Bilim insanları 2002’deki SARS coronavirüs salgını sırasında alarm zillerini çalmıştı. Avrupa ve ABD’de gündeme getirilen temel araştırma programları bu virüs kategorisinin daha iyi anlaşılmasını sağlayabilir ve yeni formlarda ortaya çıkmasını önleyebilirdi. Hükümetler ise bu tip araştırmaları fonlamayı reddettiler. Absürt bir politikaydı ama ana amacı halk sağlığını tesis etmektense ödeme gücü olan hastalara piyasada ilaç satmak olan ecza şirketleri için resmen biçilmiş kaftandı.
COVID-19 salgınının bir ekonomik yavaşlama sürecini takip etmesi ne salgının ekonomik etkisini (üretim süreçlerinin aksaması, tedarik zincirlerinin aksaması, hava yolu taşımacılığı ve turizm üzerindeki sektörel etkiler vs.) ne de sebep olduğu tehdidin ciddiyetini inkâr etmeye yol açmalıdır. Üstel dinamiklere sahip yıkıcı bir olgu olarak salgın, ekonomik ve sosyal kriz için belirgin bir güçlendiricidir. Aynı zamanda ekolojik krizin ve iklim krizinin temel sebebi olan bilhassa fosil yakıt temelli üretimcilik ile göbek bağı sebebiyle kapitalist sistemin kırılganlıklarını ve emekçi kesimler için tehlikelerini de açık etmektedir.
Salgının kontrol altına alınması kontamine bölgelerden gelen yolcuların sağlık durumlarının takibi için hızlı müdahale ve katı önlemleri, hastalığın bulaştığı kişilerin belirlenmesi ve izole edilmelerini, ulaşımın kısıtlanması ve sağlık hizmetlerinin güçlendirilmesini gerektirecektir. Kapitalist hükümetler, ekonomik yavaşlamaya cevaben kullandıkları neoliberal politikalara takılıp kalmış durumdayken bu önlemleri almakta yavaş kaldılar, bunları yetersiz ölçüde uyguladılar ve neticede virüsün yayılmasını durduramadan daha sert önlemler almak zorunda kaldılar. Kriz süresince suçlanması gereken şeyler arasında stok tutulmaması, sağlık ve araştırma alanlarındaki kesintiler ile emeğin esnekleşmesi-güvencesizleştirilmesi bulunmak zorundadır.
Bilim insanları 2002’deki SARS coronavirüs salgını sırasında alarm zillerini çalmıştı. Avrupa ve ABD’de gündeme getirilen temel araştırma programları bu virüs kategorisinin daha iyi anlaşılmasını sağlayabilir ve yeni formlarda ortaya çıkmasını önleyebilirdi. Hükümetler ise bu tip araştırmaları fonlamayı reddettiler. Absürt bir politikaydı ama ana amacı halk sağlığını tesis etmektense ödeme gücü olan hastalara piyasada ilaç satmak olan ecza şirketleri için resmen biçilmiş kaftandı.
Her yıkıcı olgu gibi salgınlar da ilk olarak inkâr tepkilerine yol açar. Bunlar daha sonra paniğe dönüşebilir ve bu panik de demogoglar tarafından Çin ve Rusya’da olduğu gibi nüfusun teknolojik kontrolü ve demokratik hakların kısıtlanmasına yol açabilir. COVID-19’un aynı zamanda faşistler tarafından göçmenlerin geri gönderilmesine dair ırkçı politikaları meşrulaştıracağı ve yoğunlaştıracağına dair ciddi riskler bulunmaktadır.
Sol, dışsal bir etken olan halk sağlığı krizinin kapitalist ekonomik krizin içsel etkenine indirgenmesine razı olmamalıdır. Sağlık krizini olduğu gibi ele almalı ve bununla mücadele için toplumsal, demokratik, ırkçılık-karşıtı, feminist ve enternasyonalist biçimde yanıtlar geliştirmelidir. Bireyselciliğin aksine, solun kendisi virüsün yayılmasını engelleyecek kolektif davranış biçimlerini benimsemeli ve toplumsal hareketlerde yaymalıdır. Örneğin, “petrol krizine” yanıt olarak kimi hükümetlerin aldığı bireysel araç kullanma kısıtlamalarından farklı olarak, küresel Güney’e dair sorumlulukları da unutmamak şartıyla kimse kendisinin, sevdiklerinin, toplumun sağlığı için kendi sorumluluğunu savmamalıdır. Ya toplumsal hareketler bu meseleyi demokratik biçimde ve ezilenlerin sosyal gerçekliklerinden hareketle kendi ellerine alacaklar ya da ezenler kişi hak ve hürriyetlerini ihlal eden kendi çözümlerini dayatacaklardır.
Bu salgının sebep olduğu ana tehlike sağlık sisteminin olası bir tıkanması olacaktır. Kaçınılmaz olarak en yoksul ve güçsüz kesimler, özellikle de yaşlı yurttaşlar, tarafından ödenen bedellerin ağırlaşmasına sebep olarak ekseriyetle kadınların omuzlarındaki ev içi bakım görevlerinin ertelenmesine yol açacaktır. Tıkanma eşiği elbette ülkeden ülkeye, sağlık sisteminden sağlık sistemine ve orada uygulanan kemer sıkma politikalarına göre değişecektir. Hükümetler salgını önlemek yerine geç kalmaya devam ettikçe bu eşiğe daha da hızlı varılacaktır. Salgınla mücadele, bu sebeple, kemer sıkma politikalarından kesin bir kopuşu, refahın yeniden dağıtılmasını, sağlık sektörünün yeniden finanse edilmesini ve kamulaştırılmasını, tıbbi alandaki patentlerin iptalini, küresel Kuzey-Güney adaletini ve sosyal ihtiyaçlara net bir öncelik verilmesini gerektirir. Bu da somut olarak: hastalığa yakalanmış kişilerin işten çıkarılmasının yasaklanmasına, kısmi iş gücü kaybı koşullarında dahi ücretlerin sabit tutulmasına, sosyal güvenlik sisteminden destek alanların üzerlerindeki kontrol, etkinleştirme ve kısıtlamaların durdurulmasına işaret eder. Rasyonel olmayan yanıtlar ve bunların olası ırkçı-otoriteryen sapmalara yol açmasının önüne geçmek için müdahale etmek zorunda olduğumuz meseleler bunlardır.
COVID-19 krizi ile iklim krizi arasında pek çok ortaklık bulunmaktadır. Her iki durumda da kapitalist sistemin kâr amacıyla birikim mantığı, ne kadar farkında olursa olsun, mevcut tehlikeyi önlemekten acizdir. Her iki durumda da hükümetler inkâr ile temel olarak halkların değil sermayenin ihtiyaçlarına yanıt vermek için tasarlanmış politikaların yetersizliği arasında gidip gelmektedir. Her iki durumda da özellikle küresel Güney ülkelerinde en yoksul, ırk ayrımcılığına uğramış ve güçsüz kesimler namlunun ucundayken zenginler her koşulda düzlüğe çıkacaklarını söylemektedir. Her iki durumda da hükümetler tehdidi kullanarak devleti güçlendirmeye çalışırken, aşırı-sağcı [gerici] güçler korku ikliminden faydalanarak kokuşmuş Malthusyen ve ırkçı yanıtlarını iteklemeye çalışmaktadır. En son olarak, her iki durumda da kapitalist değerin sosyal kanunu ile üstel dinamikler gösteren (bir tarafta viral enfeksiyonların çoğalması, diğer tarafta küresel ısınma ve [iklim sistemindeki] pozitif geri beslemeler) doğa kanunları doğrudan çelişki içerisindedir.
Gelgelelim iklimsel tehlike virüs tehlikesine oranla sonsuz olarak daha küresel ve daha ciddi bir tehlikedir. Şayet sömürülenler ve ezilenler bu absürt ve sabıkalı üretim tarzını alaşağı etmek için birleşmezlerse besbelli aynısı [iklim krizinin] sonuçları için de geçerli olacaktır. COVID-19 bize bir ikaz daha veriyor: insanlığı barbarlığa sürükleyen kapitalizm sonlandırılmalıdır.
Çevrenin korunması için mücadeleleri, sömürülenler ve ezilenlerin reel toplumsal ihtiyaçlarının tatmini için verilen mücadelelerle ilişkilendirmeyi esas alan siyasal yaklaşıma ekososyalizm diyoruz. Bu yaklaşım üretimci olmayan, baskısız ve sömürüsüz, doğanın geri kalanına karşı saygılı ve temkinli demokratik sosyalist bir toplumun gelişini hazırlar.
Açık bir kavram olan ekososyalizm farklı çeşitlerde yorumlanabiliyor. Aranızda Fransızca konuşanlar muhtemelen JL. Mélenchon’un daha devletçi ve ulusal egemenlikçi bir eğilime sahip ekososyalizminden haberdardır. Kimi ülkelerde hükümet etme meraklısı sosyal-demokratlar veya son derece anaakım yeşil partiler de ekososyalist bir perspektifle hareket ettiğini iddia edebiliyor. Dolayısıyla genel olarak ekososyalizm adına konuşamayız. Aşağıda önerilen 10 madde benim dahil olduğum uluslararası devrimci-marksist akımın ekososyalist yaklaşımını özetliyor.
1. Ekososyalizmimiz dört tespitten ileri
geliyor:
Şimdiden ekolojik sorunları göz önünde bulunduran ve bugünden ekolojik yıkıma yanıt üreten bir antikapitalist geçiş programının gerekliliği. Dolayısıyla çevrenin korunmasını ve restorasyonunu kapitalizm sonrasının “güzel günlerine” gönderen siyasal akımlardan ayrılıyoruz;
Sömürülenlerin ve ezilenlerin özörgütlenmesine dayanan demokratik doğrudan eylemi esas alan bir stratejinin gerekliliği. Bu strateji enternasyonalist bir perspektife sahip olmalı ve toplumsal hareketlerin özerkliği ile kadınların ve genel olarak ezilen tabakaların özörgütlenme hakkına saygı duymalıdır;
Kapitalist toplumun altını oyan derin bir anlam ve değerler krizinin varlığı. Soyut değerin hakimiyeti ile kapitalist patriyarka ihtiyaçlar ile üretim, canlı emek ile ölü emek, gezegen ile sermaye arasındaki yer değişiminin temelinde yatar. Böylece sermaye, insanı varlığını bilinçli ve kolektif biçimde üreten, düşünen toplumsal hayvan doğasından yabancılaştırır;
“Reel sosyalist” ülkelerin felaket ekolojik bilançosu.
Çernobil faciası, Aral denizinin kuruması ve Çin’de serçeleri yok etmeye dönük
Maocu kampanya bu bilançoya birer örnek. Dolayısıyla ekososyalizmimiz radikal
biçimde antikapitalist, insancıl, enternasyonalist, feminist ve özyönetimci.
Hem bir mücadele stratejisi, hem bir talepler manzumesi, hem de bir toplum
tasavvuru.
2. Bizim ekososyalizmimizin insana yaraşır
bir medeniyeti hedefleyen güçlü bir etik boyutu var.
Doğayı
“insanlığın organik olmayan bedeni” olarak gören Marx’ın bıraktığı izleri takip
ediyoruz. Bizim de bir parçasını oluşturduğumuz doğanın yıkımı, bizim ve
çocuklarımızın yıkımıdır aynı zamanda. Dolayısıyla “ekolojik kriz” fazlasıyla
yetersiz bir ifadedir. Karşı karşıya bulunduğumuz durum kâr mantığından
kaynaklı olarak ekosistemlerin işleyişinin krize girmesinden çok daha
fazlasıdır: insanlığın doğanın geri kalanıyla ilişkilerinin krizinin damgasını
vurduğu, insan medeniyetinin sistemik krizidir.
Değer
üretiminin yerine demokratik biçimde belirlenmiş kullanım değeri üretimini
koymak bu krize son vermek için gerekli bir koşul. Fakat yeterli koşul değil.
Tıpkı kadınların ezilmesi gibi ekolojik yıkımlar da kapitalizmden önce, başka
biçimlerde ve küreselden ziyade yerel düzeyde var oldu. Ayrıca, belirttiğimiz
gibi bürokratik “reel sosyalizm” çevre açısından kapitalist üretimcilik kadar
yıkıcı olmuştur.
Bu
iki gerçeklik kapitalizmin alaşağı edilmesinden sonra uzun süre sürdürülmesi
gereken bir kültürel devrim sürecinin zorunluluğun altını çiziyor. Buyurgan ve
faydacı yaklaşımlardan kopup çevreyle ihtimama, temkine ve saygıya dayalı bir
ilişki biçimi icat edilmelidir.
3. SSCB’nin, Çin’in ve Doğu Bloku
ülkelerinin ekolojik açıdan yıkıcı bilançosu her şeyden önce devrimin
bürokratik Stalinist yozlaşmasından kaynaklanıyor.
Bu
süreç hem dünya devriminden vazgeçmeyi hem de Sovyet iktidarının ilk yıllarında
gelişen en ileri ekolojik kavrayışların ve deneyimlerin terk edilmesini içerdi.
Ne var ki Stalinizm her şeyi açıklamıyor: 19. Yüzyılın sonu ve 20. Yüzyılın
başında işçi hareketinin ve onun devrimci kanadının doğaya ilişkin yaklaşımı
büyük oranda onu üzerinde hakimiyet kurulacak, insan iradesine uygun biçimde
sınırsızca şekil verilecek bir madde olarak algılamaya dayalıydı. Bu bakış
Stalinizme soldan muhalefet edenlerde de mevcuttu ve hâkim görüşü teşkil
ediyordu.
4. Kadınların özgürleşmesi özerk bir
hareketi ve bu hareket bünyesinde sosyalist bir eğilimin inşasını gerektiriyor.
Aynı şekilde ekolojik yıkımın durdurulması sol içinde, tabiri caizse doğanın
geri kalanı adına antikapitalist, enternasyonalist ve antibürokratik bir
perspektifle müdahale edecek bir ekososyalist akımın inşasını gerektiriyor.
Böylesi
bir akımın Homo Sapiens’in doğası itibariyle yıkıcı ve duyarsız olduğu
gerekçesiyle çölde vaaz vermeye mahkûm olduğu fikrini reddediyoruz. İnsanlık
çok sayıda ekolojik yıkıma sebep oldu ancak unuttuklarımızı yeniden öğrenmek,
çevreye ihtimam göstermek, yıkılmış olanı mümkün olduğu ölçüde yeniden inşa
etmek, genel olarak canlıyla yeni bir ilişki biçimi icat etmek için insan zekasının
ve duyarlılığının yetersiz olduğunu düşünmek için hiçbir neden yok.
