Tarihçi-akademisyen Enzo Traverso, European Observatory on Memories dergisi ile gerçekleştirdiği söyleşide, geçmişin suçlarının faillerinin hatıralarına, aşırı sağın yükselişine ve Avrupa’nın hafıza politikalarının durumuna değindi. Türkçe’de yayımlanan son kitabı “Sol Melankoli. Marksizm, Tarih ve Bellek”e de göndermelerde bulunan Traverso, solun melankolisinin zarar verici olmadığını, aksine, “hem yitirilen yoldaşların yasını tutmak hem de kolektif eylem vasıtasıyla toplumsal dönüşümün neşeli ve kardeşçe anlarını hatırlamak anlamına gelen” bu melankoliye ihtiyaç olduğunu belirtiyor.
Faillerin hafızasına dair neden çok az çalışma var?
Christopher Browning ve Harald Welzer’in çalışmalarını hesaba katarsak, faillere dair birçok çalışma mevcut ve bazıları son derece önemli. Faillerin hafızası, edebi kurmacanın konusu olmuştur; örneğin Jonathan Littell’in Les Bienveillantes (Şefkatliler) kitabı –ancak mevcut olan anı ve tanıklık külliyatı sınırlıdır. Failler, suçlarını sergilemek ve anımsatmaktan hoşlanmazlar; bunları gizlemeyi tercih ederler. “Toplum önüne çıkma” örnekleri sınırlıdır (örneğin, General Aussaresses’in, Cezayir savaşı sırasındaki işkencelere dair anıları). Bu şaşırtıcı değil. Fail anılarının kıtlığı (ve dolayısı ile bunlarla ilgilenen çalışmalardaki kıtlık), kurbanların anılmasının toplumlarımızda ve kolektif hafızamızda sürekli artan rolünün diyalektik olarak tersine çevrilmesidir.
– Faile değil, yalnızca kurbana odaklanmış bir bellek politikasının, bugün işlenen suçlara yönelik bir çeşit körlüğü teşvik edebileceğine inanıyor musunuz?
Açıkçası, kendimizi bu ayna oyunundan ve kitlesel kurbanlara dayanan bir tarihsel bilinçten kurtarmamız gerektiğine inanıyorum. Geçmişi, failler ile kurbanlar arasındaki ikili bir çatışmaya indirgenemeyecek olan tüm karmaşıklığıyla birlikte kavramaya çalışmalıyız. Geçmişin mücadelelerinin ve özgürleşim gibi davalara yönelik politik adanmışlıkların hafızasının çok az bilinirliği vardır. 20. yüzyıl yalnızca savaşlardan, soykırımlardan ve totalitarizmden ibaret değil. Aynı zamanda devrimlerin, bağımsızlık savaşlarının, demokrasinin kazanılmasının ve büyük kolektif mücadelelerin yüzyılıydı. Bu hafıza bugünlerde gayrimeşru kılınmış, gizli ve örtülü hale gelmiş durumda. Engizisyon zamanında İspanyol krallığındaki Marranolarınki gibi gizlenmiş bir yeraltı hafızası olduğu için ben buna “Marrano* hafıza” diyorum. Bana öyle geliyor ki, “şimdicilik” –ne ütopyası ne de ileriye bakacak kapasitesi olan ve şimdi’ye hapsolmuş bir dünya- kafesini kırmak için bu hafızaları muhafaza etmek gerekiyor. Kolektif hareketlerin belleği, bireyciliğin ve rekabetin egemen olduğu neoliberal çağa karşı anti-konformist, belki de yıkıcı bir açı benimsemeli.
– Aşırı sağın yeni politik ve toplumsal hareketlerini tanımlamak ve bunların 1930’ların faşizmi ya da 20. yüzyıl sonlarının neofaşizmi ile ayrımını koymak için “post-faşizm”den bahsediyorsunuz. Post-faşizmin ne getirdiğini bize anlatabilir misiniz?
