İmdat Freni

admin

Ernest Mandel’in Düşüncesinde Genel Grev ve Devrimci Strateji – Manuel Kellner

Karl Marx, bir toplumda egemen ideolojinin her zaman o toplumu yöneten sınıfın ideolojisi olduğunu belirtmişse ve öte yandan işçi sınıfının kurtuluşunun yalnızca kendi bilinçli eseri ilan etmişse, burada bir çelişki var gibi görünmektedir. Gerçekten de, kapitalist toplumda egemen ideoloji burjuva ideolojisi olduğuna göre – çünkü burjuvazi bu tür bir toplumu yönetmektedir – işçi sınıfı burjuva ideolojisiyle yoğrulmuşken, burjuvazinin egemenliğini nasıl bilinçli bir şekilde devirebilir?

Karl Marx’ın (Feuerbach Üzerine Tezler’inde) yanıtı, yalnızca devrimci pratik (“Praxis”) yoluyla bu çelişkinin çözülebileceğidir. Bu süreç, bilincin gelişmesini sağlayan bir pratiği içerir; burada kitlelerin kendi dayanışmacı eylemleri yoluyla gerçekleştirdikleri öz-eğitim, aynı zamanda “eğiticileri” de eğitir. Bu, Aydınlanma geleneğiyle bir kopuşu ifade eder, ancak onların özgürleştirici mirasına sadık kalır: “aydınlanmış” kişiler – bizim durumumuzda, sınıflı toplumlara özgü sömürüye, tahakküme ve yabancılaşmaya son vermek için sosyalist devrim ihtiyacının bilincinde olan siyasi azınlıklar – işçilerin ve emekçilerin ortak özgürleştirici eylemlerinden ileri gelen deneyimi sayesinde hızla bilinç kazanan geniş kitleler tarafından geçilmekte ve onların bilinci tarafından aydınlatılır.

Bir filozofun ruhu, “Sorun ortaya konmuş ve çözülmüştür” diyerek memnuniyet duyabilir. Ancak bir devrimcinin ruhu şu soruyu sorar: Marx’ın önerdiği çözüm, hangi tür deneyimlere uygulanabilir? Bu soruya Ernest Mandel’in genel grevin anlamı ve özgürleştirici potansiyelleri üzerine tartışmalara yaptığı katkılar yanıt verir.

Devrimin Hidrası[1]

Ernest Mandel, İşçi Denetimi, İşçi Konseyleri, Özyönetim adlı antolojisinin girişinde Prusyalı bakan von Puttkamer’in şu sözünü alıntılar: “Her grev kendi içinde devrimin hidrasını gizler.” Bu elbette bir polis abartısıdır, ancak Mandel’e göre bu ifadenin içinde bir gerçeklik unsuru vardır. Bir yandan işçi grevleri, kapitalist sistemin bir parçasıdır – emek gücünün fiyatındaki dalgalanmalar: ücretler, çalışma koşulları, çatışmalar yaratır. Ancak öte yandan, greve giden çalışanlar, sömürü nesnesi olmayı bırakıp, kaderlerini kolektif bir şekilde belirleyen aktif özneler haline gelirler.

Mandel’e göre, bir grev hareketinin özgürleştirici potansiyelini değerlendirmenin temel ölçütü, katılımcıların aktiflik derecesidir. Eğer grev sadece evde kalmaktan ibaretse, bu potansiyel sıfıra yakındır. Ancak çalışanlar genel kurul toplantıları düzenler, kolektif eylemleri örgütler, tartışır, kendi temsilcilerini seçer ve denetler, talepleri, mücadele biçimlerini ve sonuçları kendileri belirlerse, bu tamamen farklı bir durumdur. Özellikle grev hem zaman hem de mekân açısından yayılırsa ve acil taleplere politik, geçişsel (örneğin dayanışmacı çözümler veya patronların egemenliğine karşı çıkış) ya da doğrudan devrimci talepler eklenirse (örneğin iktidarın ele geçirilmesi), bu durum daha da önem kazanır.

Ernest Mandel, 1960-1961 kışında Valonya’da, özellikle de Liège’deki büyük genel grev sırasında geniş bir kitlesel hareketin devrimci potansiyelini deneyimledi. Yukarıda sıralanan tüm unsurlar bu süreçte mevcuttu. Mücadelenin kendi mantığı, hareketi çeşitli ihtiyaçlara yanıt verebilecek kendi kendini örgütleyen organlar geliştirmeye yöneltti: tartışmaların organizasyonu, karar alma mekanizmaları, erzak temini, trafik, ulaşım, kreş hizmetleri, etkinlikler, kültürel faaliyetler ve hatta kamu güvenliğine kadar.

İkili İktidar Meselesi

Mandel, Liège’deki hareketin yükselişi sırasında sendika üyelik kartını göstermeden bankalardan para çekilemediğini vurgulamayı severdi. Ona göre, 1917’de Rusya’nın Petrograd kentinde olduğu gibi, grev komitelerinin delegeleri kitleleri harekete geçirerek, “sovyet” veya “konsey” tipi aşağıdan gelen karşı-iktidar organları yarattılar. Bu organlar, burjuva devletine alternatif bir iktidar yapısına dönüşerek otoritelerini ve meşruiyetlerini demokratik ve temsil edici niteliklerinin üstünlüğüne ve nüfusun büyük çoğunluğuna derin biçimde kök salmış olmalarına dayandırdılar.

Bu tür durumlarda – örneğin 1974-1975’teki Portekiz Devrimi veya 2001’deki Arjantin’de olduğu gibi – bir süre boyunca “ikili iktidar” durumu yaşanır ve sonunda yalnızca bir taraf galip gelebilir. Sosyalist devrim, geniş bir genel grev hareketine katılanlar tarafından aşağıdan yaratılan bu öz-örgütlenme organları aracılığıyla iktidarın ele geçirilmesi anlamına gelir.

Bu sosyalist devrim anlayışı, Marx ve Engels’in, daha da önemlisi sosyal demokrat takipçilerinin eleştirdiği anarşist veya anarko-sendikalist pozisyonlara oldukça yakın görünmektedir. Örneğin, Almanya Sendikalar Birliği (ADGB) liderlerinden efsanevi Karl Legien, “Genel grev, genel bir aptallıktır” (“Generalstreik ist Generalunsinn”) demiştir. Bu yargının arkasındaki mantık şuydu: Eğer tüm işçi sınıfı harekete geçebiliyorsa, zaten genel greve ihtiyaç kalmaz; iktidar doğrudan alınabilir. Ancak 1920’de aynı sendika lideri, Kapp/Lüttwitz darbe girişimine karşı başarılı bir genel grev çağrısı yapmıştır!

Bu iki olay arasında, Rosa Luxemburg 1905 Rus Devrimi’nden dersler çıkarmıştı. Kitlesel grev hareketleri, parti ya da sendika liderliklerinin emir veya çağrısıyla başlamaz. Kitleler, katman katman harekete geçer, yeni deneyimlere dayanarak yollarını bulmaya çalışır, tereddüt eder, geri çekilir, sonra yeniden ilerler… Başlangıçta politik olarak bilinçli unsurlar yalnızca küçük bir azınlıktır. Bu azınlık, hareketin içinde yer almalı, önerilerde bulunmalı ve kendi görüşlerini tartışmalara dahil etmelidir.

Öz-örgütlenmenin Merkeziliği

Ernest Mandel’in anlayışı, Rosa Luxemburg ve Lev Troçki’nin teorik kazanımlarını yeniden ele alır. Bu anlayışta, proletaryanın demokratik öz-örgütlenmesi devrimci stratejinin merkezinde yer alır. Öz-örgütlenme organlarında başlangıçta reformist ve uzlaşmacı akımlar baskın olur. Devrimci örgütler veya partiler, bu karşı-iktidar organlarında çoğunluğu elde etmeye çalışmalıdır – hem genel fikirleri hem de somut önerileri açısından çoğunluğu kazanmak esastır.

Aynı zamanda, gündelik hayatın boyun eğdiren ve yabancılaştıran rutininden çıkılarak tartışma ve düşünme fırsatı sunulan bir durumda, bilinçlenmenin kitlesel ölçekte hızlı gelişimi çoğu zaman “öncüyü” kendi pozisyonlarını düzeltmeye zorlar. İşte, eğitmenlerin genel bir özgürleşme sürecinde eğitildikleri bir durum! Mandel’in anlayışı ile anarşistlerin anlayışı arasındaki fark da buradadır: Farklı siyasi partiler ve akımlar arasında fikir düzeyinde bir mücadele gereklidir ve devrimciler için, kitlelerin öz-örgütlenme organlarında çoğunluğu kazanmak vazgeçilmezdir – çünkü uzlaşmacı ve fırsatçı bir çoğunluk, karşı-iktidar organlarının yenilgiye ve çözülmeye mahkûm olmasına yol açar.

Mandel’e göre sanayileşmiş ülkelerde işçi sınıfı, nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturur: Geçimlerini sağlamak ve yaşamlarını sürdürmek için yalnızca emek güçlerini satmak zorunda olan herkes. Ancak öte yandan, Mandel’in geliştirdiği devrim modeli, büyük fabrikalarda yoğunlaşmış bir işçi sınıfına dayanır; bu da onun görüşüne göre kolektif dayanışma eylemleri için özellikle elverişli bir çerçeve sunar. Hepimiz biliyoruz ki, uzun yıllardır bu “klasik proleter” ortam parçalanmaya, toplum içinde ağırlığını kaybetmeye ve çeşitli bölünme etkilerine maruz kalmaya eğilimlidir.

Ernest Mandel’in stratejik düşüncesinin günümüzün somut koşullarına uyarlanmasına yönelik bir değerlendirme yapılırken bu göz önünde bulundurulmalıdır. Örneğin, mahalle, apartman, kamusal alan veya sokak gibi çeşitli bölgesel öz-örgütlenme biçimlerinin geçmişe kıyasla daha önemli bir rol oynayaması son derece mümkündür. Bu nedenle, Arap ülkelerinde, İspanya’da ve Yunanistan’da gerçekleşen güncel kitlesel hareketlerin incelenmesi gereklidir. Ernest Mandel’in düşüncesi özünde hâlâ günceldir. Rutin tarafından hipnotize olmamak önemlidir – kapitalist toplumun yapısal kriz içindeki çelişkileri, kitleleri periyodik olarak harekete geçmeye iter ve o noktada her şey, organize bir devrimci akımın açıklığına ve farkındalığına bağlıdır.

Çeviri: İmdat Freni

Manuel Kellner, Internationale Sozialistische Linke (ISL, Almanya’daki Dördüncü Enternasyonal’in iki örgütünden biri olan Uluslararası Sosyalist Sol) üyesi, Ernest Mandel’in düşüncesi üzerine bir doktora tezi kaleme almıştır: Kapitalizme ve Bürokrasiye Karşı: Ernest Mandel’de Sosyalist Strateji Üzerine, Neuer ISP Verlag, 2009. Kaynaklar:
 –İşçi Denetimi, İşçi Konseyleri, Özyönetim – Antoloji, Maspero, Paris, 1970, s. 7; burada Alman versiyonuna dayanmaktayım: Arbeiterkontrolle, Arbeiterräte, Arbeiterselbstverwaltung. Eine Anthologie, Frankfurt/Main, 1971.

-1960/1961 Belçika grevi üzerine Guy Van Sinoy’un yazısına bakılabilir.

İmdat Freni’nde Ernest Mandel’in üç bölüm halinde yayınlanmış Genel Grev yazısına bakılabilir. https://imdatfreni.org/genel-grev-1-kokeni-ve-turleri-ernest-mandel/

Çeviri Kaynağı: https://npa-lanticapitaliste.org/opinions/social/greve-generale-et-strategie-revolutionnaire-dans-la-pensee-dernest-mandel (ilk yayınlanma yılı 2011)


[1] Hidra, çok başlı mitolojik yaratık (ç.n.)

Dünyayı Değiştirmek için Bir Enternasyonal- Juan Tortosa ve Antoine Dubiau

2025 Şubat ayının sonunda Belçika’da Dördüncü Enternasyonal’in 18. kongresi gerçekleştirilecek. Bu organizasyonun tarihi ve günümüzdeki işlevi üzerine bir değerlendirmeyi, ayrıca kongrede ele alınacak konuların bir özetini sunuyoruz. Dördüncü Enternasyonal (DE), 1938 yılında, 1917 Ekim Devrimi’nin devrimci ivmesine ihanet eden bürokratik Stalinist despotizme karşı devrimci Marksizmi savunmak için kuruldu. Köklerine sadık kalan “Dört”, bugün kırktan fazla ülkede varlık göstermektedir. Farklı gerçekliklere sahip elliden fazla örgütü bir araya getirir – bu örgütlerin çoğu birkaç yüz üyeden oluşurken, bazıları binlerce üyeye ulaşmaktadır. Ayrıca bunlara bireysel üyelikler de eklenmelidir. 1970’lerde, DE’nin çoğu seksiyonu (yani ulusal/yerel birimi) bağımsız politik örgütlerdi. Bugün ise yalnızca bir kısmı bağımsız olarak varlığını sürdürmektedir. Diğer ülkelerde, DE seksiyonları daha geniş örgütlerin içinde yer almakta ve kendi ülkelerinde önemli siyasi roller üstlenmektedir: Danimarka’da Kızıl-Yeşil İttifak, Portekiz’de Sol Blok, Brezilya’da PSOL, İspanya’da ise Antikapitalistlerin 2020’de ayrılmasından önce Podemos gibi örnekler.

Antistalinizm
Stalinist rejimlerin çöküşü ve neoliberal küreselleşmenin saldırılarıyla şekillenen dönemde DE, rolünü yeniden tanımladı. Bu rol, her ülkede bağımsız seksiyonlar ya da daha geniş ittifaklar şeklinde devrimci örgütlerin uluslararası ölçekte inşasını teşvik etmektir. Aynı organizasyonel rolü üstlenen diğer enternasyonallerle karşılaştırıldığında, DE’nin ayırt edici özelliği, 20. yüzyılın antistalinist Marksist analizlerine ve mücadelelerine dayalı köklerine sadık kalıyorken son on yıllardaki sosyal hareketlere – feminist, ekolojist, LGBTQIA+, sömürgecilik karşıtı, antiemperyalist, köylü ve yerli halk mücadeleleri gibi – açık olmasıdır. DE’nin birçok militanı, 1995-2005 yılları arasındaki alternatif küreselleşme hareketinde, yeni feminist ve ırkçılık karşıtı dalgalarda, Via Campesina ağlarında ve özellikle Filipinler, Brezilya, Arjantin ve Mağrip ülkelerindeki birçok halk mücadelesinde öncü rol oynadı. Bu üyeler, kendi ülkelerindeki sınıf mücadelesi gerçekliğinde aktif siyasi faaliyet yürütmektedir.

Daha Kapsayıcı Bir Marksizme Doğru
Doğu Avrupa ve SSCB’deki Stalinist rejimlerin çöküşüyle şekillenen tarihsel dönüm noktasından bu yana, DE yalnızca Troçkizm’e referansla sınırlı kalmayarak daha kapsayıcı bir Marksizme yöneldi. Bu politik yenilenme sürecinde, Daniel Bensaïd’in entelektüel katkıları büyük rol oynadı. Bu dönüşüm, bugün bir nesil değişimini gerektiriyor. DE’nin tarihsel liderliği özellikle 1968 deneyimleri üzerinden, bilhassa da Fransa üzerinden şekillenmiştir. Gelecek kongrenin hedeflerinden biri, liderliği gençleştirmek ve çeşitlendirmektir; örgütsel ağırlığın çoğunlukla Fransız olmaması bu çabanın bir parçasıdır. Dördüncü Enternasyonal, demokratik bir çerçevede politik yönelimler belirlerken, ulusal seksiyonların tercihlerine saygı gösteren canlı bir araçtır. Bu tür bir yapının korunması, çağın ihtiyaçlarına uygun devrimci teoriler ve pratiklerin uluslararası düzeyde inşası için değerli bir araç olarak ortaya çıkmaktadır. Ekososyalizm bayrağı altında Dördüncü Enternasyonal, kapitalizm, ataerkillik, ırkçılık ve yabancı düşmanlığının birbirine geçmiş yapılarıyla mücadele etmeyi amaçlayan politik bir proje geliştirmektedir. Bu mücadeleler, küresel ekolojik yıkımı durdurmayı hedefleyen bir vizyona sahiptir.

Ekososyalist Manifesto
Kongre katılımcıları, özellikle ekososyalist bir manifestonun hazırlanması üzerine pozisyon alacaklardır. Bu manifesto, tahrip olmuş bir gezegene rağmen herkese onurlu bir yaşam garanti etmek üzere toplumsal tahakküm biçimlerinden arınmış bir dünyaya dönük geçiş programını temellendirmek üzere eko-sosyal duruma dair bir analiz içermektedir. Michael Löwy’nin dediği gibi: “Biz çok küçük ve güçsüzüz, ama bu dönemde uluslararası düzeyde 50 kadar antikapitalist örgütü koordine etmeye çalışan bir yapıya sahip olmak başlı başına bir başarıdır.” Dördüncü Enternasyonal’i ihtiyaç duyulan uluslararası mücadele aracı haline getirmek bizim elimizde!  

Çeviri: İmdat Freni

Kaynak: https://solidarites.ch/journal/443-2/une-internationale-pour-changer-le-monde/

Suriye’deki İsyanı Anlamak – Joseph Daher ile Röportaj

Suriye’deki isyan, dünyayı şaşırtarak 54 yıl önce Hafız Esad’ın bir darbeyle iktidarı ele geçirmesinden bu yana Suriye’yi yöneten Esad ailesi diktatörlüğünün düşmesine yol açtı. Rejimin askeri güçleri, emperyal destekçisi Rusya ve bölgesel destekçisi İran, bu düşüşü engelleyemedi. Rejim kontrolündeki şehirler kurtarıldı, binlerce siyasi mahkûm korkunç zindanlarından çıkarıldı ve on yıllar sonra ilk kez özgür, kapsayıcı ve demokratik bir Suriye için yeni bir mücadele alanı açıldı. Aynı zamanda, çoğu Suriyeli, böyle bir mücadelenin devasa zorluklarla karşı karşıya olduğunu biliyor. Bu zorlukların başında, Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ve Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu (SMO) geliyor. Her ne kadar bu güçler askeri zaferin öncüsü olmuş olsa da, otoriter yapıları ve dini-etik ayrımcılık geçmişleri nedeniyle endişe yaratıyorlar. Sol kesimden bazıları, bu isyanın ABD ve İsrail tarafından yönlendirildiğini temelsiz bir şekilde iddia etti. Diğerleri ise bu isyancı güçleri, 2011’de Esad rejimini neredeyse devirmek üzere olan ilk halk devrimini yeniden canlandırıyormuş gibi romantize etti. Ancak bu iki görüş de Suriye’de şu an yaşanan karmaşık dinamikleri tam olarak yansıtmıyor.Bu röportajda, hızla değişen Suriye durumunun ortasında, Tempest, İsviçreli Suriyeli sosyalist Joseph Daher ile Esad rejiminin düşüşüne yol açan süreci, ilerici güçler için umutları ve gerçekten özgürleşmiş, halkın ve toplumun çıkarlarına hizmet eden bir ülke için verilen mücadelede karşılaşılan zorlukları konuştu. 

Tempest: Rejimin düşmesinden sonra Suriyeliler neler hissediyor?

Joseph Daher: İnanılmaz bir mutluluk. Bu tarihi bir gün. Esad ailesinin 54 yıllık zulmü sona erdi. Ülke genelinde, Şam’dan Tartus’a, Humus’tan Hama’ya, Halep’ten Kamışlı ve Süveyda’ya kadar her dinden ve etnik gruptan insanların Esad ailesinin heykellerini ve sembollerini yıktığı halk gösterilerinin videolarını gördük.Tabii ki rejimin cezaevlerinden, özellikle “insan mezbahası” olarak bilinen ve 10.000-20.000 mahkûmu barındırabilen Sednaya hapishanesinden siyasi mahkûmların kurtuluşu büyük bir mutluluk yarattı. Bunların bazıları 1980’lerden beri tutukluydu. Benzer şekilde, 2016 veya öncesinde Halep ve diğer şehirlerden yerlerinden edilmiş insanlar evlerine ve mahallelerine dönerek yıllar sonra ailelerini gördüler.Ancak askeri saldırıların ilk günlerinde, halkın tepkileri başlangıçta karışıktı ve Suriye toplumunun hem içinde hem de dışında farklı siyasi görüşleri yansıtıyordu. Bazı kesimler bu toprakların fethedilmesinden ve rejimin zayıflamasından büyük bir memnuniyet duymuştu, şimdi ise potansiyel düşüşünden mutlular.Bununla birlikte, bazı kesimler HTŞ ve SMO’dan korkuyor. Bu güçlerin otoriter ve gerici doğası ile siyasi projeleri hakkında kaygılılar. Ve bazıları, yeni durumda neler olacağından endişe ediyor. Özellikle Kürtlerin geniş kesimleri ve diğerleri, Esad diktatörlüğünün düşmesinden memnun olmakla birlikte, SMO’nun zorunlu göç ve suikast eylemlerini kınadılar. 

Tempest: Rejimin askeri güçlerini yenen ve çöküşüne yol açan isyancı ilerlemeleri ve olayların sırasını anlatabilir misiniz? Ne oldu?

JD: Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ve Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu (SMO), 27 Kasım 2024’te Suriye rejim güçlerine karşı bir askeri kampanya başlattı ve çarpıcı zaferler kazandı. Bir haftadan kısa bir sürede HTŞ ve SMO, Halep ve İdlib vilayetlerinin çoğunu kontrol altına aldı. Ardından, Şam’ın 210 kilometre kuzeyindeki Hama şehri, Rus hava kuvvetlerinin desteklediği rejim güçleriyle yaşanan yoğun askeri çatışmaların ardından HTŞ ve SMO’nun eline geçti. Hama’dan sonra HTŞ, Humus’un kontrolünü ele geçirdi.Başlangıçta Suriye rejimi, Hama ve Humus’a takviye güçler gönderdi ve ardından Rus hava kuvvetlerinin desteğiyle İdlib ve Halep şehirlerini ve çevresini bombaladı. 1 ve 2 Aralık’ta İdlib’e 50’den fazla hava saldırısı düzenlendi; en az dört sağlık tesisi, dört okul tesisi, iki yerinden edilmişler kampı ve bir su istasyonu etkilendi. Hava saldırıları 48.000’den fazla insanın yerinden edilmesine ve hizmetlerin ve yardımların ciddi şekilde aksamasına yol açtı. Diktatör Beşar Esad, düşmanlarına yenilgiyi vaat etti ve “terörizmin yalnızca güç dilinden anladığını” söyledi. Ancak rejimi her yerden çökmekteydi.Rejim şehirden şehre toprak kaybederken, güneydeki Süveyda ve Dera vilayetleri kendilerini özgürleştirdi; HTŞ ve SMO’dan farklı ve bağımsız olan yerel halk içinden çıkmış silahlı muhalefet güçleri kontrolü ele geçirdi. Rejim güçleri, Şam’ın yaklaşık on kilometre yakınındaki yerleşim yerlerinden çekildi ve İsrail’in işgali altındaki Golan Tepeleri’ne komşu Kuneytra vilayetindeki mevzilerini terk etti.Ne HTŞ ne de SMO’ya bağlı çeşitli silahlı muhalif güçler başkente yaklaşırken Şam’ın banliyölerinde gösteriler çoğaldı, Beşar Esad’ın tüm sembollerinin yakıldı ve rejim güçleri çöktü ve çekildi. 7-8 Aralık gecesi Şam’ın kurtarıldığı duyuruldu. Beşar Esad’ın tam olarak nerede olduğu ve kaderi başlangıçta bilinmiyordu, ancak bazı bilgiler Moskova’nın koruması altında Rusya’da olduğunu gösteriyordu.Rejimin düşüşü, askeri, ekonomik ve siyasi açıdan yapısal zayıflığını kanıtladı. Adeta bir kartondan ev gibi çöktü. Bu şaşırtıcı değildi çünkü askerlerin büyük çoğunluğu Esad rejimi için savaşmaya gönüllü değildi; düşük maaşlar ve kötü koşullar nedeniyle kaçmayı veya savaşmamayı tercih ettiler, özellikle de birçoğu zorla askere alınmış olduğu için.Güneydeki bu dinamiklerin yanı sıra, isyancıların saldırısının başlangıcından bu yana ülkenin farklı bölgelerinde başka olaylar da yaşandı. Öncelikle, SMO, Halep’in kuzeyindeki Kürtlerin liderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) kontrolündeki topraklara saldırılar düzenledi ve ardından SDG’nin hakimiyetindeki kuzeydeki Menbiç şehrine karşı yeni bir saldırı başlattığını duyurdu. 8 Aralık Pazar günü, Türk ordusu, hava kuvvetleri ve topçularının desteğiyle SMO şehre girdi.İkinci olarak, SDG, rejim güçlerinin ve İran yanlısı milislerin diğer bölgelere yeniden konuşlanmak üzere geri çekilmesinin ardından, rejim güçlerinin kontrolündeki Deyrizor vilayetinin çoğunu ele geçirdi. SDG, ardından rejimin hâkimiyeti altındaki kuzeydoğudaki geniş bölgeler üzerinde kontrolünü genişletti.

Tempest: İsyancı güçler kimlerdir ve özellikle ana isyancı oluşumlar olan HTŞ ve SMO kimlerdir? Politikaları, programları ve projeleri nelerdir? Halk sınıfları onlar hakkında ne düşünüyor?

Joseph Daher: HTŞ’nin liderlik ettiği askeri kampanya ile Halep, Hama, Humus ve diğer bölgelerin başarılı bir şekilde ele geçirilmesi, bu hareketin birkaç yıl içinde hem siyasi hem de askeri olarak daha disiplinli ve daha yapılandırılmış bir organizasyona dönüşümünü birçok yönden yansıtmaktadır. HTŞ artık insansız hava araçları üretebilmekte ve bir askeri akademi işletmektedir. Son birkaç yılda hem baskı hem de dahil etme yöntemleriyle belirli bir sayıda askeri grup üzerinde hegemonyasını dayatmayı başarmıştır. Bu gelişmelere dayanarak, bu saldırıyı başlatacak konuma gelmiştir.HTŞ, kontrol ettiği bölgelerde yarı-devlet aktörü haline gelmiştir. Suriye Kurtuluş Hükümeti (SKH) adını verdiği bir hükümet kurmuş, bu hükümet HTŞ’nin sivil yönetimi olarak hareket etmekte ve hizmet sunmaktadır. Son birkaç yılda, HTŞ ve SKH, kendi yönetimlerini normalleştirmek amacıyla bölgesel ve uluslararası güçlere rasyonel bir güç olarak kendilerini sunma isteği göstermiştir. Bu çaba, özellikle eğitim ve sağlık gibi temel sektörlerde, finansal kaynaklar ve uzmanlıktan yoksun olan SKH’nin bazı sivil toplum kuruluşlarına daha fazla alan tanımasına yol açmıştır.Bu durum, HTŞ’nin kontrol ettiği bölgelerde yolsuzluk olmadığı anlamına gelmez. HTŞ, otoriter önlemler ve polis gücü aracılığıyla yönetimini sağlamlaştırmıştır. HTŞ, ideolojisine aykırı gördüğü faaliyetleri özellikle bastırmış veya sınırlamıştır. Örneğin, HTŞ, kadınlara, özellikle kamplarda yaşayanlara destek veren birkaç projeyi, bu projelerin cinsiyet eşitliği gibi kendi yönetimine düşman fikirleri teşvik ettiği gerekçesiyle durdurmuştur. HTŞ ayrıca siyasi muhalifleri, gazetecileri, aktivistleri ve eleştirmen veya muhalif olarak gördüğü kişileri hedef almış ve gözaltına almıştır.Hâlâ birçok güç, özellikle ABD tarafından terör örgütü olarak tanımlanan HTŞ, kendini daha ılımlı bir aktör olarak göstermeye çalışmakta ve artık rasyonel ve sorumlu bir aktör olarak tanınmayı hedeflemektedir. Bu dönüşüm, 2016 yılında El Kaide ile bağlarını koparması ve siyasi hedeflerini Suriye ulusal çerçevesinde yeniden yapılandırmasıyla başlamıştır. HTŞ ayrıca El Kaide ve IŞİD ile bağlantılı kişi ve grupları baskı altına almıştır.Şubat 2021’de, bir ABD’li gazeteciye verdiği ilk röportajında lideri Ebu Muhammed el-Colani (gerçek adı Ahmed el-Şaraa), kontrol ettiği bölgenin “Avrupa ve Amerika’nın güvenliğine bir tehdit oluşturmadığını” ifade etmiş ve yönetimi altındaki bölgelerin yurtdışına yönelik operasyonlar için bir üs haline gelmeyeceğini belirtmiştir.Kendisini uluslararası arenada meşru bir muhatap olarak tanımlama çabasında, grubun terörizmle mücadeledeki rolünü vurgulamıştır. Bu değişim kapsamında, bazı bölgelerde Hristiyanların ve Dürzilerin dönüşüne izin verilmiş ve bu toplulukların bazı liderleriyle temaslar kurulmuştur.Halep’in ele geçirilmesinden sonra, HTŞ kendini sorumlu bir aktör olarak sunmaya devam etmiştir. Örneğin, HTŞ savaşçıları, bankaların önünde video çekimleri yaparak özel mülk ve varlıkları korumak istediklerini ifade etmişlerdir. Ayrıca, sivilleri ve azınlık dini topluluklarını, özellikle Hristiyanları koruyacaklarına dair söz vermişlerdir; çünkü bu toplulukların kaderinin yurtdışında yakından izlendiğini bilmektedirler.Benzer şekilde, HTŞ, Kürtler ve İsmaililer ile Dürziler gibi İslami azınlıkların korunacağına dair birçok açıklama yapmıştır. Ayrıca Alevilere yönelik bir açıklama yayınlayarak, onları rejimle bağlarını koparmaya çağırmış; ancak onları koruyacaklarını ya da gelecekteki durumları hakkında net bir şey söylememiştir. Bu açıklamada, HTŞ, Alevi topluluğunu rejimin Suriyelilere karşı bir aracı olarak tanımlamaktadır.Son olarak, HTŞ lideri Ebu Muhammed el-Colani, Halep şehrinin yerel bir otorite tarafından yönetileceğini ve HTŞ dahil tüm askeri güçlerin önümüzdeki haftalarda şehirden tamamen çekileceğini belirtmiştir. El-Colani’nin yerel, bölgesel ve uluslararası güçlerle aktif olarak etkileşim kurmak istediği açıktır.Ancak, HTŞ’nin bu açıklamalarını ne kadar uygulayacağı hala belirsizdir. Örgüt, İslami köktendinci bir ideolojiye sahip otoriter ve gerici bir organizasyon olarak kalmaya devam etmektedir ve saflarında hâlâ yabancı savaşçılar bulunmaktadır. Geçtiğimiz birkaç yıl içinde, İdlib’de HTŞ’nin yönetimi, siyasi özgürlükler ve insan hakları ihlalleri, suikastlar ve muhaliflere yönelik işkenceler nedeniyle birçok halk gösterisi düzenlenmiştir.Dini veya etnik azınlıkların sadece ibadet etmelerine izin vermek ya da onları tolere etmek yeterli değildir. Esas mesele, onların ülkenin geleceğini belirlemede eşit vatandaşlar olarak haklarını tanımaktır. Daha genel olarak, HTŞ lideri el-Colani’nin “İslami yönetimden korkan insanlar ya bunun yanlış uygulamalarını görmüş ya da onu doğru anlamamışlardır” gibi açıklamaları kesinlikle güven verici değil, tam tersine endişe vericidir.Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu’na (SMO) gelince, bu, çoğunlukla İslamcı muhafazakâr politikaları benimseyen silahlı grupların bir koalisyonudur. SMO’nun oldukça kötü bir itibarı vardır ve kontrol ettikleri bölgelerde özellikle Kürt nüfusa karşı çok sayıda insan hakları ihlali yapmıştır. SMO, 2018 yılında Türkiye liderliğindeki Afrin’i işgal kampanyasına katılmış ve çoğu Kürt olan yaklaşık 150.000 sivilin zorla yerinden edilmesine yol açmıştır.Mevcut askeri kampanyada da SMO, Kürtlerin önderlik ettiği Suriye Demokratik Güçleri (SDG) kontrolündeki bölgeleri ve büyük Kürt nüfus barındıran yerleri hedef alarak esasen Türkiye’nin çıkarlarına hizmet etmektedir. Örneğin, SMO, daha önce SDG yönetiminde olan Halep’in kuzeyindeki Tel Rıfat ve Şahba bölgelerini ele geçirmiş ve 150.000’den fazla sivilin zorla yerinden edilmesine ve Kürt bireylere yönelik suikastlar ve kaçırmalar dahil olmak üzere birçok insan hakkı ihlaline neden olmuştur. SMO daha sonra Türk ordusunun desteğiyle, 100.000 sivilin yaşadığı ve SDG kontrolündeki Menbiç şehrine yönelik bir askeri saldırı başlatacağını duyurmuştur.Bu nedenle HTŞ ve SMO arasında farklılıklar vardır. HTŞ, Türkiye’den nispeten bağımsız bir yapıya sahipken, SMO tamamen Türkiye tarafından kontrol edilmekte ve onun çıkarlarına hizmet etmektedir. İki güç farklıdır, ayrı hedefler peşinde koşarlar ve aralarında çatışmalar yaşansa da şimdilik bu çatışmalar gizli tutulmuştur. Örneğin, HTŞ şu anda SDG ile bir çatışma arayışında değildir. Buna ek olarak, SMO, HTŞ’nin SMO üyelerine yönelik “agresif davranışlarını” eleştiren bir bildiri yayınlamış, HTŞ ise SMO savaşçılarını yağmacılık yapmakla suçlamıştır.

Tempest: Suriye’yi yakından takip etmeyenler için bu durum bir anda ortaya çıkmış gibi görünüyor. Bu durumun kökleri Suriye’nin devrimine, karşı devrimine ve iç savaşına nasıl dayanıyor? Ülkede son dönemde yaşanan ve askeri saldırıyı tetikleyen gelişmeler nelerdir? İsyancıların ilerlemesine alan açan bölgesel ve uluslararası dinamikler nelerdir?

Joseph Daher: Başlangıçta HTŞ, askeri kampanyayı Esad rejimi ve Rusya’nın kuzeybatıdaki bölgelerine yönelik artan saldırı ve bombardımanlarına bir tepki olarak başlattı. Ayrıca, Moskova ve Tahran’ın müzakereleriyle Mart 2020’de kabul edilen çatışmasızlık bölgelerini ihlal ederek rejimin ele geçirdiği bölgeleri geri almayı amaçladı. Ancak elde ettikleri şaşırtıcı başarılarla birlikte, hedeflerini genişlettiler ve açıkça rejimi devirmeyi amaçladıklarını ilan ettiler. Bu hedefi, kendileri ve diğer güçlerle birlikte şimdi gerçekleştirmiş durumdalar.HTŞ ve SMO’nun bu kadar başarılı olmasının sebebi, rejimin ana müttefiklerinin zayıflamış olmasıdır. Esad’ın uluslararası alandaki en büyük destekçisi olan Rusya, güçlerini ve kaynaklarını Ukrayna’daki emperyalist savaşına yönlendirmiştir. Bu durum, Rusya’nın Suriye’deki katılımını önceki yıllardaki benzer askeri operasyonlara kıyasla önemli ölçüde sınırlamıştır.Suriye rejiminin diğer iki önemli müttefiki olan Lübnan’daki Hizbullah ve İran, 7 Ekim 2023’ten bu yana İsrail tarafından ciddi şekilde zayıflatıldı. Tel Aviv, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah dahil olmak üzere örgütün lider kadrosuna yönelik suikastlar düzenledi, saldırılarla kadrolarını yok etti ve Lübnan’daki güçlerini bombaladı. Hizbullah, kuruluşundan bu yana en büyük zorlukla karşı karşıya. İsrail ayrıca İran’a yönelik dalgalar halinde saldırılar düzenleyerek zayıflıklarını ortaya çıkardı ve son birkaç ayda İran ve Hizbullah’ın Suriye’deki pozisyonlarını bombalamayı artırdı.Ana destekçileri zayıf ve meşgul durumda olan Esad diktatörlüğü, savunmasız bir pozisyona düştü. Yapısal zayıflıkları, yönettiği halktan destek görmemesi, kendi askerlerinin güvenilmezliği ve uluslararası ve bölgesel destekten yoksunluğu nedeniyle isyancı güçlerin ilerlemelerine direnemedi ve şehir şehir yönetimi bir karton ev gibi çöktü.