5.
Ekososyalizmimiz radikal biçimde
antikapitalist, dolayısıyla Marksisttir.
Marx’ta
yalnıza sermaye mantığının vazgeçilmez bir eleştirisini değil ama aynı zamanda
ekososyalist düşüncemizi besleyen, çoğu kez bilinmeyen fakat değerli fikirler
de buluyoruz:
Doğa ve emek her türden zenginliğin yegâne iki
kaynağıdır, doğa kullanım değerinin temel kaynağını oluşturur;
Tek rasyonel tarım bağımsız köylülere veya toprağın ortak
mülkiyetine (ki bunu kolhozların devlet mülkiyetinden ayırmak lazım!) dayalı
olandır. Tek rasyonel ormancılık “kısa vadeli” kâr yarışına tabi olmayandır;
Rant yarışı (aşırı-kâr) mineral ve organik doğal
kaynakların yağmasını mütemadiyen kamçılıyor – bilhassa da giderek yoğunlaşan,
toprağı tüketen, monokültüre dayalı ve et üretimini öne çıkaran bir tarım
sanayiini teşvik ediyor;
Kapitalizm mülksüzleştirmeye dayalıdır. Büyüme olmadan,
dolayısıyla ikili bir hareketle sürekli genişleyen bir yeniden üretim olmadan
kapitalizm olmaz. Bu ikili hareket bir yandan ücret karşılığı emek gücüne el
konulması/sömürülmesi, öte yandan doğal kaynakların yağması/temellükü;
Sermaye bir “şey” değil, bir toplumsal ilişkidir:
artık-değer üretimine yönelik, doğal kaynak girdileri gerektiren, emek
sömürüsüne dayalı bir toplumsal ilişkidir. “Sermayenin tek sınırı, sermayenin
bizzat kendisidir” der Marx: ilk bakışta gizemli gelebilecek bu cümle aslında
gayet basit biçimde sermayenin sömürülecek emek gücü ve doğal kaynak
bulabildiği sürece yıkımına devam edeceği anlamına geliyor. Sermaye ancak bu
sınırları aştığı takdirde kendiliğinden bozulur. Yoksa başka hiçbir içsel
mekanizma onun sürdürülebilirlik sınırlarını göz önünde bulundurmasını sağlamaz;
Dolayısıyla artık-değer üretimi zorunlu olarak insanlık
ile doğanın geri kalanı arasındaki madde mübadelesindeki dengelerin bozulmasını
gerektirir (“metabolic rift”). Kapitalist birikim hem toprağı hem emekçiyi
tüketiyor. Kaynakların yağmasına son vermek (toplumla doğa arasında “madde
mübadelesinin rasyonel yönetimi”ni tesis etmek) emek gücünün sömürüsünün
ilgasını ve çalışma zamanının kısaltılmasını gerektiriyor.
6. Bununla birlikte Marx ve Engels’in
çalışmalarında gerilimler mevcut.
Öncelikle,
bu çalışmalar bir ölçüde ilerlemeye dayalı yanılsamaların ve “üretici güçlerin
sınırsız gelişimi” perspektifinin damgasını taşır. İkinci olarak, onların
fikriyatı patriyarka üzerine (eko)feminist analizlerin eleğinden geçmelidir.
Marx
için, gördüğümüz gibi, “sermaye her türden zenginliğin iki yegâne kaynağını
tüketmektedir, toprağı ve emekçiyi”. Bu alıntıda “emekçi” kadın emekçiyi de
içerir. Oysa emek toplumsal cinsiyetlidir. Kadınlar aile çerçevesinde yeniden
üretim emeğinin büyük bir kısmını ücretsiz olarak üstlenirler ve bu emek
kapitalist toplumda “görünmez” kılınır. Marx aynı zamanda “toprağın özel
temellükü günün birinde, bir insanın başka bir insan tarafından temellükü kadar
barbarca görülecektir”. Oysa kapitalizm kendisinden önce var olan patriyarkayı
kendisine dahil etti, ki bu da bir insanın başka bir insan tarafındın
temellükünün bir biçimini teşkil eder. Engels bu konuya vurgu yapmıştı: “Ailede
erkek burjuvadır, kadın proletarya”.
Dolayısıyla bizim ekososyalizmimiz yeniden üretim emeğini de açıkça dahil etmek üzere Marx’ın bu cümlesini geliştirir. Ücretli emeğin ve kaynakların sömürüsünü derinleştiren kapitalist mantık aynı zamanda kadınların patriyarka tarafından ezilmesini de derinleştirmeye yönelir. Kadınların bedenine el konulması, ücretsiz olarak gerçekleştirdikleri ev içi emek ve üretim alanında uğradıkları ayrımcılık kapitalizm tarafından zenginliklerin temellükünün özgül bir biçimini teşkil ediyor. Kapitalist üretim biçiminin eleştirisinin bütünlüklü olabilmesi için bu sömürü türünün de ele alınması, görünür kılınması lazım.
7. Bizim ekososyalist anlayışımız tüm bu
boyutları içermeye gayret ediyor.
Kadınların
ezilmesi ücretli emeğin sömürüsüne ve doğal kaynakların yağmalanmasına,
bağımsız köylülerin iflasına ve yerli toplulukların yıkımına eklemleniyor. Kadınların
mücadelesi sınıf mücadelesinin bir parçasını teşkil ediyor -onunla sınırlı
kalmamakla birlikte- çünkü patriyarkal tahakküm kapitalizmin dayanaklarından
biri.
Çevre
mücadeleleri sınıf mücadelesinin bütünlüklü bir parçasını teşkil ediyor -onunla
sınırlı kalmamakla birlikte- çünkü sermayenin doğal kaynakların tüketimine
dönük doymak bilmez iştahı, bir yandan bu kaynakları değere dönüştüren, öte
yandan da ev içinde emek gücünü yeniden üreten canlı emeğe bağımlılığıyla
birlikte var olur.
Köylülerin
ve yerli halkların mücadeleleri sınıf mücadelesinin bir parçasını teşkil ediyor
– onunla sınırlı kalmamakla birlikte- çünkü kapitalist açgözlülük tüm
kaynaklara el koymayı ve tüm ilişkilerin metalaşmasını, dolayısıyla da
genelleşmiş proleterleşmeyi içeriyor.
Dolayısıyla
ekososyalizmimiz yalnızca toplumsal olan ile çevresel olanın üretimcilik
karşıtı ittifakı yani işçilerin-köylülerin-yerli halkların toplumsal ittifakı
değil: aynı zamanda toplumsal ve çevresel olanda feminizmin de göz önünde
bulundurulmasını içeriyor yani sosyalist bir ekofeminizmi. Bu yaklaşım
mücadelelerin ortaklaştırılmasına dönük ekososyalist stratejimizin dayanağıdır.
John
Bellamy Foster Marx’ın bir ekolojisinin olduğunu iddia ediyor. Bu konudaki
kitabı takdire şayan ve Marksizme içkin o sözde üretimcilik konusunda gerekli
düzeltmeleri yapıyor. Ne var ki biz methiye düzmeyi reddediyoruz. Bizler için
“Marx’ın ekolojisi” tamamlanmamış bir şantiyedir. Ekososyalizmimiz bunun
inşasını sürdürmeyi, sınırlarını ve kimi zaman da çelişkilerini aşmayı
hedefliyor. “Toprak Ana’nın hakları”, hayvan ıstırabı gibi yeni meseleleri
kavrayabilmek için at gözlüğü takmayan bu anlayış vazgeçilmezdir.
8. Kadınların bedeninin temellükü ve insanın emek gücünün
bir doğal kaynak olarak sömürüsüne dayalı bir üretim biçiminin halkın
çoğunluğunda doğal kaynaklara ve genel olarak doğaya saygılı bir toplumsal
bilinç oluşmasını sağlayabileceğine inanmak tümüyle bir yanılsamadır.
Genelleşmiş
meta üretimi yani genelleşmiş “şeyleşme” sisteminde doğaya ilişkin hâkim
ideoloji mecburi olarak doğayı bedava kaynak haznesi olarak gören piyasa
ideolojisidir. Ekolojik mücadeleler mevcut düzeni değiştirecek toplumsal
güçlere dönüşmek için ekonomik ve feminist mücadeleler ile irtibatlanmalı ve
onlarla yüzleşmelidir. Dolayısıyla emek, üretim, yeniden üretim ve gelişme
meseleleri bizim ekososyalist anlayışımızın merkezinde bulunur.
Homo
Sapiens’in doğası kendi varlığını, insanlık ile doğa arasındaki kaçınılmaz
ilişki olan emek vasıtasıyla toplumsal olarak üretmeye dayalıdır. Ancak insan
doğası somut olarak yalnızca tarihsel biçimleriyle birlikte vardır. Ekolojik
krize verilecek yanıt “çalışmadan çıkmak”, “gelişmeden çıkmak”, “tüketimden
çıkmak”, “büyümeden çıkmak” vs. gibi tarih-dışı soyutlamalara dayanamaz. Yanıt,
değer üreticisi soyut emekten çıkmaya, yani kârı büyütmeye odaklı kapitalist
gelişme biçiminden ve bundan ileri gelen dağıtım/tüketim/yeniden üretim
biçiminden çıkmaya dayanmalıdır.
9. “Doğa”nın sanki bir hastalık söz
konusuymuşçasına insanlıktan mustarip olduğu fikrini reddediyoruz.
İnsanlık
dönüştürdüğü doğanın bir parçası. Başka canlı türleri de doğayı derinlemesine
değiştirdi. Ancak Homo Sapiens’in gerçekleştirdiği dönüşüm farklı: “Doğal”
olmak şöyle dursun, tarihsel olarak toplumsal üretim ilişkileri tarafından
belirlenmiştir. Dolayısıyla insanlığa özgü bir “taşıma kapasitesi” söz konusu
değil. Emeğin üretkenliği ölçüsünde insan “taşıma kapasitesi” değişmiştir,
örneğin orman yakarak arazi açmaya dayalı ilkel tarım koşullarında Km2 başına 8
insanken ilk yerleşik yaşama geçildiği dönemin tarım koşullarında Km2 başına 25
insana, Antik Mısır’ın sulamaya dayalı tarımında ise Km2 başına 100 insan
ulaşır…
Öte
yandan tarihte emeğin üretkenliğindeki ilerlemenin ekolojik açıdan olumlu
sonuçlar doğurduğu örnekler de vardır (mesela Batı Avrupa’da baklagillerin “yeşil
gübre” işlevi görmesinin keşfi ormansızlaşmayı frenlemiştir). Bugün
yenilenebilir enerji teknolojileri üretkenlikte önemli bir ilerleme teşkil eder
ve iklim değişikliğinin gezegenimizi bir “hamam gezegenine” [hothouse planet/planete étuve]
dönüştürmesini engellemek için acilen ve genelleşmiş bir biçimde kullanıma
sokulmaları gerekir. Oysa üretimci ve “büyümeci” kapitalist çerçeve içinde bu
teknolojiler fosil enerjilerin yerini almak yerine onlara ekleniyor ve kârın
hizmetinde kullanıma sokuluyor. Bu nedenle de çevrenin yıkımını
durduramıyorlar.
Böylece meselenin genel olarak ilerleme değil de Michael Löwy’nin kapitalist üretim biçiminin “yıkıcı ilerlemesi” dediği şey olduğunu görüyoruz. Bu “ilerleme”, gözümüzün önünde, artan bir hızla dönüşen ve yoksullaşan bir doğa üretiyor. Binlerce canlı formunu yok ediyor, yüz milyonlarca yoksulun yaşamını tehdit ediyor, insanlığın tümüyle barbarlığa düşmesinin riskini barındırıyor ve muhtemeldir ki, nihayetinde insan türünün bütününü tehdit edecek noktaya gelebilecektir.
10. “Gerçek bakir doğa” hiçbir yerde mevcut
değildir.
“Gerçek
doğanın Homo Sapiens’in olmadığı doğa” olduğunu düşünenlerin bu sistemik krize
hiçbir yanıtları yok. Tek mantıklı alternatifleri insanların ortadan kalkmasını
savunmak olurdu (bu durumda kendileri bize örnek olabilirler!). Bu mizantropik
anlayışlara karşı yerli halkların kozmogonisi (Toprak Ana) bir ilham kaynağı
oluşturabilir. Fakat şu konuda yanılmayalım: Bu kozmogoni, doğaları gereği
müşterek olan BAZI varlıkları savunmayı içermez. Çünkü bu müşterek varlıklar
kavramı aynı zamanda başka varlıkların da, doğaları gereği müşterek olmadığı
anlamına gelir. Bizler içinse tam tersine söz konusu olan, müştereğin toplumsal
olarak inşa edileceği bir sürecin meşruiyetini savunmaktır.
Müşterek
olarak tayin etmek istediklerimizin demokratik tanımlanışı sözümona doğa
tarafından belirlenmiş herhangi bir sınırlamaya, a priori, tabi değildir. Sınıfsız ekokomünist bir toplum çeşitli
yönlerden “ilkel” denilen toplumlara benzeyecektir. Müşterek anlayışı tesis
edecektir. Öte yandan üretici güçlerin gelişim seviyesi açısından bir hayli de
farklı olacaktır. Bu toplum insan-doğa arasındaki ilişkilere dair, muhtemelen
yerli halklarınkine benzeyecek ama farklılıklar da içerecek bir kavrayış
oluşturacaktır. Buna göre tedbir, saygı ve sorumluluk gibi etik nosyonların
yanı sıra dünyanın güzelliği karşısında duyulan hayranlık, giderek hem daha
keskin hem de eksiklikleri açıkça ifade eden bir bilimsel yaklaşım tarafından
daimî olarak beslenecektir. Çünkü bilimler ilerledikçe neleri açıklamadıkları
konusunda daha da bilinçleniyorlar.
28
Ekim 2018, Mauritius Adası
Center for Alternative Researches and Studies
(CARES)’in ekoloji okulunda yapılmış sunum.
“Ekofeministlerin bizlere açıkladığı gibi kadınların eylemlere kitlesel katılımı sistemin yarattığı ekolojik tahribatın ilk kurbanları olmasından kaynaklanıyor. Orada burada sendikalar da bu mücadeleye omuz vermeye başladı. Bu önemli bir gelişme çünkü son tahlilde, nüfusun çoğunluğunu oluşturan kent ve kır emekçilerinin aktif katılımı olmadan sistemi yenemeyiz. Bunun ilk koşulu ise, her harekette ekolojik hedefleri (kömür madenlerinin, petrol kuyularının yahut termik santrallerin kapatılması vs.) bu kapatmaların ilgilendireceği çalışanların istihdam güvencesiyle birleştirmek.”
