İran’a saldırmasından iki gün sonra, 24 Haziran Salı günü, Trump büyük tantanayla İsrail ve İran’a bir ateşkes dayattığını açıkladı, saldırısının İran’ın nükleer potansiyelini yok ettiğini ve barışa giden yolu açtığını öne sürdü. Ancak takip eden saatler bu ateşkesin kırılganlığını ve Trump’ın İsrailli müttefiki üzerindeki sınırlı etkisini gösterdi.
Her halükârda, Trump bir savaş kışkırtıcısı ve yıkıcı bir güçtür, asla bir barış gücü olarak görülmemelidir.
İsrail saldırısından on gün sonra İran’a saldırıp bombalayarak Trump, Netanyahu tarafından zaten başlatılmış olan şiddeti daha da artırarak insanlığı ölümcül bir şiddete sürükledi. Trump, yalnızca istediği zaman, istediği yerde, istediği kişiye vurabileceğini iddia eden bir askeri gücün gösterisini yapmak için, egemen bir ülkeye, onun halkına saldırma, çocukları ve yetişkinleri yaralama ve öldürme hakkını kendine gördü.
Netanyahu, Filistin halkına karşı yürüttüğü soykırımda Trump’ın tam desteğinden faydalandı; Lübnan’ı ve Suriye’yi herhangi bir yaptırımla karşı karşıya gelmeden bombalayarak hükümetinin sömürgeci ve üstünlükçü politikalarını sürdürdü. İran’a yönelik kasıtlı saldırı, İsrail devletinin bölgedeki tüm halklara –başta Filistin halkı olmak üzere– yönelik saldırganlığını güçlendirmeyi hedefliyordu; bu da çoğu Arap rejimi tarafından sessizlikle kabul edilirken Batılı liderler tarafından kararlılıkla desteklendi.
İsrail hükümeti, aralarında ABD’nin de bulunduğu Batılı ülkeler ile İran İslam Cumhuriyeti arasında süren müzakereler çerçevesinde bir nükleer anlaşma ihtimalini boşa çıkarmak istiyordu. İsrail’in hedefi, İran İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşunun öncesine dayanan İran nükleer programını engellemek, siyonist devlete Ortadoğu’da hâkim güç statüsünü sağlamak ve yalnızca kendisine tanınacak bir uranyum zenginleştirme ve nükleer silah edinme ayrıcalığını garanti altına almaktır
Nükleer meselenin ardında yatan hedef, Netanyahu’nun, her şeyden önce Gazze ve Batı Şeria topraklarını ilhak etme ve Filistin halkını sürgün etme planı için ellerini serbest bırakmak, ve bu suç projesine karşı içerideki muhalefeti ve dünya genelinde artan halk mobilizasyonunu susturmak.
Ekonomik üstünlüğünün sarsıldığı bir anda, Trump yönetimi de, BM, NATO ya da hatta Amerikan Kongresi’nden bir yetki almaya gerek duymadan her an, her yerde saldırabilme kapasitesiyle askeri gücünü yeniden teyit etmek istiyor. Ülkesini ekonomik resesyona, sosyal saldırılar ve bütçe kesintileriyle sürükleyen bu yönetim için savaş ve savaş tehdidi, halklara militarist politikalar dayatarak onları susturmayı amaçlayan ideolojik bir silaha dönüşmüş durumda. Bu yeni bir tırmanma ve dünya halkları için bir tehdittir. Bunu ABD’de ve tüm dünyada halkların seferberliğiyle durdurmalıyız. Bu niyetler Netanyahu’nunkiler kadar suç teşkil etmektedir.
İran İslam Cumhuriyeti diktatörlüğünün başlangıcından bu yana İran halkı, özellikle yakın zamanda “Kadın, Yaşam, Özgürlük” hareketiyle olmak üzere, sosyal ve demokratik hakları için birçok kez seferber olmaya çalıştı.
İsrail ve ABD saldırıları, yaşam koşullarını daha da kötüleştirdi, yüzlerce ölü ve binlerce yaralıya neden oldu, halkın yaşam koşullarının ve ülke ekonomisinin tahribatını arttırdı ve rejimin baskıcı siyasetini sertleştirdi. Evin Cezaevi’ni hedef almak, orada tutulan siyasi mahpuslara yönelik bir saldırıdır; kent bölgelerine yönelik bombardımanlar da doğrudan halka yönelik saldırılardır.
Biz, İran halkının hem diktatörlüğe karşı direnişinde hem de herhangi bir dış askeri saldırıdan uzak yaşama hakkında kararlılıkla yanındayız. Ülkenin ve rejimin savaş ve bombardıman yoluyla yıkılmasından çıkarı olan tek kesim, Batılı rejimlerle hâlihazırda temas hâlinde olan – Devrim Muhafızları ya da eski monarşistlerden içinden gelen – gerici sektörler olacaktır. Bunlar rejimi, aynı derecede baskıcı ve antidemokratik ama Batılı ülkelere hizalanmış bir sistemle değiştirmeyi amaçlıyorlar.
Irak’ta ya da Afganistan’da ABD ve müttefiklerinin yürüttüğü yakın dönem savaşlar hep insani ve siyasi felaketlere yol açmıştır.
İran İslam Cumhuriyeti’nin devrilmesi, mevcut rejim kadar halk için tehlikeli olan rejimlerin askerî müdahalesiyle değil, bizzat İran halkının eseri olacaktır. Nükleer tesislerin bombalanması, halk ve çevre için büyük yıkımlara yol açma riski taşımaktadır.
İsrail ve ABD saldırganlığına son! Bölgesel tırmanışa derhâl son verilsin! İran’da insan hakları savunucularıyla ve siyasi mahpuslarla dayanışma! Diktatörlüğe karşı İran halkıyla dayanışma!
Aylardır olduğu gibi, şu talepleri savunmaya devam ediyoruz: İsrail’e derhâl yaptırım uygulansın! İsrail’le silah ticareti derhâl sona ersin! Filistin’deki soykırımın son bulması için dünya çapında seferberlik!
26 Haziran 2025, Dördüncü Enternasyonal Yürütme Bürosu’nun bildirisi
Bundan on yıl önce, 2010 ocağında yitirmiş olduğumuz Marksist düşünür ve militan Daniel Bensaïd vermiş olduğu -ve Türkçede ilk defa yayımlanan- bu mülakatta Marx’ın fikriyatını eleştirel bir gözle tekrar değerlendiriyor ve 21’nci yüzyılın insanlığın karşısına diktiği yeni sorunlar çerçevesinde tartışıyor.
Vpered :
Marksist mirasın artık kesinkes geçmişte kalmış yönleriyle günümüzde hala
keskinliğini muhafaza edenler hangileridir sizce?[1]
Tek değil birçok miras var: “Ortodoks” bir Marksizmle
“heterodoks” Marksizmler, bilimci (veya pozitivist) bir Marksizmle eleştirel
(veya diyalektik) bir Marksizm veya Ernst Bloch’un ifadesiyle Marksizmin “soğuk
akıntıları”yla “sıcak akıntıları”. Bunlar sadece okuma veya değerlendirme
farklarından değil kimi zaman karşıt ve uzlaşmaz siyasetlerin ardında yatan
kuramsal söylemlerden ileri gelir. Jacques Derrida’nın belirttiği gibi miras
devrettiğimiz ve muhafaza ettiğimiz bir mülk değildir. Mirasçıların onunla ne
yaptığı ve ne yapacağına göre belirlenir. Marx’ın teorisinde miadı dolmuş olan
ne var? Bence öncelikle bir çeşit sosyolojik iyimserlik: Kapitalist gelişmenin
neredeyse mekanik biçimde sürekli daha kalabalıklaşan ve yoğunlaşan, her zaman
daha iyi örgütlenen ve daha çok bilinçlenen bir işçi sınıfının gelişimine yol
açtığı fikri. Yüzyıllık deneyim proletarya saflarındaki bölünmelerin ve
farklılaşmaların önemini gösterir. Sömürülen sınıfların birliği doğal ve verili
bir durum değil bir mücadelenin ve inşanın sonucudur.
Bunun dışında, diktatörlük ve devletin sönümlenmesi
kavramları hakkında bir tartışmayı yeniden yapmak gerektiğini düşünüyorum. Bu
karmaşık bir mesele çünkü kelimeler bugün Marx’ın yazılarındaki anlama sahip
değiller. O zamanlar diktatörlük, Aydınlanmanın söz haznesinde, zorbalığın
zıddını ifade ediyordu. Antik Roma’nın kıymetli bir kurumuna gönderme yapıyordu:
Sınırsız bir keyfi iktidar değil sınırlı bir zaman dilimi için görev verilen
istisnai bir iktidardı bu. 20’nci yüzyılın askeri ve bürokratik
diktatörlüklerinin ardından bu kelimenin artık aynı masumiyete sahip olmadığı
aşikâr. Marx için bu kavram büyük bir yeniliği tarif ediyordu: Paris Komününün
“nihayet kavuştuğu biçimini” temsil ettiği ve ilk defa çoğunluğun ürünü olan
bir istisnai iktidar. Dolayısıyla bugün üzerine konuşulması gereken Komünün (ve
tüm “aşağıdan” demokrasi biçimlerinin) bu deneyimidir.
Bu demektir ki proletarya diktatörlüğü kavramı Marx’ın
gözünde belirlenmiş bir kurumsal rejimi ifade etmiyordu. Daha çok stratejik bir
anlama sahipti, eski bir toplumsal ve hukuki düzen ile yeni bir düzen
arasındaki sürekliliğinin kopuşunu vurguluyordu: “İki karşıt hukuk arasında
karar verici olan güçtür” yazıyordu Kapital’de.
Bu açıdan proletarya diktatörlüğü istisna halinin proletaryen biçimiydi.
Marx’ın sık sık iyi bir iktisatçı veya iyi bir filozof
olmakla birlikte vasat bir siyasetçi olduğu iddia edilir. Aksine Marx bir
siyaset düşünürüydü. Fakat siyaset “bilimi”nde öğretildiği gibi, bir kurumsal
teknoloji olarak siyaset değil burada söz konusu olan. Ayrıca 19’uncu yüzyılda,
İngiltere haricinde Avrupa’da ne parlamenter rejimler ne de bildiğimiz modern
biçimi altındaki siyasi partiler mevcuttu. Marx siyaseti daha çok birer olay
(savaş ve devrim) ve biçim icadı olarak düşünüyordu. Benim “ezilenin siyaseti”
olarak adlandırdığım şeydir bu: Burjuva düşüncesinin profesyonel siyaseti
indirgediği devlet alanından dışlananların siyaseti.
Siyasete dair bu farklı kavrayış bugün hala önemini
korumakla birlikte, istisna uğrağıyla (“proletarya diktatörlüğü”) devletin (ve
hukukun!) hızlı bir sönümlenişi perspektifi arasında bir kısa devreye yol
açacak kör noktalar da bulunuyor Marx’ta. Bu kısa devre Lenin’de mevcut gibi
geliyor bana (özellikle Devlet ve İhtilal’de),
ki bu da kurumsal ve hukuki boyutlarıyla geçiş dönemini tasavvur etmeye pek
yardımcı olmuyor. Oysa 20’nci yüzyılın tüm deneyimleri bizleri partiler,
toplumsal hareketler ve devlet kurumları arasındaki ayrımları kalıcı biçimde
düşünmeye zorluyor.
Mirasın güncelliğine gelince, bu aşikâr görünüyor. Marx’ın
güncelliği Kapital’in ve siyasal
iktisadın eleştirisinin, bir social
killer olarak sermayenin mahrem ve gayrişahsi mantığının kavranışının
güncelliğidir. Ve de kapitalist küreselleşmenin. Marx’ın gözlerinin önünde
Viktorya çağının küreselleşmesi yaşanıyordu: Taşımacılığın ve iletişimin
(demiryolları ve telgraf), kentleşmenin ve finansal spekülasyonun, modern
savaşın ve “katliam sanayisi”nin gelişimi. Yeni teknolojik devrimiyle (internet
ve astronotik, spekülasyon ve skandallar, küresel savaş vs.) buna çok benzeyen
bir çağda yaşıyoruz. Ancak gazetecilerin çoğu olayların yüzeyini tasvir etmekle
yetiniyorken Marksçı eleştiri bunun mantığını, sermayenin hızlandırılmış
birikiminin ve genişletilmiş yeniden üretiminin mantığını kavramamıza yardımcı
oluyor. Özellikle medeniyet krizinin kökenlerine inmeyi sağlıyor: Ölçümlemenin
genel krizi, dünyanın uyumunun bozulması krizi. Bu, tüm zenginliği meta
birikimine indirgeyen ve insanları ve şeyleri soyut emek zamanına göre ölçen
değer yasasın giderek daha da “sefilane” (1857-1858
Elyazmaları’nda geçen ifadeyle) bir hale sürüklenmesinden ileri geliyor.
Böylece çalışmanın ve tekniğin kısmi rasyonalizasyonu artan bir küresel
irrasyonaliteye yol açıyor. Toplumsal kriz (üretkenlik, serbest zaman değil
dışlanma ve yoksulluk doğuruyor) ve ekolojik kriz (Borsanın ve Nasdaq’ın anlık
“hakemlikleriyle” doğal kaynakları yüzyıllar ve binyıllar ölçeğinde yönetmek
imkansızdır) bunu iflah kesici biçimde resmediyor.
Gezegenin ve tür olarak insanlığın geleceğini tehdit eden bu tarihsel krizin ardında kapitalist mülkiyet ilişkilerine içkin sınırlılıklar yatıyor. Emeğin toplumsallaşması her zamankinden çok önem kazanıyorken, dünyanın (sadece sanayinin değil, hizmetlerin, mekânın, canlının, bilginin) özelleştirilmesi ihtiyaçların gelişimini ve tatminini baskılıyor. Buna karşılık nitelikli kamu hizmeti talebi, kimi malların ve hizmetlerin ücretsiz olması isteği ve (enerji, toprağa, suya, havaya, bilgiye erişim konularında) “insanlığın müşterekleri” talebi ise yeni toplumsal ilişkilerin gerekliliğini ifade ediyor.
Emek gücünün makinelere dayalı denetim usulleri aracılığıyla yönetim teknikleri kadar fikrî emek ile kol emeği arasındaki ilişkinin yeniden şekillenmesi söz konusu. 20’nci yüzyılın deneyimleri mülkiyet ilişkilerindeki formel dönüşümlerin çalışma içinde ve çalışma aracılığıyla meydana gelen yabancılaşmayı sona erdirmek için yeterli olmadığını gösteriyor.
Marksistlerin bugün çözmesi gereken temel teorik meseleler nelerdir?
Çözmekten ziyade üzerine çalışılması gereken meseleler demek
daha doğru olur. Çünkü bunların çözümü salt teoride değil pratikte de gerçekleşmelidir.
Eğer böylesine bir çözüm meydana gelecekse bu milyonlarca insanın hayal gücünün
ve deneyiminin sonucu olacaktır. Buna karşılık ne Marx’ın ne Engels’in ne de
diğer kurucu ataların hayal bile edemeyeceği yüzyıllık deneyimin ışığında
tekrar ele alınması ve üzerinde çalışılması gereken meseleler.
Her şeyden önce ekoloji meselesi. Marx’ta gerçekten de soyut
bir tek yönlü ilerleme anlayışının eleştirisi (1857 Elyazmaları’nın ilk sayfalarında) ve kapitalist toplumsal
ilişkiler çerçevesinde her ilerlemenin zarar ve gerileme doğuran bir yönü
olduğu fikri (Kapital’de tarım konusu
hakkında) mevcut. Fakat ne o ne de Engels, Lenin, Troçki eşik ve sınır
kavramlarını gerçekten anlayışlarına dahil etmiştir. Gerici Malthus’çu akımlara
karşı polemiklerinin mantığı onları zorlukları çözmek için bolluğa güvenmeye
itiyordu. Oysa bilimsel bilgilerin gelişimi geri döndürülemezlik risklerinin ve
ölçek farklarının bilincine varmamızı sağlamıştır. Ekosisteme, biyoçeşitliliğe,
iklim dengelerine verilen zararların telafi edilebileceğinden bugün kimse emin
olamaz. Dolayısıyla bir çeşit Prometheus’çu kibirden kurtulup, Marx’ın da 1844 Elyazmaları’nda altını çizdiği gibi
eğer insan “doğal bir insan varlığı” ise, her şeyden önce bir doğal varlık
olarak ekolojik çevresine bağımlı olduğunu hatırlamak gerekir. Eğer Marksist
eleştiri bugün başka araştırma alanlarında yapılmış çalışmalardan istifade
edebiliyorsa (Georgescu-Rötgen’inkiler gibi), son yıllarda Marx’ın
çalışmalarından esinlenen önemli bir “toplumsal ekoloji”nin geliştiğini
görebiliriz (ABD’de Bellamy-Foster, Fransa’da Jean-Marie Harribey veya Michel
Husson ve daha başkaları).
