İmdat Freni

admin

Paris Komünü’nde Yeni Osmanlılar – Masis Kürkçügil

Komünde değişik adlar altında gönüllü birlikleri bulunuyordu. Kimisi Cumhuriyetin intikamı gibi siyasal göndermelerde bulunurken, kimisi Belville gibi bucaklardan adını alırken aralarından biri, Turcos de la Commune, ilk bakışta Türklerin komüne bir birlik oluşturacak kadar yoğun katıldığı yanılsamasını yaratabilir.

Kırım savaşında Ruslara karşı Osmanlıdan yana savaşan Fransız ordusundaki Cezayir birliklerine “Turcos” deniyordu. Paris Komünündeki Turco’lar değişik giyimleriyle fark ediliyorlar ve adları bir düzineyi geçmeyen önemli birlikler arasında sayılıyordu.

Ancak Paris Komünü’nde Namık Kemal’in en yakın arkadaşları, Yeni Osmanlılar Cemiyetinin ilk kurucularından Mehmet, Reşat ve Nuri Beyler de sürgün oldukları topraklarda yakalandıkları savaştan kaçmak yerine, ilkin Fransa-Prusya savaşında Fransa’nın, daha sonra Paris kuşatması sırasında Paris halkının yanında yer aldılar. 

Irkçılığın, milliyetçiliğin, etnik temizliğin yükseldiği bugünden bakıldığında Paris Komünü, “evrensel Cumhuriyet” bayrağı altında “bütün yabancılara, ölümsüz bir dava uğruna” mücadele etmeye çağrıyordu. İtalyanlar, Belçikalılar, Polonyalılar saflarında yer aldıkları Komün’ün yönetici kademelerinde de görülüyorlardı. Fransa’da ilk kez oluşturulan çalışma bakanlığına 27 yaşında bir Macar Léo Frankel getirilirken, askeri komutanlıkta Polonyalı Dombrowski ve Wroblewski bulunuyordu, Kadınlar Birliği’nin önde gelen siması ise Rus Elizabet Dimitriyeva Tomanaovski idi. 

Turco’ların yanısıra Yeni Osmanlılar, tıpkı Komünde bulunan diğer birçok yabancı gibi Fransa-Prusya savaşına ve ardından 72 gün süren Paris Komünü’ne kendi meseleleriymişcesine katıldılar.

Mehmet, Nuri ve Reşat Beyler

Yeni Osmanlılar’ın kurucularının en ünlüsü Namık Kemal olsa da Abdürrahman Şeref Efendi’nin 1918’de Sabah gazetesinde yazdığı “Yeni Osmanlılar ve Hürriyet” yazısında belirtiği üzere “ruhu ve reisi”, Ebüzziya Tevfik’in anlatımıyla “en haşarı, gözü pek, eylemci elemanı” Mehmet Bey’di. 

Bağdat Valisi Gürcü Necip Paşa’nın torunu –amcası Mahmut Nedim Paşa iki kez sadrazamlık yaptı– torunu, Osmanlı Posta İdaresi’nin ilk müdürü, ilk Posta Telgraf Nazırı Ahmet Şükrü Bey (Sağır Ahmet Bey)’in oğlu Mehmet Emin Bey (bundan böyle Mehmet Bey), 1843 yılında doğmuş. Ağabeyi ile birlikte 14-15 yaşlarında Paris’e eğitime gönderilmiş, dönüşünüde Tercüme Odası’nda çalışırken burada ömrü boyunca yakın arkadaş olacağı, Paris macerasını da birlikte yaşayacakları Nuri ve Reşat Beylerle tanışır. 

Manapirzade Mustafa Nuri Bey (1840-1906) dokuz yaşına kadar Şehzadeler arasında yetişmiş, Abdülhamit’in süt kardeşi ve çocuklukta oyun arkadaşı olmuştur. 

Kayazade Reşat Bey (1260-1319), amcası musika miralayı olduğundan Mızıka-i Hümayun’da  (Saray Bandosu) eğitim görmüş ve burada Nuri Beyle yakın arkadaş olmuşlardır. Birkaç yıl burada kaldıktan sonra iki arkadaş Hariciyeye bağlı Tercüme Dairesine girerler. Burada Mehmet Bey ile yakın arkadaş olurlar.

Ebüzziya Tevfik, Avrupa’daki eğitiminden ötürü zamanına göre sosyal meselelerde arkadaşlarından daha bilgili olan Mehmet Bey’in Yeni Osmanlıların kurucularından Reşat ve Nuri beyleri de eğittiğini belirtir. 

Yeni Osmanlılar

1865’de şekillenmeye başlayan Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin kurucu ve örgütleyicilerinden olan Mehmet Bey, Cemiyetin 1867’de üyelerden birinin ihbarıyla deşifre olması üzerine kendileri de Cemiyetin üyesi ve çok yakın arkadaşları olan Nuri Bey ve Reşat Bey ile birlikte Paris’e kaçarlar. Cemiyetin reisi olarak Mehmet Beyin idamına hükmedilir.

1860’lı yılların sonlarında Paris’te Yeni Osmanlıların Polonyalı devrimciler, Mazziniciler, sosyalistlerle ilişkisi olmuştur. Yeni Osmanlıların 30 Ağustos 1867 tüzüğünün altında imzası olanlar arasında Mustafa Fazıl, Ziya, Namık Kemal’in yanısıra Polonyalı milliyetçi Plater ve Avusturyalı sosyalist Simon Deutsch’in de imzası bulunmaktaydı. Ancak muhalif bir hareketin o dönem Avrupa’da sürgünde bulunan diğer akımlar ve yerel radikallerle ilişki kurmasından hareketle bir etkileşim olduğunu söylemek mümkün değil. Mazzinicilerle ilişki ulusçuluğun gelişmesine, sosyalistlerle ilişki devrimciliğe neden olmamıştır.

Yeni Osmanlılar kendi yayın faaliyetlerini yürütürken yerel gazetelere yazanlar da oluyordu. Örneğin, Mehmet Bey fransız Liberté gazetesinde makaleleri yayımlanıyor, gazete Yeni Osmanlıları “Türkiye’nin kurtarıcıları ve ilericilerinin önderleri” olarak niteliyordu. 

Mehmet Beyin çıkardığı yayınlardan birinin adı İttihad’dı (1869). Paris’te çıkardığı bu gazetenin “birtakım bentlerinin Rumca ve Arapça tercümesi ve Ermeni hurufuyla ayrıca sureti” olduğu belirtilmekte. Kısa ömürlü bu gazetenin ardından 1870’de, Cenevre’de İnkilâb (Fransızca başlık La Révolution, alt başlık Organe de la Démocratie Muslumane) (Müslüman Demokrasi yayın organı). (5. ve son sayısı 18.7.1870, yani Fransa-Prusya savaşının başlamasından üç gün sonra.) 

Mehmet Bey sürgündeki diğer Yeni Osmanlılara göre oldukça farklı bir siyasal tutum geliştirerek doğrudan padişahı ve padişahlığı eleştirmiştir. İnkilab’daki bir yazısında şöyle yazmıştır:  “Ey vatandaşlar, bu inkilâbın ikmali artık bize kaldı. Bir millet, bir işi milletçe yapmaz ise, o iş milletin terakki ve islâhına asla yardım etmez. İşte nümunesi meydanda duruyor. İslâh ve terakkimize bir şahsın yed-i kifayetine bıraktık; cülusunda yedi milyon lira borcu olan bir devletin varisi olduğunu lisân-ı teesüf ile beyan etmiş iken, padişahlığı daha on seneye varmamış ve zamanında Kırım muharebesi gibi bir gâile zuhur etmemiş iken, devletin borcunu yüz milyona iblâğ etti. Aferin hizmetine.”