Tempest: Rejim müttefikleri başlangıçta nasıl tepki verdi? Suriye’deki çıkarları nelerdir?

Joseph Daher: Hem Rusya hem de İran başlangıçta rejimi destekleme sözü verdi ve HTŞ ile SMO’ya karşı savaşması için rejime baskı yaptı. Saldırının ilk günlerinde Rusya, Suriye rejiminden toparlanmasını ve “Halep’te düzeni sağlamasını” istedi; bu, muhtemelen Şam’ın bir karşı saldırı yapmasını umduklarını gösteriyor.İran ise bu saldırıya karşı Moskova ile “koordinasyon” çağrısında bulundu. ABD ve İsrail’in isyancı saldırılarının arkasında olduğunu ve bunun Suriye rejimini istikrarsızlaştırma ve İsrail’in Filistin ve Lübnan’daki savaşından dikkatleri başka yöne çekme girişimi olduğunu iddia etti. İranlı yetkililer, Suriye rejimine tam destek verdiklerini açıkladılar ve “askeri danışmanlarının” Suriye ordusunu desteklemek için ülkedeki varlığını sürdürme ve artırma niyetlerini teyit ettiler. Tahran ayrıca rejime füze ve insansız hava araçları sağlamayı ve hatta kendi birliklerini konuşlandırmayı vaat etti.Ancak bu çabalar açıkça işe yaramadı. Rejim kontrolü dışındaki bölgelere Rusya’nın hava saldırıları düzenlemesine rağmen, isyancıların ilerleyişi durdurulamadı.Her iki gücün de Suriye’de kaybedecek çok şeyi var. İran için Suriye, Hizbullah’a silah transferi ve lojistik koordinasyon için hayati öneme sahip. Rejim düşmeden önce, Lübnanlı örgütün, rejim güçlerine destek sağlamak için Humus’a küçük bir “denetim gücü” gönderdiği ve Lübnan sınırına yakın Suriye’deki kalelerinden biri olan Kusayr’da 2.000 asker konuşlandırdığı söylentileri vardı. Ancak rejim düşerken bu güçlerini geri çekti.Rusya açısından, Suriye’nin Lazkiye eyaletindeki Hmeymim hava üssü ve Tartus’taki deniz tesisi, Rusya’nın Orta Doğu, Akdeniz ve Afrika’daki jeopolitik etkisini göstermek için önemli yerler olmuştur. Bu üslerin kaybedilmesi, Rusya’nın uluslararası statüsünü baltalayabilir; çünkü Suriye’deki müdahalesi, sınırları dışındaki olayları askeri güçle şekillendirme yeteneğini ve Batılı devletlerle rekabet etme kapasitesini göstermek için bir örnek olarak kullanılmıştır. 

Tempest: Bu senaryoda diğer bölgesel ve emperyal güçler, özellikle Türkiye, İsrail ve ABD, ne tür bir rol oynadı? Bu durumdaki hedefleri nelerdir?

JD: Türkiye’nin Suriye ile ilişkilerini normalleştirme iradesine rağmen, Ankara, Şam’dan giderek hayal kırıklığına uğradı. Bu nedenle, askeri saldırıyı teşvik etti ya da en azından yeşil ışık yaktı ve bir şekilde destek sağladı. Ankara’nın başlangıçtaki amacı, Suriye rejimiyle, ayrıca İran ve Rusya ile gelecekteki müzakerelerde pozisyonunu güçlendirmekti.Şimdi rejimin düşmesiyle birlikte Türkiye’nin Suriye’deki etkisi daha da arttı ve muhtemelen ülkenin en önemli bölgesel aktörü haline geldi. Ankara ayrıca SMO’yu, Türkiye’nin terör örgütü olarak tanımladığı PYD’nin silahlı kanadının hâkim olduğu SDG’yi zayıflatmak için kullanmayı hedefliyor. PYD, Türkiye’nin terör örgütü olarak kabul ettiği PKK’nın kardeş örgütü olarak görülüyor ve bu tanım ABD ve AB tarafından da paylaşılıyor.Türkiye’nin iki başka ana hedefi var. Birincisi, Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin zorla Suriye’ye geri gönderilmesini gerçekleştirmek. İkincisi ise Kürtlerin özerklik arayışlarını engellemek ve özellikle Kuzeydoğu Suriye’de Kürt liderliğindeki yönetimi (Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi veya Rojava) zayıflatmak. Bu yönetim, Türkiye’de Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etmesi için bir emsal teşkil edebileceği için mevcut rejim açısından tehdit oluşturuyor.Ne ABD ne de İsrail bu olaylarda bir rol oynadı. Hatta tam tersine, ABD rejimin devrilmesinin bölgeyi daha da istikrarsızlaştırabileceğinden endişeliydi. ABD yetkilileri başlangıçta, “Esad rejiminin BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararında belirtilen siyasi sürece katılmayı reddetmesi ve Rusya ile İran’a bağımlılığı, kuzeybatı Suriye’deki Esad rejimi hattının çökmesi dahil, şu an yaşanan koşulları yarattı” açıklamasını yaptı.Ayrıca, “Bu saldırının, terör örgütü olarak tanımlanan Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) tarafından yönetildiği ve kendilerinin bu saldırıyla hiçbir ilgisinin olmadığı” belirtildi. Türkiye’ye bir ziyaretin ardından Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Suriye’de gerilimin düşürülmesi çağrısında bulundu. Rejimin düşmesinin ardından ABD yetkilileri, doğu Suriye’de yaklaşık 900 askerle varlıklarını sürdüreceklerini ve IŞİD’in yeniden ortaya çıkmasını önlemek için gerekli önlemleri alacaklarını açıkladılar.İsrail tarafında ise yetkililer, “Esad rejiminin çöküşünün muhtemelen İsrail’e karşı askeri tehditlerin gelişebileceği bir kaos yaratacağını” ifade ettiler. İsrail, 2011’deki devrim girişiminden bu yana Suriye rejiminin devrilmesini hiçbir zaman tam anlamıyla desteklemedi. Temmuz 2018’de Netanyahu, Esad’ın ülkeyi yeniden kontrol altına almasına ve gücünü istikrara kavuşturmasına itiraz etmedi.Netanyahu, İsrail’in yalnızca İran ve Hizbullah gibi algılanan tehditlere karşı harekete geçeceğini belirterek, “Esad rejimiyle bir sorunumuz olmadı, 40 yıldır Golan Tepeleri’nde tek bir kurşun bile sıkılmadı” dedi. Rejimin düşüşünün duyurulmasından birkaç saat sonra, İsrail işgal ordusu, isyancıların bu bölgeyi ele geçirmesini önlemek amacıyla Golan Tepeleri’ndeki Hermon Dağı’nın Suriye tarafını kontrol altına aldı. Daha önce, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, İsrail işgal ordusuna Golan tampon bölgesini ve “bitişik stratejik pozisyonları” kontrol altına almaları talimatını vermişti.

Tempest: Pek çok kampçı, bu kez Esad’ın yenilgisinin Filistin kurtuluş mücadelesi için bir gerileme olacağını iddia ederek Esad’ı savunmaya geçti. Bu argüman hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu durum Filistin için ne anlama gelir?

Joseph Daher: Evet, kampçılar, bu askeri saldırının “El Kaide ve diğer teröristler” tarafından yönetildiğini ve bunun Suriye rejimine karşı Batı emperyalistlerinin bir komplosu olduğunu, İran ve Hizbullah’ın liderliğindeki sözde “Direniş Ekseni”ni zayıflatmayı amaçladığını iddia ediyorlar. Bu eksenin Filistinlileri desteklediğini iddia ettikleri için, kampçılar Esad’ın düşüşünün bu ekseni zayıflattığını ve dolayısıyla Filistin’in kurtuluş mücadelesini baltaladığını öne sürüyorlar.Bu argüman, yerel Suriyeli aktörlerin herhangi eyleme kapasitesine sahip olabileceğinitamamen görmezden gelmenin yanı sıra, sözde “Direniş Ekseni”ni destekleyenlerin temel problemi, Filistin’in kurtuluşunun, bu devletlerin veya diğer güçlerin gerici ve otoriter yapıları ile neoliberal ekonomik politikalarına bakılmaksızın, yukarıdan geleceğini varsaymalarıdır. Bu strateji geçmişte başarısız oldu ve bugün de başarısız olacaktır. Aslında, Orta Doğu’daki otoriter ve despotik devletler, ister Batı ile müttefik olsun ister ona karşı olsun, Filistinlileri sürekli olarak hayal kırıklığına uğratmış ve hatta baskı altına almıştır.Ayrıca kampçılar, İran ve Suriye’nin ana hedeflerinin Filistin’in kurtuluşu değil, kendi devletlerinin korunması ile ekonomik ve jeopolitik çıkarlarının devam ettirilmesi olduğunu görmezden geliyorlar. Bu çıkarlar her zaman Filistin’in önüne geçer. Özellikle Suriye, Netanyahu’nun az önce alıntıladığım sözlerinde açıkça belirttiği gibi, onlarca yıldır İsrail’e karşı hiçbir şey yapmamıştır.İran, retorik olarak Filistin davasını desteklemiş ve Hamas’a fon sağlamıştır. Ancak 7 Ekim 2023’ten bu yana temel hedefi, gelecekte ABD ile yapılacak siyasi ve ekonomik müzakerelerde en iyi pozisyona gelebilmek için bölgedeki konumunu güçlendirmek olmuştur. İran, siyasi ve güvenlik çıkarlarını garanti altına almak istemekte ve bu nedenle İsrail ile doğrudan bir savaştan kaçınmaya özen göstermektedir.Filistinlilere ilişkin temel jeopolitik hedefi, onları özgürleştirmek değil, özellikle ABD ile ilişkilerinde bir pazarlık unsuru olarak kullanmaktır. Benzer şekilde, İran’ın Nasrallah’ın öldürülmesine, Hizbullah’ın kadrolarının yok edilmesine ve İsrail’in Lübnan’a karşı yürüttüğü acımasız savaşa karşı pasif tepkisi, birinci önceliğinin kendisini ve çıkarlarını korumak olduğunu göstermektedir. İran, bu çıkarları feda etmeye ve kilit devlet dışı müttefikinin savunmasına gelmeye istekli değildi.İran’ın Hamas’a karşı en iyi ihtimalle güvenilmez bir müttefik olduğu da kanıtlanmıştır. Çıkarları örtüşmediğinde Hamas’a sağladığı fonu azaltmıştır. Örneğin, 2011’deki Suriye Devrimi sırasında, Filistin hareketi Suriye rejiminin Suriyeli protestoculara karşı uyguladığı katliamcı baskıyı desteklemeyi reddettiğinde İran, Hamas’a yaptığı mali yardımı kesmiştir.Suriye rejimi söz konusu olduğunda, Filistin’e olan sözde desteği konusunda karşıt argümanlar tartışılmazdır. İsrail’in soykırımcı savaşının geçtiğimiz yıl boyunca Filistin’i savunmak için hiçbir adım atmamıştır. 7 Ekim öncesi ve sonrası İsrail’in Suriye’yi bombalamasına rağmen rejim buna karşılık vermemiştir. Bu, rejimin 1974’ten bu yana önemli ve doğrudan bir İsrail ile çatışmadan kaçınma politikasına uygundur.Buna ek olarak, rejim Suriye’deki Filistinlilere defalarca baskı uygulamıştır. 2011’den bu yana birkaç bin Filistinliyi öldürmüş, Şam’daki Yermuk mülteci kampını harap etmiştir. Ayrıca Filistin ulusal hareketine doğrudan saldırılarda bulunmuştur. Örneğin, 1976’da Hafez Esad, yeni devrilen diktatör Beşar Esad’ın babası, Lübnan’a müdahale ederek solcu Filistin ve Lübnan örgütlerine karşı aşırı sağcı Lübnan partilerini desteklemiştir.1985 ve 1986’da Beyrut’taki Filistin kamplarına askeri operasyonlar düzenlemiş, 1990’da ise yaklaşık 2.500 Filistinli siyasi mahkûm Suriye hapishanelerinde alıkonulmuştur.Bu tarih göz önüne alındığında, Filistin ile dayanışma hareketinin, çıkarlarını Filistin ile dayanışmanın önüne koyan, jeopolitik kazanç için rekabet eden ve ülkelerinin işçilerini ve kaynaklarını sömüren emperyalist ya da yarı-emperyalist devletleri savunması ve onlarla hizalanması bir hatadır. Elbette ABD emperyalizmi, savaş, yağma ve siyasi tahakküm geçmişiyle bölgenin başlıca düşmanı olmaya devam etmektedir.Ancak, gerici bölgesel güçleri ya da Rusya ve Çin gibi diğer emperyalist devletleri Filistin’in veya onunla dayanışma hareketinin müttefiki olarak görmek mantıklı değildir. Bu durumu destekleyecek herhangi bir kanıt bulunmamaktadır. Bir emperyalizmi diğerine tercih etmek, kapitalist sistemin ve halk sınıflarının sömürüsünün istikrarını garanti etmek anlamına gelir. Benzer şekilde, Filistin’i özgürleştirme amacı doğrultusunda otoriter ve despotik rejimleri desteklemek, yalnızca ahlaki açıdan yanlış olmakla kalmaz, aynı zamanda başarısız bir strateji olduğu defalarca kanıtlanmıştır.Bunun yerine, Filistin dayanışma hareketi, Filistin’in kurtuluşunu bölgedeki devletlere değil, halk sınıflarının özgürleşmesine bağlı olarak görmelidir. Bu sınıflar, Filistin ile özdeşleşir ve kendi demokrasi ve eşitlik mücadelelerini, Filistin’in kurtuluş mücadelesiyle sıkı bir şekilde bağlantılı olarak görür. Filistinliler mücadele ettiklerinde, bu genellikle bölgesel özgürleşme hareketini tetikler ve bölgesel hareket, işgal altındaki Filistin’deki harekete geri yansır.Bu mücadeleler diyalektik olarak bağlantılıdır; bunlar, toplu özgürleşme için karşılıklı mücadelelerdir. Aşırı sağcı İsrailli bakan Avigdor Lieberman, 2011’de bölgesel halk ayaklanmalarının İsrail’e oluşturduğu tehlikeyi fark etmişti. Lieberman, Hüsnü Mübarek’i deviren ve ülkede demokratik bir açılım dönemine kapı aralayan Mısır devriminin, İran’dan daha büyük bir tehdit olduğunu söylemişti.Bu, Filistinlilerin ve Lübnanlıların İsrail’in acımasız savaşlarına karşı direnme hakkını reddetmek anlamına gelmez. Ancak Filistinli ve bölgedeki halk sınıflarının birleşik isyanının, yalnızca Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın tamamını dönüştürme, otoriter rejimleri devirme, ABD ve diğer emperyalist güçleri bölgeden çıkarma gücüne sahip olduğunu anlamaktır. Filistin’e ve bölgedeki halk sınıflarına yönelik uluslararası anti-emperyalist dayanışma esastır; çünkü bu kesimler yalnızca İsrail’e ve MENA’nın gerici rejimlerine değil, aynı zamanda onların emperyalist destekçilerine karşı da mücadele etmektedir.Filistin dayanışma hareketinin, özellikle Batı’daki ana görevi, yöneticilerimizin yalnızca İsrail’in ırkçı yerleşimci-sömürgeci apartheid devleti ve Filistinlilere karşı soykırımcı savaşını değil, aynı zamanda İsrail’in Lübnan gibi bölgedeki diğer ülkelere yönelik saldırılarını da desteklemedeki suç ortaklığını kınamaktır. Hareket, bu yöneticilere Tel Aviv ile olan tüm siyasi, ekonomik ve askeri ilişkileri kesmeleri midelerinde baskı yapmalıdır.Bu şekilde dayanışma hareketi, İsrail’e yönelik uluslararası ve bölgesel desteği zayıflatarak Filistinlilerin ve bölgedeki halk sınıflarının özgürleşmesi için alan açabilir. 

Tempest: Suriye’deki isyancıların ilerleyişi, ilerici güçlerin devrimci mücadeleyi yeniden canlandırması ve hem rejime hem de İslami köktendinciliğe alternatif sağlaması için bir alan açabilir mi?

Joseph Daher: Bu soruya kesin cevaplar yok, bundan ziyade sorular var. Rejimin kovulduğu bölgelerde aşağıdan bir mücadele ve öz örgütlenme mümkün olacak mı? Sivil toplum örgütleri (NGO’lar olarak dar anlamda değil, Gramsci’nin anlamında devlet dışında popüler kitle oluşumları) ve demokratik ve ilerici politikalarla alternatif siyasi yapılar kendilerini kurup örgütlenebilecek mi? HTŞ ve SMO’nun güçlerinin genişlemesi, yerel düzeyde örgütlenme için bir alan açacak mı?Bunlar, bana göre açık yanıtları olmayan temel sorular. HTŞ ve SMO’nun geçmişteki politikalarına bakıldığında, demokratik bir alanın gelişmesine cesaret vermedikleri, tam tersine otoriter davrandıkları görülüyor. Bu tür güçlere güvenilmemelidir. Sadece demokratik ve ilerici talepler için mücadele eden halk sınıflarının öz örgütlenmesi, bu alanı yaratacak ve gerçek bir özgürleşme yolunu açacaktır. Bu, savaş yorgunluğundan baskıya, yoksulluktan toplumsal yer değiştirmelere kadar birçok engelin üstesinden gelinmesine bağlı olacaktır.Ana engel geçmişte, şimdi ve gelecekte otoriter aktörler olmuştur ve olacaktır: daha önce rejim, şimdi ise muhalefet güçlerinin büyük bir kısmı, özellikle HTŞ ve SMO. Onların yönetimi ve aralarındaki askeri çatışmalar, demokratik ve ilerici güçlerin geleceğini demokratik bir şekilde belirlemesi için alanı boğmuştur. Rejim kontrolünden kurtarılan alanlarda bile aşağıdan gelen demokratik ve ilerici direniş seferberliği henüz görmüş değiliz. Ve SMO’nun Kürt bölgelerini ele geçirdiği yerlerde, Kürtlerin haklarını ihlal etmiş, onları şiddetle bastırmış ve çok sayıda insanı zorla yerinden etmiştir.Gerçek şu ki, Suriye rejimine ve İslami köktendinci güçlere açıkça karşı çıkabilen bağımsız bir demokratik ve ilerici bloğun ciddi şekilde eksikliği var. Bu bloğun inşası zaman alacaktır. Otokrasiye, sömürüye ve her türlü baskıya karşı mücadeleleri birleştirmesi gerekecek. Demokrasi, eşitlik, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı ve kadınların özgürleşmesi taleplerini yükselterek ülkenin sömürülen ve ezilenleri arasında dayanışmayı inşa etmelidir.Bu tür talepleri ilerletmek için, ilerici blok, sendikalardan feminist örgütlere, (etnik-dini) topluluk örgütlerinden ulusal yapılara kadar halkçı örgütler inşa etmeli ve yeniden inşa etmelidir. Bu, toplumun bütünündeki demokratik ve ilerici aktörler arasında işbirliği gerektirecektir.Bununla birlikte, bir umut var. Başlangıçta temel dinamik askeri olup HTŞ ve SMO tarafından yönlendirilmiş olsa da, son birkaç gün içinde ülke genelinde büyüyen popüler gösteriler ve sokaklara çıkan insanlar gördük. Bu insanlar HTŞ, SMO veya diğer silahlı muhalefet gruplarının emirlerini takip etmiyor. Yukarıda belirtilen çelişkiler ve zorluklarla birlikte, Suriyelilerin aşağıdan sivil halk direnişini yeniden inşa etmeye ve alternatif iktidar yapıları oluşturmaya çalışmaları için bir alan var.Buna ek olarak, en önemli görevlerden biri, ülkenin merkezi etnik bölünmesi, yani Araplar ve Kürtler arasındaki bölünme ile başa çıkmaktır. İlerici güçler, bu bölünmeyi aşmak ve bu nüfuslar arasında dayanışmayı oluşturmak için Arap şovenizmine karşı net bir mücadele yürütmelidir. Bu sorun, 2011’deki Suriye devriminin başlangıcından beri bir meydan okumadır ve halkın gerçekten özgürleşmesi için ilerici bir şekilde ele alınması ve çözülmesi gerekmektedir.Suriye Devrimi’nin demokrasi, sosyal adalet ve eşitlik için olan orijinal hedeflerine dönmeye ve bunu Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını savunan bir şekilde yapmaya yönelik çaresiz bir ihtiyaç vardır. Kürt PYD’si, yaptığı hatalar ve yönetim biçimi nedeniyle eleştirilebilir, ancak Kürtler ve Araplar arasında bu tür bir dayanışmanın önündeki ana engel değildir. Bu engel, başlangıçta Batı ve bölgesel ülkeler tarafından desteklenen ve Suriye Devrimi’ni ilk yıllarında yönlendirmeye çalışan, Arap ağırlıklı Suriye Ulusal Koalisyonu’ndan başlayarak, bugünkü HTŞ ve SMO gibi iki kilit askeri gücün şovenist politikaları olmuştur.Bu bağlamda, ilerici güçler, Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi dahil olmak üzere Suriyeli Araplar ve Kürtler arasında işbirliği peşinde koşmalıdır. Bu özerk yönetim projesi ve siyasi kurumları, Kürt nüfusunun büyük kesimlerini temsil etmektedir ve çeşitli yerel ve dış tehditlere karşı onları korumuştur.Bununla birlikte, bu yapının da hataları vardır ve eleştirilmeden desteklenmemelidir. PYD veKuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi, iktidarına meydan okuyan siyasi aktivistlere ve gruplara karşı güç ve baskı kullanmıştır. Ayrıca sivillerin insan haklarını ihlal ettiği durumlar da olmuştur. Yine de, özellikle kadınların toplumsal hayatta her seviyede daha fazla yer alması, laik yasaların kodifikasyonu ve dini ve etnik azınlıkların daha fazla dahil edilmesi konularında bazı önemli başarılar elde etmiştir. Ancak, sosyo-ekonomik meselelerde kapitalizmle bağlarını koparamamış ve halk sınıflarının şikayetlerini yeterince ele alamamıştır.PYD ve Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’ne yönelik eleştiriler ne olursa olsun, ilerici güçler, onları “şeytan” ya da “ayrılıkçı” bir etno-milliyetçi proje olarak tanımlayan Arap şovenizmini reddetmeli ve karşı çıkmalıdır. Ancak bu tür bağnazlığı reddederken, bazı Batılı anarşistler ve solcuların yaptığı gibi, özerk yönetimi eleştirisiz bir şekilde romantikleştirip, onu aşağıdan yeni bir demokratik güç biçimi olarak yanlış tanıtmaktan da kaçınılmalıdır.Suriyeli Arap demokratlar ve ilericiler ile Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi ve ona bağlı kurumlar arasında halihazırda bir miktar işbirliği yapılmış ve bu işbirliği genişletilmelidir. Ancak her türlü işbirliğinde olduğu gibi, bu da eleştirisiz bir şekilde yapılmamalıdır.Herkese, Esad rejimi ve müttefiklerinin yüz binlerce sivilin kitlesel öldürülmesinden, büyük yıkımlardan, derinleşen yoksullaşmadan ve Suriye’deki mevcut durumdan birinci derecede sorumlu olduğunu hatırlatmak önemlidir. Ancak Suriye devriminin hedefi, HTŞ lideri el-Culani’nin CNN röportajında söylediğinin ötesine geçer. Amaç yalnızca bu rejimi devirmek değil, demokrasi, eşitlik ve ezilen gruplar için tam haklarla karakterize edilen bir toplum inşa etmektir. Aksi takdirde, bir kötülüğü bir başka kötülükle değiştiririz.

Tempest: Rejimin düşmesi bölge ve emperyal güçler üzerinde ne gibi etkiler yaratacak? Uluslararası sol bu durumda nasıl bir tutum almalı?

Joseph Daher: Rejimin düşmesinin ardından HTŞ lideri el-Culani, seçimlerin ardından tam yürütme yetkilerine sahip bir hükümete devredilene kadar Suriye devlet kurumlarının eski rejimin Başbakanı Muhammed Celali tarafından denetleneceğini belirtti ve düzenli bir geçiş sürecini güvence altına alma çabalarını sinyalini verdi. Suriye telekomünikasyon bakanı Eyad el-Hatib, telekomünikasyon ve internetin çalışmaya devam etmesini sağlamak için HTŞ’nin temsilcileriyle işbirliği yapmayı kabul etti.Bu, HTŞ’nin kontrollü bir güç geçişi gerçekleştirmek, yabancı korkuları yatıştırmak, bölgesel ve uluslararası güçlerle temas kurmak ve müzakere edilebilecek meşru bir güç olarak tanınmak istediğini açıkça gösteriyor. Bu tür bir normalleşmenin önündeki bir engel, HTŞ’nin hâlâ terör örgütü olarak tanımlanması ve Suriye’nin yaptırımlara tabi olmasıdır.Ülkede bir istikrarsızlık dönemi beklenmelidir. Örneğin, rejimin düşmesinin ertesi günü Şam’da sokaklarda bir miktar kaos görüldü; merkez bankası yağmalandı.Rejimin düşüşünün bölgesel ve emperyal güçler üzerinde ne gibi etkileri olacağını söylemek hâlâ zor. ABD ve Batı devletleri için ana hedef, kaosun bölgeye yayılmasını önlemek için zararı kontrol altına almaktır. Bölgesel devletler ise mevcut durumdan memnun değiller, çünkü son birkaç yılda rejimle bir normalleşme sürecine girmişlerdi. Türkiye’ye gelince, temel amacı, Suriye’deki gücünü ve etkisini pekiştirmek ve kuzeydoğudaki Kürt liderliğindeki özerk bölgeden kurtulmak olacaktır. Türk dışişleri bakanı, Pazar günü yaptığı açıklamada, Türk devletinin, IŞİD’in ve özellikle “PKK’nin” Şam rejiminin düşüşünden faydalanarak etkisini genişletmemesini sağlamak için Suriye’deki isyancılarla temas halinde olduğunu söyledi. Dikkate alınması gereken bir diğer etki ise İran’ın bölgesel etkisinin ve dolayısıyla Hizbullah’ın Lübnan’daki etkisinin zayıflamasıdır.Ancak farklı güçlerin ortak bir hedefi vardır: Suriye ve bölgede bir tür otoriter istikrar dayatmak. Bu elbette bölgesel ve emperyal güçler arasında bir birlik olduğu anlamına gelmez. Her birinin kendi, çoğu zaman birbirine zıt çıkarları vardır, ancak Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın istikrarsızlaşmasını, özellikle küresel kapitalizmin petrol akışını bozabilecek herhangi bir tür istikrarsızlığı istemezler.Uluslararası sol, rejimin kalıntılarıyla veya yerel, bölgesel ve uluslararası karşı-devrim güçlerine taraf olmamalıdır. Aksine, devrimcilerin siyasi pusulası, aşağıdan gelen halkçı ve ilerici mücadelelerle dayanışma ilkesi olmalıdır. Bu, ilerici ve kapsayıcı bir Suriye için örgütlenen ve mücadele eden grupları ve bireyleri desteklemek ve onları bölgedeki halk sınıflarıyla dayanışma içinde birleştirmek anlamına gelir.Suriye, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da böylesine değişken bir dönemde, romantizmin ve yenilginin ikiz tuzaklarından kaçınmalıyız. Bunun yerine, bölgedeki ve dünyadaki halk güçleri arasında eleştirel, ilerici ve uluslararası dayanışma stratejisi izlemeliyiz. Bu, özellikle bu karmaşık zamanlarda, solun kritik bir görevi ve sorumluluğudur.

 Kaynak: https://tempestmag.org/2024/12/understanding-the-rebellion-in-syria/Çeviri: İmdat Freni     

Tarihsel ve siyasal bir perspektiften 7 Ekim – Gilbert Achcar

Elimizdeki rakamlara göre 7 Ekim’de 36’sı çocuk, 71’i yabancı olan 767 sivil ile 376 asker ve güvenlik görevlisi olmak üzere çoğunluğu İsrailli 1.143 kişi öldürüldü, 250’ye yakın kişi de esir alındı. Aynı gün, İsrail kaynaklarına göre, saldırganlar arasındaki 1.600’den fazla savaşçı olay yerinde öldürüldü ve 200’e yakın kişi tutuklandı. Gazzeli kaynaklara göre 7 Ekim’den bu yana, tahminen %40’ı çocuk olmak üzere 35.000’e yakın Filistinli öldürüldü. Enkaz altında kaldığına inanılan 20.000 kadar kişinin de bunlara eklenmesi gerekiyor. Çoğu ağır, 78.000’e yakın yaralı var. Gazze’de yaşayan 2,4 milyon insanın büyük çoğunluğu yerlerinden edilmiş durumda ve tüm nüfusu, İsrail’in bölgeye giren yardım miktarını ciddi şekilde kısıtlaması nedeniyle giderek artan bir açlık çekiyor. Gazze’deki konutların çoğu, bu yüzyılın kesinlikle en yıkıcı ve muhtemelen nükleer silahlar haricinde yoğunluk (kapsam ve hızın birleşimi) açısından gelmiş geçmiş en yıkıcı bombardıman harekâtında yok edildi. Aslında Hiroşima’ya atılan atom bombası 15 kiloton TNT’lik bir patlamaya sahipken, İsrail silahlı kuvvetleri Gazze’nin 365 km karelik alanına bu tonajın yaklaşık beş katını atmış durumda. Tüm bu rakamların geçici olduğunu ve bu yazının kaleme alındığı sırada her geçen gün arttığını söylemeye gerek yok.

7 EKİM NEYİN DEVAMIYDI?

İsrail’in 7 Ekim saldırısına verdiği ilk tepki, bu saldırıyı sadece bir günde öldürülen en büyük İsrailli katliamı olarak nitelendirmekle kalmayıp, aynı zamanda “Holokost’tan bu yana Yahudilere yönelik en büyük katliam” olarak da tanımlamak oldu. Bunlar tartışmalı ve siyaseten manidar tanımlamalardır. Yine de ikinci tanımlama Batı ülkelerinde bir slogan haline geldi; örneğin Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron 7 Şubat 2024’te, o gün Gazze sınırı yakınlarında öldürülen 42 Fransız vatandaşı için düzenlenen törende 7 Ekim’i “yüzyılımızın en büyük antisemit katliamı” olarak nitelendirdi.

Yukarıda tasvir edilen korkunç bilançoyu göz önünde bulunduran herkes için, 7 Ekim saldırısı ile Nazilerin Yahudilere yönelik katliamı arasındaki örtülü analoji oldukça uygunsuz görünmelidir, çünkü her iki durumda da gerçek güç dengesini ve ezen ve ezilenlerin kimliğini tamamen göz ardı etmektedir. Antisemitizm ve Holokost üzerine çalışan birçok uzmanın ortaklaşa kaleme aldıkları “Holokost Hafızasının Kötüye Kullanımı Üzerine Açık Mektup”ta çok haklı olarak ifade ettikleri gibi:“Yahudi cemaatinde pek çok kişinin 7 Ekim’de yaşananları anlamaya çalışırken Holokost’u ve daha önceki pogromları hatırlaması anlaşılabilir bir durumdur; katliamlar ve sonrasında ortaya çıkan görüntüler, Yahudi tarihinin çok yakın geçmişinden kaynaklanan soykırımcı antisemitizme dair kökleşmiş kolektif hafızayı harekete geçirmiştir. Ancak Holokost’un hatırasına başvurmak, Yahudilerin bugün karşı karşıya kaldığı antisemitizmi anlamamızı engellemekte ve İsrail-Filistin’deki şiddetin nedenlerini tehlikeli bir şekilde yanlış yansıtmaktadır. Nazi soykırımı, küçük bir azınlığa saldıran bir devlet ve onun gönüllü sivil toplumunu içeriyordu ve daha sonra kıta çapında bir soykırıma dönüştü. Gerçekten de, İsrail-Filistin’de yaşanan krizin Nazizm ve Holokost ile karşılaştırılması, hele ki bu karşılaştırmalar siyasi liderler ve kamuoyunu yönlendirebilecek diğer kişilerden geliyorsa, entelektüel ve ahlaki bir hatadır.”

Hamas ile Naziler arasında ne tür benzerlikler tespit edilebilirse edilsin, Hamas ile İsrail’in aşırı sağcı Siyonist hükümeti arasında kesinlikle daha fazla benzerlik var. Likud, faşist bir soyağacına sahip bir parti. Kudüs’teki İbrani Üniversitesi Çağdaş Yahudilik Enstitüsü’nde profesör olan İsrailli Holokost tarihçisi Daniel Blatman’ın İsrail gazetesi Haaretz’de “neo-Nazi” olarak tanımlamaktan çekinmediği bakanları da kapsamaktadır.

7 EKİM’İN BAĞLAMI

BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, 24 Ekim’de yaptığı açıklamada 7 Ekim’in “durduk yere ortaya çıkmadığı” gibi oldukça açık ve sabit bir gerçeği dile getirdiği için İsrail tarafından “terörizmi meşrulaştırmakla” suçlanırken, İsrail’in BM Büyükelçisi Guterres’in istifasını talep etti. 1967 sonrası işgale işaret eden Guterres, “Filistin halkı 56 yıldır boğucu bir işgale maruz tutuluyor. Topraklarının adım adım yerleşim yerleri tarafından ele geçirilmesine ve şiddete şahit oluyor. Ekonomileri yıkılmış, insanlar yerlerinden edilmiş ve evleri yerle bir edilmiş durumda. Siyasi çözüme olan inançları yok olmaya başladı.” Ayrıca şu yorumu yapmıştır: “Filistin halkının sıkıntıları Hamas’ın korkunç saldırılarını haklı gösteremez ve bu korkunç saldırılar Filistin halkının toplu olarak cezalandırılmasını haklı gösteremez.” Buna rağmen, Benjamin Netanyahu’nun siyasi rakibi ve İsrail’in 7 Ekim savaşı sonrası kabinesinin sözde “ılımlı” üyesi Benny Gantz bile, BM Genel Sekreteri’nin “teröre göz yumduğunu” belirterek, “terör savunucularının dünya adına konuşamayacağını” ekledi ve böylece İsrail’in elçisi tarafından ortaya konan talebi zımnen onayladı.