“Post-faşizm”den bahsediyorum, çünkü yeni aşırı sağ, en azından siyasi yaşamda önemli bir oyuncu haline geldiği ülkelerde faşizmle arasına mesafe koymuş durumda. İdeolojik düzeyde, post-faşizm dil, örgütlenme ve hareketlenme bakımlarından geleneksel faşizmden çok farklı. Artık faşist değil ama tamamen farklı ve yeni bir şey haline gelmiş de değil. Bir çeşit geçiş formudur bu, ki bu da post-faşizm kavramını meşrulaştırıyor. Baskın özellikleri milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı, özellikle de İslamofobi şeklinde. Bugünlerde artık temel amacını anti-komünizm ve antisemitizmde bulmuyor. Odak değişmiş durumda. Bununla birlikte, avronun ve Avrupa kurumlarının vb. dağılmasını da beraberinde getirecek büyük bir ekonomik kriz, yöneliminde bir değişime ve geleneksel faşizme dönüşe sebep olabilir. Bu tabii ki Avrupa dışında da gerçekleşebilir. ABD’de Donald Trump’ın seçilmesinin ardından, Brezilya’da faşist lider olmanın tüm gerekliliklerini yerine getiren Jair Bolsonaro seçildi. Bu, uluslararası bir eğilimi gösteriyor.
– Faşizmi, modası geçmiş karşılaştırmalarla sıradanlaştırma yoluna başvurmadan, mevcut aşırı sağın tehlikelerine dair farkındalığa yol açacak birtakım bellek politikaları neler olabilir?
Tüm düzen siyasetçileri aşırı sağı damgalamakta ancak sıklıkla söylemini meşrulaştırmaktadır. Avrupa’yı inşa etmenin kemer sıkma politikasını benimsemeyi içerdiği, piyasalar tarafından devreye sokulan kısıtlamaların tartışmasız olduğu, çok fazla göçmen olduğu ve ülkelere yasadışı girenlerin yasal hale getirilmek yerine sınır dışı edilmeleri gerektiği, İslam’ın Batı demokrasisiyle uyumsuz olduğu ve terörizme karşı mücadelenin kişisel özgürlükleri azaltan özel yasalarla sürdürülmesi gerektiği –bütün hükümetlerin 10 yıldan beri söylediği üzere- fikrini kabul edersek, tek gelişen aşırı sağ olacaktır. Onun ilerleyişini durdurmak için öncelikle gerçek bir tartışma yapmak ve gerçeği söylemek gerekir. Göçmenleri ve mültecileri kabul etmek ahlâki bir görevdir; son iki yüzyılda milyonlarca Avrupalı göç ettiği ve otoriter rejimlerden kaçtığı için ve toplumsal bir zorunluluk olarak; hem ekonomik hem de demografik nedenlerle onlara ihtiyaç duyduğumuz için. Küresel bir çağda toplumlarımız kapalı, etnik ve kültürel açıdan homojen oluşumlar olarak varlığını sürdüremez.
Bellek politikaları açısından, 21. yüzyıl faşizminin, 1930’lardakinden çok farklı olduğunu kabul etmeliyiz. Tarihten çıkarmamız gereken ders, demokrasilerin bozulabilir ve yıkılabilir olduğudur. Faşizmi deneyimleyen ülkelerde –İtalya, Almanya, İspanya ve başka birkaç ülkeyi aklımdan geçiriyorum- bu dersi özümsemeyen bir demokrasi kırılgan ve dayanıksız olacaktır. Bu bağlamda, antifaşist bellek bana gayet güncel gelmektedir.
– Diktatörlükler bir miras ve birtakım anma yerleri bıraktı. Demokrasiler tarafından bu yerlere yaklaşım, en hafif tabir ile tartışmalı bir konu. İspanya’daki Valle de los Caídos (Diktatör Franco’nun anıt mezarı; ç.n.) benzeri yerlere ne yapılabilir?
