İmdat Freni

admin

İşçi Konfederasyonlarından Ortak Açıklama: Torba Yasa Eşitlik İlkesine Aykırı, Geri Çekin!

TBMM’nin gündeminde bulunan ve güvencesiz çalışmayı yaygınlaştırıp, emekçilerin kıdem ve ihbar tazminatı gibi kazanılmış haklarını gasp etmeyi önüne koyan torba yasa teklifine karşı üç işçi konfederasyonu ortak bir açıklamada bulundu. Açıklamada 25 yaş altı ve 50 yaş üstü çalışanların hiçbir şarta bağlı olmaksızın belirli süreli iş sözleşmesi ile (geçici işçi olarak) istihdam edilmesi sonucunda kıdem ve ihbar tazminatı gibi haklardan yararlanamamalarının büyük haksızlıkların ortaya çıkmasına neden olacağı vurgulandı.

DİSK, Türk-İş ve Hak-İş başkanları tarafından imzalanmış ortak açıklamanın bütününü aşağıda yayınlıyoruz:

“ESNEK ÇALIŞMAYA DÖNÜK DÜZENLEMELER GERİ ÇEKİLMELİDİR”

TÜRK-İŞ, HAK-İŞ ve DİSK olarak TBMM gündeminde olan torba yasa teklifinin çalışma hayatına ilişkin düzenlemelerinden duyduğumuz ortak kaygıyı ve teklifin yaratacağı sakıncaları kamuoyu ile paylaşıyor ve teklifin İş Hukukuna esneklik getiren hükümlerinin TBMM gündeminden geri çekilmesini talep ediyoruz.

Kanun Teklifiyle belirli süreli iş sözleşmesinin kapsamının genişletilmesi ve yaygınlaştırılması söz konusudur. Belirli süreli sözleşme ile çalışan işçiler, kıdem ve ihbar tazminatı ile iş güvencesi (işe iade davası) hükümlerinden yararlanamadığından bu düzenlemeyi son derece sakıncalı buluyoruz. 

25 yaş altı ve 50 yaş üstü çalışanların hiçbir şarta bağlı olmaksızın belirli süreli iş sözleşmesi ile (geçici işçi olarak) istihdam edilmesi sonucunda kıdem ve ihbar tazminatı gibi haklardan yararlanamamaları büyük haksızlıkların ortaya çıkmasına neden olacaktır. Yaşa bağlı olarak getirilecek bu düzenleme çalışanlar arasında ayrıma yol açacaktır. Çalışma düzeni ve sosyal adaletin bozulmasına neden olacaktır. Ülkemizde belirsiz süreli iş sözleşmesi esasına dayalı olarak düzenlenen iş hukuku düzeninin alt üst olmasına yol açacaktır. Ayrıca yaşa bağlı olarak getirilen bu ayrım Anayasanın eşitlik ilkesine de aykırıdır.

Kanun Teklifinde 25 yaş altında olup 10 günden az çalışma günü olan çalışanlara yönelik bir düzenleme yer almaktadır. Bu teklifle, 25 yaş altındaki işçilerin uzun vadeli sigorta kollarına ilişkin ödemelerinin yapılması yükümlülüğü ortadan kaldırılmaktadır. Bu teklif çalışanların işsizlik, malullük, yaşlılık, ölüm, iş kazası, meslek hastalığı ve analık gibi hayati öneme sahip haklardan yararlanmasını ortadan kaldıracaktır. Bu düzenlemeyi özellikle sosyal güvenlik hakkı açısından sakıncalı buluyoruz. Yaşa ve çalışma biçimine bağlı olarak sosyal güvenlik haklarından mahrumiyet getirecek bu düzenlemenin de Anayasanın eşitlik ve sosyal güvenlik hakkı hükümleriyle çeliştiğini düşünüyoruz.

Torba kanun teklifinde kısmi çalışmanın yaygınlaştırması amaçlanmıştır. Kısmi çalışma yaşlılık aylığı, malullük aylığı, işsizlik ödeneğine hak kazanma gibi pek çok konuda ciddi hak kayıpları yaratacağı için bu düzenlemeyi sakıncalı buluyoruz. 

Üç işçi konfederasyonu olarak işçilerin başta kıdem tazminatı ve sosyal güvenlik hakları olmak üzere Anayasa ve yasalarla güvence altına alınmış haklarına zarar vereceğini düşündüğümüz bu teklifin geri çekilmesini talep ediyoruz. Ülkemizin küresel salgın ve deprem felaketiyle uğraştığı ve yaralarını sarmaya çalıştığı bu zor günlerde, çalışanları büyük endişelere sevk eden ve hak kayıpları yaratacak bu teklifin TBMM gündeminden geri çekilmesi bütün çalışanların ortak arzusudur. TBMM’deki bütün siyasi partileri bu konuda sağduyulu davranmaya ve işçilerin sesine ve arzusuna kulak vermeye çağırıyoruz. Üç işçi konfederasyonu olarak bu konuda ısrarlı olduğumuzu vurgulamak istiyoruz.

TÜRK-İŞ, HAK-İŞ ve DİSK olarak, çalışma hayatının sorunlarıyla ilgili düşünülen düzenlemelerin ülkemizde uzun bir geçmişi olan sosyal diyalog mekanizmaları kullanılarak ele alınmasından yana olduğumuzun bir kez daha altını çiziyoruz. 

Birlikte Yaşamak İstiyoruz İnisiyatifi’nden Göç ve Mücadele Müzikleri

17 Ekim Göçmenlerin Ulusötesi Mücadele Günü vesilesiyle Birlikte Yaşamak İstiyoruz İnisiyatifi, göçmenlerin sesine ses katmak üzere çeşitli sanatçılardan müzikleriyle “Sınırsız, Sınıfsız, Sürgünsüz, Sömürüsüz bir Dünya” talebine destek verme çağrısında bulundu. Birlikte Yaşamak İstiyoruz İnisiyatifi’nin youtube kanalında bulunan ve sosyal medya hesapları üzerinden paylaşılan bu videoları, İmdat Freni olarak toplu biçimde sitemizde yayınlayarak biz de mültecilerin ve göçmenlerin uğradığı ırkçı ve cinsiyetçi saldırılara, maruz kaldığı emek sömürüsüne ve tüm adaletsizliklere karşı dayanışmamızı bir kez daha göstermek istiyoruz.

Irkçılığa Geçit Yok!

Sınırlar Öldürür, Dayanışma Yaşatır!

Ayrıca Evrim Hikmet Öğüt tarafından hazırlanıp sunulan ve Açık Radyo’da yayınlanmış olan “Göçmenin Müziği, Müziğin Göçü” programlarının tümüne podcast olarak Spotify’dan ulaşılabiliyor.

Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Göç ve Mülteciler Meclisi’nin göçmen ve mültecilerin hakları üzerine gerçekleştirdiği güncel politik podcast programlarına da şuradan ulaşılabilir:

“Siyasetin Temel Etiği Militanlıktır”: Daniel Bensaïd ile Söyleşi

Aşağıda Daniel Bensaïd ile yapılıp 1999’da kitap şeklinde yayımlanan uzun bir söyleşinin giriş kısmının çevirisi bulunuyor. Söyleşi Philippe Petit tarafından yürütülmüş ve Éloge de la résistance à l’air du temps [Zamanın Ruhuna Direnişe Methiye] adıyla yayımlanmıştır (Textuel, Paris, 1999).

-20. yüzyıl, haklı olarak hem yeni bir çağ, büyük bir başlangıç, yeni İnsan’ın ve benzersiz bir siyasal dönüşümün yüzyılı, hem de her şeyin yıkımı ve sonu olarak değerlendiriliyor: metafiziğin, sanatın, ideolojilerin, tarihin, siyasetin sonu. Sizin fikriniz ne? Ve bu paradoks karşısında ne düşünüyorsunuz?

Yeni bin yılın arifesinde öncelikle kendimizi tam zamanına denk gelen tarihlere dair o sihirli yanılsamadan ve yaşadığımız zamana sahip olduğundan daha fazla önem atfetme eğiliminden korumamız gerek. Bir çağın sonu aynı zamanda bir diğerinin başlangıcıdır. Geçtiğimiz yıl Mayıs 68’in otuzuncu yıl dönümü vesilesiyle bu tartışmayı yürütmüştük: 19. Yüzyılın sona ermeye yüz tutmuş proleter saga’sının son fişekleri mi yoksa 21. Yüzyılın ücretliler toplumlarının ilk genel grevi mi? Muhtemelen ikisi de. Başlangıç her daim bir sondur. Son da bir başlangıçtır. Başlangıçlar her zaman yeniden başlayışlardır, her daim yeniden başlanan başlangıçlardır.

Sona ermekte olan yüzyılın laik inançların şevkiyle başladığı doğrudur. Margarethe von Trotta’nın Rosa Luxemburg hakkındaki filminde sosyalizmin büyük efsanevi simalarının 1900 yılının ilk gününü yakında kavuşulacak bir cennetin vaadi olarak kutladığını görürüz. Yeni çağ, belki de gelecek kuşak, sömürünün, savaşların sona erdiğini, kendisiyle barışmış bir toplumu görebilecekti. Bu kesindi. Tarih’in, İlerleme’nin, Bilim’in hareketini takip etmek kafiydi. Oysa birkaç sene sonra yelkenleri suya indirmek icap etti ve uygarlıklar kendi ölümcüllüklerini ve ölümlülüklerini keşfetti. Böylece III. Binyıl’a hayal kırıklığına uğramış, belki de daha doğru bir ifadeyle gözümüzü açmış biçimde gireceğiz. Ama adaletsizlikle kozlarımızı paylaşmaya bir o kadar da kararlı biçimde. 

En azından öyle umuyorum. 

Çünkü ilan edilmiş sonlar genelde kısa sürüyor. Şimdiden on yıl geçti bile: Sayın Fukuyama’nın kehanetlerini kim hatırlıyor? Tarihin sonu? Savaşlar, krizler, siyasal sarsıntılar: Tarih direniyor! 

Sanatın sonu? Kutsaldan dünyeviye, uzun ve zahmetli dönüşümünü tamamlıyor, çoğul hale geliyor (“sanatlar”): Fakat “ileriye dönük hayal” payını da muhafaza etmekten geri kalmıyor.

İdeolojilerin sonu? Bu en güzeli. Boynumuza kadar piyasa ve rekabet, gösteri ve görünüm, tarihin doğallaştırılışı, çatışmanın uzlaşmayla silinişinin ideolojisine batmış durumdayız. 1998 Noel’inde Avro’ya nasıl kutsal çocuk muamelesi yapıldığını görünce fetişizmin (paranın ve metanın fetişizminin) hiç bu denli güçlü olmadığını düşünmeden edemiyoruz. Medya makinelerimiz, vakti zamanında yüzlerce yıllık sembolik gebelik sonucu oluşandan daha fazla miti bir ayda üretiyor. İdeolojilerin sonu miti bunların en önemsizi değil.

Tüm bu ilan edilmiş sonların sona ermenin bir türlü sonuna gelemediğini fark ettiğimizde muhtemelen karşımıza sonların sonu hakkında son derece ideolojik bir best-seller çıkaracaklardır!

Siyasete gelince, o da diğerleri gibi değişiyor ve başkalaşıma uğruyor. Sönümlenmesi yahut dirilmesi tarihin amansız yasalarına değil, bizlerin siyasetle ne yapabileceğine bağlıdır. 

-Siyasete dair verebileceğiniz en minimal tanım ne olurdu? Pierre-Noel Giraud ve daha başkaları bunun bir mümkünler sanatı olduğunu söylüyor. Siz bu soruya nasıl bir yanıt verirdiniz?

Bu soru bizleri tanımların tuzaklı sahasına çekiyor. Siyasetin bir çeşit özünü veya tözünü aramaktan ziyade onu iktisatla, toplumsal örgütlenmeyle, kurumlar ve devlet aygıtlarıyla bir ilişki olarak düşünmeyi tercih ediyorum. Ve bu ilişkilerin tarihsel dönüşümü hakkında düşünmeyi. Böyle bakınca siyasetin çağlar ötesi bir geçerliliğe sahip olacak tek anlamlı ve nihai bir tanımından hayli uzağında buluruz kendimizi.