I. Ekolojik kriz şimdiden 21’inci yüzyılın en önemli toplumsal ve siyasal meselesi; gelecek aylarda ve senelerde bu önemi daha da katlanacak. Gezegenin ve dolayısıyla insanlığın geleceği önümüzdeki on yıllarda belirlenecek. 2100 yılı için kimi bilim insanlarının yaptığı hesaplamaların da pek bir işlevi yok. Bunun iki nedeni var:
a) Ekonomik neden: Hesaplanması imkânsız olan tetikleme etkilerini göz önünde bulundurduğumuzda yüz yıl sonrasına dönük bir tahmin fazlasıyla keyfi olacaktır;
b) Siyasal neden: Yüz yılın sonunda bizler, çocuklarımız ve torunlarımız buradan gitmiş olacağız, dolayısıyla bu hesaplamaların ne anlamı var ki?
II. Ekolojik krizin son derece tehlikeli sonuçları olan çeşitli yönleri var ancak iklim meselesi hiç şüphesiz bu tehditler arasında en dramatik olanı. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) bizlere açıkladığı gibi eğer ortalama sıcaklık sanayi öncesi dönemi 1,5° geçerse geri döndürülemez bir iklim değişikliği sürecinin başlama riski var. Peki bunun sonuçları ne olur? Birkaç örnek vermekle yetinelim: Avustralya’daki gibi mega-yangınların çoğalması; nehirlerin yok olması ve toprağın çölleşmesi; kutup buzullarının eriyip yerinden kopması ve deniz seviyesinde onlarca metreyi bulabilecek yükselme: oysa iki metrelik yükselişle Bangladeş’in, Hindistan’ın ve Tayland’ın geniş bölgelerinin yanı sıra insan medeniyetinin Hong Kong, Kalküta, Venedik, Amsterdam, Şangay, Londra, New York, Rio gibi başlıca kentleri sular altında kalacak. Sıcaklık seviyesi nereye kadar yükselebilir? Kaç dereceden itibaren dünya üzerindeki insan yaşamı tehdit altında olacaktır? Bu sorulara kimsenin yanıtı yok.
III. İnsanlık tarihinde daha önce görülmedik felaket tehditleri bunlar. İklim değişikliği sonucu gelecekte oluşacak olana benzer iklim koşullarını bulmak için birkaç milyon yıl öncesinin Pliosen çağına dönmek gerekir. Jeologların çoğu yeni bir jeolojik çağa girildiği değerlendirmesinde bulunuyor: Gezegenin koşullarının insan eylemi aracılığıyla değiştirildiği Antroposen. Peki bu insan eylemi nedir? İklim değişikliği 18’inci yüzyılın Sanayi Devrimiyle başladı fakat 1945’ten sonra neoliberal küreselleşmeyle beraber nitel bir sıçrama yaşadı. Bir başka ifadeyle atmosferdeki karbondioksit birikiminin, dolayısıyla küresel ısınmanın sorumlusu modern kapitalist sınai medeniyettir.
IV. Eli kulağında bu felakette kapitalist sistemin sorumluluğu geniş ölçüde kabul ediliyor. Papa Francesco Laudato Si (“Övgüler olsun sana”) papalık genelgesinde “kapitalizm” sözcüğünü kullanmadan hem toplumsal adaletsizlikten hem de ortak evimiz olan Doğa’nın yıkımından “kâr maksimizasyonu ilkesi”ne dayalı, yapısal olarak sapkın bir ticari ilişkiler ve mülkiyet sistemini sorumlu tutuyordu. Dünya çapındaki ekolojist eylemlerde atılan sloganlardan biri “iklimi değil sistemi değiştir!”. Business as usual’ın taraftarı olan, bu sistemin başlıca temsilcilerinin -milyarderler, bankacılar, “uzmanlar”, oligarklar, siyaset erbabı- tutumu Louis XIV’e atfedilen şu cümleyle özetlenebilir: “Benden sonra Tufan”.
V. Çok nadir birkaç istisna dışında her biri sermaye birikiminin, çokuluslu şirketlerin, fosil oligarşisinin, topyekûn metalaşmanın ve serbest ticaretin hizmetindeki hükümetlerin tutumu meselenin sistemsel karakterini caniyane biçimde resmediyor. Kimileri -Donald Trump, Jair Bolsonaro, Scott Morrison (Avustralya)- açıkça ekoyıkıcı ve iklim-inkârcı bir tutum alıyor. Diğerleri, sözüm ona “makul” olanları, muğlak bir “yeşil” retoriğin ve bütünlüklü bir hareketsizliğin karakterize ettiği yıllık COP toplantılarında (“Taraflar Konferansı” ama “Periyodik olarak Düzenlenen Sirkler” de diyebiliriz) tutturulacak tonu belirliyor. Bunların arasında en başarılısı Paris’teki COP 21 olmuştu. Tüm katılımcı hükümetler karbondioksit salınımlarını azaltmaya dönük tantanalı vaatlerde bulunmuştu. Birkaç Pasifik adası dışında hiçbiri sözünü tutmadı. Ne var ki, bilim insanlarının hesaplamalarına göre bu vaatler yerine getirilmiş olsaydı dahi hava sıcaklığı 3,3°’ye kadar artabilirdi.
VI. “Yeşil kapitalizm”, “salınım hakları piyasaları”, “telafi mekanizmaları” ve sözde “sürdürülebilir piyasa ekonomisi”nin diğer manipülasyonlarının tümüyle etkisiz olduğu görüldü. Gırla “yeşilleştirme” yapılırken, salınım miktarları ok gibi fırlıyor ve felaket koşar adımla yaklaşıyor. Tümüyle üretimciliğe, tüketimciliğe, “piyasa payları” için vahşi bir mücadeleye, sermaye birikimine ve kârların maksimizasyonuna adanmış bir sistem olan kapitalizm çerçevesinde ekolojik krizin çözümü yok. Bu sistemin yapısına içkin olan sapkın mantık kaçınılmaz olarak ekolojik dengelerin bozulmasına ve ekosistemlerin yıkımına yol açıyor.
VII. Felaketten kaçınmayı sağlayacak tek etkili alternatifler radikal olanlar. “Radikal”, kötülüğün kökenlerine inen demek. Eğer köken kapitalist sistemse, bize sistem karşıtı, yani antikapitalist alternatifler lazım – 21’inci yüzyılın meydan okumalarına karşılık verebilecek ekolojik bir sosyalizm, bir ekososyalizm gibi. Ekofeminizmin, toplumsal ekolojinin (Murray Bookchin), André Gorz’un siyasal ekolojisinin veya antikapitalist büyüme karşıtlığının (degrowth/décroissance) ekososyalizm ile birçok ortak noktası var: Tüm bunlar arasında son yıllarda karşılıklı etkilenme ilişkileri gelişti.
VIII. Sosyalizm nedir? Birçok Marksist için üretim araçlarının kolektif temellükü (el konulması) aracılığıyla üretici güçlerin serbest gelişimini sağlamak üzere üretim ilişkilerinin dönüşümüdür. Ekososyalizm Marx’a sahip çıkıyor ancak açık biçimde bu üretimci modelden kopuyor. Elbette ki kolektif temellük gerekli ancak üretici güçlerin de radikal biçimde dönüştürülmesi gerekir:
a) Enerji kaynaklarını değiştirerek (fosil yakıt yerine yenilenebilir olanlar)
b) Küresel enerji tüketimini azaltarak
c) Meta üretimini azaltarak (“büyüme karşıtlığı”) ve gereksiz faaliyetleri (reklam) ve zararlı olanları (pestisitler ve savaş silahları) ortadan kaldırarak
d) Malların programlanmış şekilde miadını doldurmasına son vererek.
Ekososyalizm aynı zamanda
tüketim modellerinin, ulaşım yollarının, kentleşmenin, “yaşam tarzının”
dönüşümünü içeriyor. Kısacası mülkiyet biçimlerindeki bir değişimden çok daha
fazlasını kapsıyor: Söz konusu olan, dayanışma, éga-liberté (özgürlük-eşitlik) ve doğaya saygı değerleri üzerine
kurulu bir medeniyet değişimi. Ekososyalist medeniyet üretimcilik ile
tüketimcilikten koparak çalışma zamanının kısaltılmasını ve dolayısıyla
toplumsal, siyasal, oyunsal, sanatsal, erotik vs. faaliyetlere ayrılacak
serbest zamanın artmasını hedefler. Marx bu hedefi “özgürlüğün hakimiyeti/krallığı”
kavramıyla tarif ederdi.
IX. Ekososyalizme geçişi sağlamak için iki kriterin yön vereceği bir demokratik planlamaya ihtiyaç var: Hakiki ihtiyaçların tatmini ve gezegenin ekolojik dengelerine saygı. Bir kez reklam bombardımanından ve kapitalist piyasa tarafından yaratılan tüketimci takıntıdan kurtulduktan sonra halkın kendisi, demokratik biçimde hakiki ihtiyaçların ne olduğuna karar verecek. Ekososyalizm halk sınıflarının demokratik akılcılığı konusunda bahse girmeye dayanır.
X. Ekososyalist tasarımı nihayete erdirmek için kısmi reformlar yeterli değildir. Gerçek bir toplumsal devrim gereklidir. Bu devrimi nasıl tanımlamalı? Walter Benjamin’in Tarih Kavramı Üzerine tezlerinin (1940) hazırlık notlarına referansta bulunabiliriz: “Marx devrimlerin dünya tarihinin lokomotifi olduğunu söyler. Fakat belki de olaylar kendilerini başka şekilde sunar. Belki de devrimler trende seyahat etmekte olan insanlığın imdat frenini çekme eylemidir”. 21’inci yüzyılın terimlerine tercüme edersek: Modern Kapitalist Sınai Medeniyet adını taşıyan bir intihar treninin yolcularıyız hepimiz. Bu tren giderek artan hızla bir felaket uçurumuna yaklaşıyor: İklim değişimi. Devrimci eylemin amacı, geç olmadan, bu treni durdurmak.
XI. Ekososyalizm hem bir gelecek tasarımı hem de burada ve şimdi mücadele etmek için bir strateji. “Koşulların olgunlaşması”nı beklemek söz konusu değil: Toplumsal mücadeleler ile ekolojik mücadeleler arasındaki yakınlaşmayı sağlamak ve sermayenin hizmetindeki iktidarların en yıkıcı girişimlerine karşı savaşmak lazım. Bu Naomi Klein’in Blockadia dediği şeydir. Bu türden seferberliklerin bünyesinde, bu mücadelelerin içinde antikapitalist bilinç ve ekososyalizme olan ilgi gelişecektir. Yeşil New Deal gibi öneriler bu mücadelenin bir parçasını oluşturabilir; fakat bunun “yeşil kapitalizmin” geri dönüştürülmüş bir hali olarak tasavvur etmekle sınırlı kalan halleri değil, fosil enerjilerden kesinkes kopmayı talep eden radikal biçimleri.
XII. Bu savaşımın öznesi kim olacak peki? Geçmiş yüzyılın işçici/sanayici dogmatizminin bir güncelliği kalmadı. Bugün çatışmanın ön saflarında bulunan güçler gençler, kadınlar, yerliler, köylüler. Greta Thunberg’in çağrısıyla başlayan muhteşem gençlik isyanında kadınlar önemli bir yer kaplıyor – bu hareket gelecek için önemli umut kaynaklarından biri. Ekofeministlerin bizlere açıkladığı gibi kadınların eylemlere kitlesel katılımı sistemin yarattığı ekolojik tahribatın ilk kurbanları olmasından kaynaklanıyor. Orada burada sendikalar da bu mücadeleye omuz vermeye başladı. Bu önemli bir gelişme çünkü son tahlilde, nüfusun çoğunluğunu oluşturan kent ve kır emekçilerinin aktif katılımı olmadan sistemi yenemeyiz. Bunun ilk koşulu ise, her harekette ekolojik hedefleri (kömür madenlerinin, petrol kuyularının yahut termik santrallerin kapatılması vs.) bu kapatmaların ilgilendireceği çalışanların istihdam güvencesiyle birleştirmek.
XIII. Bu kavgayı fazla geç olmadan kazanma şansımız var mı? Bağıra çağıra felaketin kaçınılmaz ve her türden direnişin gereksiz olduğunu ilan eden o sözde “çöküşçüler”in (collapsologue’ların) aksine bizler geleceğin hala açık olduğunu düşünüyoruz. Elbette geleceğin ekososyalist olacağının hiçbir garantisi yok: Bu Pascal’cı anlamda bir bahis konusu; tüm gücümüzle “belirsiz olana dönük bir çaba”ya giriştiğimiz bir bahis. Fakat Bertolt Brecht’in engin ve sade bir bilgelikle söylediği gibi: “Mücadele eden kaybedebilir. Ancak mücadeleye girişmeyen zaten kaybetmiştir”.
“Dişi gezegen, herkes için yeniden yeşil olacaktır”
Françoise d’Eaubonne
Neoliberalizmin
geri dönülmez noktaya getirdiği ekosistemin tahrip edilmesi süreci sadece bilim
insanlarının ve çevrecilerin değil, dünya kamuoyunun da gündeminde artık. Yakın
zamanda Avustralya’da günlerce söndürülemeyen yangınlar sayısız canlının
ölümüne sebep olurken küresel ısınmanın yangınların şiddetine etkisine dikkat
çekildi. Sermayenin açgözlülüğü gezegeni yok oluşun eşiğine getirmişken dev
barajlar, madenler, zehir saçan endüstrilerden sorumlu şirketlerle çıkar
ilişkileri ortaya dökülen hükümetlerin çöküşü yavaşlatacak önlemleri almakta
bile isteksiz oldukları görülüyor. İklim eylemcileri hükümetleri acil önlemler
almaya zorlayacak baskı grupları oluşturmaya çalışırken, krizin bedelini en
ağır şekilde ödeyenler yoksullar ve yoksulların en savunmasızları da kadınlar
ve çocuklar.
Ekofeminizme
neden ihtiyaç var?