Ayrıca siyasetin zamansal ve mekânsal koşullarında meydana
gelmekte olan değişimlerin stratejik sonuçları üzerine de düşünmek bence
önemli. Zaman konusunda ciddi bir kuramsal literatür mevcut. Bunların bir kısmı
ekonomik ritimlerle ilgili (çevrimler, sermayenin rotasyonu, toplumsal ölçüm
vs.). Bir kısmı da siyasetin zamanı, hukukun zamanı, estetiğin zamanı ve bugün
de ekolojinin uzun çaplı zamanı arasındaki ritim farklılıklarıyla yani
toplumsal zamansallıklar arasındaki uyumsuzluklarla (veya Marx’ın “zamansızlık”
yahut Ernst Bloch’un “aynı çağdan-olmayış” olarak tarif ettiği meselelerle)
ilgili. Buna karşılık Henri Lefebvre’in öncü çalışmalarına rağmen toplumsal
mekanların toplumsal üretimi teorik çalışmalar bakımından pek rağbet görmedi.
Oysa bugün küreselleşme uzamsal ölçeklerin yeniden örgütlenişini, iktidar
mekanlarının yeniden dağılımını, yeni eşitsiz ve bileşik gelişme biçimlerini
üretiyor. David Harvey Marx’ta bu yönde ilginç patikaların bulunduğunu
gösterdi. Toni Negri’nin ileri sürdüğü gibi İmparatorluğun düz ve homojen
uzamına yol açmaktan ziyade eşitsiz gelişmeyi sermaye birikiminin yararına
sürdüren ve kullanan çağdaş emperyalist egemenlik biçimleri açısından bu
patikaları geliştirerek keskin çıkarsamalara vardırdı.
Üçüncü bir önemli tema ise emeğe ve geçirdiği dönüşümlere
ilişkin. Burada emek gücünün makinelere dayalı denetim usulleri aracılığıyla
yönetim teknikleri kadar fikrî emek ile kol emeği arasındaki ilişkinin
yeniden şekillenmesi söz konusu. 20’nci yüzyılın deneyimleri mülkiyet
ilişkilerindeki formel dönüşümlerin çalışma içinde ve çalışma aracılığıyla
meydana gelen yabancılaşmayı sona erdirmek için yeterli olmadığını gösteriyor.
Kimileri bundan, çözümün “çalışmanın sonu”nda veya zorunluluk alanında çıkışta
(kaçışta?) bulunduğu sonucunu çıkarır. Marx’ta emek kavramının ikili bir
kavranışı vardır: Doğa ve insan türü arasındaki dönüşüm ilişkisine (veya
“metabolizma”ya) işaret eden, geniş anlamıyla, antropolojik bir kavrayış ile
emekten zorunlu emeği, özellikle de bir kapitalist toplumsal formasyondaki
ücretli emek biçimini anlayan özgül veya sınırlı bir kavrayış. Bu sınırlı
anlamla ilgili olarak emeğin özgürleşmesini ve emekten özgürleşmeyi, ücretli
emek biçiminin sönümlenmesine varmak için gelirin toplumsallaşmasını kendimize
hedef olarak koyabiliriz ve koymalıyız. Ancak doğal bir çevrenin sahiplenilmesi
ve dönüştürülmesine ilişkin genel bir faaliyet anlamındaki “emeği” (buna başka
bir isim versek de) ortadan kaldıramayız. Dolayısıyla bu faaliyetin yaratıcı
hale gelebileceği biçimleri düşünmek durumundayız, çünkü emeğin kendisi
yabancılaşmış biçimiyle kaldığı takdirde özgürleşmiş ve serbestçe serpilen bir
yaşamın var olabileceği kuşkuludur.
Dördüncü bir temel mesele ise dünyayı değiştirme
stratejisine -veya stratejilerine- ilişkindir. Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve
Sovyetler Birliği’nin infilak edişinin ertesindeki kısa süreli coşkunluk veya
sarhoşluk anının ardından büyük liberal vaat tüm inandırıcılığını hızla
yitirdi. “Engelsiz” kapitalist rekabetin yarattığı toplumsal ve ekolojik
tahribat her gün tüm haşmetiyle gözümüzün önünde ortaya çıkıyor. Daimî savaş ve
istisna hali, bu tarihsel krizin yalnızca mantıkî sonucudur. Alternatif
küreselleşme hareketlerinin doğuşu bir iflasa dair tespiti ifade eder: Dünya
satılık değildir, dünya bir meta değildir… Kapitalizmin nihai zaferinin kesin
ilanının üzerinden 15 yıldan az zaman geçmişken (Fukuyama’ya göre o meşhur “tarihin
sonu”) bu reel kapitalizm dünyasının insanlık dışı ve kabul edilemez olduğu
fikri geniş ölçüde paylaşılmaktadır. Buna karşılık 20’nci yüzyılın
yenilgilerini ve sosyalizm karikatürlerini yeniden üretmeden bu dünyayı
değiştirebilme biçimleri konusunda çok güçlü bir şüphe mevcut.
Dolayısıyla sistemin çelişkilerinde sınıflar mücadelesinin
merkeziliğinden
vazgeçmeden bu çelişkilerin, hareketlerin, aktörlerin çoğulluğu üzerine
düşünmek, toplumsal ile siyasal olanı birbirine karıştırmadan aralarındaki tamamlayıcılığı
düşünmek, III. Enternasyonal tartışmaları veya Gramsci’nin Hapishane Defterleri tarafından başlatılıp yarım kalmış hegemonya
ve birleşik cephe sorunsalını tekrar ele almak, siyasal yurttaşlık ile
toplumsal yurttaşlık arasındaki ilişkileri derinleştirmek gerekiyor… Bu ancak
yeni mücadele ve örgütlenme deneyimlerinin katkısıyla ilerleyebilecek engin bir
program.
Elbette bunun için modern toplumlarda bürokrasi olgusunu ve
toplumsal iş bölümündeki derin köklerini tüm kapsamıyla değerlendirmek lazım. Yüzeysel
bir fikir bürokrasi olgusunun yalnızca kültürel açıdan geri kalmış toplumların
sonucu veya örgütlenme biçimlerinin (siyasal parti halindeki örgütlenmeler
dahil) ürünü olduğuna inandırmaya çalışıyor. Esasında toplumlar ne kadar
gelişirse o kadar çok farklı bürokrasi biçimleri üretiyor: Devlet
bürokrasileri, idari bürokrasiler, bilgi ve uzmanlık bürokrasileri. Toplumsal
örgütler de (sendikalar, STK’lar) partilerden daha az bürokratikleşmiş değil.
Aksine partiler (bunlara parti, hareket, dernek de desek), paranın yol açacağı
yozlaşmalara ve medyatik kooptasyona (medya bürokrasisi de yeni bir
bürokratikleşme biçimi çünkü) karşı kolektif bir direniş aracı oluşturabilir.
Dolayısıyla iktidarı ve siyaseti meslek olmaktan çıkarmanın, seçilmişlerin aynı
anda görev alacağı makamların sınırlanmasının, maddi ve manevi ayrıcalıkların
ortadan kaldırılmasının, sorumlulukların rotasyonunun sağlanmasının yolları
üzerine düşünmek son derece önemli. Bu konuda mutlak silahlar yahut panzehirler
yoktur. Bürokratik eğilimlerin sınırlanması konusunda dikkatli olmaya dönük
tedbirler lazım ancak gerçek çözümler uzun vadede iş bölümünün radikal bir
dönüşümü ile zorunlu çalışma zamanının ciddi ölçüde azaltılmasına bağlıdır.
Bu meseleler üzerinde çalışmak için Marx’ta ve Marksist
gelenekte -çoğu kez bilinmeyen yahut unutulmuş- önemli kaynaklar mevcut. Fakat
aynı zamanda farklı düşünce akımlarında, iktisatta, sosyolojide, eleştirel
ekolojide, toplumsal cinsiyet çalışmalarında, postkolonyal çalışmalarda,
psikanalizde önemli düşünce araçları mevcut. Freud’le, Foucault’yla,
Bourdieu’yle ve daha birçok düşünürle diyalog içinde ilerleyebiliriz ancak.
Sizce son on yılların en çarpıcı Marksist düşünleri arasında en çarpıcı olanları kimlerdir ve Marksizmin gelişimine katkılarının önemi ne düzeydedir?
Marksist çalışmaların bir ödüllüler listesini veya onur
listesini oluşturma çabası hayli verimsiz olacaktır. Çünkü öncelikle fikrî
emeğin toplumsallaşması ve kolektif akıl düzeyinin genel yükselişi artık “akıl
hocalarının” veya “büyük entelektüellerin” (bir zamanlar hala Sartre’ların,
Lukacs’ların olduğu gibi) varlığını ortadan kaldırmıştır. Bu aslında iyi bir
şey, entelektüel hayatın ve kuramsal tartışmanın demokratikleşmesinin bir
işareti. Dolayısıyla bugün büyük simaları saymak zorlayıcı veya keyfî
olacaktır. Buna karşılık, çeşitli alanlarda ve disiplinlerde, dilbiliminden
iktisada, psikolojiden tarihe ve coğrafyaya Marx’tan ve Marksizmlerden
esinlenen çok daha geniş bir çalışmalar ve araştırmalar tabakası mevcut. Bu
nedenle onlarca isim zikretmek ve her birinin yetkinlik alanını vurgulamak
gerekir çünkü “total entelektüel” hayali muhtemelen bir yanılsama halini almış
ancak “kolektif entelektüel” bundan kazançlı çıkmıştır.
Bir başka sebep sorunuza kesin bir yanıt vermeyi daha da zor
kılıyor. Bunu kavramak için sosyalist ve komünist hareketin tarihinden birkaç
büyük isim saymak yeter: Marx, Engels, Kautsky, Pannekoek, Jaurés, Rosa
Luxemburg, Lenin, Troçki, Buharin, Gramsci… Her biri toplumsal hareketin birer
“organik entelektüeli”, teoriyle pratiği birleştiren birer militan olmuştur.
Oysa uluslararası ölçekteki Stalinist gericilik ve işçi hareketinin yenilgileri
teori ile pratik arasında kalıcı bir kopuşa neden olmuştur. Perry Anderson’un
“Batı Marksizmi” hakkındaki yetmişli yıllarda yayınlanan kısa kitabı bu
meseleyi konu alıyordu. Düşünce ve kuramsal faaliyet özgürlüğünü muhafaza etmek
için entelektüellerin çoğu -saygıyla anılması gereken birkaç istisna dışında-
militan angajmanla aralarına temkinli bir mesafe koydu. Bu angajmana girmeyi
tercih edenler ise çoğu kez bilinçlerini ve teorik çalışmalarını kurban etmek
durumunda kaldı. Fransız entelektüellerinin komünist hareketle ilişkisinin
tarihi bu trajedinin tarihidir esasında: Paul Nizan, Henri Lefebvre,
sürrealistler, Pierre Naville, Aragon ve [komünist hareketin] daha birçok
“yol arkadaşı” gibi. Altmışlı yıllarda kuramsal araştırmayı Parti vesayetinden
ve ortodoksluğundan kurtarmak için Althusser teori ve pratik arasında kesin bir
iş bölümünü kuramsallaştırma noktasına vardı.
Bugün bu karanlık dönemden çıkmayı umabiliriz. Alternatif küreselleşme hareketi yeniden doğan toplumsal hareketlerle canlı, komplekssiz ve sansürsüz teorik araştırma arasında yeni bir karşılaşmanın fırsatını sunuyor. Bu, şüphesiz, kaçırılmaması gereken yeni bir randevu teşkil ediyor.
Sınıf mücadelesinin güncelliğine vurgu yapmanın bariz bir hedefi var: Irk, ulus, din vs. farklılıklarının ötesinde dayanışmayı inşa etmek. Sınıf mücadelesinden bahsedildiğini duymak istemeyenler, karşılığında kabile mücadelelerini, etnik çatışmaları ve din savaşlarını bulacaktır. Ve bu olağanüstü bir gerileme teşkil edecektir, ki bu halihazırda dünya çapında ilerleyen bir süreç.
Doksanlı yıllarda emekle sermaye arasındaki çelişkinin çağdaş toplumlardaki temel çatışma olmadığına dair kanaat hayli yaygındı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bu meseleye çeşitli açılardan yaklaşılabilir. Bu yaygın
kanaat sosyolojik bir dönüşümden ve gelişmiş ülkelerde aktif nüfus içinde
sanayi proletaryasının payının göreli gerileyişi tespitinden argüman
devşiriyordu. Gerçekten böylesi bir gerileme mevcuttu (Fransa’da %33’ten %25’e
düşmüştü) fakat bu hala aktif nüfusun dörtte birini oluşturuyordu ve
uluslararası düzeyde kentsel ve kırsal proletaryanın genel bir büyümesi söz
konusuydu. Proletaryanın çöküşü veya yok oluşu izlenimi çoğu kez toplumsal
sınıfların tasnif edici sosyolojik kategorilerden yola çıkarak yapılmış
kısıtlayıcı hatta işçici bir tanımından beslenir. Oysa Marx’ta söz konusu olan
sınıfların pozitivist bir sosyolojisi değil, sınıflar ancak mücadeleleri içinde
var olduğundan, dinamik bir toplumsal ilişkidir. Üretim araçlarının mülkiyeti
karşısındaki durumlarını, ücret gelirinin seviyesini ve biçimini, toplumsal iş
bölümündeki konumlarını değerlendirdiğimizde (sürekli daha fazla kadının dahil
olduğu) hizmet sektöründeki ücretlilerin çoğunluğu, Marx’ın bu kelimeye verdiği
birincil anlamda birer proleterdir. 1848’de Fransa’da
Sınıf Savaşları’nda sözü edilen Paris proletaryası kesinlikle sanayide
çalışmayıp daha çok atölye zanaatkarlığına yakındı. Siyasal ve toplumsal
mağlubiyetlerin sonucu olarak sınıf bilincinde ve örgütlenmesinde meydana gelen
zayıflama çoğu kez sınıf mücadelesinde tersine çevrilemez bir çöküşle
karıştırılıyor. Bununla birlikte bu bilinç ve örgütlenme karşısında artık var
olan engellere özellikle dikkat kesilmek lazım: Toplumsal hayatın
özelleştirilmesi ve bireyselleşmesi, çalışmanın esnekleştirilmesi, çalışma
zamanının ve ücret biçimlerinin bireyselleştirilmesi, işsizlik ve güvencesiz
istihdam baskısı, sanayinin [belirli merkezlerde yoğunlaşmış halini
dağıtmaya dönük] dekonsantrasyonu ve üretimin örgütlenmesindeki
dönüşümler…
Bununla birlikte emek-sermaye ilişkisi çağdaş toplumlarda
merkezî
konumunu sürdürüyor. Fakat kendi adıma “temel çatışma” terimini kullanmayacağım
çünkü diğer çelişkileri “ikincil” bir konuma indirgiyor. Aynı zamansallığa
(yani aynı tarihsel ölçeğe) dayalı olmayan fakat sıkı sıkıya birbirine geçmiş
(yahut Althusser’in dilini kullanmak gerekirse, sermayenin hâkim mantığı
tarafından “üstbelirlenmiş”) bir dizi çelişkiden söz etmek daha doğru geliyor
bana: Toplumsal cinsiyet ilişkileri, doğa ve insan toplumu arasındaki
ilişkiler, bireysel ile kolektif arasındaki ilişkiler gibi. Esas sorun bu
çelişkileri birbirine eklemlemek. Neden sendikalar, feminist hareketler,
ekolojist dernekler, kültürel hareketler Sosyal Forumlarda böylesine
kendiliğinden bir biçimde birbirine yöneliyor? Çünkü bu çeşitli çelişkilerin
büyük birleştiricisi Sermayenin kendisi ve toplumsal ilişkilerin bütününe
damgasını vuran genelleşmiş metalaşma. Ancak bu yönseme [convergence]
farklı hareketlerin özgüllüğüne saygı duyarak gerçekleşmelidir.
Bir diğer açıdan ise bu meselede bir ideolojik mücadele boyutu var.