İsrailli yetkililerin bu tepkileri, modern zamanların yaygın ahlakı ve uluslararası hukuku başka bir halkın topraklarının işgalini kınadığından beri, modern zamanlardaki tüm işgalci güçlerin ortak gerçekliği inkâr etmelerinin bir başka örneğiydi. Aslında 7 Ekim sadece “durduk yere ortaya çıkmadı” aynı zamanda özellikle Gazze Şeridi’nde bir noktada şiddetin alevleneceği tamamen öngörülebilirdi. Aralık 2009’da, İsrail’in 2005’te askerlerini geri çekmesinin ve 2007’de Hamas’ın bölgeyi ele geçirmesinin ardından Gazze’ye uyguladığı ablukanın üzerinden iki yıl geçtikten ve İsrail’in bölgeye yönelik ilk büyük bombardımanından (2008-9) birkaç ay sonra Larry Derfner, The Jerusalem Post’ta İsrailli vatandaşlarına haklı sorular yöneltti: “Kendimize sormamız gereken soru şudur: Eğer birisi bize, bizim Gazze’deki insanlara davrandığımız gibi davransaydı, ne yapardık? Sorun, Gazze’deki yaşamı hayal edemiyor olmamız değil. Sorun, bu durumu hayal etmeye çalışmaktan kaçınmamız kararında olmamız. Eğer yaparsak, belki de orada durmayız. Belki de ülkemizin Gazze’yi terk ettiği durumda bizim durumumuzun nasıl olacağını hayal etmeye çalışırız. Ve er ya da geç, orada oldukları gibi bizim burada nasıl yaşadığımızı hayal etmeye çalışabiliriz. Ya da ne yapacağımızı değil, sadece düşüneceğimiz şeyi hayal etmek – insanlar hakkında, savaş bittikten sonra bile iyileşmeye başlamamıza izin vermeyen ve sınırlarımızı kuşatan, yalnızca hayatta kalmamızı sağlayacak kadar malzemeyi içeriye almasına izin veren ve kitlesel salgınları önlemek için yeterli miktarda malzeme sağlar.”

İşin aslı, Hamas’ı temel olarak antisemitizmden ve Nazilerle benzerlik göstermekten ibaret olarak sunmak, 1948’de Siyonistlerin Filistin topraklarını ele geçirmesini İkinci Dünya Savaşı’nın son savaşı olarak sunma stratejisinin, şu anda Arap-İsrail anlatı savaşının yoğun yeni bir bölümünün devamıdır. Bu strateji, Kudüs müftüsü Emin el-Hüseynî figürünün 1945 sonrası suistimal edilmesi ile başladı. Böylece, modern zamanların son kolonyal fethi, Nazizm’e karşı savaşın son cephesi olarak sunulabilir. Bu stratejik söylem, ataları doğrudan suçlu, suç ortağı veya seyirci olan ülkelerin vatandaşları ve Yahudi mültecilere ülkelerinin kapılarını kapatarak Avrupa Yahudilerinin Nazi soykırımına uğramasının suçunu taşıyan ülkelerde çok iyi işliyor. Ancak bu strateji, dünyanın çoğunluğunu oluşturan Küresel Güney’de aynı etkiyi göstermiyor. Onlar Filistinlileri Nazi emperyalizminin devamı olarak değil, uzun ve kanlı bir kolonyal tarihin kurbanlarından biri olarak algılıyorlar.

TARİHTEN KISSALAR

7 Ekim’in ardından, Afrika tarihi uzmanı Fransız dostum Michel Cahen, 1961 yılında Angola’da yaşanan olaylar ile Orta Doğu’da devam eden olaylar arasında çarpıcı bir benzerliğe dikkatimi çekti. 1961 yılında, Afrika kıtasında sömürgecilikten kurtulma yolunda büyük bir ilerleme kaydediliyordu. Angola’da ise komşu Kongo Cumhuriyeti’nin bir önceki yıl Belçika sömürge yönetiminden bağımsızlığını kazanmasının ardından durum farklıydı. Portekiz sömürge yetkilileri, Angolalı bağımsızlık yanlılarına yönelik baskılarını arttırmıştı. Bu durum, katı Portekiz sömürgeciliğine karşı duyulan öfkenin muazzam bir şekilde artmasına neden oldu. Afrika’nın geri kalan sömürge bölgelerinde, sömürgecilik karşıtı silahlı mücadeleler gelişiyordu. Angola da istisna değildi. Sömürgecilik karşıtı hareketlerden biri, lideri Holden Roberto olan Angola Halkları Birliği (UPA) idi. Bu birlik, daha sonra Angola Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLNA) adını alacaktı. 15 Mart 1961’de UPA militanları çok sayıda köylünün de katılımıyla Kongo sınırından kuzey Angola’ya geçti. Birkaçı tüfekli, çoğu palalı dört ila beş bin kişilik ayak takımı kitlesi saldırıya geçti ve yüzlerce beyaz sömürgeciyi erkek, kadın, bebek ve çocuk demeden ve diğer etnik kökenlerden ya da melezlerden oluşan çok daha fazla Angolalıyı tarif edilemez derecede korkunç şekillerde öldürdüler.

Portekiz’in aşırı sağcı diktatörü António de Oliveira Salazar hava kuvvetlerinin yoğun bir şekilde kullanıldığı büyük bir misilleme harekâtı başlattı. Birkaç ay içinde on binlerce siyah öldürüldü, çok sayıda köy yakıldı ve geniş bir coğrafya yerle bir edildi. Burada tarihsel bilginin iki öğesi daha devreye girmektedir. Birincisi, UPA/FLNA, Sovyet destekli Angola’nın Kurtuluşu için Halk Hareketi’nin (MPLA) CIA tarafından desteklenen rakibiydi. Aşırı sağcı Portekiz NATO’nun kurucu üyelerinden biriydi. Bu nedenle, Roberto’nun daha sonra İsveçli bir araştırmacıya açıkladığı gibi: “NATO ve Portekiz ile ilişkiler nedeniyle Batılı ülkelerden yardım alamıyorduk. Hiçbir desteğimiz yoktu. Güvenebileceğimiz küçük destek ise Tunus gibi Afrika ve Arap ülkelerinden geliyordu. Ve bizim için çok önemli olan İsrail’den. İsrail hükümeti o dönemde bize yardım etti.” İkinci olarak, Roberto’yu silahlı mücadeleye teşvik eden Frantz Fanon 1961 tarihli ünlü kitabı Yeryüzünün Lanetlileri’nde “Kendiliğindenliğin Büyüklüğü ve Zayıflığı” başlıklı bölümünde Angola olaylarını şu ifadelerle yorumlamıştır: “Hatırlıyoruz; 15 Mart 1961’de Angola köylüleri iki üç binerlik gruplar halinde Portekiz mevzilerine saldırdı. Köyler ve havalimanları kuşatıldı ve sayısız saldırı yaşandı, ama binlerce Angolalı sömürgecinin makineli tüfekleriyle tarandı. Angola ayaklanmasının liderleri, ülkelerini gerçekten kurtarmak istiyorlarsa farklı taktikler benimsemeleri gerektiğini çok geçmeden kavradılar. Bu yüzden Angola lideri Roberto Holden, öteki kur­tuluş savaşları modelini ve gerilla savaşı tekniklerini kullanarak Angola Ulusal Ordusu’nu yakım zamanlarda yeniden organize etti.”

SONUÇ OLARAK

Bu iki tarihsel kesitten hangisi Hamas önderliğindeki 7 Ekim ve ardından İsrail hükümeti tarafından gerçekleştirilen saldırıya daha çok benzemektedir. Nazi önderliğindeki Yahudi karşıtı saldırı ve ardından aynı Naziler tarafından gerçekleştirilen Avrupalı Yahudilerin yok edilmesi mi? Yoksa UPA önderliğindeki Portekiz karşıtı saldırı ve ardından ABD’nin suç ortaklığıyla Portekiz aşırı sağ hükümeti tarafından gerçekleştirilen saldırı mı? UPA önderliğindeki 15 Mart Angolalıları öncelikle beyaz karşıtı ırkçılıkla mı yoksa Portekiz’in sömürgeci baskısına duydukları nefretle mi motive olmuşlardı? Aynı şekilde, 7 Ekim’de Hamas liderliğindeki Filistinliler öncelikle antisemitizmden mi yoksa İsrail’in sömürgeci baskısına duydukları nefretten mi kaynaklanıyordu? Bu soruların cevapları, Filistin, Arap ya da Müslüman karşıtı ırkçılık ve beyazlaştırılmış İsraillilere duyulan “narsist şefkat” ile körleşmemiş herkes için apaçık olmalıdır.

çeviren: Kıvanç Eliaçık

kaynak: https://www.birgun.net/makale/tarihsel-ve-siyasal-bir-perspektiften-7-ekim-548382

Küresel kriz, çatışmalar ve savaşlar: 21. yüzyılda hangi enternasyonalizm? Pierre Rousset ile söyleşi

“Polikriz” zamanına genel bir bakış

Viento Sur – Kendimizi, savaşların arttığına ve emperyalistler arası çatışmaların şiddetlendiğine
tanık olduğumuz, özelliklerinden biri göreceli jeopolitik kaos olan çok boyutlu bir küresel kriz
bağlamında bulduğumuz açık görünüyor. Bu aşamayı tanımlar mısınız?

Pierre Rousset – “Çok boyutlu küresel kriz”den bahsediyorsunuz (ben gezegensel bir kriz demeyi
tercih ederim). Jeopolitik sorunlara değinmeden önce burada durmanın önemli olduğunu düşünüyorum.
Bu kriz aslında her şeyi üstbelirliyor ve artık eskisi gibi siyaset yapmakla yetinemeyiz. Gerçekten de
uzun zamandır korktuğumuz “devrilme noktasına”, beklediğimizden çok daha hızlı bir şekilde
ulaşıyoruz.
Guardian’ın küresel çevre editörü Jonathan Watts, 9 Nisan tarihli makalesine “Art arda onuncu aylık
sıcaklık rekoru alarmları geliyor ve iklim bilimcilerini endişelendiriyor” başlığını koyarak alarmı verdi.
Gerçekten de, bir iklim uzmanı şöyle diyor: “Anormallik Ağustos ayına kadar istikrara kavuşmazsa,
dünya kendisini bilinmeyen bir bölgede bulacak(…). Bu, küresel ısınmanın iklim sisteminin çalışma
biçimini bilim adamlarının beklediğinden çok daha erken bir zamanda temelden değiştirdiği anlamına
gelebilir.”
Adı geçen uzman, Ağustos ayına kadar bu istikrarın sağlanmasının hâlâ mümkün olduğu yargısına
varıyor, ancak durum ne olursa olsun, iklim krizi zaten günümüzün bir parçası. Biz bunun içindeyiz ve
etkileri halihazırda dramatik biçimde hissediliyor (iklim kaosu).
Karşı karşıya olduğumuz küresel kriz, yalnızca iklimi değil, ekolojinin tüm alanlarını ve bunun sağlık
üzerindeki sonuçlarını (pandemi dahil) etkiliyor. Hakim uluslararası düzen (neoliberal küreselleşmenin
çözümsüz bozuklukları) ve güçlerin jeopolitiği, çatışmaların çoğalması ve dünyanın militarizasyonu,
toplumlarımızın (önceki her şeyin körüklediği genelleştirilmiş güvencesizlik tarafından zayıflatılmış)
tam da toplumsal dokusuyla ilgilidir.
Bütün bu krizlerin ortak noktası nedir? Bunların tamamı veya büyük bir kısmı “beşeri” kökenlidir.
İnsanın doğa üzerindeki etkisi sorunu açıkçası yeni değil. Sera gazı emisyonlarındaki artışın kökeni ise
sanayi devrimine kadar uzanıyor. Ancak bu “genel kriz”, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalizmin
gelişmesi ve ardından kapitalist küreselleşmeyle yakından ilişkilidir. Bizi birden fazla “bilinmeyen
bölgenin” sınırında eşi benzeri görülmemiş bir duruma sürükleyen bir dizi spesifik kriz ile küresel bir
dönüm noktası arasındaki sinerji ile karakterize edilir.
Kısaca açıklamak gerekirse “polikriz” tabirini seviyorum. Kesinlikle biraz kafa karıştırıcı, günlük dile
yabancı ama tekil olarak, birden fazla spesifik krizin birleşiminden kaynaklanan çok yönlü BİR krizden
bahsettiğimizin altını çiziyor. Bu nedenle, basit bir kriz eklemesiyle değil, bunların dinamiklerini
çoğaltan, insan türü (ve canlı türlerinin önemli bir kısmı) için ölümcül bir sarmalı körükleyen
etkileşimleriyle karşı karşıyayız.
Özellikle iğrenç ve açıkçası akıllara durgunluk veren şey, yerleşik güçlerin bugün küresel ısınmayı
biraz olsun sınırlamak için alınmış olan yetersiz önlemleri iptal etmesidir. Bu durum özellikle Fransız
ve İngiliz hükümetleri için geçerlidir. Bu aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri’ndeki büyük
bankalar veya petrol şirketleri için de geçerlidir. Önlemlerin güçlendirilmeleri gerektiği açıkça
ortadayken, hem de şeytani bir şekilde! Çok zenginler kanunlarını dikte ederler. Bu işte hep birlikte
olduğumuzu düşünmüyorlar. Artan sıcaklıkların havadaki çok yüksek nem oranlarıyla birleştiği
gezegenin tüm bölgeleri yaşanmaz hale gelmenin eşiğinde. Ne olursa olsun, havanın hâlâ güzel olduğu
yere gidip yaşayacaklar.
Pandemi çağına girdik. Doğal ortamların tahrip edilmesi, Covid’in amblemi haline geldiği hastalıkların
türler arası bulaşmasına uygun koşulları yarattı. Sibirya’daki sürekli donmuş toprakların erimesi tahmin
ediliyor ve bu erimenin, hiçbir aşı veya tedavi bulunmayan antik bakteri veya virüslerin ortaya
çıkmasına neden olabileceği tahmin ediliyor. Bu alanda aynı zamanda bilinmeyen bölgelere girme
riskiyle karşı karşıyayız: İklim krizi çok boyutlu bir sağlık krizini de beraberinde getiriyor.
Felaket öngörülebilirdi ve öngörülmüştü. Artık büyük petrol şirketlerinin 1950’lerin ortalarında
gelecekteki küresel ısınmayı dikkate değer bir kesinlikle tanımlayan bir çalışma yaptırdığını biliyoruz
(yine de onlarca yıldır gerçeği inkar ediyorlar).
“Çoklu krizin” bin bir yönünü keşfetmeyi henüz bitirmedik, ancak belki de bazı ilk çıkarımları ortaya
çıkarmanın zamanı gelmiştir. Küresel ısınmanın jeopolitik etkisinin en belirgin olduğu yer kutuplar
civarında, özellikle de Kuzey Kutbu’nda. Kuzeye okyanuslar arası bir nakliye rotasının yanı sıra
yeraltının zenginliklerinden yararlanma olanağı da açılıyor. Dünyanın bu bölgesindeki emperyalistler
arası rekabet yeni bir boyut kazanıyor. Çin, Antarktika’ya sınırı olan bir ülke olmadığı için Rusya’nın orada faaliyet göstermesine ihtiyaç duyuyor. Avrasya kıtasının doğusundaki Moskova’ya, Vladivostok
limanının serbest kullanımını sağlayarak batı cephesindeki (Ukrayna) dayanışmasının bedelini
ödetiyor.
Aşağıdaki sorularda değinilmeyen iki konunun küresel jeopolitik açıdan önemini vurgulamak
istiyorum.
Öncelikle Orta Asya. Avrasya kıtasının kalbinde önemli bir yere sahiptir. Vladimir Putin için burası
Rusya’nın ayrıcalıklı nüfuz bölgesinin bir parçası, ancak Pekin için bu, Avrupa’ya giden yeni “İpek
Yolu”nun kara tarafındaki kilit geçitlerden biri. Şu anda dünyanın bu bölgesinde karmaşık bir süreç
devam ediyor, ancak analizlerimize çok az entegre ediliyor.
Ayrıca küresel ısınma, dünya yüzeyinin %70’ini kaplayan, iklim düzenlemesinde belirleyici rol
oynayan, yaşamsal ekosistemleri barındıran ve artan su sıcaklıkları nedeniyle tehdit altında olan
okyanusların önemini bize hatırlatıyor. Okyanus kaynaklarının aşırı kullanımı, bildiğimiz gibi, kara
sınırlarından daha az sorun teşkil etmeyen deniz sınırlarının genişletilmesi gibi önemli bir sorundur.
Küresel bir jeopolitik yansıma, kutupların yanı sıra okyanusları da göz ardı edemez.
Karşı karşıya olduğumuz “çok boyutlu krizin” bir diğer önemli yönü de açıkça kapitalist küreselleşme
ve finansallaşmayla ilgilidir. Malların, yatırımların ve spekülatif sermayenin (ancak insanların değil)
hareket özgürlüğünü garanti altına almak için her zamankinden daha birleşik bir küresel pazarın
oluşmasıyla sonuçlandılar. Bu “mutlu küreselleşmeyi” (büyük mülk sahipleri için) pek çok faktör
sekteye uğrattı: Ticari alışverişlerdeki durgunluk, spekülatif finans ve borçların boyutu, üretim
zincirlerinin uluslararası bölünmesinin tehlikelerini ortaya çıkaran Covid salgını ve üretim zincirlerinin
uluslararası düzeyde bölünmesinin tehlikelerini ortaya çıkaran Batı’nın Çin’e bağımlılığı, Washington
ile Pekin arasındaki ilişkilerin (samimi anlayıştan yüzleşmeye) hızlı değişimine katkıda bulunuyor.
Düşük maliyetli üretimi sağlamak ve kendi ülkelerindeki işçi hareketini kırmak için Çin’i dünyanın
atölyesi haline getirmek isteyen büyük Batılı şirketlerdi. Pekin’in katıldığı Dünya Ticaret Örgütü’nün
(DTÖ) kurallarının genelleştirilmesinde ön sıralarda yer alan Avrupa’dır. Hepsi eski Orta Krallık’ın
kalıcı olarak kendilerine tabi olacağına inanıyordu ve öyle de olabilirdi. Durum böyle değilse, bunun
nedeni, Çin bürokrasisinin tüccar kanadının, halk direnişi kanlı bir şekilde kırıldıktan sonra (1986),
kapitalist mutasyonunu başararak Devlet kapitalizminin özgün bir biçimini doğurmasıdır.
Devlet kapitalizminin Doğu Asya’da, Çin’deki Kuomintang’ın (Guomindang) himayesi altında veya
Tayvan’da, Güney Kore’de uzun bir tarihi vardır… Tarihi itibarıyla Çin’in toplumsal formasyonu açıkça
benzersizdir, ancak oldukça klasik bir şekilde kalkınmayı birleştirir: özel sermaye ve devlet
işletmelerinin kapitalistlere tahsis edilmesi. İki ayrı ekonomik sektörle (temel olarak ikili bir ekonomi)
uğraşmak zorunda değiliz; aslında tüm sektörlerde mevcut olan aile klanlarının yanı sıra çoklu
işbirlikleri yoluyla da yakından bağlantılıdırlar.
Her şeyden önce, Deng Xiaoping’in himayesi altında, kapitalizme dönüşen Çin, ihtiyatlı bir şekilde
emperyalist atılımına başladı ve uzun süredir Asya’ya odaklanmayı başaramayan ABD’ye olan coğrafi
mesafeden faydalanmayı başardı (Afgan fiyaskosunun ardından sadece Joe Biden tarafından kendisine
güvence verilmedi).
Bu noktanın sonunda şunu belirtelim: Ölüm oranının çok yüksek olduğu çocuklardan başlayarak tüm nüfus, tekrarlanan travma sonrası stresle yaşayacak. Yetersiz beslenmenin kurbanı olan en gençlerin asla “normal” bir yaşam hakkı olmayacak.
Diğer sorunlar arasında Filistinlilerin ordu ve paramiliter güçler tarafından desteklenen Yahudi
üstünlüğü yanlısı yerleşimcilerin günlük şiddetine maruz kaldığı Batı Şeria’nın varlığı da yer alıyor.
Hayatta kalan Gazzeliler Mısır üzerinden mi yoksa deniz yoluyla mı sürgüne zorlanacak? Hayatta
kalan Batı Şerialı Filistinliler Ürdün’e sınır dışı edilecek mi? Büyük İsrail projesi başarılı olacak mı?
Uzun sürede Filistin’in sömürgeleştirilmesini görebiliyoruz ama korkunç bir dönüm noktası yaşıyoruz.
Netanyahu (sonu olmayan bir girişim olan Hamas’ın tamamen yok edilmesi dışında) savaş hedeflerini
hiçbir zaman tanımlamadı. Özellikle de durum değişken olduğu için onun adına bunları tanımlamaya
çalışmayacağım.
1 Nisan’da Şam’daki İran konsolosluğunun bombalanması, Netanyahu’nun Filistin sınırlarının ötesine
yaptığı ani uçuşun bir örneğidir. Bu, diplomatik misyonları koruyan Viyana Sözleşmesinin açık bir
ihlalidir. Saldırının hedefi orada bulunan üst düzey Hizbullah liderleriydi ama bu hiçbir şeyi “haklı
çıkarmaz”. Diplomatik misyonlarda her zaman üst düzey subaylar da dahil olmak üzere tercih edilen
“düşmanlar” vardır. İsrailliler bunu çok iyi biliyor; diplomat kılığına giren Mossad ajanları yabancı
ülkelerde birden fazla kişiyi öldürmüş ya da kaçırmıştı. Bu bombalamanın daha fazla protestoya yol
açmaması ilginç ve endişe verici.
Tahran savaş istemiyor ama tepki vermek zorunda. Usturanın ucundayız.
Joe Biden, Siyonizm ile samimi bir şekilde ve kendi yönetimindeki uzmanlara danışmadan İsrail
hükümetine koşulsuz desteğini derhal garanti ederek kendi tuzağını kurdu ve bu ona bir dizi ses getiren
istifaya yol açtı. Artık sürdürülemez olanı destekleyemez ancak İsrail’e silah ve mühimmat tedarikini
de durduramaz. Yanılıyor olabilirim ama onun Arap dünyasındaki diplomatik temasını kaybettiği ve şu
anda Trump’ın bir sonraki başkanlık seçimini kazanması durumunda Japonya ve Filipinler ile savunma
anlaşmalarını korumakla meşgul olduğu izlenimine sahibim.
İran, 13-14 Mart gecesi İsrail’e hava saldırısı düzenledi. İsrail sayımına göre 300’den fazla atış yapıldı:
170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 110 balistik füze. Tahran, ABD tarafından onaylanan
operasyonu duyurdu. Bu silahların İsrail’e ulaşması birkaç saat sürüyor, bu da yol boyunca birçoğunu
vurmak için yeterli zaman bırakıyor. ABD, İngiltere, Fransa ve Ürdün katkıda bulundu. Yine de bir
İsrail askeri üssü vuruldu. Bu operasyonun amacı açıkça siyasiydi, Şam’daki saldırıya tepki olarak
yapılan bir uyarıydı. İran rejimi ilk kez İsrail’e bu şekilde doğrudan saldırıyordu. Tahran, en azından
İsrail’in orada durması durumunda operasyonun devam etmeyeceğini duyurdu. İran’la karşı karşıya
kalan Joe Biden hâlâ Batı ve Arap ülkeleri karşısında bir cepheyi harekete geçirebiliyor. İsrail’in
koruyucularına bağımlılığı doğrulandı.
Enternasyonalist dayanışmamız Filistin halkıyla nasıl bir rol oynamalı?
Her şeyden önce, çok geniş bir birliğin sağlanabileceği mutlak acil durum: derhal ateşkes, Gazze
Şeridi’ne giden tüm erişim yollarından büyük miktarda yardımın girmesi, konvoyların ve insani yardım
çalışanlarının korunması (birçoğu öldürüldü), Rolü vazgeçilmez olan, UNRWA misyonunun yeniden
başlaması. Batı Şeria’daki sömürgeciliğin sona ermesi ve mülksüzleştirilmiş Filistinlilerin haklarının
restorasyonu, İsrailli rehinelerin ve Filistinli siyasi mahkumların serbest bırakılması…
Filistinlilerin silahlı direniş de dahil olmak üzere direniş hakkını “ama”sız savunuyoruz; ancak bu, pek
çok bağımsız kaynağın da doğruladığı gibi, ne Hamas’a siyasi destek anlamına geliyor ne de 7 Ekim’de
savaş suçlarının işlendiğini inkar ediyor. Bu kaynaklar arasında İnsan Hakları için Doktorlar-İsrail
derneği (PHRI); İsrail’in korumayı reddettiği, ancak Hamas’ın defalarca saldırılarına maruz kalan
Negev’deki Bedevi köylüler; hayatlarını Filistinlilerin haklarını savunmaya adayan İsrailli aktivistler…
Hamas bugün Filistin direnişinin ana askeri bileşenidir, ancak özgürleştirici bir proje taşıyor mu?
Desteklediğimiz kurtuluş mücadelesine katılan hareketleri her zaman analiz ettik. Bugün neden farklı
olsun ki?
Enternasyonalistler olarak bizim rolümüz aynı zamanda, ne kadar zayıf olursa olsun, mevcut görevler
ile özgürleştirici bir gelecek arasına bir çizgi çekmektir. Denizle nehir arasındaki bu tarihi topraklarda
yaşayanların bir arada yaşayabileceği bir Filistin ilkesini savunuyoruz (Filistinli mültecilerin geri
dönüşü de dahil). Bu, bölgede derin bir toplumsal çalkantı olmadan gerçekleşmeyecek, ancak bugün
Yahudi ve Arap/Filistinli olmak üzere birlikte hareket eden örgütleri her şeye rağmen destekleyerek bu
perspektife somutluk kazandırabiliriz. Mevcut bağlamda bu Yahudi-Arap dayanışmasını sürdürmeye
devam etmek için herkes büyük riskler alıyor. Onlara dayanışma borçluyuz.
Yahudi-Arap dayanışması aynı zamanda uluslararası seferberliğin gelişmesinin de anahtarlarından
biridir, özellikle de Barış için Yahudi Sesi hareketinin İsrail yanlısı lobilerin propagandasına karşı
koymada ve itiraz alanı açmada çok önemli bir rol oynadığı ABD’de. Çin’in dış politika stratejisini ve Tayvan’la çatışmasını nasıl analiz ediyorsunuz?
Bence Xi Jinping’in önceliği, Çin’in küresel genişlemesi ve konsolidasyonu, ikili sivil ve askeri
kullanım için yüksek teknolojiler alanında ABD ile rekabet ve önemli diplomatik ittifaklar arayışı
(ABD’nin karşısında Aşil topuğu), bu stratejik aşamada değerlendirilen bölgelerde (Güney Pasifik gibi)
kendi nüfuz bölgelerinin geliştirilmesi, askeri havacılık ve uzayın güçlendirilmesi veya gözetleme ve
dezenformasyon. Tayvan’ın işgali gündemde olmayacaktır.
Çin’in genişleme yolları öncekilerden farklı. Zaman değişti. Pekin’in yalnızca Cibuti’de büyük bir
geleneksel askeri üssü var. Ancak giderek artan sayıda ülkeyle limanlarına erişim sağlamak için
anlaşmalar imzalanıyor. Daha da iyisi, onu tamamen veya kısmen ele geçirir ve bu da ona sivil ve
askeri ikili kullanım için geniş bir deniz bağlantı noktaları ağı sağlar. Yurt dışındaki Çin şirketlerinin
güvenlik hizmetleri ordu tarafından sağlanıyor ve bu da ordunun bilgi almasına ve temas kurmasına
olanak sağlıyor.
Çin politikası emperyalist karakterdedir ve bunun aksinin nasıl olabileceğini anlamak zordur. Her
büyük kapitalist güç, yatırımlarının ve iletişimlerinin güvenliğini ve taahhütlerinin siyasi ve mali
karlılığını garanti etmelidir.
Pekin, komşu ülkelerin deniz haklarını dikkate almadan militarize ettiği, büyük bir uluslararası geçiş
bölgesi olan Güney Çin Denizi’nin tamamı üzerinde egemenliğini ilan etti. Balıkçılık kaynaklarına el
koyuyor ve deniz tabanını araştırıyor. Otoriter bir rejim, mümkün olduğunu düşündüğü her yerde
otoriter yöntemleri kullanır. Elbette sözde demokratik emperyalist rejim de aynısını yapabilir…
Suriye, Yemen, Sudan ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki savaş durumlarının uzamasının
yanı sıra, Burma’da da Batı’da çok az konuşulan bir savaş var. Bu çatışmanın şu andaki durumu
hakkında yorum yapabilir misiniz?
Sudan’la ilgili birkaç söz. Bu ülkede, son derece zor koşullar altında, daha iyi bilinmeyi (ve
desteklenmeyi) hak eden zengin bir taban halk direnişi deneyimi var.
Burma ders kitabı vakasıydı. Ordu, 1 Şubat 2021’deki darbe sırasında iktidarda hakimiyetini sağladı.
Ertesi gün ülke, yaygın bir iş bırakma ve büyük bir sivil itaatsizlik hareketi şeklinde muhalefete girdi.
Darbe başarısız oldu, ancak acil uluslararası destek sağlanamadığı için ordu püskürtülemedi. Ordu,
acımasız baskı yoluyla inisiyatifi yavaş yavaş yeniden ele geçirmeyi başardı. Merkez bölgede
başlangıçta barışçıl halk direnişi yer altına inmek, ardından silahlı direnişe geçmek zorundaydı.
Ülkenin dağlık çevre eyaletlerinde faaliyet gösteren silahlı etnik hareketlerin desteğini aradı.
Burma’da yaşananlardan daha geniş bir sivil direniş hareketi hayal etmek zor; ancak silahlı mücadeleye
giriş, meşruiyeti meşru müdafaa kanıtlarına dayandırılan hayati bir zorunluluk olarak ortaya çıktı. Bu,
onun bu çetin sınavdan geçmesine ve yavaş yavaş bağımsız gerillalar şeklinde örgütlenmesine ya da
ordu tarafından feshedilen ve (nihayet) etnik azınlıklara açık olan parlamentonun bir ifadesi olan
Ulusal Birlik Hükümeti’ne bağlı olarak örgütlenmesine olanak sağladı.
Çatışma son derece sert biçimlere büründü; ordu özellikle havacılık üzerinde tekel sahibi oldu. Aynı
zamanda karmaşıktı; her etnik devletin kendine has özellikleri ve siyasi tercihleri ​​vardı. Ancak cunta
yavaş yavaş kontrolü kaybetti. Çin (bir sınır ülkesi) ve Rusya’nın desteğine sahipti, ancak Pekin’e
yatırımlarının güvenliğini ve Hint Okyanusu’na erişim sağlayan bir liman inşasını garanti etme
konusunda yetersiz kaldı. Uluslararası izolasyonu derinleşti ve ASEAN müttefikleri bölündü.
Bugün ordu birçok bölgede güç kaybediyor ve cuntaya karşı muhalefet cephesi genişledi. Burma çok
zengin bir tarihe sahip ama ne yazık ki Batı’da çok az tanınan bir ülke.
Sonuç olarak, ekonomik krizin ağırlaşması ve hem uluslararası hem de bölgesel düzeyde
çatışmaların artması, uluslararası bağlamda enternasyonalist dayanışma politikalarının yeniden
düşünülmesini gerektiren bir dönüm noktasına işaret ediyor gibi görünüyor. 21. yüzyılda
uluslararası çatışmaların evrimine uygun bir enternasyonalizm inşa etmenin yolları nelerdir?
Ana çizginin “kampçılık” ile enternasyonalizm arasındaki karşıtlık olduğu derin bir yeniden yapılanma
var. Analizlerde pek çok farklılığımız olabilir ancak asıl soru, tüm mağdur topluluklarını savunup
savunmadığımızdır. Her güç kendine uygun kurbanları seçer, diğerlerini ise terk eder. Biz bu tür bir
mantığa girmeyi reddediyoruz. Paris ne düşünürse düşünsün Kanaky’deki Kanakların haklarını
savunuyoruz, Suriyeliler ve Suriye halkı Esad klanının amansız diktatörlüğüyle, Ukraynalılar Rus ateşi
altında, Filistinliler ABD bombalarının altında, Porto Rikolular ABD sömürge düzeni altında, Burma
halkı cunta Çin tarafından desteklenirken ezilmekte, Haitililer’in koruma ve sığınma talepleri
“uluslararası toplum tarafından” reddedilmekte.
Jeopolitik kaygılar adına mağdurları terk etmiyoruz. Onların geleceklerine özgürce karar verme
haklarını ve sorun buysa kendi kaderlerini tayin etme haklarını destekliyoruz. Dünyanın her yerinde
“ana düşman” mantığını reddeden ilerici hareketlerin içinde buluyoruz kendimizi. Biz ister Japon-Batı, ister Rus, ister Çin olsun hiçbir büyük gücün kampında değiliz. İşgal, Filistin’de olduğu gibi
Ukrayna’da da suçtur. Dünyanın militarizasyonuyla karşı karşıya kaldığımızda küresel bir savaş karşıtı
harekete ihtiyacımız var. Söylemesi kolay ama yapması çok zor. Bunu yapmak için yerel sınır ötesi
dayanışmaya (Ukrayna-Rusya, Hindistan-Pakistan) güvenebilir miyiz? Yoksa Filistin’le olan muazzam
dayanışma hareketine mi? Nepal’de yeni tanıştığınız gibi sosyal forumlarda mı?
Aynı zamanda iklim meselesini savaş karşıtı hareketler sorununa da entegre etmeliyiz ve buna karşılık
militan çevre hareketleri de, henüz bunu yapmamışlarsa, savaş karşıtı boyutu kendi mücadelelerine
entegre etmekten fayda görebilirler. Aynı şey nükleer silahlar için de geçerli.
Bana öyle geliyor ki Greta Thunberg’in kişiliği “çoklu kriz”in şiddetiyle karşı karşıya kalan genç
nesillerin potansiyelini bünyesinde barındırıyor. Ancak taahhütleri, kesinlikle eksik olmadığı azim ve
zaman içinde harekete geçme becerisi gerektiriyor ki bu da kolay değil. Benim aktivist kuşağım
1960’ların radikalizmi ve Fransa’daki bizler için 68 Mayıs’ın kuruluş deneyimi sayesinde yörüngeye
fırlatılmıştı. Oldukça büyük bir dürtü. Peki ya bugün ? 15 Nisan 2024-06-22 Görüşme Jaime Pastor
Pierre Rousset Yeni Anti Kapitalist Parti üyesi ve IV. Enternasyonal’in yöneticilerinden.
Amsterdam’daki IIRE-IIRF Enstitüsünün kurucu ve yöneticilerinden.

  • Uluslararası jeopolitik durum, yerleşik emperyalizm (ABD) ile yükselen emperyalizm (Çin)
    arasındaki karşılıklı çatışmanın hakimiyetinde olmaya devam ediyor. Elbette büyük ve küçük güçler
    arasındaki büyük küresel oyunun tek oyuncuları onlar değil, ancak başka hiçbirinin iki “süper güç” ile
    karşılaştırılabilecek bir ağırlığı yok.
  • Bu çatışma çok yüksek düzeyde nesnel karşılıklı bağımlılık özelliğine sahiptir. Neoliberal
    küreselleşmenin krizi elbette besbelli ama mirası hâlâ orada. Artık “mutlu küreselleşme” yok ama
    “mutlu (kapitalist) küreselleşmeden uzaklaşma” da yok. Jeopolitik çatışmalar hem bu yapısal kriz
    durumunun bir belirtisidir hem de çelişkilerini vurgulamaktadır. Bir dereceye kadar benzeri
    görülmemiş “meçhul bölgelere” de girdik.
  • Ana “süper güç” olmaya devam eden ABD’nin hegemonyası göreli olarak geriledi. Zayıflayan,
    güvenilir ve etkili müttefiklerin yardımı olmadan dünyayı denetlemeye devam edemezler. Donald
    Trump’ın neden olduğu siyasi ve kurumsal kriz ve bunun kalıcı diplomatik sonuçları (müttefiklerinin
    güven kaybı) nedeniyle zayıfladılar. Ülkenin yaşadığı sanayisizleşmenin boyutları dikkate alındığında
    artık “klasik” emperyalizmin kalmadığını söyleyebiliriz. Joe Biden şu anda bu alandaki durumu
    düzeltmek için önemli mali ve hukuki kaynakları seferber ediyor, ancak bu kolay bir iş değil. Fransa
    gibi bir ülkenin hayati bir acil durum (Covid) karşısında bile sağlık çalışanları için hidroalkolik jel,
    cerrahi maske ve FFP2 önlük üretme konusunda yetersiz olduğunu unutmayın. Ancak bu teknolojinin
    yetersizliğinden değil!
  • Çin bu alanda çok daha iyi bir konumdaydı. Maocu dönemden yerli bir sanayi temeli, Üçüncü Dünya
    için yüksek okuryazarlık oranına sahip bir nüfus ve eğitimli bir işçi sınıfı miras almıştı. Dünyanın bir
    atölyesi haline gelerek yeni bir sanayileşme dalgasını (kısmen bağımlı, ama sadece değil) sağladı. En ileri teknolojilerin üretilmesini sağlamak için önemli kaynaklara yatırım yapılmıştır. Parti-devlet ülkenin ulusal ve uluslararası kalkınmasını organize edebildi (uçakta pilot vardı). Bununla birlikte, Çin rejimi bugün her zamankinden daha şeffaf ve gizlidir. Siyasi-kurumsal krizin ABD emperyalizmini nasıl etkilediğini biliyoruz. Çin’de neler olup bittiğini bilmek çok zor. Ancak ömür boyu başkan olan Xi Jinping yönetimindeki gücün aşırı merkezileşmesi artık yapısal bir kriz faktörü gibi görünüyor.
  • ABD’nin göreli gerilemesi ve Çin’in tamamlanmamış yükselişi, ikincil güçlerin, en azından kendi
    bölgelerinde (Rusya, Türkiye, Brezilya, Suudi Arabistan vb.) önemli bir rol oynayabilecekleri bir alan
    açtı. Dolayısıyla Rusya’nın, Avrupa’nın doğu sınırlarında Çin’e bir dizi oldu bittiler sunmaya devam
    ettiğini düşünüyorum. Birlikte hareket eden Moskova ve Pekin, Avrasya kıtasındaki oyunun büyük
    ölçüde ustalarıydı. Ancak Ukrayna’nın işgali ile Tayvan’a yapılan fiili saldırı arasında bir koordinasyon
    yoktu.