“Ekofeminizm”
terimi ilk kez Fransız araştırmacı Françoise d’Eaubonne tarafından 1974’te “Le
Féminisme ou la Mort” (Ya Feminizm Ya Ölüm) kitabında kullanılır. Sözcüğü
kullanırken d’Eubonne’un amacı, ekolojik hareketlerin potansiyelini ilan etmek
ve kadınları ekolojik bir devrime öncülük etmeye çağırmaktır. Aynı yıl Shelia
Collins “A
Different Heaven and Earth” (Farklı Bir Cennet ve Yeryüzü) kitabında cinsiyet ayrımcılığı ile ekolojik yıkım
arasındaki bağa dikkat çeker; ekolojik yıkım, ırkçılık, sınıf sömürüsünün
ataerkil yapıyı ayakta tutan parçalar olduğunu vurgular. 1970’lerden itibaren İkinci Dalga feministlerin tartışmaları
ile perspektifi genişleyen ekofeminizm içinde farklı yaklaşımlar olsa da doğa
ve kadının erkek medeniyeti tarafından kültür ve aklın alanından dışlanarak aynı
şekilde sömürüldüğü görüşü merkezdedir.
Antik
dönemde yurttaş sayılmayan, felsefe ve aklın alanından dışlanarak doğurma
işlevine ve ev idaresine indirgenen kadın, sonraki yüzyıllarda dinsel öğretiler
ile kirli ve günahkâr sayılarak değersizleştirilir. İnsanlığın cennetten,
bedensel emek ve acının olmadığı göklerden kovulmasının nedeni Havva’nın
günahkarlığıdır. Doğadaki canlı ve cansız tüm varlıklar, tıpkı kadın gibi, Ademoğlunun
üzerinde egemenlik kurması, faydalanması, tarlasını ve kadınını nasıl istiyorsa
öyle sürmesi için tanrı tarafından bahşedilmiştir. Aydınlanma Çağı düşünürleri de
kadının erkekten daha düşük zihinsel ve bedensel güce sahip olduğunu söyler,
toplum için faydalı bir eş ve anne olmasını sağlayacak kadar eğitim almasının
yeterli olduğunu savunur. Böylelikle kadın ve doğa, erkek dinin zincirlerinden
kurtulsa erkek bilimin zincirleri ile bağlanır. Doğayı sömürerek ekosistemi
yıkımın eşiğine getiren insan-merkezciliği konuşurken aslında erkek-merkezci
bir sistemden bahsettiğimizi, Batılı beyaz erkek tahakkümüne dayandığını hatırlamak
gerek. Platon’dan Descartes ve Bacon’a kadar bilim ve felsefenin temellerini atan
düşünürler yüzyıllar boyunca doğayı insan aklının biçim vereceği, üzerinde
egemenlik kuracağı ruhsuz bir mekanizma olarak görürken denetim altına alınması
gereken bu doğaya kadınlar, köleler, yerli halklar da dahil edildi.
Neoliberalizm
ile otoriter/faşizan iktidarların iş birliği, gezegenin her köşesini doğa
düşmanı projelerle yağmalayıp zehirlerken ekosistem insanlarının (Ramachandra
Guha ve Juan Martinez Alier’in kavramlaştırmasıyla geçimi için bölgesel doğal
kaynaklara büyük oranda ihtiyaç duyan, gündelik yaşamı ekolojik yıkımdan en çok
zarar gören topluluklar veya bireyler), kadınların, yerli halkların yaşam
biçimine büyük zarar veriyor. Örneğin Hasankeyf’te Ilısu, Amazon’da Belo Monte baraj
projeleri nedeniyle yerinden edilen topluluklar kentin kıyısında sağlıksız
koşullarda yaşamaya ve çalışmaya mahkûm ediliyor. Yüzyıllardır kolektif emek
ile küçük çapta tarım ve hayvancılık yaparak geçinen kadınların, ailelerinin
gündelik geçimini sağlarken endüstriyel şirketlerin sağlıksız gıdalarını
tüketmekten başka şansı kalmıyor, toprakla bağı koparılan kadınlar tüketici
haline getirilerek piyasaya entegre ediliyor. Akarsuların, toprakların,
mevsimlerin, inanç ve geleneğin hala önemli bir parçasını meydana getirdiği kültürler,
yerli halkların yerinden edilmesi nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı
karşıya. Ekofeminist Vandana Shiva, piyasa ve kalkınma adı verilen modern
yaratılış mitinin, doğanın, kadınların ve Üçüncü Dünya’nın feda edilmesine
dayandığını vurgular. Günümüzde gelinen nokta bu kesimlerin yoksullaşmasının
ötesinde, sanayi ve ticaret alanına dahil edilemeyen tüm kültürlerin tamamen
gözden çıkarılmasıdır. Küresel şirketlerin tohum patentleme süreçleri ile
kadınların bin yıllardır tohum saklama, nesilden nesile geçen doğa bilgisi ve
yöntemlerle üretimdeki dişil soykütüğü oluşturma pratikleri, üretimden gelen
güçleri, eyleyicilikleri ortadan kaldırılıyor. Kapitalizm sadece doğanın
armağanları olan kaynaklara değil, doğa ile kurulan yaşamsal bağa da el koyuyor.
Ekofeminizmin temel savı kadın ve doğanın aynı sömürünün kurbanı olduğu, akıl ve medeniyetin alanından dışlanarak daha alt bir seviyede konumlandırıldığı böylelikle tahakküm altına alınmalarının, metalaştırılmalarının normalleştirildiğidir.
Doğanın
ve Dişi Bedenin Sömürülmesi
Ekofeminizmin
temel savı kadın ve doğanın aynı sömürünün kurbanı olduğu, akıl ve medeniyetin
alanından dışlanarak daha alt bir seviyede konumlandırıldığı böylelikle
tahakküm altına alınmalarının, metalaştırılmalarının normalleştirildiğidir.
70’lerde bu konu tartışılmaya başlandığından beri radikal ekofeministler içinde
farklı yaklaşımlar mevcut. Derin ekolojiye yaklaşan ve Toprak Ana Gaia mitinden
beslenen, kadınların doğaya yakınlığının dişilikten kaynaklandığını öne süren
özcü yaklaşımlar tahakkümün toplumsal katmanlarını göz ardı ederek dünyayı
kurtarmanın yolunun içsel keşif ve doğayla bağların hatırlanması, doğanın
insandan bağımsız değerinin takdir edilmesinden geçtiğini iddia eder. Küresel
kapitalizmin bu içsel keşif yolculuğunda kadınlara eşlik edip etmeyeceği sorusu
bir yana, dişiliğe yüklenen “doğaya en yakın” olma özelliği Antik Yunan’dan
beri tekrar edilen “kültürün ve aklın ötekisi olan, denetim altında tutulacak
ve sömürülecek doğa/kadın” anlatısına hizmet eder. Bu özcü yaklaşımlar
ırkçılık, militarizm, sömürgecilik, yoksulluk, emperyalizm gibi hayati
meseleleri görmezden gelerek “besleyip büyüten anne” rolünü kadınlara bir kez
daha dayatma riskini taşır.
Juan
Martinez Alier, Arundhati Roy, Ramachandra Guha gibi ekolojik adalet ve yoksulların
çevreciliği alanının önemli araştırmacıları, yoksul halk kesimlerinin özsel
olarak çevreci olmadıklarını, geçim kaynağı ve yaşam alanı olarak doğaya
bağımlılıklarının bilincinde olmaları nedeniyle dev şirketler ve doğa
arasındaki bir anlaşmazlıkta doğayı korumayı seçtiklerini vurgular. Ekofeminist
Vandana Shiva da benzer şekilde Chipko hareketi gibi kadınların önderlik ettiği
doğa koruma mücadelelerinde Kuzey-Güney ayrımı yapar. En temel ihtiyaçları için
doğanın kaynaklarına ihtiyaç duyan Güney ülkeleri kadınları sadece tinsel bir
bağ, özden gelen bir yakınlık, bilinçli bir ekomerkezcilik nedeniyle değil,
gündelik yaşamlarını sürdürebilmek için ağaçları, su kaynaklarını ve toprağı
küresel kapitalizmin sömürüsünden korumak zorundadırlar.
Gezegeni
yok olmanın eşiğine getiren sorunları tanımlarken, dişi bedenin sömürülmesini,
erkek ile kadın arasındaki biyolojik farklılıkları görmezden gelmeden tahakküm
ilişkilerinin toplumsal inşa süreçlerini hesaba katan bir ekofeminizme
ihtiyacımız var. Kadını biyolojisinden ya da toplumsallığından birini seçerek özgürleşmeye
çağırmak bizi özcülüğe, yaratılışçılığa ya da mekanik, boş bir kabuk olarak
beden algısına, yani ikili karşıtlıkları yeniden üretmeye götürür. Ekosistemi
akıldışı bir mistisizmle kuşatmak ya da insan faydası için var olan ruhsuz bir
mekanizma olarak görmekle aynı kaynaktan beslenen düalist bir dünya görüşüdür
bu. Doğanın ve kadının sömürüsünün kaynağı biyolojik var oluşlarında değil bu oluşa
binlerce yıldır yüklenen pasiflik, akıl dışılık gibi değerlerde, toplumsal
inşalardadır.
Her
savaşta petrolün, madenin, toprağın yanında kadın bedeninin de ganimet olarak
sömürülmesinde doğa ile kadının metalaştırılmasının sonucunu görüyoruz. Çin’de
kız çocukların ayaklarının bağlanmasından Viktoryen Dönem korselerine, yerli
kadınların zorla kısırlaştırılmasından günümüz estetik cerrahisine kadar
tahakküm pratiklerinin üzerinde uygulandığı kadın bedeni ile atıklarla
zehirlenen, kaynakları yağmalanan doğa aynı sömürgeci sistemin kurbanlarıdır.
Dişi beden ve doğa birbirine dönüştürülerek, logostan dışlanarak
köleleştirilir. Ekosistemi kurtarmanın, sömürü ve yağmanın olmadığı bir sistem
için mücadele etmenin yolu sorunları şekilsiz ve teşhis edilemez bir hale
getirmek değil. Irk görmeden ırkçılığı görmenin mümkün olmaması gibi, cinsiyeti
görmeden cinsiyetçi sömürüyle mücadele edilmesi mümkün olamaz.
Distopyen
Kurgular ve Ekofeminist Devrim
Val Plumwood’un belirttiği gibi, Antik Yunan filozoflarından beri yoğunlaşarak devam eden erkek aklın ve ‘rasyonel’ düşüncenin kutsanması insanlığı en irrasyonel sonuca, ekosisteme verdiği hasar nedeniyle diğer türlerle birlikte kendi türünü de yok ettiği noktaya getirdi. Kadınlar ve doğa üzerindeki erkek tahakkümü gücünü erkek merkezli dinlerden ve bilimden alarak her köşesinde savaşların ve sömürünün hüküm sürdüğü küresel bir sermaye imparatorluğu yarattı. Küresel çapta sağın ve militarizmin yükselişi ile doğa ve kadın düşmanlığı el ele gidiyor. Distopyen anlatılarda totaliter devletler, mülteci düşmanlığı, militarizm, kadınların köleleştirilmesi ve ekosistemin çöküşü arasındaki bağ ortaya seriliyor. Bu popüler metinlerde kimyasallar, hastalıklar ve savaşlar nedeniyle çocuklar doğmuyor ya da sağlıksız doğuyor. Ekofeministlerin vurguladığı gibi kadınlar ve doğa benzer biçimde köleleştiriliyor. Hamile kalabilen kadınlar günümüz endüstriyel hayvancılığına benzer şekilde zorla dölleniyor, doğurtuluyor, yavrularına ve sütlerine el konuluyor. Mevcut gerçekliğimize baktığımızda mahşer sonrası senaryolarında zehirli atmosfer, su savaşları, besin kıtlığı yanında damızlık köleler haline getirilmiş, bedenlerine ve toplumsallıklarına el konulmuş kadınların yer alması tesadüf değil.
Hint
asıllı yönetmen Deepa Mehta, Leila’da yağmur yerine balçık yağan ve çöp
dağlarından mahşeri dumanlar yükselen, kastlara göre yüksek duvarlarla bölünen
bir ülkeyi anlatır. Su ve besin kıtlığı yaşanan ülkede toplumun en alt sınıfı
olan Doosh’ların su kullanması yasaklanmıştır. Kamera varoşlarda dolaşırken
duvarlarda “Kimin ilerlemesi?”, “Siz ilerledikçe biz yanıyoruz” yazıları göze
çarpar. Farklı kastlardan insanların melez çocuklarına devlet el koyar,
kadınlara zorla kürtaj yapılır. Biyoiktidar üremeyi ulusun zenginliği olarak
işe koşarken ulusun kimleri besleyeceği sorusunu yani kimlerin zenginlik,
kimlerin yük olduğu sorusunu da sorar. Margaret Atwood’un ünlü eseri Damızlık
Kızın Öyküsü’nde zehirlenmiş bir dünyada doğurganlığını koruyan kadınların
üst rütbeli erkelerin soyunu devam ettirmek için sistematik tecavüze maruz
bırakıldığı, bu ulusal zenginliğin başka ülkelere damızlık olarak ihraç
edildiği kadın cehennemini okuruz. Tüm bu gelecek vizyonlarında politik ve
ekonomik krizler, su ve besin kıtlığı kadınların yasal haklarına el koymanın
‘gerekçesini’ oluşturur. Çalışmalarının yasaklanması, hesaplarına el konulması
ve erkek vasiler atanması gibi hak gasplarının ardından kadınların tamamen
bedene indirgenerek damızlık kölelere dönüştürülmesi gerçekleşir.
George
Miller’ın post-apokaliptik filmi Mad Max: Fury Road petrol savaşlarının
ardından su savaşları ve nükleer savaş yaşanmış bir dünyada geçer. İnsan
ömrünün kısaldığı, çocukların hastalıklı ve sakat doğduğu çöle dönmüş bu
dünyada savaşan emperyalist devletlerden geriye yağmacı kabileler, yamyam
çeteler kalmıştır. Ölümsüz Joe adlı liderin kabilesi, yakaladıkları erkekleri
damgalayıp kan torbası olarak kafeslerde tasmalı halde tutarken, bekaret kemeri
takılmış kadınları “Joe’nun damızlıkları” olarak dev bir kasaya kilitler,
sütlerini sağıp depolar. Joe’nun barbar imparatorluğunda erkeklerin görevi
savaş çocuğu (nux) olup öldürmek ve ölmek, kadınlarınki ise yeni savaş
çocukları doğurmaktır. Valhalla’nın onları beklediğine inanan ve Joe uğruna
ölmek için yarışırken “bana şahit olun” diye bağıran nuxlar, militarizmi saran
halenin şahitlik, şehitlik, cennet gibi mistik kavramlarla nasıl örüldüğünü gösterir.