“Uzlaşma” ve “ortak anma” mitine inanmıyorum. Güçlü bir demokratik toplum düşmanlarından korkmamalı ve onlara yasalar çerçevesinde ifade özgürlüğü vermeli. İtalya’da faşizm ve İspanya’da Frankoculuk’un anılmasına gelirsek, bunları örtbas etmek yerine varlıklarını kabul etmek daha iyi olacaktır. Demokratik bir devlet, onları hiçbir şekilde benimsemeden ya da kendi kurumlarına entegre etmeden onlara tahammül edebilir. Demokratik bir devlet, geçmişe dair resmi bir bakış oluşturmamalıdır (diktatörlüklerde olduğu gibi), fakat kendi sorumluluklarını kabul etme görevi vardır. Örneğin, Chirac’ın,Fransız devletinin Yahudileri sınır dışı etmekteki sorumluluğu kabullenmesi veya Macron’un, Cezayir savaşı sırasında uygulanan işkenceyi kabul etmesi memnuniyet vericidir. İspanya’da, “Tarihsel Hafıza Yasası” sınırlarına rağmen bu doğrultuda işlemektedir.
Valle de los Caídos’un ne yapılacağı sorusu karmaşıktır. Benim görüşüm, kat’iyen sihirli çözümleri olduğunu iddia etmeyen bağımsız bir gözlemcinin görüşüdür. Bana göre, Pedro Sánchez’in, Franco’nun kalıntılarını mezardan çıkarma ve onları Valle de los Caídos’tan çıkarma kararı iyi bir tercih. Bununla birlikte, orayı “kutsallıktan arındırmak” için bu yerin tepesindeki devasa haçı da kaldırmak gerekiyor. Bunun ardından orası, ülke tarihinin eleştirel bir sunumunu yapan bir anıt ve müzeye dönüştürülebilir. Alman Mahnmal/Holokost Anıtı gibi bir anıt olurdu (gelecek nesiller için bir uyarı). Cumhuriyetçilerin ve Frankoculuğa özlem duyanların ulusal uzlaşma adına “kardeşçe” bir araya gelebilecekleri ortak anma yeri yaratılma olasılığına inanmıyorum. İç savaşın bütün kurbanlarını aynı düzeye ve aynı yere koyarak hatırlatacak bir anıta da inanmıyorum. Bu, demokratik bir devletin bellek politikası değil, ikiyüzlü bir tercih olacaktır. Bu durumda, tüm kalıntıları (Frankocu askerlerin olduğu kadar sınır dışı edilen Cumhuriyetçilerinkileri de) başka bir noktaya, yanına ya da başka yerlere, gömmek için bulundukları yerden çıkarmaktan kaçınmak zor olacaktır. Bununla birlikte, yapılan tüm önerilerden haberdar değilim ve pozisyonum, konuya dair derinlemesine bir çalışmanın ve kapsamlı düşünmenin sonucu değil.
– Neoliberalizm, zaman algımızı nasıl bozdu? Geçmiş, bugün ve gelecek bakışımızı nasıl etkiliyor?