Tam olarak bu bağlamda, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi ve Batılı güçlerin Ukrayna’nın bu durumla yüzleşmesine verdiği desteğin, bu savaşı emperyalistler arası bir savaş haline getirdiğini ve bunun da bizi Zimmerwald’ın (savaştan savaşa) politikasını hatırlamaya yönelttiğini düşünebilir miyiz? cevapla? Yoksa tam tersine, emperyalist güçler tarafından desteklenmesine rağmen Batı solunu Ukrayna halkının Rus işgaline karşı direnişiyle dayanışmaya zorlayan bir ulusal kurtuluş savaşıyla mı karşı karşıyayız?  Zimmerwald’ın politikası ilhaksız barış talep etmekti. Şimdi kendilerini Zimmerwald’ın mirasçıları olarak tanıtanlardan bazıları Ukrayna’nın şu veya bu parçasını Rusya’ya bırakmayı, Ukrayna’dan ayrılmalarını doğrulamak için orada referandumlar düzenlemeyi vb. teklif ediyor, ama devam edelim. Bu soruyu cevaplamanın en basit yolu olayların akışını tekrar gözden geçirmektir. Sınırlarda önemli askeri kaynaklar seferber edilerek, zaman alan ve gözle görülür bir işgal hazırlığı yapılıyor. Bunu yapan Putin’di. O dönemde NATO, Afgan macerasının ardından siyasi bir krizin ortasındaydı ve Avrupa’daki operasyonel kuvvetlerinin büyük kısmı Doğu’ya yeniden konuşlandırılmamıştı. Biden’ın asıl kaygısı Çin’di ve hatta hâlâ Moskova’yı Pekin’e karşı oynatmaya çalışıyordu. Bir işgalin mümkün olduğu konusunda ilk uyarıyı yapan ABD istihbaratı oldu ancak bu uyarı ne Avrupa devletleri ne de Zelinsky’nin kendisi tarafından ciddiye alındı. Batı Avrupa’da çoğumuzun Doğu Avrupalı ​​(özellikle Ukraynalı) yoldaşlarımızla çok az teması vardı ve çoğumuz olayları tamamen jeopolitik terimlerle analiz ettik (asla yapılmaması gereken bir hata), Putin’in Avrupa Birliği’nin NATO içinde Afgan sonrası anlaşmazlıkları kışkırtması için İran üzerinde güçlü bir baskı uygulamaktan memnun olduğunu düşünüyorduk. Eğer durum böyle olsaydı işgalin gerçekleşmemesi gerekirdi çünkü tam tersi bir sonuç doğururdu: NATO’ya anlam kazandırmak ve safların yakınlaşmasına olanak sağlamak. Aynen öyle oldu! Ayrıca Rus işgalinden önce Ukrayna nüfusunun çoğunluğu bağlantısız bir ülkede yaşamak istiyordu. Bugün sadece çok küçük bir azınlık kendi güvenliğini NATO ülkeleriyle yakın ittifak dışında görüyor. Kendi adıma, arkadaşım Adam Novak’ın uyarmasıyla bunun mümkün olduğu hissine işgalden çok kısa bir süre önce ulaşmıştım. Artık çok daha fazlasını biliyoruz: işgal birkaç yıldır planlanıyordu. Bu, II. Yekaterina’yı referans alarak, Stalinist SSCB sınırları içinde Rus İmparatorluğunu yeniden kurmaya yönelik büyük bir projenin parçası. Ukrayna’nın varlığı yalnızca Lenin’in (Putin’in kendi deyimiyle) suçlu olduğu bir anomaliydi ve Rusya’nın safına dönmek zorundaydı. Aslında Ukraynalılar bunu tam kapsamlı işgal olarak adlandırıyor ve 2014’te Donbass, Luhansk ve Kırım’ın yıkılması ve askeri işgalinin işgalin ilk aşamasını oluşturduğuna dikkat çekiyor. “Özel Operasyon” (“savaş” kelimesi yakın zamana kadar yasaktı ve uygulamada da öyle) çok hızlı olacak ve emirlere tabi bir hükümetin kurulacağı Kiev’e kadar devam edecekti. Gafil avlanan Batılı güçler, oldu bittiye ancak boyun eğebildiler ve gafil avlandılar. Washington bile politik olarak ancak gecikmeli olarak tepki gösterdi. Savaş makinesini durma noktasına getiren kum tanesi, hem Putin’in hem de Batı’nın öngöremediği Ukrayna direnişinin boyutuydu. Gerçekten silahlı kuvvetlerle uyumlu, kitlesel bir halk direnişinden söz edebiliriz. Bu, Rusça konuşan pek çok kişinin (ve Moskova’ya bağlı olanlar dışında tüm siyasi yelpazenin) katıldığı ulusal bir direnişti. Bundan şüphe duyanlar için bundan daha güçlü bir kanıt yoktu: Ukrayna gerçekten var. Bahsettiğiniz ikinci senaryodayız. Zaman bu “orijinal” gerçeği ve dayanışma yükümlülüğümüzü silmiyor. Dayanışmanın çifte yükümlülüğü olduğunu eklemek isterim. Ukrayna halkının ulusal direnişiyle ve Zelynsky rejiminin otoriterliğine ve neoliberal politikalara (Avrupa Birliği tarafından savunulmaktadır) karşı bizzat Ukrayna’da işçi ve sendika hakları, örgütlenme ve ifade özgürlükleri için, mücadele etmeye devam eden sol güçlerle birlikte. … Açıkçası Ukrayna, Rusya-Batı güçler çatışmasının sıcak noktası haline geldi. Özellikle ABD’nin silah tedariki olmasaydı Ukraynalılar “cepheleri” tutamazdı. Ancak silah tedariki sürekli olarak Moskova’yı kesin bir şekilde yenilgiye uğratmak için gerekli olanın altında kaldı. Bugüne kadar Rus ordusunun hava kontrolüne karşı çıkılmadı. Ve NATO ülkeleri yeniden bölünmüş durumda, ABD’deki seçim öncesi kriz ise Ukrayna’ya yönelik fonların oylanmasını engelliyor. Derinlemesine savunma inşa etme ve yeniden örgütlenme fırsatına sahip olan Moskova, Kuzey Kore’nin top mermileri ve Hindistan veya Çin’in (petrol ürünlerinin satışı yoluyla) sağladığı fonların yardımıyla Ukrayna’daki askeri gerilimin arkasındaki itici güç olmaya devam ediyor ve oldu bitti politikasını alçakça yapıyor: Ukraynalı çocukların Rusya’ya götürülmesi ve Rus ailelere evlat edinilmesi.  

Eğer öyleyse, direnişi desteklemenin, yarattığı (insani ve maddi) yıkımdan endişe etmeden savaşı uzatmak isteyen Batılı güçlerin (Zelenskiy hükümetinin onayıyla) çıkarlarına hizmet ettiğini düşünenlere ve bu nedenle adil bir barışın savunulmasına yönelik aktif bir politikanın teşvik edilmesinin gerekli olduğunu söyleyenlere ne diyeceğiz?   Ben Ukrayna dayanışmasıyla aktif olarak ilgilenmiyorum. Güncel olaylara karşı Asya dayanışma faaliyetlerimi sürdürüyorum. Kendimi İsrail-Filistin sorununa kaptırdım (bununla yaşamak zor). Bu yüzden dikkatli olmaya devam edeceğim. Bu savaşın yarattığı yıkımın boyutunu hepimiz hissediyoruz; Putin utanmadan sivil halkı hedef alan bir savaş yürüttüğü için bu daha da anlamlı. Dayanılmaz. Ancak bu savaşı uzatan bizim desteğimiz değil, Putin’dir. Sorumluluklar sulandırılmamalıdır. Eğer “adil barış” terimi mevcut cephe hattında süresiz bir ateşkes anlamına geliyorsa, bu, işgal altındaki bölgelerdeki beş milyon Ukraynalıyı zorunlu asimilasyon rejimi altında yaşamaya mahkum etmek ve ayrıca beş milyon Ukraynalıyı da Rusya Federasyonu’na sınır dışı etmek anlamına gelecektir. Dayanışma hareketimizin rolünün her şeyden önce Ukrayna halkının ve bunun içinde Ukrayna toplumsal ve siyasi solunun mücadelesi için en iyi koşulların yaratılmasına katkıda bulunmak olduğunu düşünüyorum. Bir barış anlaşmasının şartlarının ne olacağını belirlemek kesinlikle bize düşmez. Ukrayna solunun, feminist hareketin, sendikaların, Kırım Tatar hareketinin, çevrecilerin (ve diğerlerinin) taleplerine kulak vermemiz ve çağrılarına cevap vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca Rusya’daki solu ve savaş karşıtı hareketleri de dinlememiz gerekiyor. Rus anti-kapitalist solunun çoğu bileşeni, Rusya’nın Ukrayna’daki yenilgisinin, ülkenin demokratikleşmesine ve çeşitli toplumsal hareketlerin ortaya çıkmasına kapı açan tetikleyici olabileceğine inanıyor. Batı solunda Doğu Avrupa’da solun “neredeyse var olmadığını” iddia edenler yanılıyor. Ukraynalılar pahasına kötü bir uzlaşmanın savaşı sonlandırabileceğine inanmak bana tehlikeli görünen bir yanılsama. Bu, Putin’in savaşa girmesinin nedenlerini unutmak anlamına geliyor: Ukrayna’yı tasfiye etmek ve Rusya İmparatorluğu’nun yeniden inşasına devam etmek, ama aynı zamanda ekonomik zenginliğine (tarım dahil) el koymak ve işgal altındaki bölgelerde sömürge niteliğinde bir rejim kurmak. Putinci devlet aygıtı, gizli servislerin (KGB-FSB) adamları tarafından yozlaştırılıyor. Zaten Çeçenistan’dan Orta Asya’ya ve Suriye’ye kadar kendi yerel bölgesine müdahale etti. Uluslararası alanda ancak askeri yetenekleriyle, silah, petrol veya tarım ürünleri satışıyla var olabiliyor… Gücünü bildiğim ve mücadele etmeye devam ettiğim “bizim” emperyalizmlerimize karşı tam bir güvensizliğim var. Bir barış anlaşmasını müzakere etmek veya empoze etmek için asla onlara güvenmeyeceğim. Filistin’de Oslo Anlaşmalarının ne hale geldiğini görün! Yani benim için dayanışma hareketlerinin (ne olursa olsun) “güçlerin mantığına girmesi” söz konusu değil. Başta devletler ve hükümetler (Zelenskiy dahil) karşısında tam bağımsızlıklarını korumalılar. Tekrar ediyorum, hem Ukrayna solunun güçlerini hem de Rusya’daki savaş karşıtı solu dinliyoruz.  

Öte yandan ABD ve AB, Rusya’nın Ukrayna’daki savaşını ve artan uluslararası gerilimi yeniden silahlanma ve askeri harcamaların artırılmasına bahane olarak kullanıyor. “Yeni bir soğuk savaş”tan, hatta nükleer silah kullanımının dışlanmadığı bir dünya savaşı tehdidinden bahsedebilir miyiz? Bu yeniden silahlanma ve bu tehdit karşısında anti-kapitalist solun tutumu ne olmalıdır?  

ABD ve Avrupa Birliği’nin yeniden silahlanmasına ve askeri harcamalarını artırmasına karşıyım. Bununla birlikte konuyu genişletmemiz gerektiğini düşünüyorum. Çin’in (ve hatta Rusya’nın) birçok alanda inisiyatif sahibi olduğu yeni bir silahlanma yarışı sürüyor; mevcut füze kalkanlarını çalışmaz hale getirecek veya donanmanın bir uçak gemisini çok uzaklardan hedef almayı mümkün kılacak süpersonik silahlar da dahil. Bildiğim kadarıyla hiçbir şey gerçekten test edilmedi ve neyin doğru neyin bilim kurgu olduğunu bilmiyorum ama diğer yoldaşlar bu alanda kesinlikle benden daha bilgili. Ancak silahlanma yarışının kendisi büyük bir sorundur. Olağan nedenlerden dolayı (dünyanın militarizasyonu, askeri-endüstriyel kompleksin kamu bütçelerinden fahiş bir pay alması vb.), ama aynı zamanda sürmekte olan savaşlar çağının sonunu daha da acil hale getiren iklim krizi nedeniyle. Silah üretimi ve kullanımı, sera gazı emisyonlarının resmi hesaplamasına dahil edilmiyor. Gerçekliğin korkunç bir inkarı. Nükleer silah kullanma tehdidi Putin tarafından birkaç kez dile getirildi, ancak hiçbir etkisi olmadı (ondan açıklamalarıyla tutarlı olmasını istemiyorum). Nükleer savaş tehdidinin devam eden Ukrayna çatışmasının doğrudan bir sonucu olduğundan şüpheliyim (umarım yanılmıyorum), ancak yine de bunun (maalesef) gerçek bir sorun olduğunu düşünüyorum. Burada da konuyu genişleteceğim. Halihazırda dört adet yerelleştirilmiş nükleer “sıcak nokta” var. Biri Orta Doğu’da bulunuyor: İsrail. Üçü Avrasya’da: Ukrayna, Hindistan-Pakistan, Kore yarımadası. “Aktif” olan yalnızca sonuncusu. Kuzey Kore rejimi, ABD deniz havacılığının konuşlandığı ve yurtdışındaki en büyük ABD üsleri kompleksinin bulunduğu bir bölgede (Japonya’da, özellikle Okinawa adasında) periyodik olarak füze testleri yapıyor ve fırlatıyor. Joe Biden’ın halihazırda Ukrayna, Filistin ve Tayvan’la çok işi var ve dünyanın bu bölgesindeki (Çin de dahil) durum daha da kötüleşmeden iyi iş çıkarabilir; bu durum Trump’ın büyük ölçüde sorumlu olduğu bir durum, aynı zamanda da Kuzey Kore kalıtsal hanedanının son evladının da. Küçük sorun: Kuzey Kore nükleer füzesinin Güney’in başkenti Seul’e ulaşması yirmi dakika sürüyor. Bu koşullar altında nükleer silahları ilk kullanan taraf olmama taahhüdünün uygulanması zorlaşmaktadır. Fransa, kamuoyunu “taktik” bir nükleer bombanın olası kullanımına siyasi olarak hazırlayan ülkelerden biridir. Bu önemsizleştirme girişimine şiddetle karşı çıkmalıyız. Ne yazık ki, bir tür ulusal siyasi fikir birliği mevcut; bu, “bizim” nükleer cephaneliğimizi, sol kesim de dahil olmak üzere ve hatta onun kaldırılmasından yana olduğumuzda bile siyasi anlaşmalar yapmak için bir prensip meselesi haline getirmediğimiz anlamına geliyor. Yeniden silahlanma sorunu, yeni silahlanma yarışı ve nükleer enerji, sınırların her iki tarafındaki savaş karşıtı hareketlerin faaliyetlerinin mutlaka bir parçası olmalıdır. Dolayısıyla, 1947’de Hindistan’ın bölünmesine eşlik eden toplumlararası korkunç şiddete rağmen, Pakistan ve Hindistan solu silahsızlanma için ortak kampanya yürüttü. “Yeni bir soğuk savaş”tan bahsedebilir miyiz? O zamanlar bu formülü oldukça Avrupa merkezli buluyordum. Asya’da savaş çok şiddetliydi (ABD’nin Vietnam’daki gerilimi). Bugün Rusya’nın Ukrayna’daki savaşı sırasında ne söylenebilir? Basında, bir tartışmada kullanıldığını anlıyorum ama iki ana nedenden dolayı kullanmamamız gerektiğini düşünüyorum: • Analizi jeopolitiğe çok sınırlı bir yaklaşıma indirger. Savaş aslında büyük güçler arasında doğrudan bir çatışma olmadığı için “soğuk”. Bu engellemez ancak “sıcak” çatışmaların somut bir analizine katkıda bulunmaz. • Genel olarak tarihsel benzetmelere pek sıcak bakmıyorum: “…’de miyiz?”. Biz asla “içinde…” değiliz, şu andayız. Tarihin bugünü açıklamaya, bugünün de geçmişi yeniden ziyaret etmeye yardımcı olduğunu biliyorum, ancak “yeni soğuk savaş” ifadesi benim isteksizliğimi açıkça gösteriyor. “Birinci” Soğuk Savaş, “Batı bloğunu” “Doğu bloğu” ile karşı karşıya getirdi. O zamanlar Sovyet bloğu ve Çin’in kapitalist dünya pazarıyla yalnızca sınırlı ekonomik ilişkileri vardı. Devrimci dinamik devam etti (Vietnam…). Bugün kapitalist dünya pazarı evrenselleşmiştir. Küreselleşme oradan geçti. Çin onun temel direklerinden biri haline geldi. Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Avrupa ülkeleri arasındaki ekonomik karşılıklı bağımlılık yakındır. Bu faktörü tamamen hesaba katmadan Çin-ABD çatışmasının karmaşıklığını anlayamayız. Dolayısıyla neden sonrasına eklemek için eski bir formüle başvuruyoruz: ama elbette her şey farklı. Yeni Soğuk Savaş temasının her iki taraftaki kampçılara da yakıştığını söyleyebilirim. Moskova ve Pekin’e desteklerini haklı çıkarmak isteyen kampçılara. Veya otokratlara karşı Demokrasi ve Batı Değerlerinden yana olmak isteyenlere. Bitirmek için küçük bir kontrpuan: Biden geçmişte kalmış bir adam. Çeşitli büyük krizler sayesinde nükleer tehditleri müzakere etmeyi öğrendi. Bu deneyim bugün hâlâ onun için yararlı olabilir.

İsrail Devleti’nin Gazze’de yürüttüğü imha savaşına gelince, bu savaşın sonuçları nelerdir? ABD, son zamanlarda BM Güvenlik Konseyi’nde çekimser kalmasına rağmen neden İsrail’i desteklemeye devam ediyor?     Bu savaşın bahsi nedir? Gazzelilerin hayatta kalması. Bu konularda (nüfusların yok edilmesi) uzman birinin bana çok adil gelen bir formülü vardı. “Yoğunluğu” bakımından bu kadar ciddi bir durumu hiç görmemişti. Diğer durumlarda çok sayıda insan öldü, ancak Gazze benzeri görülmemiş yoğunlukta çok yönlü bir saldırının altında küçük bir bölge. Bombalamalar dursa ve toplu yardım gelse bile ölümler zamanla devam edecek. Ölüm oranının çok yüksek olduğu çocuklardan başlayarak tüm nüfus, tekrarlanan travma sonrası stresle yaşayacak. Yetersiz beslenmenin kurbanı olan en gençlerin asla “normal” bir yaşam hakkı olmayacak. Diğer sorunlar arasında Filistinlilerin ordu ve paramiliter güçler tarafından desteklenen Yahudi üstünlüğü yanlısı yerleşimcilerin günlük şiddetine maruz kaldığı Batı Şeria’nın varlığı da yer alıyor. Hayatta kalan Gazzeliler Mısır üzerinden mi yoksa deniz yoluyla mı sürgüne zorlanacak? Hayatta kalan Batı Şerialı Filistinliler Ürdün’e sınır dışı edilecek mi? Büyük İsrail projesi başarılı olacak mı? Uzun sürede Filistin’in sömürgeleştirilmesini görebiliyoruz ama korkunç bir dönüm noktası yaşıyoruz. Netanyahu (sonu olmayan bir girişim olan Hamas’ın tamamen yok edilmesi dışında) savaş hedeflerini hiçbir zaman tanımlamadı. Özellikle de durum değişken olduğu için onun adına bunları tanımlamaya çalışmayacağım. 1 Nisan’da Şam’daki İran konsolosluğunun bombalanması, Netanyahu’nun Filistin sınırlarının ötesine yaptığı ani uçuşun bir örneğidir. Bu, diplomatik misyonları koruyan Viyana Sözleşmesinin açık bir ihlalidir. Saldırının hedefi orada bulunan üst düzey Hizbullah liderleriydi ama bu hiçbir şeyi “haklı çıkarmaz”. Diplomatik misyonlarda her zaman üst düzey subaylar da dahil olmak üzere tercih edilen “düşmanlar” vardır. İsrailliler bunu çok iyi biliyor; diplomat kılığına giren Mossad ajanları yabancı ülkelerde birden fazla kişiyi öldürmüş ya da kaçırmıştı. Bu bombalamanın daha fazla protestoya yol açmaması ilginç ve endişe verici. Tahran savaş istemiyor ama tepki vermek zorunda. Usturanın ucundayız. Joe Biden, Siyonizm ile samimi bir şekilde ve kendi yönetimindeki uzmanlara danışmadan İsrail hükümetine koşulsuz desteğini derhal garanti ederek kendi tuzağını kurdu ve bu ona bir dizi ses getiren istifaya yol açtı. Artık sürdürülemez olanı destekleyemez ancak İsrail’e silah ve mühimmat tedarikini de durduramaz. Yanılıyor olabilirim ama onun Arap dünyasındaki diplomatik temasını kaybettiği ve şu anda Trump’ın bir sonraki başkanlık seçimini kazanması durumunda Japonya ve Filipinler ile savunma anlaşmalarını korumakla meşgul olduğu izlenimine sahibim. İran, 13-14 Mart gecesi İsrail’e hava saldırısı düzenledi. İsrail sayımına göre 300’den fazla atış yapıldı: 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 110 balistik füze. Tahran, ABD tarafından onaylanan operasyonu duyurdu. Bu silahların İsrail’e ulaşması birkaç saat sürüyor, bu da yol boyunca birçoğunu vurmak için yeterli zaman bırakıyor. ABD, İngiltere, Fransa ve Ürdün katkıda bulundu. Yine de bir İsrail askeri üssü vuruldu. Bu operasyonun amacı açıkça siyasiydi, Şam’daki saldırıya tepki olarak yapılan bir uyarıydı. İran rejimi ilk kez İsrail’e bu şekilde doğrudan saldırıyordu. Tahran, en azından İsrail’in orada durması durumunda operasyonun devam etmeyeceğini duyurdu. İran’la karşı karşıya kalan Joe Biden hâlâ Batı ve Arap ülkeleri karşısında bir cepheyi harekete geçirebiliyor. İsrail’in koruyucularına bağımlılığı doğrulandı.  

Enternasyonalist dayanışmamız Filistin halkıyla nasıl bir rol oynamalı?

Her şeyden önce, çok geniş bir birliğin sağlanabileceği mutlak acil durum: derhal ateşkes, Gazze Şeridi’ne giden tüm erişim yollarından büyük miktarda yardımın girmesi, konvoyların ve insani yardım çalışanlarının korunması (birçoğu öldürüldü), Rolü vazgeçilmez olan, UNRWA misyonunun yeniden başlaması. Batı Şeria’daki sömürgeciliğin sona ermesi ve mülksüzleştirilmiş Filistinlilerin haklarının restorasyonu, İsrailli rehinelerin ve Filistinli siyasi mahkumların serbest bırakılması… Filistinlilerin silahlı direniş de dahil olmak üzere direniş hakkını “ama”sız savunuyoruz; ancak bu, pek çok bağımsız kaynağın da doğruladığı gibi, ne Hamas’a siyasi destek anlamına geliyor ne de 7 Ekim’de savaş suçlarının işlendiğini inkar ediyor. Bu kaynaklar arasında İnsan Hakları için Doktorlar-İsrail derneği (PHRI); İsrail’in korumayı reddettiği, ancak Hamas’ın defalarca saldırılarına maruz kalan Negev’deki Bedevi köylüler; hayatlarını Filistinlilerin haklarını savunmaya adayan İsrailli aktivistler… Hamas bugün Filistin direnişinin ana askeri bileşenidir, ancak özgürleştirici bir proje taşıyor mu? Desteklediğimiz kurtuluş mücadelesine katılan hareketleri her zaman analiz ettik. Bugün neden farklı olsun ki? Enternasyonalistler olarak bizim rolümüz aynı zamanda, ne kadar zayıf olursa olsun, mevcut görevler ile özgürleştirici bir gelecek arasına bir çizgi çekmektir. Denizle nehir arasındaki bu tarihi topraklarda yaşayanların bir arada yaşayabileceği bir Filistin ilkesini savunuyoruz (Filistinli mültecilerin geri dönüşü de dahil). Bu, bölgede derin bir toplumsal çalkantı olmadan gerçekleşmeyecek, ancak bugün Yahudi ve Arap/Filistinli olmak üzere birlikte hareket eden örgütleri her şeye rağmen destekleyerek bu perspektife somutluk kazandırabiliriz. Mevcut bağlamda bu Yahudi-Arap dayanışmasını sürdürmeye devam etmek için herkes büyük riskler alıyor. Onlara dayanışma borçluyuz. Yahudi-Arap dayanışması aynı zamanda uluslararası seferberliğin gelişmesinin de anahtarlarından biridir, özellikle de Barış için Yahudi Sesi hareketinin İsrail yanlısı lobilerin propagandasına karşı koymada ve itiraz alanı açmada çok önemli bir rol oynadığı ABD’de.

Çin’in dış politika stratejisini ve Tayvan’la çatışmasını nasıl analiz ediyorsunuz?

Bence Xi Jinping’in önceliği, Çin’in küresel genişlemesi ve konsolidasyonu, ikili sivil ve askeri kullanım için yüksek teknolojiler alanında ABD ile rekabet ve önemli diplomatik ittifaklar arayışı (ABD’nin karşısında Aşil topuğu), bu stratejik aşamada değerlendirilen bölgelerde (Güney Pasifik gibi) kendi nüfuz bölgelerinin geliştirilmesi, askeri havacılık ve uzayın güçlendirilmesi veya gözetleme ve dezenformasyon. Tayvan’ın işgali gündemde olmayacaktır. Çin’in genişleme yolları öncekilerden farklı. Zaman değişti. Pekin’in yalnızca Cibuti’de büyük bir geleneksel askeri üssü var. Ancak giderek artan sayıda ülkeyle limanlarına erişim sağlamak için anlaşmalar imzalanıyor. Daha da iyisi, onu tamamen veya kısmen ele geçirir ve bu da ona sivil ve askeri ikili kullanım için geniş bir deniz bağlantı noktaları ağı sağlar. Yurt dışındaki Çin şirketlerinin güvenlik hizmetleri ordu tarafından sağlanıyor ve bu da ordunun bilgi almasına ve temas kurmasına olanak sağlıyor. Çin politikası emperyalist karakterdedir ve bunun aksinin nasıl olabileceğini anlamak zordur. Her büyük kapitalist güç, yatırımlarının ve iletişimlerinin güvenliğini ve taahhütlerinin siyasi ve mali karlılığını garanti etmelidir. Pekin, komşu ülkelerin deniz haklarını dikkate almadan militarize ettiği, büyük bir uluslararası geçiş bölgesi olan Güney Çin Denizi’nin tamamı üzerinde egemenliğini ilan etti. Balıkçılık kaynaklarına el koyuyor ve deniz tabanını araştırıyor. Otoriter bir rejim, mümkün olduğunu düşündüğü her yerde otoriter yöntemleri kullanır. Elbette sözde demokratik emperyalist rejim de aynısını yapabilir…  

Suriye, Yemen, Sudan ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki savaş durumlarının uzamasının yanı sıra, Burma’da da Batı’da çok az konuşulan bir savaş var. Bu çatışmanın şu andaki durumu hakkında yorum yapabilir misiniz? Sudan’la ilgili birkaç söz. Bu ülkede, son derece zor koşullar altında, daha iyi bilinmeyi (ve desteklenmeyi) hak eden zengin bir taban halk direnişi deneyimi var. Burma ders kitabı vakasıydı. Ordu, 1 Şubat 2021’deki darbe sırasında iktidarda hakimiyetini sağladı. Ertesi gün ülke, yaygın bir iş bırakma ve büyük bir sivil itaatsizlik hareketi şeklinde muhalefete girdi. Darbe başarısız oldu, ancak acil uluslararası destek sağlanamadığı için ordu püskürtülemedi. Ordu, acımasız baskı yoluyla inisiyatifi yavaş yavaş yeniden ele geçirmeyi başardı. Merkez bölgede başlangıçta barışçıl halk direnişi yer altına inmek, ardından silahlı direnişe geçmek zorundaydı. Ülkenin dağlık çevre eyaletlerinde faaliyet gösteren silahlı etnik hareketlerin desteğini aradı. Burma’da yaşananlardan daha geniş bir sivil direniş hareketi hayal etmek zor; ancak silahlı mücadeleye giriş, meşruiyeti meşru müdafaa kanıtlarına dayandırılan hayati bir zorunluluk olarak ortaya çıktı. Bu, onun bu çetin sınavdan geçmesine ve yavaş yavaş bağımsız gerillalar şeklinde örgütlenmesine ya da ordu tarafından feshedilen ve (nihayet) etnik azınlıklara açık olan parlamentonun bir ifadesi olan Ulusal Birlik Hükümeti’ne bağlı olarak örgütlenmesine olanak sağladı. Çatışma son derece sert biçimlere büründü; ordu özellikle havacılık üzerinde tekel sahibi oldu. Aynı zamanda karmaşıktı; her etnik devletin kendine has özellikleri ve siyasi tercihleri ​​vardı. Ancak cunta yavaş yavaş kontrolü kaybetti. Çin (bir sınır ülkesi) ve Rusya’nın desteğine sahipti, ancak Pekin’e yatırımlarının güvenliğini ve Hint Okyanusu’na erişim sağlayan bir liman inşasını garanti etme konusunda yetersiz kaldı. Uluslararası izolasyonu derinleşti ve ASEAN müttefikleri bölündü. Bugün ordu birçok bölgede güç kaybediyor ve cuntaya karşı muhalefet cephesi genişledi. Burma çok zengin bir tarihe sahip ama ne yazık ki Batı’da çok az tanınan bir ülke.  

Sonuç olarak, ekonomik krizin ağırlaşması ve hem uluslararası hem de bölgesel düzeyde çatışmaların artması, uluslararası bağlamda enternasyonalist dayanışma politikalarının yeniden düşünülmesini gerektiren bir dönüm noktasına işaret ediyor gibi görünüyor. 21. yüzyılda uluslararası çatışmaların evrimine uygun bir enternasyonalizm inşa etmenin yolları nelerdir?

Ana çizginin “kampçılık” ile enternasyonalizm arasındaki karşıtlık olduğu derin bir yeniden yapılanma var. Analizlerde pek çok farklılığımız olabilir ancak asıl soru, tüm mağdur topluluklarını savunup savunmadığımızdır. Her güç kendine uygun kurbanları seçer, diğerlerini ise terk eder. Biz bu tür bir mantığa girmeyi reddediyoruz. Paris ne düşünürse düşünsün Kanaky’deki Kanakların haklarını savunuyoruz, Suriyeliler ve Suriye halkı Esad klanının amansız diktatörlüğüyle, Ukraynalılar Rus ateşi altında, Filistinliler ABD bombalarının altında, Porto Rikolular ABD sömürge düzeni altında, Burma halkı cunta Çin tarafından desteklenirken ezilmekte, Haitililer’in koruma ve sığınma talepleri “uluslararası toplum tarafından” reddedilmekte. Jeopolitik kaygılar adına mağdurları terk etmiyoruz. Onların geleceklerine özgürce karar verme haklarını ve sorun buysa kendi kaderlerini tayin etme haklarını destekliyoruz. Dünyanın her yerinde “ana düşman” mantığını reddeden ilerici hareketlerin içinde buluyoruz kendimizi. Biz ister Japon-Batı, ister Rus, ister Çin olsun hiçbir büyük gücün kampında değiliz. İşgal, Filistin’de olduğu gibi Ukrayna’da da suçtur. Dünyanın militarizasyonuyla karşı karşıya kaldığımızda küresel bir savaş karşıtı harekete ihtiyacımız var. Söylemesi kolay ama yapması çok zor. Bunu yapmak için yerel sınır ötesi dayanışmaya (Ukrayna-Rusya, Hindistan-Pakistan) güvenebilir miyiz? Yoksa Filistin’le olan muazzam dayanışma hareketine mi? Nepal’de yeni tanıştığınız gibi sosyal forumlarda mı? Aynı zamanda iklim meselesini savaş karşıtı hareketler sorununa da entegre etmeliyiz ve buna karşılık militan çevre hareketleri de, henüz bunu yapmamışlarsa, savaş karşıtı boyutu kendi mücadelelerine entegre etmekten fayda görebilirler. Aynı şey nükleer silahlar için de geçerli. Bana öyle geliyor ki Greta Thunberg’in kişiliği “çoklu kriz”in şiddetiyle karşı karşıya kalan genç nesillerin potansiyelini bünyesinde barındırıyor. Ancak taahhütleri, kesinlikle eksik olmadığı azim ve zaman içinde harekete geçme becerisi gerektiriyor ki bu da kolay değil. Benim aktivist kuşağım 1960’ların radikalizmi ve Fransa’daki bizler için 68 Mayıs’ın kuruluş deneyimi sayesinde yörüngeye fırlatılmıştı. Oldukça büyük bir dürtü. Peki ya bugün ?     15 Nisan 2024-06-22 Görüşme Jaime Pastor   Pierre Rousset Yeni Anti Kapitalist Parti üyesi ve IV. Enternasyonal’in yöneticilerinden. Amsterdam’daki  IIRE-IIRF Enstitüsünün kurucu v eyöneticilerinden.

1970’li yıllarda karanfiller ülkesinde yaşayan genç bir enternasyonalist: Christian Tresso

 Kişisel ve politik nedenlerle 1974-75 yıllarını devrimci Portekiz’de geçiren bir militanın anılarını yayınlıyoruz.  

***

Devrimci bir militan olmak 68 Mayıs-Haziran barikatlarına katılacak yaşta olmayan gençlerin henüz ergenlik çağındayken devrimci mücadeleye katılmaya karar vermesi alışılmadık bir durum değildi. Bu nedenle benim durumum istisnai bir durum değildi. Bir anarşist sempatizanı olarak CRS’den (çevik kuvvet ç.) “FNL kazanacak! » (Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi) ve “Vietnam’da Barış!” değil » Kasım 1969’da Vietnam halkının mücadelesiyle dayanışma amacıyla yasaklanan bir gösteri sırasında ilk cop darbelerimi almıştım. 1970 yılında Ligue Communiste’e katılmaya karar verdiğimde 15 yaşındaydım. Aktivizmim, B52’lerin attığı bombaların altında ezilen Çinhindi halklarının kahramanca direnişiyle, Latin Amerika’daki cesur mücadelelerle, dayanılmaz Pompidou düzenine karşı mücadeleyle beslendi. 1973 yılı, orduya katılmanın ertelenmesini ortadan kaldıran Debré Yasasına karşı muazzam lise seferberliklerinin yılıydı (22 Mart 1973’te Paris’te 200.000 gösterici ve 2 Nisan’da 200.000’i Paris’te olmak üzere 236 şehirde 500.000’den fazla genç yürüdü).  İşte o yıl lisans eğitimimin ardından sosyoloji ve siyaset bilimi eğitimime yaşadığım taşra kasabasında devam etmeye karar verdim.

