise yarım milyon insan hayatını kaybetti. İlk başlardaki kapanmalardan sonra, Vali Abbott eyaleti yeniden açtı ve Evanjelik Hristiyanlara boyun eğerek kilise hizmetlerinin devam etmesine izin verdi. Kısa süre içinde Teksas bir milyon vakaya ulaşan ilk eyalet oldu.

Teksas’ta Cumhuriyetçi Parti’nin COVID pandemisi ve enerji krizindeki korkunç başarısızlığı Demokratların eyalet yönetimini yeniden almalarını sağlayacak siyasi kaymaya zemin hazırlayabilir. Teksas Demokratları Yeşil Yeni Mutabakatı ve gaz ve petrol şirketlerinin sıkı denetimini destekliyor fakat bunların gerçekleşmesi için ilericilerin ve sosyalistlerin bu gündemi geliştirmek için mücadele etmesi gerekiyor.

Dan La Botz

21 Şubat 2021, http://www.europe-solidaire.org

Çeviri: Nurcan Turan

8 Mart için Hayati Grev Manifestosu – E.A.S.T.

Bizler tüm dünyayı pandemiden kurtarmak için hayati rol oynayan kadınlarız. Hayati işleri yapıyoruz, ancak kendimiz sefil koşullarda yaşıyoruz: Emeğimiz düşük ücretlendiriliyor, hak ettiği değeri görmüyor; haddinden fazla çalışıyoruz ya da işsiziz; fazlasıyla kalabalık yerleşimlerde yaşamaya, oturma izinlerimizi ve resmi belgelerimizi sürekli yenilemeye zorlanıyoruz. Evlerimizde ve işyerlerimizde eril şiddete karşı her gün mücadele veriyoruz. Bu şiddet ve sömürü koşullarından bıktık ve sessiz kalmayı reddediyoruz! Orta, Batı ve Doğu Avrupa’da mücadele eden kadınları, göçmenleri ve emekçileri bir araya getiren bir ağı hep birlikte örgütlemeye başladık: Ulusaşırı Hayati Otonom Mücadeleler (E.A.S.T.) ağı. 8 Mart’ta kapitalist, patriyarkal ve ırkçı şiddete karşı mücadele veren herkesi greve katılmaya çağırıyoruz!

8 Mart’ta üretimde ve yeniden üretimde emeğimizin sömürülmesine karşı grevdeyiz! Hemşireler, temizlik işçileri, öğretmenler, market işçileri, lojistik işçileri, mevsimlik işçiler, ücretli ve ücretsiz ev işi ve çocuk, hasta ve yaşlı bakımı emekçileri olarak bizler, hayati önem taşıyan emeğimizle toplumu ayakta tutuyoruz. Bilhassa okulların ve kreşlerin kapanmasıyla, ev işleri ve çocuk bakımı bizim omuzlarımızda. Pandemi sürecinde pek çoğumuz işimizi kaybettik, çünkü bakmaktan sorumlu olduğumuz çocuklarımız ve yapmamız gereken ev işleri vardı. Evlerde ve işyerlerinde yaptığımız iş hayati, ancak bu işlere düşük değer biçiliyor.

8 Mart’ta artan patriyarkal şiddete karşı grevdeyiz! Hükümetler pandemiyi patriyarkal şiddetin kıskaçlarını güçlendirmek için bir fırsat olarak kullanıyor: Polonya’da kürtaj hakkını daha da kısıtlama teşebbüsleriyle, Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kalkışmasıyla; Macaristan’da trans haklarına yönelik kısıtlamalarla ve LGBTI+ karşıtı gündemlerle. “Evde kalıp güvende olmamız” söylenirken çoğumuzun bir evi bile yok. İstismarcı partnerlerle ve ailelerle yaşayan, izolasyonda iyice artan ev içi şiddetle mücadele eden pek çoğumuz için evler güvenli alan olmaktan uzak. Bizleri toplumun köleleri, evlerde ikincil, emek piyasasında sömürülen olma rolüne sıkıştırmaya yönelik açık bir saldırı var.

