Masis Kürkçügil’in 2006’da kaleme almış olduğu ve altmışlı yılların başından 12 Mart’a kadar, kendisinin de fiilen içinde bulunduğu sosyalist hareketin gelişimini programatik zemin, siyasal saflaşmalar ve işçi hareketiyle ilintisi bağlamında ele aldığı bu kapsamlı değerlendirmeyi bölümler halinde İmdat Freni okurlarının ilgisine sunuyoruz. Önceki bölüme şuradan ulaşabilirsiniz.
12 Mart 1971
Sosyalist hareket, yaşadığı dünyayı anlamak, güç ilişkilerini değerlendirmek ve düzende mümkün bir gedikten kendisine yol açmak açısından fukaralığı hamasetle gidermeye çalışmıştır. 12 Mart’a doğru hızlı adımlarla ilerlenirken sanki gidişatı durdurmak yerine hızlandırmak için koşuşturuluyordur. Muhtıranın verildiği gün TÖB-DER, DİSK ve Dev-Genç’in “reformları” destekleyen deklarasyonun ardından ne kadar bir 9 Mart beklentisi olursa olsun kendi işini başkasına gördürme sanısıyla başkasının işini görme marifeti bulunmaktadır. Bunun bir diğer anlamı yaklaşan felaketi anlamaktan acizlik ve dolayısıyla felakete karşı bir savunmayı örgütlemek yerine tam gaz felakete dalmaktır.
12 Mart’a gidişin okunması konusunda yaşanan miyopluğun benzerinin 12 Eylül’de de tekrarlandığı göz önüne alınırsa siyasal analiz (somut durumun somut tahlili), belli bir çalışma varsayımı içinde mücadele etme konusunda çocukluk evresini bir türlü geçmemiştir sosyalist hareket. Bu güç ilişkilerini değerlendirme fukaralığı, darbeye giderken devrim beklentisi sosyalist hareketin elindeki avucundakini hesapsız kitapsız harcamasına varmıştır.
12 Mart döneminde bu durum yalnızca gençler açısından değil örneğin TİP ve MDD’nin eskileri ve de en eskileri açısından da geçelidir (Kıvılcımlı “Ordu Kılıcını Attı” derken trajik sonunu hiç beklemiyordu herhalde). 12 Mart’ın nasıl karşılandığına ilişkin tartışmalar bir yana konsa da birilerinin uzun süre 141-142 koşullarında sosyalist parti kurmak mümkün değildir diye TİP’e solculuk sattıktan sonra tam da darbeye kıl payı kala yasal parti hazırlığına girişmesi, bir diğerlerinin on yıllık partinin gövdesini doktriner bir değişime uğratarak hamle yapmaya yeltenmeleri gibi hususlar Marksizm konusunda katedilen mesafenin de göstergeleridir.
Güç ilişkilerini yukarıdan değerlendirmeyi marifet sayanlar kendilerini de bir anda güçlerinin çok ötesinde bir siyasal misyonla donanmış hissetmişlerdi. Bunun bir diğer anlamı kitlelerden hareketle değil kendi hayallerine göre siyaset yapmaktır.
Evrensellik mi millilik mi?
1968’in böylece düşünsel bir yenilenmeye neden olmadığı hatta o güne kadar kemikleşmiş bir Stalinizmden söz etmenin mümkün olmadığı açıkken giderek ideolojik netlik adına Stalinizmin iki türünü yeniden ürettiği görülür: Maoizmin dünya ölçeğindeki popülaritesiyle öne çıkan radikal söylemli Stalinizm ve daha ziyade geleneksel SSCB referansıyla beliren aslına daha sadık bir Stalinizm. Hatta ortada bir Troçkizm heyulası olmamasına rağmen, sıkı Leninistlik taslamanın bir gereği olarak Troçkizme saldırılar mecburi addedilmiştir.[1]
Che’nin solun her kesiminde hüsnü kabul gördüğü bu evrede siyasal görüşlerinin hemen hemen hiçbir karşılık görmediği, “ya bir sosyalist devrim ya da bir devrim karikatürü” ifadesini anlamayarak zorlama ve eklektik formülasyonlar üretmenin marifet sayılması bunun en belirgin örneğidir.[2]
Bu durumda kesinlikle bir önceki dönemin ideolojik konumlanışından bir kopuşun söz konusu olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Altmışlı yılların sonlarında belirmeye başlayan hızlandırılmış bir şekilde kitapları karıştırma ihtiyacı bir yenilenme için gereken ardalandan yoksun olunduğu ve de sanıldığının aksine bir kitlesel deneyimin yarattığı sorunlarla cebelleşilmediği için başka dünyalarda az rastlanır bileşimler ortaya çıkmaktadır. Örneğin Emek dergisindeki yazılarda Marxism Today gibi bir dergiden kaynak gösterilmesi makul iken yanında da genellikle Latin Amerika’da merkezci-radikal hareketlere yakın Monthly Review girebilmektedir (Hal Draper “bağımsız ama yine de amorf bir Stalinist politika savunulmaktadır” der MR için).[3]
Üç beş kitaplık bir sosyalizm yazınının söz konusu olduğu bir devirde herhangi bir ideolojik hesaplaşmadan söz etmek oldukça zor olacaktır. Altmışlı yılların sonlarına kadar solun o günün dünya Marksizmine değmediğini anlamak gerekir. Batı veya Doğu Marksizmi ile değil tabii ki evrensel Marksizmle yapılacak herhangi bir paralel okuma o türden meseleler üzerine bir tartışmanın değil bir okumanın bile olmadığını gösterir.