Ancak 1973 yılı aynı zamanda Şili’de yaşanan korkunç trajedinin ve Halkın Birliği umutlarının kanlı bir şekilde yıkıldığı yıldı. Hayatın tesadüfleri  beni, partnerim olan Portekizli genç bir kadın da dahil olmak üzere diğer öğrencilerle birlikte bir evde  yaşamaya zorladı. Anti-faşist muhalefette yer alan bir avukatın kızıydı. 1964’teki Brezilya askeri darbesinin sonuçlarından kaçmak için ailesiyle birlikte 1959’dan beri Brezilya’da, 1965’ten beri de Cezayir’de yaşıyordu. Çoğu zaman hayal bile edemediğimiz bir şekilde Portekiz’e bir geziden konuşuyorduk.. Diktatörlük 48 yıldır yürürlükteydi. Ancak 16 Mart 1974’te ordu birlikleri Lizbon’a doğru ilerledi. Başarısız olurlar ve 200 asker tutuklanır. Bu, rejimin zayıflığının çok açık bir göstergesiydi… Bir buçuk ay sonra, 25 Nisan’da Silahlı Kuvvetler Hareketi askerleri, Avrupa topraklarındaki en eski diktatörlüğe son verdi. Birkaç gün sonra Lizbon’daydık ve partnerimin babası Manuel Sertório ile tanıştık; bu anti-faşist savaşçı, büyük bir dürüstlüğe ve örnek teşkil edecek bir inanç gücüne sahipti ve beni dostluğuyla onurlandırmıştı.  

Bedeli ağır bir şekilde kazanılmış özgürlüğün esintisi

2024’te, Lizbon’un 50 yıl önceki atmosferini anlatmak oldukça zor! Karanfillerle süslenmiş tüfeklerini sallayan askerlerin görüntüleri, yüzbinlerce insanın gösterilerde sevinç duyması. Şili trajedisinden yedi ay sonra büyük bir kalabalığın sosyalizm ve özgürlük çağrısıyla büyük bir sevinçle yürüdüğünü unutmamalıyız. Baskı güçlerinin ortadan kalkması karşısında duyulan inanılmaz özgürlük hissi. Artık polis yok, ceza da yok. Devrim dönemlerinde zihniyetlerin değişme hızı etkileyicidir. Bu heyecan verici ortamda, 1974 yılının Temmuz ayının başında gerzçekleştirdiğimiz, bu devrimci sürece katılmak için Lizbon’a gelip yerleşmeye karar verdik. Bu güzel şehir bayramdaydı. Baskı, korku, keyfilik ve neredeyse yarım asırlık dayanılmaz diktatörlük artık geride kalmıştı. Her yerde siyasi tartışmalar, meydanlarda konuşmalar, her şeyin çok hızlı gerçekleştiği izlenimi veriyordu. 1961’den bu yana süren sömürge savaşlarına bir son verilmesini hayal etmek nihayet mümkün oldu. Sansürün olmadığı, sendikaların, partilerin, gazetelerin inşasını öngören uğursuz siyasi polis PIDE’nin işkencecilerinin olmadığı bir gelecek hayal ediliyordu. Mantık bana IV. Enternasyonal’in Portekiz bölümü olan LCI’ya (Liga Comunista Internacionalista) katılmamı emretti.

Aralık 1973’te kurulmuş küçük bir organizasyondu. En tanınmış kişisi doktor João Cabral Fernandes’ti (1946 -). Tanınmış bir entelektüel olacak genç Francisco Louça’nın (1956-) canlı zekasından ve karizmasından çok etkilendim. “Tarih boynumuzu ısırıyordu” ve hiçbir şey iyimserliğimizi azaltacak gibi görünmüyordu. Polis ve jandarma görünmezdi ve silahlı askerlerin halkla dostluk kurması heyecan vericiydi. Sokaktaki sürekli tartışmaların görüntüsü rahatlatıcı olsa da, MRPP’nin (Proletarya Partisinin Yeniden Örgütlenmesi Hareketi) Maoistlerinin inanılmaz propaganda kapasitesinin hemen ilgimi çektiğini itiraf etmeliyim. PCP’yi (sosyal faşizm) ve Sovyetler Birliği’ni (sosyal emperyalizm) ana düşmanlar olarak suçlayan çok renkli posterlerin ve şehrin her yerindeki büyük boy afişlerin (sadece Lizbon’u tanıyordum) sefahati, bu örgütün önemli mali kaynaklara sahip olduğu anlamına geliyordu. Küçük LCI büyük bir tesis edinmeyi başarmıştı! Aşırı sol örgütler, sürgüne gitmekte acele eden diktatörlük sempatizanlarının terk ettiği evleri ve binaları “kamulaştırdı”. Şehir merkezinde, Rua de Palma 268 numarada bulunan, iki palmiye ağacıyla çevrili, dört katlı güzel bir evdi. Sahibinin, 1936’da kurulan faşist bir örgüt olan Portekiz Lejyonunun bir üyesi olduğu ve kaçtığı yönünde söylentiler vardı. Portekiz Lejyonu, Estado Novo‘nun ideolojisine göre amacı “manevi mirası savunmak” ve “komünist ve anarşist tehdide karşı savaşmak” olan, İçişleri ve Savaş Bakanlıklarının yetkisi altındaki bir milis gücüydü. İkinci Dünya Savaşı sırasında Portekiz Lejyonu, Hitler’in Avrupa hakkındaki fikirlerini açıkça savunan tek Portekiz örgütüydü. Aktivistlerin yardımıyla örgütün yeni genel merkezi, broşür basımına ayrılmış bir odayla yeniden düzenlendi.  

Dünyanın merkezi Lizbon

1974-75 yılında üniversiteye kayıt yaptıramayacağımızı çok çabuk anladık. Devrimin hızla zafere ulaşacağına ve zaferden önce ve sonra çok meşgul olacağımıza inandığımız için çok fazla hayal kırıklığına uğramadık! Sorun açıkça militan faaliyete ek olarak bir miktar kazanç getiren faaliyete sahip olma konusunda ortaya çıktı. Bu yüzden Agence France Presse’e iş için başvurdum (hiçbir vasfım olmadığı göz önüne alındığında, bu çok mütevazı olabilirdi). Yine de şehri iyi bildiğim ve Portekizce’yi akıcı konuştuğum için çok iyi karşılandım. Lizbon, her milletten çok sayıda gazetecinin varış noktası haline gelmişti ve AFP, gelen Fransızca konuşan gazetecilere yardım etmek zorundaydı. İşte bu şekilde o zamanlar var olmayan bir terim olan “mihmandar” oldum. Prosedür çok basitti. AFP gerektiğinde beni aradı ve ben de yeni gelen bir gazeteciye eşlik etmek zorunda kaldım. Bana, günü birlikte geçirdiğim ve yemek yediğim gazeteciden para ödeniyordu. O dönemde tanıştığım tüm gazeteciler ideal bir konuma sahip kaliteli bir otel olan Hotel Mundial’de kalıyordu. Gazeteci, diplomat ya da siyasi lider iseniz olmanız gereken yer burasıydı. Büyük saflığımla Mundial Oteli ile Saygon’daki Continental Oteli’ni karşılaştırmadan edemedim! (Vietnamlı devrimciler, benim 30 Nisan 1975’te sevinçle kutlayacağım zaferlerini henüz elde etmemişlerdi…). Açıkçası “mihmandar” olacağım karakterleri seçecek halim yoktu. Yarım asır sonra anılarım elbette silikleşti… Yine de Le Monde’un özel muhabiri ve Ligue communiste liderlerinden Gérard Filoche’nin arkadaşı Dominique Pouchin ve ayrıca özgeçmişinde 1951’de faşist süreli yayın Rivarol ile işbirliğini içeren yazar Gérard de Villiers gibi birbirine çok zıt isimleri hatırlıyorum. Cezayir Savaşı sırasında subay ve ardından kıdemli muhabir olarak görev yaptıktan sonra, ırkçı, kadın düşmanı ve faşist düzyazısını damıtmayı başardığı SAS romanlarının başarılı yazarı oldu. Hotel Mundial, İtalyan Komünist Partisi muhalifi Rossana Rossanda, Corriere della Sera’dan gazeteci Bernardo Valli ve aynı zamanda arkadaş olduğum Jean-Marie Simonet gibi fotoğrafçılarla da tanışma fırsatı bulduğum yerdi. Her halükarda, Portekiz’deki küçük bir Troçkist örgütte tabandan aktivist olan, üniversite eğitimi almamış 19 yaşındaki genç bir adamın kendisini bu yerde ve bu insanlara bulması çok ironikti. Portekiz devriminin etkisi dünya çapındaydı. Bu sürecin sempatizanları, ordunun bir kısmının işçi hareketinin yanında yer alması nedeniyle olağan kuralların dışında kalan bu seferberliği ve bu radikalleşmeyi gözlemlemek için Lizbon’da bir araya geldi. Açıkçası tüm uluslararası siyasi örgütler bu olguyu anlamak istiyordu. Heyetler gelmeye devam ediyordu. Dolayısıyla ben aynı zamanda bu geziye katılan Dördüncü Enternasyonal’in liderlerinin “mihmandarı” olacaktım.

25 Mayıs 1974’te, Ernest Mandel’in konuştuğu aşırı solun birleşik mitingine 2.500 coşkulu katılımcı katıldı. Konuşmasının tamamı Lizbon’un demokratik basında yayınlandı. Bu vesileyle Pierre Franck, Alain Krivine, Ernest Mandel, Daniel Bensaïd gibi liderlerle vakit geçirip konuşma fırsatı buldum. Pierre Franck’ın bana Fransa’daki faşistlerin zayıflığını Kurtuluş’un gücüyle açıkladığını veya Bensaïd’in bana devrimci bir örgütün gazetecilere ve avukatlara karşı dikkatli olması ve yönetim pozisyonlarına erişimlerini engellemesi gerektiğini söylediği çok dostane, gayri resmi sohbetleri hatırlıyorum. Bu görüşmeler sırasında beni etkileyen şey, bu liderlerin sempatisi, kibirden yoksun olmaları, yardımseverlikleri, muhataplarına bu kadar rahat hitap etmeleriydi. Bu ilişkilerin o zamanın en sol kanadında ne kadar istisnai olduğunu bugün daha iyi anlıyorum; O zamandan beri bana Nahuel Moreno ya da Pierre Lambert gibi karakterlerin kırılgan ve otoriter karakterini anlatan yoldaşlarla sohbet etme fırsatım oldu. Dördüncü Enternasyonal, Charles Michaloux’yu kalıcı olarak Lizbon’a göndermeye karar verdi. Onun kaldığı süre boyunca gazetecilerle olan faaliyetlerim dışında zamanımın çoğunu onunla toplantılarda, seferberliklerde, çevirilerde vb. çalışarak geçirdim.  

Devrim büyüyor ve kutuplaşıyor

11 Mart 1975’te örgüt binasına doğru gidiyordum ki, gökyüzünde savaş uçakları gördüm ve çok hızlı bir şekilde herkes darbeden bahsediyordu. Bir darbenin güpegündüz başlamasına duyduğum şaşkınlığı hatırlıyorum(!) ama hemen Paris’teki “Rouge” gazetesine telefon ettim. Radikalleşmenin arttığı, işçi denetiminin arttığı bir dönemde bu girişime tepki gösterilmesini de tuhaf buldum. 12 Mart itibarıyla Ulusal Kurtuluş Cuntası ve Danıştay’ın yerine Devrim Konseyi kuruldu. Hükümet, geniş bir kamulaştırma programı da dahil olmak üzere açık bir şekilde sola yöneldi. Yüzde 91,7 gibi rekor bir katılım oranıyla 25 Nisan’da yapılan Kurucu Meclis seçimlerinde oyların yüzde 37,9’u PS’ye, yüzde 26,4’ü PPD’ye (sağ parti, mevcut PSD), yüzde 12,5’i PCP’ye verildi. . República gazetesi olayı işte bu bağlamda patlak verdi. 19 Mayıs 1975’te, gazetenin işçileri ve matbaacıları genel merkezi işgal ettiler ve gazetenin PS’den farklı görüşleri sansürlediğini öne sürerek, gazetenin müdürü Raul Rego’nun yanı sıra çoğu sosyalist olan gazetecilerin büyükkısmını görevden aldılar. Portekiz PS’sinin lideri Mário Soares bu olayı kınadı ve PCP’yi Basın Özgürlüğü Yasasına veya siyasi çoğulculuğa saygı göstermemekle suçladı. Aynı akşam sosyalistler tarafından gazete binası önünde büyük bir gösteri düzenlendi. Askeri güçler binayı boşaltıp mühürledi. Mário Soares, işi François Mitterrand’ın desteğini aldığı Fransa’ya ihraç etti. Göstericilerle çevrili República genel merkezi önünde yaptığım gezilerden birinde, tarif edilemez Gérard de Villiers’e eşlik ederken, fotoğrafçı Jean-Marie Simonet’yi buldum. Diyalogumuz bir göstericiyle bir yanlış anlaşılmaya yol açtı ve bu durum, orada bulunan üç Fransız’ı sevinçle linç etmeye hazırlanan kalabalığın içinde bir hareketlenmeyle sonuçlandı. Gérard de Villiers’in kiraladığı Austin Cooper’da düzeni sağlayan askerlerin (coşkusuz) koruması altında kaçırıldık. Arabanın tavanına yağan yumruk yağmuru altında, korkudan çürümüş, korkusuz ve vicdansız kahramanının şerefine casus romanları yazan ürkek yazara baktım. Bunun coşkulu bir vizyon olduğunu kabul ediyorum. 19 yaşındayken insan ciddi olamıyor! República olayının ve siyasi olayların değişmesinin ardından, Portekiz Sosyalist Partisi ülkedeki büyük gösterilerin kökenindeydi. 1975 yazına, özellikle Portekiz’in kuzeyinde güçlü gerilimler damgasını vurdu. Bu dönem “Verão Quente” (“sıcak yaz”) olarak tanımlanacak.

Daha sonra ülkede bir anti-komünist şiddet dalgası patlak verdi. Portekiz Komünist Partisi’nin Rio Maior kasabasındaki genel merkezi 13 Temmuz’da arandı ve yakıldı. Takip eden haftalarda birçok Parti merkezi yıkıldı. 1975 yazı, Portekiz devrim sürecinin en çalkantılı ve şiddetli dönemlerinden birine işaret ediyordu. Öte yandan fabrika, ev ve büyük tarımsal mülklerdeki işgaller yoğunlaştı. Ülke, köylülerin toprak sahiplerine karşı mücadele ettiği Güney, Alentejo ile geleneksel elitlerin ve Katolik Kilisesi’nin derinden etkilediği, devrime karşı duran küçük çiftçilerin yaşadığı Kuzey arasında açıkça ikiye bölünmüştü. Dominique Pouchin’e Portekiz’in kuzeyine kadar eşlik ettim ve gericiliğin gücünden, kararlılığından, Kilise’nin yoksul ama şiddetle anti-komünist olan köylüler üzerindeki nüfuzundan etkilendim. Sosyalist Parti, Komünist Parti ile karşı karşıya geldiğinde, piskoposluk ve diğer gerici güçlerle ittifak kurmaktan çekinmiyordu. Lizbon’a geldiğimden beri Manuel Sertório ile siyasi sohbetlerim günlüktü. Tüm siyasi veya diplomatik görev tekliflerini reddetmişti. Bordigist tezlerden güçlü bir şekilde etkilenmişti ancak Troçkistlerle tartışmayı kabul etti. Ayrıca, özellikle proleter devrimin zafer olasılığı konusunda pek iyimser olmadığı için, bizim “notumuzun düşmesinden” ve üniversite eğitimimizin olmamasından da çok endişeliydi. İşte bu bağlamda Ağustos 1975’te Fransa’ya dönmeye karar verdik. Üç ay sonra, 25 Kasım’da bir darbe, 25 Nisan’da açılan umutların ölüm çanını çaldı.  

Çeviri: İmdat Freni

Kaynak: https://www.contretemps.eu/temoignage-jeune-internationaliste-portugal-revolution/

Şili’den Nikaragua’ya, 21. yüzyılın devriminin yollarını keşfetmek – Daniel Bensaïd ve Stathis Kouvélakis

Okurlarımıza Daniel Bensaid ile 2007-2008 yıllarında yapılan bir söyleşinin transkriptini ve ardından aynı yazarın Şili’deki Halk Birliği deneyimine (1970-1973) ve sosyalizme kurumsal ve aşamalı bir yoldan ulaşma girişimini sona erdiren darbeye odaklanan bir metnini sunuyoruz. Yazı boyunca Daniel Bensaid, 21. yüzyılda herhangi bir sosyalist devrimin karşı karşıya olduğu bazı önemli stratejik soruları ele alıyor. Bu iki metinden önce Stathis Kouvélakis’in bir giriş yazısı yer alıyor. 

Daniel Bensaïd 2007 ve 2008 yılları arasında Fréquence Paris Plurielle radyosunda bir düzine röportaj verdi. Bu söyleşiler, işçi hareketinden simalarla ya da “kısa yirminci yüzyıl”daki kilit olaylarla ilişkilendirilen 12 tarih etrafında düzenlenmiştir: Ekim Devrimi, İspanya İç Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, sömürgecilik karşıtı mücadeleler, Küba 1959, Lumumba suikastı, Mayıs 1968, Şili 1973, Mayıs 1981, Berlin Duvarı’nın yıkılışı, vb. çevrimiçi mevcut ses formatında. Deşifre edilmiş bir versiyonu 2020 yılında Editions du Croquant tarafından Fragments radiophoniques başlığı altında yayımlanmıştır. 20. yüzyılı sorgulamak için 12 röportaj .

Bu, 20. yüzyılın ikinci yarısında Latin Amerika’daki devrimci döngünün sonunu belirleyen Şili ve Nikaragua devrim deneyimlerine ayrılmış röportajın transkriptidir. Bunu, Daniel Bensaïd’in Şili’nin yenilgisini “gerçekçi” bir şekilde yorumlayan ve uzlaşma yolunda daha da ileri gidilmesinin daha iyi olacağını savunan solcularla polemiğe girdiği, 11 Eylül 1973 darbesinin otuzuncu yıldönümü vesilesiyle yazılmış daha önceki bir makale takip ediyor. Dahası aynı kişiler, trajik sonuçtan kısmen de olsa Şili solunun en radikal kesimlerini, özellikle de MIR’i sorumlu tutmaktan çekinmiyorlar. Basit bir tarihsel tartışma olmaktan uzak olan bu değerlendirmeler, Bensaïd’in de işaret ettiği gibi, nihayetinde yazarlarının 2000’li yıllarda Latin Amerika ve Avrupa’daki merkez sol (veya ılımlı sol) hükümetler tarafından izlenen sosyal-liberal politikalara verdikleri desteği haklı çıkarmayı amaçlamaktadır.

Daniel Bensaïd’in bu iki metninin karşılaştırmalı bir okuması, kendi ilgi alanlarının yanı sıra, yazarın kaygılarının merkezinde yer alan devrimci strateji sorunlarına ilişkin düşüncelerinde bir evrim olduğunu göstermesi bakımından daha da ufuk açıcıdır. Bu evrim, Latin Amerika ve Avrupa’daki konjonktürle ve radikal sol örgütlerde ve kendi siyasi akımında meydana gelen yeniden yapılanmalarla yakından bağlantılıdır. Dağılma sürecindeki bir devlet otoritesinin yerini sovyetlerin aldığı Rus Devrimi’nin klasik şemasından esinlenen “ikili iktidar” ve silahlı kuvvetlerden gelen karşı-devrimci girişimlere verilen yanıt türüyle başlayalım. İlk metinde Bensaïd, düşmana taviz verme mantığının acı verici başarısızlığının altını çizdikten sonra, geriye dönüp baktığında “stratejik hatanın tankazoya (Haziran 1973’teki başarısız darbe) ayaklanmacı, toplumsal ve silahlı bir karşı saldırıyla yanıt vermeye çalışmamak olduğunu” düşünen MIR lideri Andrès Pascal’ın tutumunu onaylayarak aktarıyor. 

Bu pozisyon, Kerenski’nin geçici hükümetini devirmeye çalışan Çarlık generali Kornilov’a yapılan atfın da gösterdiği gibi (ayrıca alıntı yapılmıştır), Ekim 1917 tipi bir durumu da yansıtmaktadır. Aslında devrimci süreci yeniden başlatan ve Ekim taarruzunun yolunu açan, bu darbe girişimine karşı halkın verdiği muzaffer tepkiydi. Bu açıdan bakıldığında Daniel Bensaïd, Halk Birliği Şili’sinde “sanayi kordonlarının ve komandoların merkezileştirilmesi ile Conception Halk Meclisi gibi geniş demokratik deneyimlerden” doğabilecek ve doğru strateji uygulandığında daha önce bahsedilen “ayaklanmacı ve silahlı karşı saldırıyı” başlatmaya hizmet edebilecek bir “ikili iktidar” sorununu da açık bırakmaktadır. 2007 yılındaki mülakatta soru kısmen yeni terimlerle sunulmuştur. “İster Haziran’da ister Eylül’de olsun, darbeye genel grevle, ordunun silahsızlandırılmasıyla, fiilen ayaklanmayla yanıt vermek için başka bir senaryodan” söz etti. Ancak bu kez Allende esas olarak darbe başlar başlamaz genel grev gibi daha aktif direniş biçimleri için çağrıda bulunmadığı için eleştiriliyordu. Bensaïd ayrıca böyle bir sivil direniş biçiminin bile “belki de mümkün olmadığını” ve “askeri olarak hazırlıklı olması gereken MIR gibi bir örgütün bile darbe tarafından gafil avlandığını” kabul etmektedir. 

Gerçekte bu değişim, sandıkla seçilen ancak Halk Birliği gibi toplumsal dönüşümün yolunu açan bir değişim programını uygulamayı öneren sol hükümetlerin kurulması sorunuyla ilgili olan bir başka değişimle bağlantılıdır. 2007 tarihli metinde, Daniel Bensaïd’in, Allende’nin görev süresine damgasını vuran egemen sınıflara verdiği tavizlere rağmen onu “reformist” olarak nitelendirmekteki isteksizliğine dikkat çekiyoruz. Ayrıca, 1973 Haziran’ındaki başarısız darbe (tankazo) ile devrimci süreci savunmak ve yeniden başlatmak için son şans olan 11 Eylül’deki başarılı darbe arasındaki belirleyici dönemde MIR’in Halk Birliği hükümetine katılımının hangi koşullar altında öngörülebileceğini de tartışıyoruz. Bu mülakatla aynı zamandaki bir metinde “birleşik cephe” ve “işçi hükümeti” tartışmalarından yola çıkan Bensaïd, iktidara erişim stratejileri ve bunlara karşılık gelen demokrasi biçimleri sorununa daha sistematik bir şekilde geri döndü.[1]. “Yüz yılı aşkın bir parlamenter geleneğe sahip olan ve genel oy ilkesinin sağlam bir şekilde yerleştiği ülkelerde, devrimci bir sürecin “aşağıdan sosyalizme” üstünlük sağlayan, ancak temsili biçimlere müdahale eden bir meşruiyet transferinden başka bir şey olarak düşünülemeyeceği oldukça açıktır” diye yazmaktadır. Ayrıca “pratikte, örneğin Nikaragua devriminde bu noktada evrim geçirdiğimizi” de kabul etmektedir.

Devrimci örgütlerin “geçiş dönemi perspektifinde bir hükümet koalisyonuna” katılımı sorununu, son deneyimler (Fransa, Latin Amerika) ve özellikle Brezilya örneği ışığında yeniden okuyarak bu konumdan inceliyor. Brezilya’da Lula’nın 2002’deki zaferinin ardından, IV. Enternasyonal’e bağlı olan ve İşçi Partisi içinde önemli mevkilerde bulunan Demokrasi ve Sosyalizm akımı (DS) hükümette yer almaya karar verdi ve özellikle Tarım Bakanlığı görevini elde etti. Bu karar, Lula’nın neo-liberal çerçeveye duyduğu saygıyla birleşince DS’de bir bölünmeye ve bazı lider ve aktivistlerinin PSOL’e (2004 yılında Brezilya radikal solunun diğer akımlarıyla birlikte kuruldu) geçmesine yol açtı. 

Gramsci’nin kategorisini kullanırsak, “Batı’da” iktidara giden yolu belirleyen tartışmaları, yani 1917 Rusya’sından niteliksel olarak farklı bir bağlamı ele alan Daniel Bensaïd, “sol güçlerin koalisyon hükümetine” katılım için “farklı şekillerde bir araya getirilmiş üç kriter” ortaya koydu: “a) bu tür bir katılım sorununun, durumun soğuk olduğu zamanlarda değil kriz durumlarında ya da en azından toplumsal seferberlikte önemli bir artış olduğunda ortaya çıkması; b) söz konusu hükümetin kurulu düzenden kopma sürecini başlatmaya kararlı olması (örneğin – Zinovyev’in [Komünist Enternasyonal’in 1923-1924 “birleşik cephe” tartışmaları sırasında] talep ettiği silahlanmadan daha mütevazı bir şekilde – radikal tarım reformu, özel mülkiyet alanına “despotik saldırılar”, vergi ayrıcalıklarının kaldırılması, Fransa’daki Ve Cumhuriyeti’nin kurumlarından, Avrupa anlaşmalarından, askeri paktlardan vb. kopma);  c) son olarak, güç dengesinin devrimcilere, taahhütlerin yerine getirileceğini garanti edemeseler bile, en azından bu taahhütleri yerine getirmeyenlere tüm bedeli ödetme imkanı vermesi gerekir.” Bu kriterlere dayanarak “[DS’nin çoğunluğunun] Lula hükümetine katılımının hatalı göründüğü” sonucuna vardı. Bununla birlikte, “ülkenin tarihini, sosyal yapısını ve PT’nin oluşumunu dikkate alarak, bu katılımla ilgili çekincelerimizi sözlü olarak ifade ederken ve yoldaşları tehlikelerine karşı uyarırken, bunu bir ilke sorunu haline getirmedik, ‘uzaktan’ ders vermek yerine yoldaşlarla birlikte sonuçlar çıkarmak için deneyime eşlik etmeyi tercih ettik” diye ekledi. Daniel Bensaïd’in bu önemli stratejik sorular üzerine düşünecek zamanı olmadı. Yine de bu geç dönem metinleri, onun düşüncesinin açıklığına ve çağımıza damgasını vuran devrimci hareketlerin deneyimlerini yeni yollarla sorgulama yeteneğine değerli bir tanıklıktır.  

Stathis Kouvélakis

 
11 Eylül 1973’te Şili ordusu, Salvador Allende hükümetinin üç yıllık kısa reformist deneyimine kanlı bir son verdi. Augusto Pinochet, Bolivya’da başlatılan yeni bir kanlı baskı ve acımasız ekonomik liberalizm döngüsünü sürdürdü.[2]. Onu kısa süre sonra Güney Amerika’daki diğer diktatörlükler takip etti. 1979 yılında, farklı bir bağlamda, Sandinistalar küçük Nikaragua’da iktidarı ele geçirerek küçük bir umut getirdiler. On yıl sonra, 1990’da, Amerikan ablukası altında bunalmış bir halde, seçimlerde iktidara geri verdiler. Güney Amerika’nın her yerinde etkin olan ABD’nin arka bahçesindeki halkların başlarını kaldırmalarına izin vermeye niyeti yoktur. Bir yanda Salvador Allende’nin Kongre tarafından seçilmesi, diğer yanda Sandinistaların silah zoruyla iktidarı ele geçirmesi gibi çok farklı bağlamlarda yaşanan Şili ve Nikaragua deneyimleri, iktidar ve her şeyden önce iktidarın nasıl, kiminle ve neden elde tutulacağı sorusunu gündeme getirmektedir.  İkincil bir soru olarak, bu süreçlerde yerli halklara ya da asimile edilmiş halklara verilen yer, daha doğrusu verilmeyen yer hakkında da bir soru eklemek istiyorum.

Belki de 11 Eylül’ün, 2001’dekinin değil 1973’tekinin, her şeyden önce duygusal bir şok olduğunu hatırlayarak başlamalıyız. Başkanlık sarayı La Moneda’nın merkezinden radyoya gelen haberlere ve ardından yavaş yavaş gelen darbenin başarılı olduğuna dair açıklamalara kulak kesilmiştik. İlk başta başarılı olamayacağını umduk, çünkü [Tankazo’dan] üç ay önce Haziran ayında başka bir darbe başarısız olmuştu, ardından Allende’nin ölümü geldi ve bu böyle devam etti.  

1965’te Endonezya Komünist Partisi’nin ya da daha sonra Sudan Komünist Partisi’nin ezildiği katliamın farklı ölçekte bir benzeri yokken böylesi bir duygusal şoku nasıl açıklıyorsunuz?

Sanırım öyle, çünkü Avrupa ve Latin Amerika’da Şili’de olanlarla çok güçlü bir özdeşleşme vardı. Bunun gerçekten de yeni bir senaryo ve olasılık, pratikte bir laboratuar deneyi olduğu ve farklı şekillerde de olsa Latin Amerika için olduğu kadar Avrupa için de geçerli olduğu hissi vardı.  

Peki neden Avrupa?   

Çünkü bugün kısmen yanlış olduğunu söyleyebileceğim bir izlenimimiz vardı, sonuçta kendi yansımamız olan bir ülkeye sahiptik. Diğer Latin Amerika ülkelerinden farklı olarak güçlü bir komünist parti vardı, Salvador Allende tarafından temsil edilen ya da yönetilen bir sosyalist parti vardı, bizimle aynı kuşaktan bir aşırı sol vardı, MAPU[3]  ve 1964-65 yıllarında Küba Devrimi’nin itici gücü ya da şok dalgası altında doğan Devrimci Sol Hareket, MIR[4] gibi küçük gruplar vardı. Bu örgütle, militanlarıyla, neredeyse bizim kuşağımızdan olan ve oldukça benzer bir geçmişe sahip olan liderleriyle bir özdeşleşme etkisi vardır. MIR iki kaynaktan beslendi: bir yandan Guevarist bir ilham, Küba Devrimi’ne bir referans; diğer yandan Troçkist bir etki, Latin Amerika’nın büyük tarihçisi Luis Vitale aracılığıyla. Her ne kadar daha sonra kenara itilmiş ya da hızla kenara çekilmiş olsa da MIR’in kurucularından biriydi. Tüm bunlar, Stalinizmin sol da dahil olmak üzere hiçbir zaman baskın olmadığı ve örneğin Arjantin’de Komünist Parti’nin oynadığı rolü oynamadığı bir ülkede gerçekleşti. Şili’ye özgü bir şey var ve durumu anlamadaki zorluklardan biri de bu. Şili Sosyalist Partisi, kendisini sosyalist olarak adlandırsa da, Avrupa sosyal demokrasisiyle çok az ilgisi vardı. Komünist Enternasyonal’in Stalinleşmesine karşı bir tepki olarak 1930’larda kurulmuş bir partiydi. Yani KP’nin sağından çok solunda yer alan bir partiydi. Dolayısıyla Şili’nin, solun seçimler yoluyla iktidara geldiği ve seçimlerin radikal bir toplumsal devrime yol açan ya da diyelim ki radikal bir toplumsal devrime geçiş yapan bir toplumsal radikalleşme sürecinin başlangıcı olabileceği bir senaryonun örneği olduğuna dair güçlü bir özdeşleşme ve fikir vardı; bu arada Küba Devrimi’nin Latin Amerika’daki prestijinin bozulmamış olmasa bile en azından hâlâ çok önemli olduğu da hatırlanmalıdır. Şili’de yaşananların hâlâ bir ders olduğunu düşünüyorum. Bugün olsa bu yansıtma mekanizması konusunda daha temkinli olurdum. Uzaktan baktığımızda Şili toplumunda var olan sosyal ilişkileri, tepki ve muhafazakarlık rezervlerini hafife alma eğiliminde olduğumuzu düşünüyorum. Bunların çoğunu orduda gördük çünkü o dönemde defalarca söylendiği gibi, ordu Alman eğitmenler tarafından Prusya ordusu çizgisinde eğitilmişti ve bu da zaten pek iç açıcı değildi. Ama dahası, o zamandan beri gördüğüm gibi, Katolik geleneğin, muhafazakar Katolik tarafın önemli olduğu bir ülke. Aslında, Allende Eylül-Ekim 1970’te yapılan bir başkanlık seçiminde %37 civarında bir nispi çoğunlukla seçildiği için bu en başından beri belliydi. Görevlendirilmesinin Meclis tarafından onaylanması için aşağıdaki koşulların yerine getirilmesi gerekiyordu[5]. Doğrudan meselenin özüne indiler: orduya dokunmamak ve mülkiyete saygı göstermek. Bunlar, Allende’nin göreve gelmesini kabul etmek için egemen sınıflar tarafından, yürürlükteki kurumlar tarafından en başından beri belirlenen iki sınırdı. Bununla birlikte, seçim zaferinin umutların artmasına ve toplumsal hareketin yükselmesine yol açtığı ve bu yükselişin Ocak 1971’de belediye seçimlerinde kazanılan büyük zaferle doruğa ulaştığı doğrudur. Allende’nin o dönemde dayandığı sol koalisyon olan Halk Birliği’nin ilk kez bir seçimde mutlak çoğunluğu kazandığına inanıyorum. Bu durum açık bir şekilde sürece daha fazla meşruiyet kazandırdı. Seçim zaferi, radikalleşme ve aynı zamanda kutuplaşma, başlangıçta Şili içinde, giderek aktif sokak yöntemleri de dahil olmak üzere sağın harekete geçmesine yol açtı. Kilit tarih Ekim 1972’deki kamyoncu greviydi. Ancak bunların maaşlı işçiler olduğunu düşünmemeliyiz: bu bir şirketti ve Şili’nin uzun ve dar coğrafyası göz önüne alındığında, karayolu taşımacılığı stratejiktir. Dolayısıyla, 1972 sonbaharında istikrarı bozmaya yönelik ilk girişim, cacerolazos ya da protesto hareketleri olarak bilinen, özellikle Santiago’daki orta sınıf tüketiciler tarafından desteklenen bir kamyoncu greviydi – Santiago nüfus bakımından ülkenin yarısından fazladır -. Bizim için sonbahar, orada ise ilkbahar. Mevsimleri tersine çevirmeliyiz. Bu durum nihayetinde Şili’deki sürecin bundan sonraki adımlarına ilişkin bir tartışmaya yol açmış ve ABD tarafından da güçlü bir şekilde desteklenen sağ kanadın istikrarsızlaştırılmasına yanıt vermek için iki olasılık ortaya çıkmıştır. Condor planından artık biliyoruz ki ABD, hem çok uluslu şirketler hem de Amerikalı askeri danışmanlar aracılığıyla darbenin hazırlanmasında uzun süredir yer alıyordu. Dolayısıyla 1973’ün başındaki kamyon şoförlerinin grevi uyarısından sonra, birkaç seçenek vardı: ya tartışılmakta olan özel mülkiyet sektörüne daha fazla müdahale, radikal yeniden dağıtım önlemleri, ücret önlemleri vs. ile süreci radikalleştirmek; ya da tartışılmakta olan özel mülkiyet sektörüne daha fazla müdahale, daha radikal yeniden dağıtım önlemleri, ücret önlemleri vs. ile süreci radikalleştirmek, Ya da tam tersine -ki Komünist Parti üyesi Ekonomi ve Maliye Bakanı [Pedro] Vuskovik tarafından öne sürülen hakim tez buydu- kamu mülkiyeti ya da sosyal mülkiyet alanını kesin olarak sınırlandırarak ve orduya ek güvenceler vererek burjuvaziye ve hakim sınıflara güven vermek.  