Ziya Bey’in Londra’da çıkardığı Hürriyet ile İnkilâb arasında padişahın konumuna ilişkin açık tartışmalar yapılıyordu. 

Ziyad Ebüzziya İnkilabı, Osmanlı tarihinde, yayın yolu ile ihtilal yapmanın ilk teşebbüsü olarak niteler.

1870 başlarında zaten bir parti kimliğinde olmayan Yeni Osmanlılar tamamen dağılmışlar ve bir daha derlenememişlerdir.. 

Fransa-Prusya Savaşı ve Komün

Savaş başladığında Paris’te karışıklık baş gösterince Kemal, Nuri Beyle birlikte Brüksele geçmiş, Reşat bey Fransa’nın güney batısında bir tanıdığının yanına çekilmiş, Mehmet bey ise zaten Cenevre’de bulunuyordu. 

İmparator Louis Bonaparte’ın yenilmesi üzerine 4 Eylül 1870’de Cumhuriyet ilan edildi. Her ne kadar Thiers başkanlığında bir “Ulusal Savunma” hükümeti kurulmuşsa da Paris başta olmak üzere ülkenin birçok yerinde halk ayaklanma halindeydi. 

Mehmet Bey ve Reşat Bey Paris’e gelmiş, onların daveti üzerine Nuri Bey de zaten yalnız kaldığı Brüksel’den gelerek ünlü Saint Michel bulvarında bir apartmana yerleşmişlerdi.

Prusya ordularının Paris’e yaklaşmaları üzerine Paris savunmasını üstlenen general Trochu, durumu müsait olmayanların kenti terk etmesini istemiş ve bunun üzerine yerli, yabancı birçok insan Paris’i terk etmiştir. O tarihlerde yirmi iki, yirmi dört ve yirmi altı yaşlarında olan  Nuri, Reşat ve mehmet Beyler ise  “Ulusal Savunma” yönetimine başvurarak gönüllü olmuşlardır. 

Ekim 1870’de General Trochu’ya Reşat Bey şu mektubu kaleme alır:

“Paris, 4 ilkteşrin 1870

General

Türk’üm ve vatanıma Fransa’nın yaptığı hizmetleri unutmadım.[Kırım muharebesi kast edilmekte.] Minnet duygusunun ve büyük bir millete zaruri olan demokratik ruhun heyecanları ile, general, sizden rica ederim, Fransız Cumhuriyetinin düşmanlarıyla harbetmek için beni gönüllü olarak Fransız ordusuna alınız.

Vatanperverliğiniz hakkındaki hayranlığımı ve cumhuriyetçi Fransa için beslediğim bağlılık duygularımı lûtfen kabul ediniz general. –Reşat.”

İbnülemin Mahmut Kemal İnal, kaynak göstermeden Mehmet Beyin savaşa katılmasını şöyle nakleder: “Fransızlar, bu hale taaccüb ve iştirakin sebebini sual eylediklerinde niçe müddet memleketlerinde ikametle taayyüş ettiği halde memleketin muhtaç olduğu bir zamanda elden geldiği kadar ibrazı muavenete vicdanen mecbur olduğunu söyledi ve harbe girişti.”

Ebüzziya Tevfik Yeni Osmanlılar Tarihi’nde onların hikayesini şöyle anlatır:

“Birbirlerinden ayrılmayan bu üç arkadaşa, Fransızlar tarafından “Üç Türkler” adı takılmış ve her nereye bir şarapnel, bir obüs düşüp de birçok askeri yaralasa, bu üç arkadaş derhal orada hazır bulunarak yaralılarla meşgul olup onların hasta barakalarına taşınmasına yardım etmişlerdir. Bunlar Fransız askerî kıyafetiyle beraber, millî serpuşumuz ve gerçek deyimi ile “püsküllü belâmız” olan fesi başlarında bulundurdukları için “Üç Türkler” deyimi, âdeta istihkâmların bir yerinde “şefkât” deyimine eşit tutulmuştur.”

Keza almanca 1879 tarihli bir yapıtta (“Schweiger-Lerchenfeld, A.. Serail und Hohe Pforte… Leipzig, 1879, s.71-72) şöyle denmektedir:

“Fransız-Alman savaşı başladığında Nuri, Mehmet ile birlikte Paris’te bulundular. Ardından Komün başladığında da kentte kaldılar ve Komünün korkunç çatışmalarına katıldılar.”

Mehmet Beyin kızına gönderdiği fesli ve fransız askeri kıyafetli bir fotoğrafı bulunmaktadır. 

Kızı Şefika Özsün fotoğrafı şöyle takdim eder: “…resim, Fransız Zuhaf askeri kıyafetindedir ve pederimin teehhül den evvel, Paris’e kaçıp da, 70’de vuku bulan Fransız-Alman muharebesinde gönüllü Fransız askeri olduğu zaman çektirdiği resmidir.”

Cezayir’de bir kabile ismi olan Zuaf (Zouave), Cezayirin yerli halkından oluşmuş, daha sonra Fransızlardan da katılanlar olduğu askeri birliğe verilen addı. Bu birlikteki askerler doğulu kıyafetlerini koruyorlardı.

Paris Alman ordusuna teslim olduğunda üç arkadaş sağ salim çıkmış ve en yakın memleket olan Belçika’ya geçerek Brüksel’de Agâh Efendiye misafir olmuşlardı. Hiçbirinde para yoktu. Saint Michel’deki apartmanda bulunan eşyaların bile Crupp toplarının mermileri yakmış olduğundan Belçika’ya gidişlerinde tren ücretlerini Reşad Beyin satılan saat ile ödemişlerdi.

Üçlünün Paris’teki kanlı bastırmadan ve yargılamalardan sonra altı ay daha Paris’te kalmış olup da herhangi bir soruşturma kovuşturmaya uğramamış olmaları onların “korkunç çatışmalar”a  katılmaktan ziyade, yaralılara yardım etmekle yetindikleri izlenimini uyandırmakta. İkamet ettikleri mahallenin de (Boulevard Saint Michèle’de bir evin üçüncü katı) göğüs göğüse çatışmaların yapıldığı infazların gerçekleştirdiği çatışma bölgelerinin oldukça uzağında bulunduğu eklenmeli. Daha sonra İbret gazetesinde yazılanlar da bu izlenimi güçlendirmektedir.

Eylül 1871’de Ali Paşa’nın ölümü üzerine Yeni Osmanlılar affedilince  1 aralık 1871’de Reşat ve Nuri beyler Paris’ten İstanbul’a hareket ederler. Mehmet Bey ilkin Meşrutiyet ilan edilmedikçe gelmeyeceğini söylese de kısa süre sonra o da İstanbul’a döner.

İstanbul basınında Paris Komünü tartışması

Fransız ordularının yenilmesinden sonra ve Paris kuşatması sırasında orada kalan ve Versailles ordularının karşısında Paris Komünarlarının saflarında yer alan Yeni Osmanlıların bu üç kurucusunun hikayesi daha sonra İbret gazetesinde Namık Kemal, Reşat ve Nuri Beylerle birlikte yazı kurulu üyesi olan Ebüzziya Tevfik tarafından aktarılmakta.  