Bu durumda altmışların solunun kendisini Marksizm aynasında mı gördüğü yoksa yerel-ulusal bir çerçevede mi ifade ettiği açıklık kazanır. Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni’nin ortalama bir solcunun fikrî cephanesini oluşturduğu, İlhan Selçuk okumalarının azımsanmayacak bir öneme sahip olduğu bir solun henüz geleneksel soldan koptuğunu iddia etmek 12 Mart’ta girilen kıskacın yalnızca dışarıdan oluştuğu zehabını da uyandırır.
TİP’in ideolojisinde Marksizmi, sosyal-demokrasiyi ve Kemalizmi bir arada görenler bunu bir zenginlik olarak sunsalar bile bu üçünden tutarlı bir bileşim oluşturmak kimseye nasip olmadığı gibi real politik-kritik tutumlarda sistemden bir kopuş değil tam tersi gerçekleşmiştir. Dolayısıyla paradoksal bir biçimde sosyalizme ülke çapında bir inandırıcılık kazandırırken aslında çok radikal değildir, ancak sistemin bu düzeyde bir solu bile kabullenmesi mümkün olmadığından kendi eyleminin içeriği gereği değil kendisine reva görülen muameleden ötürü daha solda gözükmüştür.
Altmışlı yılların ortalarından itibaren Latin Amerika radikal soluna (devrimci soluna) bakıldığında bizdeki en radikal hareketlerin oralardaki geleneksel partilerin görüşlerinden farksız bir durumda oldukları anlaşılır. Bir başka deyişle bizdeki radikal oradaki reformistlerin söylemine, reformistler neredeyse oradakilerin radikallerin söylemine daha yakındır. Örneğin Latin Amerika’da bizdeki Kemalizmle paralel ele alınabilecek olan popülizmden bir kopuş söz konusu iken bizde daha sıkı bir Kemalist söylem ulusal kurtuluş adına öne çıkar. Milli burjuvazinin bağımsız bir politik özne oluşu Latin Amerika solu için reformizmle ayrışmanın asgari unsuru olarak görülürken, bizde ya bir yerlerde vardır şeklinde bir önkabul gelişti veya askerlerle ikamesi tercih edildi; en önemlilerinden biri de kapitalizm öncesi ayakbağlarına vurgu yapmaktan çok bağımlı kapitalizmin kendisine yönelim öne çıktı. Tabii bir de sayfalar boyu karşı çıkılan sosyalist devrim Latin Amerika solunun alameti farikası iken bizde aşamalı devrimin varyasyonları, ulusal demokratik devrim, demokratik halk devrimi formülasyonları en uç hareketlerin bile kalkanları haline geldi.
Aybar’ın gerek Milli Mücadeleyi değerlendirişi, gerekse İttihatçı politikaları savunusu, Kıbrıs konusunda hükümete savaş yetkisinin verilmesini kabul etmesi gibi hususlar aslında ulusalcılığın yalnızca bir meşruiyet aracı olarak değil ideolojik olarak benimsendiğini göstermektedir. Kıbrıs meselesinde üstelik de Behice Boran’ın dediği gibi anti emperyalist bir gerekçe ile oy verilmişse durum daha vahimdir.
Bu açıdan “hürriyetçi sosyalizm”in bazı özellikleri oldukça milli yani başkaları için hayırlı olmayan bir çerçevede kalmaktaydı. İnsanlık kimi zaman Aybar’ın gözünde dar bir toprak parçasına sığabiliyordu.
12 Mart’ta Aybar’ın Erim hükümetine Anayasayı tam olarak uygulayacağına inanıp güven oyu vermesi kendisinin o güne kadar alameti farikası olan kimi görüşlerinin kâğıt üzerinde kaldığını göstermektedir.