Tüm hikayeyi tekrar gözden geçirmeyeceğiz, ancak öne çıkan noktalar nelerdir?  

İstikrarsızlaştırmanın ikinci bölümü çok daha dramatikti; artık kamyon şoförlerininki gibi kurumsal bir grev değil, Haziran 1973’te Tankazo olarak bilinen ve bir ordunun, daha doğrusu bir tank alayının gösteriye çıktığı ve etkisiz hale getirildiği darbenin tekrarı olan bir ilk girişimdi. Ve bence bu, tartışmanın gerçekleştiği en önemli andı. Örneğin, birkaç bin çok dinamik militandan oluşan küçük bir örgüt olan MIR’in – orantıları aklınızda tutmanız gerekir, ancak Şili için bu önemliydi – bir hükümete katılma sorununu ortaya attığı andı, ancak hangi koşullar altında. Darbenin ilk başarısızlığından sonra, ağırlık merkezi sola kayacak, askeri komplocuları cezalandırmak ya da silahsızlandırmak için önlemler alacak bir hükümet kurma sorunu ortaya çıktı. Ancak tam tersi oldu. Başka bir deyişle, Haziran 1973 ile 11 Eylül 1973’teki fiili darbe arasında, kışlalarda var olan asker hareketine karşı baskı, darbeye direnme beklentisiyle silah biriktiren militanları silahsızlandırmaya yönelik aramalar ve hepsinden önemlisi, geleceğin diktatörü Augusto Pinochet de dahil olmak üzere bakanlık görevlerine yapılan atamalarla orduya verilen ek güvenceler vardı. Dolayısıyla bir değişim yaşandı ve bir yıl sonra Ekim 1974’te suikasta kurban giden MIR Genel Sekreteri Miguel Enriquez, darbe girişimi ile darbe arasındaki bu ara dönemde “Ne zaman en güçlüydük?” başlıklı bir metin yazdı. Bence son derece netti: Ağustos 1973’e kadar Santiago’da Allende’yi destekleyen ve [Tankazo’daki] darbeye yanıt veren 700.000 gösterici vardı. Aslında bu, halk hareketinin karşı saldırısının mümkün olduğu ve tam tersine, hükümetin ittifaklarını sağa doğru genişletmek ve gerçekte darbeyi teşvik etmek anlamına gelen ek vaatlerde bulunmak olduğu andı. Biz de bu şekilde şaşırdık. Salvador Allende’nin reformizminden bahsettiniz ama bizim reformistlerimizle kıyaslandığında o hâlâ sınıf mücadelesinin bir deviydi. Bugün arşiv belgelerine bakarsanız, hâlâ saygıdeğer bir adam olduğunu görürsünüz. Takip eden yıllarda, 1973, 1974 ve 1975’te çok önemli olan Şili ile dayanışma hareketinde, kahramanca ölmesine rağmen sorumlulardan biri haline getirilen Allende’ye karşı biraz sekter davrandığımızı söyleyebilirim. Bu siyasi sorunu değiştirmez. Kişiye saygı anlamına geliyor ama ortada hâlâ bir muamma var: darbenin ilk saatlerinde ulusal radyo hâlâ ondaydı, genel grev çağrısı yapmak hâlâ mümkündü, oysa biz işyerlerinde statik direniş çağrısı yaptık vs. Belki de bu mümkün değildi. MIR gibi askeri olarak hazırlıklı olması gereken bir örgüt bile darbe karşısında gafil avlandı. Bunu bugün Carmen Castillo’nun Un jour d’octobre à Santiago adlı kitabında ve filminde [Santa Fe Sokağı, 2007] görüyoruz. Hazırlıksız yakalandılar, belki de bana göre bu kadar acımasız ve büyük bir darbeyi hayal etmedikleri için. Bir darbe olasılığını hayal etmişlerdi ama bu darbe bir bakıma yarı başarılı olacak ve kırsal kesimde silahlı direnişin olduğu yeni bir iç savaş dönemini başlatacaktı. Bu nedenle, özellikle ülkenin güneyinde Mapuche azınlığı içinde yer alan köylüler arasında çalışmaya önem verdiler – ve bu da sorunun diğer yönüne geri dönüyor.  Ancak darbe gerçek bir darbe oldu. “Endüstriyel kordonlar” olarak adlandırılan ve az çok gelişmiş öz-örgütlenme biçimlerini koordine eden, özellikle Santiago’nun banliyölerinde, kırsal kesimde “komünal komandolar”, ordudaki çalışmalar ve hatta Valparaiso’da bir tür yerel sovyet olan bir halk meclisinin embriyonu ile var olan halk iktidarı organlarını merkezileştirme senaryosunu gerçekten hazırlamamışlardı, hatta muhtemelen öngörmemişlerdi. Yine de tüm bunlar mevcuttu ve ister Haziran’da ister Eylül’de olsun, darbeye genel grevle, ordunun silahsızlandırılmasıyla, fiilen ayaklanmacı bir şeyle karşılık vermek için başka bir senaryo öngörmenin mümkün olabileceğini – ancak bunu yapmak için iradeye ve stratejiye sahip olmanız gerektiğini – düşündürüyordu. Bu her zaman risklidir, ancak darbenin insan hayatları, kayıplar ve işkence görenler açısından bedelini gördüğünüzde. Ve hepsinden önemlisi, toplumsal bedeli, Pinochet’nin otuz yılı aşkın diktatörlüğünden sonra Şili’nin bugün geldiği noktayı ve dolayısıyla liberal politikalar için bir laboratuvar olduğunu gördüğümüzde, tarihi bir yenilgiden söz edebiliriz. İki komşu ülkeye, Şili ve Arjantin’e bakacak olursak, Arjantin’deki toplumsal hareket, kaybolan 30.000 kişiye rağmen, diktatörlük yıllarının [1976-1983] mücadele ruhunu oldukça hızlı bir şekilde toparladı. Şili’de ise yenilgi açıkça farklı bir ölçekte ve farklı bir süre zarfında gerçekleşmiştir.  

Nikaragua farklı bir hikaye.   

Şili’deki darbenin, Latin Amerika’da on-on beş yıl boyunca Küba Devrimi’ni takip eden devrimci mayalanmanın sonsözü olduğuna inanıyorum. Girişte de belirttiğiniz gibi, tarihlerin eşzamanlılığı etkileyici: Şili’deki darbeden üç ay önce, sanırım Haziran 1973’tü, Uruguay’da darbe oldu. 1971 yılında Bolivya’da bir darbe oldu. Tüm bunlar tamamen uyumsuz değil, çünkü aynı zamanda Arjantin’de diktatörlük düştü ve 1976’da geri dönecekti. Ancak sembolik olarak, siyasi şahsiyetler açısından, Allende’nin ortadan kaybolması, Enriquez’in ortadan kaybolması ve MIR’in neredeyse tüm liderliği açısından döngüyü kapattığını söyleyelim. Küba Devrimi tarafından başlatılan döngüyü, OLAS konferanslarını kapatır.[6]konferansları ve Che’nin 1966’da Bolivya’ya yaptığı sefer. Nikaragua belki de başka bir dönemin açılışı ya da biraz sürpriz bir başlangıç noktası. Daha önce Luis Vitale’den bahsediyordum.

Latin Amerika’daki bu gerilemeyi değerlendirdiğimiz 1976 yılındaki bir toplantıda bizi şaşırtarak şöyle demişti: “Evet, ama merkez üssü – kullanılan ifade buydu – merkez üssü yer değiştirdi, bir sonraki hamle Nikaragua”. Açıkçası çoğumuz 1976’da Nikaragua’nın nerede olduğunu bilmiyorduk. Vitale’nin bir kâhin ya da sihirbaz olduğunu söylemek istemiyorum ama Orta Amerika’da, “zayıf halka” diktatörlükleriyle, kötü örgütlenmiş toplumlarla çok özel koşullarda tarihin geldiğini gördü. Şili diktatörlüğünün toplumsal bir tabanı vardı. Bu diktatörlükler, Somoza ve benzerleri, oldukça kukla gibiydiler, çok az şeye dayanıyorlardı. Bu da 1967’de neredeyse hiçbir şey olmayan bir örgütün, Pancasàn gerilla grubu olarak adlandırılan bir gerilla grubunun baskısı ve başarısızlığından sonra Sandinista Cephesi’nin neden yüzden az militana düştüğünü açıklıyor. O dönemde onlarla birlikte çalıştık ve onlar da Filistinlilerden eğitim konusunda yardım istediler.

Burada ise tam tersi bir süreç yaşıyoruz, öncelikle sosyal ya da ayaklanmacı ya da askeri bir hareketin zaferi söz konusu, Sandinista Cephesi’nde bir arada var olan üç stratejik çizgiye girmeyeceğim. Sonunda birleşmeyi başardılar ki bu kaçınılmaz bir sonuç değildi: Tomàs Borge tarafından temsil edilen kırsal kesime yayılmış bir halk savaşı çizgisi, Jaime Wheelock tarafından savunulan daha ayaklanmacı bir çizgi ve ardından üçüncü bir varyantı temsil eden Ortega kardeşler. Ama sonunda hepsi bu özel bağlamda bir araya geldi. Ve seçim sürecini başlatan 1979’daki siyasi ve askeri zafer oldu. Nikaragua olayında eşi benzeri görülmemiş olan şey, bir devrimin ya da devrimin muzaffer bir ilk aşamasının seçimle meşrulaştırma testine tabi tutulmayı kabul etmiş olmasıdır. Üç milyondan az nüfusa sahip küçük bir ülkede bunun imkansız bir kumar olduğu söylenebilir. Örneğin Nikaragua’daki işçi sınıfından bahsederken rakamları aklımızda tutmamız gerekiyor: 100’den fazla çalışanı olan şirketlerde, çoğunlukla kereste ve maden suyu şişeleme sektörlerinde 27.000 çalışan. Ne hakkında konuştuğunuzu bilmek zorundasınız. Tarım sorunu temel bir sorundu ve belki de yerli sorunu da – buna daha sonra döneceğim. 

Meselenin özüne inecek olursak, Nikaragua’nın seçimlerde yenilmeden önce tükenerek yenilmiş olmasıdır. Başka bir deyişle, “düşük yoğunluklu savaş” – bu ifade neredeyse ironiktir – ABD tarafından çok açık bir şekilde finanse edilmiş, zaten yoksul olan bir ülkeyi bütçesinin %50’sini savunmaya ayırmaya ve bunun gelenek olmadığı bir ülkede zorunlu askerliği dayatmaya zorlamıştır. İnsanlar oğullarının askere gitmesine alışık olmadıkları için bu uygulama kırsal kesimde pek rağbet görmedi. Savaş çabaları ülkeyi sosyal ve ahlaki açıdan tüketmişti. Nikaragua devriminin Orta Amerika’ya yayılma ihtimali olduğu sürece – ki bu gerçekti – dayanabilirdik. Ve bu olasılık vardı, özellikle de El Salvador’da, sınırda olan ve kazanabilecek birkaç ayaklanma girişimi vardı. Ama bence belirleyici nokta Guatemala’ydı. Guatemala ile ilgili olarak, bugün ölen Mario Payeras adında, Yoksulların Gerilla Ordusu’nun kurucularından birinin ifadesini okuyabilirsiniz. Bize Nikaragua devriminin nasıl paradoksal bir şekilde Guatemala devriminin aleyhine işlediğini sözlü olarak da açıkladı. Ne şekilde? Basitçe, çünkü Somoza tarzı diktatörlerle uğraştıklarını sanıyorlardı ama karşılarında askeri danışmanlar vardı. 1984 yılında Guatemala City’de bir yürüyüş vardı: karşılarındaki insanlar Tayvanlı ve İsrailli askeri danışmanlardı, karşı ayaklanma uzmanlarıydı. Artık bir tonton macoute ordusu ya da benzeri bir şey değillerdi, uluslararası iç savaşta gerçekten profesyonellerdi diyebiliriz. Sonuç olarak, Guatemala ve El Salvador kaybetti ve o andan itibaren Sandinistaların seçim yenilgisi 1989-90’da kaçınılmazdı diyemem ama sonunda yıpranma yoluyla büyük olasılık haline gelmişti. Benim bakış açıma göre, Sandinistaların politikasında tartışmaya açık olan şey seçimleri yapmış olmaları değil, çünkü her şeye rağmen devam etmek daha kötü olabilirdi, ama ikili bir meşruiyet kaynağı sağlamamış olmalarıdır. Bir süre Danıştay olarak bilinen bir kurum vardı.

Bunun Fransa’daki Conseil d’Etat gibi olduğunu düşünmemelisiniz. Violetta Chamorro [Sandinistas’a karşı muhalefetin lideri ve 1990’dan 1997’ye kadar Nikaragua Devlet Başkanı] gibi işveren örgütlerinden ve hemen hemen tüm sosyal hareketlerden oluşan bir meclisti. Tarım reformunun kazanımlarını ve bir dizi başka şeyi savunmak için meşruiyeti seçilmiş parlamenter meclise karşı olan bir tür sosyal oda. Dolayısıyla bir süre için ikili bir meşruiyetin sürdürülmesi düşünülebilirdi. Dahası, daha sonra keşfedilen ve Sandinistaların safları da dahil olmak üzere yolsuzluk patlamasının aşırı hızını -ki bu gibi fakir ya da çok fakir ülkeler için bir ders olmalıdır- göz ardı etmemeliyiz. Sandinista liderliğinin en üst düzeyinde Piñata olarak adlandırılan bu durum, en güçlü ideolojik inançların bile dünyanın maddi mantığına karşı duyarsız olmadığını göstermiştir. Bu aynı zamanda Sandinista hükümetinin ahlaki itibarını kaybetmesinde de bir etken olmuştur. Burada tarihler açısından bir simetri var: 1989, geriye dönüp baktığımızda fark ettiğimiz gibi, aynı zamanda bir başka on yıllık döngünün de sonunu işaret ediyor.

1989’da Küba’da Ochoa davası, 1994’te Brezilya’da Lula’nın ikinci adaylığının başarısızlığı, Lula’nın henüz yeniden markalaştırılmadığı, “vücut giydirilmediği”, sunulabilir ve seçilebilir bir aday olması için “kırpılmadığı” bir dönem. Tamamen farklı bir bağlam sağlayacak bir seçim zaferine çok ama çok yaklaşmıştı. Aynı zamanda Berlin Duvarı’nın yıkıldığı dönemdi, vesaire vesaire. Yani 1989-90’da bir şeyler değişti ve Nikaragua da bunun bir parçasıydı. Yerli politikaları söz konusu olduğunda… Şili’de aşırı sol örgütlerin gerçek bir çaba ve açık bir irade gösterdiğini düşünüyorum. Nikaragua’da ise Miskitolar [ülkenin Atlantik kıyısında yaşayan ve kaynaklara göre sayıları 90.000 ila 150.000 arasında değişen yerli bir halk] ve Bluefields [Atlantik kıyısında bir kasaba] sorunu daha karmaşıktı. Sandinistalar, Bluefields sahilindeki yerli halkla özel olarak ilgilenmeyerek ve spesifik cevaplar vermeyerek onların sömürülmesine kapı açmış olabilirler çünkü paranoyakça olmamakla birlikte, CIA servislerinde etnik meseleleri istismar etmek için bir etnologlar aygıtı vardı ve bu onların işine yaradı. 

Şili, Bir Amnezi Hastasının Anıları (2003) Şili solunun 11 Eylül 1973’teki askeri darbesi bir “ileri kaçış” değil, önleyici, hazırlıklı bir karşı-devrimin sonucuydu.

Le Monde’da (12 Eylül 2003) yayınlanan kısa bir röportajda, eski bir Şili MIR militanı ve şimdi Başkan Lula’nın kişisel diplomatik danışmanı olan Marco Aurelio Garcia, Şili darbesinin derslerine bakıyor. 1. “Çıkarılması gereken temel ders”, “siyasi dönüşüm projesinin güçlü bir ittifak sistemine ihtiyaç duymasıdır”. Öyle olsun. Bu nedenle Marco Aurelio, 1970 yılında ordu komutanı General Schneider’in öldürülmesi vesilesiyle taslağı çizilen Halk Birliği ve Hıristiyan Demokrasisi arasındaki geniş ittifakın neden daha sonra teyit edilmediğini ve pekiştirilmediğini merak etmektedir. Sanki ittifaklar meselesi izlenen politikalardan ayrı tutulabilirmiş ve sanki sınıf mücadelesinin çatışmacı mantığı askıya alınabilirmiş gibi. Hareketin radikalleşmesi, 1972’de toplumsal mülkiyet döneminin genişlemesi, kitlesel öz savunma girişimleri (özellikle de 11 Eylül’deki başarılı darbenin habercisi olan Haziran 1973’teki başarısız darbe girişiminin ardından) karşısında burjuva partileri, toplumsal fetihlerin genişlemesine, orduda askerlerin örgütlenmesine, sanayi kordonlarının ve komandoların merkezileştirilmesine karşı mantıksal olarak burjuva düzenini savundular.

Marco Aurelio, Ekim 1972 krizinden sonra verilen yanıtın, generalleri hükümete entegre ederek tam da “ittifakı genişletmek” olduğunu unuttu mu? Komünist Parti Genel Sekreteri Luis Corvalan o dönemde şöyle demişti: “Silahlı kuvvetlerin üç kolunun temsil edildiği kabinenin fitneye karşı bir baraj oluşturduğuna şüphe yok”! Bu senaryo, Pinochet’nin uğursuz planını hazırlamak üzere hükümete katıldığı Haziran 1973 krizi sırasında da tekrarlandı. 2. O zaman soru, Allende hükümetine yönelik halk desteğini pekiştirmeyi amaçlayan bir reform politikasının, ittifakların bu beklenmedik genişlemesine feda edilip edilmeyeceği oldu. Marco Aurelio Garcia, Allende seçimleri kazanır kazanmaz, uğursuz Condor planının bir parçası olarak gericilik ve CIA tarafından kışkırtılan (bu artık geniş çapta belgelenmiş ve kanıtlanmıştır) bir darbede bu radikal solun en ufak bir sorumluluğu varmış gibi, Şili solunun büyük bir bölümünü “ileri kaçmakla” suçladığında öne sürdüğü şey budur. İşverenlerin 1972 sonbaharındaki grevinin gösterdiği sabotaj, emperyalizmin artan baskısını ve 1971’de %14 olan büyüme oranı 1972’de %2.4’e düşen bir ekonomi üzerindeki boğucu baskıyı göstermektedir. 3. Başarısızlık için radikal solun bu şekilde suçlanması doğal olarak sol içindeki mevcut polemikleri yansıtmaktadır. Marco Aurelio Garcia’ya göre MIR’in (Devrimci Sol Hareketi, aşırı solun ana örgütü) hatası “Halk Birliğinin eleştirel tarafı olmak yerine mutlak bir alternatif oluşturmak isteyerek kendisini hatalı bir pozisyona hapsetmesi” olacaktır.

Marco Aurelio, MIR’in UP zaferini ve buna katılmaksızın Allende hükümetini desteklediğini (Başkan’ın kişisel koruması olarak hareket edecek kadar ileri giderek) çok iyi biliyor. MIR 1973’te hükümete katılmayı bile düşünmüş, ancak Komünist Parti’nin ekonomi politikası ve ittifaklar konusundaki sağcı yaklaşımı karşısında bundan vazgeçmiştir. Sorun başka bir yerde, o dönemde MIR’in eylemlerine rehberlik eden uzun süreli bir halk savaşı stratejik hipotezinde yatıyordu. MIR, hükümetin devrilmesini, ancak bu uzun süreli savaşı başlatacak sınırlı bir yenilgi şeklinde olmasını bekliyordu. O andan itibaren, kendisini günün görevinden çok ertesi günün hayali görevlerine hazırladı: 1973 boyunca tehdidi daha da netleşen çatışma. İşte bu noktada, MIR liderliğinin hayatta kalan birkaç üyesinden biri olan Andrès Pascal, bugün stratejik hatanın Tankazo’ya (Haziran 1973’teki başarısız darbe) ayaklanmacı, toplumsal ve silahlı bir karşı saldırıyla yanıt vermeye çalışmamak olduğunu savunmaktadır. 4. Marco Aurelio Garcia, endüstriyel kordonların sovyetlerin embriyolarını oluşturabileceği şeklindeki bu “ikili iktidar sorunu”nun hayali olduğunu düşünmektedir. Bütün mesele de bu. Kordonların ve komünal komandoların merkezileşmesi, Halk Meclisi gibi geniş demokratik deneylerle birleşerek kurucu bir halk iktidarının oluşmasına yol açabilir mi? Zayıf ya da güçlü yönleri not etmek yeterli değildir. Bunlar kısmen ilgili stratejilere ve iradelere bağlıdır. Garcia’nın iddia ettiği gibi “darbeye karşı neredeyse hiç direniş olmadıysa” (ki bu en hafif tabirle aceleci ve tek taraflı bir yargıdır), kendimize bu direnişin nasıl hazırlandığını ve Pinochet’nin Moneda’yı bombalattığı gün başlatılmayan parolaların neler olduğunu sormamız gerekir. Elbette, sorunu bu terimlerle ifade etmek için, devrimci bir sürecin radikalleşmesinin, devam eden bir karşı devrime, aşırı uçlara tırmanan bir yanıt olduğunu kabul etmek zorundasınız. Burjuvazi ile toplumsal uzlaşı ve emperyalizmin kutsaması gibi sessiz hipotezler, Kerenski hükümetinin Şubat ve Ekim ayları arasındaki demokratik istikrarı kadar gerçek dışıdır. Kornilovlar ve Pinochetler böyle bir şeyi asla duymadılar. 5. Le Monde 12 Eylül tarihli sayısında, Jorge Castaneda’nın (Vicente Fox hükümetinin eski Meksika Dışişleri Bakanı) “devrimler döneminin sona erdiğini” (ve karşı devrimler döneminin mi?) ve Paulo Antonio Paranagua’nın stratejik açıdan farklı deneyimleri (Küba’dan Nikaragua ve El Salvador’a, Bolivya, Peru ve Arjantin üzerinden) militanların “ölüm dürtüsüne” (sic!) indirgeme eğiliminde olan bir makalesi.

Bireysel motivasyonun karanlık bir tarafı olduğu evrensel bir gerçektir. Bu hiçbir şekilde bize, özellikle Bolivya’da Che’nin ölümüyle ilgili olarak moda haline geldiği üzere, gazetecilik klişesi olan intihara teşebbüs klişesi içinde taahhütleri ve bunların siyasi anlamını psikolojize etme ve depolitize etme hakkını vermez. 6. Şili’nin aldığı derslerin kapsamını genişleten Marco Aurelio Garcia, “küçük bir çoğunlukla hükümet edilemeyeceğini en başından fark eden” “İtalyan komünist lider Enrico Berlinguer’in” açık görüşlülüğünü takdir ediyor. Şili deneyimi, saygılı Avrupa solunun “tarihi uzlaşma” veya “Moncloa Paktı” vaazları için hemen bir argüman (mazeret) işlevi gördü. Çeyrek yüzyıl sonra ne elde ettiler? Tarihi uzlaşma İtalyan işçi hareketinin silahsızlandırılmasına yardımcı oldu ve Zeytin Ağacı’nın [1996-2001 yılları arasında iktidarda olan Romano Prodi liderliğindeki merkez sol koalisyon] çöküşüne ve Berlusconi’nin yükselişine yol açtı. Berlinguer ve varisleri (Robert Hue gibi) ittifak alternatifini feda ettiler.

Bu şekilde darbelerden kaçındılar ama bunun bedeli ciddi bir toplumsal değişimden vazgeçmek, krizin derinliklerine gömülmek ve liberal karşı-reformlara açıktan teslim olmak oldu. 7. Şili deneyimine bir cenaze konuşması şeklinde yapılan bu garip dönüş, Marco Aurelio Garcia’nın “Şili modeli” ile “Brezilya modeli” arasında, Allende hükümeti ile Lula hükümeti arasında, elbette ikincisinin ezici avantajına olacak şekilde, bir paralellik kurmasına olanak tanıyor. “Zaman tanımak” daha iyi olacaktır. O dönemde Salvador Allende’yi (bazen belki de aşırı sert bir şekilde) eleştirmiştik. Yine de saygıyı hak ediyor ve tarihe onurlu bir şekilde geçecek. Lula hükümetinin yılın başından bu yana (mümkün olan en geniş ittifaklar adına) izlediği liberal politika devam ederse, ne yazık ki birkaç yıl içinde “Brezilya modelinin” egemen düzene önemsiz bir teslimiyetin bir başka örneği olarak ortaya çıkmayacağı kesin değil. Öyle görünüyor ki Lula, sonunun Walesa gibi olmaması fikrine kafayı takmış durumda. Ancak bundan kaçınmayı başaracağının garantisi yok. (Eylül 2003)

Dipnotlar Contretemps tarafından hazırlanmıştır. Patrick Le Moal’a yardımları için teşekkür ederiz.

Notlar

[1] Bu metin Penser Agir (Paris: Lignes, 2008), s. 165-198 kitabında biraz gözden geçirilmiş haliyle yeniden basılmıştır. Daha fazla okuma için, Antoine Artous’un ölümünden sonra yayınlanan La politique comme art stratégique, Paris, Syllepse, 2011, s. 53-91 ve s.93-106’da yeniden basılan “Stratégie et politique : de Marx à la 3e Internationale” ve “Front unique et hégémonie” metinlerine bakınız. 

[2] Bolivya Devlet Başkanı José Torres 1970 yılında öğrencilerin, işçilerin ve sendikaların desteğiyle iktidara geldi. Radikal sol liderlerin de yer aldığı bir danışma organı olan Halk Meclisi’ni kurdu ve yabancı tekelleri kamulaştırdı (Bolivya Körfezi, şeker endüstrisinin kamulaştırılması). Torres 1971 yazında eski askeri akademi başkanı Hugo Banzer liderliğindeki bir askeri isyanla iktidardan uzaklaştırıldı.

[3] Mouvement d’Action Populaire Unitaire, Hıristiyan Demokrasisinden kopan ve Halk Birliği’nin bir parçası haline gelen radikal solcu bir Hıristiyan hareketi. Allende hükümetlerinde Tarım Bakanı olan Jacques Chonchol bu hareketten geliyordu.

[4] 1965’te kurulan Devrimci Sol Hareketi, silahlı eylemi de içeren devrimci bir yolu savunurken, Allende hükümetine kritik destek verdi.

[5] Bu, Halk Birliği’nin açıkça azınlıkta olduğu Kongre’de (Temsilciler Meclisi ve Senato) Allende’nin seçilmesini onaylamak için Hıristiyan Demokrasisi tarafından talep edilen bir metin olan Anayasal Güvenceler Statüsüne bir atıftır. Bu tüzük, demokratik rejimin kalıcılığını garanti altına alması beklenen 9 anayasal değişikliği içeriyordu. Bunlar kısaca siyasi partilerin varlığının garanti altına alınması, basın özgürlüğünün ve toplanma hakkının tanınması, toplanma ve eğitim özgürlüğü, yazışmaların dokunulmazlığı, “çalışma özgürlüğü” ve hareket özgürlüğü, topluluk gruplarının katılımının sağlanması ve Silahlı Kuvvetler ile Carabineros’un profesyonel yapısına saygı gösterilmesini içeriyordu.

[6] Latin Amerika Dayanışma Örgütü, 1967 yılında Havana’da bir araya gelen Latin Amerika devrimci parti ve hareketlerinin konferansı.

Daniel Bensaïd Marksizmin Büyük Yenileyicilerinden Biri Olmuştu

DARREN ROSO  

Daniel Bensaïd tarihi tek bir yol değil, bir dizi yol ayrımı olarak görerek tarihsel kaçınılmazlık fikrini reddediyordu. Bensaïd’e göre sınıf mücadelesi kapitalizm var oldukça merkezî bir öneme sahip olmaya devam edecek ama sonuç her zaman öngörülemez olacaktı.  

Daniel Bensaïd savaş sonrası Marksizmi cenahındaki en yaratıcı, en zarif ve en cüretkâr militanlardan biriydi. O, betimleme açısından zengin bir edebi üslubu siyasi mücadelenin keskin bir kavrayışıyla birleştirmişti. Bensaïd üretken bir yazar olmuştu ama onun katkısı İngilizce konuşulan dünyada yine de görece bilinmemekte veya yeterince takdir edilmemektedir.  

Otobiyografisinin yayımlanması ile ölümü arasında geçen zaman aralığında on altı kadar eser yayımlamıştı. Geride bıraktığı çok sayıda yapıt arasında sadece çok azı İngilizceye çevrilmiştir. Walter Benjamin, sentinelle mesianique (1990), La discordance des temps (1995) ve Le pari mélancolique (1997) gibi en önemli eserlerinden bazıları hâlâ İngilizcede yayımlanmayı beklemektedir.  

Bensaïd genellikle Ernst Bloch’un Marksizmde “soğuk” ve “ılık” akımların var olduğu iddiasına atıfta bulunuyordu. Bunlar “basitçe farklı okumalar veya yorumlar olmakla kalmayıp, daha ziyade kimi zaman antagonist siyasetlerin dayanağı olan teorik inşalar” olmuşlardı. Marksizmin muhtevasının sahibi tek bir otorite veya gelenek değildi; Marx ve Marksizm ile dogmatik ilişkiler ters yüz edilmeliydi.  

Bensaïd’in Marksizmi yenilemesi, arka planda Dördüncü Enternasyonal Troçkizminin ve Fransa’da Stalinizmin ağırlığının yer aldığı bir atmosferde gerçekleşmişti. Uluslararası düzlemde bu, devrimci solun krizi ile neoliberalizmin yükselişinin bağlamında olmuştu. Doğu Bloku yıkılmış ve özgürleştirici bir projenin meşruiyeti bu çöküntünün enkazı altında kalmıştı.  

Bu konjonktürde, Bensaïd zorunlu ile mümkün arasındaki bu ayrılık içinde eylemenin trajik bahsi üzerine derin bir tefekküre dalmıştı – dünyayı değiştirmenin zorunluluğu her zamankinden daha acildi ama bunun somut olanaklılığı fazlasıyla sık erişilmezdi. Zorunluluk ile mümkün birbirine karşıt olduğunda, bahis de trajik ve melankolik hâle geliyordu.  

Bensaïd bizden yenilgi karşısında yılgınlığa kapılmamamızı, dünyayı değiştirmek gibi son derece zor bir göreve girişirken tekrar tekrar yeniden başlamak için gücümüzü ve esnekliğimizi korumamızı istiyordu, zira yol hayal ettiğimizden daha uzundu ve varış noktası hayli belirsizdi.  

Kriz ve Çöküş  

Fransa’da Mayıs-Haziran olayları ileri kapitalist ülkeler için devrimin gerçekliğini gündeme getirmiş gibi görünse de 1970’lerin sonu umutları tersine çevirmişti. Bu da Marksizmin krizi denilen olguya yol açmıştı. Kriz, sürecin dünya başkentleri – ileri Batıda Paris, sömürgecilik karşıtı Güneyde Da Nang ve bürokrasinin kontrolündeki Doğuda Prag – tarafından simgeleştirilen küresel devrimin üç sektörünün enternasyonalist bir karşılaşmada birleşmekte başarısız olduğu bir tarihsel-siyasi durumda meydana gelmişti.  

Bensaïd Une lente impatience başlıklı kitabında krizin nasıl bir üçlü kriz olduğunu hatırlamaktaydı: Marksizmin bir teorik krizi, devrimci projenin bir stratejik krizi ve evrensel özgürleşmeyi kazanma yeteneğindeki toplumsal öznenin bir krizi. Bu üç öğe Marksizme karşı ideolojik bir saldırıyla bileşmişti.  

Bensaïd 1980’lerde ideolojik saldırının bayat, banal ve boş doğasına rağmen bir sonraki toplumsal mücadele dalgası ortaya çıktığında kolayca üstesinden gelinemeyeceğini iddia ediyordu. Mücadelelerin ve özgürleştirici pratiklerin ideolojik mücadeleyi koşullandırarak kaçınılmaz bir şekilde ortaya çıkacağı varsayımından yola çıkıyordu. Bununla birlikte travmalar öylesine derindi ki sınıf mücadelelerinin salt bağlamsal yeniden ortaya çıkışı travmaları gidermeye tek başına yetmeyecekti.  

Bensaïd Berlin Duvarının yıkılmasından sonra kendi siyasi geleneğinin “dünyada insanların özgürleştirici hareketleri ile ‘sosyalist kamp’ denilen bloğun askeri başarıları ve genişlemesini asla birbirine karıştırmamış” olduğunu vurgulamıştı: “Devlet çıkarlarına ve onun bürokratik ruhbanlığına karşı Budapeşte’den Berlin’e, Prag’dan Varşova’ya biz hep işçilerin ve halkların tarafında yer aldık.”  

Peki Bensaïd ve yoldaşları Doğu Avrupa bürokratik rejimlerinin çöküşüne nasıl tepki vermeliydi? Bu, Stalinist gericiliğin bıraktığı yerden halk tipi, devrimci bir işçi hareketinin yükseleceği anlamına mı geliyordu?  

Bensaïd “Sovyet kültürünün ya da Alman işçi konseyleri kültürünün uzun bir parantezin, tarihsel bir parantezin” ardından yeniden ortaya çıkacağını öngören iyimser senaryoyu reddediyordu. Sovyet sistemine muhalefet artık Rosa Luxemburg, Lev Troçki veya Buharin gibi muhalif Marksistlerin fikirlerinden esinlenmiyordu: “Bu bellek kırılmıştır, bir süreksizlik vardır.”  

Bensaïd’e göre, Stalinizmin sınıf mücadelesi için yeni bir siyasi imkânlar alanı açan çöküşü gerekliydi. Fakat aynı zamanda, Stalinist rejimlerin silinip gitmesi bir yandan Solun tüm kesimlerinin yapılarını bozarken, işçi sınıfının öz-özgürleşmesi için yenilenmiş bir siyasete otomatik biçimde yol açmamıştı. Stalinist devletlerin krizinin bu iki yönlü kavranışı, bir çatallanmanın meydan geldiği ve işçi hareketi içinde devrimci geleneği yenilemek için yeni bir siyasi mücadeleler çevrimine ihtiyaç olduğu yolundaki argümanın temelini oluşturmuştu.  

Bensaïd, Doğu Avrupa rejimlerinin 1989’da doruğa çıkan “vahşi krizinin” “uzun süredir çelişkilerinin mantığına kazınmış” olduğunu ısrarla vurguluyordu. Ancak “onların çöküşünün iki seçenek arasında açık bir mücadeleye yol açacağını düşünmüştük: Ya kapitalist restorasyon ya da kökenlerini sürdüren yeni bir halk devrimi.” İkinci seçenek Doğu’daki sosyalist devrimi yeniden alevlendirecekti.  

Ancak, bürokratik rejimlerin çöküşü böyle bir dinamik umudunun baskıyla ve toplumsal ve siyasi gerilemeyle kırılmış olduğunu, baskı ve gerilemenin belleği bozup, işçi sınıfını atomize ettiğini ve sosyalizm gibi sözcüklerin herhangi bir anlamdan yoksun bırakılmış olduğunu açıkça ortaya koymuştu: “Bu şartlarda, Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği diktatörlerinin devrilmesi zalim bir boyunduruktan kurtuluş ve Ekim Devrimince açılan bir tarihsel çevrimin sonu anlamına geliyor. Stalinizmin rapor edilen başarısızlığı sosyalist projenin kendisine de sıçrıyor ve onun yaşayabilirliğini kuşkulu hâle getiriyor. Yeni deneyimler biriktirmek bir dili yeniden icat etmek gerekecektir. Bu uzun bir çıraklık demektir.”