Eğer Bourdieu gibi sosyologların ileri sürdüğü, toplumsal ilişkilerin yalnızca
doğal halleriyle var olmayıp aynı zamanda temsillerle inşa edildiği fikrini
kabul edersek de, bu temsillerin de reel bir dayanağı olması gerek. Toplumsalın
sınıflar üzerinden temsilinin, kuramsal olduğu kadar pratikte de sıkı
argümanları var. Proletaryanın varlığı veya yokluğu konusunda bu kadar
tartışılırken burjuvaziye veya patron sınıfına dair böylesi bir sorgulamanın
olmayışı bir hayli şaşırtıcıdır zaten: Kazancın ve kârın dağılımını incelemek, bu
sınıfın varlığını teyit etmek için kâfi! Sınıf mücadelesinin güncelliğine vurgu
yapmanın bariz bir hedefi var: Irk, ulus, din vs. farklılıklarının ötesinde
dayanışmayı inşa etmek. Sınıf mücadelesinden bahsedildiğini duymak
istemeyenler, karşılığında kabile mücadelelerini, etnik çatışmaları ve din
savaşlarını bulacaktır. Ve bu olağanüstü bir gerileme teşkil edecektir, ki bu
halihazırda dünya çapında ilerleyen bir süreç. Sınıf mücadelesinin
uluslararasılaşması, kapitalist küreselleşmeye yanıt olarak enternasyonalizmin
(yalnızca ahlaki değil) maddi dayanağıdır.
Marksist teoriyle kitlesel toplumsal hareketler arasında bugün ne türden buluşma noktaları vardır?
Marksist teorinin sert çekirdeği itibariyle (sermaye birikiminin ve “siyasal iktisadın eleştirisi”) liberal küreselleşmeyi ve sonuçlarını ele almak için en etkili araç olmayı sürdürdüğü kanısındayım. Güncelliği, daha önce belirttiğim gibi bizzat Sermayenin güncelliğidir. Zaten bundan bihaber olsalar dahi toplumsal hareketlerin çoğu bu eleştiriden esinlenmektedir. Tarihçi Fernand Braudel Marksizmin eleştirel kategorilerinin, hasımlarını da kapsayacak biçimde, çağdaş dünyaya dair bilgimizi ne denli etkilediğinin altını çiziyordu. Ve filozof Jacques Derrida bu güncelliği 1993’te şu formülle özetliyordu: “Marx’sız gelecek yok”. Marx’la birlikte, ona karşı veya onun ötesinde… Ama “Marx’sız” değil! Bu teori çağdaş toplumların kavranışına dair son söz değil fakat onun zorunlu geçiş noktası. Şöyle bir paradoks var: Marx’a modası geçmiş, miadı dolmuş, eskimiş, “gebermiş bir köpek” olarak muamele eden liberal ideologların klasik iktisatçılara veya 17’nci yüzyılın siyaset felsefesine veya Tocqueville’e bir geriş dönüş dışında Marx’ın karşısına dikecekleri bir şey yok. Elbette ki Marx kendi döneminin bir insanıydı. Bilim ve ilerleme hakkında kendi çağının kimi yanılsamalarını paylaşıyordu. Fakat eleştirisine giriştiği nesnenin -yani sermaye birikimi ve mantığı- doğası itibariyle kendi zamanından öteye taşıyor ve bizimkini öngörüyordu. Bu anlamda bizim çağdaşımız olmayı sürdürüyor; ortaya çıkışlarının ertesi günü eskimeye başlayan birçok sözde-yenilikten çok daha genç ve kışkırtıcı biçimde.
“İktidar olmadan dünyayı değiştirme”yi öneren ütopyacı formül (esasen Latin Amerika’da ama başka yerlerde de) belirli bir yankı bulduktan sonra hızla eskidi. Bugün söz konusu olan dünyayı değiştirmek için iktidarı almak.
Siyasal partilerle karşılaştırdığımızda kapitalizme karşı mücadeleleri daha da etkin biçimde geliştiriyor gibi görünen günümüzün geniş sosyalist hareketlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu türden partilerin geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? Uluslararası bir örgütü inşa etmek için birer unsur olarak değerlendirilebilirler mi?
“Geniş sosyalist hareket”in ne ifade ettiği konusunda anlaşmamız
lazım. Yüzyıllık korkunç trajedilerin ve mağlubiyetlerin ardından özgürleşme
hareketlerinin teorik ve pratik bir yeniden inşasının muhtemelen en başlarındayız.
Bir ölçüde, kimi zaman sıfır noktasından yeniden başladığımız izlenimini
edinebiliyoruz. Brezilya’da askeri diktatörlüğün düşüşü sırasında, altmışlı
yılların hızlı sanayileşmesinin bir ürünü olarak seksenlerin başında ortaya
çıkan Emekçiler Partisi (PT) gibi bir parti 1914 savaşı öncesinin büyük Alman
Sosyal-Demokrasisine benzeyebilirdi: Aynı kitle karakterine ve
karşılaştırılabilir bir ideolojik çoğulculuğa sahipti. Fakat 21’inci
yüzyıldayız ve 20’nci yüzyıl gerçekten yaşandı. Onu silemeyeceğiz, bir parantez
gibi kapatamayacağız. Böylece PT bir çeyrek yüzyılda hızlandırılmış bir
bürokratikleşme süreci yaşadı ve çağdaş çelişkilerin, iktidar ilişkilerinin,
emperyalist egemenliğin yeniden örgütlenmesinde Latin Amerika’nın yeri gibi
meselelerin girdabına kapıldı.
Bir ilk evrede muhalefet ve direniş mücadeleleri, toplumsal
hareketler, parti şeklindeki örgütlenmelerden daha etkili ve daha somut gibi
görünüyor. Ortaya çıkışları, onsuz hiçbir şeyin mümkün olmayacağı bir
deneyimler çevriminin başlangıcına işaret ediyor. Ancak, nasıl ki Marx
demokratik ve yurttaşlığa değginözgürlüklerin
fethinin insanın özgürleşmesinin son sözü olduğu inancına dayalı kendi
çağdaşlarının “siyasal yanılsamasını” eleştirmişti, biz de bugün siyasal bir
alternatif yokluğunda, liberalizme karşı toplumsal direnişin aşılamaz ufkumuzu
oluşturduğuna ilişkin bir “toplumsal yanılsamanın” var olduğu tespitini
yapabiliriz. “Tarihin sonu”nun “solcu” versiyonu bir nevi. Ne var ki
kapitalizmin krizi o düzeyde ki, insanlığın ve gezegenin geleceğine yönelik
tehditleri öyle bir seviyede ki, bu tehlikenin ölçeğinde bir alternatifin
ortaya konması aciliyet arz ediyor.
Bu ise kararlı güçlerce taşınan bir siyasal tasarım ve strateji
meselesi. Ya böylesi bir alternatif için ciddi biçimde kavga edeceği ya da
mevcut sosyal-liberal güçlere basınç uygulamakla, giderek daha az solcu olan
sol partileri “yeniden dengelemek”le yetineceğiz ve böylece moral yitimini
pekiştireceğiz. Gerçek bir alternatifi inşa etmek için -ki bu uzun sürecektir
çünkü çıkılması gereken yokuş hayli sarp- sabra, inanca ve sekterliğe
kapılmayacak bir kararlılığa ihtiyacımız var, aksi takdirde gerçekçilik adına
girişilecek yarınsız maceralar ve birikmiş hayal kırıklıkları bizi kırıp
geçecek.
Uluslararası bir hareketin yeniden inşasına gelirsek, bu daha da engin
bir mesele. Kimileri bugün alternatif küreselleşme hareketini ve Dünya Sosyal
Forumlarını Birinci Enternasyonal’in başlangıç evrelerine benzetiyor:
Sendikaların, toplumsal hareketlerin, siyasal akımların, fazla sınır konulmamış
bir buluşması. Doğrudur, tüm bunlar mevcut. Ve kapitalist küreselleşme -ki bu
pozitif tarafı- hareketleri uluslararası düzeyde birbirlerine yönelmeye itiyor;
tıpkı 19’uncu yüzyılın evrensel sergilerinin, Birinci Enternasyonal’in
oluşumuna yol açacak toplantılara vesile olması gibi. Ancak bir fark var.
Burada da, aradan bir 20’nci yüzyılın geçmiş olmasının ağırlığı var. Bu
deneyimin ürünü olan siyasal akımlar ve ayrımlar bir günde ortadan kalkmayacak.
Sayacı sıfırlamak mümkün değil. Bu nedenle forumlardaki buluşmalar ve
yakınlaşmalar olumlu ve gereklidir. Bunlardan ne çıkacağını kimse şimdiden
söyleyemez. Bugün Latin Amerika’da veya Ortadoğu’da yaşanmakta olan
mücadelelere, siyasal deneyimlere bağlı olacaktır. Yeniden inşanın bu ilk
aşamasını henüz tüketmiş olmaktan uzağız. Asya’ya, Afrika’ya genişleme
imkanları mevcut. Gerekli siyasal tartışmaları sınırlamadan veya sansürlemeden
eylem
içinde birliği muhafaza edebilme hatta genişletebilme kapasitesi bu hareketin
olgunluğunun kanıtı ve varlığını sürdürmesinin koşulu olacaktır. Bir ilk
direniş evresinin, benim 1830-1840’lı yılların doğmakta olan sosyalist
hareketiyle benzerliğiyle “ütopik uğrak” dediğim evrenin sona erdiği aşikâr.
“İktidar olmadan dünyayı değiştirme”yi öneren ütopyacı formül (esasen
Latin Amerika’da ama başka yerlerde de) belirli bir yankı bulduktan sonra hızla
eskidi. Bugün söz konusu olan dünyayı değiştirmek için iktidarı almak. Latin
Amerika’da siyasal yönelim meselelerinden kaçınacak ve Brezilya, Venezuela,
Bolivya ve… Küba deneyimlerinin karşılaştırmalı bir bilançosunu çıkarmayı
reddedecek bir Sosyal Forum’un yapılması pek akla yatkın değil! Avrupa’da ise
liberal ve emperyalist bir Avrupa Birliği’ne kıta çapında bir alternatif
üzerinde düşünmeyecek bir forum da pek olası görünmüyor.
Bu perspektifle, bu geniş buluşmalara katkıda bulunmakla kendi
tarihine ve örgütsel yapılarına sahip bir siyasal akım tarafından taşınacak bir
hafızayı ve tasarımı muhafaza etmek birbirini tamamlamaktadır. Hatta böyle
davranmak birleşik hareketler içinde açıklık ve saygının koşuludur. Kendi siyasal
tanımlarını kamusal olarak sahiplenmeyen akımlar en manipülatör olanlarıdır.
Bir Fransız filozofunun tekrarladığı gibi siyasette sıfırdan başlamak, tabula rasa’ya dönmek söz konusu
değildir, “her yeniden başlayış ortadan yapılır”. Böylece kazanılmış
deneyimleri elden kaçırmadan yeniliklere açık olunabilmelidir.
Burjuvazi üniversite gibi ideolojik aygıtları bünyesinde Marksist bir varlığı nasıl kabul edebilir? Bu konuda kendi deneyiminizden söz edebilir misiniz?
Bu toplumdaki güç ilişkileriyle alakalı. Eğitim ve üniversite alanı
kapalı, toplumsal çelişkilerin sirayet edemeyeceği bir alan değil. Zaten
“devletin ideolojik aygıtları” formülünün tehlikesi burada yatıyor: Bunların
burjuva egemenliğinin basit devlet çarkları olduğu izlenimini vermesi. Esasında
okul ve üniversite ikili bir işlev yerine getirir. Bir yandan hâkim toplumsal
düzen yeniden üretilirken bir yandan da bilginin üretilmesi ve aktarımı söz
konusudur. Dolasıyla toplumsal güç ilişkileri bu kurumların içinden de geçer.
Fransa’da 1968 öncesinde ve sonrasında üniversitelerde Marksizmin kayda değer
bir etkisi olmuştur (ancak Fransa’da Marksizmin bir “altın çağı”nın yaşandığını
hayal ederek abartıya kaçılmamalıdır). Eğitim ve pedagojik deney özgürlüğü için
önemli alanlar mevcut olmuştur. Ancak bu göreli kazanımlar tersine çevrilemez
değildir. Seksenli yılların liberal karşı-saldırısıyla akademik normalliğin ve
pedagojik düzenin büyük oranda yeniden tesis edildiği aşikâr. Bu, eğitim
programlarında, sınav yöntemlerinde ve üniversitelerin bütçe yönetiminde
görülebilir. Fakat geriye kalan bir şeyler de var. Örneğin her yıl kendi eğitim
programlarım hakkında karar verme özgürlüğüne tümüyle sahibim. Sorun olan ise
altmışlı yılların “Marksist kuşağının” sahneyi terk ediyor olması (ki bu bir
basitleştirmedir çünkü kayda değer de olsa bu her zaman bir azınlık teşkil
etmiştir) ve yeni kuşaklar eleştirel düşünce alanında Foucault, Bourdieu veya
Deleuze üzerinden yetiştirilirken -ki bu iyi bir şey- Marksist mirasların
aktarımının nadir hale gelmesidir.
Göreli üniversiter özgürlüklerin, okul veya üniversite duvarlarının dışında var olan toplumsal güç ilişkilerine doğrudan bağımlı olduğu ortadadır. Bu ilişkiler tahrip olduğu, toplumsal hareket yenilgiler yaşadığı andan itibaren üniversiter düzende sonuçları hissedilir. Dolayısıyla bu hem üniversite içinde hem de gayrı resmî, halkçı eğitim kanallarının geliştirilme imkânı bulunduğundan üniversite dışında sürdürülmesi gereken bir mücadeledir.
Çeviren: Uraz Aydın
[1]Vpered dergisinden Rus yoldaşların
sorularına yanıtlar, 29 Aralık 2006. Vpered
genç Marksist militanlardan oluşan bir ağdır.
İsrail’in 13 Haziran Cuma günü başlayan ve ardından İslam Cumhuriyeti’nin İsrail şehirlerini bombalamasıyla devam eden İran’a yönelik askeri saldırısı, İran’ı ve bölgeyi benzeri görülmemiş bir krize sürükledi. Tahran’ın bombalanmasından yükselen duman, yıkılan evlerin enkazı ve kurbanların cesetleri, ayrıca evlerinden kaçıp sığınmak isteyen insanların oluşturduğu bitmek bilmeyen kuyruklar, İran toplumu için kasvetli bir tablo çiziyor; gelecek, bugünden bile daha kasvetli.
Bu ölümcül ve karmaşık çatışma, İran toplumunun toplumsal ve medeni yapısını yok etmekle tehdit ediyor. İsrail hükümeti, “rejim değişikliği” aradığını veya daha doğrusu, İslam Cumhuriyeti’nin “düşüşünü” ve/veya devlet yapılarının dağılmasını sağlamayı iddia ediyor. Böyle bir “düşüş” veya dağılma, öncelikle, mevcut rejimin dışında olanlar da dahil olmak üzere, halihazırda ortaya çıkan faşist, şovenist ve etnik silahlı gruplara fayda sağlayabilir. Bu gruplar, bu trajik durumdan kâr elde etmeyi hayal ediyor; sadece kendi çıkarlarını, halkın pahasına görüyorlar. Bu gruplar, İslam rejiminin silahlı kuvvetlerinin potansiyel parçalanmasından ortaya çıkan yüzlerce milisle birlikte, şehirleri ve insanların evlerini yok etmek için füzeler ve insansız hava araçları kullanarak birbirlerine karşı acımasız bir savaş açabilirler. İsrail ve ABD müttefiki tarafından yürütülen bu savaş, İslam Cumhuriyeti rejimi için yıkıcı olsa da, yalnızca militarize edilmiş, şovenist ve ayrılıkçı grupları güçlendirmeye hizmet edecektir. Böyle bir senaryo İran’ı, Saddam Hüseyin sonrası Irak’ta veya Muammer Kaddafi sonrası Libya’da yaşananlara benzer bir kaosa sürükleyebilir.
Karmaşık jeopolitik sorunları olan bir çatışma
İsrail’in askeri saldırısı yalnızca İran nükleer sorunuyla ilgili değil. Bu gerekçelendirme, nüansların ötesinde, Irak işgalini meşrulaştırmaya yarayan “kitle imha silahları” hakkındaki yalanları hatırlatıyor. Bu, küresel emperyalist güçler ile bölgesel güçler arasındaki bir nüfuz mücadelesidir ve ABD, askeri güç gösterileri yoluyla azalan hakimiyetini sürdürmeye çalışmaktadır.