Âli Paşa’nın ölümünden sonra Mehmet, Reşat ve Nuri Beyler’in sürgünden dönmesi üzerine Namık Kemal İstikbâl adında bir gazete çıkarmayı düşünürse de yeniden gazete çıkarma yasağı bulunduğundan daha önce yayınlanan ve bir süre de Ahmet Mithat efendinin çıkardığı İbret iki yıllığına kiralanır. (İbret, 12 Haziran ila 2 Temmuz 1872 arasında 19 sayı yayımlanmıştır.) 

İbret gazetesinin sayfalarında Komün sonrasında komünarları savunan yazıların olayları yaşamış kişiler tarafından kaleme alındığı açıkça belirtilmektedir. 

Reşat Bey gazetenin üçüncü sayısında “Devair-i Belediye (Komün) Taraftaranı” başlıklı yazısında komünarlarla aynı fikri beslemediğini ve Versaylılara düşmanlığı olmadığını belirttikten sonra:

“Komün İhtilâli yetmiş bir sene-i miladiyesi hadisatının en mühimlerinden olduğundan ve o sırada Avrupa’da bulunduğumuzdan bu bapta olan tahkikat ve meşhudatımızın benanını halkça faideli gördük” demektedir.

Namık Kemal İbret sayfalarında İstanbul’da fransızca olarak yayımlanan Phare du Bosphore’la yaptığı polemikte şöyle diyordu:

“Komünarların mesleklerinde haklı oldukları ve kendilerine yapılan isnatların suçundan sıyrıldıklarını delilleriyle göstermiştir. Phare du Bosphore, –Thiers’e uyarak– birtakım devlet binalarının yakıldığını, erkek ve kadın petrolcüler itiraf etmiştir, diyor. Bu gazete İstanbul’da çıkan gazetelerden doğru dürüst bilgi alamazken, Avrupa’da geçen olayları nasıl doğruca verebilir? Gazetemizde o makaleyi yazan arkadaşımız (Reşat Bey) Versaylıların zulüm silahıyla dökülen kanlar sokaklarda akarken, Paris’te idi. Mahkemelerde Komün taraftarlarını suçlayan ve savunan avukatları dinledi. İki tarafın fikirlerini güden gazeteleri okudu. Vatan çocuklarını çiğneyip ezenlerin insafsızlıklarını gördü…”

Mehmet Emin Bey 1874 yılında çok genç yaşta gırtlak kanserinden vefat  etti. Reşat Bey ise II. Abdülhamit döneminde paşa ve Kudüs mutasarrıfı oldu. Mustafa Nuri Bey daha sonradan Saray katipliği ve Reji müdürlüğü yaptı.

Bu yazı daha önce NTV Tarih dergisinin Mart 2011 sayısında yayımlanmıştır.

Komün, Devlet ve Devrim – Daniel Bensaïd

Paris Komünü’nün 150. yılı vesilesiyle Daniel Bensaïd’in konuya ilişkin bir metnini yayımlıyoruz. Aşağıda Osman S. Binatlı’nın tercümesiyle sunduğumuz ve daha önce Karl Marx’ın Fransa’da İç Savaş kitabına (Yazın Yayıncılık, 2011) sunuş şeklinde yayımlanmış olan bu metin Bensaïd’in IV. Enternasyonal Fransa seksiyonu LCR’in [Devrimci Komünist Birlik] Ağustos 2007’de Port Leucate’da düzenlediği Yaz Üniversitesi kapsamında yaptığı sunuma dayanır.

Marx’ın pek çok okuyucusu onu iflah olmaz bir iktisadî belirlenimcilikle [ekonomik determinizmle] suçlar. Bunu çoğu durumda, Marx’ın aralarında Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i ve Fransa’da İç Savaş üzerine üçlemesinin[1] de yer aldığı siyasî yazılarını bilmemekten kaynaklandığına yormamız gerekir. İlk metinle son metin arasında yirmi yılı aşkın bir süre olsa da, bu durum bu metinlerin bir siyaset, temsiliyet, devlet, demokrasi kavrayışının belirginleştiği bir üçleme oluşturmasını engellemez. Bu üç metin bir anlamda modernitenin Marksçı eleştirisinin, siyasal iktisadın eleştirisi Kapital’in parlak ışığından gözleri kamaşmış okuyucular tarafından sıklıkla ihmal edilen öteki yüzünü oluşturur.

Salt Cumhuriyetten Sosyal Cumhuriyete

Paris proletaryası 1848’de “Cumhuriyeti zorla kabul ettirerek” kendi özgürleşim mücadelesi için gerekli alanı zapt etmiş olmakla birlikte “hiçbir şekilde bu özgürleşimin kendisini” elde etmemişti. Çünkü işçi sınıfı “henüz kendi devrimini başarmaktan acizdi”[2]. Bu Michelet’nin içine daha 1846’da doğmuştu: “Burjuvazinin halktan çıkıp, etkinliği ve enerjisiyle yükseldiğini ve zaferinin tam ortasında birdenbire gücünü tükettiğini görmek için yarım yüzyıl yetti”[3]. Böylece, Michelet’nin 1793 Paris baldırıçıplak hareketinde sezinlediği “bu bilinmeyen devrimin karanlık tohumu” olgunlaşmaktaydı: “Klasik cumhuriyetçilerin arkasında hızla yürüyüp onlara da hız kazandıran bir hayalet vardı: Bu, günümüzde sosyalizm olarak adlandırdığımız yüz başlı, bin öğretinin peşinden giden romantik cumhuriyetçilikti”[4]. 1847’nin son günlerinde kaleme alman Komünist Parti Manifestosunun ilk satırlarından itibaren Avrupa’da kol gezmeye başlayan ve birkaç hafta sonra Avrupa sahnesini basan işte bu aynı hayaletti.

Marx II. Cumhuriyetin doğum tarihi olarak 4 Mayıs’ı verir. Ancak onun gerçek doğum yeri ve tarihi “Şubat Devrimi değil, Haziran yenilgisidir”. Mağlup proletarya orada daha yeni ilan edilmiş Cumhuriyeti, açık amacı “ücretli köleliğin sürdürülmesi” olan devlet gibi görünmeye zorlamıştır: “Burjuvazinin kralı yoktur, saltanatının biçimi” kendi “anonim saltanatında” “Restorasyonla Temmuz Monarşisinin sentezini” gerçekleştiren “Cumhuriyettir”. Tamamlanmış biçiminde anayasal Cumhuriyet karşı çıktığı düzen partisinin çıkarlarını gerçekleştirir. Bundan böyle artık salt Cumhuriyet yoktur. Cumhuriyet ya sosyal cumhuriyet olacak ya da kendi kendisinin bir karikatürü, yeni bir baskının maskesi olacaktır.

Marx 18 Brumaire’i yayınladığı sırada, Belle-Ile kalesinde mahpus Blanqui dostu Maillard’a hemen hemen aynı şeyi yazar: “Uzun zamandan beri yapmak zorunda olduğumuz şey iç savaş değilse, o halde nedir? Ve kime karşı? Ya! İşte kelimelerin anlaşılmazlığıyla içinden çıkılmaz hale getirilmeye çalışılan soru tam da bu: Çünkü iki düşman bayrağın açıkça birbirlerinin karşısına konmasını engellemek söz konusu[5]. Ve sosyalistler işte bu nedenle kendilerini bundan böyle “Şubatı tekrar yapmak isteyen ama daha fazlasına yanaşmayan” basit burjuva cumhuriyetçilerinden ayırmalıdırlar.