Bensaïd’e göre bu mümkündü çünkü sınıf mücadeleleri ve direniş, hayatın yaşamsal gereklilikleri nedeniyle adaletsizliğe ve aşağılanmaya karşı ortaya çıkıyordu. 1991’de ileri sürdüğü gibi:

“Bugün başkaldırmak için bir yüzyıl öncekinden veya yirmi yıl öncekinden daha az sebep yoktur. İsyanı yaratıcı devrime dönüştürmek için projeye ve iradeye ihtiyaç vardır. Gerçekte var olan kapitalizmin yeni felaketlere yol açtığına inanmaya devam eden pek çok kişi vardır. Ayrıca birçoğu da gerçekten var olmayan sosyalizmim fiyaskosundan sonra başka bir dünyanın mümkün olacağından kuşku duyanlardır. Mükemmel bir dünyayı değil ama basitçe içinde yaşamaya değer bir toplum için projeleri hayal etmeyi yeniden öğrenmek için zamana ihtiyaç vardır.”

Cesetler Her Yerde

Bensaïd’in duruma tepkisi, tarihsel gelişmenin normatif nosyonundan uzak, bunun yerine tarihsel değişimin maddiliğini oluşturan çatallanmalara uyarlanmış başka bir tarih okuması üretmişti. Kimi Troçkist inançların tersine, “tarihin parantez tanımadığını, çatallanmalarla hareket ettiğini” savunuyordu.

Aksini iddia etmek, Stalinizmin tarihin normatif gelişiminden sapan geçici bir ara dönem olduğunu öne sürmek anlamına geliyordu. Dolayısıyla, Stalinizm biter bitmez, tarih kaldığı yerden gelişmeye devam edecek, Dördüncü Enternasyonalin programıyla buluşacak ve böylece Stalinizmin en uzlaşmaz muhaliflerinin hakkını teslim etmiş olacaktı. Bensaïd’e göre, “kısa vadede devrimci geleneği canlandırma yeteneğinde” önemli bir sosyalist gücün yokluğunda, bu normatif hipotezin hükümsüz olduğu ilan edilmeliydi.

Bunun sonucunda, Stalinizm sorununun daha derin bir boyutu vardı: “Stalinizmin her yerde mevcut cesedinin etkisinden kurtulunamaz, epizot kapatılamaz ve sağlam bir zeminde yeniden yola çıkılamaz. Önce ve sonra, kelimeler ve fikirler artık aynı olmayacaktır. Ölüler yaşayanların sırtında yük olmaya devam etmektedir.”

Bensaïd “bürokratik taklitlerin bizim için hiçbir zaman bir toplum modeli oluşturmadığını” ısrarla vurguluyordu. Bununla birlikte, ilgilenilmesi gereken daha ileri teorik ayrıntılandırma öğeleri olduğunu savunuyordu:

“Yeniden bir devrimci proje inşa etmek için, geçen yetmiş yılın etkileri, plan ile meta mekanizmaları arasındaki, plan ile özyönetim arasındaki, siyasi demokrasi ile toplumsal demokrasi arasındaki ilişkileri, çalışmanın ve üretimin dönüştürülmesini, cinsiyetler arasındaki toplumsal ilişkileri, toplumun doğayla ilişkilerini, bireyin durumunu ve hukukun statüsünü tabular olmadan ama tabula rasa da olmadan yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Böyle bir proje bir eylem rehberidir ve sürekli bir şantiyedir [inşa alanıdır]. Özgürleşme talepleri teorilerde ya da birkaç kişinin hayallerinde değil gündelik mücadeleden doğmuştur. Bizim komünizmimiz gerçekleşmeyecek bir ideal kent hayali ya da tarihin sonu değil, insan özgürleşmesinin hep yeniden başlamış olan hareketi, sömürünün ve baskının sona ermesi için, zorunlu emeğin sona ermesi için, üretici ile yurttaş arasındaki sakatlayan bölünmenin üstesinden gelmek için, otoriter devletin ortadan kalkması için, bir cinsiyetin bir başkası üzerindeki tahakkümünü kaldırmak için savaştır. Bireysel bolluğun gelişimini kolektif pratikle birleştirir.”

Peki ya dünyayı değiştirecek stratejiler? İşçilerin sömürülen çoğunluğu – ve iki kat sömürülen ve kamusal alandan dışlanan kadınlar – bu iktidarı aydınlanmış bir azınlığa veya bürokratik seçkinlere devretmeden, siyasi ve ekonomik iktidarı ele geçirmek için tabiiyet koşullarından radikal bir şekilde nasıl kurtulabilirler? Çoğunluk bir toplumsal ve kültürel dönüşüm sürecini nasıl başlatabilir? Bu soruların cevapları ancak yeni tarihsel deneyimlerden gelebilecektir. Hiç kuşkusuz, Bensaïd’e göre her yenilik Rus ve Alman Devrimlerinin, İtalyan İşçi Konseylerinin, İspanyol İç Savaşının mirasını, Fransız Mayısından Portekiz Devrimine savaş sonrası dönemin mücadeleleriyle birleştirmeye devam edecekti. Argümanı Bensaïd’in kendi sözcükleriyle tekrar edecek olursak:

“Bürokratik diktatörlüklerin ortadan kalkmasıyla birlikte, Stalinizme karşı mücadelemiz hedef değiştiriyor. Bir işlevi, bu deneyimden gelecekteki ve gündelik pratik için dersler çıkarma işlevini koruyor. Uluslararası işçi hareketinde ve onun devrimci akımlarında sert atışmalar aşılmış ve diğerleri de önemini yitirmiş durumda. Dün aşılamaz olan bölünme çizgileri siliniyor. Başkaları ortaya çıkacak… Biz, kapitalist sistemin tedrici olarak dönüştürülemeyeceğine, bunun sonucunda ortaya çıkan radikal reform mücadelesinin bir kırılma noktasına varacağına ve devrim olmadan sosyalizmin olamayacağına her zamankinden daha fazla inanıyoruz. Ancak ortak ve demokratik bir partiye sadık deneyimi, bu sonuçları paylaşmamakla birlikte, sömürülenlerin ve ezilenlerin uzlaşmaz bir şekilde savunulması için mücadele etmeye kararlı olan herkesle birlikte yaşamaya hazır olacağız.”

Sürekli Bir Şantiye

Bensaïd’e göre, sınıf bilinci geçmiş yenilgilerin ve ihanetlerin sonucunda zayıflamış olsa da sınıf mücadelesi tıpkı sömürülen sınıflar gibi varlığını sürdürüyordu. Bununla birlikte, “Emeğin yeni örgütlenmesinin, gündelik hayatın özelleştirilmesinin, kültürel atomizasyonun etkileri, sömürülenlerin kolektif hareket etme ve kendi tarihsel çıkarlarına ilişkin bir bilinç geliştirme kapasitelerini sekteye uğratmaktadır. Proletaryayı Tarihin büyük anlatısının büyük öznesi haline getiren dini temsillerden kesin olarak vazgeçmenin zamanı gelmiştir. Bir sınıf kendisini sendikalar, yardımlaşma sandıkları, dernekler, partiler ve kadın kurtuluş hareketi etrafındaki mücadelelerinden ve temel deneyimlerinden yola çıkarak örgütler. Sınıf homojen bir özne değildir.”

Bensaïd’in argümanı, Marksizmin sınıf mücadelesine dayalı maddeci yeniden inşasında yeri olmayan, özünde ideolojik ve idealist olan tarihsel fetişlere saldırıyordu. Fetiş eleştirisinin anahtarı, sınıf bilincini seferberlik ve dayanışma yoluyla biçimlendirip geliştiren, işyerinin ve görece özerk devlet aygıtının boyun eğdirmesine ve despotizmine meydan okuyan çoğulluğu içinde sınıf mücadelesinin rolüydü.

Bensaïd’in yazmış olduğu gibi, işçi sınıfının “inatçı farklılıklarının” ötesinde birleşmesi “sürekli bir şantiye, taktikleri ve ittifakları dikte eden stratejik bir görevdir”. Dahası, kapitalist üretim tarzının dinamizmine bağlı olarak “toplumsal sınıflar değişir, farklılaşır ve dönüşür. Sürekli hareket hâlindedirler. Kendilerini dün simgelemiş olan sabit bir imgenin önünde durmazlar”. İşçi sınıfı daimî gelişim hâlindeydi, toplumsal bütünün belirleyici bir etkeniydi:

“Sanayi proletaryasının toplam faal nüfusa oranla ağırlığı görece gerilemiştir. Ama hâlâ en önemli toplumsal grubu oluşturmaktadır. Üstelik, ücretli proletaryanın bir bölümü (taşımacılıkta, ticarette ve hizmetlerde) hâlâ büyümekte ve faal nüfusun üçte ikisini oluşturmaktadır. Bugün ancak kısıtlayıcı ve işçici bir proletarya görüşü, proletaryanın kaybolmasa da gerilediği sonucuna varabilir.”

Bu yazı Darren Roso’nun Historical Materialism kitap dizisinde yayımlanmış olan Daniel Bensaïd: From the Actuality of the Revolution to the Melancholic Wager  [Daniel Bensaïd, Devrimin Güncelliğinden Melankolik Bahise] başlıklı kitabından alınmıştır. Daniel Bensaïd Was One of Marxism’s Great Renovators (jacobin.com)

Çeviri: Osman S. Binatlı

Gilbert Achcar: “Tahran, konsolosluğuna yapılan saldırıyla köşeye sıkıştığını hissetti”

Aşağıda Gilbert Achcar’ın Fransız L’Humanité gazetesine verdiği bir demeç yer alıyor. Burada Achcar, İsrail’in 1 Nisan’da Şam’daki konsolosluğa düzenlediği saldırıyı değerlendiriyor ve buna İran’ın verdiği tepkiyi analiz ediyor. Ayrıca bu yeni gerilimin Gazze’deki savaşı sona erdirmek için devam eden müzakereler üzerindeki etkilerini masaya yatırıyor.

İsrail Şam’daki İran konsolosluğunu vurmakla neyi amaçlamıştı?

Bu saldırı, İran’ın 2011’de Suriye’deki halk ayaklanmasını takip eden iç savaşın yarattığı fırsatı değerlendirerek bu ülkeye yerleşmeye başladığı yıllarda, İsrail tarafından İran’ın Suriye’deki hedeflerine yönelik olarak başlatılan uzun saldırı serisinin devamı niteliğindedir. Ancak İsrailli yetkililer, İran büyükelçiliğine komşu olan konsolosluğun tahrip edilmesinin, İran rejiminin ideolojik silahlı kanadı olan İslam Devrim Muhafızları Ordusu’nun (IRGC) üst düzey bir üyesi ve diğer yedi subaydan oluşan kurbanların kimliğinin ötesinde, büyük bir gerilime yol açtığını görmezden gelemezdi.

Dolayısıyla bana öyle geliyor ki bu, İran’ın tepkisini çekmeyi ve İran’a karşı geniş çaplı bir eyleme yol açabilecek bir sarmalı harekete geçirmeyi amaçlayan kasıtlı bir provokasyondu. Bunun biri “önemsiz”, diğeri stratejik olmak üzere iki ana nedeni var. Önemsiz neden, herkesin bildiği gibi, bu askeri atak Benjamin Netanyahu’nun işine yarıyor; çünkü Netanyahu’nun iktidarda kalması savaş durumuna bağlı. Diğer taraftan bu, Batı kamuoyunda giderek artan bir antipatiyle karşı karşıya olan İsrail hükümetinin de işine geliyor. Dahası, çok olumsuz bir imaja sahip olan İran’la yapılacak bir çatışmanın Batı’nın İsrail’le dayanışmasını yeniden tesis etmesi muhtemeldir. Bu durum, son zamanlarda İsrailli müttefikinin imajının bozulmasından zarar gören Biden yönetimi için de geçerlidir.

Stratejik nedene gelince, bu çok açık: Donald Trump’ın 2015’te İran’la imzalanan nükleer anlaşmayı 2018’de iptal etmesinden bu yana, İran uranyum zenginleştirme faaliyetlerini o kadar hızlandırdı ki, Tahran’ın en az üç nükleer bomba üretmesinin sadece birkaç gün alacağı tahmin ediliyor. Buna bir de İran’ın geçtiğimiz Cumartesi günü göstermiş olduğu uzaktan vuruş kabiliyetini eklersek, İsrail’in nükleer silahlar üzerindeki bölgesel tekelini ve dolayısıyla caydırıcı kapasitesini kaybetme korkusunu anlamak kolaylaşacaktır. Elbette İsrail’in hatırı sayılır sayıda nükleer savaş başlığı var ancak toprakları İran’ınkinden çok daha küçük. Bu nedenle konsolosluğa yapılan saldırının, İran’ın nükleer potansiyeline karşı bir İsrail saldırısına yol açacak askeri bir tırmanışın ilk salvosu olarak tasarlanmış olmasından endişe edilmelidir.

İran’ın verdiği karşılığı nasıl okuyabiliriz?

İran tarafında büyük bir şaşkınlık olduğunu söyleyebiliriz. Tahran, konsolosluğuna yapılan saldırıyla köşeye sıkıştığını hissetti. Ocak 2020’de Trump’ın emriyle Devrim Muhafızları Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin Irak’ta öldürülmesinden sonra görüldüğü üzere, Tahran’ın caydırıcı “inandırıcılığı”, en azından kayda değer bir düzeyde dahi hiçbir zaman tutulmayan intikam sözleriyle yıllar içinde önemli ölçüde aşınmış oldu. Ayrıca Hamas’ın ısrarlarına rağmen İsrail’in Gazze’deki savaşına karşı doğrudan bir müdahalede bulunulmadı. İran, Lübnan Hizbullah’ı söz konusu olduğunda kendini açıkça sınırlayarak Lübnanlı ve Yemenli müttefiklerini sürece dâhil etmekle yetindi.

Dolayısıyla Tahran itibarını tamamen kaybetmemek için harekete geçmek zorunda kaldı. Bununla birlikte İranlı liderler İsrail’in bu provokasyonla neyi amaçladığının farkındalar ve nükleer silah elde ederek terör dengesini sağlamadan önce kendi topraklarında bir saldırının gerçekleşmesinden çekiniyorlar. Bu nedenle fazla etkisi olmayacağını bildikleri, çok büyük gibi görünen bir saldırıyı tercih ettiler. Dünyanın en iyi hava savunmasına sahip ve başta ABD olmak üzere güçlü müttefiklerin yardım ettiği bir devlete, insansız hava araçları ve seyir füzeleriyle 1.500 kilometre uzaktan, birkaç saat süren bir yolculukla saldırı düzenlemek, hedefe çok az şeyin ulaşmasını beklemek demektir. İsrail’in koruma ağından sadece birkaç balistik füze geçebilmiştir.

İranlı kaynaklar konunun İran açısından kapandığını ilan etmekte gecikmedi. Bu gerçekten de çok naif bir yaklaşım. Örneğin Birleşik Arap Emirlikleri ya da Bahreyn’deki bir İsrail diplomatik temsilciliğine saldırmış olsalardı kimse onları ciddi bir şekilde suçlayamazdı. Ancak yüzlerce aracı doğrudan İsrail topraklarına fırlatarak tuzağa düştüler ve böylece kendi topraklarında doğrudan bir İsrail saldırısını adeta meşrulaştırmış oldular. İsrail için ne kadar büyük bir tehdit oluşturduklarını göstererek İsrail’in kendi potansiyelini önleyici bir şekilde yok etme argümanını pekiştirdiler, dahası kendilerinden çok daha donanımlı bir rakip karşısındaki stratejik zayıflıklarını ortaya koymuş oldular. Kanaatimce bu, Hamas’ın 7 Ekim 2023 operasyonunu başlatarak yaptığı kadar büyük bir hata olabilir.

Bunun Gazze’deki savaş ve müzakereler açısından ne gibi sonuçları olacak?

Tüm bunlardan önce müzakereler zaten çıkmaza girmişti. Şimdi, özellikle de Batı’nın İsrail üzerindeki baskısı büyük olasılıkla azalacağından ve rehinelerin akıbeti konusunda belirsizlik sürdüğünden, anlaşma olasılığı epey zayıfladı. İsrail zaten Gazze’nin büyük bir bölümünü yok etti ve burayı bir atış alanına ve silahlı kuvvetlerinin zaman zaman müdahale ettiği bir alana dönüştürdü. Geriye İsrail’in sivil halkı yerinden ettikten sonra işgal etmeye hazırlandığı Refah kalıyor. Bu, geçtiğimiz Ocak ayına kadar yürütülen saldırıdan çok daha az çaba gerektirecektir. Dahası, İran’la çatışma, kuzeyde olası bir Hizbullah saldırısını önlemek dışında, ilâve bir kara seferberliği gerektirmiyor. İsrail’in uzaktan saldırı potansiyeline gelince, Biden yönetimi İsrail’in savaş gücüne doğrudan katkısının yanı sıra, sürekli silah sevkiyatı yoluyla bu potansiyelin yüksek seviyede tutulmasını sağladığından, bu potansiyel olduğu gibi kalmaya devam edecek.

Kaynak: https://artigercek.com/forum/gilbert-achcar-tahran-konsolosluguna-yapilan-saldiriyla-koseye-sikistigini-300999h

Çeviri: Gencer Çakır

Türkiye’de Seçimler ve Sol – Masis Kürkçügil ile Söyleşi

Yunus Öztürk

(Bu Mülakat Mesele dergisinin Şubat 2014 sayısında yayımlanmıştır) 

Masis Kürkçügil ile seçimler ve seçimlerde sosyalistlerin izlediği taktik tutumlar üzerine konuştuk. Sosyalist hareketin tarihi deneyimlerinin penceresinden bakarak, 1946 seçimlerinden 2011 seçimlerine kadar bir dizi önemli seçim tarihine kuşbakışı göz attık. Neredeyse 70 yıllık tarihi kesit içinde sosyalist hareketin ana eğilimleri üzerinde durduk. Alınan tavırların, izlenen siyasetlerin değerlendirmesini yapmaya çalıştık. Lenin’in “Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı” başlıklı çalışmasını referans alarak meseleye yaklaşan Kürkçügil, Türkiye sosyalist hareketinin bağımsız bir siyasal güç, sosyalist bir seçenek inşa etme stratejisi içinde seçimlerde aldığı taktik tutumların çelişkili olduğunu vurguluyor. Sosyalist seçeneğin inşası perspektifinin çoğu zaman ikinci planda kaldığına işaret ediyor. Öz gücüne dayanmayan “siyaset yapma” tarzının, uluslararası sosyalist hareketin tarihindeki izdüşümlerine işaret ediyor. Neredeyse 50 yıldır bağımsız bir sosyalist seçeneğin inşa edilememiş olmasında, seçim taktiklerinde ifadesini bulan politik perspektifin engelleyici etkisine dikkat çekiyor. Boykot taktiği, CHP’ye veya bağımsız adaylara oy verme seçeneğinin tarihselliği içinde bağımsız bir sosyalist seçeneğin inşası için taktik bir değeri oldu mu, bunu sorguluyor.

Yunus Öztürk (YÖ):Yerel Seçimleri konuşacağız. Ama önce devrimciler, sosyalistler için genel olarak seçimler ne anlam ifade ediyor? Seçimlere niçin katılırlar? Niçin katılmazlar? “Seçimler ve sosyalistler” deyince neleri anlamamız gerekiyor?

Masis Kürkçügil (MK):  Seçimler ve sosyalistler deyince, kitabi olarak bu işin hülasası Lenin’in Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı adlı çalışmasında verilmiştir. Kitlelerle açık bir ilişkiye geçmek, ajitasyon için, propaganda için, örgütlenme için, bir imkan olarak seçimler en güç koşullar altında bile Çarlık Rejiminde Duma seçimlerinde bile önemli olmuştur. Ancak dikkat edilmesi gereken başka hususlar var. Seçimler genel olarak bir şey ifade etmez. Burada söz konusu olan bir sosyalist seçeneğin dile getirilmesidir. Eğer bir sosyalist seçenek yoksa –tırnak içinde farklı renklerde diyelim kızıl-pembe, devrimci-reformist– mevcut  alternatiflerin kitlesel bir mahiyet kazanabilme kapasitesine sahip olabilmesine bakılmalıdır. Burada yine Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı’nda çok açık ifade edildiği gibi, bir takım propaganda grupları için bu ilkelerin vaaz edilmediğini unutmamak gerekir. İşçi sınıfı şu veya bu nedenle, diyelim ki, bir reformist partiye oy veriyordur; bu deneyimi yaşaması gerekir ve reformist parti de burjuva sistemi içinde emekçilerin kazanımlarını temsil ettiği için, onu sola doğru zorlamak, onun mücadelesini daha yaygınlaştırmak, onun içinde bir devrimci kanat oluşturmak tasavvur edilebilir. Dolayısıyla prensip bazında ele alınırsa mesele, bize pek uymaz. Bizde zaten işçi partisi yok. Çeşitli propaganda grupları var. Kitlesel karşılığı olan sosyalist örgütler uzun zamandan beri yok. Var oldukları dönemlerde bile tabir caizse bunlar sınıf partisi konumunda değildi. Yönelişleri öyledir diye iddia edilebilir. Ancak sonuç olarak henüz o kapasiteye ulaşmış durumda değillerdi. Bu bakımdan ilkesel olarak seçimleri tartışmak için biraz dolaylı yoldan muhakemeyi sürdürmek gerekiyor. “En soldaki partiyi destekleyeceksin”, en soldaki parti yok. O zaman en soldaki parti olarak bir şeyleri ikame ediyorsun. Bunu böyle söylemeyeyim ama 80’li yıllardan sonra kimisi Anavatan Partisini en soldaki parti olarak vaaz etmeye kalktı, kimisi Adalet ve Kalkınma Partisini en soldaki parti diye değerlendirmeye kalktı.  Veya CHP’yi en soldaki parti olarak gösterdiler. Çünkü bunların kitlesel güçleri var ve eğer elde siyaset yapmak için yeterli güç yoksa ve de kısa vadeli beklentiler peşindeysen, birilerinin sırtından siyaset yapmayı uygun görüyorsan, o takdirde bir şeyler oluşturabilmek için bu tür “taktikler” uydurulabilir.  Dolayısıyla bu adına layık dört dörtlük bir tartışma olmaz. Bizim tarihimizde de zaten bu seçimler konusunda ele avuca gelebilecek, ciddiye alınabilecek bir tartışma yoktur. Türkiye İşçi Partisi’nden (TİP) başlayarak özellikle –1965 demesek bile– 1969 seçimleriyle ortaya çıkan hemen hemen 50 yıllık bir deney söz konusu; ama ondan öncesine de gidersek bir tarihi deneyim olarak 1946 ve 1950 seçimleri var. Bütün bunlarda da sosyalistler bir takım tavırlar takınmışlardır. Bu can sıkıcı bir tartışma olabilir ama hatırlamakta yarar var, 1946 seçimlerinde ve yahut da o seçimlere giderken Cumhuriyet Halk Partisi’ne karşı Demokrat Parti ile Türkiye Komünist Partisi’nin belli kesimleri, Şefik Hüsnü başta olmak üzere ortak dergi çıkartmak, ortak bir muhalefet cephesi kurmak konusunda çalışmalar yapmışlardır. Hatta Fevzi Çakmak’ı bu işin içine dâhil etmenin yollarını aramışlardır. Böylece bir tür “Halk Cephesi” politikası izlenmiştir. 1934 yılından itibaren Komünist Enternasyonal’in içinde tartışılmaya başlanmış olan, 1935’ten, 7. Kongreden sonra resmileşen siyasal çizgi, sadece sosyal demokratlar ile sosyalistler arasında değil, aynı zamanda liberal burjuvaziyi de kapsayacak şekilde bir cepheyi, Halk Cephesi olarak adlandırıyordu. Halk Cephesi esas olarak “halk” kavramını da genişleten bir tabirdir ve halk kavramı da zaten esnek bir ifadedir. Burjuvazinin bir kesimini de cepheye katma çabasıdır. Fransa’da nasıl Radikal Parti, burjuva partisiydi, onu Halk Cephesine dahil ettilerse, yahut İkinci Dünya Savaşının bitiminde Orta Avrupa’da bir takım garabet rejimler ortaya çıkmasına yol açan garip ittifaklar ortaya çıktıysa; veyahut İspanya İç Savaşında sosyalistlerle, komünistlerle sınırlı olmayan, hadi diyelim Stalinistler ve sosyal demokratlarla sınırlı olmayan, burjuvaziyi de dahil eden ittifaklar olduysa, 1946 seçimlerindeki tutum da bu zihniyetle yapılmıştır. Demokrat Parti ile görüşme gayet makul gözüküyordu. Ama hepimiz biliyoruz ki, 1946 yılında iki sosyalist parti kuruldu kısa bir süre sonra kapatıldılar. Çapları oldukça sınırlıydı. Bazı sosyalist tarihçilerimiz eksik olmasın bu partilere işçi sınıfının gürül gürül aktığını söyler. Sayılar bellidir, ziyaretçi militan değildir, gözlemci de seçmen değildir. 1951-52 tevkifatında 167 kişi tutuklanmıştır, 18 de terziler tevkifatı vardır, etti mi185 kişi! 1946 seçimlerinde de Mehmet Ali Aybar Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili adayıdır. Bu da bizim anladığımız anlamda kendi gücünle siyaset yapmakla ilgili olmayan, kendi dışında büyüklerin savaşında, tabiri caizse bir şekilde bir rol kapmak, kendi özgücün müsait olmadığı halde, böyle bir seçim oyununa dahil olmayı gerektirmiştir.

YÖ:O zaman şunu kesinleştirelim: Sosyalistlerin reformist işçi partilerine oy verilmesi çağrısıyla, 1946’dan sonra Türkiye sosyalist hareketinin uyguladığı seçim taktikleri arasında yöntem farkı var. Sosyalist örgütler, propaganda grubu seviyesindeyken siyaset yapmaya kalktıklarında, burjuva partilerini reformist işçi partileri rolü yükleyebiliyorlar ve kendilerine, işçi sınıfına ait olmayan kitle gücüne dayalı seçim taktikleriyle, oy verme çağrısıyla, “yüksek siyaset” yapmış oluyorlar… böylece Lenin ve Rus Devriminde sosyalistlerin izlediği seçim taktikleriyle alakasız bir seçim siyaseti çizgisiyle karşı karşıyayız… Bağımsız bir sosyalist seçeneğin inşası bakımından 1960’lı yıllar yeni bir fırsat oldu mu? Türkiye sosyalist hareketinin 1960’lı yıllardaki taktik tutumları nasıl bir stratejik ve programatik perspektifin ürünü sayılabilir?

MK: Lenin’in Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı eserine dönecek olursak, burada hem Rus Devriminin bilançosunu buluruz hem de mütevazı bir şekilde İtalya, Fransa, Almanya’daki sosyalist hareketin sorunları ele alınır. Mesela, İngiltere, Marksizm bakımından, işçi hareketinin radikalizmi bakımından en fakir ülkelerden biridir. Orada açık kapı bırakarak İngiliz İşçi Partisi’nin içinde çalışmayı bile öngörmüştür. Şu andaki İngiliz İşçi Partisinden bahsetmiyoruz. Sınıftan kopmamak adına, sınıfın içinde sol kanat oluşturmak için bir taktik düşünülebilir denmiştir. Türkiye’de ise, 1960 askeri darbesinden sonra ortaya çıkan çeşitli sosyalistler, Milli Birlik Komitesi’ne mektup yazmıştır. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın “İkinci Kuvayı Milliyeciliğimiz” daha ünlüdür ama M.Ali Aybar da bir basın toplantısıyla Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’e gönderdiği mektubu açıklamıştır. Her ikisi de toplumun yönetici kesimlerine yukarıdan seslenmişlerdir. Tabiri caizse, akıllı olursanız, şöyle bir yol izlerseniz hayırlı olur vs. gibisinden hocalık yapmaya niyetlenmişlerdir. İlle de bir şeye benzeteceksek, yapılan biraz Lasallcılıktır; Bismarck’la görüşerek bazı kazanımları elde etmek gibi bir şeye tevessül edilmiştir. Ama bunun bizde toplumsal karşılığı yoktur. Lasallcılık Alman işçi sınıfı içinde kökleri olan kitlesel bir hareketi temsil etmekteydi. Dolayısıyla bu kısa evrede sosyalistlerin seçimler vesilesiyle bağımsız bir işçi hareketini ya da sosyalist hareketi inşa etme konusunda bir deneyimleri yok. Böyle bir niyet olabilir, ama bir adım yok. Aksine bir pozisyon almak, sahnede bir rol kapmak gibisinden tutumlar söz konusu. Tabii bu da biraz çürük bir geleneğin olduğunu gösteriyor. 1960’lı yıllar sosyalist hareketi biraz farklılaştırdı. Seçimleri konuşuyorsak, 1960’lı yıllar derken 27 Mayıs’a büyük bir anlam atfedilir. 1961 Anayasasının büyük bir ürünü olarak da sosyalist hareketin büyüdüğü ileri sürülür. Oysa TİP’i doğuran sendikacılardır. 1961 yılı sonunda düzenlenen oldukça kitlesel Saraçhane Mitingini oluşturan deneyim, ondan önceki yıllarda biriktirilmiştir. 1950’lilerin sonlarında şu veya bu şekilde basit diyeceğimiz, şu anda küçümseyeceğimiz kör-kötürüm sendikal mücadeleler öyle bir birikim oluşturmuştur ki, biz bir sınıfız, onlar ayrı biz ayrıyız deme ihtiyacı duyulmuştur. Saraçhane Mitinginin fotoğraflarına bakıldığında bile bunu görmek mümkündür. Bu dinamizm 1960’lı yıllarda gerçekten kendiliğinden TİP’in genişlemesine ve oy patlamasına yol açtı. Garip bir özgüven getirdi. Sosyalistler 1965 yılında ilk kez, bir işçi partisine oy verdiler. TİP, sosyalist olduğunu söylüyor muydu, devrimci miydi, Leninist miydi ayrı bir tartışma. TİP, sosyal adaletçi (aynı zamanda gazetelerinin adıydı) bir emekçi partisiydi. Geniş tabirle bir sosyalist partiydi. İlk kez Türkiye’de insanlar, sosyalizm için bir sosyalist partiye oy verdiler. Ona buna değil, doğrudan sosyalist partiye oy verdiler. Bir takım Ali Cengiz oyunlarıyla, birtakım taktiklerle ve anlaşılmaz kimyevi formüllerle, seçim oyunları yapmak yerine açıkça kendi partilerine oy verdiler. Bu önemli bir gelişmeydi. 1965’ten sonra da Türkiye sosyalist hareketinin gelişmesi büyük miktarda 1965 özgüven patlamasının ürünüdür. Daha radikal ve kitlesel şeyler olabilir umudu beslenebildi. 1969 seçimlerine geldiğimiz zaman, seçimler konusunda ilginç bir durumla karşı karşıya kalındı. Aybar 1969’da başa güreşeceğiz diyerek tam anlamıyla seçimlere güdümlenmişken parti içinde büyük bir kriz patlak vermişti. Öte yandan bir grup sosyalist “Parlamento Dışı Muhalefet” diyerek, seçimleri reddetti ve kendi adaylarını çıkartmak yerine seçimlerin dışında durdular. Parlamento Dışı Muhalefet (PDM), hepimizin bildiği gibi bir tür “boykot” taktiği. Kitleler mevcut müesses nizam içindeki kurumlar aracılığıyla kendilerini siyaseten ifade etmek yerine kendi örgütlülüklerini, Sovyetlerini, konseylerini, birliklerini kurmak durumundaysa, tabii ki köhnemiş bir dünyanın kurumlarına dönüp bakmazlar. Böyle bir şeyin dışında PDM veya Boykotçuluk demek bir anlamda onların iddiasına göre rejimin itibarını sarsmak için yapılmıştır, ama genel olarak insanları biraz politika dışına sürükleyen bir hikâyedir. Bu kampanyayı yürüten insanlar için bu böyle olmayabilir. Ama bu kampanyaya muhatap olanlar insanlar için bu böyle olmuştur. PDM siyasetini savunanlar, Milli Demokratik Devrim siyaseti çevresindeki belirli kesimler oldu. Vatandaş için, işçi ve köylü için oy vermek, önemli bir kazanım olmuştur. 1946’dan beri oy veriyor ve bir çift lastik ayakkabı verilse de verilmese de oy vermenin tadına varmış, siyaset yapma imkânı bulmuş. Dolayısıyla 1969 seçimlerinde solun aldığı taktik tutumlar solda yeni bir anlayışı ortaya çıkardı. Bu kurumlar çok önemli değil, biz işimize bakalım, dendi. Biz işimize bakalım ifadesi esasen biraz “cunta” eğilimlidir. Çünkü mevcut siyasi rejimi itibarsızlaştırmak, onun yerine sosyalist bir rejim kurma şansı yoksa bu taktik kime hizmet eder? Yani 1917 Rus Devriminden örnekle söyleyecek olursak, söz konusu olan Şubat ile Ekim arasındaki bağlantı değilse, bu taktik yanlış politik sonuçlar doğurabilir. Çünkü ortada bir proleter hareket ve devrimci parti yoktu. Bu koşullarda, mevcut siyasi rejimin itibarını düşürmek demek, aslında bir anlamda devletin kurumlarının içinde yuvalanmış olan bir takım kesimlerin itibar kazanması demektir. Boykot taktiği, TİP’in oylarında çok az bir azalmaya yol açsa da, sosyalist hareket içinde bir kesintiye, kırılmaya yol açtı. 1969 seçimlerinin sosyolojik analizi şudur: İlginç bir şekilde TİP’in aldığı oylarda, 1965 seçimlerine göre emekçi bileşimi daha yoğundur. Ama boykot taktiğinden ötürü değil yeni dönemin sorunlarını anlamak ve kendini ona göre yeniden yapılandırma konusundaki beceriksizliğiyle TİP hızla güç kaybetti.

YÖ: Sosyalist hareketin içindeki “boykot” siyasetinin yarattığı kırılma, nasıl radikalizmi temsil ediyordu? 1971 12 Mart muhtırası öncesinde ortaya çıkan silahlı mücadele eğiliminin bu taktikten siyasal olarak beslendiğini de kabul edecek olursak, 12 Mart sonrasında fiili siyaset içinde radikal hareketlerin seçim siyaseti ne oldu?

MK: 1973 seçimleri 12 Mart şartlarında yapıldı. Askeri müdahale ertesinde sosyalist bir seçenek söz konusu değildi. Ama radikalleşen bir CHP söz konusuydu. Beğenelim ya da beğenmeyelim, belki de 1969 yılında PDM’yi savunan, onun propagandasını yapan insanlar başta olmak üzere, genel olarak CHP’ye olmayan değerler atfedilerek desteklenmesi istendi. CHP’nin  olmayan sosyalist harekete ikame edilmesine yol açıldı. Burada şunu söyleyeceğim: Bu her zamanki ciddi problemlerden biri. İki insan aynı oyu verebilir, ama oyuna kattığı değer, muhteva farklıdır. Onun propagandasını yaparken, sonrası için her hangi yanılsamasa yaratmazsanız, kerhen, defi bela kabilinden oy verebilirsiniz. Ehveni şer ise, bizim şiarımız değildir. Bazen çok zor durumda kalırsınız. Ölüme karşı başka bir şeyi tercih etmek durumunda kalabilirsiniz. Ekim 1973 seçimlerinde dağa taşa “Karaoğlan” yazan büyük bir sol kesim oldu. 1973 Ekim seçimlerinden sonra diyelim ki, 1974’le birlikte sol ufak ufak oluşmaya başladı. Ama –eğer seçime katılan partileri bir kenara koyarsak– radikal sol seçimle açıkça ilgilenmedi. Açıkça ilgilenmemekle birlikte, fiili durumun ötesinde CHP’ye desteği söz konusuydu.