İsrail, iddia edilen özerkliğine rağmen, Orta Doğu’da ABD’nin silahlı kanadı olmaya devam ediyor. Bu nedenle bu stratejide merkezi bir rol oynuyor. Gazze’ye yönelik düzenli bombalamalar yalnızca Filistin halkını katletmeyi amaçlamıyor. Aynı zamanda dünyaya İsrail’in ve Amerikan müttefikinin askeri gücünün kapsamını hatırlatmaya da hizmet ediyor.
İsrail’in İran’a yönelik askeri saldırısı, şüphesiz başından beri ABD desteğiyle gerçekleştirildi ve gelişmiş ve birleştirilmiş sofistike teknoloji kullanımıyla tüm dünyayı şaşkına çevirdi. Bu operasyon bir kez daha İsrail ve ABD’nin askeri üstünlüğünü gösterdi ve böylece jeopolitik rakiplerine açık bir mesaj gönderdi. Bu saldırının hedeflerinden biri tam olarak teknolojik ve askeri hakimiyetlerini vurgulamaktı.
Ukrayna’da Rusya’nın “caydırma” yeteneği doğrudan müdahaleyi sınırlandırıyor. Gazze ve Batı Şeria, Suriye, Lübnan ve şimdi İran gibi bölgelerde/ülkelerde bu güç gösterisi engelsiz bir şekilde uygulanıyor. Lübnan’daki Hizbullah’a yönelik saldırılar bölgesel düzeyde yaygın bir korku yaratmamış olsa da, özellikle robotlar ve yapay zeka kullanılarak İran İslam Cumhuriyeti’ne yönelik saldırı, özellikle bu belirli coğrafi bölgedeki konumu göz önüne alındığında çok daha büyük bir terör yaratıyor.
Bu savaşın diğer kahramanı olan İslam Cumhuriyeti, Orta Doğu’daki güç dağılımında hakimiyetini sağlamaya çalışan bir rejimdir. ABD’nin bölgede uyguladığı politikalara uygun hareket eden İsrail’e karşı çıkması, gerçekte bölgesel güç dengesinde hakim bir konum iddia etme girişimidir.
Ekonomik yaptırımların (rejimi ve onun neoliberal kleptokrasisini ekonomiyi felaketle yönetmekten kurtarmadığı) ardından İslam Cumhuriyeti’nin bölgesel etkisinin zayıflaması, İslami vekillerinin etkisiz hale getirilmesi, Beşşar Esad rejiminin devrilmesi ve halk ayaklanmaları tehditleri, Tahran’ı bir uzlaşmaya varmak ve bölgesel sahnedeki yerini korumak için nükleer müzakerelere girmeye zorladı.
Ancak ABD ve İsrail, sonunda, İran İslam Cumhuriyeti’ni kendi istedikleri “düzene” boyun eğmeye zorlamak ve dünya nezdinde üstünlüklerini ortaya koymak için askeri çözümün daha etkili olacağına karar verdiler.
İran halkının çektiği acılar
İran halkı için bu savaş zaten kötü olan koşulları daha da kötüleştiriyor: yoksulluk, eşitsizlik, diktatörlük ve acımasız baskı, hapis, işkence, günlük infazlar, kadınlara yönelik baskı, zorunlu örtünmenin dayatılması, din devleti ve dini ve etnik azınlıklara yönelik baskı.
Uzun süren bir savaş, İran’ın ekonomik ve sosyal altyapısını yok etme, Suriye veya Afganistan’dakine benzer bir kaosa sürükleme riski taşır. Bu, İran toplumunu geriye itebilir, hatta kaosa ve devletin parçalanmasının korkunç bir senaryosuna sürükleyebilir.
İslam Cumhuriyeti İsrail şehirlerini bombalayarak karşılık verse de, bu saldırılar masum sivilleri de etkiliyor. Yine de Arap ülkelerinde, bu eylemler birçok kişi tarafından İsrail’in onlarca yıl süren işgali ve uyguladığı çeşitli aşağılamaların intikamı olarak algılanıyor. İran rejimi, mevcut savaştan az çok yara almadan çıkması durumunda, Arap nüfusunun bu kesimlerinin rızasını kullanarak bölgesel bir etki ağı yeniden inşa edebilecek mi? Bu tartışılan bir hipotez.
Öte yandan, Arap liderlerinin çoğunun İsrail bombardımanlarını kınamaktan kaçınması, sağcı muhalefet ve onların medyasından etkilenen İran halkının bazı kesimlerinde yankı buluyor. Bu kesimler, İsrail’in İran’a yönelik askeri saldırılarını memnuniyetle karşılarken, Gazze’deki İsrail soykırımını görmezden geliyor veya önemsizleştiriyor.
İran muhalefetinin karşılaştığı zorluklar
İslam Cumhuriyeti’nin vahim ekonomik ve politik durumu rejimi savunmasız bir konuma soktu ve büyük askeri saldırılar altında çökmesi muhtemel hale geldi. İsrail’in öncülük ettiği bu saldırılar, İran’ın gaz ve petrol üretimi ile stratejik limanları da dahil olmak üzere kritik ekonomik altyapısını yok etmeyi amaçlıyor.
Bu bağlamda, bazı sağcı muhalif gruplar ve Mücahitler, Abdullah Mohtadi’nin monarşistlerle ittifak halindeki Kürt Komala grubu ve diğer etnik milliyetçi hareketler gibi uç gruplar bu senaryoyu istismar edilecek bir fırsat olarak görüyor. Bu gerici muhalif gruplar İsrail askeri saldırılarından memnuniyet duyduklarını ifade ettiler ve bunları rejime karşı halkı harekete geçirmek için kullanmayı umarak bunların tırmanmasını teşvik ediyorlar. Ancak, stratejileri halkın acısını daha da kötüleştirme riski taşıyor.
İmkanı olanlar Tahran’dan ayrılmaya çalışıyor.
Sıradan vatandaşlar umutsuzca bombardımanlardan kaçarken, bu gruplar rejimle “son” bir çatışma çağrısında bulunuyor. Mevcut koşullar altında böyle bir strateji ancak kan dökülmesine, tam bir umutsuzluğa ve İran halkının acılarının daha da kötüleşmesine yol açabilir. Bu durum, İslam Cumhuriyeti’ni devirme mücadelesini halk hareketi için daha da karmaşık ve tehlikeli hale getiriyor.
Halkı İslami rejimle yüzleşmeye hazırlamak, önceki mücadelelerin kazanımlarını korumaya ve dayattığı zorlu koşullar göz önüne alındığında savaşa karşı örgütlenmeye dayanır. Şu anda amaç saldırmak değil, direnmek ve örgütlenmektir. İslam Cumhuriyeti, İsrail ve ABD ile askeri olarak rekabet edebilecek durumda olmasa da, savaş durumunu kullanarak artan vahşetle halk ayaklanmalarını bastırıyor ve herhangi bir rakibin baskısını sürdürüyor.
Bu şartlar altında halkı doğrudan rejime karşı cephe almaya zorlamak, ancak gerici ve sorumsuz güç ve çevrelerin, aşırı sağın ve monarşistlerin teşvik ettiği bir suç eylemidir.
Sol ve ilericiler ise savaşın zorlukları karşısında dayanışma ve örgütlenmenin önemini vurguluyor. İnsani ve dayanışma eylemleri, derhal ateşkes için seferberlik ve milliyetçi ve savaş çığırtkanlığı söylemlerine karşı mücadele çağrısında bulunuyorlar. Savaşın acılarına yanıt olarak şu gibi taleplerde bulunuyorlar:
Evlerini ve şehirlerini terk etmek zorunda kalan vatandaşlara temel kaynak ve ekipmanları sağlayın;
Yerinden edilen kişilerin haklarının ve tazminatlarının tam olarak ödenmesini garanti altına alın;
Geçim, sağlık ve yaşam koşulları açısından temel ihtiyaçların sağlanması;
Bombalama durumunda halka acil yardım sağlayın;
Rejim üzerinde ateşkes ve çatışmanın hızla sona ermesi yönünde baskı kurarak, savaşın derhal sona ermesi için mücadele edin.
Aynı zamanda, rejimi desteklemek için halkı harekete geçirmeyi amaçlayan milliyetçiliğe, savaş yanlısı gruplara ve rejimi “devirme” bahanesiyle savaştan, toplumun yıkılmasından, bombalamalardan zevk alan her türden milliyetçiye karşı çıkıyorlar.
Bu şekilde, en bilinçli işçiler ve vatandaşlarla, tüm kısa ve uzun vadeli olasılıklarda etkili bir rol oynamak mümkün olur. Bu olasılıklar şunları içerir:
İslam Cumhuriyeti’nin savaşta zayıflamasını veya yenilgiye uğramasını, tamamen yıkılıncaya kadar istismar etmek;
Toplumu kaosun ve yaygın düzensizliğin karanlık senaryolarından uzaklaştırmak;
Muhtemel iç darbelere karşı kitleleri müdahaleye hazırlayın ve rejimin tamamen çökmesine eşlik edin.
Böyle bir durumda, kendisini solda gören güçlerin politikası şu şekilde olmalıdır:
Toplumu yönetme sorumluluğunu üstlenecek şekilde nüfusu örgütlemek.
Rejime ve aynı zamanda mevcut ve gelecekteki tüm suç örgütlerine karşı öz savunmalarını sağlamak için işçileri ve vatandaşları silahlandırın.
Bu yaklaşımın amacı, toplumun birlik içinde kalmasını ve zorlukların üstesinden gelmeye hazır olmasını sağlamak, aynı zamanda toplumsal adalet ve demokratik katılıma dayalı bir gelecek inşa etmektir.
İran’ın sağcı muhalefeti, yalnızca İslam Cumhuriyeti’nin askeri müdahale veya darbe ile devrilmesini beklemiyor. Aynı zamanda, “rejim değişikliği” politikasının bir tamamlayıcısı ve hızlandırılması olarak, sağcı bir bakış açısıyla çerçevelenmiş bir halk ayaklanması öngörüyor.
Bu açıdan bakıldığında, sağcı muhalefet daha adil ve eşitlikçi bir toplum kurmak için değil, dışsal veya seçkinci gündemlerle uyumlu dar çıkarlara hizmet etmek için halkın hoşnutsuzluğundan yararlanmaya çalışıyor. Bu, halkın meşru isteklerinin temel çıkarlarına aykırı projeler lehine kaçırılma riskini vurguluyor.
Son otuz yıldır, dünyadaki rejim değişikliklerinin neredeyse tamamı kitlesel halk katılımıyla, çoğunlukla halk ayaklanmalarıyla gerçekleştirildi. Son Şah’ın oğlu Rıza Pehlevi ve diğer sağcı hareketlerin grev ve ayaklanma çağrısı ne basit bir pozdur ne de bir yalandır, ancak kendi siyasi vizyonlarını halkın ana akım beklentileri içinde yaymayı amaçlayan bir stratejidir. İsrail’in askeri müdahalesi ve artan kamusal umutsuzluk, bu vizyona olayları etkilemek için daha büyük bir kaldıraç sağlıyor.
Bu gerçeği ancak körü körüne bu sağcı akımların peşinden giden “popülistler” gizliyor ve amaçlarını “halk” mücadeleleri bahanesiyle gizlemeye çalışıyorlar.
Böyle bir durumda, özellikle sosyalist olduklarını iddia eden sol hareketlerin rolü, bu girişimleri etkisiz hale getirmek, toplum içinde sağcı vizyonun yayılmasına ve çözümlerine karşı mücadele etmek ve bu güçleri İslamcı rejimi devirme mücadelesinde izole etmektir. Bunu yapmak için, öncelikle insanları etrafında toplama kapasitesine sahip olan ilerici işçi hareketinin gücüne güvenmeleri gerekir. Amaçları, toplumu dış gündemler tarafından düzenlenen felaket senaryolarından ve rejim değişikliklerinden korumak ve aynı zamanda halk kesimlerini özellikle sosyal adalete dayalı gerçek anlamda özgürleştirici bir alternatife teşvik etmek olmalıdır.
Barış için bir mücadele
İran halkı savaş değil barış istiyor. Diktatörlüklerden ve dış müdahalelerden uzak bir gelecek istiyorlar. Savaştan derhal ateşkes ilan edilmesi ve İran ve İsrail’deki şehirlerin bombalanması, daha büyük bir felaketi önlemek ve demokratik ve devrimci bir dönüşüm için koşulları yaratmak için elzemdir. Bu hedefe ulaşmak için verilen mücadele, İran toplumunu savaşın karanlık ve korkunç uçurumundan uzaklaştırabilir ve rejime karşı bir saldırı için gerekli koşulları yaratabilir. İslam Cumhuriyeti’nin devrimci bir şekilde devrilmesi böyle bir süreçle gerçekleştirilebilir.
Sonuç olarak, eğer İslam Cumhuriyeti’nin yıkılması gerçekleşecekse, bu hiçbir şekilde dış müdahalenin değil, halkın bizzat örgütlediği ve yönettiği bir halk ayaklanmasının sonucu olmalıdır. (18 Haziran 2025)
*Houshang Sepehr, İran İşçileriyle Sosyalist Dayanışma (SSTI) örgütünün liderlerinden biridir.
İran ve bölgedeki mevcut istikrarsız ve tehlikeli durum göz önüne alındığında, bu bildiriye imza atan örgütler ortak bir tutum benimsemeyi görev bilmişlerdir.
Ahvaz Çelik Fabrikası işçileri grevde, Aralık 2023. Mayıs 2025’te kamyon şoförleri grevdeydi
İranlı işçiler – işçiler, öğretmenler, hemşireler, emekliler ve diğer çalışanlar – hiçbir zaman savaşa, militarizmin yayılmasına, ülkenin bombalanmasına veya otoriter ve sömürücü politikalara ilgi duymadılar ve duymayacaklar.
İsrail ordusunun İran’ın çeşitli bölgelerinde altyapı, işyerleri, rafineriler ve yerleşim alanları da dahil olmak üzere yüzlerce hedefe yönelik saldırıları ve bombalamaları, vatandaşların, özellikle de işçilerin canlarıyla ve geçimleriyle bedel ödediği bir savaş çığırtkanlığı projesinin parçasıdır.
İsrail’in İran halkına karşı hiçbir düşmanlığı olmadığı iddiası yalandan ve siyasi propagandadan başka bir şey değildir. Daha dün, İsrail Savunma Bakanı [Israel Katz] “Tahran’ı yakmakla” tehdit etti. Trump ve diğer ABD yetkililerinden gelen tekrarlanan tehditler ve Batılı hükümetlerin bu tür eylemlere koşulsuz desteği, bölgedeki gerginliği, güvensizliği ve yıkımı artırdı.
İsrail ve Amerikan hükümetleri, Gazze’deki devam eden soykırımdan ve bölgedeki ve dünyadaki sayısız diğer suçtan birincil olarak sorumludur. Bu vahşetlere sessiz kalırken kendilerini ikiyüzlü bir şekilde barış savunucuları olarak sunan Birleşmiş Milletler ve uluslararası kurumlar, aynı egemenlik sisteminin bir parçasıdır. Küresel kapitalist sistem bir bütün olarak, kâr odaklı mantığı ve emperyalist güçler, savaşların, insani felaketlerin ve çevresel yıkımın başlıca nedenleri arasındadır.
İran işçi sınıfı savaştan hiçbir fayda sağlamadığı gibi, bu savaşlar doğrudan onların hayatlarını ve güvenliklerini hedef alıyor. Devam eden ekonomik yaptırımlar, devasa askeri bütçelerin tahsisi ve özgürlüklerin kısıtlanması, yoksulluğun kötüleşmesine, baskının artmasına, açlığa, ölüme ve milyonlarca insanın yerinden edilmesine yol açıyor.
Biz, bağımsız İranlı sendikalar, taban örgütleri ve militanlar olarak, ABD ve İsrail’in bize özgürlük, eşitlik ve adalet getirme arzusu konusunda hiçbir yanılsamaya sahip değiliz; tıpkı İslam Cumhuriyeti’nin baskıcı, müdahaleci, maceracı ve işçi karşıtı doğası ve uygulamaları konusunda da hiçbir yanılsamaya sahip olmadığımız gibi.
Yıllardır İran işçileri olarak asgari haklarımızı ve temel yaşam koşullarını elde edebilmek için hapis, işkence, idam, işten çıkarma, tehdit ve dayak gibi ağır bedeller ödedik ve örgütlenme, toplanma, kendimizi özgürce ifade etme hakkımızdan mahrum bırakılmaya devam ediyoruz.
