I
Kapitalist sistemin rahipleri liberal aydınlar bir süredir panikte. 1789’da açılan ve insanlığın başına türlü belalar getiren aşağıdakilerin siyaseti parantezinin 1991’de bir daha açılmamacasına kapandığını ilan edip, zafer şarkılarıyla sarhoş olmuşlarken, kendilerini Marx’ın haklı olup olmadığı tartışmalarının içerisinde buldular. Kapitalizmin yapısal krizlere mahkum olduğunu söyleyen Marx’ın bu görüşleri 2008 krizinin yıkıcılığı ile bir kez daha hatırlandığında, bu krizin sorumlusunun tedbirsiz ve düşüncesizce yönetilen finans sistemi olduğunda ısrar ettiler. Oysa, bu kriz tam da kapitalizmin gelişim yasaları tarafından tetiklenen ve kaçınılmaz bir krizdi. Üstelik Bertell Ollman’ın ifade ettiği gibi[1], kapitalizm sürekli benzer tip krizlerle karşılaşıp, bunları benzer yöntemlerle aşabilecek bir kapasiteye de sahip değildi. 1929 krizini 60 milyon insanın hayatına mal olan kanlı bir savaşla, 70’ler krizini ağır neoliberal düzenlemelerle aşabilen uluslararası kapitalist sistem, on seneyi aşkın bir zamandır belini doğrultmaya çalışıyor. Tam her şey düzeliyor derken, Şili’den Irak’a, Lübnan’dan Ekvator’a yüzbinlerce insan yaşamlarını neoliberal tasalluttan kurtarmak için sokaklara çıkıyor, ayaklanarak hükümetleri deviriyor. Sanayi üretiminin yoğunlaştığı Asya ve Güney ülkelerinde işçiler ağır sömürü koşullarına karşı isyanı yavaş yavaş demlendirirken[2], sanayisizleşme ile birlikte işsiz kalan Batılı işçi sınıfı, aşırı sağa ve ırkçılığa teslim oluyor[3]. Komünizmin tarihten silindiği ilan edilmişken, ondan çok daha önce selası okunan faşizmin geri gelebileceğinden ciddi şekilde bahsediliyor. Siyasetsiz bir siyaset alanı arzulayanlar, siyasetin bu sert geri dönüşünü anlamlandırmaya çalışıyor.
II
“Endüstri sonrası toplum”, “enformasyon toplumu” vb. isimlerle yaldızlanan teknoloji kapitalizm birlikteliği, iddia edildiğinin aksine insanlığa eşitlik ve özgürlük getirmedi. Teknolojinin kapitalist işleyişe dahil olmasının ardından, en zengin ve en yoksul kesim arasındaki fark her sene biraz daha arttı. Yeni teknolojiler, insanların daha az ve daha huzurlu bir şekilde çalışması için değil daha etkili ve ucuz bir şekilde sömürülmesi için seferber edildi. 1950 sonrası artan yüksek eğitim olanakları, eğitimli ve kendisini geliştirmiş bireylerin sermaye karşısındaki pazarlık gücünü arttırmaktan ziyade, eğitimini aldığı alanın güvencesizleştirilmesi sonucu doğurdu. Ernest Mandel’in dediği gibi, “entelektüel emeğin proleterleşmesi, bu emeğin uzmanlaşması, hatta küçük parçalara ayrılması, sonuna kadar atomize edilmesi anlamına gelir. […] dilimlenmiş, parçalanmış, içinde yer aldığı toplumsal faaliyetlere dair her türlü bütünsel görüşü yitirmiş böylesi bir entelektüel emek olsa olsa yabancılaşmış bir emek olabilir.”[4] Sırf bilişsel alanda faaliyet gösterdiği için orta sınıf olarak anılan günümüz beyaz yakalı emekçisi, mavi yakalı işçilerin koşullarından da kötü bir sömürü ortamında var oluyor. Çalışma arkadaşlarıyla rekabet etmesi ve kendi kariyerini bir girişimci olarak kurgulaması istenen bu emekçiler için sömürünün hediyesi depresyon ve tükenmişlik hissi oluyor. Kariyer, yeni kapitalist söylemin kilit bir anahtarı olarak sömürü mekanizmasının içselleştirilmesinde önemli bir rol oynuyor.