Kanı, yavrusu, sütü zorla elinden alınan kurbanlar günümüz emperyalist
barbarlığının varacağı gelecekteki ilkel barbarlığa dair bir vizyon sunmakla
kalmaz, taşıyıcı annelikten endüstriyel hayvancılığa kadar günümüz insan ve
hayvan sömürüsünün nasıl işlediğini gösterir. Perdede izlediğimiz bu dünya size
çok gerçek dışı geldiyse bir kez daha düşünmenizi öneririm: Suriye’de IŞİD,
Uganda’da Lords Resistance Army, Nijerya’da Boko Haram gibi radikal dinci
örgütlerin cennet vaadedilmiş militanları, örgüte üye doğurması için kaçırılıp
tecavüz edilen kadınlar, bu kadınları kendi aralarında alıp satanlar şu anda ve
bu dünyada.
Filmin
kahramanı Furiosa kadınları kurtarıp küçük bir kızken yaşadığı Yeşil Bölge’ye,
“Nice Anneler” denilen kadın topluluğuna götürmeye çalışır. Kadınların kaçarken
duvarlara yazdıkları sözler film boyunca tekrarlanır: “Bebeklerimiz savaş lordu
olmayacak!” “Dünyayı kim öldürdü?” Hamile kadınların güven içinde doğum
yapabilecekleri, “Nice Anneler”in sakladığı tohumları ekebilecekleri bir yer
arayan Furiosa ve genç kadınların kaçışına Max de katılır. Bu çatışma ve
kayıplarla geçen yolculuğun temsil ettiği mücadele, yönünü ve yuvasını kaybetmiş
insanlığın yeni bir yuva arayışıdır.
Film
dünyayı kimin öldürdüğü sorusunun cevabını vermekle kalmaz, kimin kurtaracağını
da gösterir. Sadece sömürüyü ifşa etme değil, dişil bir soy kütüğü oluşturma ve
ekofeminist bir vizyon sunma biçimi de önemlidir. Yaşlı kadının yıllardır
koruduğu tohum çantasını ölmeden önce hamile bir genç kadına emanet etmesi,
Max’in Ölümsüz Joe’yu öldürerek Hisar’a çıkan kadınları kalabalıkla birlikte
izlemesi, ancak yukarı onlarla birlikte çıkmaması, Joe’nun el koyduğu suyun kayalıklardan
aşağıda bekleyen kalabalık üzerine akması kadınların inşa edeceği geleceğin
herkes için yeşil, barışçıl ve adil olacağını anlatır.
Hala
kadınların kaç çocuğu hangi yöntemle doğuracağı hükümetler tarafından tartışma
konusu edilebiliyorsa dişi bedenin tahakkümün merkezinde olduğu açıktır. Kadınlar
ucuz işgücü, asker, yurttaş doğurup yetiştirmeleri için baskı altına alınır. Kadının
bedeni ücretsiz emek, haz nesnesi, ganimet olarak sömürülürken tıpkı doğa gibi
itaatkâr ve verici olması beklenir. Bu beklentilerle dolu değer sistemi
biyolojik cinsiyetin bir sonucu değil, erkek egemen sistemin inşa ettiği
toplumsal cinsiyetin yansımasıdır. Bu sistemle mücadele etmek için yapılması
gereken biyolojik gerçeği reddetmek değil, üzerine inşa edilen değerler
sistemini ortadan kaldırmaktır. Militarizmin, ırkçılığın, kadın düşmanlığının
ve ekosistemin yağmalanmasının iç içe geçmiş bir çıkarlar sistemini beslediğini
aklımızda tutarak tüm ekosistem sakinleri için daha yeşil bir feminizm ve daha
feminist bir ekoloji mücadelesine hemen şimdi ihtiyacımız var. Biyolojik
gerçeği de toplumsal inşa süreçlerini de inkâr etmeden anti-kapitalist,
anti-faşist ve ekomerkezci bir politika sadece kadınları değil, tüm ekosistem
sakinlerini kurtaracaktır. Ancak bu kez üzerimize yüklenen gezegenin fedakâr
anneleri rolünü bir kenara bırakalım, taleplerimizi yeşil bir devrimden sonraya
ertelemeyelim. Mücadelenin destekçileri değil mücadele edenleriz biz. Yeşil bir
devrim için ortadan kaldırılması gereken tüm sömürü ve şiddet biçimlerine içkin
olan kadın düşmanlığı devrimden sonra çözülecek bir semptom değil, hastalığın
kendisi ve devrimin önündeki en büyük engellerden biridir.
Popüler sinemanın çelişkili biçimde de olsa mevcut sistemin devamı halinde insanlığın sağlıklı bir çevrede yaşamasının mümkün olmadığı, ekolojik krizin önlenmesinin en önemli koşulunun sistemi değiştirmek olduğunu vurgulaması azımsanamayacak kadar önemlidir.
İnsan toplumunun doğadan kopuşu yüzlerce yıl
önce başlamış, insanmerkezci dinsel inanışlar, felsefe, bilim ve siyasetteki
dönüşümler bu süreci hızlandırarak medeniyetin ve ilerlemenin doğaya hükmetmek
olarak algılanması sürecini desteklemiştir. Endüstriyel Devrim ile bu zihinsel
sürecin teknik yönü tamamlanmış, ekosistemin bir parçası olduğunu unutan insan
türünün doğada neden olduğu yıkım küresel kapitalizm tarafından yağmalanan ve
zehirlenen tüm gezegenin sağlığını tehdit eder hale gelmiştir.
İnsan medeniyetinin doğayı kendi amaçları için
tahakküm altına alan, doğal varlıklara faydacı yaklaşan ve sömüren eylemlerin
kaynağı, kültür ile doğayı mutlak biçimde birbirine karşıt olarak gören düalist
düşünce biçiminin sonucudur. Doğanın kültür içinde tanımlanma biçimi
algılarımızı belirlemekte, somut eylemlerimizi de bu algılar şekillendirmektedir.
Ekososyalist Manifesto’nun yazarlarından Michael Löwy’nin de hatırlattığı gibi,
doğa, insan kültürünün tanımlamaları olmadan varlığını sürdürebilir, ancak
bizim için dil ve kültür dolayımında anlam taşır. Anlamak, etik bir ilişki
oluşturmak için doğayı sözcüklerle, görüntülerle, seslerle ifade etmemiz
gerekir. Çevre etiği alanındaki en önemli yazarlardan olan Aldo Leopold’un
“toprak etiği” kavramı da insanın ancak görebildiği şeylere karşı etik
olabileceğini vurgular. Bu nedenle ekolojik yıkımın önüne geçmek için öncelikle
kültürün öğeleri ele alınmalı, insanmerkezci bakışı normalleştiren kavramlar
sorgulanmalı, yeni kavramlar ve yaklaşımlar oluşturulmalıdır.
İnsan da diğer canlılar gibi ekosistemin bir
üyesidir. Varlığı ve refahı, ekosistemdeki diğer varlıklarla karşılıklı uyum
içinde yaşamasına bağlıdır. İnsan kültürünü doğadan kopuş ve onu kontrol etmek
üzerine kurmak, kültür ve doğa arasındaki etkileşimi göz ardı etmek anlamına
gelir. İnsan kültürü her aşamada doğanın şartlarından etkilenerek biçimlenmiş,
doğal evrim ile birlikte kültür de gelişmiştir. İnsan medeniyetinin gelişmişlik
ölçütü doğadan ayrı ve onun üzerinde tahakküm kurması değil, ekosistemin bir
parçası olduğunu unutmadan tüm türler için sürdürülebilir bir yaşam inşa
etmesidir. Bunun için de öncelikle kültürde doğaya dair yanlış tanımlamalar ve
algılar değiştirilmeli, insanmerkezli kültürden ekomerkezli bir kültüre
geçilmelidir.
Ekonomik ve politik sistemleri dönüştürmeden, bireysel suç ve sorumluluk ile günümüzde karşı karşıya kaldığımız ekolojik sorunların çözülmesi mümkün değildir. Yakın zamanda Dünya Bankası ve IMF suyun hak mı ihtiyaç mı olduğu konusundaki tartışmalarda suyun “ihtiyaç” yani iktisadın konusu olan, alınıp satılan bir meta olduğu fikrini desteklemiştir. Tohumların belli şirketlere patentlenme çalışmaları ile birlikte, uzak olmayan bir gelecekte dünyanın tüm su kaynakları ve tarım ürünleri birkaç küresel şirketin tekelinde olacak gibi görünmektedir. Bu gelişmelerin yaşandığı ekonomik-politik bir zeminde ekolojik sorunları çevresel adalet zemininden çıkararak bireysel dönüşüm üzerinden tartışmak çözümden uzaklaşmak anlamına gelir. Sürekli büyümeye dayanan mevcut ekonomik sistem içinde kalındığı sürece ayrıcalıklı azınlığın sonsuz üretim/tüketim döngüsünü beslemek için halkların ve ekosistemin tüm varlıklarının sömürülmesine engel olunamaz. Yapılması gereken “yeşil bir piyasa” yaratarak kapitalizme yeni pazarlar açmak değil ekolojik limitlere saygılı ve tüm insanlar için adil yaşam koşulları sağlayan bir sistem kurarak kapitalist sistemi tamamen ortadan kaldırmaktır.
Teknoloji ve bilime duyulan güvenin yerini bunların yanlış ve kötücül kullanımının sonuçlarının sorgulanması almış, barbarlık ve modernlik tanımları tartışmaya açık hale getirilmiştir.
Bilimkurgunun
Yıkıcılığı: Başka Bir Dünya Mümkün!
Bilimkurgu sineması, günümüzün kaygılarını,
korkularını başka bir zaman ve mekana taşıyarak olası felaketleri ya da çözüm
yollarını önermesi bağlamında ekolojik meselelerin algılanmasına katkı
sağlayabilme potansiyeline sahiptir. Kıyamet ve kıtlık senaryoları insan türünün felaket
karşısında ya da kaynakların sadece bir grup insana yeteceğine inandıkları
zaman halkın belli bir kısmını “insan olmayan öteki” olarak görme eğilimini ele
alan filmlerdir. Snowpiercer, Elysium, Açlık Oyunları, Mad Max gibi distopyan bilimkurgu filmler, ekolojik
mahşer sonrası bir dünyada kıt kaynakların sosyal ve çevresel adalet ekseninde
nasıl bir baskı ve denetim mekanizması haline geleceğine dair endişelerin dile
getirildiği popüler kültür metinleridir.
Jay Telotte
geleneksel Hollywood sineması içinde, ekolojik ve sosyal meselelerden biçimsel
olarak ve tarihsel bağlam içinde en çok etkilenen türün bilimkurgu olduğunu
belirtmiştir. Bilimkurgu teknoloji ve insanlığın karşılıklı etkileşim halinde
olduğu, birbirlerini ölçüp biçtikleri özel bir tür alanı paranteze almaktadır.
Pek az şey
bir çağın umutlarını, dileklerini, korkularını, içsel gerilimlerini bilimkurgu
kadar keskin biçimde açığa vurabilir ya da sınırlılıklarını böyle bir
kesinlikle tanımlayabilir. Bilimkurgu filmleri, Brereton’un vurguladığı gibi,
doğaları gereği içinde yaşadığımız ve kesin olarak kabul ettiğimiz dünyayı
sorgulama eğilimindedir. Bu filmlerde işlenen fikirler çoğunlukla hayal ürünü
olmasına rağmen, çarpıtılmış ve bazen iyi işlenmemiş olsa da bizi bekleyen
gelecek hakkında spekülatif şekilde düşünme teşebbüslerini temsil eder.
Tanınmış fantezi ve bilimkurgu yazarı Ursula K. Le Guin, bu türlerin özünde okuyucunun mevcut dünyasına alternatifler sunduğunu vurgular. Yazara göre fantezi ve bilimkurgunun önemi kesin ve belirlenmiş bir iyileşme umudu sunmasından ziyade hayal ürünü olan, ama ikna edici bir alternatif gerçeklik önermesindedir. Mevcut koşulların, yaşam biçiminin tek seçenek olmadığını göstererek daha cesur düşünmemize yardım eder. Adaletsiz düzenin devam etmesine, sorgulanmamasına izin veren şey bizim yaşamanın yeni yolları düşünmek konusundaki tembelliğimiz ve ürkekliğimizdir.
Filmler ekomerkezli bir bakış açısı ile ele
alındığında mevcut gerçeklikten yola çıkan, geleceğe yönelik öngörüler ve
sorular çıkar karşımıza: Başka bir gezegende, başka bir zamanda, başka bir
teknoloji ile yaşayan canlıları düşündüğümüzde onları nasıl tasvir ediyoruz?
Gelecekte insan medeniyetini, ekosistemi, doğa ve kültür arasındaki ilişkiyi
nerede, hangi biçimde görüyoruz? Geleceğe dair vizyonumuzda düşleyebildiğimiz
en güzel yaşam ve en kötü yaşam nasıldır? Bugünkü kültürümüz, mevcut ekolojik
koşullar, teknolojik gelişmeler, sosyal sistemler ışığında baktığımızda
gelecekteki “cennet”i ve “cehennem”i nasıl anlatırız? “Cennet” ve “cehennem”e
dair beklentilerimizin ve korkularımızın filmlerdeki temsilleri bize günümüze
dair neler söyler, algılarımızı ve buna bağlı olarak eylemliliğimizi nasıl
değiştirir?
Teknolojinin geldiği aşamada sömürü ve yıkıma
dayalı insan medeniyetinin doğayı mutlak biçimde ortadan kaldıracağı algısı Avatar, Açlık Oyunları, Elysium, Mad Max,
Snowpiercer gibi bilimkurgu filmlerde ön plandadır. Bu noktada gelecek
vizyonu, başka zaman, başka mekân tasavvurlarından oluşan bilimkurgunun tür
olarak önemi ortaya çıkmaktadır. Bilimkurgu, aslında bugün ve burasıdır. Mevcut
gerçekliğimizi ifade etmek için gelecekte bir evren kurarken kültürel,
toplumsal, politik ve ekonomik koşullardan yola çıkılır.