Fakat tanımların bu hileli oyununa her şeye rağmen girecek olursak, bir “mümkünler sanatı” olarak siyaset anlayışı çok da fena gelmiyor bana. Yeter ki imkân teriminin muğlaklığından kaçınabilelim. Eğer tarih programlanmış bir kaderin tamamlanışı değil de açık bir tarihse, o halde siyasal eylem de koşulları eklemleyen ve etkin, zengin ve somut bir imkânlar alanını belirleyen bir özgürlüğün ve sorumluluğun harekete geçirilmesidir (formel soyut imkân ise zayıf bir imkândır, ki bu da çelişkili bir ifade değildir).

Siyasal eylem, oluşan bu alandaki kimi mümkünleri ayırt edip seçer. Başkalarını ise terk eder veya onlardan vazgeçer.

Mümkünlerin bu güncelleştirilişi özgül bir siyasal zamansallığı belirler; burada, şimdiki zaman ne geçmişin basit bir uzantısı, ne geleneğin basitçe sürdürülüşü, ne de arzulanan bir geleceğin keyfî icadıdır (düşsel ütopyanın projeksiyonlarında olduğu gibi). O, mümkünlerin seçiminin sürekli belirlendiği uğraktır. Böylece siyasetin “şimdi” ve “mümkünat” kategorileriyle, belirli bir olumsallık ve zaruret, özgürlük ve zorlayıcılık fikriyle ilişkili olduğunu söyleyebiliriz. Bu, onun ilk belirlenim düzeyidir.

Fakat derhal bir ikincisi belirir. “Özgürlük” demek aynı zamanda ne türde bir insanlık haline gelmek istediğimize dair kolektif bir karar vermek demektir. Asil ve tutkulu bu siyaset anlayışı dine, tarihe (tarihin yasaları), metaya (paranın yasası) dayalı fetişizmlerin çeşitli biçimlerine maruz kalmanın reddiyesini ifade eder.

Bir de üçüncü bir belirlenim söz konusu, en hassas olanı belki de: (Bireysel bencilliğe karşı) bir yaşam tarzı ve dünyevi etik olarak siyaset. Bu, insanın kişisel yaşamının bir kamusal yaşam olarak tutarlı biçimde örgütlenişidir, bir çeşit kamusal ahlakilik biçimidir: Siyaseti yalnızca düşünmek değil aynı zamanda onu yapmaktır söz konusu olan. Biri olmadan diğeri olmaz. Bugün sahip olduğu kötü ünün aksine militanlık bana siyasetin temel etiğiymiş gibi geliyor. Onun sorumluluk ilkesi. Ve de tevazu ilkesi, çünkü militanlık yapmak mecburi olarak kolektif bir çerçeveye oturur. 

İlla ki partizan ve örgütlü bir militanlıktan söz etmiyorum bu arada, her ne kadar militanlığın bu boyutu toplumsal çatışmayı bir evrensellik ufkuna yerleştiren bir ortak çıkar ve genel irade anlayışına tekabül etse de. Çünkü siyaset, unutmamak gerekir ki, aynı zamanda ve belki de öncelikle bir çatışma sanatıdır, çatışmalı bir toplumsal ilişkinin uzamda ve zamanda örgütlenişidir. Çizgileri yerinden oynatmanın (güç ilişkilerini değiştirmenin) ve zaman çizgisini kırmanın sanatı. Burada “mümkünler sanatı” anlayışıyla buluşuruz, fakat idare-i maslahatçı bir realizmin “imkânlar dahilinde”ciliği anlamında değil, çeşitli açık uçlu gelecekler arasında – mecburen çatışma içeren- bir tercih anlamında.

Françoise Proust siyaseti bir “konjonktür ve beklenmediklik sanatı” olarak tanımlar. Bu formül bana da uygun geliyor. Onu benimsiyorum. 

Çeviri: Uraz Aydın

Azerbaycan-Ermenistan Uyuşmazlığının Asıl Nedeni Ne? – Djene Rhys Bajalan- Sara Nur Yıldız- Vazken Khatchig Davidian

ABD’de gelişmelere sol bir perspektiften bakan bir dergi olan Jacobin, internet sitesinde 10 Ekim 2020’de (yani ateşkes açıklamasından hemen önce) Karabağ çatışmalarına dair kapsamlı bir makale yayınlandı. Farklı ülkelerden üç akademisyenin imzasını taşıyan bu makale hem meselenin tarihine hem de geleceğine dair analizler içeriyor. Bu metin ilk olarak Agos’ta yayınlanmıştır.

Ermenistan ile Azerbaycan arasında patlak veren savaş, uluslararası alanda dikkatlerin, Nagorno Karabağ (Dağlık Karabağ ya da –Ermeniler tarafından kullanılan eski adıyla– Artsakh) konusunda uzun süredir devam eden anlaşmazlığa yönelmesine neden oldu. 

Özellikle Azerbaycan ve Türkiye’den gelen şiddet söylemi kulakları sağır ederken, sosyal medyada Azeriler, Türkler ve Ermenilerin kullandığı ırkçı, şovenist ve canavarlaştırıcı dil kontrolden çıkma noktasına gelmiş durumda. Askere alınmış genç Ermeni ve Azeri askerleri ve masum sivilleri mezarlarına taşıyan bayraklara sarılmış ceset torbalarının ötesinde, tüm bu hengâmenin içinde birçok başka kayıp da verildi; ortada, hakikat, bilgi ve aradaki uyuşmazlığı kesin olarak çözmeye dönük herhangi bir ciddi irade görünmüyor.

Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki gerilimlerin Kafkasya’yı savaşa sürükleyebileceği yönündeki korkular yeni değil. İki ülke, Dağlık Karabağ / Artsakh konusunda çeyrek asırdan uzun bir süredir bir çıkmazın içinde. Şu an yaşanan gerginlik birçoklarını şaşırtmış olabilir ama daha keskin gözlemciler, bu noktaya doğru gelindiğini görebiliyordu. Bu uzlaşmazlık konusunda önde gelen uzmanlardan biri olan Laurence Broers, 2016 yılının Nisan ayında yaşanan dört günlük yoğun savaşın ardından, müzakerelerin başarısızlığa uğramasının ve dizginlenmeyen milliyetçiliğin, tarafları otomatik olarak savaşa götürmesi gibi bir tehlikeden söz ederek uyarıda bulunmuştu.

Şu anda yaşanan, tam olarak böyle bir ‘otomatik’ gidiş gibi görünüyor. Fakat uzlaşmazlığı atalardan kalma nefretlerin ya da Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasındaki bir uygarlık çatışmasının sonucu olarak değerlendirmek yanıltıcı olur. Gözlerimizin önünde cereyan eden trajediye bir açıklama getirebilmek için, bu hataya düşmek yerine, sömürgeciliğin, milliyetçiliğin, otoritarizmin ve büyük güçlerin politikalarının bıraktığı mirasa bakmamız gerekiyor.

Sömürgecilik ve milliyetçilik
Dağlık Kafkasya, nefes kesen bir doğal güzelliği olan ve muazzam bir etnik, dilsel ve dinsel çeşitlilik barındıran bir bölge. Karadeniz’den Hazar kıyılarına kadar uzanan bölge, birçok topluluğa ev sahipliği yapıyor; Gürcüler, Ermeniler, Azeriler, Ruslar, Mesket ve Ahıska Türkleri, Kürtler, Ezidiler, Dağıstanlılar, Abhazlar, Çerkesler, Çeçenler, Talışlar, Osetler, İnguşlar, bunlardan sadece bazıları.

Ancak, günümüzdeki milliyetçi tutumların velvelesi, bölgenin inanılmaz çeşitlilikteki halklarının, müzikten dansa, folklordan yemeklere kadar uzanan ve müthiş bir zenginlik oluşturan ortak kültürel mirasının üstünü örtmemeli.

Burası, 16. yüzyılın başlarından 19. yüzyılın başlarına kadar, Sünni Osmanlı İmparatorluğu’nu İran’daki Şii rakiplerinden ayıran, geniş ve belirsiz bir sınır bölgesinin kuzey kısmını oluşturuyordu. Günümüzde modern Ermenistan ve Azerbaycan Cumhuriyeti’nin yer aldığı bu topraklar, sık sık, bu iki Müslüman güç odağı arasında çatışmalara sahne olsa da, genel olarak İran’ın etki alanı içindeydi.

Dış güçler, bölgede hâkimiyet kurmak için, dönemin coğrafi ve teknolojik sınırlılıkları içinde, genellikle hafif müdahalelere başvuruyorlardı. Bölgenin tamamında yerel derebeyleri kayda değer bir özerkliğe sahipti; çeşitli etnik ve dinî topluluklar yan yana, göreli bir barış içinde yaşıyordu. Ancak 1801-1828 arasında Rusya’nın askerî olarak genişlemesi sonucunda İranlılar Doğu Kafkasya’dan çıkmak zorunda kaldı ve bölge, kozmopolit bir şehir olan Tiflis’ten yönetilen Kafkasya Genel Valiliği’ne dâhil edildi.

Dağlık Karabağ / Artsakh özelinde, Ermenilerin bölgeyle ilişkisi Antik Çağ’a kadar uzanır. Bölgenin her yerinde hâlâ Orta Çağ’dan kalma Ermeni manastırları ve Ermenilere ait mimari anıtlar bulunuyor. Ancak bölge, Ermeni kültürü ve dinî hayatı açısından önemli bir merkez olsa da, uzun zamandır kozmopolit bir nitelik taşıyor.

18. ve 19. yüzyıllarda Şuşi/Şuşa, hem Ermeniler hem de Azerbaycanlı Türkler için bir kültürel rönesans şehri olarak öne çıktı. Sovyetleşme döneminde yapılan nüfus sayımları, yüksek kesimlerde (yani Dağlık Karabağ’da) Hıristiyan Ermenilerin Azerilere oranının dokuza bir olduğunu, çevredeki alçak kesimlerde ise nüfusun ağırlıklı olarak Müslümanlardan oluştuğunu gösteriyor.

Birçok sömürgeci rejim gibi, Rus yönetiminin politikaları da Kafkasya’nın çeşitli halkları arasındaki gerilimleri yoğunlaştırdı; bu eğilim, milliyetçiliğin yükselişiyle güçlendi. 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında halkların kendilerini ayrı ulusal topluluklar olarak görmeye başlamasıyla, aralarındaki ilişkiler git gide daha da gergin bir hâl aldı.
Bu durum özellikle Hıristiyan Ermeniler ile, 20. yüzyıl başlarında ‘Azerbaycanlı/Azeri’ adını benimseyen (‘Azerbaycan’ tarihsel olarak, günümüz Azerbaycan Cumhuriyeti’ni değil, İran’ın kuzeydoğusundaki, hâkim dilin Türkçe olduğu vilayeti tanımlar) Müslüman Kafkasya Türkleri arasındaki ilişkilerde gözlemlenir. 

Rusya çözülünce
Etnik-ulusal gerilimler, çarlık otokrasisi tarafından bir ölçüde denetim altında tutuluyordu ama imparatorluk Rusyası çözülmeye başlayınca Kafkasya da çözüldü. İmparatorluğun devrim çalkantıları içinde savrulduğu 1905 yılında, Ermeniler ile Azerbaycan Türklerinin karşı karşıya geldiği, topluluklar arası bir katliam dalgası hızla yayıldı; yüzlerce kişi öldü. Ardından Birinci Dünya Savaşı’nın barbarlıkları geldi.

Savaş Ermeni nüfus açısından özellikle travmatik oldu. Osmanlı hükümetinin 1915’te, imparatorluğun Ermeni nüfusuna yönelik bir soykırım tecavüz ve katliam hareketi başlatma kararı alması sonucunda, muhtemelen 1,5 milyon kişi hayatını kaybetti. 

Rus İmparatorluğu’nda yaşayan Ermeniler bu imha hareketine maruz kalmasa da, soykırım Ermeni halkını derinden etkileyip şekillendirdi. Günümüz Ermenistanı’nda nüfusun önemli bir bölümünü, soykırımdan kaçıp buraya iltica edenlerin soyundan gelenler oluşturuyor. Dolayısıyla Ermeniler, Azerilerle aralarındaki uzlaşmazlığa 1915 olaylarının merceğinden de bakıyorlar.