8 Mart’ta ırkçı ve sömürüye dayalı göç rejimlere karşı grevdeyiz! Pandemi süresince Doğu Avrupalı bakım işçileri ve mevsimlik işçilerin, hayati işleri yerine getirmek için Batı ülkelerine erişmesine “izin verildi”; ancak işçiler bunu koruma ya da sosyal güvence olmadan, kendilerini riske atarak yapmak zorunda kaldılar. Emeğimiz Batı’nın (sağlık) sistemini ayakta tutarken, Doğu’da aşırı çalıştırılan ve eksik donanımlı emekçilerin omuzlarında sağlık sistemleri çöküyor. Avrupa Birliği içinde ve dışında göçmen ve mülteciler, fazlasıyla kalabalık koğuşlarda, kamplarda, yaşamaya terk ediliyor ve yerel topluluklara verilen parasal yardım hakkına asla erişemeden, güvenli olmayan işlerde çalışıyor. Avrupa’nın eşitsiz bölünmüş haritasında göçmenler, sömürünün en ağır bedelini ödedikleri gibi, pandeminin de en ağır bedelini ödüyorlar.

Sömürülmeyi ve ezilmeyi reddediyoruz! Geçmişteki ve süregelen mücadelelerden ilham alarak, Uluslararası Kadın Grevi’nin, Polonyalı kadınların grevinin ve Arjantin’de kürtaj hakkı için verilen feminist mücadelenin izlerini takip ediyoruz. Bulgaristan’da, Gürcistan’da, Avusturya’da, Romanya’da, Birleşik Krallık’ta, İspanya’da, İtalya’da, Almanya’da ve Fransa’daki hemşirelerin, doktorların, çocuk bakım emekçilerinin, lojistik işçilerin, mevsimlik işçilerin, protestolarını ve grevlerini örnek alıyoruz. Romanya’da eğitimde ‘toplumsal cinsiyet’ tartışmalarını yasaklayan kanuna karşı verilen mücadeleden, göçmenlerin ulusaşırı hareketlerinden, Siyah yaşamlar için yapılan gösterilerden öğreniyoruz. Bu kolektif mücadele deneyimlerini ve statükoya meydan okumaları ileri taşıyarak, 8 Mart günü kadınları, emekçileri, göçmenleri, LGBTI+ları hayati grevimizde bize katılmaya çağırıyoruz. Grevimizle, mevcut tahakküm koşullarını parçalamaya ve yeniden inşa edeceğimiz hayatın öznesi olmaya kararlıyız! Grevimizle şu talepleri yükseltiyoruz:

Bütün biçimleriyle patriyarkal şiddetten kurtulmak! Kadına yönelik şiddeti münferit bir olay olarak değil, bizleri bakıcı rolüne sıkıştırmak isteyen bütün bir patriyarkal sistemin bir parçası olarak görüyoruz. Şiddet ve istismar yoluyla bize dayatılan hayati iş yükünü sırtlamayı reddediyoruz. Ultra-muhafazakâr hükümetlerin saldırılarına karşı çıkıyor, her ülkede güvenli, yasal ve ücretsiz kürtaj ve doğum kontrolü hakkı talep ediyoruz. LGBTI+ topluluklara yönelik siyasi ve hukuki saldırıların derhal son bulmasını talep ediyoruz.

Herkes için daha yüksek ücret! Ücretlere dair feminist mücadelemiz yalnızca cinsiyete dayalı ücret uçurumuna karşı mücadeleden ibaret değil; cinsiyetler ve etnisiteler, uluslar ve bölgeler arasında katman katman ücret hiyerarşileri yaratan ve bunları yeniden üreten kapitalist koşullara karşı. Zenginler pandemiyi daha fazla servet biriktirmek için bir fırsat olarak görürken, kemer sıkma yükünün altında bırakılan bizler olduk. Yeter! Yalnızca cinsiyetler arasında ücret eşitliği değil, bütün emekçiler için daha yüksek ücretler talep ediyoruz! Refahın hem ulusal hem ulusaşırı düzeyde yeniden dağıtılmasını talep ediyoruz! Gelin bizim olanı geri almaya başlayalım!

İyi finanse edilmiş ve kapsayıcı, ulusaşırı refah! Onyıllardır refah kesintilerinin mali yükünü kadınların ve göçmenlerin üzerine yüklemeye devam eden ekonomiyi yeniden yapılandırma planlarını reddediyoruz. Refah, yardımlar ve sosyal güvence için mücadeleler arasında ulusaşırı bağlantılar, ilişkiler kurmak istiyoruz. Refah koşulları ülkeden ülkeye farklılık gösterse de, her yerde cinsiyete ve ırka dayalı iş bölümüne ve farklı uluslardan kadınlar arasında hiyerarşiler yaratan ücret farklarına dayanıyor. Bu hiyerarşileri, global patriyarkal refah ekonomisine karşı ortak bir mücadeleye dönüştürmek istiyoruz!