Birçok ülkeye bakıldığında altmışlı yılların deneyimleri bugün için önemli anlamlar ifade ederken, ayakta kalan siyasetleri veya onların parçalarını açıklarken kırk yıl sonra 12 Mart öncesi için genel olarak, açık söylemek gerekirse TİP’in de kendisinin çok bilinçli olarak kurgulamadığı ancak bir tür çoğulculuğu (ki bu siyasal olmaktan çok sektörel –sendikacılar, Kürtler ve aydınlar– bir çoğulculuktur) sürdürebildiği, hemen hemen hareketin birliğinin meşruiyetini temsil eder gibi olduğu, sosyalizme özellikle 1965 seçimleri ile kazandırdığı inandırıcılığın sağladığı imkânlarla TİP deneyiminden söz edilmektedir.
Dev-Genç ise hızla kendi içinde ayrıştığı ve farklı siyasal yönelişlere ihtiyari bir durak olduğu için bağımsız bir deneyim olarak öne çıkmamıştır. Bir başka ifadeyle kimse Dev-Gençli değildir veya herkes Dev-Gençlidir. Ancak insanlar öncelikle yetmiş sonunda ortaya çıkan örgütlerle kendilerini ifade eder. Moda tabirle bir üst kimlik değil alt kimliktir.
Manevi olarak 12 Mart’ta düzenin acımasızca katlettiği önderlerine sahip çıksalar da yetmişli yılların oluşumları kendilerine has ve bir önceki dönemden çok daha belirgin yönelişlere sahip olurlar.
[1] Bu konudaki ilginç teorik açılımlardan biri Ant dergisinde Stalin’in Leninizmin İlkeleri’nden alıntıyla beslenen Mao’yu da ihmal etmeyen Kesintisiz Devrim tartışmaları sırasında (Sayı 3, Temmuz 1970 “Sosyalizmin Zaferi için Kesintisiz Devrim”) gerekli gereksiz Troçki göndermeleri yapılırken bu arada Ernest Mandel’in Marksist Ekonomi El Kitabı da “….bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de devrimcilerin mutlaka okumaları gereken temel eserlerden biri” diye takdim edilebilmesidir.
Tabii daha ilginci özgün teorisiyen diye kabul edilen Dr. Hikmet’in giderayak Nazım Hikmet’e belden aşağı saldırırken onun Troçkistliğine gösterdiği sağlam gerekçelerde (!) görmek mümkündür. Bu da hem etik hem de teorik olarak bulunulan yeri gösterir. “O, sosyal ve psikolojik yapısı ile, Troçkizmi bilmeden Troçki idi.” Kim Suçlamış, Yol Yayınları, 1979, s. 60.
[2] “…yerli burjuvazi, emperyalizme karşı –eğer bir zamanlar gerçekten vardıysa– direnme yeteneğini kaybetmiştir ve şimdi sadece onun dümen suyunda gitmektedir. Başka bir seçenek yoktur: Ya sosyalist devrim ya da bir devrim karikatürü.” (Üçüncü Dünya Halklarına Mesaj)
[3] Yetmişli yıllarda teorik bir yenilenme için öne çıkarılan Althusser aslında altmışlı yılların sonunda kriz karşısında TİP’te ortodoks Marksizme sarılan Emek çevresinde takdim edilmiştir. Kenan Somer’in “Neden Althusser?” başlıklı sunuşuyla Althusser’in “Marksist İlkeleri Nerede Bulacağız?” yazısı iki sayıda yayınlanır (16 Haziran 1969 ve 30 Haziran 1969). 1 Mayıs sayısında ise yine Kenan Somer “sosyalist teoriye yanaşabilmek için ilk elde okunmasında yarar gördüğü” kitapları sıralar. Liste Kuusinen, Politzer, Stalin, Mao, Nikitin diye devam ederken üç de telif bulunmaktadır. Sadun Aren’in 100 Soruda Ekonomi El Kitabı, Fethi Naci’nin Emperyalizm Nedir’i ve Stalin’in Diyalektik ve Tarihi Materyalizm’i ile nasıl telif edilebileceği anlaşılamayacak olan Selahattin Hilav’ın Diyalektik Düşüncenin Tarihi.
Althusserciliğin Latin Amerika’daki ilginç macerası için bkz. M. Löwy, “Note sur la réception de l’Althussérisme en Amérique Latine”, Contre Althusser Pour Marx içinde s. 311 (ikinci baskı. Türkçesi Althusser’e Karşı, Marx İçin kitabının içinde, Yazın yayıncılık, 2010, çeviri: Osman S. Binatlı ).
Emek dergisindeki teorik keşmekeşin en belirgin göstergesi daha radikal hareketlerin teorik cephanesine yakışacak olan Leo Huberman, Henry Magdoff, Baran gibi Monthy Review yazarlarının Sedat Özkol ve M. Kutlay’ın yazılarında arzı endam etmesidir.