Savaş, bir başka açıdan da muazzam bir etki yarattı: 1917 devrimlerinin ardından Kafkasya’da çarlık otokrasisinin yıkılmasını ve Rusların otoritesinin çökmesini hızlandırdı. Sömürge yönetiminin çöküşünün hemen ardından, Almanya, Osmanlı İmparatorluğu ve –İttifak Devletlerinin yenilmesiyle– İngiltere, bölge üzerinde nüfuz kurmaya çalıştı ancak başarılı olamadı. 

1917 devrimlerini takip eden dönemde, 1918 baharındaki kısa süreli federatif birlik denemesinin ardından bağımsız Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan cumhuriyetlerinin kurulmasıyla, git gide büyüyen bir siyasi parçalanma yaşandı.
Sonuç: Savaş. Milliyetçiler, etnik açıdan çoğunlukla karma bir yapı taşıyan bölgeler üzerinde hak iddia etmeye başladılar ve Azerbaycan ile Ermenistan arasında husumetler doğdu. İki yıl süren bu ilk Ermenistan-Azerbaycan savaşı ancak 1920’de, Sovyetler’in bölgeyi işgal etmesiyle sona erdi.

Stalinizmin mirası 
Ermenistan’ın ve Azerbaycan’ın Sovyetleştirilmesinin, iki taraf arasındaki uzlaşmazlığın ortadan kalkması yönünde pek bir faydası olmadı. Hatta, nüfusun çoğunluğunu Ermenilerin oluşturduğu, savaş sırasında Ermeni güçleri ile Azeri güçleri arasında yoğun bir rekabete sahne olan Dağlık Karabağ / Artsakh’ı Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne katma kararını veren, Josef Stalin’di. Yeni kurulan SSCB’nin diğer bölgelerinde olduğu gibi burada da, Sovyet politikaları, uluslar arasındaki uyuşmazlıkları çözmek yerine karşılıklı güvensizlikleri şiddetlendirdi.

Dağlık Karabağ / Artsakh’ın Azerbaycan içinde özerk bir oblast statüsünde olması, Ermeni nüfusu, Sovyet döneminin aşırıya kaçan nüfus mühendisliği uygulamalarından bir ölçüde korudu.

Ermenistan, Türkiye ve İran arasında sıkışmış bir eksklav olan Nahçıvan/Nahiçevan’daki Ermenilerin nüfusu, 1920’lerin başlarında toplam nüfusun yaklaşık yarısını oluştururken, SSCB’nin yıkıldığı dönemde neredeyse tamamen yok olmuştu. 

Buna rağmen, Bakü yönetimi Dağlık Karabağ / Artsakh’ta, bölgeye Azerileri yerleştirerek Ermeni çoğunluğun oranını düşürme politikası izledi; bu Azerilerin yerleşimlerine yatırımlar yaparken, Ermeni şehirlerini ve köylerini temel altyapıdan yoksun bıraktı. Onlarca yıl süren düşük yatırım ve ayrımcılık nedeniyle biriken kinin yarattığı öfke, Sovyetler Birliği’nin çöktüğü günlerde doruğa çıktı.

1988 yılının Şubat ayında, Dağlık Karabağ / Artsakh yerel yönetimi bir oylama yaparak Azerbaycan’dan bağımsız olmaya karar verdi; bu, Ermenistan’la birleşmeye yönelik bir ilk adımdı. Bakü’ye meydan okuyarak yapılan bu oylamanın ardından, Azerbaycan’ın Sumgayıt şehrinde Ermenilere yönelik bir pogrom patlak verdi. Çok sayıda insanın ölümüyle sonuçlanan bu olay, bölgenin tamamında bir şiddet döngüsünün tırmanmasına zemin hazırladı. 1992’de Hocalı’da Azerbaycanlı sivillere yönelik katliamda yüzlerce kişi hayatını kaybetti. 

Azerbaycan ve Türkiye’nin, Dağlık Karabağ / Artsakh halkına kendi geleceğini tayin etme hakkı tanınmadıkça bir çözüme ulaşılmasının mümkün olmadığını anlaması gerekiyor. Ermenilerin ise, nihai bir barış antlaşması yapılmadıkça statükonun sürekli olarak sorgulanacağını anlaması gerekiyor. Özellikle de Aliyev rejimi ayakta kalır ve halkın dikkatini ülke içindeki sıkıntılardan uzaklaştırma ihtiyacı duyarsa.

Topyekün savaş
SSCB’nin Aralık 1991’de dağılmasından sonra, bu döngü, bağımsızlığını yeni kazanmış iki devlet olan Azerbaycan ile Ermenistan arasında topyekûn savaşa evrildi. Etnik temizlik hareketinde neredeyse 30 bin kişi öldü; Ermenilerin Azerbaycan’dan, daha yüksek sayıda Azeri’nin de Ermenistan’dan ve Karabağ çevresindeki bölgelerden çıkarılmasıyla, 1 milyondan fazla insan yerinden edildi. 

Ateşkes sonrası statüko kendisi için bir zafer niteliği taşıyan Ermenistan, nüfusun çoğunluğunu Azeriler ve Kürtlerin oluşturduğu Kalbajar ve Laçin rayonlarını işgal ederek, bağımsızlığını ilan eden Artsakh Ermeni Cumhuriyeti’ni Ermenistan’a bağlayan bir bitişik kontrol bölgesi oluşturdu. 

1994’ten beri çatışmaya kalıcı bir çözüm bulunamıyor. 11 devletten oluşan, eş başkanlığını Fransa, Rusya ve ABD’nin yaptığı Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) Minsk Grubu’nun aracılık ettiği müzakereler başarısız oldu. 1994 ateşkesinden sonra oluşturulup yoğun şekilde silahlandırılan ‘Denetim Hattı’nda ve Ermenistan-Azerbaycan sınırının başka noktalarında yaşanan çarpışmalar, bölgede barışa yönelik bir tehdit oluşturmaya kesintisiz olarak devam etti. 

Savaşa giden tırmanış
Çatışmanın çözülememesinde, şüphesiz, tüm tarafların suçu var. Statükodan memnun olan Ermenistan’ın, elindeki askerî ve araziye dayalı avantajdan vazgeçmek gibi bir niyeti yok; bu durum Azerilerin canını sıkıyor. Milliyetçilik ve hiç bitmeyecekmiş gibi görünen Azerbaycan tehdidi, ülkede bağımsızlıktan bugüne uzanan sürecin büyük kısmında hüküm süren Sovyet sonrası dönemin seçkinleri için, kullanışlı bir meşruiyet aracı oldu.

Ermenistan ile Azerbaycan arasında süregelen gerginlik, Kafkasya’yı etki alanının içinde tutmak isteyen eski sömürgeci güç Rusya’ya, iki taraf üzerinde nüfuzunu koruma olanağı sundu. Hatta Putin, bu savaşı, Ermenistan’da 2018’deki barışçıl Kadife Devrim’in ardından iktidara gelen Nikol Paşinyan yönetimine, Ermenistan’dan çok daha zengin ve kalabalık bir ülke olan ve Türkiye’nin destek verdiği Azerbaycan’la arasındaki uzlaşmazlıkta, Rusya’dan alacağı desteğin ne kadar vazgeçilmez olduğunu hatırlatmak için kullanabilir. 

Ne var ki, bu son tırmanışın ayrıntılarını anlayabilmek için Bakü’ye ve Ankara’ya bakmak gerekiyor. Eylül sonunda saldırıya geçen, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yönetiminin askerî donanım ve Suriyeli paralı askerler aracılığıyla aktif olarak destekleyip ayakta tuttuğu Azerbaycan güçleriydi. 

Görevini 2003’te babası Haydar Aliyev’den devralan ve demokratik meşruiyeti olmayan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Dağlık Karabağ / Artsakh’taki mevcut olumsuz durumun yarattığı milliyetçi kızgınlığı, dikkatleri giderek artan iktisadi eşitsizliklerden, ülkenin petrol varlığının çarçur edilmesinden ve başında olduğu hırsızlar yönetiminden uzaklaştırmak için kullanıyor. Aliyev’in, bu yaz cephe hattında yaşanan çatışmaların ardından savaş yanlısı protestocuların Parlamento’yu basmasından beri, milliyetçilik karnesini şişirme ihtiyacı içinde olduğuna dair de pek şüphe yok. 

Benzer şekilde, Pantürkist ve Ermeni karşıtı söylem, sert bir iktisadi krizin yaşandığı bu dönemde, Erdoğan’ın sağcı tabanını elinde tutmasını sağlıyor; bir yandan da, muhalefeti, ana muhalefeti oluşturan Cumhuriyet Halk Partisi’nin de içinde bulunduğu ‘savaş yanlısı unsurlar’ ile başta yoğun baskılara maruz bırakılıp tecrit edilen Halkların Demokratik Partisi olmak üzere ‘savaş karşıtı kesimler’ olarak ayırıp parçalıyor.

Söz konusu söylem, bunların yanı sıra, Ankara’nın Büyük Güç olma iddialarını beslerken, Türkiye’nin Suriye ve Libya’ya yaptığı askerî müdahalelerinde ve Doğu Akdeniz’de gittikçe saldırganlaşan tavrında görülen, maceracı dış politika tutumuna da oturuyor. Tüm bunlar, dikkatlerin git gide büyüyen iç sorunlardan uzaklaştırılmasına hizmet ediyor. 
Kısacası, savaş –sıklıkla olduğu gibi– burada da bir otoriter siyasi konsolidasyon aracı olarak kullanılıyor. 

Sırada Ne Var? 
Peki, şimdi ne olacak? Sağduyu hâkim olsa, taraflar silahlarını derhal bırakıp, ciddi müzakerelere başlamayı kabul eder. 

Azerbaycan ve Türkiye’nin, Dağlık Karabağ / Artsakh halkına kendi geleceğini tayin etme hakkı tanınmadıkça bir çözüme ulaşılmasının mümkün olmadığını anlaması gerekiyor. O kadar çok şiddet yaşandı ki, bölge halkının İlham Aliyev’inki gibi anti demokratik ve yozlaşmış bir rejim altında kendini güvende hissetmesi artık mümkün değil. 
Dağlık Karabağ / Artsakh Ermenilerinin kendi unutkanlıklarını görmek için, Aliyev rejiminin, Ermenilere ait tarihî mekânları yok etmek amacıyla, birçok uzmanın kültürel soykırım olarak tarif edeceği bir operasyon yürüttüğü Nahçıvan/Nahiçevan’a bakması yeterli. Tamamen Sovyet dönemindeki sınırlara dönülmesinde ısrarcı olanların da, bunun Stalin’in yerel halkın kendi kaderini tayin etme isteğini çiğneyerek sürdürdüğü kibirli sömürgeciliğin meşrulaştırılması anlamına geldiğini anlamaları gerekiyor. 

Ermenilerin ise, nihai bir barış antlaşması yapılmadıkça statükonun sürekli olarak sorgulanacağını anlaması gerekiyor. Özellikle de Aliyev rejimi ayakta kalır ve halkın dikkatini ülke içindeki sıkıntılardan uzaklaştırma ihtiyacı duyarsa… Ermeniler ayrıca, Azerilerin, durumda ilerleme kaydedilmemesinden ötürü mağduriyet yaşadığını ve öfkelenmekte haklı olduğunu kabul etmeli. 

Kendi rejimleri tarafından savaşta etnik temizliğe maruz bırakılan ve propaganda aracı olarak kullanılmak üzere sefil koşullar altında rehin tutulan yüz binlerce Azeri mültecinin, hâlen Ermeni güçlerinin kontrolünde olan bölgelerdeki kasabalarına ve köylerine dönmesine izin verilmesi gerekiyor. Öte yandan, Ermeni mültecilerin Azerbaycan’a dönmesi imkânsız olabilir. 

Son olarak, Sumgayıt’tan Hocali/Hocalı’ya, iki tarafın da yaptığı tüm insan hakkı ihlallerinin masaya yatırılacağı, sahici bir hakikat ve uzlaşma sürecine ihtiyaç var. 

İki halkın da iyileşmesi ve barış içinde yaşayan komşular olarak geleceğe kucak açabilmesi için, bu nefret ve savaş döngüsü artık sona ermeli. Bunun için de, gücü elinde tutmak, iktidarını korumak için milliyetçi kini ve etnik nefreti körükleyip kullanan yozlaşmış, vicadan yoksunu liderlerin gücünün kırılması gerekiyor. 