Bütün göçmenlere, mültecilere ve sığınmacılara Avrupa’da koşulsuz oturma izni! Hükümetlerin ve patronların göçmenlere oturma izni alabilmek ya da yenileyebilmek için temin etmesi imkânsız olan ekonomik ve kurumsal şartlar dayatarak şantaj yapmasını reddediyoruz. Bu durum göçmenleri, özellikle de AB dışından gelenleri, kabul edilemez koşullarda çalışmaya zorluyor.

Herkes için daha iyi ve güvenli barınma! Pandemi 2020 Mart’ında başladığında hâlihazırda ciddi bir barınma krizinin içindeydik. Pandemi boyunca evlerimiz, irademizin ve rızamızın da ötesinde siyasallaştı! Herkes için yeterli, mali olarak erişilebilir, aşırı kalabalık ve güvencesiz koşullardan uzak barınma talep ediyoruz! Ev içi şiddete maruz kalanlara derhal yeni konut sağlanmasını talep ediyoruz!

Hayati grevimizle, hayatlarımızın ve mücadelelerimizin hayati olduğunu göstermek istiyoruz! Dolayısıyla güçlerimizi sınırların ötesinde birleştirmemiz gerekiyor. 8 Mart’ta herkesi hayati emeğin gücünü görünür kılmaya ve pandemi sonrası düzeni inşaya yönelik şartlarımızı öne sürmek için hayati emeği silah olarak kullanmaya çağırıyoruz!

Herkesi işyerlerinde veya işyeri dışında grevler, gösteriler, yürüyüşler, birliktelikler, sürpriz performanslar, sembolik eylemler örgütlemeye, renkli bandanalar takmaya, ses çıkarmaya çağırıyoruz. Kadın grevine destek vermeleri için sendikalar üzerinde baskı kuralım! Gelin, farklı mücadelelerimizi görünür kılma ve onları sınırlar ötesinde birleştirme yollarını hep birlikte hayal edelim!

Vizyonumuzu ve taleplerimizi paylaşan bütün kadınları, göçmenleri ve emekçileri, 21 Şubat 2021’de hayati grevimizin ufkunu derinleştireceğimiz halk meclisimize katılmaya çağırıyoruz!

Bu manifestoyla özdeşleşen herkesi imza vermeye ve daha fazla kadına, göçmene ve işçiye ulaşabilmesi için yaygınlaştırmaya ve kendi dillerine çevirmeye çağırıyoruz.

Emeğimiz hayati, yaşamlarımız hayati! Grevimiz hayati!

Manifestoyu imzalamak için: https://forms.gle/zpNnciKrGZikBHB79
Manifestoyu farklı dillerde görmek için: https://www.transnational-strike.info/2021/01/25/essential-strike-manifesto-for-the-8th-of-march/

Bizimle Facebook’ta veya email yoluyla bağlantıya geçmek için: EAST – Essential Autonomous Struggles Transnational ve essentialstruggles@gmail.com.

Rusya: Navalny’nin Dönüşü ve Sol Strateji – Ilya Budraitskis

Rusya olaylı bir hafta yaşadı ve bu durum henüz bitmedi. Öncelikle, Alexey Navalny Moskova’ya geri döndü ve sınırı geçer geçmez tutuklandı. Ertesi gün ekibi Valdimir Putin’in yolsuzluğunu anlatan bir video yayınlayarak 23 Ocak’ta bütün yurttaşları hükümete karşı sokaklara çıkmaya çağırdı ve onlarca kentte, büyük güvenlik önemleri altında destek gösterileri gerçekleştirildi [Aşağıda aktardığımız söyleşi bu gösterilerden önce yapılmıştı]. Bu konuda Rus solu ne düşünüyor? Navalny kesinlikle sola ait değil ama sol protestolardan ve büyüyen siyasi krizden uzak mı durmalı? Left East Ilya Budraitskis’e görüşlerini sordu. Ilya Budraitskis, Tarihçi- Yazar. Moskova’da yaşıyor. Political Diary podcast’in yazarlarından.