Söz konusu bilimkurgu filmler, gelecekteki
ekolojik felaketler üzerine kurulmuş anlatılar olmakla birlikte, yeni dönemde
kıyamet senaryosu filmlerinde sorunun ve çözüm yollarının teknolojik boyutundan
çok –ya da bununla birlikte- sınıfsal gelecek vizyonları öykünün odağında
işlenmiştir. Ayrıca ekolojik sorunların kaynaklarının çok boyutlu, karmaşık ve
birbirini zincirleme reaksiyonlar halinde güçlendiren etkileri olduğu
vurgulanmaktadır. Beklenmedik bir anda gerçekleşen, ani ve görsel niteliğe
sahip olan felaketlerin (meteor, sel, dönüşüme uğramış vahşi hayvanlar vb) ve
bunların ileri teknolojiler ve kahramanın cesareti sayesinde üstesinden
gelinmesi öykülerinin yerini şirketlerin, hükümetlerin açgözlülüğü veya
ihmalkarlığı nedeniyle sürecin yıllara yayılan, birbirini tetikleyen ve giderek
artan etkisine daha fazla yer veren filmler almaktadır.
Snowpiercer,
küresel ısınmaya çare olması için bulunan
teknolojik çözümün tüm dünyayı buzullarla kaplı hale getirdiği bir gelecekte
geçer. Dünyayı buz kaplarken neredeyse tüm canlılar yok olur ve sağ kalan
insanlar donmamak için sürekli hareket eden bir trende yaşamlarını
sürdürmektedir. Trenin ön kompartımanlarında zenginler için canlı hayvan ve
bitki türleriyle “doğal” hale getirilmiş bolluk içinde bir yaşam sağlanırken yoksullar
en arka kompartımanda açlık ve sefalet içinde hayatta kalmaya çalışır. Trenin
kontrolünü ele geçirmeye çalışan alt sınıftan isyancılar lokomotife
ulaştıklarında trenin mucidi ve sürücüsü olan Wilford’ın kendilerini
beklediğini görürler. Yaşlandığı için yeni bir sürücüye ihtiyaç duyan Wilford
isyanı kendisi teşvik etmiştir. Bu sırada ölenler trendeki “aşırı nüfus”tur ve
ölümleri ile nüfus yeniden dengelenmiştir. Alt sınıftan küçük çocukları trenin
bozulan parçaları yerine işlev görmeleri için kullanarak lokomotifin/sistemin
bir parçası haline getiren Wilford’a göre tren tüm bir ekosistemdir. Sınıf
sistemi ve zayıfların yok olduğu bir hiyerarşik ekosistem tasvir eden Wilford,
isyancıların liderinden yeni sürücü olmasını ister. Sürücü kim olursa olsun
trende kaldıkları sürece adaletsiz sistemin devam edeceğini anlayan isyancılar
adaletsiz bir yaşam yerine buzlarla kaplı ölmüş dünyada hayatta kalmayı
denemeye karar verip treni raydan çıkarırlar. Filmin karanlık tonuna rağmen
final sahnesinde geleceğe yönelik umut yeşertilir. Trenden inenler buzullar
arasında dolaşan bir kutup ayısı görürler. Dünya kendini onarmaya, yeniden
canlanmaya başlamıştır.
Elysium filminde dünyada artan kirlilik, canlıları zehirleyen gazlar, kıtlık ve aşırı nüfus yüzünden seçkinler Elysium adlı uyduda yeni bir yaşam kurmuşlardır. Üst sınıflar bu yeni “cennet”te yeşil bahçeler içinde hastalık ve yaşlılığın olmadığı bir hayat sürerken alt sınıflar dünyada hastalık, sakatlık, yoksulluk ile mücadele etmeye çalışırlar. Elysium’da her evde bulunan sağlık biriminde tüm hastalıklar tek bir cihazla tedavi edilirken alt sınıfların uyduya girişi yasaktır. Çeteler, Üçüncü dünya ülkelerinden Avrupa’ya kaçmaya çalışan mültecileri taşıyan günümüz insan kaçakçıları gibi, yüksek fiyatlar karşılığında hastaları yasadışı olarak Elysium’a taşırlar. Dünyayı zehirleyerek yaşanılmaz hale getiren dev şirketler ve üst sınıflar kendilerine ileri teknoloji sayesinde yeni bir yaşam kurmuştur ancak açlık ve hastalık alt sınıflar için kaçınılmazdır. Teknolojik ilerleme, gelişme gerçekten gelecekte gezegenimizi kurtaracak mı, yoksa sınıflı toplum ve sermayenin iktidarı devam ettiği sürece ekolojik yıkımın bedelini alt sınıflar mı ödeyecek? Filmin sonunda kahramanın kendi hayatı pahasına, alt sınıfları uydudan uzak tutan, bedenlerine işlenmiş olan sınıfsal kodları okuyan yazılımı ortadan kaldırılması ile adil bir yaşam umudu doğar.
Sınıflı toplum, adaletsizlik, sömürü devam ettiği sürece yeni bir gezegende bir cennet yaratılsa bile, bu cennetin kimler için olacağı sorusu cevap beklemektedir.
Christopher Nolan’ın 2014’te gösterime giren
filmi Interstellar, ekinlerin
küflenip yok olduğu, toz tabakasının atmosferi kapladığı, oksijenin azaldığı,
teknolojinin finanse edilemediği için ortadan kalktığı distopyen bir gelecekte
geçer. İnsanlığın devamı için yaşam koşulları uygun bir gezegen bulma çabasını
anlatan filmin sonunda Satürn yörüngesine yerleştirilen uydularda Amerikan
kırsalına benzeyen, tek katlı evler ve mısır tarlalarının uzandığı yeşil bir
yaşam kurulmuştur. Geleneksel Amerikan arazi yaşamını yeniden inşa etmesinin,
yeşil çayırlar ve beyzbol oynayan genç kuşakların olumlu mesajının yanında Elysium filmindeki gibi Dünya’yı
kaybedersek yeni bir gezegen bulamayacağımız da hatırlatılmış, bu yeni yaşam
uyduda kurulmuştur.
Teknoloji ve bilime duyulan güvenin yerini
bunların yanlış ve kötücül kullanımının sonuçlarının sorgulanması almış,
barbarlık ve modernlik tanımları tartışmaya açık hale getirilmiştir. Avatar’da doğa ile uyum içinde yaşayan
“vahşi”leri katleden, gezegeni yağmalayan, gelişmiş teknolojiye sahip “modern”
toplumdur. Açlık Oyunları’nda teknolojinin en gelişkin halinin barbarlık için
kullanıldığını, yüzyıllar öncesindeki gibi ilkel gladyatör oyunları ve kamuya
açık infaz uygulamalarının gözetim/denetim teknolojileri sayesinde daha vahşi
biçimde sürdürüldüğü bir ülke tasvir edilir. Avatar’da Pandora gezegeni bir kayıp cennet tasavvuru ise bu
cenneti yok eden insan türünün açgözlülüğü ve doğadan kopuk yaşam biçimidir.
Ordu-şirket ortaklıkları Dünya gezegenini yaşanılmaz hale getirdikten sonra
teknolojinin de yardımıyla başka gezegenleri yağmalamaya başlamıştır.
Bu filmlerde ekolojik sorunların
karmaşıklığının daha fazla yer bulması, teknolojik çözümlerin sosyal sorunlar
çözülmeden “herkese” faydalı olmayacağı (Elysium,
Hunger Games), siyaset-sermaye-ordu suç ortaklığı devam ettikçe ekolojik
yıkımın başka bir gezegende bile kaçınılmaz olduğu (Avatar), doğanın yıkımına neden olan teknolojinin sistem
değişmeden o sorunları çözmekte tek başına yeterli olmayacağı (Snowpiercer), işgalci uzaylı (Independence Day) stereotipinin insan
açgözlülüğü karşısında mülteci durumuna düştüğü (Avatar, District 9) anlatıları yaygınlaşmıştır.
Son yıllarda giderek artan sayıda bilimkurgu
filmi, radikal ekolojik hareketlerin de ısrarla ortaya koydukları gibi, mevcut
sistem içinde kalındığı sürece ekolojik yıkımı, sosyal ve çevresel
adaletsizliği ortadan kaldırmanın imkansız olduğunu ortaya koyar. Ekolojik
çöküşün kaynağı gibi çözümü de politiktir. Popüler sinemanın çelişkili biçimde
de olsa mevcut sistemin devamı halinde insanlığın sağlıklı bir çevrede
yaşamasının mümkün olmadığı, ekolojik krizin önlenmesinin en önemli koşulunun
sistemi değiştirmek olduğunu vurgulaması azımsanamayacak kadar önemlidir.
Ekosistemin işleyişini ve insanın ekosistemin
bir parçası olduğunu anlamadan, bu işleyişe saygı göstermeden, tüketime dayalı,
sınıflı, cinsiyetçi ve sömürgeci bir kapitalist sistemin ortadan kaldırılması
mümkün değildir. Bir ekolojik kıyametin ardından hangi toplumsal sınıflara ne
olacaktır? Bu filmlerde besin kıtlığı, zehirlenmiş atmosfer, kimyasal atıklarla
kirlenmiş toprak tüm sınıfları aynı şiddette etkilememektedir. Teknolojide
yaşanan gelişmelerin kime faydası olacaktır? Son yıllarda ekolojik yıkımı ele
alan popüler filmlerde öncelikle sınıflı toplum yapısının, mevcut adaletsiz
sistemin ortadan kaldırılması gerektiğine yapılan vurgu dikkat çekmektedir.
Sosyal ve çevresel adalet, ekoeleştirinin en canlı kollarından biridir ve
ekolojik yıkıma da neden olan sistemin temel sorunlarını net biçimde ortaya
koymaktadır. Sınıflı toplum, adaletsizlik, sömürü devam ettiği sürece yeni bir
gezegende bir cennet yaratılsa bile, bu cennetin kimler için olacağı sorusu
cevap beklemektedir. Karanlık ve umutsuz tonda başlayan bu filmler, doğrudan
mevcut sistemi yıkmaya yönelik eylemlerin gerçekleştirilmesi ile kurtuluşun
mümkün olabileceğini ortaya koyarak geleceğe yönelik umudu besleyen mesajlarla
sona ereler. Treni raydan çıkarmadan, kubbeyi yıkmadan, işgalciyi kovmadan,
insanları eşit gören bir toplumsal sistemin inşasına soyunmadan ekosistemle
uyumlu, çevresel adaletin sağlandığı bir sistem kurulamaz.
Kapitalist sistemin rahipleri liberal aydınlar bir süredir
panikte. 1789’da açılan ve insanlığın başına türlü belalar getiren
aşağıdakilerin siyaseti parantezinin 1991’de bir daha açılmamacasına kapandığını
ilan edip, zafer şarkılarıyla sarhoş olmuşlarken, kendilerini Marx’ın haklı
olup olmadığı tartışmalarının içerisinde buldular. Kapitalizmin yapısal
krizlere mahkum olduğunu söyleyen Marx’ın bu görüşleri 2008 krizinin yıkıcılığı
ile bir kez daha hatırlandığında, bu krizin sorumlusunun tedbirsiz ve
düşüncesizce yönetilen finans sistemi olduğunda ısrar ettiler. Oysa, bu kriz
tam da kapitalizmin gelişim yasaları tarafından tetiklenen ve kaçınılmaz bir
krizdi. Üstelik Bertell Ollman’ın ifade ettiği gibi[1], kapitalizm sürekli benzer
tip krizlerle karşılaşıp, bunları benzer yöntemlerle aşabilecek bir kapasiteye
de sahip değildi. 1929 krizini 60 milyon insanın hayatına mal olan kanlı bir
savaşla, 70’ler krizini ağır neoliberal düzenlemelerle aşabilen uluslararası
kapitalist sistem, on seneyi aşkın bir zamandır belini doğrultmaya çalışıyor.
Tam her şey düzeliyor derken, Şili’den Irak’a, Lübnan’dan Ekvator’a yüzbinlerce
insan yaşamlarını neoliberal tasalluttan kurtarmak için sokaklara çıkıyor,
ayaklanarak hükümetleri deviriyor. Sanayi üretiminin yoğunlaştığı Asya ve Güney
ülkelerinde işçiler ağır sömürü koşullarına karşı isyanı yavaş yavaş demlendirirken[2], sanayisizleşme ile
birlikte işsiz kalan Batılı işçi sınıfı, aşırı sağa ve ırkçılığa teslim oluyor[3]. Komünizmin tarihten
silindiği ilan edilmişken, ondan çok daha önce selası okunan faşizmin geri
gelebileceğinden ciddi şekilde bahsediliyor. Siyasetsiz bir siyaset alanı
arzulayanlar, siyasetin bu sert geri dönüşünü anlamlandırmaya çalışıyor.
II
“Endüstri sonrası toplum”, “enformasyon toplumu” vb.
isimlerle yaldızlanan teknoloji kapitalizm birlikteliği, iddia edildiğinin
aksine insanlığa eşitlik ve özgürlük getirmedi. Teknolojinin kapitalist
işleyişe dahil olmasının ardından, en zengin ve en yoksul kesim arasındaki fark
her sene biraz daha arttı. Yeni teknolojiler, insanların daha az ve daha
huzurlu bir şekilde çalışması için değil daha etkili ve ucuz bir şekilde
sömürülmesi için seferber edildi. 1950 sonrası artan yüksek eğitim olanakları,
eğitimli ve kendisini geliştirmiş bireylerin sermaye karşısındaki pazarlık
gücünü arttırmaktan ziyade, eğitimini aldığı alanın güvencesizleştirilmesi
sonucu doğurdu. Ernest Mandel’in dediği gibi, “entelektüel emeğin
proleterleşmesi, bu emeğin uzmanlaşması, hatta küçük parçalara ayrılması,
sonuna kadar atomize edilmesi anlamına gelir. […] dilimlenmiş, parçalanmış,
içinde yer aldığı toplumsal faaliyetlere dair her türlü bütünsel görüşü
yitirmiş böylesi bir entelektüel emek olsa olsa yabancılaşmış bir emek
olabilir.”[4] Sırf bilişsel alanda
faaliyet gösterdiği için orta sınıf olarak anılan günümüz beyaz yakalı
emekçisi, mavi yakalı işçilerin koşullarından da kötü bir sömürü ortamında var
oluyor. Çalışma arkadaşlarıyla rekabet etmesi ve kendi kariyerini bir girişimci
olarak kurgulaması istenen bu emekçiler için sömürünün hediyesi depresyon ve
tükenmişlik hissi oluyor. Kariyer, yeni kapitalist söylemin kilit bir anahtarı
olarak sömürü mekanizmasının içselleştirilmesinde önemli bir rol oynuyor.