Marx Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’nde ve Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’inde Blanqui’nin adını anarak Haziran 48 sınavının stratejik sonuçlarını çıkarmaya başlamıştı: “Proletarya gitgide artan sayıda devrimci sosyalizmin etrafında, bizzat burjuvazinin onun için Blanqui ismini icad ettiği komünizmin etrafında kümeleniyor; bu sosyalizm süreklilik halinde devrimin ilanıdır[6]. Bu ünlü ifadeyi Komünistler Ligasına Seslenişinin sonuç bölümünde şiar olarak tekrarlar: Emekçilerin “savaş narası” bundan böyle “Süreklilik halinde devrim!” olmalıdır. Sorunsal olarak eylemle süreci, anla süreyi, olayla tarihi; hepsini birbirine düğümleyen bilmecemsi bir şiar.

Süreklilik halinde devrim bir anda Avrupa çapında bir boyuta sahip olur. Ulusal topraklar bambaşka bir boyutta bir iç savaşın muharebe meydanları olurlar. Başta Bolşevikler olmak üzere Avrupalı devrimciler, Alman, Macar, İtalyan devrimlerinin 1918-1923 arasında ezilmesine dek eylemlerini hep stratejik mekânın bu Avrupa ölçeğinde tasarımında düşüneceklerdir. Bu, Marx’ın Fransa’da Sınıf Mücadelelerinden itibaren çıkardığı sonuçtur: “Yeni Fransız Devrimi ulusal toprağı hemen terk etmeye ve XIX. yüzyılda toplumsal devrimin başarılabileceği yegâne alan olan Avrupa alanını fethetmeye zorlanacaktır” çünkü “hiç kimse Avrupa haritasının nihaî halini aldığını iddia edecek durumda değildir”.[7] Nitekim savaşla devrim arasındaki ilişki hemen bu kıtasal perspektif içinde yer alır.

Marx’ın Fransa’da İç Savaş üzerine yazdığı metnin 1891’de yeni baskısına yazdığı önsözde Engels şu kehanette bulunacaktır: “Fransız eyaletlerinin ilhakı Fransa’yı Rusya’nın kollarına itmemiş midir? Ve prensler arasındaki ittifak anlaşmalarının daha ilk gününden uçup gideceği bir savaşın tehdidinin başımızda Demoklesin kılıcı gibi sallanıp durduğuna her Allah’ın günü tanık olunmakta mıdır? Sonucunun mutlak belirsizliğinden başka hiçbir şeyi kesin olmayan bir savaşın, Avrupa’nın tamamını on beş yirmi milyon silahlı adamın kırıp geçirmesine teslim edecek bir ırk savaşının.” Bir ırk savaşı! Tıpkı içerisinden Komün Devriminin birdenbire beliriverdiği savaş, Ekim Devriminin ortaya çıkıverdiği Büyük Savaş, Çin, Yunan, Vietnam, Yugoslav devrimlerinin içinden birden filizlendiği İkinci Dünya Savaşı gibi ama ne pahasına: Tüm bu devrimler, oluşturdukları ayakbağları sağ kalanların özgürleşim düşlerini kâbusa çevirecek raddede onların yaşamı ve beyni üzerinde gitgide daha da ağır basacak harabe ve ceset yığınları üzerinde yükseldiler.

Yeni Bir Bürokratik Leviathan

1850’de Fransa’da Sınıf Mücadeleleri’nden 1871’de Fransa’da İç Savaş’a geçen yirmi küsur yıl. Bu iki tarih arasında İmparatorluğun yükselişine, gerilemesine ve yıkılmasına tanık olunmuştur. Maximilien Rubel’in çok iyi ortaya koyduğu gibi bu sekans Marx’a, “bonapartizm” denilen bu tuhaf modern siyasî görüngü üzerinde düşünmesini ve onun aracılığıyla devlet ve devletin sivil toplumla ilişkisi sorununu yeniden ele almasını sağlayacak malzemeyi sunar.[8]

Böylece, Komünün közlerinin ışığında ta 1843’te Kreuznach Elyazması’nda başlatılmış olan ancak o günden beri tezgâhta bırakılan ya da yalnızca belli olaylar vesilesiyle yazılmış yazılarda dağınık bir tarzda yeniden ele alınan bürokrasi eleştirisi birdenbire yeniden ortaya çıkıvermiştir. Sabık rejimin [ancien regime] korporatif ruhu, diye yazmaktadır o dönemde, bürokraside, devlet ile sivil toplum arasındaki ayrılmanın ürünü olarak bürokraside yaşamaya devam eder: “Toplum içerisinde korporasyonu yaratan aynı tin, devlette bürokrasiyi yaratır […] Bürokrasi sivil toplumun devlet formalizmidir.” O “devlet içerisinde özel ve kapalı bir cemiyet oluşturan bir korporasyonda cisimleşen devlet bilinci, devlet iradesi, devlet iktidarı”dır. Bürokrasi “bir pratik yanılsamalar dokusundan başka bir şey olamaz: o devlet yanılsamasının bizzat kendisidir”, bürokratik tin ise “sapına kadar Cizvit, sapına kadar teolojik bir tindir: bürokratlar devletin Cizvitleri, devletin ilahiyatçılarıdırlar; Bürokrasi ruhban cumhuriyettir”[9]. “Birey olarak alındığında” bürokrata gelince, devletin amacı “onun kendi özel amacı haline gelir: bu daha yüksek makamlar peşinde koşma, bu kariyerizmdir.” Dolayısıyla, bürokrasinin ortadan kaldırılması ancak ve ancak “eğer genel çıkar, Hegel’de olduğu gibi düşüncede, soyutlamada değil fiilen özel çıkar haline gelirse” mümkün olabilecektir “ki bu da özel çıkar fiilen genel çıkar haline gelmedikçe mümkün olmaz”. Özgürleşimin nihayet bulunan biçimi Paris Komünü Marx’ın gözünde tam da bürokratik devletin eylemce eleştirisi olarak ve fiilen genel çıkar haline gelmiş özel çıkar olarak belirginleşir. Komünün almış olduğu “en büyük önlem”in büyüklüğü, doktriner bir buluş ya da yapay bir cennet olmasında değil, bir falansterin [ütopik sosyalist Charles Fourrier’nin hayalindeki ortaklaşa yerleşim birimi] ya da bir İkarya’nın [ütopik sosyalist Etienne Cabet’nin ideal sitesi] kurulmasında değil, Komünün sınırları ve çelişkileri de dâhil “bizzat kendi mevcudiyeti”ndedir. Komün böylece “İmparatorluğun dolaysız antitezi” ya da dahası “Sosyal Cumhuriyetin” 1830’un Muhteşem Üçlerinden [İkinci Restorasyonun yerini meşruti bir monarşinin, Orleans Hanedanının Temmuz Monarşisinin almasıyla sonuçlanan 1830 Devriminin üç ayaklanma günü; 27, 28 ve 29 Temmuz] ve Haziran 48’in kanlı günlerinden beri düşlenen “olumlu biçimi” olmuştur.