Alexey Navalny’nin 17 Ocak’ta Rusya’ya dönüşünden dakikalar sonra Moskova Sheremetyevo havaalanında tutuklanması beklenen bir şey olmanın yanı sıra Rus otoritelerinin verebileceği tek olası tepkiydi. Bu yılın başında, geçen yaz yapılan ve kendisine sınırsız kişisel güç veren Anayasa değişikliğinden sonra Putin rejimi yeni bir evreye girdi: tabanın pasif desteğine değil baskıcı bir iktidara dayanan fiili bir açık diktatörlük. Bu yeni düzende ne marjinalleştirilmiş liberal muhalefete ne de sistemik “güdümlü demokrasi” partilerine yer var ki bu durum Birleşik Rusya Partisi’nin mutlak kontrolüne yol açtı ve seçime yönelik hoşnutsuzlukları ifade etme konusunda sınırlı olanaklara imkân verdi. Navalny’e geçen Ağustos’ta Rus güvenlik aygıtı tarafından düzenlenen suikast girişimi bu resme mükemmelen oturmakta. Otoritelerin perspektifinden, Navalny’nin yarattığı tehdit, “akıllı oylama” taktiği yani Birleşik Rusya’nın adaylarını en çok yenme şansı olan aday tarafından bütün protesto oylarının toplanması idi. İktidar partisine desteğin hızla düştüğü bir durumda (mevcut durumda %30’dan yüksek değil) “akıllı oylama” bu yılın Eylül ayında yapılacak parlamenter seçimler için yazılan senaryoyu ve uzun vadede de Putin’in önümüzdeki dönemde yeniden seçilmesini tehdit ediyor.

Moskova’ya uçmadan önce Navalny uçakta. Foto: Mstyslav Chernov/AP

Navalny’nin cüretkâr ve keskin popülist stratejisi aslında bir protesto koalisyonu yaratmayı hedefliyor ki bu koalisyonda en önemli yer, Kremlin’in kurallarıyla oynamayı reddeden, canlı ve ofansif seçim kampanyaları düzenleyebilecek sistem partilerine (en başta Komünistlere) verilmekte. Yoksulluk ve sosyal eşitsizlik konularının liberal-demokratik değerlerin yerini aldığı Navalny’nin retoriği bu stratejinin temel unsuru durumunda. Kendisine popülarite kazandıran yolsuzluk karşıtı soruşturmaların geniş bir izleyici üzerinde duygusal bir etkisi var (örneğin, 100 milyar rubleye mal olan Putin’in sarayı konusundaki film geçen Cuma itibariyle 50 milyon kere izlendi) çünkü bunlar doğrudan Rus toplumundaki aşırı tabakalaşmayı gösteriyor. Seçimlerin açıkça tahrif edildiği ve aşırı polis baskısının hüküm sürdüğü bir ortamda seçim protestosu ancak parlamento dışı kitlesel sokak hareketinin desteği ile bir etkiye sahip olabilir.  Bugün yalnızca böylesi bir hareket Navalny’nin kişisel kaderini belirleyebilir. Eğer gelecek haftalarda ülke çapında yüzbinlerce kişi acil salıverilmesi için ayağa kalkmazsa kesinlikle uzun bir hapislik dönemi kendisini bekliyor. 

Benim görüşüme göre, böylesi bir harekete katılmak –kendi programımız ve taleplerimizle birlikte- bugün Rusya solunun tek şansıdır. Ayrıca, sadece sol tutarlı bir biçimde insanları gittikçe daha fazla aktif protestolara iten duyguları ifade edebilir: toplumsal eşitsizlik, toplumsal alanın (özellikle pandemi sırasında dramatik bir biçimde görünür olan sağlık hizmetinin) bozulması, polis şiddeti ve temel demokratik hakların (özellikle işçi) haklarının olmayışı.

Çeviri: Nurcan Turan

Kaynak: https://www.criticatac.ro/lefteast/navalnys-return-and-left-strategy/

Söz konusu kaynakta bulunan söyleşilerin yalnızca Ilya Budraistkis ile yapılanı tercüme edilmiştir.

Kapak Fotoğrafı: Moskova’da 23 Ocak Navalny’ye destek eyleminden görüntü. Maxim Shemetov/Reuters. Kaynak: https://www.cbc.ca/news/world/russia-navalny-protests-1.5886225

Kifayetsiz Olsa da Bu Hala Faşizm mi? – Richard Seymour

Bugün [6 Ocak 2021] liberal anayasal hukuku çökertmeye yönelik bu umutsuz çabanın büyük ihtimalle sönümleneceği gerçeği, büyük ölçüde faşizmin gelişiminin bu evresinin henüz tamamlanmamış halini yansıtmakta.