Ülkenin işçileri, kırk yıldan fazla bir süredir bizim pahasına astronomik zenginlikler biriktiren ve bizi sürekli haklardan yoksun ve güvensiz bir durumda tutan İslam Cumhuriyeti rejimine ve kapitalistlere haklı olarak öfkeli ve tiksinti duyuyorlar. İran işçilerinin, kadınlarının, gençlerinin ve ezilen insanlarının bastırılması ve öldürülmesinde yer alan tüm yetkililer ve kurumlar, ezilen insanlar tarafından yargılanmalı ve cezalandırılmalıdır.
İşçiler olarak mücadelemiz toplumsal ve sınıfsal bir mücadeledir. Bu mücadele, özellikle “Ekmek, İş, Özgürlük” ve “Kadın, Yaşam, Özgürlük” için son yıllardaki hareketlerle uyumlu olarak, kendi gücümüzden yararlanarak ve özgürlüğü seven ve eşitliği arayan işçi sınıfının ve hümanist güçlerin uluslararası desteğiyle birlikte devam edecektir.
Mevcut savaşın devam etmesi yalnızca daha fazla yıkıma, geri döndürülemez çevresel hasara ve insan felaketlerinin tekrarına yol açacaktır. İran’ın işçi sınıfı ve dezavantajlı nüfusları, bölgedeki diğer ülkelerdeki ezilenler gibi, bu durumun başlıca kurbanları arasındadır.
Bu bildiriyi imzalayan örgütler, dünyanın dört bir yanındaki tüm sendikaları, insan hakları örgütlerini, barış gruplarını, çevre aktivistlerini ve barış güçlerini, savaşa, bombalamalara, masum insanların katledilmesine ve çevresel tahribata derhal son verilmesi talebinde birleşmeye ve İran halkının ve bölgenin soykırım, savaş kışkırtıcılığı ve baskıya son verme mücadelesini desteklemeye çağırıyor.
Ortadoğu halklarının, bölgesel ve küresel güçler arasındaki yıkıcı gerginliklerin ve çatışmaların sona ermesine ve adil ve kalıcı bir barışa; örgütlenme, kitle hareketleri, yaygınlaşan protestolar ve doğrudan ve evrensel katılım yoluyla kendi kaderlerini belirlemelerine olanak tanıyan bir barışa ihtiyacı vardır.
Savaşa hayır, savaş çığırtkanlığı politikalarına hayır,
Acil ateşkes talebimiz acildir
İmzacılar:
– Tahran ve Çevresindeki Otobüs Şirketi İşçileri Sendikası (Vahed)
– Haft Tapeh Şeker Kamışı İşçileri Sendikası
– Huzistan Emekli İşçileri
– Emekliler İttifakı (Ettehad Bazneshastegan)
– Sendikal örgütlerin kurulmasına yardımcı olmak için koordinasyon komitesi
Devrimler hakkında en ünlü özdeyişlerden biri, Fransız Devrimi’nin en radikal dönemindeki en önemli liderlerinden biri olan Louis Antoine de Saint-Just’a (1767-1794) atfedilir: “Devrimleri gönülsüzce yapanlar sadece kendi mezarlarını kazmışlardır.” Bu özdeyiş, silahlı çatışmalar için de geçerlidir; zira tarihsel deneyim, mutlak düşman ilan ettikleri kimselere karşı kararlılık göstermeksizin bu tür çatışmalara ve sürtüşmelere girişenlerin, karşı tarafta kendilerini ezme kararlılığını körüklediklerini ve nihayetinde yenilgiye mahkûm olduklarını göstermektedir.
Bu, İran’daki “İslam Cumhuriyeti” için kesinlikle geçerlidir. Şah’ın devrilmesinden sonra kurulduğundan beri, “Büyük Şeytan”, yani Amerika Birleşik Devletleri ve “Küçük Şeytan”, yani İsrail Devleti olarak adlandırdığı şeye mutlak düşmanlığını ilan etmiştir.
Ancak Tahran’ın davranışı bu iddialarla karşılaştırıldığında oldukça çetrefillidir. Sekiz yıl süren Irak savaşında İsrail ve ABD’nin yardımını kabul etti, ardından bu ülkenin işgaline de işbirliğiyle karşılık verdi; Iraklı müttefikleri, işgalci güç tarafından kurulan geçici yönetime katıldı.
Ardından, Tahran’ın Esad rejimini desteklemek için Suriye’ye yerleştirdiği İran güçleri, hiçbir zaman karşılık vermeden Siyonist devletten art arda darbeler aldı. Son olarak, geçen yıl İsrail’in Şam’daki konsolosluğunu bombalamasıyla tahammül sınırı aşıldığında, İran misilleme olarak İsrail’e sınırlı, neredeyse sembolik bir saldırı gerçekleştirdi.
Hamas, 7 Ekim 2023’te Aksa Tufanı Operasyonu’nu başlattığında, “Direniş Ekseni”nin kararlı bir şekilde çatışmaya dâhil olacağına güvenerek hareket etti; Tahran’daki Eksen liderlerinden gelen gösterişli açıklamalara safça inandı. Bu açıklamalar, Lübnan’daki Hizbullah, Irak’taki Haşdi Şabi güçleri ve Yemen’in kuzeyindeki Ensarullah’a (Husi rejimi) bağlı aktörler tarafından da yankılanmıştı. Sadece Esad rejimi bu koroya katılmaktan kaçındı; zira uzun yıllar boyunca Suriye’nin Golan Tepeleri’ndeki İsrail işgalinin güvenliğini fiilen garanti altına alarak Tel Aviv’in desteğini korumayı tercih etti.
Sonuç tipikti: Tahran, çatışmanın ortasında durdu, Hamas’ın yanında savaşa girmekten kaçındı ve Lübnan ve Yemen’deki müttefiklerinin sınırlı bir şekilde müdahale etmesine izin verdi; Yemen’de füzeleri uzaktan fırlattı ve Lübnan’da coğrafi olarak sınırlı bir yıpratma savaşına girdi. Sonuç olarak, düşmanlarına karşı düşmanlığını asla yarım yamalak göstermemesiyle bilinen İsrail, Gazze Şeridi’ni yeniden işgaliyle sonuçlanan ve çağdaş tarihte benzeri görülmemiş bir şiddet düzeyine ulaşan soykırımcı bir savaşın hemen ardından, Hizbullah’a karşı yıkıcı bir saldırı başlattı. Ardından Husi rejimine ağır darbeler indirdi ve bunu hâlâ sürdürmekte; nihayetinde ise doğrudan İran’a karşı kapsamlı bir saldırıya girişti.
İran İslam Cumhuriyeti’nin kararsız duruşu nükleer programı için de geçerlidir. İsrail’in 1960’larda, Hindistan’ın 1970’lerde, Pakistan’ın 1980’lerde ve Kuzey Kore’nin bu yüzyılın başında yaptığı gibi gizlice nükleer silah edinmek yerine, Tahran barışçıl nükleer enerji üretimi için gerekenin ötesinde uranyumu alenen zenginleştirdi, ancak askeri bir program için gereken seviyeye ulaşmaktan uzak, %60 eşiğinde durdu. Bu kararsız tutum ise, 2018 yılında ABD’nin İran’la üç yıl önce imzalanmış olan nükleer anlaşmadan çekilmesiyle birlikte bir tırmanma yaşadı. Bu karar, Donald Trump’ın ilk başkanlık döneminde alınmıştı. İsrail’in Tahran’ın nükleer silah edinmesine dair korkuları bu süreçte daha da artarken, İran’ın o dönemde – ve hâlâ – bu silaha özgü caydırıcılık kapasitesine sahip olmadığı açıktı.
Bu nedenle, Siyonist devletin, rejimin askeri potansiyelini, özellikle nükleer programını yok etmek için büyük bir çabayla er ya da geç İran topraklarına saldıracağı kesinleşti, bunu defalarca vurguladım (örneğin, bkz. “İsrail’in İran’a Saldırısı Ertelendi“, El-Kuds El-Arabi , 23 Nisan 2024).
Çünkü Siyonist Devlet’in gözünde bu, belirleyici bir savaş niteliğindedir. Buna karşılık “İslam Cumhuriyeti”, İsrail’le olan çatışmasını, bir zamanlar Irak ve Libya’daki aşırı milliyetçi Arap rejimlerinin yaptığı gibi uzaktan havlayarak, komşu Arap ülkelerine karşı kendini öne çıkarmaya çalışarak ve doğrudan bir savaştan muaf olduğunu varsayarak yürütmektedir. İsrail açısından bu çatışmanın belirleyici olması ise, nükleer silah üzerindeki tekelini yalnızca düşmanlarına karşı değil, Arap müttefiklerine karşı da sürdürme arzusundan kaynaklanmaktadır. Siyonist Devlet, nükleer caydırıcılığının etkisiz hale gelmesinin kendi varlığını tehlikeye atacağını ve Orta Doğu’daki serbestçe saldırgan davranma kapasitesine sınırlamalar getireceğini düşünmektedir. Bu saldırganlık, son aylarda Hizbullah’a yönelik saldırı, Suriye’nin askeri kapasitesinin yok edilmesi ve şimdi de İran’a karşı başlatılan saldırıyla doruk noktasına ulaşmıştır.
Elbette İsrail’in kontrolden çıkmış saldırganlığı yalnızca kendi caydırıcılık kapasitesine değil, özellikle ABD olmak üzere Batılı müttefiklerinden gördüğü korumaya ve ortaklığa da dayanmaktadır. Dünya medyasının önemli bir bölümü, bir kez daha Trump’ın sözde “barışçıl” niyetleriyle Netanyahu’nun saldırgan tutumu arasındaki sahte “anlaşmazlık” tarafından kandırılmıştır. Oysa gerçek, iki liderin aynı hedef doğrultusunda “iyi polis, kötü polis” oyunu oynadığıdır: İran’ı teslim olmaya ve uranyum zenginleştirme programını tamamen sökmeye zorlamak. Washington için bu hedef, mümkün olan en basit yoldan – ya Tahran’ın İsrail ve ABD’nin askeri tehditlerine boyun eğmesiyle barışçıl biçimde, ya da şu an gözlerimizin önünde gerçekleştiği gibi yıkıcı bir saldırıyla – gerçekleştirilmelidir.
Trump, “İslam Cumhuriyeti”ne teslimiyet koşullarını kabul etmesi için altmış gün süre tanıdı; bu süre zarfında kendisi ve müttefiki Netanyahu, İran’ı savaşla tehdit etti. Tahran uranyum zenginleştirme programından vazgeçmeyi reddederken bu süre dolduğunda, Trump 61. gün İsrail’e saldırı için yeşil ışık yaktı; tarafsızmış gibi davranarak yalnızca arzularını gerçek sananları kandırabildi. Trump’ın bu saldırıya görünüşte tarafsız kalma tutumu (ABD ordusunun açık desteğiyle ama doğrudan katılım olmadan) dünya kamuoyunu, İran’la doğrudan savaşa girmemek için elinden geleni yaptığına ikna etmeyi amaçlıyordu.
Bu durum, Tahran’ın kararsız tutumunun bir başka örneğidir. “Dini Lider”in ağzından defalarca dile getirilen tehdide göre, İran’a yönelik herhangi bir İsrail saldırısı Washington’un desteğiyle gerçekleşmiş sayılacak ve İran’ın misillemeleri bölgede konuşlu ABD kuvvetlerini de hedef alacaktı. Ancak İran, bu tehdidi hayata geçirme konusunda – bölgesel vekilleri aracılığıyla bile olsa – geri durmuştur. Çünkü çok iyi bilmektedir ki, ABD kuvvetlerine yönelik en küçük bir İran saldırısı, Trump tarafından İsrail’in savaşına doğrudan katılmak için bir bahane olarak kullanılacaktır. Bu da, normalde ABD’nin başka ülkelerin savaşlarına dâhil olmasına karşı çıkan kendi tabanındaki kesimleri dahi susturacak bir siyasal atmosfer yaratacaktır.
İsrail’in İran’a yönelik eşi benzeri görülmemiş saldırısı, son 20 aydır Filistin’de canlı yayında sürdürdüğü soykırım karşısında kendisine tanınan dokunulmazlığın doğrudan bir sonucudur.
“Kendini savunma hakkı” bahanesiyle hareket eden İsrail, uzun süredir izlediği Filistin’i imha politikasını açık bir soykırıma dönüştürmüş durumda. Şimdi de bu saldırganlığı İran’ı bombalayarak daha da genişletiyor. Üstelik bunu, sözde bir nükleer tehdide karşı kendini savunduğunu iddia ederek yapıyor. Oysa İsrail’in kendisi, ne Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’na taraf ne de elindeki nükleer silahlar için uluslararası bir denetime tabi. İsrail’in bu dokunulmazlığı, başta ABD olmak üzere onu silahlandıran, finanse eden ve siyasi olarak koruyan hükümetler sayesinde mümkün oluyor. ABD, İran’a yönelik bu saldırının İsrail tarafından tek taraflı gerçekleştirildiğinin altını çizerek kendi sorumluluğunu inkâr etti. Ancak saldırıda kullanılan silahların başlıca tedarikçisi yine kendisi. İsrail’e silah sağlayan ve onu koruyan diğer hükümetlerle birlikte ABD de, bu saldırganlığın bölgeye yayılmasında açıkça suç ortağıdır. Hepsi bu vahşetin ortaklarıdır. İsrail’in bu saldırgan politikası sadece sivil yaşamları değil; aynı zamanda İran halkının baskıcı rejime karşı yıllardır sürdürdüğü cesur direnişi de tehdit ediyor. Bu direnişin son simgesi, “Kadın, Yaşam, Özgürlük” hareketiydi. Tarih açıkça gösterir ki Demokrasiye giden yol savaşın gölgesinde çizilemez İran halkının yanındayız – hem diktatörlüğe karşı verdikleri cesur direnişte hem de dış müdahaleye ve askeri saldırılara karşı yaşama haklarında. İsrail’in İran’a yönelik saldırısını kınıyor ve uluslararası kamuoyunu, bölgedeki bu pervasız tırmanışı durdurmak için baskı yapmaya çağırıyoruz.
Acil taleplerimiz:
İran’a dokunma!
Bölgedeki tırmanıya derhâl son verilsin!
İran’daki siyasi tutsaklarla ve insan hakları savunucularıyla dayanışma ve rejimin daha fazla baskı uygulamasına karşı teyakkuz!
Aylardır sürdürdüğümüz diğer taleplerimiz:
İsrail’e derhal yaptırım uygulansın!
İsrail’le tüm silah ticareti hemen durdurulsun!
Filistin’deki soykırımı durdurmak için dünya çapında seferberlik!
Dördüncü Enternasyonal Yürütme Bürosu 13 Haziran 2025
Hamas ile Siyonist devlet arasında Amerikan ve Arap sponsorluğunda yapılan görüşmelerde son günlerde, İslami hareketin 70 günlük ateşkesi reddetmesinin ardından, ABD elçisi Steve Witkoff tarafından önerilen ve Benjamin Netanyahu tarafından kabul edilen karşılıklı tutuklu serbest bırakma ve insani yardım girişini içeren müzakerelerde tanık olduğumuz şey, aslında geçen yılın başından beri tanık olduğumuz şeyin bir tekrarıdır. Yakın bir anlaşma haberi yayıldıktan sonra, Hamas, İsrail ordusunun Gazze Şeridi’nden çekilmesini ve savaşın kalıcı olarak durdurulmasını öngörmediği için planı reddettiğini duyurdu. Bunlar, Hamas’ın geçen yılın baharında elde ettiğini duyurduğu koşullarla aynıdır. Gazzeliler, bunun bir hayal ürünü olduğu anlaşılana kadar o zaman bu iyi haberi kutladılar. Bir yıldan fazla bir süre önce hareketin o zaman duyurduğu şeyi “Hamas ve Netanyahu Arasında Yalancı Pokeri” başlığı altında yorumlamıştım.