Nitekim Marx komünal özgürlüğün altı haftası hakkında devlet iktidarı “bundan böyle ilga edilmiş”tir diye yazar. İlga edilmiş? Sözcük, Marx’ın ücretliliğin veya devletin böyle kararnameyle ilga edilebileceği fikrine karşı çıktığı Proudhon veya Bakunin’e karşı polemiklerin tersini söylermişe benzer. Söz konusu olan daha ziyade çalışma zamanının azaltılması, mülkiyet ilişkilerinin dönüştürülmesi, emeğin örgütlenmesinin kökten biçimde değişime uğratılması yoluyla koşulların bir araya getirilmesiyle başlanması gereken bir süreçti. İç Savaş’ın ikinci redaksiyon denemesi ilgadan ne anlaşılabileceğini en ince farklılıkları göz önünde bulundurarak adamakıllı açıklar. Komün “İmparatorluğun dolaysız antitezi” olarak “tüm yurttaşların oyuyla seçilmiş, sorumlu ve her an görevden alınabilir belediye meclisi üyelerinden oluşmalıydı”. Komün “parlamenter bir heyet değil, aynı anda icra ve yasama organı işlevi gören bir heyet olmalıydı”. Memurlar ve Komünün kendi üyeleri “görevlerini işçi ücretleri karşılığı yerine getirme”liydiler: “Uzun lafın kısası, tüm kamu görevleri, merkezî bir hükümetin yetki alanında olabilecek nadir görevler bile Komün görevlileri tarafından üstlenilmeli ve dolayısıyla Komünün yönetimi altına alınmalıydı. Bu arada, merkezî görevlerin, asla halk üzerinde otorite tesis etme görevleri olmayıp, ülkenin genel ve sıradan gereksinimlerinin gerektirdiği görevlerin bundan böyle yerine getirilemeyeceğini söylemek bir saçmalıktır. Bu görevler var olmalıydı, ancak görevler Komün görevlileri tarafından üstlenildiğinden ve dolayısıyla hakikî bir denetime tabi olduklarından bizzat memurlar kendilerini eski hükümet aygıtında yaptıkları gibi reel toplumun üzerine çıkaramıyorlardı. Kamu görevi bir özel mülkiyet olmaktan çıkmalıydı.”[10] Demek ki devletin sönümlenmesini devletin tüm görevlerinin toplumsal özyönetim içinde veya salt “şeylerin yönetimi” içinde soğurulması şeklinde yorumlamak söz konusu değildir. Bu “merkezî görevlerin bazıları, halk denetimi altında kamu görevlerine dönüşmek kaydıyla var olmaya devam etmelidir. Bu durumda devletin sönümlenmesi, siyasetin sönümlenmesi veya siyasetin toplumsalın salt rasyonel yönetimi içinde sönüp gitmesi anlamına gelmez. Devletin sönümlenmesi esasen siyasî mücadele alanının, kurumların bürokratikleşmeden arındırılmasıyla ve kamusal şeyin sürekli tartışmaya tabi kılınmasıyla genişletilmesi anlamına gelebilir.

Olayın ateşi içinde sıcağı sıcağına kaleme alınmış Komün üzerine metinler, Jironden, liberter ve adem-i merkeziyetçi bir Proudhon’a karşı ultra-Jakoben, aşın-devletçi ve ifrata kaçacak ölçüde merkeziyetçi bir Marx efsanesiyle hesaplaşmaya imkân tanır. Hiç kuşkusuz, modern devlet iktidarını paramparça eden Komün Anayasasının “haksız yere Montesquieu ile Jirondenlerin düşlediklerine benzer bir küçük devletler federasyonu halinde bölünme girişimi zannedildi”ğinin altını çizer ve “büyük ulusların bu birliği başlangıçta şiddet yoluyla sağlanmış olsa da günümüzde toplumsal üretimin güçlü bir etmeni haline gelmiştir’ diye ekler. Ayrıca “modern devlet iktidarını parçalayan” Komünde haksız yere bu devlet iktidarını önceleyen “Ortaçağ komünlerinin yaşamına bir çağrı’görülmek istendiğini söyler.[11] Devletin merkezileştirilmesi feodal partikülarizmlerin [bölge veya cemaat özgürlüklerinin korunması, özerklik yanlılığı] ortadan kaldırılması ve ufkun genişlemesi açısından, ardından devrimi Ancienne regime’in komplolarına karşı savunmak açısından yararlı bir rol oynayabilmiştir. Buna karşın, Marx muzaffer asalak ve bürokratik devlete ve onun merkezî hükümetine karşı Başkent-Paris tarafından ezilen köylülerle taşra gericiliği tarafından ezilen Parisli emekçiler arasında bir ittifak perspektifinde dayanışmacı bir adem-i merkeziyet mantığını destekler: “Hâkim sınıfların ve onların hükümetinin başkent Paris’i özgür bir şehir olamaz ve başkent bu Paris oldukça taşra da özgür olamaz. Taşranın özgürlüğü ancak ve ancak Paris Komünü ile mümkün olur.”[12] Başkent-Paris’le Komün-Paris arasındaki bu tezat [antagonizma] iki toplumsal güç ve iki siyasî ilke arasındaki bir mücadelenin ana sahnesidir. Hâkim sınıflar o zamandan beri, birçok kez (1936’da Halk Cephesi grevleriyle, 1945’te ayaklanmayla ve Paris’in kurtuluşuyla, 1968’de genel grev ve barikatlarıyla) dirilen Komün-Paris hayaletini savmayı arzulamaktan bir an olsun vazgeçmemişlerdir.

Komün-Paris’in istediği “Fransa’nın canlı hakikî birliğinin karşısına dikilen sahte birlik sistemini parçalamak”tı, çünkü o zamana dek dayatılan birlik “despotik, aptalca, keyfî ve masraflı bir merkezileşmeydi”. Komün çevresine oluşan siyasî birlik bunun tersine “tüm yerel inisiyatiflerin gönüllü birliği” ve “federe komünlerin merkezî bir heyeti”[13] olacaktı. Komüncü Marx o sırada işi, Montesquieu’nün “toplulukları çok sayıda ortakla büyüyebilen yeni bir ortaklık yaratmak üzere içinde toplayan bir topluluklar topluluğu” olarak tasarlanmış bir federal cumhuriyet formülünü sahiplenmeye kadar vardıracaktı.

Proletarya Diktatörlüğü Nedir?

Özgürleşimin ya da proletarya diktatörlüğünün ya da birbirinden ayrılmaz biçimde her ikisinin de nihayet bulunmuş biçimi olarak Komün? Komünden yirmi yıl sonra Engels’in İç Savaş’a Önsözünün sonuç bölümünde ilan ettiği budur: “Pekâlâ beyler, madem bu diktatörlüğün neye benzediğini öğrenmek istiyorsunuz, o halde Paris Komününe bakın. İşte o proletarya diktatörlüğüydü.”[14]

Komün eğer Engels’in beyan ettiği gibi “proletarya diktatörlüğü idi”yse Komünün ne olduğunu tam olarak bilmek önemlidir. Komün kendisini vasıflı işçiler gibi ücretlendirilen daimî halk denetiminde vekillerle donatarak “devletin tüm gizemlerini ve kendisi hakkındaki üstün olma iddialarını” ortadan kaldırır. Komünün en önemli önlemi “bir kapıda yabanca düşmanla, öbür kapıda sınıf düşmanıyla boğuşurken hemen oracıkta oluşuveren kendi örgütlenmesidir.”[15] Komün “sınıflar mücadelesini ortadan kaldırmaz” ama “bireysel ve toplumsal her yaşamın temel koşulu” olarak “emeğin kurtuluşu”nu temsil eder. Komün böylece toplumsal özgürleşimin içerisinde gelişmeye başlayabileceği –yalnızca başlayabileceği [daha ötesi değil]– “rasyonel atmosferi” yaratır.[16] Komün “burjuva aklını adamakıllı kaygılandıran o muammadır”: Kısacası o “işçi sınıfının siyasal iktidarı alma biçimidir”.[17] Mülk sahiplerinin bu despotça şiddeti karşısında Marx o zaman “gözüpek devrimci sloganı” tekrarlar: “Burjuvazinin devrilmesi! İşçi sınıfının diktatörlüğü!”[18]