Ölüm aletleri tedarik etmek yerine halkların hayatlarını iyileştirmek üzere yatırım yapılması, ancak ve ancak, barışın ve anlamlı bir demokrasinin hâkim olduğu bir ortamda mümkündür. Savaşların kazananı olmaz – zorbalar ve silah tüccarları hariç…

Çeviri: Altuğ Yılmaz

Djene Rhys Bajalan Missouri Devlet Üniversitesi Tarih Bölümü’nde yardımcı doçent olarak görev yapmakta; Sara Nur Yıldız, Türk-İran dünyası ve Osmanlı imparatorluğu üzerine çalışmakta; Vazken Khatchig Davidian ise Oxford Üniversitesi Şarkiyat Enstitüsü’nde doktora sonrası araştırmalarını yürütmektedir. Makalenin orjinali  için https://jacobinmag.com/2020/10/azerbaijan-armenia-conflict-nationalism-colonialism

Altmışlarda Sosyalist Hareketin Oluşumu-IX: Evrensellik mi Millilik mi? – Masis Kürkçügil

Masis Kürkçügil’in 2006’da kaleme almış olduğu ve altmışlı yılların başından 12 Mart’a kadar, kendisinin de fiilen içinde bulunduğu sosyalist hareketin gelişimini programatik zemin, siyasal saflaşmalar ve işçi hareketiyle ilintisi bağlamında ele aldığı bu kapsamlı değerlendirmeyi bölümler halinde İmdat Freni okurlarının ilgisine sunuyoruz. Önceki bölüme şuradan ulaşabilirsiniz. 

12 Mart 1971

Sosyalist hareket, yaşadığı dünyayı anlamak, güç ilişkilerini değerlendirmek ve düzende mümkün bir gedikten kendisine yol açmak açısından fukaralığı hamasetle gidermeye çalışmıştır. 12 Mart’a doğru hızlı adımlarla ilerlenirken sanki gidişatı durdurmak yerine hızlandırmak için koşuşturuluyordur. Muhtıranın verildiği gün TÖB-DER, DİSK ve Dev-Genç’in “reformları” destekleyen deklarasyonun ardından ne kadar bir 9 Mart beklentisi olursa olsun kendi işini başkasına gördürme sanısıyla başkasının işini görme marifeti bulunmaktadır. Bunun bir diğer anlamı yaklaşan felaketi anlamaktan acizlik ve dolayısıyla felakete karşı bir savunmayı örgütlemek yerine tam gaz felakete dalmaktır.

12 Mart’a gidişin okunması konusunda yaşanan miyopluğun benzerinin 12 Eylül’de de tekrarlandığı göz önüne alınırsa siyasal analiz (somut durumun somut tahlili), belli bir çalışma varsayımı içinde mücadele etme konusunda çocukluk evresini bir türlü geçmemiştir sosyalist hareket. Bu güç ilişkilerini değerlendirme fukaralığı, darbeye giderken devrim beklentisi sosyalist hareketin elindeki avucundakini hesapsız kitapsız harcamasına varmıştır.

12 Mart döneminde bu durum yalnızca gençler açısından değil örneğin TİP ve MDD’nin eskileri ve de en eskileri açısından da geçelidir (Kıvılcımlı “Ordu Kılıcını Attı” derken trajik sonunu hiç beklemiyordu herhalde). 12 Mart’ın nasıl karşılandığına ilişkin tartışmalar bir yana konsa da birilerinin uzun süre 141-142 koşullarında sosyalist parti kurmak mümkün değildir diye TİP’e solculuk sattıktan sonra tam da darbeye kıl payı kala yasal parti hazırlığına girişmesi, bir diğerlerinin on yıllık partinin gövdesini doktriner bir değişime uğratarak hamle yapmaya yeltenmeleri gibi hususlar Marksizm konusunda katedilen mesafenin de göstergeleridir.

Güç ilişkilerini yukarıdan değerlendirmeyi marifet sayanlar kendilerini de bir anda güçlerinin çok ötesinde bir siyasal misyonla donanmış hissetmişlerdi. Bunun bir diğer anlamı kitlelerden hareketle değil kendi hayallerine göre siyaset yapmaktır.

Evrensellik mi millilik mi?

1968’in böylece düşünsel bir yenilenmeye neden olmadığı hatta o güne kadar kemikleşmiş bir Stalinizmden söz etmenin mümkün olmadığı açıkken giderek ideolojik netlik adına Stalinizmin iki türünü yeniden ürettiği görülür: Maoizmin dünya ölçeğindeki popülaritesiyle öne çıkan radikal söylemli Stalinizm ve daha ziyade geleneksel SSCB referansıyla beliren aslına daha sadık bir Stalinizm. Hatta ortada bir Troçkizm heyulası olmamasına rağmen, sıkı Leninistlik taslamanın bir gereği olarak Troçkizme saldırılar mecburi addedilmiştir.[1]

Che’nin solun her kesiminde hüsnü kabul gördüğü bu evrede siyasal görüşlerinin hemen hemen hiçbir karşılık görmediği, “ya bir sosyalist devrim ya da bir devrim karikatürü” ifadesini anlamayarak zorlama ve eklektik formülasyonlar üretmenin marifet sayılması bunun en belirgin örneğidir.[2]

Bu durumda kesinlikle bir önceki dönemin ideolojik konumlanışından bir kopuşun söz konusu olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Altmışlı yılların sonlarında belirmeye başlayan hızlandırılmış bir şekilde kitapları karıştırma ihtiyacı bir yenilenme için gereken ardalandan yoksun olunduğu ve de sanıldığının aksine bir kitlesel deneyimin yarattığı sorunlarla cebelleşilmediği için başka dünyalarda az rastlanır bileşimler ortaya çıkmaktadır. Örneğin Emek dergisindeki yazılarda Marxism Today gibi bir dergiden kaynak gösterilmesi makul iken yanında da genellikle Latin Amerika’da merkezci-radikal hareketlere yakın Monthly Review girebilmektedir (Hal Draper “bağımsız ama yine de amorf bir Stalinist politika savunulmaktadır” der MR için).[3]

Üç beş kitaplık bir sosyalizm yazınının söz konusu olduğu bir devirde herhangi bir ideolojik hesaplaşmadan söz etmek oldukça zor olacaktır. Altmışlı yılların sonlarına kadar solun o günün dünya Marksizmine değmediğini anlamak gerekir. Batı veya Doğu Marksizmi ile değil tabii ki evrensel Marksizmle yapılacak herhangi bir paralel okuma o türden meseleler üzerine bir tartışmanın değil bir okumanın bile olmadığını gösterir.

Bu durumda altmışların solunun kendisini Marksizm aynasında mı gördüğü yoksa yerel-ulusal bir çerçevede mi ifade ettiği açıklık kazanır. Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni’nin ortalama bir solcunun fikrî cephanesini oluşturduğu, İlhan Selçuk okumalarının azımsanmayacak bir öneme sahip olduğu bir solun henüz geleneksel soldan koptuğunu iddia etmek 12 Mart’ta girilen kıskacın yalnızca dışarıdan oluştuğu zehabını da uyandırır. 

TİP’in ideolojisinde Marksizmi, sosyal-demokrasiyi ve Kemalizmi bir arada görenler bunu bir zenginlik olarak sunsalar bile bu üçünden tutarlı bir bileşim oluşturmak kimseye nasip olmadığı gibi real politik-kritik tutumlarda sistemden bir kopuş değil tam tersi gerçekleşmiştir. Dolayısıyla paradoksal bir biçimde sosyalizme ülke çapında bir inandırıcılık kazandırırken aslında çok radikal değildir, ancak sistemin bu düzeyde bir solu bile kabullenmesi mümkün olmadığından kendi eyleminin içeriği gereği değil kendisine reva görülen muameleden ötürü daha solda gözükmüştür.

Altmışlı yılların ortalarından itibaren Latin Amerika radikal soluna (devrimci soluna) bakıldığında bizdeki en radikal hareketlerin oralardaki geleneksel partilerin görüşlerinden farksız bir durumda oldukları anlaşılır. Bir başka deyişle bizdeki radikal oradaki reformistlerin söylemine, reformistler neredeyse oradakilerin radikallerin söylemine daha yakındır.  Örneğin Latin Amerika’da bizdeki Kemalizmle paralel ele alınabilecek olan popülizmden bir kopuş söz konusu iken bizde daha sıkı bir Kemalist söylem ulusal kurtuluş adına öne çıkar. Milli burjuvazinin bağımsız bir politik özne oluşu Latin Amerika solu için reformizmle ayrışmanın asgari unsuru olarak görülürken, bizde ya bir yerlerde vardır şeklinde bir önkabul gelişti veya askerlerle ikamesi tercih edildi; en önemlilerinden biri de kapitalizm öncesi ayakbağlarına vurgu yapmaktan çok bağımlı kapitalizmin kendisine yönelim öne çıktı. Tabii bir de sayfalar boyu karşı çıkılan sosyalist devrim Latin Amerika solunun alameti farikası iken bizde aşamalı devrimin varyasyonları, ulusal demokratik devrim, demokratik halk devrimi formülasyonları en uç hareketlerin bile kalkanları haline geldi.

Aybar’ın gerek Milli Mücadeleyi değerlendirişi, gerekse İttihatçı politikaları savunusu, Kıbrıs konusunda hükümete savaş yetkisinin verilmesini kabul etmesi gibi hususlar aslında ulusalcılığın yalnızca bir meşruiyet aracı olarak değil ideolojik olarak benimsendiğini göstermektedir. Kıbrıs meselesinde üstelik de Behice Boran’ın dediği gibi anti emperyalist bir gerekçe ile oy verilmişse durum daha vahimdir. 

Bu açıdan “hürriyetçi sosyalizm”in bazı özellikleri oldukça milli yani başkaları için hayırlı olmayan bir çerçevede kalmaktaydı. İnsanlık kimi zaman Aybar’ın gözünde dar bir toprak parçasına sığabiliyordu.

12 Mart’ta Aybar’ın Erim hükümetine Anayasayı tam olarak uygulayacağına inanıp güven oyu vermesi kendisinin o güne kadar alameti farikası olan kimi görüşlerinin kâğıt üzerinde kaldığını göstermektedir.

Birçok ülkeye bakıldığında altmışlı yılların deneyimleri bugün için önemli anlamlar ifade ederken, ayakta kalan siyasetleri veya onların parçalarını açıklarken kırk yıl sonra 12 Mart öncesi için genel olarak, açık söylemek gerekirse TİP’in de kendisinin çok bilinçli olarak kurgulamadığı ancak bir tür çoğulculuğu (ki bu siyasal olmaktan çok sektörel –sendikacılar, Kürtler ve aydınlar– bir çoğulculuktur) sürdürebildiği, hemen hemen hareketin birliğinin meşruiyetini temsil eder gibi olduğu, sosyalizme özellikle 1965 seçimleri ile kazandırdığı inandırıcılığın sağladığı imkânlarla TİP deneyiminden söz edilmektedir. 

Dev-Genç ise hızla kendi içinde ayrıştığı ve farklı siyasal yönelişlere ihtiyari bir durak olduğu için bağımsız bir deneyim olarak öne çıkmamıştır. Bir başka ifadeyle kimse Dev-Gençli değildir veya herkes Dev-Gençlidir. Ancak insanlar öncelikle yetmiş sonunda ortaya çıkan örgütlerle kendilerini ifade eder. Moda tabirle bir üst kimlik değil alt kimliktir. 

Manevi olarak 12 Mart’ta düzenin acımasızca katlettiği önderlerine sahip çıksalar da yetmişli yılların oluşumları kendilerine has ve bir önceki dönemden çok daha belirgin yönelişlere sahip olurlar. 


[1] Bu konudaki ilginç teorik açılımlardan biri Ant dergisinde Stalin’in Leninizmin İlkeleri’nden alıntıyla beslenen Mao’yu da ihmal etmeyen Kesintisiz Devrim tartışmaları sırasında (Sayı 3, Temmuz 1970 “Sosyalizmin Zaferi için Kesintisiz Devrim”) gerekli gereksiz Troçki göndermeleri yapılırken bu arada Ernest Mandel’in Marksist Ekonomi El Kitabı da  “….bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de devrimcilerin mutlaka okumaları gereken temel eserlerden biri” diye takdim edilebilmesidir.