Okuyuculardan aşağıdaki iki alıntının uzunluğu için özür dilemeliyim, ancak amaçları oldukça açık. Bunlar, durumun geçen yılın başından beri aynı kaldığını, ancak önemli bir farkla gösteriyor: Gazze halkına yönelik soykırım saldırısının kurbanlarının sayısı durdurulamaz bir şekilde artmaya devam ediyor ve Siyonistlerin Gazze Şeridi’ni yok etmesi ve nüfusunu azaltması (“etnik temizlik”) geri döndürülemez bir durum yaratma amacıyla son derece tehlikeli bir hızla devam ediyor. Yukarıda belirtilen makaleden alınan aşağıdaki uzun alıntı, bugün sanki mevcut durum hakkında bir yorummuş gibi okunuyor ve Joe Biden’ın yerine Donald Trump’ı ve Anthony Blinken’ın yerine Steve Witkoff’u koyuyor:
“Hamas’ın Gazze’deki ikinci lideri Halil el-Hayya’nın hareketin neleri kabul ettiğini açıklayan açıklaması, hayalperest düşünce dışında bir anlaşmaya varılacağına dair hiçbir umut bırakmıyordu. Siyonist devlet hareketin resmi yorumunu kabul etseydi, bu sadece ezici bir yenilginin kabulü olurdu. Hamas tarafından kabul edilen öneri, el-Hayya’ya göre yalnızca iki taraf arasında geçici bir ateşkes ve esir değişimi değil, aynı zamanda düşmanlıkların kalıcı olarak durdurulması, İsrail ordusunun Gazze Şeridi’nden tamamen çekilmesi ve hatta bölgeye uygulanan ablukanın sona erdirilmesini de içeren üç aşamayı içeriyordu […] Siyonist devletin böyle koşulları asla kabul edemeyeceği açıktır ve Hamas, ilan ettiği pozisyonun bir ateşkese yol açacağına inanacak kadar saf veya hayalperest düşünceye yatkın değildir.
Bu, duyurunun aslında iki amacı olduğunu gösteriyor: İkincil amaç, Hamas’ı Gazze halkının suçlamasından korumaktı. Gazze halkı, nefes alabilmek, yeniden bir araya gelebilmek, ölülerini gömebilmek ve yaralarını iyileştirebilmek için yardım akışının hızlandırılmasıyla birlikte bir ateşkese acilen ihtiyaç duyuyordu. Bu nedenle, uzun bir bekleyişin ardından hareket onlara ateşkesi kabul ettiğini ancak bunu reddedenin İsrail olduğunu söylüyor. Duyurunun diğer, birincil amacı Hamas ve Benjamin Netanyahu arasında devam eden poker oyunuyla ilgili.
İkincisinin İsrail iç siyasetinde iki ateş arasında kaldığı biliniyor: Gazze’de tutuklu bulunan İsraillilerin, doğal olarak ilk ve en önemlisi tutukluların ailelerinin serbest bırakılmasına öncelik verilmesi çağrısında bulunanlar ve herhangi bir ateşkesi reddeden ve Siyonist aşırı sağın en aşırı bakanları tarafından yönetilen, savaşın kesintisiz devam etmesinde ısrar edenler. Ancak Netanyahu üzerindeki en büyük baskı, birkaç haftalık “insani” ateşkes arayışında İsrailli tutukluların ailelerinin istekleriyle aynı çizgide olan Washington’dan geliyor ve bu da Biden yönetiminin, İsrail’in soykırım savaşında tam sorumlu bir ortak olduktan ve olmaya devam ederken, İsrail’in ABD askeri desteği olmadan yürütemeyeceği bir savaştan sonra, barış için istekli olduğunu ve sivillerin kaderi konusunda endişeli olduğunu iddia etmesine olanak tanıyor.
Netanyahu, birkaç hafta sürecek bir ateşkesi ve Washington’ın Dışişleri Bakanı’nın ifadesiyle “son derece cömert” olarak gördüğü bir esir değişiminin şartlarını taktiksel olarak kabul ederek utançtan kaçınmaya karar verdi. Bu birkaç gün önceydi ve Antony Blinken, topun artık Hamas’ın sahasında olduğunu ve teklifi reddederse savaşı sürdürme sorumluluğunun tamamen Hamas’a ait olacağını ekledi. Bu, hem Gazze halkının hem de uluslararası kamuoyunun gözünde İslami hareket için utanç vericiydi çünkü Siyonist hükümetin Gazze Şeridi’ndeki askeri işgalini tamamlamaya kararlı olduğunu çok iyi biliyorlardı.
Böylece Hamas, Netanyahu’ya karşı bir manevrayla karşılık verdi ve büyük bir medya tantanasıyla Netanyahu’nun kabul ettiğinden çok farklı bir öneriye dayanan bir ateşkesi kabul ettiğini duyurdu, böylece teklifi reddedeceğini bilerek topu tekrar kendi sahasına attı. Ancak bu oyun tehlikelidir, çünkü Siyonist iktidar elitinin tüm fraksiyonları böyle bir öneriyi reddetmesini paylaştığı için Netanyahu’yu gerçekten utandırmadı. Aksine, Gazze işgalini tamamlama konusunda Siyonist fikir birliğini güçlendirdi… ( Al-Quds al-Arabi , 7 Mayıs 2024 – Arapça “Hamas ve Netanyahu Arasında Yalancı Poker”den alıntı sonu.)
Ancak bir yıl önceki durumla şu anki durum arasındaki benzerlik, işlerin ciddi şekilde kötüleştiği gerçeğini gizlemiyor. Bunu iki ay önce şöyle vurgulamıştım:
“Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemi zaferi, Netanyahu’nun umduğu şeyi başarmasını sağladı, ancak Amerika Birleşik Devletleri’nin yeşil ışığı olmadan başaramayacağı bir şeydi […] Trump’ın desteğiyle, Netanyahu artık baskının yönünü değiştirdi: Hamas rehinelerini İsrail’den kademeli serbest bırakma karşılığında tavizler koparmak için bir kaldıraç olarak kullanmak yerine, Netanyahu Gazze Şeridi’ni yeniden işgal etti ve tüm sakinlerini rehin aldı. Şimdi Hamas’ı, hareket teslim olmazsa, tüm esirlerini serbest bırakmaz ve Gazze Şeridi’ni terk etmezse binlerce Gazzeliyi öldürmeye ve çoğunu yerinden etmeye devam etmekle tehdit ediyor.
Gazze halkı şimdi iki olasılıkla karşı karşıya, üçüncüsü görünmüyor: Ya Siyonist rejim, Netanyahu’nun Siyonist aşırı sağdaki müttefiklerinin savunduğu gibi, Gazze Şeridi’nin ilhakıyla birlikte yeni bir “etnik temizlik” gerçekleştirerek 1948 Nakba’sını tamamlama planına devam edecek; ya da Arap devletlerinin arabuluculuğunda varılan anlaşmaya varılacak ve bu anlaşma, Hamas liderleri ve savaşçıları ile müttefiklerinin Gazze’den ayrılmasını, tıpkı 1982’de Filistin Kurtuluş Örgütü liderleri ve savaşçılarının Beyrut’tan ayrılması gibi, Arap güçlerinin desteğiyle Ramallah’taki Filistin Yönetimi tarafından yerlerine geçilmesini öngörüyor. Hamas’ın ilk senaryoda, yani etnik temizlik senaryosunda söz hakkı yok, ancak ikinci senaryoyu müzakere edebilir ve kendi şartlarını belirleyebilir.
Bunun ötesinde, Hamas’ın sunabileceği başka hangi seçenek var? Hareketten duyduğumuz tek alternatif strateji, sözcülerinden biri olan Sami Ebu Zuhri tarafından dile getirilen stratejidir […] Nüfus yerinden etme projesine karşı şu şekilde mücadele çağrısında bulundu: “Katliamları ve kıtlığı bir araya getiren bu şeytani plan karşısında, dünyanın herhangi bir yerinde silah taşıyabilen herkes harekete geçmelidir. Herhangi bir patlayıcı cihaz, mermi, bıçak veya taş kullanın. Herkes sessizliğini bozsun. Gazze katledilirken ve aç bırakılırken Amerika ve Siyonist işgalin çıkarları güvende kalırsa hepimiz günahkârız.” Bu savaş vizyonu, Muhammed Deif’in El-Aksa Harekatı sabahı yaptığı çağrının bir tekrarıdır: “Bugün, bugün, tüfeği olan herkes onu çıkarmalı, çünkü zamanı geldi. Ve tüfeği olmayanlar, pala, balta veya Molotof kokteyli, kamyonu, buldozeri veya arabasıyla dışarı çıkmalı […] Dünyadaki son işgale ve son apartheid sistemine son verecek olan büyük isyanın günü geldi.”
Böyle bir çağrıya bahis oynamanın saf bir hayal olduğu kısa sürede anlaşıldı, zira işgal altındaki Batı Şeria’da bile kayda değer hiçbir şey olmadı, 1948 toprakları ve Arap dünyası bir yana. Peki, Gazze halkının katlandığı tüm soykırım ve yıkımdan sonra, aynı çağrının bugün başarı şansı nedir? Gazze Şeridi dışından bu çağrıyı destekleyen ve Ebu Zuhri’nin önerdiği gibi ellerine geçirebildikleri herhangi bir “patlayıcı cihaz, kurşun, bıçak veya taş” ile uygulamayanlar ise, uzaktan sözlü olarak son Gazze’ye kadar savaşmaya kışkırtan ikiyüzlülerden başka bir şey değiller. Gerçek şu ki Hamas bugün Gazze üzerindeki kontrolünü bırakmakla (Gazze Şeridi halkının güvenliğini ve hayatta kalmasını sağlamak için şartları müzakere edebileceği) veya silahlar ve illüzyonlar yoluyla kurtuluş stratejisini izlemek arasında bir seçimle karşı karşıya. İkincisi, yani illüzyonlar arasında, İslami hareketin kesinlikle ilkinden çok daha fazlasına sahip. Ancak hareketin liderleri arasında burada anlatılan ikileme nasıl yaklaşılacağı konusunda süregelen bir tartışma var gibi görünüyor. (Alıntının sonu “Gazze ve Süleyman’ın Hikmeti”, El-Kuds el-Arabi , 1 Nisan 2025 – Arapça.)
Not 1: Ebu Zuhri (Katar’da yaşıyor) Mayıs ortasında bir televizyon röportajında ”Bugün, biz ve halkımız on beş ay dayanmayı başardıktan sonra, savaşın adaletinden daha eminiz” demesi ve “yıkılan evler yeniden inşa edilecek ve kadınlarımızın rahimleri şehit olanlardan çok daha fazla çocuk doğuracak” açıklaması nedeniyle son zamanlarda -özellikle Gazze’de- yaygın bir kınamayla karşı karşıya kaldı.
2: Devam eden soykırım ve Hamas’ın stratejisi hakkında derinlemesine bir tartışma için en son kitabımı inceleyin: Gazze Felaketi-Soykırımı Tarihsel Perspektifden Okumak (Ayrıntı Yayınları)
Ekososyalizm ve küçülme hareketi ekolojik solun en önemli akımları arasında yer alıyor. Ekososyalistler, üretim ve tüketimde belirgin miktarda bir küçülmenin ekolojik yıkımdan kurtulmak için gerekli olduğunda mutabıklar. Fakat bu küçülme teorileri eleştiriliyor, zira “küçülme” kavramı,
alternatif bir programı tanımlamada yetersiz kalıyor,
azaltılması gereken faaliyetlerle geliştirilmesi gerekenleri birbirinden ayırmıyor.
Bilhassa Fransa’da etkin olan küçülme akımının homojen olmadığını dikkate almak önemli. Tüketim toplumu eleştirmenleri Henri Lefebvre, Guy Debord, Jean Baudrillard ile “teknik sistem”in eleştirmeni Jacques Ellul’den ilham alan bu akım, farklı siyasi görüşler ihtiva ediyor. Bunların içinde, karşıt demesek de birbirine oldukça uzak en az iki kutup var: bir tarafta, kültürel göreceliliğin (Serge Latouche) cezbettiği Batı Kültürü eleştirileri, diğer tarafta, evrenselci sol ekolojistler (Vincent Cheynet, Paul Ariés).
Tüm dünyada tanınan Serge Latouche en çok tartışılan Fransız küçülme teorisyenlerinden birisi. Onun bazı savları kesinlikle yerinde: “sürdürülebilir kalkınma” efsanesinin gizemini ortadan kaldırma, büyüme ve “ilerleme” dinin eleştirisi, kültür devrimi çağrısı. Ancak kendisinin, kültürel göreceliliği (evrensel değer yoktur) ve Taş Devri’ni aşırı kutsamasının yanı sıra Batı hümanizması, Aydınlanma ve temsili demokrasiyi tümüyle reddedişi eleştiriye oldukça açık. Fakat daha kötüsü de var. Küresel Güney ülkeleri için ekososyalist gelişim önerilerine —daha fazla temiz su, okul ve hastane — getirdiği “etnomerkezci,” “Batılılaştırıcı” ve “yerel hayat tarzını yok edici” şeklindeki eleştirileri gerçekten tahammülleri zorluyor.
Son fakat önemli bir nokta da onun, kapitalizm hakkında daha fazla konuşma gereği bulunmadığı zira bu eleştirinin “Marx tarafından çoktan ve layıkıyla yapıldığı” şeklindeki savının ciddi olmamayışı. Bu, sanki gezegenin üretimci[prodüktivist] anlayış tarafından yok edildiğini ifşa etmeye gerek yokmuş çünkü bu zaten yapılmış ve André Gorz (veya Rachel Carson) tarafından “layıkıyla yapılmış” demek gibi bir şey.
Bazı teorisyenleri (Vincent Cheynet, Paul Ariès) Fransız “cumhuriyetçiliğini” eleştirilebilecek olsa da, Fransa’da La Décroissance (Küçülme) dergisince temsil edilen evrenselci akım Sol’a daha yakın. Küçülme hareketinin ikinci kutbu, ilkinin aksine, zaman zaman tartışmalar yaşansa da, Küresel Adalet hareketleri (ATTAC), ekososyalistler ve radikal sol partilerle pek çok noktada birleşiyor: ücretsiz olanakların genişletilmesi [mal, hizmet veya ücretsiz tesis kullanımı], kullanım değerinin mübadele değerinin önüne geçmesi, çalışma saatlerinin düşürülmesi, toplumsal eşitsizliklerle mücadele, “piyasa dışı” faaliyetlerin geliştirilmesi, üretimin toplumsal ihtiyaca ve çevrenin korunmasına yönelik olarak yeniden düzenlenmesi.
Küçülme teorisyenlerinden pek çoğu, üretimciliğin [prodüktivizmin] tek alternatifinin büyümeyi tümüyle durdurmak ya da yerine negatif büyümeyi koymak olduğuna, başka bir deyişle, nüfusun aşırı miktardaki tüketiminin azaltılması, müstakil konutlar, merkezi ısıtma, çamaşır makinesi vb. şeylerden feragat etmeleri suretiyle harcadıkları enerjiyi sert bir biçimde yarıya düşürmek olduğuna inanıyor. Bu ve benzeri acımasız tasarruf tedbirlerinden bazıları, bunların halk tarafından hoş karşılanmama riski bulunduğundan dolayı—çok önemli bir yazar olan Hans Jonas dahil olmak üzere (Sorumluluk İlkesi kitabında yazdıklarıyla) — bir çeşit “ekolojik diktatörlük” fikrini değerlendiriyor.
Bu karamsar görüşler karşısında, sosyalist iyimserler teknik ilerleme ve yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımının sınırsız büyüme ve bolluğa imkân tanıyacağına ve böylece her bir bireyin “ihtiyacına göre” bunlardan faydalanabileceğine inanıyor.
Bana öyle geliyor ki her iki ekol de “büyüme”nin (pozitif ya da negatif) veya üretim güçlerin gelişiminin safi niceliksel bir anlayışına sahip. Ancak bana daha uygun gelen üçüncü bir görüş var: kalkınmanın niteliksel bir dönüşümü. Bu ise kapitalizmin büyük ölçekli işe yaramaz ve/veya zararlı ürün üretimine dayanan canavarca kaynak israfına son vermek anlamına geliyor: Silah sanayi buna iyi bir örnek fakat kapitalizm içinde üretilen bizatihi değersiz “malların” büyük bir kısmı büyük şirketlere kar getirmekten başka bir fayda sağlamıyor.
Mesele soyut bir “aşırı tüketim” değil, gösteriş için kazanç elde etme, muazzam israf, ticari yabancılaşma, takıntılı mal yığma ve “moda”nın sözde yeni diye dayattığı malları satın almadan duramama dürtüsüne dayanan yaygın tüketim tarzı esas meseledir. Yeni toplum ise üretimin yönünü “fi tarihinden beri” var olan —su, gıda, giyinme, barınma gibi— hakiki ihtiyaçların ve de sağlık, eğitim, ulaşım, kültür gibi temel hizmetlerin teminine doğru çevirecek.