Son birkaç yıldır gördüklerimiz, parlamento dışı ve şiddetli bir sağı ana-akımlaştırmak için kültürel ve örgütsel ön hazırlıklarına zemin oluşturan spekülatif teşebbüsler, deneysel yağmalar. Örneğin, Gujarat’sız[1] Modi ve Ayodhya’sız[2]Gujarat olmaz. Devlet içinde ve ötesinde güç koalisyonlarını geliştirmek, zulüm ve şiddet kültürlerini yaygınlaştırmak, liberal burjuvazinin liberalizme bağlılığını aşındırmak, solun moralini bozmak ve azınlıkları terörize etmek zaman alır. Son seçimde önemli ölçüde yaygınlaştığını ortaya koyan Trumpizmin oluşumunu tamamlamamış enerjilerinin, ideolojik tutarlılığı, örgütsel netliği ve sosyal derinliği bakımından BJP/RSS’ye denk olduğunu iddia etmiyorum.[3] Değil. Bu fenomen türünün son noktasına varmaya son derece uzak olduğumuzu belirtmek için bu benzetmeyi yapıyorum.

ABD başkentine yönelik Trump’ın kışkırttığı ve Trump yanlısı Cumhuriyetçi senatörlerin seçim sonucunu bozma çabalarının tamamlayıcısı olan bu silahlı ihlal, Savunma Bakanlığı’nın da katkısının yanı sıra DC polisinin göz yumması olmadan gerçekleşemezdi. Başka bir protesto hareketi olsaydı, olabildiğince orantısız bir şiddetle – vahşetle püskürtülürdü. Bu eyalet, MOVE[4] karargahını bombalayan ve Waco[5] yerleşimine mermi sıkan eyalet. Bunun yerine, DC polisi kapıları açtı, silahlı aşırı sağın başkente girmesine izin verdi ve seçilmiş politikacılarla karşı karşıya gelmek için etrafta gezinmelerini durup izledi – peki ya sonra? Bu durumun en sonunda bir kadını boynundan vurdukları gerçek bir çatışmaya dönmesine izin verdi. Ulusal Muhafızlar’dan destek istedi, buna cevaben Savunma Bakanlığı bunu ‘düşündüklerini’ söyleyerek zaman kazandı. Muhafızlar ancak şiddet neredeyse ölümcül bir noktaya ulaştıktan sonra sevk edildi. Tabii ki Pentagon, selefi Mark Esper’in 9 Kasım’da Trump’a karşı çıktığı için görevden alınmasından bu yana bakan vekili Christopher Miller’ın emrinde. Esper, darbe konusunda uyarıda bulunan eski Pentagon yetkilileri arasındaydı. Açıkçası benim varsayımım, Pentagon’un adamlarına tam bir Birahane darbesi[6] deneyimi yaşatmak için Trump’ın baskısı altında oyalayarak zaman kazandığı.

Aşırı sağ, polis ve yürütmenin içindeki bir hizip arasındaki ittifak Trump yönetiminde şiddet içeren sokak eylemleri -örneğin, karantina karşıtı protestolar, Black Lives Matter (BLM) karşıtı milis gösterileri ve Oregon yangınları- yoluyla sürekli olarak pekiştirildi. Sokak şiddetiyle sağın düşmanlarına yönelik otoriter devlet baskısı arasındaki diyalektik, Trump’ın stratejisinin görünür bir parçasıydı. Faşizmin olgunlaşması için önemli olan bu karşılıklı radikalleşme diyalektiği anti-komünist histeriyle şahlandı ve Kasım seçimlerinde Trump’ın tabanının genişletilmesi için kritik bir rol oynadı. Eğer seçim sonuçları birbirine gerçekte olduğundan daha yakın olsaydı bu gösteriler kesinlikle çok daha büyük ve tehlikeli olacaktı. Bu gösterilerin onbinlerce değil de sadece binlerce kişiyle sınırlı kalmasının önemli nedeni sonucun demoralize edecek kesinlikte olmasında yatıyor. Eğer böyle olmasaydı, Trump’ın acil telefonlarıyla çıkarılan yasal zorluklar ve kalabalık silahlı güruhlar [2000 yılındaki] Brooks Brothers kalkışmasını solda sıfır bırakırdı.