Tabii daha ilginci özgün teorisiyen diye kabul edilen Dr. Hikmet’in giderayak Nazım Hikmet’e belden aşağı saldırırken onun Troçkistliğine gösterdiği sağlam gerekçelerde (!) görmek mümkündür. Bu da hem etik hem de teorik olarak bulunulan yeri gösterir. “O, sosyal ve psikolojik yapısı ile, Troçkizmi bilmeden Troçki idi.” Kim Suçlamış, Yol Yayınları, 1979, s. 60.

[2] “…yerli burjuvazi, emperyalizme karşı –eğer bir zamanlar gerçekten vardıysa– direnme yeteneğini kaybetmiştir ve şimdi sadece onun dümen suyunda gitmektedir. Başka bir seçenek yoktur: Ya sosyalist devrim ya da bir devrim karikatürü.” (Üçüncü Dünya Halklarına Mesaj)

[3] Yetmişli yıllarda teorik bir yenilenme için öne çıkarılan Althusser aslında altmışlı yılların sonunda kriz karşısında TİP’te ortodoks Marksizme sarılan Emek çevresinde takdim edilmiştir. Kenan Somer’in “Neden Althusser?” başlıklı sunuşuyla Althusser’in “Marksist İlkeleri Nerede Bulacağız?” yazısı iki sayıda yayınlanır (16 Haziran 1969 ve 30 Haziran 1969). 1 Mayıs sayısında ise yine Kenan Somer “sosyalist teoriye yanaşabilmek için ilk elde okunmasında yarar gördüğü” kitapları sıralar. Liste  Kuusinen, Politzer, Stalin, Mao, Nikitin diye devam ederken üç de telif bulunmaktadır. Sadun Aren’in 100 Soruda Ekonomi El Kitabı, Fethi Naci’nin Emperyalizm Nedir’i ve Stalin’in Diyalektik ve Tarihi Materyalizm’i ile nasıl telif edilebileceği anlaşılamayacak olan Selahattin Hilav’ın Diyalektik Düşüncenin Tarihi.

Althusserciliğin Latin Amerika’daki ilginç macerası için bkz. M. Löwy, “Note sur la réception de l’Althussérisme en Amérique Latine”, Contre Althusser Pour Marx içinde s. 311 (ikinci baskı. Türkçesi Althusser’e Karşı, Marx İçin kitabının içinde, Yazın yayıncılık, 2010, çeviri: Osman S. Binatlı ).

Emek dergisindeki teorik keşmekeşin en belirgin göstergesi daha radikal hareketlerin teorik cephanesine yakışacak olan Leo Huberman, Henry Magdoff, Baran gibi Monthy Review yazarlarının Sedat Özkol ve M. Kutlay’ın yazılarında arzı endam etmesidir.

Kıbrıs’ın Kuzeyinde Seçimler… Zamanın Ruhuna Uygun bir ‘Mağlubiyet’ – Hasan Yıkıcı

Akdeniz’in doğusundaki bu küçük ada yarısı da zamanın ruhundan nasibini alacaktı elbet. Çünkü her ne kadar kaçmaya çalışsanız da, onu aşmaya çalışsanız da sizi kıskıvrak yakalamadan önce ayaklarınızla bastığınız zemine sirayet etmiş, nefes alıp verdiğiniz bağlamı şekillendirmiştir. Dünyadaki sağ popülist, milliyetçi, otoriter liderlik örneklerine yeni bir figür daha; öfke ve duygu politikaları hakimiyeti zincirine bir halka daha eklendi. Politik ve toplumsal kutuplaşma %50-%50 bandına yerleşti, yeni bir meşruiyet krizinin kapısı aralandı… Bununla birlikte yine %50’ye yakın “biat değil özgürlük” diyen ve Ankara’nın müdahalelerine karşı direniş potansiyeli taşıyan bir kesimin varlığı gözler önüne serildi. Kıbrıslı Türklerin seçim sandığından zamanın ruhu çıktı. Şimdi artık mesele zamanın ruhunun bize ne yapacağı veya bizim zamanın ruhu ile ne yapacağımız… 

I.
Mustafa Akıncı ve Ersin Tatar’ın ikinci tura kaldığı seçimlerde, sandıktan %48.3 oy ile Akıncı mağlup çıkarken, %51.69 ile Ersin Tatar galip çık(artıl)dı. Tüm seçim süreci boyunca Türkiye’den adaya gelen AKP ve MHP’li yetkililerin çalışmaları, bölge bölge gezip Türkiyeli nüfusu sandığa götürmek için sergiledikleri çaba, reklam ekipleri ve sahaya dökülen paralara rağmen söz konusu sonuç galip gelen kesimleri tatmin etti mi bilinmez. Fakat ortada bir gerçek var ki, seçimleri Türkiye’deki müesses nizam kazandı. AKP iktidarı çok net bir şekilde, kendisine biat etmeyen ve Türkiye ile ilişkileri ana vatan-yavru vatan değil, eşitlik ve kardeşlik temelinde bir ilişki biçimine dönüştürmeye çalışan Mustafa Akıncı’yı devirmek için ciddi bir efor sarf etti. Kıbrıs’ın kuzeyindeki seçimlere her daim Türkiye müdahalesi olmuştur. Bu AKP iktidarı ile de başlamadı. Fakat ilk kez bu dönem aleni, açık ve pervasız bir müdahale söz konusu oldu. Tüm bu müdahaleler, son 10 yılda daha da bir hissedilir olan Kıbrıslı Türklerin kimliğine ve hayat tarzına dair kaygılar ile de birleşince seçim süreci sadece bir adayın seçilmesi değil aynı zamanda biat ile özgülük, entegrasyon ile federasyon, laiklik ile asimilasyon arasında tercih yapılan bir referanduma dönüştü. Türkiye’den gelen ekiplerin ilk turda sandığa gitmeyen sağ seçmene dair yaptıkları çalışma sonucunda, ikinci turda özellikle Türkiyeli nüfusun yoğunluklu yaşadıkları bölgelerde seçime katılım oranını artarak Ersin Tatar’ın az bir farkla kazanmasını sağladılar. 

II. 

Kıbrıslı Türklerin seçme hakkına ve iradesine bu denli müdahale edilmesi, Türkiye’deki müesses nizamın Kıbrıs’ın kuzeyinde kazanması, %50-%50’lik toplumsal kutuplaşma ve Kıbrıslı Türklerin kimliklerine dair kaygılarının daha da artması yeni bir dönemin başlangıcı olarak okunabilir. Bu sonuçları bir kırılma anı olarak değerlendirmek için henüz erken. Fakat Türkiyeli okur bu sonuçlara ve toplumsal konumlanışlara yabancı değil. AKP’nin, bu sonuçlarla birlikte Türkiye içinde ve bölgede izlediği yıkıcı ve agresif politikalaları, Kıbrıs’ın kuzeyinde de kendi hegemonyasını ve tahakküm ağlarını daha da bir tesis etmek için arttırarak sürdüreceği beklenmekte. Tam da bundan dolayı AKP her dediğinin yerine getirileceği, kayıtsız şartsız kendisine biat edeceği ve kendi sözünün-eylemini taşıyıcısı olabilecek bir isim olarak Ersin Tatar’ı seçtirtmek için elinden geleni yaptı. Daha şimdiden Ersin Tatar AKP sözcüsü, UBP ise AKP Kuzey Kıbrıs şubesine dönüşmüş bulunmakta.

III.

AKP’nin bu seçimlerdeki zaferi bir nevi yıllardır uygulanan asimilasyon politikalarının nasıl işlevsel olabileceğini de gösterdi. Türkiyeli nüfusun yoğunluklu olarak yaşadığı bölgelerde AKP ve MHP’liler tarafından yapılan çalışmalar sonucunda Ersin Tatar’a %75 dolaylarında oy çıktı. Sakın yanlış anlaşılmasın, “Türkiye’den gelen göçmenler olduğu gibi Ersin Tatar’ı destekledi” diye bir algı oldukça sorunlu olur. Fakat özellikle merkezden uzak ve taşra bölgelerinde sol tarafından da kendi haline bırakılmış kesimlerin bu tür siyasi istismar ve müdahalelere ne kadar açık olduğunu, hatta bunun bu seçimlerde olduğu gibi bir toplumun kaderini dahi belirleyebilecek potansiyeli taşıdığına dehşetle şahit olduk. Ancak seçimlerden çıkan bir diğer sonuç da, özellikle bundan sonraki dönemde de Kıbrıslı Türklerin AKP politikalarıyla barışık olmayacağı, Erdoğan’ın her istediğini rahat bir şekilde yaptıramayacağı yönünde oldu. Mustafa Akıncı’nın aldığı % 48.3’lük oy Ankara’nın politikalarına karşı ciddi bir direniş ve reaksiyon potansiyeli taşımakta. 

IV.
% 48.3’lük kesim kurucu bir karşı dalganın sürükleyicisi olabilecek mi? Yoksa yıllardır devam ettiği gibi reaksiyoner ve duygular siyasetine devam mı edecek? Kıbrıs’ın kuzeyinde, AKP müdahaleleriyle birlikte özellikle son 10 yıllık süreçte kimliğe, yaşam tarzına ve Kıbrıslı Türklerin siyasal kurumlarına dair artan müdahaleler karşısında, reaksiyoner tavırların dışında kurucu bir sol siyasal hat inşa edilemedi. Fakat buna rağmen güçlü bir demokratik-özgürlükçü ve Kıbrıs’ta barış yanlısı bir potansiyel varlığını koruyabildi. Bu potansiyel daha çok Kıbrıslı Türklerin, AKP’nin sorumlusu olduğu başlarına gelen kötü olaylara dair tepki göstermesi noktasındaki başarısıyla korunabildi. Kıbrıslı Türklerin kendi özgün varoluşlarına dair korku, kaygı, endişe ve statüsüzlüğün getirdiği huzursuzluklar, bu reaksiyonların da güçlenmesine, hassas bir toplumsal sinir haritası oluşmasına yol açtı. Son seçim süreci de zaten, her iki aday tarafında da bu duygu politikasının hat safhaya çıkartıldığı bir süreç olarak deneyimlendi. Evet duygular üzerinden siyaset yapmanın riskleri var, ancak duyguların da toplumsal dayanakları olduğunu ve gerçekten deneyimlendiğini göz ardı etmemek de gerek. Önemli olan duyguları yaratan koşulları konuşmak, onların ortaya çıkmasını sağlayan süreçlerle yüzleşmek. Akıncı seçilmiş olsaydı, bu süreçlerle yeni bir yüzleşme deneyimi yaşanabilirdi. AKP’nin en çok korktuğu da, Kıbrıs’ın kuzeyindeki bu tahakküm mekanizmalarının sorgulanması ve etkilerinin zayıflatılması idi. Belki seçim sonuçları itibariyle AKP’nin korktuğu başına gelmedi. Fakat % 48.3’lük kesimin huzursuz nefesi müesses nizamı rahatsız etmeye devam edeceği de aşikar. 

V.

“Türkiye Kıbrıs’ın kuzeyini ilhak eder mi?” Son zamanlarda sık sık gündeme gelen ve yine seçimlerin ardından dillendirilmeye başlanan bir başka huzursuz soru. Fakat bunu tersten soralım, “Türkiye Kıbrıs’ın kuzeyini neden ilhak etsin?” Kendi tahakküm mekanizmalarını yaratmış, siyasal figüranlarını seçtirtmiş ve Kıbrıslı Türklerin kurumlarını da, yaşam tarzını da hali hazırda dönüştürmeye devam eden AKP, neden “ilhak” gibi bir belaya bulaşsın? Zaten hali hazırda Kıbrıs’ın kuzeyinde de-facto bir ilhak ve entegrasyon süreci yaşanıyor. Tanınmayan, statüsüzlüğe mahkûm bırakılan, iradesi bir türlü oluşmamış ve her türlü gasp edilen Kıbrıslı Türkler, hali hazırda resmî ideoloji tarafından şekillendirilen bir ilhak ve entegrasyon süreci yaşıyor. Dolayısıyla tehlikeli ve korkutucu olan, gelecekteki belirsiz ve aşkın bir tarihi anda birilerinin çıkıp ilhak ilan etmesi değildir; esas dehşet verici olan şey ilhak ve entegrasyon çarklarının gündelik hayat ve yaşamın akışı içerisinde zaten hali hazırda işliyor oluşu, dehşet verici olan şeyi içkin bir hal kazanmasıdır.  