Peki, hakiki olanı yapay, uydurma ve geçici olan ihtiyaçlardan nasıl ayırt edeceğiz? Bu son söylediklerim zihinle oynanarak yani reklamlarla telkin edilenler. Reklamcılık düzeni modern kapitalist toplumlarda insan hayatının her alanını istila etmiş durumda; yalnızca gıda ve giyim değil aynı zamanda spor, kültür, din ve siyaset de onun kurallarına göre şekil alıyor. Sokaklarımızı, posta kutularımızı, televizyon ekranlarımızı, gazetelerimizi ve peyzajlarımızı temelli, saldırgan ve sinsi bir biçimde istila ederek ihtiyaç dışı ve dürtüsel tüketim alışkanlıklarını besliyor. Dahası, petrol, elektrik, emek süresi, kâğıt, kimyasal ve başka hammaddeleri —ki bedelini tüketici ödüyor— sadece işe yaramaz olmakla kalmayıp insani açıdan gerçek toplumsal ihtiyaçlarla doğrudan çelişen bir “üretim” dalı içinde astronomik ölçüde israf ediyor.
Reklamın, kapitalist piyasa ekonomisinin vazgeçilmez bir parçası olduğu için sosyalizme geçiş toplumu içinde yeri yoktur. Onun yerine burada tüketici dernekleri mal ve hizmetlere dair bilgi vermektedir. Hakiki ihtiyacı yapay olandan ayıran ölçüt ise reklam ortadan kaldırıldıktan sonra, o ihtiyacın devam edip etmeyeceğidir (örneğin Coca Cola!). Elbette ki eski tüketim alışkanlıkları bir süre devam edecektir ve insanlara ihtiyaçlarının ne olduğunu söylemeye kimsenin hakkı yoktur. Tüketim davranışındaki değişim eğitsel bir mücadele olduğu kadar tarihsel bir süreçtir de.
Bazı metalar, mesela binek otomobil, daha karmaşık sorunlara yol açıyor. Özel araçlar tüm dünyada toplumun başına bela; her yıl binlerce insanı öldürüyor ya da sakat bırakıyor, büyük şehirlerde havayı kirletiyor, çocuk ve yaşlı sağlığı üzerinde vahim sonuçlara yol açıyor ve iklim değişikliği üzerindeki payı da oldukça büyük. Ne var ki bu araçlar gerçek bir ihtiyaca cevap veriyor; insanları işlerine, evlerine ya da eğlenmeye götürüyor. Ekolojik bakış açısına sahip yöneticileri olan bazı Avrupa şehirlerindeki yerel tecrübeler bunun mümkün olabildiğini ve tedavüldeki bireysel araç sayısının kademe kademe kısıtlanarak otobüs ve tramvayın artırılmasına nüfusun çoğunun onay verdiğini gösteriyor.
Ekososyalizme geçiş sürecinde, yer üstü veya altında bulunan toplu taşıma oldukça geniş kapsamlı ve kullanıcılara ücretsiz olacak, yaya ve bisikletliler için korumalı şeritler olacak ve özel araçların rolü, ısrarcı ve mütecaviz reklamlar neticesinde içinde bir prestij göstergesi, kimlik sembolü, fetişleşmiş bir metaya dönüştükleri burjuva toplumundakinden çok daha küçük olacak. ABD’de sürücü ehliyeti resmi bir kimliktir – ve araba da kişisel, toplumsal ve aşk hayatının merkezidir.
Yeni topluma geçişte malların tırlarla nakliyesini – ki korkunç kazalara ve yüksek oranda kirliliğe sebebiyet veriyorlar- ciddi biçimde azaltmak, onun yerine trenle nakliye veya Fransızların ferroutage dediği (bir kentten başka kente trenler tarafından taşınan tırlar) çok daha kolay olacaktır; tır sistemin tehlikeli büyümesi ancak saçma kapitalist rekabetçi mantık ile izah edilebilir.
Karamsarlar, peki fakat bireylerin denetlenmesi, kontrol edilmesi, müdahil olunması ve gerekirse de bastırılması gereken sonsuz sayıda arzu ve emelleri var ve bu durum demokraside bazı sınırların olmasını gerektirebilir, diyecekler. Şu anda ekososyalizm zaten Marx’ta bile mevcut olan bir iddiaya dayanıyor: sınıfların olmadığı, kapitalist yabancılaşmadan kurtulmuş bir toplumda “sahip olma”nın “var olma” üstünde hakimiyet kurmaması, yani, kişinin sonsuz sayıda mülkiyet edinme arzusu duymaktan ziyade kültürel, sportif, bilimsel, eğlenceli, erotik, sanatsal ve siyasi faaliyetler gibi kişisel gelişim için vakit ayırması anlayışının hakim olması.
Karşı konulamaz satın alma güdü, kapitalist sistemde içkin olan meta fetişizminin, hâkim ideoloji ve reklamın bir sonucu. Gerici söylemin inanmamızı istediğinin aksine bunun “ebedi insan doğası”nın bir parçası olduğunu kanıtlayacak hiçbir şey yok.
Ernest Mandel’in vurguladığı üzere “sürekli olarak gittikçe daha çok mal biriktirme (azalan “marjinal fayda”yla beraber) hiçbir şekilde evrensel ve baskın insan davranışı değildir. Yetenek ve yatkınlıkların gelişimi, sağlık ve yaşamın muhafazası, çocuklarla ilgilenme, zengin toplumsal ilişkilerin gelişmesi… Bütün bunlar temel maddi ihtiyaçlar karşılandığında büyük motivasyonlar haline gelir.”
Bu durum tartışmaların ortaya çıkmayacağı anlamına gelmiyor; bilhassa da geçiş döneminde, çevrenin korunması ile toplumsal ihtiyaçların gerektirdiği şeyler arasında, özellikle yoksul ülkelerde, ekolojik zorunluluklarla temel altyapıların geliştirilmesi gerekliliği arasında, halkın tüketim alışkanlıklarıyla kaynakların azlığı arasında pekala olacaktır. Bu tip çelişkiler kaçınılmaz olacak: sermayenin baskısından ve kar elde etme mecburiyetinden kurtulmuş ekososyalist bakış açısıyla, bunları çoğulcu ve açık tartışmalar yoluyla halkın kendi kararını kendisinin almasını sağlayarak çözmek demokratik planlamanın görevidir. Hata yapmayı engellemese de, halkın ortaklaşa bir şekilde bu hataları düzeltmesine izin veren böylesine tabandan ve katılımcı demokrasi tek yoldur.
Ekososyalistler ve küçülme hareketi arasındaki ilişki ne olabilir? Anlaşmazlıklara rağmen ortak hedefler etrafında etkin bir işbirliği sağlanabilir mi? Birkaç yıl önce yayımlanan bir kitapta [La décroissance est –elle souhaitable? (Küçülme arzu edilebilir midir?)] Fransız ekolojist Stéphane Lavignotte böyle bir birliktelik öneriyor. İki görüş arasında çok sayıda tartışmalı mesele olduğunun farkında. Toplumsal sınıf ilişkileri ve eşitsizlikle mücadeleyi veya üretimci güçlerin sınırsız büyümesini telin etmeyi öne çıkarmak gerekiyor mu? Hangisi daha önemli; bireysel girişimler, yerel tecrübeler, yalın gönüllülük ya da üretim aygıtını ve kapitalist “megamakine”yi değiştirmek mi?
Lavignotte seçim yapmayı reddederek bu iki tamamlayıcı uygulamayı birleştirmeyi öneriyor. Ona göre, buradaki zorluk çoğunluğun, yani sermaye sahibi olmayanların, ekolojik sınıf çıkarları için mücadelesini radikal kültürel dönüşüm için aktif azınlıkların siyasetiyle bir araya getirmek. Başka bir deyişle, kaçınılmaz olan anlaşmazlıkları gizlemeden gezegendeki hayatın ve bilhassa insanlığın sürdürülmesinin kapitalizm ve üretimcilikle çatıştığını ve bu nedenle de bu yıkıcı ve insanlıkdışı düzenden çıkışın yolunun aranmasını idrak etmiş bütün bu unsurlardan bir “siyasi bileşke” oluşturabilmek.
Bir ekososyalist ve Dördüncü Enternasyonal’ın bir üyesi olarak bu görüşü paylaşıyorum. Kapitalizm karşıtı ekolojinin tüm çeşitleri olarak bir araya gelmek mevcut uygarlığın intihara götüren gidişatını durdurmada – çok geç olmadan – acil ve zaruri vazifenin önemli bir adımıdır.
Dördüncü Enternasyonal’in 18. Kongresi, bir önceki kongreden yedi yıl sonra, Şubat ayı sonunda Belçika’da yapıldı. Bu kongre, kapitalizmin küresel ve çok yönlü krizi, özellikle gerilimlerin ve militarizmin yükselişi ile bunlara verilecek yanıtlar, bilhassa da ekososyalist bir manifestonun kabulü üzerine derinlemesine tartışma fırsatı oldu.
Kongrenin açılışında, eski yönetimden bir konuşmacı, 2018’deki bir önceki kongreden bu yana dünyanın büyük sarsıntılar yaşadığını hatırlattı: Covid, savaşlar, ayaklanmalar, aşırı sağın yükselişi, ekolojik krizin derinleşmesi… Ve şimdi yeni ve zorlu meydan okumalarla karşı karşıyayız. Covid salgını nedeniyle, özellikle uluslararası düzeyde birçok militan faaliyetin zorla durdurulması, bu kongrenin hazırlıklarını özellikle zorlaştırdı. Çünkü kolektif ve çok dilli bir tartışma için gerekli olan uzun tartışma ve uluslararası değişim süreci, henüz sadece çevrimiçi olarak bir araya gelebildiğimiz bir dönemde başladı.
Pandeminin, aşırı sağın şiddetinin — özellikle Filipinler ve Brezilya’da —, savaşların — özellikle Ukrayna’da — ve sürgüne zorlanan yoldaşların — özellikle Hong Kong ve Rusya’da — kurbanları olan tüm yoldaşlara saygı duruşunda bulunuldu.
Kongre, özellikle Dördüncü Enternasyonal’in liderliğinde yakın bir şekilde yer almış ve 2018’den bu yana hayatını kaybetmiş olanları andı: Helena Lopes da Silva (Portekiz), eski başkan adayı ve sömürgecilik karşıtı aktivist; Tito Prado, Sumate lideri, Peru; Alain Krivine, Fransa’nın en tanınmış Dördüncü Enternasyonal aktivisti; Rosario Ibarra, başkan adayı ve insan hakları aktivisti, Meksika; Marijke Colle, Belçika’daki saflarımızda önde gelen ekolojist ve feminist aktivist; Antların köylü hareketinin efsanesi Hugo Blanco; Sri Lanka’da sendikacı ve lider Neil Wijethilaka; Tunus’ta ulusal çapta tanınan feminist lider Ahlem Belhadj ve Venezuela’da sendikacı ve siyasi lider Stálin Pérez Borges. Kongre, IV. Enternasyonal’in tarihi lideri ve Marksist iktisatçı Ernest Mandel’in ölümünün 30. yılını da andı.
42 ülke ve 60 örgütü temsil eden yaklaşık 150 yoldaş — delegeler, eski yönetim üyeleri, dost örgütlerin temsilcileri, daimi gözlemciler ve davetliler — beş buçuk gün süren yoğun tartışmalar için bir araya geldi. Hepsi tartışmalara katkıda bulunarak küresel durum hakkında geniş bir bakış açısı sundu.
Katılımcılar (%38’i kadın) geniş bir yaş aralığını temsil ediyordu: %8’i 30 yaşın altındayken, yaklaşık %50’si 50 yaşın altındaydı; yarısından fazlası 20 yıldan az süredir militan. Bu, militanlarımızın yenilenmesinin sevindirici bir göstergesidir.
Ekososyalist devrim manifestosu etrafında bir militan kampanya
Bu kongredeki en önemli gelişme, ekososyalist devrim manifestosunun kabul edilmesidir. Manifesto, sistem krizinin boyutlarını, bu felakete karşı koymak için kullanılacak antikapitalist sloganları ve toplum projesinin unsurlarını ele almaktadır. Manifesto, savaşlar ve iklim krizi gibi sorunların tüm dünyayı korkunç ve yıkıcı bir duruma soktuğunu ve bu durumun ancak üretim biçimini yıkarak, her alanda köklü dönüşümler gerçekleştiren bir devrimle aşılabileceğini ortaya koyuyor. Manifesto, özellikle gezegenin ve insanların yağmalanmasına karşı mücadele edilmesini öneriyor ve en zengin %1’in en yoksul %50’den iki kat daha fazla CO₂ tükettiğini vurgulayarak, kapitalistlerin zenginliği ne kadar elinde topladığını ve insanların bugün olduğundan çok daha az tüketerek çok daha iyi yaşayabileceğini gösteriyor. Manifesto, Komünist Parti Manifestosu veya Geçiş Programı gibi tarihî programatik belgeleri güncelleyerek kendi bünyesine katmıştır. Böylece, üretim araçlarının özel mülkiyetine saldırmak, çalışma süresini kısaltmak, herkesin kendini gerçekleştirmesi için çalışmak, ücretsiz toplu taşımayı yaygınlaştırmak, su, barınma, sağlık gibi temel hakları uygulamak gibi hedefler ortaya konuyor. Bu hedefler, emekçi sınıfların kendi faaliyetlerini ve örgütlenmelerini amaçlayan militan bir proje kapsamında yer alıyor.
Manifesto birçok konuyu ele almaktadır, ancak “küçülme” teriminin kullanılıp kullanılmaması konusunda bir tartışma yaşandı. Büyük çoğunlukla, “eşitsiz ve bileşik gelişme bağlamında küresel bir küçülme” öngördüğümüz kararına varıldı. Bu, küresel ölçekte karbon emisyonlarının radikal bir şekilde azaltılması gerektiği, aksi takdirde özellikle egemen ülkelerde yüz milyonlarca insanın hayatının ölümcül tehlikeye gireceği anlamına geliyor. Bu nedenle, küresel ölçekte karbon emisyonlarının önemli ölçüde azaltılması gerekmektedir. Aksi takdirde, özellikle egemenlik altındaki ülkelerde yüz milyonlarca insanın hayatı tehlikeye girecektir. Ancak bu ülkelerde, altyapı ve çeşitli mallar açısından ihtiyaçları karşılama kapasitesinin artırılmasına devam edilmesi gerekmektedir.
Bu Manifesto etrafında, yaygınlaştırmak ve duyurmak istediğimiz uluslararası bir militan kampanya geliştirilecektir. Bu kampanya, mücadeleler ve devrimci güçlerin birleşmesi için bir araç olacaktır.
Şiddetli bir uluslararası durum
Uluslararası durumla ilgili tartışma, küresel kapitalizm krizinin yanı sıra, emperyalist egemenliklerin şiddet ve yağmacı karakterinin güçlenmesi ile emperyalist güçler arasındaki gerilimin tırmanışını birleştiren, küresel güç dengesindeki mevcut hızlanmayı da ele almıştır. Dünyanın otuz kadar ülkesinde savaşlar, zenginliklerin yağmalanması, göçmenlere karşı savaş, emekçi sınıflarına yönelik yaygın saldırılar yaşanıyor. Birçok ülkede iktidara gelen aşırı sağın yükselişi, bu tehlikelerin artmasının unsurlarından biri. Trump’ın seçilmesi, durumu ile sömürülen ve ezilenler üzerindeki tehditleri daha da hızlandırdı. Bu durum, Filistin’deki soykırım ve buna karşı mücadelemize katkıda bulunan, özellikle Lübnan Devrimci Komünist Grubu’ndan bir delegenin katılımıyla ayrıntılı olarak tartışıldı.
Ukrayna ve Rusya’dan gelen yoldaşların katılımı, farklı görüşlerin ortaya çıktığı Ukrayna savaşı hakkındaki tartışmayı da zenginleştirdi. Kabul edilen karar, Putin Rusya’sının emperyalist saldırısı karşısında ama aynı zamanda Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski’nin liberal saldırıları karşısında da, bu savaşta kendi çıkarlarını savunan emperyalistlere güvenmeden, Ukrayna halkının silahlı ve silahsız direnişini desteklemenin gerekliliğini vurguladı. Bu nedenle, tabandan direnişi destekliyor ve örneğin, Rus saldırısına karşı bir önlem olarak Ukrayna’nın borcunun iptal edilmesini talep ediyoruz. Reddedilen alternatif karar, mevcut savaşı esas olarak NATO ile Rusya arasında bir savaş olarak görüyordu ve Rus birliklerinin çekilmesini ve halkların kendi kaderini tayin hakkını savunurken, Ukrayna’nın mücadelesini Rusya’ya karşı ulusal kurtuluş mücadelesi olarak görmeyi reddediyordu.