Bu biçim, çok kolay unutulduğundan bunu vurgulamak lazım, genel oy ve belediyelerin ve mahallelerin toprak esasında temsili biçimi olarak kalır: “Komün çeşitli ilçelerden [arrondissements] (Paris bu işin başlatıcısı ve modeli olduğundan Paris’i referans alacağız) tüm yurttaşların oyuyla seçilmiş sorumlu ve her an görevden alınabilir belediye meclisi üyelerinden oluşmalıydı. Bu meclisin çoğunluğu doğal olarak işçilerden ve işçi sınıfının kendini kabul ettirmiş temsilcilerinden oluşmaktaydı.”[19] Enternasyonal Emekçiler Birliğinin [AIT-Association Internationale des Travailleurs] Genel Kuruluna 31 Mayıs 1871 Tarihli Hitabesi’nde Marx ısrarla: “Genel oyun komünler halinde teşkil olmuş halka yararı dokunmalıydı” ve “hiçbir şey Komünün ruhuna hiyerarşik bir atamanın genel oyun yerini almasından daha aykırı olamazdı” der. Marx oy hakkının toplumsal ölçütleri konusunda kısıtlama getirilmesini düşünmez. Sadece siyasî çoğunluğun “doğal olarak” toplumsal çoğunluğa karşılık geleceğine dair kanaatini ifade eder. Temsilcilerin temsil edilenlerle, vekillerin kendilerine vekâlet verenlerle ilişkisine gelince bu, sorumluluk ve görevden alınabilirlik ilkeleriyle somutlanmış bir sürekli denetim ilişkisidir. Temsilciler sürekli olarak yaptıklarının hesabını vermek ve temsil edilenlerle anlaşmazlık halinde vekâletlerini yitirmeyi göze almak durumundadırlar. İç Savaş’ın bu ikinci redaksiyon denemesinde, bir saptama olarak kırsal komünlerin en küçük mezralara varana dek “kendi işlerini her an görevden alınabilir ve seçmenlerin görev sınırı ve süresi tanımlı [emredici] bir vekâletiyle bağlı bir delegeler meclisi eliyle yönetmesi”[20] gerekeceğinden bahsedilen Uluslarararası Emekçiler Birliğine 31 Mayıs 1871 Tarihli Sesleniş’te olduğu şekliyle bir emredici vekâletten söz edilmez. Görevden alınabilirlik ne kadar seçilmişin seçmenlerine karşı sorumluluğunun sonucuysa, emredici vekâlet de aynı ölçüde demokratik karar alma sürecini kötürümleştirmeyle sonuçlanır: Vekil eğer kendisine vekâlet verenlerin özel çıkarlarının sözcüsünden başka bir şey değilse, hiçbir genel irade ortaya çıkamaz, özel veya korporatif çıkarların toplamı birbirini izale eder [götürür] ve kurucu iktidarın kısırlığı eninde sonunda genel çıkarı cisimleştirdiği iddiasıyla bu kırıntılar halinde iradenin üzerine çıkan bir bürokrasiye zemin hazırlar.

Şayet proletarya diktatörlüğünün Marx’ın ve Engels’in zihninde ne ifade ettiği merak ediliyorsa Komüne, genel oya ve siyasî çoğulculuğa son derece saygılı görünen bu “diktatörlüğe” bakmak yeter. Komünün ilk önlemleri Leviathan devletin bürokratikleşmeden ve militarizmden arındırılmasından, günümüzde katılımcı bir demokrasi olarak adlandırılması mümkün bir alana ait olabilecek önlemlerden ve temel sosyal adalet önlemlerinden ibarettir. Komünün, mevcut yasal düzenin egemen bir halkın devredilemez kurucu iktidarını icra etmesi adına askıya alınmasını bir kenara bırakacak olursak, bir diktatörlük iktidarıyla fazla bir ortak yanı, bir olağanüstü hal rejimiyle pek bir alakası yoktur.

Komün, Devlet ve Devrim

O halde, Marx ve Engels gibi Lenin’e göre de devlet sorunu, “sömürücülerin direncini bastırmak açısından olduğu kadar nüfusun büyük kitlesini yönetmek için” zorun ve şiddetin örgütlenmesi olarak proletarya diktatörlüğü sorunundan ayrılamaz. Bu “diktatörlük” bir sınıf karakterine sahip olsa da kendisini bir korporatif diktatörlük olarak tasarlamaz. İktidarı “halkın tamamını sosyalizme götürmek” için almak söz konusudur. Formül, Rus sosyal demokrasisinde, Gramsci bu kavrama yeni stratejik önemini kazandırmadan epeyce önce, işçi köylü ittifakında proletaryayla köylülüğün ilişkisini tanımlamak için kullanılan hegemonya kavramını çağrıştırır. Gerçekten de “proletarya[nın] büyük üretimde oynadığı rol sayesinde sömürülen ancak kurtuluşları için bağımsız bir mücadele yürütmekten aciz tüm sınıfların rehberi olmaya muktedir tek sınıf olduğunu akıldan çıkarmaksızın daha o zamandan bir tarihsel blok oluşturmak söz konusudur.

İktidarın alınmasından sonra devlet ilk aşamada varlığını sürdürür ama “burjuvasız bir burjuva devleti olarak” ayakta kalır. Bu paradoksal ifade Lenin’in Rus Devriminden çıkan devlet tipini daha önce tanık olunmamış tarzda tekrar düşünmesini sağlayacaktır. Buna karşın, burjuvasız bir burjuva devleti yine de bir proleter devleti değildir. Burjuvasız burjuva devleti böylece üzerinde iktidarın meslekî tehlikelerinin boy atacağı ve koruması altında toplumun paraziter bir bürokratik urlaşmasının gelişeceği elverişli [mümbit] zemin haline gelecektir. Lenin Devlet ve Devrim’de ortodoks Marksizmin “parlamenter aptallığından kopsa bile onun yönetsel ideolojisini muhafaza eder. Böylece hâlâ sosyalist toplumun “bir emek eşitliğiyle ve ücret eşitliğiyle bundan böyle tek bir bürodan, tek bir atölyeden başka bir şey olmayacağını tahayyül eder. Böylesi ifadeler, Engels’in devletin sönümlenmesinin aynı şekilde siyasetin de yerini salt “şeylerin idaresi’ne bırakarak sönümlenmesi anlamına geleceğini iddia eden sayfalarını çağrıştırır. Kaldı ki bu fikir Saint-Simonculardan ödünç alınmıştır: Diğer bir deyişle, koyutlanan bir bolluğun önceliklerin belirlenmesine, tercihlerin tartışılıp karara bağlanmasına, siyaseti çoğulluğun bir mekânı olarak yaşatmaya imkân tanımayacağı salt bir toplumsal yönetim teknolojisinden ödünç alınmıştır.

Sıklıkla olduğu gibi görünüşte liberter bir ütopya otoriter bir ütopyaya dönüşür: “Tamamı tek bir bürodan ve tek bir atölyede”den ibaret bir toplum düşünden aslında iyi bir idarî örgütlenmeden başka bir şey çıkmayacaktır. Aynı şekilde “halkın tamamının bir karteli” olarak tasarlanmış “proleter devleti” sınıfın, partinin ve devletin totaliter tarzda birbiriyle karıştırılmasına kolayca yol açabilir. Lenin II. Enternasyonalin kurumsal legalizmini boğmak isterken, eleştiri çubuğunu ters yöne bükmüştür. Parlamenter yanılsamalardan kopmuş ama geçiş devletinin siyasî biçimlerini düşünmekten kaçınmıştır.