Madenciyle Yürü – Timur Soykan

İstanbul Maslak’ta 301 madencinin devasa mezar taşıdır bir gökdelen.

‘Soma Faciası’nın yaşandığı madenin sahibi Alp Gürkan tarafından inşa ettirildi.

Açgözlülükle, para hırsıyla ölümüne çalıştırılan madencilerin ucuz emeğiyle harcı karıldı.

Madenciler toprağı kazarak derine indikçe kat kat yükseldi. 

İşçileri yerin yedi kat dibindeki karanlığa götüren asansörler cam gökdelende ferah evlere, ofislere tırmandı.

İşçi odun desteklerin arasında iki büklüm kazma salladı. Onun kömür bulaşmış alın terinden çalınanlarla yapılmış manzaralı, geniş daireler milyonlarca dolara satıldı.

400 metre derinde yandı işçiler, açgözlü patronun 191 metrelik binası oldu. Üstelik imar planını katlarca aşmıştı, adını da ‘Spine’, (Türkçesi; Omurga) koymuştu.

6.5 yıl geçti Türkiye tarihinin en büyük iş faciasının üzerinden.

Metrekaresi 12 bin dolara satılan ‘mezar taşı’nda hayat günlük gülistanlık.

Otoparkı lüks otomobillerle dolu, ofislerinde büyük şirketlerin bol sıfırlı anlaşmaları imzalanıyor. 2 artı 1 dairenin 3.5 milyon TL’ye satılıp 16 bin 500 TL’ye kiralandığı rezidansında sakinlerini ağırlıyor. 

301 madencinin mezarlığında ise birkaç gün önce meslektaşları sabahlıyordu. Mezar taşlarındaki isimlerin hepsi aynı ölüm korkusunu, aynı ekmeği yıllarca paylaştıkları arkadaşları.

Bağımsız Maden İş Üyesi Soma ve Ermenek’teki madenciler, başlarında sarı baretleri, üzerlerinde ‘Köle değiliz’ yazan yelekleriyle Ankara’ya yürümek istiyor. 

Tek talepleri; annelerinin ak sütü kadar helal, yıllarca birikmiş emeklerinin karşılığı tazminatlarının verilmesi.

7 gündür yollardalar ama her kilometreyi Soma’da ölen işçilere adayacakları yürüyüşe izin vermiyor devlet.

Gaz ve plastik mermiyle müdahale etti jandarma yürüyüşün ilk günlerinde. 

Oysa Anayasa Mahkemesi (AYM) bir ay önce ‘Şehirlerarası karayollarında gösteri ve yürüyüş anayasal haktır’ diye karar vermişti. Hani İçişleri Bakanı Süleyman Soylu çok kızıp AYM Başkanı hakkında sert konuşmuştu. İşte yine tanımıyorlar yüksek mahkemenin kararını, hakkı, hukuku.

Ne de olsa burası maden patronlarının ‘200 tane asker yığarım’ diyerek köylüleri tehdit ettiği, Kanadalı maden şirketlerinin Kazdağlarını kesip biçtiği ‘yerli ve milli’ bir ülke.

3 gün önce jandarmalar, Salihli’de sardı işçilerin etrafını. Çadırlarına baskın yapıp gözaltına aldılar.

Serbest kalınca işçiler yine döndü jandarma barikatının önüne.

O madencilerden ikisi; Ali Kandemir (40) ve İdris Sarıkaya (47).

13 yıl önce Soma’da Uyar Madencilik’e ait ocakta, 350 metre derindeydiler. Tedbirsiz patlatılan dinamit Ali Kandemir’in iki gözünü kör etti. 27 yaşından beri ne güneşin doğduğunu ne ağaçların yeşerdiğini ne tek evladının yüzünü ne de adaleti gördü.

Vücudunda 43 kırık oluşan İdris Sarıkaya’nın iki bacağı sakat kaldı. 13 yıldır koltuk değneksiz tek adım atamadı. 

Şirket, sobalı evlerinde yakmaları için 4’er ton kömür verdi sadece. Malulen emekli olup üç kuruş maaş ile evlerini geçindirmeye çalışırken hukuk mücadelesi verdiler.

Tazminat kazandılar ama alamadılar. Çünkü Uyar Madencilik sürekli isim değiştiriyor, şirket bir akrabadan ötekinin üzerine geçerek faaliyete devam ediyordu. Ali Kandemir ve İdris Sarıkaya ise kömür alacak paraları olmadığı için aileleriyle soğuk evde yaşıyordu.

Yıllar sonra, 28 Ekim 2014’te onların mücadele ettiği şirkete ait Ermenek’teki madende 18 işçi boğuldu. Madencinin annesi “Benim oğlum yüzme bilmezdi ki suyun içinde ne yaptı” diyerek ağıt yakmıştı. Madencinin babası yırtık kara lastik ayakkabılarıyla Türk bayrağına sarılmış tabutun önünde zor ayakta duruyordu.

Madenciler Soma’da yanıp Ermenek’te boğulurken köle gibi çalıştırılıp patlatılan dinamitlerle sakat kalırken ortalıkta görünmeyen devlet şimdi işçilerin karşısında bütün heybetiyle. 

Gecenin karanlığında jandarmaların karşısında bağırıyor madenci:

“Yerin yedi kat altında alın teriyle yaşamını devam ettirmek durumunda kalıp kör edilenlerden, sakat bırakılanlardan, ciğerleri çürütülenlerden hesap sormasın devlet. Devlet bunları yapanlardan hesap sorsun gücü yetiyorsa. Bir tane kıçı kırık patrondan hesap sormayı beceremeyen devlet bizden hesap soracak öyle mi… Öyle mi tabur komutanı… Şimdi bize güç göstereceksiniz, biz de korkacağız öyle mi… Vallahi de korkmuyoruz billahi de korkmuyoruz sizden.”

Ve hepimize sesleniyor hakları için direnenler:

“Madenciyle yürü…”

Kaynak: https://www.birgun.net/haber/madenciyle-yuru-319678

Sınırsız, Sınıfsız, Sürgünsüz, Sömürüsüz Bir Dünya!

17 Ekim Göçmenlerin Ulusötesi Mücadele Günü vesilesiyle Birlikte Yaşamak İstiyoruz İnisiyatifi ve yirminin üzerinde kurumun çağrısıyla Kadıköy Süreyya Operası önünde bir basın açıklaması düzenlendi. Basın açıklamasının metnini aşağıda yayınlıyoruz.

Sınırsız, Sınıfsız, Sürgünsüz, Sömürüsüz bir Dünya İçin 17 Ekim’de Alanlardayız!

Dünyanın dört bir yanında bugün yüz binlerce kişi sokaklara çıkarak mültecilerin ve göçmenlerin karşı karşıya kaldığı, sömürü, ayrımcılık, ırkçılık, şiddete karşı, “Sınırsız, Sınıfsız, Sürgünsüz, Sömürüsüz bir Dünya” talebini haykırıyor. Biz de İstanbul’dan bu sese destek olmak ve taleplerimizi birlikte yükseltmek için bir araya geldik.

Bu Ulusötesi Eylem Günü, Türkiye’de de mültecilere ve göçmenlere yönelik ırkçı saldırıların ve baskıların giderek arttığı bir döneme denk geliyor. Neredeyse her gün göçmenlerin ve mültecilerin ölüm haberlerine tanıklık ediyoruz.

Türkiye’nin mültecilerin yasal statüsünü tanımamasının bir sonucu olarak, tehlikeli yolculuklara girişmek zorunda kalan göçmenler kitlesel olarak ölüme sürükleniyor. Van Gölü göçmen ölümlerinin simgelerinden birisine dönüşüyor. Ağustos ayı başında batan teknede en az 61 göçmen hayatını kaybetti. Geçtiğimiz hafta ise aynı bölgede, 15 kişilik minibüste 72 mültecinin sınırı geçmeye çalışırken 2 mültecinin havasızlıktan hayatını kaybettiği haberini aldık. Bunların sadece basına yansıyan haberler olduğunu unutmayalım. Her yıl yüzlerce mülteci hükümetin sınır politikalarından dolayı hayatını kaybetmekte. 

AKP hükümeti bir yandan Suriye sınırına ördüğü duvarla yüz binlerce mülteciyi savaşın kaderine terk ederken, Batı sınırında Avrupa Birliği’nin sınır bekçiliğini üstlenerek Türkiye’deki mültecilerin iltica hakkını da engelliyor. Mülteciler AB ile pazarlıkta bir koz olarak kullanılmaya devam ediyor. AKP Sözcüsü Ömer Çelik’in geçtiğimiz günlerde “Yaptırımlar olursa mülteciler konusunda AB işbirliği beklemesin” açıklaması, bu durumun açık bir özetiydi. Bu işbirliğinin sonucu ise bu yılın başından beri en az 37 mültecinin Ege Denizi’nde sınırı geçmeye çalışırken hayatını kaybetmesi oldu. Ege Bölgesinde 17 bin mültecinin sınırı geçme girişimi durduruldu ve Yunanistan’ın geri ittiği 125 mülteciyi Türkiye sınır dışı etme kararı aldı.

Hatırlayalım. Bundan yaklaşık 7 ay önce hükümet sınırların açıldığı yalan haberiyle binlerce göçmenin Pazarkule sınır kapısına yığılmasını teşvik etmiş, Türk ve Yunan polis güçleri arasında sıkışan göçmenler günlerce sınırı aşmaya çalışmıştı. Hükümetin AB ile gerilimi düşürmeye karar vermesinin ardından ise göçmenler geri gönderme merkezlerine ve spor salonlarına kapatılmıştı. 

Bu trajedilerin son bulması için Türkiye ve AB arasındaki Geri Kabul Anlaşması derhal sonlandırılmalı ve hem Türkiye hükümeti hem de Avrupa ülkeleri mültecilerin iltica hakkını koşulsuz biçimde tanımalıdır!

Öte yandan göçmenlere dönük ırkçı saldırılar giderek yaygınlaşıyor. Geçtiğimiz ay 16 yaşındaki Suriyeli göçmen Eymen Hammamı Samsun’da ırkçı bir grubun saldırısı sonucunda bıçaklanarak öldürüldü. Daha öncesinde ise Bursa’da 17 yaşındaki Hamza Acan benzer bir ırkçı saldırı sonucu hayatını kaybetmişti. 2020 içerisinde 3’ü çocuk olmak üzere 7 kişi ırkçı saldırılarda yaşamını yitirdi, 32 kişi yaralandı. 

Irkçılığın yaygınlaşmasındaki asıl sorumlunun, hükümetin göçmenleri kendi kaderlerine terk eden ikiyüzlü politikaları olduğunu bir kez daha vurguluyoruz. Hükümet Türkiye’de yaşayan milyonlarca göçmen ve mülteciye herhangi bir kalıcı yasal statü tanımayarak bu kesimlerin temel sosyal haklardan faydalanmasını engelleyerek onları kendi kaderlerine terk ediyor. Dahası, hükümet sözcüleri göçmenler için on milyarlarca dolar harcandığı yalanını her fırsatta tekrarlamaktan geri kalmıyorlar. Düzen siyasetçileri ise tüm bu sorunları görmezden gelmekle kalmıyor, Türkiyeli işçilerin günlük hayatta yaşadıkları sorunların mesuliyetini göçmenlere ve mültecilere yükleyerek, göçmenlere yönelik ırkçılığı kışkırtmaktan geri durmuyorlar. 

Göçmenlere dönük saldırıların cezasız bırakılması ise ırkçılığı adeta ödüllendiriyor. Festus Okey cinayetinin üzerinin ısrarla örtülmesi ve faillerin ceza almaması bu politikanın bir simgesi niteliğinde. Irkçılık bir insanlık suçudur! Nefret söyleminden işlenmiş cinayetlere dek hiçbir suç cezasız kalmamalıdır!