“Bir sanayi-sonrası toplumu temsil etmek bir yana, geç kapitalizm… ekonominin tüm dallarının ilk kez tam olarak endüstrileştiği dönemdir” diyor Mandel ve devam ediyor: “Teknolojinin her şeye kadir olduğu inancı, geç kapitalizmde burjuva ideolojisinin özgül biçimidir. Bu ideoloji mevcut toplumsal düzenin tüm kriz risklerini yavaş yavaş ortadan kaldırma, tüm çelişkilerine teknik bir çözüm bulma, asi toplumsal sınıfları entegre etme ve politik patlamalardan kaçınma yeteneği olduğunu iddia”[5] ediyor. Oysa tam tersine, tam otomasyon ve insan emeğinin tasfiye edilmesi kapitalizme başka türlü belalar olarak geri dönüyor. Tam da bu evrede, Marksist olmayan iktisatçılar dahi sabit bir yurttaşlık geliri ve mirasın ortadan kaldırılması gibi radikal önerilerde bulunuyor. Peter Frase’nin Dört Gelecek[6] başlıklı kitabında yaptığı gibi, kapitalizm sonrasına dair olumlu ve olumsuz kurgulara olan ilgi artıyor. Bildiğimiz anlamda kapitalizm can çekişiyor. Gelecek, tüm insanlığın yararına komünist bir kanalda mı, yoksa distopik bilimkurgulardan aşina olduğumuz gibi bütün insanlığın feda edildiği bir zenginler kolonisine doğru mu akacak sorusu ciddi şekilde tartışılıyor. Teknoloji alanı, sınıf mücadelesinin önemli bir mevzisi haline geliyor.
III
Bir gelecek olacak mı? Bensaid’in sözleriyle “bir acil durumla karşı karşıyayız: Güncel bağlam 70’li yıllardakinden de, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen 30 yıllık dönemdekinden de daha yoğun.” Ekolojik yıkım, insanlığın geleceğini tehdit ediyor. Çünkü: “doğa insanın ölmemek için, kendisi ile sürekli bir süreç sürdürmesi gereken bedenidir. İnsanın fizik ve entelektüel yaşamının doğaya sıkı sıkıya bağlı olduğunu söylemek, doğanın kendi kendine sıkı sıkıya bağlı olduğunu söylemekten başka hiçbir anlama gelmez, çünkü insan doğanın bir parçasıdır.”[7] Küresel ısınma başta olmak üzere ekolojik sistemde görülen bozulmaların baş müsebbibi kapitalist sistemdir. Kurdukları çevreci vakıflar aracılığıyla, emekçilerin elektrik ve su tüketimi ile ilgili kampanyalar düzenleyerek, sorumluluğu tüm insanlığa yayma çabasında olan sermayedarlar, daha fazla üretim ve daha fazla büyüme hedefleriyle yok ettikleri kaynakları gözlerden gizlemek istiyorlar. Kovel’in vurguladığı gibi bu tip “çevreci” kuruluşların kapitalizm içindeki rolü basitçe iki kavramla açıklanabilir: siyasetsizleştirme ve rasyonalize etme.[8] Kapitalistlerin dünyayı adım adım ölüme götüren faaliyetlerini rasyonalize etmeye çalıştığı bir dönemde, Marksistlerin ekolojik mücadeleyi Post-Leninizm, toplumsal hareketçilik veya kimlikçilik diyerek bir kenara bırakma lüksü yoktur. Ekososyalist mücadele politik olduğu kadar ontolojik bir biçime de sahiptir. Ekolojik yıkımın zararları insanlığa eşit olarak yansımadığı, emekçilerin bu yıkımın sonuçlarından çok daha fazla etkileneceği açıkken bunu bir sınıf mücadelesi olarak görmemek büyük bir hatadır. Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayanların, kazanacakları bir dünya ihtimaline ulaşabilmesi için ekososyalizm kilit bir mücadele başlığıdır.