Rusya’yı Batı emperyalistlerine karşı savunan tarafgir bir tutum savunulmadı; ancak Uluslararası Kongre, böyle bir tutumu savunan ABD örgütü Socialist Action ile ilişkilerini kesme kararı aldı.
Ayrıca, dünyadaki sol hükümetlere (özellikle Latin Amerika’daki “ilerici” hükümetlere) karşı tutumumuzu da ele aldık ve onları egemen sınıfların saldırılarına, özellikle aşırı sağa karşı savunduğumuzu ve onlardan bağımsız kalmanın gerekliliğini vurguladık. Özellikle de birçok ülkede olduğu gibi, liberal politikalar uygulayarak halk sınıflarının umutlarını ve taleplerini ihanet ettiklerinde.
Ortak bakışlar geliştirmek
Sosyal hareketlere müdahale ve bu konuda savunduğumuz yönelimle ilgili önemli bir belge kabul edildi. Bunu, geniş anlamıyla proletaryanın birleşerek eylemci bir sınıf haline gelmesine yardımcı olmak için gerekli görüyoruz. Bu, hareketleri sınırlarıyla birlikte olduğu gibi inşa etmek, onlardan öğrenmek ve kendi pozisyonlarımızı saygılı ve demokratik bir şekilde savunmak anlamına geliyor. Özellikle, bürokratik sapmalara karşı mücadele ediyor, özörgütlenmeyi, devletten bağımsızlığı, enternasyonalist bir vizyonu, baskıya karşı mücadeleyi savunuyor ve iktidar sorusunu gündeme getiriyoruz.
Son olarak, parti inşası belgesi, Enternasyonal’in ve örgütlerinin inşasının somut yönlerini ele almaktadır. Belge, Enternasyonal’in amacının “devrimci kitle partileri ve devrimci bir kitle Enternasyonal’i inşa etmek” olduğunu hatırlatır ve dünyanın karmaşık durumu, işçi hareketinin örgütlerinin durumu ve Enternasyonal’in seksiyonlarının müdahalelerinin gerçekliği göz önüne alındığında, metin, siyasi tutarlılığımızı, dünyayı anlama biçimimizi ve dolayısıyla müdahalelerimiz arasındaki farklılıklara rağmen aynı yönde çalışabilme kapasitemizi güçlendirecek öneriler geliştiriyor. Bu nedenle, bir araya gelme, analizlerimizi ve pozisyonlarımızı yayınlama (özellikle internet üzerinden) ve eğitim enstitülerimizi (Amsterdam, Manila, İslamabad) güçlendirme kapasitemizi artırmayı planlıyoruz. Ayrıca, hem durumun zorluğu hem de dünya çapında düzenli olarak gerçekleşen ve bizim de müdahil olduğumuz büyük mobilizasyonlar nedeniyle uluslararası bir örgütün gerekliliğinin hissedildiğini görüyoruz: Hindistan, Cezayir, Avrupa, Brezilya, ABD, Filipinler, Ukrayna ve daha birçok ülkede.
Kongre, Enternasyonal’in önemli ölçüde güçlendiğini de ortaya koydu. Brezilya’da ise, örgütün birçok bileşeninin Sosyalist Sol Hareket’in (MES) örgüte girmesine karşı çıkması nedeniyle çok sert bir tartışma yaşandı. Bu gerginliği aşmak için, özellikle Inprecor’un Brezilya/Portekizce baskısının yayınlanması projesi etrafında çalışmaya devam edeceğiz. Bununla birlikte, birçok seksiyonun tanınması veya genişlemesi kaydedildi; bu da dünya çapında üye sayısında yaklaşık %27’lik bir artış anlamına geliyor: Marabunta ve Poder Popular’ın Arjantin’de birleşmesi, MES’in Brezilya seksiyonuna katılması, Anti*Capitalist Resistance ve ecosociali.scot’un İngiliz seksiyonumuza katılması, Radical Socialist’in Hindistan’da kurulması, Solidarity’nin ABD’de seksiyon olması ve NPA-L’Anticapitaliste’in Fransa’da Dördüncü Enternasyonal’e bir bütün olarak katılma projesi.
Zorlu koşullara rağmen, bu güçlerin birleşmesini, devrimcilerin sistem krizine yanıt vermek için rolünü güçlendirme olasılığının bir işareti olarak değerlendirebiliriz.
17 Mart 2025
Temsil edilen ülkeler şunlardı. Afrika: Cezayir, Fas, Güney Afrika. Asya: Çin, Hindistan, Endonezya, Japonya, Pakistan, Keşmir, Filipinler, Sri Lanka. Avrupa’dan: Avusturya, Belçika, Büyük Britanya [İngiltere/Galler ve İskoçya], Danimarka, Fransa, Almanya, Yunanistan (2 delege), İrlanda, İtalya (2 delege), Hollanda, Norveç, Portekiz (2 delege), Rusya, İspanya, İsveç, İsviçre (2 delege), Türkiye, Ukrayna. Latin Amerika’dan: Arjantin (2 delege), Brezilya (9 delege), Kolombiya, Meksika (4 delege), Panama (2 delege), Paraguay, Peru, Porto Riko, Uruguay, Venezuela. Orta Doğu’dan: Lübnan. Kuzey Amerika’dan: Kanada, Amerika Birleşik Devletleri (3 delege). Bangladeş, Fransız Antilleri, Ekvador ve Avustralya’dan kuruluşlar katılım sağlayamamıştır.
Vladimir Putin’in Ukrayna’daki savaşı Rus toplumu üzerinde kalıcı bir etki yarattı. Çatışmalardan yararlananlar zenginleşirken, nüfusun büyük çoğunluğu fakirleşiyor.
Rusya, üç yıldır Ukrayna’daki büyük çaplı savaşına cömertçe para harcıyor. Yetkililer, cepheye gönüllü çekebilmek için sözleşmeli askerlerin maaşlarını artırdı. Aylık maaş, ortalama ücretin üç ila dört katı olan 210.000 ruble (2.200 avro) olarak belirlendi; buna bölgeler tarafından finanse edilen çok sayıda maddi ve sosyal yardımın yanı sıra cömert kayıt primleri de eklendi. Rusya’nın askeri bütçesi 2025 yılına kadar 130 milyar avroya ulaşacak ve bu rakam ülkenin toplam bütçesinin üçte birine denk geliyor. Bu rakam, 2024 yılına göre yüzde 30 artışla rekor bir yıl olarak kayıtlara geçti.
Bu meblağın büyük bir kısmı askeri-endüstriyel kompleks tarafından emilirken, diğer sektörler de devletin cömertliğinden yararlanıyor: eğitim, kültür, sağlık… hepsi Kremlin’in “özel askeri operasyon” olarak adlandırmaya devam ettiği şeye yönlendiriliyor. Amaçlar: Ukrayna’da savaşan “kahramanları” ödüllendirmek, devlet propagandası yaymak ve çatışmayı meşrulaştırmak ve sürdürmek için vatanseverliği teşvik etmek.
Çeşitli alanlardaki sosyal projelerin finansmanını amaçlayan ve yılda iki kez düzenlenen “cumhurbaşkanlığı hibesi” yarışması bu eğilimi çok güzel yansıtıyor. Ocak ayı sonunda tanıtımı yapılan 2025 edisyonunda, 1.497 finalist arasından “Vatan Savunucusu” temalı yılın 239 projesine ödül verildi. Bunlar arasında; vatanseverlik propaganda projeleri, asker ailelerine yardım programları ve savaşla ilgili okul girişimleri yer alıyor.
En büyük hibe, Nesiller Hafızası Vakfı tarafından yürütülen yaralı askerlerin rehabilitasyonu projesine verildi (72 milyon ruble – 773.000 avro). Bir yıllık vatansever radyo istasyonu Pride, Rusya’nın “tarihi ve kültürel mirasına” adanmış bir dizi program başlatmak için 39 milyon ruble (420.000 avro) aldı. “Savaş Alanı: Mariupol” müzesinin kurulması için yaklaşık 27 milyon ruble (291 bin avro) ayrıldı. Taslakta, Rus birliklerinin Şubat-Mayıs 2022 arasında binlerce sivilin ölümüne yol açan kenti harap etme eylemi “kahramanca bir kurtarma” olarak tanımlanıyor.
Yeni siyasi elit
Toplumun ve ekonominin bu şekilde militarize edilmesi, toplumsal eşitsizliklerin kalıcı bir şekilde arttığı ülke açısından derin sonuçlar doğurmaktadır. Savaştan bir kısmı zenginleşirken, toplumun büyük bir kesimi de fakirleşiyor. Rus ekonomist Igor Lipsits’e göre, son üç yılda 26 ila 28 milyon kişinin mali durumu iyileşti.
Bu gruba askerler ve aileleri dahil olmakla birlikte, silah sanayiinde çalışanlar, askeri kliniklerde ve rehabilitasyon merkezlerinde çalışan sağlık çalışanları ve savaşla doğrudan ilişkili tüm meslek grupları da dahildir. “Bu, Rus nüfusunun yaklaşık %20’sini temsil ediyor. Bu, çatışmanın devamı için güçlü bir toplumsal destektir,” diyor Litvanya’da sürgünde olan Igor Lipsits.
Geçtiğimiz yıl gıda fiyatlarında patlama yaşandı: Patateste %90, tereyağında ise %36 artış yaşandı.
Vladimir Putin, “Rusya’ya hizmet eden herkesin, işçilerin ve savaşçıların” artık “gerçek elit”i oluşturacağına inanarak bu yeni sosyal gruptan yararlanmayı planlıyor. Rusya Devlet Başkanı, 29 Şubat 2024’te Federal Meclis’e yaptığı konuşmada, “Gençlik eğitimi ve öğretiminde, kamu derneklerinde, kamu işletmelerinde, iş dünyasında, devlet ve belediye idaresinde liderlik pozisyonlarında bulunmalı ve bölgelere, işletmelere ve nihayetinde en büyük ulusal projelere liderlik etmelidirler” dedi.
Siperlerde eğitilmiş yeni bir siyasi elitin ortaya çıkması pek olası görünmese de, Rusların büyük çoğunluğu için savaş zamanında yaşam koşulları kötüleşiyor. Emekliler, artan gıda fiyatlarından en çok etkilenen kesim. Federal istatistik ajansı Rosstat’ın rakamlarına göre, geçtiğimiz yıl gıda fiyatları fırladı: Patateste %90, tereyağında %36, soğanda %48, kuzu etinde %24 artış yaşandı.
“41 ila 42 milyon civarındaki sivil emekliler, emeklilik endekslemesinin fiyat artışlarıyla aynı hızda ilerlememesi nedeniyle satın alma güçlerinin çöktüğünü görüyor. “Durumları özellikle endişe verici,” diye uyarıyor Profesör Igor Lipsits. Özellikle de birçok çalışma gerçek enflasyonun resmi rakamların iki katı olabileceğini tahmin ettiğinden.
Devasa bonuslar
Yükselen enflasyon karşısında Rusya Merkez Bankası, 2023’ten itibaren temel faiz oranını artırmaya karar vererek, şu anda rekor seviye olan yüzde 21’e ulaştı. Bunun gayrimenkul ve inşaat piyasasına çok güçlü bir etkisi var. “Geçtiğimiz temmuza kadar federal tercihli oranlı ipotek programı vardı: oran alıcı için %8 ile sınırlandırılmıştı ve devlet farkı ödüyordu. Ancak bu program çok pahalı olduğu için durduruldu, diyor Igor Lipsits. O zamandan beri ev satışları keskin bir şekilde düştü. Rus nüfusunun yalnızca %5’i mevcut piyasa oranlarında ipotek alabiliyor. »
Rusya Federasyon Konseyi Başkanı Valentina Matvienko, inşaat piyasasının potansiyel çöküşünden endişe ederek, müteahhitlerin iflaslarına moratoryum getirilmesi gerektiği konusunda uyardı. Ancak bazı uzmanlar bu önlemin bankacılık ve gayrimenkul sektörlerinde sistemik bir krize yol açabileceğinden endişe ediyor.
Ayrıca askerlere ve ailelerine ödenen devasa ikramiyeler de bölge bütçelerini zorluyor. Bağımsız medya kuruluşu iStories’in Kasım ayında yaptığı bir araştırmaya göre, bazı bölgelerde sosyal yardımların yarısından fazlası artık askeri personele ve ailelerine ayrılıyor ve bu durum en savunmasız kesimlere sağlanan yardımı önemli ölçüde azaltıyor.
Bölgesel yönetimler bütçe kesintilerine gitmek zorunda kalacak: Maaşları düşürecek veya kamu sektörü çalışanlarını işten çıkaracaklar. – Igor Lipsits, Rus ekonomist
Stavropol Bölgesi, sosyal yardımlarının yüzde 83’ünü savaşçılara ayırıyor ve 1,6 milyon rublelik işe alım bonusu veriyor. Karaçay-Çerkes’te sosyal yardımların yüzde 75’i orduya gidiyor, bu miktar işsizlik yardımlarından dokuz kat fazla. Kaluga’da ise bu oran yüzde 52 olup, engellilere sağlanan yardımın 17 katıdır.
Evsizlere yardım eden kuruluşlar, son yıllarda ihtiyaç sahibi insan sayısında artış olduğunu belirtiyor. Yekaterinburg’daki Dari Dobro özel sığınma evini işleten Olga Bakhtina, “Daha önce çoğunlukla yaşlı insanlarla yaşıyorduk, şimdi ise artık ev bulamayan genç aileler veya emlak dolandırıcılığının kurbanı olan insanlar da var” diyor. Ve durum tüm ülkeyi etkiliyor. Rusya’nın en eski evsizlere yardım kuruluşu olan ve Moskova ile St. Petersburg’da faaliyet gösteren Notchlejka üyesi Daniil, “2022-2023’te evsizliğin başlıca nedenleri konut kiralama imkânının kaybı ve iş kaybıdır” diyor.
Toplum için tehlikeler
Maliye Bakanı Anton Siluanov, vergi gelirlerinin geçen yıl yüzde 7 düşerek 2024’te daralmasıyla bölgesel bütçelerin daha da fazla baskı altında olduğunu duyurdu. “Bu, bölgesel yetkililerin bütçe kesintileri yapmasına yol açacak: maaşları düşürecek veya kamu sektörü çalışanlarını işten çıkaracak. “Bu tür şeyler zaten olmaya başladı,” diyor Igor Lipsits. Bu, yetkililerin kömür endüstrisinden gelen vergi gelirlerindeki düşüş nedeniyle anaokullarında çalışan memurları işten çıkarmak için büyük bir plan başlattığı Kemerovo sanayi bölgesinde geçerlidir.
Ayrıca birçok bölgede sağlık sisteminin iyileştirilmesi programı da yürütülüyor. Bağımsız günlük gazete The Moscow Times’ın haberine göre, 2024 yılında en az 160 kamu hastanesi, klinik, tıp merkezi, dispanser, doğumhane ve diğer sağlık tesisleri kapatıldı ve bu durum, yerel halkın bakıma erişmek için uzun mesafeler kat etmesine neden oldu.
Bu toplumsal ayrışmaların orta vadede nasıl bir etkisi olacak? “Bunun nereye varacağını söylemek zor, çünkü Rusya çok alışılmadık bir ülke. Daha fakirleşen insanlar ellerinden gelenin en iyisini yaparak hayatta kalmaya çalışacaklar. Muhtemelen daha az vergi ödemek için perde arkasında daha fazla para kazanmaya çalışacaklar. “Sosyal protestoların olması pek olası değil, ancak rahatsızlık artacak ve gölge ekonomi büyüyecek,” diye öngörüyor Igor Lipsits.
Çatışma Rusya’da da şiddetin artmasına yol açıyor. Yerel gazeteler, orduya katılmaları karşılığında affedilen eski mahkûmların cepheden döndüklerinde işledikleri iğrenç suçları düzenli olarak aktarıyor. Savaş kahramanlarına yönelik devlet yetkililerinden gelen nadir eleştirilerden birinde, Devlet Duması milletvekili Nina Ostanina, Ukrayna’dan dönen eski mahkumları “toplum için tehlike” olarak nitelendirerek, kolluk kuvvetlerini vatandaşları bu suçlulardan korumaya çağırdı.
Bağımsız medya kuruluşu Verstka’nın araştırmasına göre, Ukrayna’da savaşın ilk iki yılında eski savaşçıları içeren aile içi şiddet vakaları 2020-2021’e kıyasla neredeyse iki katına çıktı. İlk kurbanlar kadınlar oluyor.