Türkiye’de yaşayan mülteciler ve göçmenler emek sömürüsünün en yoğun olduğu alanlarda çok daha düşük ücret karşılığında iş bulabilmekteler. Herhangi bir sosyal güvenceye sahip olmadan en riskli alanlarda çalışan göçmen işçilerden yüzlercesi her yıl iş cinayetlerine kurban gitmekteler. Pandemi süreci ise göçmen işçiler üzerinde daha da büyük bir yıkım yaratmış durumda. Bu dönemde işini ilk kaybedenler göçmen işçiler oldu. Kayıtsız çalıştırılmanın sonucu olarak ücretsiz izin ödeneği ve kısa çalışma ödeneği hakkı gibi haklardan da faydalanamıyorlar. Bu durum göçmenlerin fiilen açlıktan ölüme terk edilmesi anlamına geliyor. Göçmen işçilerin çalışma, sosyal güvenlik, sendikalı olma gibi tüm hakları tanınmalı, pandemi döneminde dağıtılan sosyal yardımlardan göçmenler de yararlanmalıdır.

Kadın ve LGBTİ+  göçmenlerin ise göçmen oldukları için yaşadıkları cinsiyetçilik, ayrımcılık, sömürü ve maruz kaldıkları şiddet  daha da arttığı halde görünmez kılınıyor, hepimizin bildiği Nadira Kadirova cinayetinde olduğu gibi üzeri örtülmeye çalışılıyor. Pandemi sürecinde artan ev içi erkek şiddetine karşı gerekli önlemler alınmıyor; aksine hükümetin İstanbul Sözleşmesini kaldırma girişimleri, cinsiyetçiliğin ve LGBTİ+ düşmanlığının bizzat iktidarın söylemleriyle körüklenmesi ve bu suçların cezasız bırakılması kadın ve LGBTİ+ göçmenlerin hayatlarını daha da korumasız hale getiriyor.

Dile getirdiğimiz bu sorunlar, yalnızca Türkiye’ye özgü değil, pek çok ülkede göçmenler benzer sorunlarla karşı karşıya. Geçtiğimiz ay Yunanistan’ın Midilli adasındaki Moria kampında çıkan yangın, AB ülkelerinin göçmen politikasının sonuçlarını yansıtan acı bir örnekti. Yüz binlerce mülteci en temel insani gereksinimlerin karşılanmadığı toplama kamplarında tutuluyor ve iltica hakkı AB tarafından fiilen ortadan kaldırılıyor. AB’nin sınırlarına ördüğü duvarlar sonucunda, sadece 2020 içinde en az 500 kişi Akdeniz’de batan teknelerde hayatını kaybetti. Bu durum karşısında AB’nin projesi ise Yeni Göç ve İltica Planlı altında mevcut hakları daha da geriye götürmekten ibaret.

Bu nedenle, bizler de bu Ulusötesi Eylem Gününde, Fransa, İtalya, İspanya, Almanya, Slovenya, Makedonya, Yunanistan, Fas ve Lübnan’da sokağa çıkan yüz binlerle birlikte, öldüren sınır politikalarına, göçmenlere yönelik ırkçılığa, baskılara, sömürüye karşı eşit haklarla Birlikte Yaşama talebimizi bir kez daha dile getiriyoruz.

*Savaştan kaçarak Türkiye sınırına sığınan göçmenler için sınırlar açılmalı, göçmenlerin yaşam ve sığınma hakkına saygı gösterilmelidir.

*Türkiye, Cenevre Mülteci Sözleşmesi’ne koyduğu sınırlamayı kaldırmalı, zulümden kaçan herkese mültecilik statüsü tanınmalıdır.

*Avrupa devletleri, Türkiye’yi sınır bekçisi olarak tutma politikasına son vermeli ve kapılarını göçmenler için açmalıdır.

*Göçmenleri Türkiye’ye hapseden AB-Türkiye arasındaki geri kabul anlaşması iptal edilmelidir.

*Göçmenlerin pazarlık aracı olarak kullanılmasına son verilmeli, hükümet göçmenleri güvensiz geçiş yollarına yönlendirmekten vazgeçmelidir.

*Tüm göçmenlerin beslenme, barınma, sağlık, eğitim, çalışma, serbest dolaşım ve yerleşim hakları tanınmalı, insani ihtiyaçları derhal karşılanmalıdır.

*Hiç kimse nedensiz göçmez, bütün sınırlar açılmalıdır.

Birlikte Yaşamak İstiyoruz İnisiyatifi

Göçmenlerin Ulusötesi Mücadele Günü için Eylem Çağrısı

Birlikte Yaşamak İstiyoruz İnisiyatifi’nin yanı sıra çok sayıda siyasal parti, örgüt ve derneğin çağrısıyla 17 Ekim “Göçmenlerin Ulusötesi Mücadele Günü”nde ırkçılığa, baskılara, sömürüye karşı eşit haklarla Birlikte Yaşama talebini dile getirmek için basın açıklaması düzenlenecek. İmzacı kurumlarla birlikte çağrı metnini bütününü aşağıda yayınlıyoruz:

17 Ekim, “Göçmenlerin Ulusötesi Mücadele Gününde” Dünya’nın dört bir yanında yüzbinlerce kişi sokaklara çıkarak mültecilerin ve göçmenlerin karşı karşıya kaldığı, sömürü, ayrımcılık, ırkçılık, şiddete karşı, “Sınırsız, Sınıfsız, Sürgünsüz, Sömürüsüz bir Dünya” talebini haykıracak.
Bu Ulusötesi Eylem Günü, Türkiye’de de mültecilere ve göçmenlere yönelik ırkçı saldırıların ve baskıların giderek arttığı bir döneme denk geliyor. Neredeyse her gün gazetelerde, göçmenlerin ve mültecilerin ölüm haberleri yer alıyor. Bu haberlerde, Türkiye’de yaşayan mültecilerin ve göçmenlerin işçi olarak çalıştıkları işyerlerinde en riskli, en tehlikeli işleri herhangi bir sosyal güvenceye sahip olmadan yürütürken iş cinayetine kurban gittikleri veya sabah işe giderken, sınır dışı edilme korkusuyla polisten kaçarken bir polis kurşunuyla veya akşam işten döndüğünde yaşadığı mahallede bir ırkçı saldırı sonucu yaşamlarını yitirdiği yer alıyor. Zaman zaman ise yakın zamanda Van’da olduğu gibi, herhangi bir yasal statüye sahip olamama nedeniyle tehlikeli yollarla yolculuk yapmak zorunda kalan göçmenler kitlesel olarak ölüme sürükleniyorlar. Çoğu zaman ise mültecilerin ve göçmenlerin yaşadığı baskılar haberlerde bile yer almıyor. Kadın ve LGBTİ+ göçmenlerin ise, göçmen oldukları için yaşadıkları cinsiyetçilik, ayrımcılık, sömürü ve karşı karşıya kaldıkları şiddet daha da arttığı halde görünmez kılınıyor, üstü örtülüyor. Türkiye’de yaşayan milyonlarca göçmen ve mülteci, herhangi bir kalıcı yasal statüye sahip olmadıklarından sağlık, eğitim, barınma, çalışma gibi temel sosyal haklardan faydalanamıyor, kendi kaderlerine terk ediliyorlar. Düzen siyasetçileri ise tüm bu sorunları görmezden gelmekle kalmıyor, Türkiyeli işçilerin günlük hayatta yaşadıkları sorunların mesuliyetini göçmenlere ve mültecilere yükleyerek, göçmenlere yönelik ırkçılığı kışkırtmaktan geri durmuyorlar.

Lefteris Pitarakis / AP / The Telegraph


Ancak maalesef bu sorunlar, Türkiye’ye özgü değil, bir çok ülkede göçmenler benzer sorunlarla karşı karşıya. Bu nedenle, bizler de bu Ulusötesi Eylem Gününde, Fransa, İtalya, İspanya, Almanya, Slovenya, Makedonya, Yunanistan, Fas ve Lübnan’da sokağa çıkacak yüzbinlerle birlikte, öldüren sınır politikalarına, göçmenlere yönelik ırkçılığa, baskılara, sömürüye karşı eşit haklarla Birlikte Yaşama talebimizi bir kez daha dile getireceğiz.
Herkesi, Dünya’nın dört bir yanında sokaklarda “Sınırsız, Sınıfsız, Sürgünsüz, Sömürüsüz bir Dünya” talebini dile getiren göçmenlerin sesine sesimizi katmak için 17 Ekim 2020 – Cumartesi günü saat: 14.00’de Kadıköy Süreyya Operası önünde yapılacak açıklamamıza katılmaya davet ediyoruz. 

Tarih: 17 Ekim Cumartesi saat 14.00
Yer: Kadıköy Süreyya Operası önü

Birlikte Yaşamak İstiyoruz İnisiyatifi
Başlangıç
Demokratik Alevi Dernekleri
Demokratik Bölgeler Partisi
EMEP
Göç Platformu
Halkevleri
Halkların Köprüsü Derneği 
HDK Göç ve Mülteciler Meclisi 
HDP Göç ve Mülteciler Komisyonu 
Hevi LGBTI Derneği
İHD İstanbul Şubesi
İşçi Demokrasisi Partisi
Mor Dayanışma Kadın Derneği
Özgürlük için Hukukçular Derneği
Polen Ekoloji
Sosyalist Dayanışma Platformu
Sosyalist Demokrasi için Yeniyol
Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi
Toplumsal Özgürlük Partisi
Yeşil Sol Mültecilerle Dayanışma Çalışma Grubu

Kapak Foto via Flickr Natalia Tsoukala/ Caritas International

Enzo Traverso: “Ütopyasız Bir Şimdicilikten Kurtulmak için Hafızaya İhtiyaç Var”

Tarihçi-akademisyen Enzo Traverso, European Observatory on Memories dergisi ile gerçekleştirdiği söyleşide, geçmişin suçlarının faillerinin hatıralarına, aşırı sağın yükselişine ve Avrupa’nın hafıza politikalarının durumuna değindi. Türkçe’de yayımlanan son kitabı “Sol Melankoli. Marksizm, Tarih ve Bellek”e de göndermelerde bulunan Traverso, solun melankolisinin zarar verici olmadığını, aksine, hem yitirilen yoldaşların yasını tutmak hem de kolektif eylem vasıtasıyla toplumsal dönüşümün neşeli ve kardeşçe anlarını hatırlamak anlamına gelen” bu melankoliye ihtiyaç olduğunu belirtiyor.   

 Faillerin hafızasına dair neden çok az çalışma var?

Christopher Browning ve Harald Welzer’in çalışmalarını hesaba katarsak, faillere dair birçok çalışma mevcut ve bazıları son derece önemli. Faillerin hafızası, edebi kurmacanın konusu olmuştur; örneğin Jonathan Littell’in Les Bienveillantes (Şefkatliler) kitabı –ancak mevcut olan anı ve tanıklık külliyatı sınırlıdır. Failler, suçlarını sergilemek ve anımsatmaktan hoşlanmazlar; bunları gizlemeyi tercih ederler. “Toplum önüne çıkma” örnekleri sınırlıdır (örneğin, General Aussaresses’in, Cezayir savaşı sırasındaki işkencelere dair anıları). Bu şaşırtıcı değil. Fail anılarının kıtlığı (ve dolayısı ile bunlarla ilgilenen çalışmalardaki kıtlık),  kurbanların anılmasının toplumlarımızda ve kolektif hafızamızda sürekli artan rolünün diyalektik olarak tersine çevrilmesidir.   

–          Faile değil, yalnızca kurbana odaklanmış bir bellek politikasının, bugün işlenen suçlara yönelik bir çeşit körlüğü teşvik edebileceğine inanıyor musunuz?

Açıkçası, kendimizi bu ayna oyunundan ve kitlesel kurbanlara dayanan bir tarihsel bilinçten kurtarmamız gerektiğine inanıyorum. Geçmişi, failler ile kurbanlar arasındaki ikili bir çatışmaya indirgenemeyecek olan tüm karmaşıklığıyla birlikte kavramaya çalışmalıyız. Geçmişin mücadelelerinin ve özgürleşim gibi davalara yönelik politik adanmışlıkların hafızasının çok az bilinirliği vardır. 20. yüzyıl yalnızca savaşlardan, soykırımlardan ve totalitarizmden ibaret değil. Aynı zamanda devrimlerin, bağımsızlık savaşlarının, demokrasinin kazanılmasının ve büyük kolektif mücadelelerin yüzyılıydı. Bu hafıza bugünlerde gayrimeşru kılınmış, gizli ve örtülü hale gelmiş durumda. Engizisyon zamanında İspanyol krallığındaki Marranolarınki gibi gizlenmiş bir yeraltı hafızası olduğu için ben buna “Marrano* hafıza” diyorum. Bana öyle geliyor ki, “şimdicilik” –ne ütopyası ne de ileriye bakacak kapasitesi olan ve şimdi’ye hapsolmuş bir dünya- kafesini kırmak için bu hafızaları muhafaza etmek gerekiyor. Kolektif hareketlerin belleği, bireyciliğin ve rekabetin egemen olduğu neoliberal çağa karşı anti-konformist, belki de yıkıcı bir açı benimsemeli. 