Rosa Luxemburg’un, geniş anlamında proletarya diktatörlüğüne tamamıyla sahip çıkmakla birlikte – “hiçbir devrimin bir sınıfın diktatörlüğünden başka türlü tamamlanması mümkün değildir” – açıklığa kavuşturacağı işte bu kör noktadır, bir yandan da Rus sosyal-demokratlarını uyarır: “Besbelli hiçbir sosyal demokrat proletaryanın iktidarda tutunabileceği yanılsamasına kapılmamaktadır. Proletaryanın güçleri şu an için buna yetmemektedir, çünkü proletarya bu sözcüğün en dar anlamında Rus İmparatorluğunda toplumun kesinlikle azınlığını oluşturmaktadır. Oysa sosyalizm fikri tam da bir azınlığın tahakkümünü dışladığından sosyalizmin bir azınlık tarafından gerçekleştirilmesi kayıtsız şartsız dışarıda bırakılmıştır. 1906 tarihli bu makale Rus Devrimi üzerine 1918 tarihli ünlü broşürü muştular ve onun habercisi olur. Rosa, Alman sosyal demokrasisinin ortodoks sosyalistlerinin aksine devrimi ve iktidarı alarak uluslararası proletaryanın yolunu açmaya “cüret eden” Bolşevikleri selamlar. Bundan, başta Almanlar olmak üzere Avrupalı devrimciler açısından doğan sorumlulukları vurgular: “Rusya’da sorun olsa olsa konulabilmişti ancak bu sorun Rusya’da çözülemeyecekti. Bu anlamda, gelecek her yerde Bolşevizme aittir”. Nitekim Rus Devriminin geleceği büyük ölçüde Avrupa ve dünya arenasında belirlenir.

Bu yine de Rus Bolşeviklerinin hiçbir sorumluluk taşımadıkları anlamına gelmez. Rosa, Rus Bolşeviklerinin toprak reformuna ve ulusal soruna ilişkin önlemlerini eleştirir. Büyük mülklerin, toplumsal bir mülkiyet değil de özel toprak mülkiyetinin yeni bir biçimini yaratarak parsellenmesi “kırsal kesimde toplumsal eşitsizlikleri arttırmakta” ve çıkarları kaçınılmaz olarak proletaryanın çıkarlarıyla çelişecek yeni bir kır küçük burjuvazisinin kitlesel halde doğmasına yol açmaktadır. Aynı şekilde, Çarlık İmparatorluğunun milliyetlerine istisnasız [genelleşmiş] kendi kaderini tayin hakkı tanınması bu ezilmiş milliyetlerin yönetici sınıflarının “kendi kaderini tayin etmesi”nden başka bir şeyle sonuçlanmamaktadır, zira “ayrılıkçılık” “salt burjuva bir tuzak”tır. Lenin ve dostları “birkaç üniversite profesörünün ve birkaç öğrencinin özenti tavırlarını bunlardan bir siyasî etmen yaratmak için yapay bir şekilde şişirmişlerdir”. Bolşevikler tam tersine kurumsal sorunun demokratik önemini küçümsedikleri halde tarım politikası ve milliyetler politikası konusunda aşın demokratik yanılsama yanılgısına düşmüş olacaklardır.

Kurucu Meclis Sorunu

Bu Kurucu Meclisin lağvedilmesine ilişkin ünlü tartışmadır. Rosa, seçim usulleriyle olduğu kadar memleket hakkında yansıttığı çarpıtılmış görüntüyle devrimci dinamiği geciktiren, dolayısıyla “ölü doğmuş”, “bu gününü doldurmuş kurucu meclisi yıkmak”gerektiğine dair savlara kulaklarını tıkamamaktaydı. Ama o zaman “gecikmeksizin yeni bir Kurucu Meclis için yeni seçimler talep etmek gerekecekti”! Oysa Lenin ve (Ekim Dersleri üzerine 1923 tarihli broşüründe) Troçki Avusturya Marksistleri tarafından salık verilen her türlü “karma demokrasi” biçimini ilke olarak dışlıyorlardı.

Troçki’ye göre partide kurucu meclisi fetişleştirenler, kendisinin gözünde, legalizm endişesiyle ayaklanma kararı karşısında tereddüte kapılanlarla aynı kişilerdi. Ekim’de ayaklanma “şûracı [sovyetist] yola yönlendirildiyse ve Sovyetlerin 2. Kongresine bağlandıysa” eğer, ona göre söz konusu olan bir ilke sorunu değil, “her ne kadar büyük bir pratik öneme sahip olsa da salt teknik bir sorun”du. Askerî kararla demokratik kurumun bu iç içe girişi yalnızca Parti ile Devletin rollerinin birbirine karıştırılmasına değil, aynı zamanda devrimci olağanüstü halle demokratik kuralın birbirine karıştırılmasına elverişlidir. Bu kafa karışıklığı olağanüstü halin doruğuna varmış biçimi olan iç savaşın telaşında kaleme alman bir broşür olan Terörizm ve Komünizmde, zirvesine varır.

Rosa Luxemburg’un yaklaşımı farklıdır. Kurucu Meclisin lağvedilmesine dair Bolşeviklerin öne sürdüğü argümanları kabul etmekle birlikte kuralla istisnanın birbirine karıştırılması konusunda tasalanmaktadır: “Tehlike, onların [Bolşevik önderlerin], zorunluluğu bir erdem haline getirerek, teorinin her noktasında mukadder koşullar tarafından kendilerine dayatılan bir taktik belirlemeye çalıştıkları ve bunu uluslararası proletaryaya bir sosyalist taktik olarak önerdikleri anda başlar”. Yitirilmesi söz konusu olan, Kurucu Meclis meselesi bir yana, bizatihi sosyalist demokrasinin hayatiyeti ve etkinliğidir. Rosa bir aldatmacaya ya da bir gölge oyununa indirgenemeyecek kamuoyunun önemini vurgular. Tüm tarihsel deneyim “tersine bize kamuoyunun temsili kurumlara mütemadiyen kan verdiğini [irrigue], bunların içine nüfuz ettiğini, bunları yönlendirdiğini gösterir. Aksi takdirde halk temsilcilerinin her burjuva parlamentosunda bizlere zaman zaman izlettirdikleri müthiş eğlenceli cambazlık gösterilerini, aynı temsilcilerin yeni bir ruhla aniden coşkuya kapılıp hiç umulmadık çıkışlar yapmalarını nasıl açıklarız? Yine arada sırada kupkuru mumyaların gençlik havalarına girmelerini, gazap fabrikalarda, atölyelerde, sokaklarda patlamak üzere olduğunda her meşrepten küçük Scheidemannların birdenbire yüreklerinde devrimci sesler keşfetmelerini nasıl izah ederiz? O halde kitlelerin kanaatinin ve siyasî olgunluğunun bu sürekli canlı eyleminin tam devrim döneminde parti tabelalarının ve seçmen listelerinin katı şeması karşısında yarıştan çekilmesi mi gerekecektir? Tam tersine! Kamuoyu dalgalarının, halk yaşamının nabzının temsilî kurumlar üzerinde mucizevî bir şekilde anında etkide bulunmasına imkân tanıyan bu duyarlı ve alıcı siyasî atmosferi ateşli coşkusuyla yaratan şey devrimin ta kendisidir.” Devrimciler “halk yaşamının” bu “nabzını” bastırmak yerine onu atmaya bırakmalıdır. Çünkü bu nabız demokratik kurumlarının ağır mekanizması için güçlü düzelticidir: “Ayrıca, partilerin, geçerliliği kalmamış seçmen listelerinin vb.’nin katı klişelerine rağmen, eğer kitlenin siyasî yaşamının nabzı daha hızlı ve daha güçlü atarsa etkisi o zaman daha dolayımsız ve daha kesin olur. Elbette her İnsanî kurum gibi her demokratik kurumun da kendine has sınırlan ve yetersizlikleri vardır. Buna karşın Lenin’le Troçki’nin buldukları çare -demokrasiyi açıkça ortadan kaldırmak- tedavi etmesi beklenen hastalığın kendisinden de beterdir: bu, toplumsal kurumların doğuştan kusurlarını düzeltecek müdahalelerin, halk kitlelerinin büyük çoğunluğunun etkin, enerjik, engelsiz siyasî yaşamının fışkırabileceği kaynağı tıkar.”