IV
Son dönem, Parazit filmiyle çokça konuşulan yönetmen Bong Joon-ho’nun 2013 yapımı filmi Snowpiercer küresel ısınmanın önlenemediği ve bütün dünyanın buza kestiği bir çağı anlatır. Çok az insan hayatta kalmayı başarabilmiştir ve bu insanlar “son teknoloji” bir trenin içerisinde yaşamaktadır. Tren sert bir kast sistemiyle vagonlara ayrılmıştır. Lokomotifte lider otururken, ön vagonlarda varlık içinde yaşayanlar, en arkada ise köle hayatı yaşayan alt sınıflar bulunur. Kolluk güçleri, öğretmenler, yöneticiler trenin var olan sisteminin, sistemlerin en iyisi olduğunu, bundan başka bir yaşamın hayal dahi edilemeyeceğini belleten ideolojik memurlar olarak çalışır. Ancak bir gün isyan patlak verir ve isyanın lideri Curtis, oldukça kanlı bir mücadelenin sonucunda lokomotife ulaştığında, trenin kontrolünü ele almaktansa treni yok etmeyi ve dışarıda yeni bir yaşam kurmayı tercih eder. Temel mesele, treni kimin yönettiği değil, trenin varlığıdır. Tren bir felakete doğru doludizgin gitmese de, trenin hareket halinde oluşu felaketin kendisidir. Devrim, kontrolü ele geçirmek değil, treni, yani sistemi yok etmektir. Curtis imdat frenini çekmiştir.
Stalinist
tedrisatın birçoklarına bellettiği gibi, tarih komünizme doğru giden düz bir
çizgi değildir, komünizm de mutlak geleceğimiz. Bensaid’in
deyişiyle “komünizm kesinlikle bir ütopya ya da envanteri yapılabilecek bir
durum zaptı değildir. Daha çok Marx’ın dediği gibi ‘var olan düzeni yıkan
gerçek bir harekettir.”[9] Bugünden baktığımızda, tarihi
raylar üzerinde hareket eden bir tren olarak düşüneceksek, bu trenin gittiği
istikametin komünizmden çok, bir felaket olduğu açık. Tam da bu noktada,
devrimci bir müdahale, Devrim’den Sonra filminde gördüğümüz gibi, bir hükümet
darbesiyle makinisti değiştirmek anlamına gelmiyor. Arka vagon yolcularının
imdat frenine asılmasını, süregideni durdurmasını ve kendilerini istikametten
özgürleştirmelerini ifade ediyor. Köprünün yıkıldığı yere gitgide yaklaşırken bu
görev daha acil bir hale geliyor. O halde frenlere asılalım!
[1] Bertell Ollman, Atları Hatırlayın ve Sopayı Kapın, çev. Deniz Gedizlioğlu, Yordam Kitap, 2013
[2] Immanuel Ness, Güneyin İsyanı, çev. Akın Emre Pilgir, Koç Üniversitesi Yayınları, 2018
[3] Owen Jones, Apaçiler: İşçi Sınıfının Şeytanlaştırılması, çev. Tolga Yalur, Pegasus Yayınları, 2018
[4] Ernest Mandel, “Entelektüel Emeğin Proleterleşmesi”, Yeniyol, Sayı: 40, 2011
[5] Ernest Mandel, Geç Kapitalizm, çev. Candan Badem, Versus Yayınları, 2008
[6] Peter Frase, Dört Gelecek: Kapitalizmden Sonra Hayat, çev. Akın Emre Pilgir, Koç Üniversitesi Yayınları, 2017
[7] Karl Marx, 1844 Elyazmaları, çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, 1993
[8] Joel Kovel, Doğanın Düşmanı, çev. Gürol Koca, Metis Yayınları, 2005
[9] Daniel Bensaid, “Sosyal ve siyasi bir yeniden inşanın meydan okumasıyla karşı karşıyayız”, https://yeniyol1.org/sosyal-ve-siyasi-bir-yeniden-insanin-meydan-okumasiyla-karsi-karsiyayiz-daniel-bensaid-ile-soylesi/