          Aşırı sağın yeni politik ve toplumsal hareketlerini tanımlamak ve bunların 1930’ların faşizmi ya da 20. yüzyıl sonlarının neofaşizmi ile ayrımını koymak için “post-faşizm”den bahsediyorsunuz. Post-faşizmin ne getirdiğini bize anlatabilir misiniz?

“Post-faşizm”den bahsediyorum, çünkü yeni aşırı sağ, en azından siyasi yaşamda önemli bir oyuncu haline geldiği ülkelerde faşizmle arasına mesafe koymuş durumda. İdeolojik düzeyde, post-faşizm dil, örgütlenme ve hareketlenme bakımlarından geleneksel faşizmden çok farklı. Artık faşist değil ama tamamen farklı ve yeni bir şey haline gelmiş de değil. Bir çeşit geçiş formudur bu, ki bu da post-faşizm kavramını meşrulaştırıyor. Baskın özellikleri milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı, özellikle de İslamofobi şeklinde. Bugünlerde artık temel amacını anti-komünizm ve antisemitizmde bulmuyor. Odak değişmiş durumda. Bununla birlikte, avronun ve Avrupa kurumlarının vb. dağılmasını da beraberinde getirecek büyük bir ekonomik kriz, yöneliminde bir değişime ve geleneksel faşizme dönüşe sebep olabilir. Bu tabii ki Avrupa dışında da gerçekleşebilir. ABD’de Donald Trump’ın seçilmesinin ardından, Brezilya’da faşist lider olmanın tüm gerekliliklerini yerine getiren Jair Bolsonaro seçildi. Bu, uluslararası bir eğilimi gösteriyor.  

           Faşizmi, modası geçmiş karşılaştırmalarla sıradanlaştırma yoluna başvurmadan, mevcut aşırı sağın tehlikelerine dair farkındalığa yol açacak birtakım bellek politikaları neler olabilir?

Tüm düzen siyasetçileri aşırı sağı damgalamakta ancak sıklıkla söylemini meşrulaştırmaktadır. Avrupa’yı inşa etmenin kemer sıkma politikasını benimsemeyi içerdiği, piyasalar tarafından devreye sokulan kısıtlamaların tartışmasız olduğu, çok fazla göçmen olduğu ve ülkelere yasadışı girenlerin yasal hale getirilmek yerine sınır dışı edilmeleri gerektiği, İslam’ın Batı demokrasisiyle uyumsuz olduğu ve terörizme karşı mücadelenin kişisel özgürlükleri azaltan özel yasalarla sürdürülmesi gerektiği –bütün hükümetlerin 10 yıldan beri söylediği üzere- fikrini kabul edersek, tek gelişen aşırı sağ olacaktır. Onun ilerleyişini durdurmak için öncelikle gerçek bir tartışma yapmak ve gerçeği söylemek gerekir. Göçmenleri ve mültecileri kabul etmek ahlâki bir görevdir; son iki yüzyılda milyonlarca Avrupalı göç ettiği ve otoriter rejimlerden kaçtığı için ve toplumsal bir zorunluluk olarak; hem ekonomik hem de demografik nedenlerle onlara ihtiyaç duyduğumuz için. Küresel bir çağda toplumlarımız kapalı, etnik ve kültürel açıdan homojen oluşumlar olarak varlığını sürdüremez. 

Bellek politikaları açısından, 21. yüzyıl faşizminin, 1930’lardakinden çok farklı olduğunu kabul etmeliyiz. Tarihten çıkarmamız gereken ders, demokrasilerin bozulabilir ve yıkılabilir olduğudur. Faşizmi deneyimleyen ülkelerde –İtalya, Almanya, İspanya ve başka birkaç ülkeyi aklımdan geçiriyorum- bu dersi özümsemeyen bir demokrasi kırılgan ve dayanıksız olacaktır. Bu bağlamda, antifaşist bellek bana gayet güncel gelmektedir. 

         Diktatörlükler bir miras ve birtakım anma yerleri bıraktı. Demokrasiler tarafından bu yerlere yaklaşım, en hafif tabir ile tartışmalı bir konu. İspanya’daki Valle de los Caídos (Diktatör Franco’nun anıt mezarı; ç.n.) benzeri yerlere ne yapılabilir?

“Uzlaşma” ve “ortak anma” mitine inanmıyorum. Güçlü bir demokratik toplum düşmanlarından korkmamalı ve onlara yasalar çerçevesinde ifade özgürlüğü vermeli. İtalya’da faşizm ve İspanya’da Frankoculuk’un anılmasına gelirsek, bunları örtbas etmek yerine varlıklarını kabul etmek daha iyi olacaktır. Demokratik bir devlet, onları hiçbir şekilde benimsemeden ya da kendi kurumlarına entegre etmeden onlara tahammül edebilir. Demokratik bir devlet, geçmişe dair resmi bir bakış oluşturmamalıdır (diktatörlüklerde olduğu gibi), fakat kendi sorumluluklarını kabul etme görevi vardır. Örneğin, Chirac’ın,Fransız devletinin Yahudileri sınır dışı etmekteki sorumluluğu kabullenmesi veya Macron’un, Cezayir savaşı sırasında uygulanan işkenceyi kabul etmesi memnuniyet vericidir. İspanya’da, “Tarihsel Hafıza Yasası” sınırlarına rağmen bu doğrultuda işlemektedir. 

Valle de los Caídos’un ne yapılacağı sorusu karmaşıktır. Benim görüşüm, kat’iyen sihirli çözümleri olduğunu iddia etmeyen bağımsız bir gözlemcinin görüşüdür. Bana göre, Pedro Sánchez’in, Franco’nun kalıntılarını mezardan çıkarma ve onları Valle de los Caídos’tan çıkarma kararı iyi bir tercih. Bununla birlikte, orayı “kutsallıktan arındırmak” için bu yerin tepesindeki devasa haçı da kaldırmak gerekiyor. Bunun ardından orası, ülke tarihinin eleştirel bir sunumunu yapan bir anıt ve müzeye dönüştürülebilir.  Alman Mahnmal/Holokost Anıtı gibi bir anıt olurdu (gelecek nesiller için bir uyarı). Cumhuriyetçilerin ve Frankoculuğa özlem duyanların ulusal uzlaşma adına “kardeşçe” bir araya gelebilecekleri ortak anma yeri yaratılma olasılığına inanmıyorum. İç savaşın bütün kurbanlarını aynı düzeye ve aynı yere koyarak hatırlatacak bir anıta da inanmıyorum. Bu, demokratik bir devletin bellek politikası değil, ikiyüzlü bir tercih olacaktır. Bu durumda, tüm kalıntıları (Frankocu askerlerin olduğu kadar sınır dışı edilen Cumhuriyetçilerinkileri de) başka bir noktaya, yanına ya da başka yerlere, gömmek için bulundukları yerden çıkarmaktan kaçınmak zor olacaktır. Bununla birlikte, yapılan tüm önerilerden haberdar değilim ve pozisyonum, konuya dair derinlemesine bir çalışmanın ve kapsamlı düşünmenin sonucu değil. 

–      Neoliberalizm, zaman algımızı nasıl bozdu? Geçmiş, bugün ve gelecek bakışımızı nasıl etkiliyor?

Neoliberalizm, yaşamlarımızı sonsuz bir şimdiki zamana sıkıştırıyor; sosyal ve ekonomik temeller sabit kalsa da, hızlanmanın egemen olduğu ve bize daimi bir değişim izlenimi veren bir dünyaya. Serbest piyasa toplumu, bize yaşamlarımızı, kurumlarımızı ve toplumsal ilişkilerimizi şekillendiren toplumsal ve antropolojik model bağlamında bütün arzularımızın –ütopyalarımız bireysel ve “özelleştirilmiş” hale geliyor- tatminini vadediyor. Neoliberal bir toplumda geçmiş basite indirgenmiştir ve anı, kültür endüstrisi tarafından şekillendirilen ve yaygınlaştırılan bir tüketim ögesine dönüştürülmüştür. Bellek politikası –müzeler ve anma törenleri- bahsi geçenle aynı şeyleştirme kriterine –kârlılık, medyada yer alma, baskın zevklere uyum sağlama vb.- maruz bırakılmıştır. Farklı zaman dilimleri icat etmek ve özellikle bunları uygulamaya koymak kolay bir görev değildir. Geçmişin zamansallığıyla bağlantı kurmak (Walter Benjamin’in meşhur tasvirine göre, zamanı durdurmak için kilise kulelerindeki saatlere ateş etmek**) veya serbest piyasa toplumunun kurallarına tâbi olmayan zaman dilimleri icat etmek, bütün alternatif projeler için karşı karşıya olunan başlıca zorluktur. Son yıllardaki 15M, Wall Street’i İşgal Et, Nuit Debout vb. toplumsal hareketler bu bakımdan ilgi çekici deneyimler olmuştur. 

         “Solun melankolisi” nedir ve bellek, nasıl toplumsal dönüşümün aracı haline gelebilir?

Solun melankolisi her zaman var olmuştur. Bu, kolektif hareketlerin başarısızlıklarının ve devrim umutlarının çöküşünün sonucunda oluştu. Ne pasiflik ne de vazgeçme amacındadır ve geçmişin, duygusal boyutunu koruyabilen bir eleştirel yeniden değerlendirmesini yapabilir. Bu, hem yitirilen yoldaşların yasını tutmak hem de kolektif eylem vasıtasıyla toplumsal dönüşümün neşeli ve kardeşçe anlarını hatırlamak anlamına gelir. Hafıza ile desteklenen ve solun yeniden etkinleşmesi önünde engel teşkil etmeyen bu melankoliye ihtiyacımız var. 

–          Avrupa Birliği tarafından şu ana kadar uygulanan bellek politikasını nasıl tanımlarsınız ve bunun başlıca zorlukları nelerdir?

Avrupa Birliği’nin bellek politikasının asli amacı, öncelikli olarak araçsal ve dekoratif olmuştur: toplum karşıtı politikalar benimserken erdem göstermek. Bir yandan Yunanistan’ı yoksullaştırırken diğer yandan Holokost anmaları organize etmek; bir yandan troyka iktidarını, herhangi bir demokratik meşruiyetten yoksun ülkeler üstü bir iktidarı uygularken diğer taraftan insan haklarını yere göğe sığdıramamak; bir yandan totalitarizm ve soykırım kurbanlarına adanmış müzeleri ve anma törenlerini finanse etmek, diğer yandan özenle sınırları kapatmak ve mültecileri nezaketle karşılamak doğrultusunda ortak bir politika benimsemeyi reddetmek. Bu ikiyüzlülüğün sadece zararlı sonuçları olabilir. Aşırı sağın yükselişi de bunun kanıtı. 

 * Marranolar, Orta Çağ’da, İber Yarımadası’nda yaşayan ve zorla Hıristiyanlığa döndürülmelerine rağmen gizli bir şekilde asıl inançlarını yaşamaya, bunun gereklerini yapmaya devam eden İspanyol ve Portekizli Yahudilerdir. Marrano kelimesi, o dönemin İspanyolcasında “domuz” anlamına gelmektedir.

** Walter Benjamin, Paris’te 1830 Temmuz Devrimi sırasında işçilerin, eski zamanın sona erdiğini ve yeni zamanın başladığını simgelemek üzere saat kulelerine birbirlerinden habersiz biçimde ateş ederek saatleri durdurduklarını anlatır. 

https://europeanmemories.net/magazine/about-the-complexity-of-the-past/adresinde yayımlanan söyleşiden Gerçeğin Günlüğü tarafından yapılmış tercüme esas alınmış, kimi değişikler yapılmıştır. Gerçeğin Günlüğü’ne teşekkür ediyoruz. Başlık İmdat Freni tarafından konulmuştur.

Kapak görseli: Dali Atomicus (1948), Philippe Halsman