“Bir sanayi-sonrası toplumu temsil etmek bir yana, geç
kapitalizm… ekonominin tüm dallarının ilk kez tam olarak endüstrileştiği
dönemdir” diyor Mandel ve devam ediyor: “Teknolojinin her şeye kadir olduğu
inancı, geç kapitalizmde burjuva ideolojisinin özgül biçimidir. Bu ideoloji
mevcut toplumsal düzenin tüm kriz risklerini yavaş yavaş ortadan kaldırma, tüm
çelişkilerine teknik bir çözüm bulma, asi toplumsal sınıfları entegre etme ve
politik patlamalardan kaçınma yeteneği olduğunu iddia”[5] ediyor. Oysa tam tersine,
tam otomasyon ve insan emeğinin tasfiye edilmesi kapitalizme başka türlü
belalar olarak geri dönüyor. Tam da bu evrede, Marksist olmayan iktisatçılar
dahi sabit bir yurttaşlık geliri ve mirasın ortadan kaldırılması gibi radikal
önerilerde bulunuyor. Peter Frase’nin Dört
Gelecek[6] başlıklı kitabında
yaptığı gibi, kapitalizm sonrasına dair olumlu ve olumsuz kurgulara olan ilgi
artıyor. Bildiğimiz anlamda kapitalizm can çekişiyor. Gelecek, tüm insanlığın
yararına komünist bir kanalda mı, yoksa distopik bilimkurgulardan aşina
olduğumuz gibi bütün insanlığın feda edildiği bir zenginler kolonisine doğru mu
akacak sorusu ciddi şekilde tartışılıyor. Teknoloji alanı, sınıf mücadelesinin önemli
bir mevzisi haline geliyor.
III
Bir gelecek olacak mı? Bensaid’in sözleriyle “bir acil
durumla karşı karşıyayız: Güncel bağlam 70’li yıllardakinden de, İkinci Dünya
Savaşı’nı izleyen 30 yıllık dönemdekinden de daha yoğun.” Ekolojik yıkım,
insanlığın geleceğini tehdit ediyor. Çünkü: “doğa insanın ölmemek için, kendisi
ile sürekli bir süreç sürdürmesi gereken bedenidir. İnsanın fizik ve
entelektüel yaşamının doğaya sıkı sıkıya bağlı olduğunu söylemek, doğanın kendi
kendine sıkı sıkıya bağlı olduğunu söylemekten başka hiçbir anlama gelmez, çünkü
insan doğanın bir parçasıdır.”[7] Küresel ısınma başta olmak
üzere ekolojik sistemde görülen bozulmaların baş müsebbibi kapitalist
sistemdir. Kurdukları çevreci vakıflar aracılığıyla, emekçilerin elektrik ve su
tüketimi ile ilgili kampanyalar düzenleyerek, sorumluluğu tüm insanlığa yayma
çabasında olan sermayedarlar, daha fazla üretim ve daha fazla büyüme
hedefleriyle yok ettikleri kaynakları gözlerden gizlemek istiyorlar. Kovel’in vurguladığı gibi bu tip
“çevreci” kuruluşların kapitalizm içindeki rolü basitçe iki kavramla
açıklanabilir: siyasetsizleştirme ve rasyonalize etme.[8]
Kapitalistlerin dünyayı adım adım ölüme götüren faaliyetlerini rasyonalize
etmeye çalıştığı bir dönemde, Marksistlerin ekolojik mücadeleyi Post-Leninizm,
toplumsal hareketçilik veya kimlikçilik diyerek bir kenara bırakma lüksü
yoktur. Ekososyalist mücadele politik olduğu kadar ontolojik bir biçime de
sahiptir. Ekolojik yıkımın zararları insanlığa eşit olarak yansımadığı, emekçilerin
bu yıkımın sonuçlarından çok daha fazla etkileneceği açıkken bunu bir sınıf
mücadelesi olarak görmemek büyük bir hatadır. Zincirlerinden başka kaybedecek
bir şeyleri olmayanların, kazanacakları bir dünya ihtimaline ulaşabilmesi için
ekososyalizm kilit bir mücadele başlığıdır.
IV
Son dönem, Parazit filmiyle çokça konuşulan
yönetmen Bong Joon-ho’nun 2013 yapımı filmi Snowpiercer
küresel ısınmanın önlenemediği ve bütün dünyanın buza kestiği bir çağı anlatır.
Çok az insan hayatta kalmayı başarabilmiştir ve bu insanlar “son teknoloji” bir
trenin içerisinde yaşamaktadır. Tren sert bir kast sistemiyle vagonlara
ayrılmıştır. Lokomotifte lider otururken, ön vagonlarda varlık içinde
yaşayanlar, en arkada ise köle hayatı yaşayan alt sınıflar bulunur. Kolluk
güçleri, öğretmenler, yöneticiler trenin var olan sisteminin, sistemlerin en
iyisi olduğunu, bundan başka bir yaşamın hayal dahi edilemeyeceğini belleten
ideolojik memurlar olarak çalışır. Ancak bir gün isyan patlak verir ve isyanın
lideri Curtis, oldukça kanlı bir mücadelenin sonucunda lokomotife ulaştığında,
trenin kontrolünü ele almaktansa treni yok etmeyi ve dışarıda yeni bir yaşam
kurmayı tercih eder. Temel mesele, treni kimin yönettiği değil, trenin
varlığıdır. Tren bir felakete doğru doludizgin gitmese de, trenin hareket
halinde oluşu felaketin kendisidir. Devrim, kontrolü ele geçirmek değil, treni,
yani sistemi yok etmektir. Curtis imdat frenini çekmiştir.
Stalinist
tedrisatın birçoklarına bellettiği gibi, tarih komünizme doğru giden düz bir
çizgi değildir, komünizm de mutlak geleceğimiz. Bensaid’in
deyişiyle “komünizm kesinlikle bir ütopya ya da envanteri yapılabilecek bir
durum zaptı değildir. Daha çok Marx’ın dediği gibi ‘var olan düzeni yıkan
gerçek bir harekettir.”[9] Bugünden baktığımızda, tarihi
raylar üzerinde hareket eden bir tren olarak düşüneceksek, bu trenin gittiği
istikametin komünizmden çok, bir felaket olduğu açık. Tam da bu noktada,
devrimci bir müdahale, Devrim’den Sonra filminde gördüğümüz gibi, bir hükümet
darbesiyle makinisti değiştirmek anlamına gelmiyor. Arka vagon yolcularının
imdat frenine asılmasını, süregideni durdurmasını ve kendilerini istikametten
özgürleştirmelerini ifade ediyor. Köprünün yıkıldığı yere gitgide yaklaşırken bu
görev daha acil bir hale geliyor. O halde frenlere asılalım!
[1] Bertell Ollman, Atları Hatırlayın ve Sopayı Kapın, çev.
Deniz Gedizlioğlu, Yordam Kitap, 2013
[2] Immanuel Ness, Güneyin İsyanı, çev. Akın Emre Pilgir,
Koç Üniversitesi Yayınları, 2018
Yeşil Kapitalizm İmkansızdır (Habitus, 2011) kitabının yazarı, Belçikalı Marksist, ekososyalist ve tarım uzmanı Daniel Tanuro, bu yazısında sera gazı salınımlarını denetlemeyi ve azaltmayı önüne koyması gereken 25’inci COP konferansının başarısızlığının nedenlerini tartışıyor.
Madrid iklim konferansının
başarısızlığı kapitalist sistemin iklim tehdidinin önünü alma noktasındaki
kabiliyetsizliğini gözler önüne serdi. Çözümler COP’lardan değil toplumsal
seferberlikten, halkların sömürü ve baskıya karşı mücadelesinden çıkacaktır.
25 yıldır düzenlenen
COP’lar, bilim insanlarının on yıllardan beri ve giderek daha kesin ve acil
biçimde dikkat çektiği, iklimin karşı karşıya bulunduğu “insan kaynaklı
tehlikeli bozulmayı” engellemek için hiçbir etkin ve doğru tedbirin alınmasına
yol açmadı.
Bunun sonuçları
gözlerimizin önünde gerçekleşiyor: Yangınlar, seller, kasırgalar, kuraklıklar…
Rio Dünya Zirvesi’nden beri (1992) o kadar zaman kaybedildi ki felaketi engellemek
artık mümkün değil: Onu durdurma yolları mevcutken hızla etrafımızda büyüyor ve
devasa bir faciaya dönüşebilecek durumda. Yüz milyonlarca insan ve insan
olmayan canlı bunun bedelini hayatlarıyla ödeme tehlikesiyle karşı karşıya.
Bu akıl almaz, dehşet verici ve saçma durumun nedeni şüphe götürmüyor: Fosil sektörünün şirketleri bu yakıtları yerin altında bırakmayı reddediyor, bankalar onları destekliyor, tüm büyük ekonomik sektörler de aynısını yapıyor ve hükümetler hazır ol’da sıraya diziliyor çünkü hepsi kapitalist kârın ve rekabetin hizmetinde.
Esasında bu üçkağıtçılık neoliberal iklim siyasetinin ilkelerine kazınmıştır. Neden mi? Çünkü yalnızca hile, dünyanın sonluluğu ile kapitalist kâr açlığının sonsuzluğu arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın görünürde üstesinden gelmeyi sağlıyor.
Siyasi sorumlular
önümüzdeki sene Glasgow’da gerçekleşecek olan COP26’da nihayet “yeni piyasa
mekanizması”nın kabul edileceğini söyleyerek endişelerimizi gidermeye
çalışıyor. Bu, ilkesel olarak 2015’de Paris’te kabul edilmiş olan fakat
müzakerecilerin Madrid’de üzerinde uzlaşamadığı “mekanizma”. Biraz sabır,
diyorlar bize: O zaman her şey yerli yerine oturacak çünkü devletler “salınım kredilerini”
mübadele etmek ve böylece kendi ulusal angajmanları (+3,3°C !) ve azami
1,5 °C hedefi arasındaki açığı düşük bir bedel karşılığı kapatabilmek için iyi
bir temele sahip olacaktır.
Böylesi vaatlere inanmak
için fazla naif olmak gerekir! Kyoto Protokolü de “sağlam” denilen bir piyasa
mekanizması yaratmıştı. Bilanço tartışma götürmüyor: Mübadele edilen kredilerin
%73’ü büyük oranda suniydi, yalnızca %2’si gerçekten etkin bir azalmaya tekabül
ediyordu [1]. Üstelik bu kredilerin
önemli bir kısmı Güney halklarının, özellikle de topraklarından kovulan yerli
halkların aleyhine alınmıştı. Bu tertibatı “düzeltme” girişimleri en büyük
hileleri ortadan kaldırmaya yaradı belki ama temelde hiçbir şeyi değiştirmedi.
Eski sistemde var olan 4,3
milyarlık salınım kredisi hala mübadele edilmemiş halde. Bu, AB’nin yıllık
salınımlarından fazlasını temsil ediyor. Çin bunun %60’ına, Hindistan %10’una,
Brezilya %5’ine sahip. Bu krediler bir dizi sihirbazlık numaralarıyla
kolaylıkla yaratılabileceğinden fiyatlarda bir çöküş yaşanmışsa da
satılmamışlar stoku yine de ciddi bir miktar teşkil ediyor. Sahip olanlar da
bunlardan vazgeçmek istemiyor.
Madrid’de Brezilya, Çin,
Hindistan ve Avustralya eski “Kyoto” salınım kredilerini yeni mekanizma
çerçevesinde de satmaya devam etmenin mümkün olmasını istedi. Bu akıl almaz
talebi reddetmek en doğal şeydi çünkü bu ülkeler için söz konusu olan, iklim
için hareket ediyor gibi görünürken hileyle zenginleşmeye devam etmekti. Fakat
tüm hükümetler fosil karbondioksit salınımını azaltmanın yerine karbondioksitin
ormanlar tarafından emilimini koymanın mümkün olduğunu kabul ediyor. Oysa bu
“karbon telafisi” tam bir üçkağıtçılık.
Esasında bu üçkağıtçılık neoliberal
iklim siyasetinin ilkelerine kazınmıştır. Neden mi? Çünkü yalnızca hile,
dünyanın sonluluğu ile kapitalist kâr
açlığının sonsuzluğu arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın görünürde üstesinden
gelmeyi sağlıyor. Oysa iklim siyaseti giderek daha da açık ve dolaysız
biçimde çokuluslu şirketler tarafından yönetiliyor. Bunlar taktik değiştirdi:
gerçekliği inkâr etmek yerine onu kabul ediyor gibi görünüp kararlı bir biçimde
işbirliği yapma iradelerini ilan ediyorlar, böylece karar mekanizmalarını ele
geçirip bir yandan karbon, petrol ve doğal gaz yakmak için zaman kazanırken bir
yandan da yeni üçkağıtçılıklar icat ediyorlar.
COP’ların
işleyişi de giderek artan bu hakimiyeti kanıtlıyor. Daha öncekilerden de çok,
Madrid konferansı havayı kirletenlerin sponsorluğunda gerçekleşti. En büyük iki
İspanyol enerji grubu Iberdrola ve Endesa zirveyi, her biri 2 milyon Avroyla
finanse etti. Buna karşılık iki yüz STK aktivisti kongre merkezinden kovuldu ve
yoksul ülkelerin temsilcileri kimi nihai toplantılardan dışlandı…
Kimileri AB ile Çin
arasında 2020 Eylül’ünde, Glasgow buluşmasından birkaç ay önce gerçekleşecek
zirveden medet umuyor. Bu iki emperyalizm arasındaki bir anlaşmanın (veya başka
ikili anlaşmaların) COP26’yı iklim krizinden adil ve etkin bir çıkış yoluna
sokmasını beklemek için gerçekliğin tümüyle dışında olmak gerekir.
AB’nin COP25’te ilan ettiği “Green Deal” herhangi bir şüphe bırakmamış durumda. İsim değişikliğinden başka bir anlamı yok: “Sürdürülebilir kalkınma” yanılsama yaratmaya yetmiyordu. Bu “Green Deal” yeşil kapitalizmin (sendikaları uyutmak için bir tutam “adil geçiş” eklenmiş) yeni maskesinden başka bir şey değil. Rekabet edebilirliği korumak için ithalata bir vergi dayatılır… ancak AB, yerel üreticileri iflas ettiren düşük fiyatlı tarım ürünlerini Güney’e doğru ihraç etmeye devam edebilir.
Bu bir toplum seçimi, bir medeniyet seçimi. Bu seçim ancak mücadelelerle ortaya konabilir ve kesinleştirilebilir. Düşman açık bir biçimde tarif edilmeli: Düşman üretimci, sömürücü, ırkçı, ataerkil ve ölümcül kapitalist sistemdir.