Bu gözü dönmüş darbe Trump’ın seçim sonuçlarına yönelik çıkardığı yasal ve siyasi zorluklar gibi sinir bozucu diğer girişimleri kadar kolay kontrol altına alınacak. Georgia’da Cumhuriyetçilerin aldığı yenilgi -büyük olasılıkla benzer ideolojik uyuşmazlıktan kaynaklanıyor- sağın demoralize olmasına katkıda bulunacak. Diğer yandan, alttan alta büyüyen öfke, ihanete uğrama miti (‘oylarımız çalındı’) ve Cumhuriyetçi seçmen tarafından yaygın olarak paylaşılan alternatif Trump gerçekliği, aşırı sağın özenli ve yetenekli biçimde eğlence formatına sokulmuş dezenformasyon (disinfotainment) endüstrisi tarafından önümüzdeki yıllarda ateşlenecek. Buradan doğru temel olarak iki güç gelişecek: silahlı “yalnız kurt”lar ve komplocu yıkıcılık. Ki bu komplocu yıkıcılık, Pizza Gate olayından bir gangsteri vuran QAnon taraftarına[7], Nashville intihar saldırısından (5G’yle ilgili bir komplo teorisine bağlı olduğu düşünülüyor) aşı karşıtı komplo teorilerine dayanarak aşıları bozup hastalara veren eczacıya, Infowars etkisiyle işlenen sahte saldırıdan Oregon yangınları sırasında faaliyete geçen eşkıyalara ve Black Lives Matter karşıtı milislere kadar Amerikan geleneği içinde kök salmış durumda.

Bu tamamlanmamış bir faşizm, henüz deneysel ve spekülatif evresinde olan, içinde azınlık halindeki kimi halkçı güçlerle devletin yürütmesinin ve baskı aygıtının bazı unsurlarının bir ittifakının şekillendiği bir faşizm. ABD demokrasisinden gelecek yıllarda, bu doğmakta olan faşizmin kendini güçlendirmesi ve geliştirmesi için yeni fırsatlar vermeyecek kadar istikrarlı bir durumda kalmasını beklemek son derece ahmakça bir düşünce, inanılmaz bir saflık olur. 

Kalkıp da bana Amerikan burjuvazisinin hiçbir zaman faşizmi desteklemeyeceğini çünkü liberal demokrasinin yeterince iyi çalıştığını söylemeyin. Faşizmin, solun on yıllardır zayıf ve işçi hareketinin büyük oranda klinik ölü olduğu bir toplumda tutunamayacağını da söylemeyin. Bunlar konu dışı. 

Faşizm hiçbir zaman öncelikle kapitalist sınıf onun peşinden giderek seferber olduğu için gelişmez. Clara Zetkin’in ifadesiyle “siyasal evsiz-barksızları, toplumsal köklerinden koparılmışları, muhtaç halde bulunanları ve hayal kırıklığına uğramışları” kendi çekirdeği etrafında toparlayabildiği için büyür faşizm.  Ve faşizm gösterdi ki Hindistan’dan Filipinler’e, harekete geçmek için güçlü bir komünizme ihtiyacı yok: Ernest Nolte’nin[8] varsayımı yanlıştı. ABD’de acilen antifaşist bir harekete ihtiyaç var. 

Çeviri: Deniz Ortak

Kaynak: https://www.patreon.com/posts/is-it-still-if-45896691


[1] Hindistan’ın Başbakanı Narendra Modi’nin 2001’de iktidara geldiği Batı kesiminin bir eyaleti. 2014’te Başbakan olana kadar orada görevini sürdürmüştür.

[2] Gujarat eyaletinin bir kenti. Hindular için bir hac merkezidir ve Müslümanlarla aralarındaki başlıca gerilim nedenlerinden biridir. 2002’de Müslüman karşıtı pogromlar meydana gelir, 2000 civarında insan ölür. Bugün Modi’nin siyasetinin dayandığı dinamik türünün bir erken örneğidir.

[3] Hindistan’daki aşırı sağ parti Bharatiya Janata Party ve milliyetçi paramiliter örgüt Rashtriya Swayamsevak Sangh.

[4] Philadelphia’da merkezi bulunan radikal siyah örgütü. Özellikle onu bastırmak için devlet tarafından kullanılan yöntemlerle ünlüdür. 1985’te bir polis helikopterinden karargahlarına bomba atılması üzerinde aralarında çocukların da bulunduğu çok sayıda insanın ölür ve devasa bir yangın çıkar. 

[5] FBI’nin bir tarikat topluluğuna dönük ölümcül bir harekat gerçekleştirdiği Teksas’ın bir şehri. 

[6] Alman Nazi Partisi’nin 1923 yılındaki başarısız darbe girişimi.

[7] Anthony Comello

[8] Faşizm tarihçisi Ernest Nolte’ye göre tarihsel faşizmin ve faşist hareketlerin yükselişinin başlıca dinamiklerinden biri komünizm karşıtlığıydı.