Neoliberalizm, yaşamlarımızı sonsuz bir şimdiki zamana sıkıştırıyor; sosyal ve ekonomik temeller sabit kalsa da, hızlanmanın egemen olduğu ve bize daimi bir değişim izlenimi veren bir dünyaya. Serbest piyasa toplumu, bize yaşamlarımızı, kurumlarımızı ve toplumsal ilişkilerimizi şekillendiren toplumsal ve antropolojik model bağlamında bütün arzularımızın –ütopyalarımız bireysel ve “özelleştirilmiş” hale geliyor- tatminini vadediyor. Neoliberal bir toplumda geçmiş basite indirgenmiştir ve anı, kültür endüstrisi tarafından şekillendirilen ve yaygınlaştırılan bir tüketim ögesine dönüştürülmüştür. Bellek politikası –müzeler ve anma törenleri- bahsi geçenle aynı şeyleştirme kriterine –kârlılık, medyada yer alma, baskın zevklere uyum sağlama vb.- maruz bırakılmıştır. Farklı zaman dilimleri icat etmek ve özellikle bunları uygulamaya koymak kolay bir görev değildir. Geçmişin zamansallığıyla bağlantı kurmak (Walter Benjamin’in meşhur tasvirine göre, zamanı durdurmak için kilise kulelerindeki saatlere ateş etmek**) veya serbest piyasa toplumunun kurallarına tâbi olmayan zaman dilimleri icat etmek, bütün alternatif projeler için karşı karşıya olunan başlıca zorluktur. Son yıllardaki 15M, Wall Street’i İşgal Et, Nuit Debout vb. toplumsal hareketler bu bakımdan ilgi çekici deneyimler olmuştur.
– “Solun melankolisi” nedir ve bellek, nasıl toplumsal dönüşümün aracı haline gelebilir?
Solun melankolisi her zaman var olmuştur. Bu, kolektif hareketlerin başarısızlıklarının ve devrim umutlarının çöküşünün sonucunda oluştu. Ne pasiflik ne de vazgeçme amacındadır ve geçmişin, duygusal boyutunu koruyabilen bir eleştirel yeniden değerlendirmesini yapabilir. Bu, hem yitirilen yoldaşların yasını tutmak hem de kolektif eylem vasıtasıyla toplumsal dönüşümün neşeli ve kardeşçe anlarını hatırlamak anlamına gelir. Hafıza ile desteklenen ve solun yeniden etkinleşmesi önünde engel teşkil etmeyen bu melankoliye ihtiyacımız var.
– Avrupa Birliği tarafından şu ana kadar uygulanan bellek politikasını nasıl tanımlarsınız ve bunun başlıca zorlukları nelerdir?
Avrupa Birliği’nin bellek politikasının asli amacı, öncelikli olarak araçsal ve dekoratif olmuştur: toplum karşıtı politikalar benimserken erdem göstermek. Bir yandan Yunanistan’ı yoksullaştırırken diğer yandan Holokost anmaları organize etmek; bir yandan troyka iktidarını, herhangi bir demokratik meşruiyetten yoksun ülkeler üstü bir iktidarı uygularken diğer taraftan insan haklarını yere göğe sığdıramamak; bir yandan totalitarizm ve soykırım kurbanlarına adanmış müzeleri ve anma törenlerini finanse etmek, diğer yandan özenle sınırları kapatmak ve mültecileri nezaketle karşılamak doğrultusunda ortak bir politika benimsemeyi reddetmek. Bu ikiyüzlülüğün sadece zararlı sonuçları olabilir. Aşırı sağın yükselişi de bunun kanıtı.
* Marranolar, Orta Çağ’da, İber Yarımadası’nda yaşayan ve zorla Hıristiyanlığa döndürülmelerine rağmen gizli bir şekilde asıl inançlarını yaşamaya, bunun gereklerini yapmaya devam eden İspanyol ve Portekizli Yahudilerdir. Marrano kelimesi, o dönemin İspanyolcasında “domuz” anlamına gelmektedir.
** Walter Benjamin, Paris’te 1830 Temmuz Devrimi sırasında işçilerin, eski zamanın sona erdiğini ve yeni zamanın başladığını simgelemek üzere saat kulelerine birbirlerinden habersiz biçimde ateş ederek saatleri durdurduklarını anlatır.
https://europeanmemories.net/magazine/about-the-complexity-of-the-past/adresinde yayımlanan söyleşiden Gerçeğin Günlüğü tarafından yapılmış tercüme esas alınmış, kimi değişikler yapılmıştır. Gerçeğin Günlüğü’ne teşekkür ediyoruz. Başlık İmdat Freni tarafından konulmuştur.
Kapak görseli: Dali Atomicus (1948), Philippe Halsman