Madrid’de Çin hükümeti
kendini küresel Güney’in savunucusu konumunda sundu. Kendi iklim hedeflerini
yükseltmek için zengin ülkelerin yoksul olanların maruz kaldığı “kayıp ve
zararları” telafi etmeye dönük mali yardım vaatlerini yerine getirmesini
önkoşul olarak koydu. Fakat bu yalnızca taktik bir tutum. Her türden
emperyalizminki gibi Pekin’in kaygıları da jeostratejik düzeyde: dışa dönük
nüfuzunu genişletmek ve askeri potansiyelini güçlendirmek. Ama bir yandan da
içerde insan hakları ihlallerini protesto etmeyi yasaklamak.
AB’nin ve Çin’in aklında
tek bir şey var: ABD yönetiminin iklim-inkarcılığından faydalanarak “yeşil
kapitalizmin” piyasalarını ve… küresel hegemonyayı fethetmek. Madalyonun diğer
yüzü ise kirli üretimleri çevre ülkelere delokalize etmek, karbondioksitin
jeolojik depolanması, nükleer enerjinin akıl almaz gelişimi, gri salınımların[2] ve uluslararası taşımacılığınkilerin hesaba
dahil edilmemesi, toprak ve ormanların karbondioksit emilim kapasitelerinin ele
geçirilmesi… Çin’in yeniden kömür üretimini geliştirmesi bir tesadüf değil.
İki başka aktivistle
birlikte Greta Thunberg yakın zamanda “iklim krizinin yalnızca çevreyle ilgili
olmadığını” yazıyordu: “İnsan haklarının, adaletin, siyasal iradenin krizi bu
aynı zamanda. Sömürgeci, ırkçı ve ataerkil baskı sistemleri tarafından
beslendi. Bunların hepsini söküp atmalıyız”[3]. COP’taki kürsüde bu
İsveçli genç çözümün zirvelerden değil halklardan geleceğini ilan etti. Yarım
yüzyıllık kapitalist iklim ibadet törenlerinin ardından çıkarılabilecek sonuç
gerçekten de bu: Çözüm mücadeleden gelecektir COP’lardan değil!
Hiçbir piyasa mekanizması
piyasanın yol açtığı iklim felaketini durdurmayacaktır. Toplumun yıkımı ile
doğanınki aynı madalyonun iki yüzüdür. Toplumu ve doğayı tamir etmek mecburi
olarak daha az üretmeyi, daha az taşımayı ve sermaye birikimini değil reel
toplumsal ihtiyaçları tatmin etmek için daha fazla paylaşmayı gerektiriyor. Bu bir toplum seçimi, bir
medeniyet seçimi. Bu seçim ancak mücadelelerle ortaya konabilir ve
kesinleştirilebilir. Düşman açık bir biçimde tarif edilmeli: Düşman üretimci,
sömürücü, ırkçı, ataerkil ve ölümcül kapitalist sistemdir.
16 Aralık 2019
Çeviren: Rıfat Hasret
[1]
« How
additional is the Clean Development Mechanism ? », Öko-Institut E.V,
Berlin 2016
[2]
“Gri salınım” ithal edilmiş malların üretimine ilişkin salınımları ifade
ediyor.
Michael Löwy’nin 2-9 Mayıs tarihleri arasında Chiapas’ta düzenlenen “Eleştirel Düşünce, Kapitalist Hidra’ya Karşı” başlıklı seminere yazılı olarak sunduğu metin.
Bir kez daha Zapatist yoldaşlar çarpışmanın ön saflarında. 1996’da neoliberalizme karşı İnsanlığın bayrağını kaldırmışlardı. Bugün bizleri garip bir canavara karşı mücadeleye çağırıyorlar: Kapitalist Hidra’ya. Yenilmez gibi görünen bir canavar bu, kafalarından birini kesince yeniden doğuyor. Daha kıyıcı, daha yıkıcı bir şekilde. Öyle bir canavar ki insan hayatlarını yiyor yutuyor, karşısına çıkan her şeyi yıkıyor, zehirliyor: Nehirleri, ormanları, bitkileri, hayvanları… Artık kafalarından birini kesmek yetmez: Canavarın kalbini ezmemiz lazım. Eleştiri silahıyla (bugün burada Zapatistlerin düzenlediği bu güzel seminerde mesela) ve silahları eleştirerek.
İnsanlığın, tarihi boyunca bilip bileceği en büyük tehdit olan iklim değişiminin, küresel ısınmanın doğrudan sorumlusu Kapitalist Hidra’dır. Çoktan başlamış olan ve önümüzdeki birkaç onyıl içinde ekolojik bir felaketle sonuçlanabilecek uğursuz süreçten söz ediyorum. Tarihte eşi benzeri olmayan bir süreç: Sıcaklığın artması, toprakların çölleşmesi, temiz suların tükenişi, sayıları katlanarak artacak olan kasırgalar, deniz seviyelerinin yükselişi… Londra, Amsterdam, Venedik, Şangay, Rio de Janeiro da dahil deniz kıyısındaki pek çok şehrin sular altında kalmasıyla sonuçlanacak.
Kötülüğün kökü sistemde yatıyor, bu facianın nedeni, sonsuz şekilde genişleyen sermaye ve frenleri patlamış aşırı üretim ve tüketim iklimi. Sorunun kökenine inecek radikal alternatiflere ihtiyacımız var. Anti-kapitalist, sistem karşıtı alternatiflere. Hidra’nın kötü kalbini söküp ezecek çözümlere.
Ekososyalizm, ekolojik düşünceyle sosyalist (Marksist) düşüncenin kaynaşmasıyla ortaya çıkan radikal bir alternatif. Temel önermesi şudur: Doğal çevrenin, gezegenimizdeki canlı hayatın lehine korunması, kapitalist sistemin genişlemeci ve yıkıcı mantığıyla birarada bulunamaz. Gezegenin temel ekolojik dengeleri, sisteme saldırmadan kurtarılamaz; doğanın savunusu için verilecek mücadeleyle toplumun dönüştürülmesi için verilecek mücadele birbirinden ayrı düşünülemez.
Günümüzde uluslararası bir ekososyalist akım mevcut, Ocak 2009’da Belem Dünya Sosyal Forumu’nda iklim değişimiyle ilgili bir deklarasyon yayımladılar. Kurucuları arasında İspanya’dan Manuel Sacristan, İngiltere’den Raymond Williams, Fransa’dan André Gorz, ABD’den James O’Connor gibi kişiler bulunuyor. Günümüz temsilcileri arasındaysa uluslararası Ekososyalist Manifesto’nun yazarlarından ABD’den Joel Kovel, yine ABD’den çevreci Marksist John Bellamy Foster, Peru’dan yerli hakları savunucusu Hugo Blanco, Kanadalı ekofeminist Terisa Turner ve Belçikalı Marksist Daniel Tanuro gibi isimler var.
Ekososyalizm şu işe yaramaz modellerden kendini ayırıyor: 1) Önermelerini piyasaya uyduran ve “yeşil bir kapitalizm” geliştirmenin yollarını arayan konformist çevrecilik (uğursuz bir yanılsama, hatta pek çok durumda mistifikasyondan öteye geçmez). 2) Sosyalizmin bürokratik bir karikatürü olan, kapitalist mekanizmanın süfli bir taklidine dayanan sözde “reel sosyalizm” (eski SSCB, Çin gibi örnekler). Bu ikincisi, Batı’daki muadiliyle aynı düzeyde doğanın yıkımına neden olan çevre karşıtı bir üretim taraftarlığına dayanıyor.
Pek çok çevreci, Marx’ı üretim yanlısı görerek eleştirir. Bu eleştiri bize göre tam bir yanılgıya dayanmaktadır: Marx, meta fetişizmini eleştirirken, tam da kapitalizmin üretimci mantığına karşı, çok, daha çok meta üretilmesinin ekonomi ve toplumun temel hedefi olduğu düşüncesine karşı en radikal eleştiriyi yapmıştı.
Sosyalizmin hedefi, sonsuz miktarda mal üretmek değil, iş saatlerinin, işçilerin siyasete, öğrenmeye, oyun oynamaya, âşık olmaya yetecek boş vakitleri kalacak şekilde azaltılmasıdır, der Marx. Eleştiri silahını, üretim, özellikle de kapitalist üretim taraftarlığına yönelik radikal bir eleştirinin hizmetine koşmuştur Marx. Kapital’in birinci cildinde kapitalizmin yalnızca işçinin tüm güçlerini değil, toprağı da, doğal kaynaklarını kullanarak sömürdüğünü anlatır. Marx’ın yazılarındaki bu perspektif, bu hassasiyet şüphesiz yeterince irdelenmemiştir.
Öte yandan pek çok Marksistin, devrime giden yolun sadece ve sadece, üretici güçlerin gelişimini engelleyen üretim ilişkilerini değiştirmekten geçtiğini söyledikleri de doğrudur. Ekososyalistlere göre, sosyalist devrimden çok daha radikal, çok daha derinlere inen bir vizyona ihtiyaç var. Sadece üretim ve mülkiyet ilişkilerini dönüştürmek yetmez, üretici güçlerin yapısını, üretim aygıtının yapısını değiştirmek gerekir, diyorlar. Üretim aygıtına, Marx’ın Paris Komünü deneyiminden yola çıkarak geliştirdiği Devlet aygıtına dair mantıkla yaklaşmak gerekir. Bu konuda şöyle demişti Marx: İşçiler, burjuva Devlet aygıtını ele geçirip onu proletaryanın hizmetine koşamazlar; hayır, bu imkânsızdır, zira burjuva Devlet aygıtı asla işçilerin hizmetinde olamaz. O halde bu Devlet aygıtını yıkıp başka türlü bir iktidar kurmak gerekir.
İşte bu mantık üretim aygıtına da uygulanmalıdır. Bu aygıt tamamen yıkılmasa da en azından radikal şekilde dönüştürülmelidir. Bu aygıt basitçe madun sınıflar tarafından ele geçirilip onun hizmetine koşulamaz, o halde yapısal olarak dönüştürülmelidir. Bir örnek vermek gerekirse: Kapitalist üretim sistemi, kömür, petrol gibi fosil enerji kaynaklarına dayalı işler; ki bu da küresel ısınmanın sorumlusudur. Sosyalizme geçiş süreci ancak ve ancak bu enerji türlerinin yerine, su, rüzgâr ve güneş gibi yenilenebilir enerjilerin konmasıyla mümkün olur.
Bu nedenle ekososyalizm, üretim süreçlerinde ve enerji kaynaklarında bir devrim öngörür. Sosyalizm düşüncesi, yani yeni bir tolum düşüncesiyle yeni enerji kaynakları düşüncesi birbirinden ayrılamaz. Özellikle de güneş enerjisi. Kimi ekososyalistler güneş komünizmi diye bir şeyden söz ediyorlar. Öyleyse ısınma, Güneş enerjisi, sosyalizm ve komünizm arasında bir tür seçici akrabalık vardır.
Ancak, üretim aygıtını ve mülkiyet biçimlerini dönüştürmek de yeterli değildir; tüketim kültürünü, tüketimciliğe dayalı tüm bir hayat tarzını da dönüştürmek gerekir. Yapay, faydasız ve tehlikeli şeylerin kitlesel olarak üretimine dayalı kapitalizm bu hayat tarzının emrindedir. Bu nedenle, gerçek toplumsal ihtiyaçların karşılanması temelinde yeni bir tüketim biçimi, yeni bir hayat biçimi yaratmak söz konusudur. Bunlar, yapay bir şekilde kapitalizmin reklamıyla üretilen sözde, sahte ihtiyaçlardan tamamen farklıdır. İşte ekososyalist devrim bu noktadan hareketle, gündelik hayatta bir devrim, kapitalizmin dayattığı para kültürünün bir kenara bırakılmasına yönelik bir devrim olarak düşünülmelidir.
Üretim ve tüketim biçimlerinin birarada düşünülerek, kapitalist piyasa kriterlerinin dışında kriterlere dayanarak yeniden örgütlenmesi şarttır: nüfusun gerçek ihtiyaçları ve ekolojik dengenin savunusu kriterlerine dayanarak. İşte bu, sosyalizme geçiş ekonomisi anlamına gelir. Kararları “piyasa yasaları” veya otoriter bir siyasetçinin değil nüfusun ta kendisinin, demokratik bir planlama süreciyle, kendi önceliklerini, yatırımlarını düşünerek aldığı bir ekonomi.
Bu geçiş, insanları sadece yeni bir üretim biçimine ve daha eşitlikçi, daha dayanışmacı, daha demokratik bir topluma götürmekle kalmayacak, alternatif bir hayat biçimine, paranın, reklamlarla yapay şekilde üretilen tüketim alışkanlıklarının ve gereksiz metaların sonsuz üretiminin egemenliğinin ötesinde yeni bir ekososyalist uygarlığa da götürecek. Kuzey ve Güney Amerika yerlilerinin “Güzel Hayat” geleneği, bu alternatife önemli bir esin kaynağıdır.
Ekososyalizm, yeni bir uygarlık, yeni bir dayanışma uygarlığı perspektifi değildir sadece (kelimenin daha derinlerde yatan anlamıyla insanlar arasında bir dayanışmanın yanı sıra doğayla da dayanışma söz konusudur burada). Ekososyalizm aynı zamanda, bugün, burada, hemen şimdiyi ilgilendiren bir mücadele stratejisidir. Dünyanın dönüşeceği günü bekleyemeyiz, bu hedefler uğruna şu an, hemen şimdi başlamalıyız mücadeleye. Peru Antları’ndaki topluluklardan, Chiapas dağlarındakilere Latin Amerika’nın yerlileri, Toprak Ana’nın, Pachamama’nın Kapitalist Hidra’ya karşı savunusu mücadelesinde ön saflarda yer alıyorlar.
Öyleyse ekososyalizm, toplumsal ve çevre mücadelelerinin, sınıf mücadelelerinin, yerli ve kadın mücadelelerinin, ortak düşmana karşı omuz omuza durduğu bir stratejidir: Çokuluslu petrol veya maden şirketlerine, neoliberalizme, Dünya Ticaret Örgütü’ne, Uluslararası Para Fonu’na, Amerikan emperyalizmine, küreselleşen finans sermayesine karşı. Bunlar, dünyanın bütün halklarının ortak düşmanı Hidra’nın kafalarından birkaçıdır.