YÖ:Bunun nedeni sizce nedir? Sosyalist bir partiye oy veren bir sosyalist hareketten CHP’ye oy veren, oyun dışında destek veren bir sosyalist hareket nasıl oluştu? 

MK: Sol kadroların önemli bir kısmı zaten CHP içindeydi. Kendisi aslen bir sosyalist siyasettendi, ama aynı zamanda CHP ile ilişkisi vardı. Bunun yanı sıra, bir anlamda CHP’nin içinde propaganda yapmak, ona oy kazandırmak, örneğin küçük bir sosyalist partiye oy kazandırmaktan daha önemli görünüyordu.

: Seçimlerde CHP’li… Aynı zamanda parlamentoyu reddedecek kadar radikal; hatta silahlı mücadele taraftarı bir sosyalist… Çok karışık değil mi? Öyleyse, bazı sosyalistler, 12 Mart darbesi sonrasında CHP’ye “en solda” kitle partisi unvanı mı vermişti?

MK: Evet. Bir de şöyle bir durum da var fiilen. İnsanlar hayatlarını da verebilirler bazen, ancak siyasi iradelerini siyasi bir harekete vermezler. Bu bizim sol tarihimizde çok yaygın olan bir şeydir. Ben iddia ediyorum ki, 1980 öncesindeki pek çok radikal grup ya seçimlere katılmadı ya da katılanlar da kendi adaylarına değil, CHP’ye oy verdiler. Bu söylediklerimi bir gözlem olarak değerlendirin; çeşitli sosyalist siyasetlerden edindiğim izlenim, bilgi olarak da zikretmiş olayım.

: Sosyalist hareket üzerinde hâkim olan Kemalizm ile uluslararası planda 3. Enternasyonal’in Halk Cephesi politikaları devam etti o zaman…

MK: Şöyle bir şey var. Seçimler tek başına ele alınacak şeyler değildir. Gelir geçer. Ancak bağımsız bir sınıf hareketinin, sosyalist hareketin oluşturulması uzun erimli bir şeydir. Onu gözden ırak tutmamak lazım. Birkaç günde olacak şeyler değildir. Kendine has bir mecrası olması gerekir. İki alanda birden oynamak zordur. Yani bunun gereklerini yerine getirmek, bağımsız bir sosyalist hareketin inşasının gereklerini yerine getirmek de bu türden siyaset yapmak (“büyük siyaset”) arasında uçurum kadar fark vardır. Kitlelerin içinde çalışmak onların haleti ruhiyesi ile iç içe olmak,  onların sevaplarına değil günahlarına da ortak olmaktır. Günahına ortak olmazsanız, inandırıcı olmazsınız. O, bir hata işlediği zaman “hata yapıyorsun” diyeceksiniz, ama o hatayı siz de yapmak zorunda kalabilirsiniz.

: Bize bu siyaset yapmak olarak sunuluyor. Diğeri bağımsız bir çizgi izlemek, siyaset yapmamak olarak algılanıyor.

MK: Bu doğrudur, çünkü bağımsız bir sınıf veya sosyalist hareketi inşa edene kadar kıyıda kenarda kalmak olarak addedilir. Dünyadaki çeşitli örneklerden hareketle de bu anlatılabilir. Güçlü iki parti (DP-CHP, AP-CHP, Halkçı Parti-ANAP, AKP-CHP) durumu sadece Türkiye’de yok. Bütün dünyada var. Eğer bu sıkışıklıktan kurtulmak adına bir çözüm aranacaksa, ikisi arasından birine dolanmak zorunda kalırsınız, sonra ayaklarınız birbirine dolanır. Ama bağımsız bir siyasetin inşası için dünyada çok fazla elimizde örnek yok. Yani sebatkâr bir mücadele sonucu ayakta kalmış olanlar arasından, 3-5 örnek sayabilmek mümkündür. Birkaç ay önceki Arjantin seçimlerinde bunu gördük. Belirli bir gelenekleri olmakla birlikte Arjantin’de ittifak yapmış olan üç Troçkist örgütün ulusal ölçekte ciddiye alınabilir fazla bir şeyi yoktu. Bu durumda iki cenah arasında –Peronizm parçalandı ama iki aday da Cristina Fernandez de Kirchner de onun rakibi de Peronisttir aslında– sıkışıp kalınabilirdi. Kirchner bir tür Chavez kanadının içinde gibi görülmekte bazıları tarafından. Hatta Bolivya, Venezuela gibi halkçı, ilerici vs. gösterenler var. Bazı sosyalistler de aslında Troçkistlerin kurduğu FİT’i (Emekçilerin ve Solun Cephesini) “Kirschner aslında ilerici bir insan, siz madrabazlık yapıyorsunuz buna karşı çıkarak” diye eleştirdiler. Eğer FIT olmasaydı Arjantin’de Peronizm –üç çeyrek asır olacak– hükmünü sürdürecekti. Tıpkı bizdeki gibi. Ama ne oldu? Uzun vadeli bir mücadele içinde yer alan örgütler geçtiğimiz dönemde işçi sınıfındaki mücadelelerin de tahrik ve teşvikiyle yan yana gelerek işçi sınıfına da kendi taleplerinin bütünleştirme zeminin sundular ve sonuçta yüzde beşi geçtiler. Bir umut ışığı verdiler. Sonu ne olur ne olmaz, orası tartışılır bir konudur. Benzer bazı örnekleri Fransa’da yaşadık. Şimdi tek tek hepsini saymayalım.

: SYRIZA’yı nasıl değerlendiriyorsun?

MK: Onu da bu çerçevede ele alabiliriz. Unutmayalım ki orada da iki parti –Yeni Demokrasi Partisi ve PASOK– var, merkez sağ ve merkez sol var. Öbür yandan parçalanmış bir Komünist Parti var. YKP ile onun 40 yıllık düşman kardeşi Synaspismos var. Synaspismos daha fazla toplumsal hareketlerle yakın ilişkisi olan bir yapı idi. YKP sınıf içinde etkindi. Ancak, kısaca, Synaspismos kendi solundaki bazı örgütlerle işbirliğine girerek, kendi sağını ekarte etmiş oldu. Daha sol-sosyal demokrat diyebileceğimiz bir yere yerleşti. Radikal, sosyalist, devrimci anlamında değil. İçinde devrimci yapılardan insanlar da vardı. Örneğin iki Troçkist milletvekilleri de var. Syriza’yı uçuran kriz karşısında direnen emekçilerin bir radikal çözüm arayışı oldu. Bunlar SYRIZA’yı başka bir yere sürükledi. SYRIZA sola açılımı baştan yapmamış olsaydı ve kendi bağımsızlığını ilan etmemiş olsaydı, Synaspismos olarak kalsaydı, böyle bir siyasi seçenek oluşmayacaktı ve kitleler de belki de daha fazla Altın Şafak gibi sağ hareketlerde radikal çözümler arayacaklardı. Bu da hayırlı olmayacaktı. Krizi çözmek için SYRIZA’nın durumu yeterli mi? Değil. Ama hiç değilse bir takoz olması açısından, kötüleşmeyi engellemesi açısından, kayıpları bir miktar da olsa engelleme açısından SYRIZA’nın olması hayırlıdır. Ancak kayıpların telafisi ve yeni kazanımlar için çok büyük mücadelelere ihtiyacımız var.

: Tekrar Türkiye’ye dönersek, 1977-1979 seçimlerine gelelim. Sosyalist hareketin bağımsız bir siyasal seçenek oluşturması perspektifinde bir adım atılabildi mi?

MK: Sosyalist hareket 1977-1979 seçimlerinin bir dökümünü tekrardan çıkarmalı. Benzer tutumların tekrarlandığını görüyoruz. Sosyalistlerin önemli bir kesimi tekrardan 1969 seçimlerinde alınan tutuma benzer bir durumu 1979 Ekim ara seçimlerinde yaşadılar. AP’nin kazandığı ve Ecevit’in bunun üzerine çekildiği bir durum vardı. Hepimiz bu tür hatalar yapmış olabiliriz. Birçok insan dedi ki, “Seçimleri boykot ediyoruz”. Bir yandan da “Devrime gidiyoruz” deniyordu. Baktık ki, millet, kitleler sağa gidiyor, sola gitmiyor. Bu boykot tavrı, tam da Lenin’in “sol komünist” diye tarif ettiği çocukluk hastalığına dalalet ediyordu. Herhangi bir bağımsız bir sol seçenek yaratmak yerine, hepsinden imtina edip, başka bir şey yapacağız deyip onu da yapmamak; belki de ikisini birden yapmak gerekirken hiçbir şey yapmamak 12 Eylül arifesinde belki de bizi (genel olarak sosyalist hareketi) siyaseten silahsızlandırmış oldu. Siyaseten silahsız olmak en tehlikelisidir. TİP, TSİP, SDP gibi seçime girmeye alışık partiler 70’li yıllarda çok düşük oylar aldı. Solun çok büyük bir kesimi bu işle ilgilenmediğini söyledi ama de facto oylarCHP’ye gitti. Ve sonuçta bir anlamda mücadelemiz devrimci, iyi, güzel, ama oy vermeye gelince “oyları CHP’ye bıraktık”. Burada herhalde müthiş bir paradoks var.

: 1979 ile 1996 arasında sosyalist hareket açısından kara yıllar oldu. 12 Eylül askeri rejiminin öncesi ve sonrasında büyük bir devlet terörü yaşandı ve legal siyasetin olanakları neredeyse sıfıra yakındı. 1987-1989 yerel ve genel seçimlerinde bağımsız sosyalist adayların çıktığını biliyoruz. 141-142 ve 163’ün kaldırılması için yapılan referandumda da kimi sosyalist çıkışlar yaşandı. Ancak bunlar ülke siyasetinde sınırlı etkisi olan, sosyalist harekete moral veren önemli adımlar olmakla birlikte, dergi çevreleriyle sınırlı kaldı. Türkiye sathında sosyalistlerin adlarını duyurdukları mecra öncesiyle birlikte ÖDP deneyimiyle oldu. 91’den sonraki sürece baktığımızda ÖDP deneyiminin yanı sıra bir de gelişen bir Kürt ulusal hareketi var. Seçimler ve sosyalistler açısından ÖDP deneyimini nasıl değerlendirebiliriz? Bağımsız bir seçeneğin inşasında Kürt hareketiyle sosyalistlerin kurduğu ilişkileri nasıl değerlendiriyorsun?

MK: Sorunun ikinci kısmından başlayayım. Kürt hareketiyle sosyalist hareket arasında ilişkiler, 1991’de başladı. O zamanki Sosyalist Parti lideri Doğu Perinçek’le Kürt hareketi doğrudan ilişkiye geçti. Halkın Emek Partisi adayları SHP listesinden milletvekili seçilecekken, Abdullah Öcalan Doğu Perinçek’e de milletvekilliği teklif etti. Anlaşıyorlar, anlaşmıyorlar. Bildiğimiz hikâye. Bir anlamda ilk buluşma. İkincisi aslında 1994 Mart yerel seçimlerinde biz Birleşik Sosyalist Alternatif olarak seçimlere girdiğimizde, o zamanki Kürt ulusal hareketi seçimlere katılmadı. Seçimlere katılmayı Genelkurmay’ın yanında yer almak vs. olarak yorumladılar. Bir sene sonra biz Birleşik Sosyalist Parti olarak iki beldenin ilçe olmasından ötürü, bürokratik sebeplerden seçime girme hakkımızı kaybettik. Sonra HADEP’le birlikte, biz, SİP ve birçok sosyalist grupla beraber seçim kampanyası yürüttük. Bu ilişki birkaç kategoride ele alınabilir. Biri, Kürt ulusal hareketi ile işbirliği yapmalı mı? Diğeri, onlar olmadan olmaz meselesi. Ama burada genellikle kaybedilen hikâye Kürt meselesinin demokratik siyasal çözümünden yana olmak ile bağımsız bir sosyalist hareketin inşası arasında ille de organik bir bağlantıyı zorlamaktır. Böyle bir organik bağ yoktur. 1994 seçimlerinde biz girdik, onlar girmedi. Biz kendi yolumuza devam ettik ve parti olarak  o gün itibariyle aldığımız oy yüzde 0,3’tü. Şu andaki partileri de düşünecek olursak Birleşik Sosyalist Parti’nin belli başlı sosyalist partiler kadar üye sayısı vardı. Dolayısıyla bizim kendi inşamızı onların seçime girmemesi engellemedi. 1995 Aralık seçiminde de HADEP’ten sonra en yaygın parti olarak birlikte çalışmamız da mümkün oldu. Buradan çıkartılacak bir ders olmalı. Diyeceğim  bu birlikte olmayı ilkesel hale getirmek iki farklı yörüngedeki hareketi bir kazığa bağlamak ciddi sorunlara yol açabilir. Ciddi sorunlardan biri Kürt hareketi ile sosyalist hareketin orantısız güçlere sahip olmasıdır. Bir diğer nokta “ortak bir çerçeve” dendiği zaman, bütün bu ortak girilen seçimlerdeki ittifaklara bakıldığında, başta herkes ilkelerden söz eder ama çok da fazla ilkeye de ihtiyaç yoktur. Yani mesela diyelim ki bir sosyalist parti ile seçim yapmak konusunda çok zorlanan Kürt hareketi, SHP ile ittifak yapmakta hiç zorluk çekmedi. Diyeceksin “tersi de doğrudur”. Bu da olabilir ayrıca. ÖDP tabii ki şu ana kadar gördüğümüz en gelişkin örnek. 1999 seçimlerinde ÖDP ayrı girdi, Kürt ulusal hareketi ayrı girdi. Kürt ulusal hareketi bazı desteklerle girdi. ÖDP içinde de bazı arkadaşlar ısrar etti Kürtlerle işbirliği yapalım diye. Bunun iki taraf için de zararlı olduğu kanısında değilim. Sonuçta kimse kimseye çelme takmamıştır. Ciddi yörünge farklılıkları vardı. 99 yılında seçimler olduğu zaman Abdullah Öcalan yakalanmıştı. Onların gündeminde farklı şeyler vardı. Bizim gündemimizde tabii ki Kürt meselesi olmakla birlikte başka şeyler de vardı.

: Güç ve gündemi farklıydı her iki hareketin de.

MK: Öncelikler arasında, program bir yana eylem programında farklılıklar var. Bunu çakıştıramazsın. Ama ÖDP’nin de seçim tarihine baktığımız vakit, çok büyük yalpalanmalar yaşandı. Örneğin 2002 yılında genel seçimler yapılırken, son güne kadar aslında DEHAP’la görüşmeler yürütüldü. Ama sabah kahvaltıda Sema Pişkinsüt’ün partisiyle ittifak yapıldığı söylendi.

: Hangi partiydi bu?

MK: Siyasi tarihteki değeri DSP’den kopup ÖDP’ye katılmasıyla sınırlı olan bir parti. Çoğu kimse adını bile hatırlamaz. Sema Pişkinsüt, Ecevit’in Demokratik Sol Partisi’ne genel başkan adayı olup kavgalı geçen bir seçim sonucunda kongrede kaybedince, DSP’den 3 milletvekiliyle birlikte partiden ayrılmış, Toplumcu Demokratik Parti’yi kurmuştu. Önemli olan bu kısmı değil. Bu birleşme kararı ve DEHAP ile seçimlere girmeme kararının parti organlarından geçerek alınmış bir karar olmaması önemli. Başkanlar düzeyinde imzalanmış ve parti organlarının haberdar olmadığı bir karardı. Bu da bir garabet olarak tarihe geçmiştir. 2004 yılında mesela, yerel seçimler sırasında garip bir şey oldu. Murat Karayalçın liderliğinde SHP -son seçimleriydi herhalde-, ÖDP, Kürtler, çeşitli gruplar birlikte katıldı. Buradan da “kimin için ne kadar sağlıklı sonuç çıktı?” diye sorulursa, seçim bir belediye meclis üyeliği fazla almak değil de bir takım ilişkileri ileri doğru taşımak, yeni kesimlere ulaşmak, onların iradelerini açığa çıkarmaktır diye düşünürsek böyle bir şey olmadı.

YÖ: ÖDP tarihi açısından 2007 seçimleri önemli sanırım. Bugünden baktığımızda 2007 seçimlerinde alınan tutumlar, sonraki seçimlere de örnek teşkil etti. Ünlü bağımsız adaylıklar dönemi… Hem ÖDP açısından hem de sosyalist hareketinin kimi simalarını “parlamentoya taşıyan” bağımsız adaylar mevzusuna gelsek…

MK: 2007 seçimleri, ÖDP için önemli bir dönemeçti. Çeşitli açılardan önemli bir dönemeçti. Bunlardan birincisi tabii, ÖDP’nin kırılması açısındandı. Parti genel başkanına dışarıdan milletvekilliği öneriliyor. Bu parti organlarından geçmiyor. Parti garip bir şekilde seçime gidiyor ama tarumar olmuş bir vaziyette. Bu seçimler bizde başka bir siyaset yapma anlayışını öne çıkardı. Sadece bizde yok dünyanın başka yerlerinde de bu hikâye var. Bu anlayış, örgütün siyasal gücünü ya da aşağıdan gelenlerin iradesini öne çıkarmak yerine, bir tür paraşütle adaylığı bir siyasi fenomen haline getirdi. Bu çok tehlikeli bir şeydir. Son iki seçimdir tekrar ediyor ve üçüncü seçimde de “aday” ne kendi siyasi partisinin ne de daha geniş kesimlerin onayı ile aday olmadığı için yeniden bir karar merciine bakacaktır. Oradan bir ışık, hatta açık açık isim beklenecektir. Bu takdirde bir siyasi parti faaliyeti yürütmenin anlamsızlaştığı bir noktaya geliyoruz. Bir başka husus da aslında şudur tabii ki, Kürt hareketi bunu yaparak Türk sosyalist hareketinin içine sürekli oynadı; müdahale etti. Mevcut güç ilişkileri içinde bu işler böyle olacaksa, tabiri caizse Kürt hareketiyle sosyalist hareketin rabıtalı bir ilişkili kurması mümkün değildir. Çünkü şu Gezi ve AKP/Cemaat diye ifade edilen çatışmada gördüğümüz gibi gayet pragmatik bir hareketle karşı karşıyayız. Kendi hakkıdır; demokratik özerklik mi olur, konfedere mi olur bu onların karar vereceği bir şey. Ama onun yörüngesine sosyalist hareketin kapılıp oradan bir şey inşa etmeye yönelmesi imkânsız bir şeydir. Ve bu yörüngeyi çizen herkes de tökezlemiştir. Elbette burada örneğin Gültan Kışanak’ın bağımsız adaylığından bahsetmiyoruz, onlar yüzde 10 seçim barajından ötürü olan şeyler. Onların örgütleri var. Burada bağımsız adaylıktan kastım, açık söyleyeyim, kendi temsil ettiği gücün dışında adaylıklardan söz ediyorum. Baskın Oran’dan bahsediyoruz. Son seçilen arkadaşlardan da bahsediyorum tabii ki. Bunlar hangi mekanizmaların, hangi siyasi süreçlerin ürünü olarak aday oluyorlar? Bunun sosyalist siyaset açısından sakıncalı olduğu kanısındayım. Temsil kabiliyeti yok çünkü. Sizin delege edilmeniz lazım; burada ise atama söz konusu. Bir de paraşütle atlama hali var. Tanınmış, aydın birini buluyorsunuz ve halka diyorsunuz ki “Buna oy verin.” Niye? “Çünkü iyidir hoştur”. Bu herhalde temsili demokrasinin en gudubet hallerinden biri oluyor. Taban demokrasisi diyoruz, sosyalist demokrasi diyoruz, temsili demokrasiyi o kadar eleştirdikten sonra, yukarıdan paraşütle atlıyoruz. Altı kaval üstü şeşhane bir hikâye. Arjantin örneğine geri dönecek olursak, üç milletvekili seçildi. Üçünün de şeceresine bakın. En büyük örgütün (PO) en büyük şefi, Altamira seçilemedi. Bizde olsa, “adam hak ediyor” dersin. O seçilemedi mesela. Bu da başka bir terbiye.

: 2007’deki kırılmanın sonuçları sadece ÖDP içinde örgütsel bir ayrılığa yol açmadı, genel olarak sosyalist hareketi etkileyen siyasi bir kırılma oldu, diyebilir miyiz?

MK: Bu kırılma bize zihniyet olarak parlak bir proje olarak geldi. Bu oldukça yaygın ve önemsenen bir hikâye. Örneğin mevsimi geldiği zaman etrafta çok rahatlıkla, müstakbel ve muhtemel sosyalist milletvekili adaylarına rastlamak mümkündür. Bu hazin bir şey. Tabii insanları da bu durumda oy vermeye çağırmak da kolay ve ikna edici bir şey değil. Birisine “Şuna oy verin” diye propaganda yaptığınızda “Niye ona oy vereyim?” dediğinde ona cevap vermede zorlanırsınız. Çünkü yarının ne olacağı belli değil, bunun denetimi yok. Neyi temsil ettiği tam olarak belli değil. Sonra “Kusura bakmayın” oluyor. Baskın Oran örneğinde olduğu gibi, sanki insanlar Baskın Hocayı daha önce tanımıyorlarmış gibi “Bu iş pek olmadı sanki” dediler. Şimdi adamın yaşı belli. Kabahat onu oraya aday gösterenlerde.

: O dönemde 2. Bölgeden kaç  aday çıktı?

MK: Doğan Erbaş çıktı. Ben ona oy verdim. Bir oyum var onu vermesem olmaz. “Niye oy verdin?” dersen onu açıklamaya çalışırım, ama ilkesel olarak bir şeyi savunmak ayrı bir şey. Ufuk Uras’ın da bu şekilde adaylığına karşıydım zamanında. Aday olunca “oy vermiyorum” diyemezsin. Sonrasında bu bir karakter haline geldi. Bugünden baktığımızda belki oy vermemeyi düşünmek de gerekir. Çünkü oy verdikçe alışıyorlar, arkası geliyor.

: Bu bir alışkanlık ve gelenek halini aldıysa eğer, seçimlerin taktik olmaktan çıkıp bir siyasete dönüştüğünü söyleyebilir miyiz?Kürt hareketi de sosyalist hareketinin zaafını keşfetti. Sosyalist hareket içinde de itiraz edecek siyasal gelenek yeterince oluşmadı. 1946’dan bugüne çeşitli aşamalardan geçerek gelen sosyalist hareketin temel zihniyeti, halk cephesi politikası bugün farlı bir düzeyde sürekliliğini koruyor diyebilir miyiz?

MK: Doğan çocuk kakasından mı belli olur, genetiğinden mi belli olur, oraya girmeyelim. Ama şöyle bir şey var: Bağımsız sosyalist seçeneğin yaratılması için gereken sebatkâr yolu izlemediğimiz zaman birileri bize kısa yollu birtakım çözümler göstereceklerdir. “Bu kısa yollu çözümlerden ne üretilir?” dediğiniz zaman, bununla ilgili bazı deneyimler yaşandı. Bunlardan ders çıkarmak gerekirdi. Ama sonuçta tabii bizim sosyalist hareketimizde bireyler, kişiler, tutumlar, pozisyonlar, bakışlar, duruşlar vs. aşırı derecede önemlidir. Eyleminin muhtevasından önce, bir anlamda bakış, duruş, kelam daha önemli. O yüzden biz biraz “kitaba” gelecek durumda pek değiliz. Deveye sormuşlar nerem doğru demiş…

: Bir sonraki seçimlere geçelim. Onlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

MK: 2007’den sonraki seçimlerde 2009 yerel seçimlerinin bir özelliği yok bizim açımızdan. 2011’de de aslında bir anlamda bağımsız adaylık meselesi daha kallavi bir şekilde yapıldı. BDP için bu anlamlı bir şeydi. Bunu 95 Aralık seçimlerinde dile getirdim, o zaman Murat Bozlak HADEP genel başkanıydı. “Siz milletvekili çıkarmak istiyorsanız, niye bağımsız aday çıkarmıyorsunuz?”. “Biz yüzde 15 oy alacağız” deyince ben de sustum tabi. Onlar da biliyorlardı, yüzde 4, 5, 6’ya dayanacaklarını. Umarım daha fazlasına dayanırlar orası ayrı. Sonunda kurumsal bir çerçevede, mecliste de kendilerini temsil etmenin faydasının farkına vardılar ve bu aracı da kullandılar. Bu aracı kullanırken, adaylarını seçerken yine atamayla, şuraya şunu, buraya bunu koymaları kendi cenahları açısından anlamlı olabilir belki, ama sosyalistlerin de atama sırasına girmesi devrimci gelenekle açıklanamaz. Çünkü bu sosyalist harekette de başka türlü bir saflaşma, yarılma demeyelim ama bir ikileme yol açacaktır. Muhakkak ki sürekli oradan bir milletvekilliği ihtimali için çalışan, çabalayan insanlar olacaktır. Bir de herhangi bir milletvekilliği ihtimali olmadan kör kütük veya zor bela işlerle uğraşmak, didinmek durumunda kalacak olanlar olacaktır. Bağımsız adaylığı başka türlü inşa etmek mümkün olabilir. Birkaç meclis kurarak o mecliste tabiri caizse “temsil kabiliyeti olan”, mümkün mertebede aşağıdan insanların yer alabileceği, adaylar çıkartılabilir. Bakın biz yüzde 5 oy alıyorduk Fransa Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde. Olivier Besancenot  “Ben artist miyim, ömür boyu aday mı olacağım?” dedi, adaylıktan çekildi. Gerçi biz de bölünmüştük ama oyumuz biraz da Olivier çekildiği için düştü. Üstelik o bir bakıma aydındı, ama posta çalışanıydı. Onun dediği sözü önemsiyorum: “Bana değil, siyasetime oy versinler”. Öyle adaylar bulmak lazım ki, bir fikri, siyaseti temsil edebilsin. Ama hiç değilse bu temsil kabiliyetini bir meclisten alsın. Solda farklı renklerdeki sosyalistler de yan yana gelmeliler. Onlar da seçimle sınırlı olmayan, ama bazen seçimle de sınırlı olabilecek birtakım birliktelikler, cepheler kurmalılar ve kurmak da zorundadırlar. Hiç değilse sosyalizmin bayrağının adını yükseltmek, bu umudu yeşertmek zorundalar.

: O zaman son iki soru. Bir, bu çerçevede CHP-AKP’nin dışında HDP’nin ortaya çıkması üçüncü bir seçenek midir? Bir de Ankara’da oluşan sol platform var. Nasıl değerlendiriyorsun.

MK: Şimdi kolayını cevaplandıralım. Ankara’daki mesele aslında Mansur Yavaş’ın CHP’den aday olmasıyla ortaya çıkan bir husustu. Burada ciddi bir inandırıcılık sorunu var. Onun yerine başka birisi aday olsaydı, bu parti neo-liberal bir parti olmaktan çıkacak mıydı? Elbette çıkmayacaktı. Kendi kafalarına yatkın bir merkez sol aday olmadığı için aday çıkarmak tercih edilebilir. “Bu kadarı yeter artık” denebilir. Bu da ciddi bir inandırıcılık sorunu yaratır. Bu aynı zamanda HDP’li arkadaşlar için de geçerlidir. “Nezaketen görüştük” dediler ama sonrasında “İlkeli ittifak olursa varız” da dediler. İlkeli ittifakta anlamadığım bir şey var, bunlar sanki antikapitalist, kızıl komünist mi olacaklar? CHP, CHP’dir. CHP de gidip HDP’lilere böyle bir şart koşmayacaktır. Bu da herhalde eğlenceli bir şey olsa gerek. Üçüncü seçenek meselesini yıllardır dile getiriyoruz. Türkiye’de İslamcılar, Cumhuriyetçiler var. Böyle bir ikilinin karşısında sen de Üçüncü Cephe olursun. Bu cepheleşmeyi yarmak için çabalarsın. Bu ifadeyi biz de kullandık, herkes de kullanabilir. Ama gerçekten böyle bir şey olması için, sahici bir tabana ihtiyaç var. Bazı araştırmalar CHP’yi yüzde 30 gösteriyor, AKP’yi yüzde 40-45. “Biz yüzde 7’lik bir cephe oluşturuyoruz” dediğinizde, bu cephe bir taraftan da birinci cepheyle hükümette kalması için, hükümetten düşmemesi için özel bir çaba sarf edecek. Üçüncü cephe olduğunu iddia edenler için kolay bir ikilem değil. Üstelik, Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan gönderdiği Erdoğan’a dönük hayırhah tutumunu ortaya koyan bir mektup da var. “Biz CHP’ye karşı mücadele edeceğiz, CHP’yi çökertmek için mücadele edeceğiz” diyorlar. Ama iktidarda ve hükümette olan AKP. Bu da garip bir üçüncü cephe anlayışı haline geliyor. Sanırım bu iş giderek HDP’nin inandırıcılığını zorlayacaktır.

: HDP’yi nasıl bir parti olarak değerlendiriyorsun? HDP devrimci, sosyalist bir parti mi? Reformist bir parti mi? Sosyal demokrat mı? Hangi kulvarda yer alıyor, sence?

MK: HDP içinde sosyalistlerin de bulunduğu sol bir oluşum. Bu benim kişisel yorumum değil, Aydın Çubukçu’nun Taraf’taki mülakatında söylediği bir şey. BDP de zaten statü olarak Sosyalist Enternasyonal’de gözlemcidir. Sol bir partidir, ama sosyalist değildir. Bir problem şurada çıkıyor. Bir iktidar oyunu oynanıyor, iktidar mücadelesi var, bu siyaset savaşında bir gedik arıyorsunuz. Bu gediği hükümeti zaafa uğratmadan nasıl yapabilirsiniz? Paradoks buradan kaynaklanıyor. Hükümeti yanınıza alarak veya daha iyi bir tabirle hükümeti karşınıza almayarak mı yapacaksınız? Bu dünya literatürüne geçecek bir tartışma olur. Bu tartışma önümüzdeki günlerde daha net bir biçimde ortaya çıkabilir. Bunun uluslararası ilişkiler boyutu olabilir, başka boyutu olabilir, lobilerle, Ermeni meselesiyle, Abdullah Öcalan’ın dedikleriyle ilgili olabilir. Burada bir parantez açmama izin verin: KCK yöneticisi Bese Hozat’ın söylediği sözlerin benzerlerini Öcalan’ın literatüründen çıkarmak mümkündür. Öcalan’ın savunmasının beşinci cildine göre, 1919-22 arasında Türkiye adeta cennettir. Demokratiktir, her şey iyidir, Kürt meselesi iyidir. Ondan sonra bozulma oluyor. O zamana kadar bu demokratik, ilerici bir rejim olarak vaftiz ediliyor. Ancak tarih bunu böyle söylemez. Başka şeyler de söyler. Bugünkü rejimin inşası sırasında üzerine oturduğu zemin Birinci Dünya Savaşı zeminidir. Burada Ermeni katliamı da vardır. Bunu bu şekilde İsmail Beşikçi anlatır, Öcalan anlatamaz. Bu tarih anlatımı 1919-22 arası koalisyonu açıklamakta güçlük çeker. Bir de tabii ki, Kürtlerin de Ermeni katliamındaki rolünü es geçmek durumundasınızdır. Bunlar karışık işler. Muhakkak ki bunlar başka bir mevzu. Tekrar konuya dönersem, sanıyorum HDP adayları önceki seçimdekinden farklı bir konumdalar. Genel seçimlerde bağımsız adaylara oy veren sosyalistler bu kez daha farklı düşünebilirler. İstanbul’daki Kürt seçmenler ise bu sefer biraz daha özgüven kazanmış olarak HDP’ye oy verebilirler. Yine de bundan çok emin olamıyoruz. BDP’li seçmenlerin sosyolojik analizine baktığımızda, Kürt seçmenler muhafazakârdır, dindardır; HDP’nin sol söylemini nasıl kaldırır, tahmin etmesi güç. Öte yandan biraz araştırmalara baktığımız takdirde sonunda artık garip yerlere sürüklenmeye gerek yok. “Batı’dakilerin hepsi faşist, Doğu’daki Kürtlerin hepsi kızıl komünist” diye görmek yanlış olur. Diğer yandan çok havada kalan bir enternasyonalizm kullanılıyor. Bir sosyalist enternasyonalizmi vardır bir de burjuva enternasyonalizmi vardır. Küçük burjuva enternasyonalizm de olabilir de… Adı konmaksızın safiyane bir saflaşmanın peşinde koşmanın bir yararı yoktur herhalde.

: Üçüncü seçenekle ilgili ekleyeceğiniz başka bir şey var mı?

MK: Üçüncü seçenek meselesinin bir de politik yanı var. Türkiye’de esas ayrımı biz nerede göreceğiz? Onu bilemiyoruz. Kürt ve Türk diye görmeyeceğimize göre… Bu toplumdaki ideolojik oluşumların –İslamcılık, Cumhuriyetçilik– ötesinde, dünya görüşü açısından da değerlendirirken şöyle bir problem ortaya çıkıyor: Hangi toplumsal dinamiklere dayanarak ya da onları inşa ederek geleceğimiz kurtarabiliriz? Şimdi çözüm süreci BDP’nin ve HDP’nin olmazsa olmazı. Bunun için AKP ile ilişkilerin kopmaması gerekiyor. Bunu kendileri söylüyorlar. Diyelim ki bir CHP-MHP koalisyonu oldu, bu takdirde müzakere süreci yürümez. Genel kanı bu. Bir tek aralarında “Bolşevik” olan Altan Tan var, “Devlet Bahçeli gelse de fark etmez. Toplum tarafından çözüm süreci çok benimsenmiştir. Türkiye’nin bundan geri dönme şansı yoktur. Dönerse Türkiye kendini nerede bulur belli olmaz” diyor. Üçüncü cephe meselesini irdelerken, biraz önce sözünü ettiğim toplumsal dinamikler meselesi bizde çok az irdeleniyor. Mandela’nın vefatından sonra Güney Afrika deneyimine dönüp bakmaya başlanıldı. Hiçbir şeyin garantisi yoktur. Ancak geri dönüp bir bakmak lazım. Birçok ulusal kurtuluş hareketi kendi içinde yeni bir oligarşi yaratarak eski oligarşiye eklemlenmiştir. Kürt hareketinin perspektifinde “eski oligarşiyi yok etme” diye bir bakış açısı yok. AKP ile uzlaşarak böyle bir şey mümkün de değildir. Anadilde eğitim, eski yerlerin isimleri, kültürel faaliyetler, yerel emniyet teşkilatının kurulması da dâhil olmak üzere kabul edilmemiş talepler bizi neo-liberal siyasetten kurtarmaz. Neo-liberalizm çok daha kapsamlı sosyal veya siyasal bir sistemdir. Dolayısıyla ortada bir üçüncü cephe yok. Kâğıt üzerinde basit gibi gelecek değişikliklerle, yerel yönetim şartnamesinin kabul edilmesiyle taleplerin önemli bir kısmı ortadan kalkar. Bunun dışında kalan örneğin demokratik konfederalizm, dünya siyasetinde olmayan bir kavram, siz bunu kullanırsınız. Bu neye karşılık düşer? Ona bakmak lazım. Dolayısıyla bu üçüncü bir cephe açmak için bizim daha çok büyük mücadelelere ihtiyacımız var. Çok daha büyük güçlerin inşasına ihtiyacımız var. Bunlar tabiri caizse kurumsal çerçeve içindeki müzakerelerle veya seçimlerle oluşacak bir şey değil. Seçimleri günü geldiğinde ıskalamayacak olan, ama esas olarak işçilerin ve ezilenlerin içinden çıkacak bir inşaya ihtiyaç var. Bırakalım 12 Eylül’den sonraki 30 yıllık tarihimizi, ilk sosyalist örgütler 1880’lerin sonunda yerel olarak var olduğunu kabul edersek, neredeyse 150 yıllık tarihimiz içinde bunu yapamadık, yine yapamazsak, başka yapacak bir şey de olmayacaktır.