Nitekim Rosa’nın uyarıları geriye dönük olarak tüm anlamına kavuşur. Rosa 1918’de, bir süre için meşru görülebilir olağanüstü hal önlemlerinin, devletin bir sınıfın diğer bir sınıf üzerinde tahakkümün aygıtı olarak salt araçsal bir kavrayışı adına kural haline gelmesinden korkuyordu. O zaman devrim yalnızca bu aygıta el değiştirtmekten ibaret olacaktı: “Lenin, burjuva devletinin bir işçi-sınıfını-baskı-altına-alma aracı olduğunu, sosyalist devletin ise bir burjuvaziyi-baskı-altına-alma aracı olduğunu, yani sosyalist devletin bir çeşit terse çevrilmiş kapitalist devletten başka bir şey olmadığını söylüyor. Bu basitleştirici kavrayış meselenin özünü unutur: burjuvazinin tahakkümünü uygulayabilmesi için halk kitlesinin bütününü siyasî olarak okutmaya ve eğitmeye, en azından dar biçimde belli sınırların ötesinde, hiç ihtiyaç yoktur. Proletarya diktatörlüğü için hayatî öğe, o olmaksızın var olamayacağı soluk işte buradadır.”

Yeni toplum kullanım kılavuzu olmadan icat edilir. Parti programı “yönü işaret eden büyük levhalardan” başka bir şey sunmaz ve üstelik bu işaretler de buyurgan bir karakterden ziyade işaret ışığı ve uyarı levhası gibi yol gösterici karakterden başka bir karaktere sahip değildir. Sosyalizm hiç kuşku yok “mülkiyete karşı bir dizi zorlayıcı önlem alınmasını gerektirir” ama “olumsuz veçheyi, yıkmayı kararnameyle ilan etmek mümkün olsa” da, aynı şey “olumlu veçhe, inşa yani yeni dünya, bin dert [sorun]” için geçerli değildir. Bu sorunları çözmek için nüfusun en büyük bölümünün en geniş özgürlüğü, en büyük etkinliği gereklidir. Moralleri özgürlük değil terör bozar: “Genel seçimler olmadan, sınırsız bir basın ve toplantı özgürlüğü olmadan, serbest bir fikir mücadelesi olmadan tüm kamu kurumlarında yaşam gücünü yitirir, anlamsız ve tatsız bir şekilde sürer ve bürokrasi tek etkin öğe olarak kalır.” Bizzat Lenin, siyasî demokrasinin bu toplumsal işlevselliğini Devlet ve Devrim’de sezinler gibi olmuştu. Ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin etmesinin kapitalizm koşullarında gerçekleştirilemez, sosyalizm koşullarında ise gereksiz olduğunu düşünen kimi Marksistlere peşinen şu cevabı veriyordu: “Sözüm ona nükteli ama aslında hatalı bu akıl yürütme her demokratik kuruma uygulanabilir, zira tamı tamına tutarlı bir demokratizm kapitalist rejimde gerçekleştirilebilir değildir, sosyalist rejimde ise her demokrasi sonunda sönümlenecektir […] Demokrasiyi sonuna kadar geliştirmek, bu gelişimin biçimlerini araştırmak, bunları pratikte sınamak, bu ise toplumsal devrim için mücadelenin yine de temel görevlerinden biridir. Tek başına alındığında hangisi olursa olsun hiçbir demokratizm sosyalizmi getirmeyecektir: ama demokratizm hayatta asla tek başına alınmaz. O bütün içinde alınacaktır. Aynı şekilde, dönüşümünü teşvik edeceği ekonomi üzerinde de bir etkiye sahip olacaktır.”[21]

26 Ağustos 2007

Türkçesi: Osman S. Binatlı


[1] Les luttes de classes en France (1850) ve Le 18 Brumaire de Louis Bonaparte, Paris, collection Folio, 2002. La guerre civile en France, Paris, editions sociales, 1968. [Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850, Sol Yay., 1996, LouisBomaparte’ın 18 Brumaire’i, Sol Yay., 2002, Fransa’da İç Savaş, Köz Yayınları, 1970-1976-Yazın Yay. 2011]

[2] Marx, Lutte des classes en France, s. 18, 22.

[3] Michelet, Le Peuple. Daha 1832’de, Blanqui Halkın Dostlan Demeğine Raporunda [Rapport à la Société des Amis du peııple] şunu açıklıyordu: “Ulusu oluşturan sınıflar arasında ölümüne savaş olduğu görmezden gelinmemelidir.” (Blanqui, ll faul des armes, Paris, La fabrique, 2007, s. 80).

[4] Michelet, Histoire de la Revolution française, Laffont 79, tome II, s. 474.

[5]  Blanqui, op. cit., s. 176.

[6] Marx, Lutte des classes en France, p 122. Walter Benjamin Tarih Kavramı Üzerine XII. Tezinde aynı sözcüklerle sosyal demokrasiyi “çan gibi sesiyle 19. Yüzyılı sarsmış olan bir Blanqui’nin adını otuz yıl içinde neredeyse tümüyle silmeyi başar”mış olmakla suçlayacaktır. [Bkz. Michael Löwy, Walter Benjamin: Yangın Alarmı, “Tarih Kavramı Üzerine” Tezlerin Bir Okuması, Versus, 2007, İstanbul, s. 98]

[7] Engels, Le Po et le Rhin.

[8]  Bkz. Maximilien Rubel, Karl Marx devant le bonapartisme, Karl Marx, Les luttes de classes en France, op. cit. Paris, Folio, 2002 içinde yeniden yayınlanmış metin.

[9] Marx, Critique de la philosophie de l’Etat de Hegel , Paris, 10-18, 1976

[10] Marx, Guerre civile, s. 260

[11] Guerre civile s. 45.

[12] Ibid. s. 227.

[13] Ibid., s. 231.

[14] Guerre civile, s. 302.

[15] İbid. 215.

[16] İbid. 216.

[17] İbid. 256.

[18] Lutte des classes, s. 41.

[19] İbid. s.260.

[20] Lenin’de, bilhassa Devlet ve Devrim’de sorumluluk ve görevden alınabilirlik ilkelerine rastlanmakla birlikte emredici vekâlet yoktur.

[21] Lenine, L’Etat et la Revolution, in Oeuvres, tome 25, editions de Moscou, p. 489. [V.I. Lenin, Devlet ve Devrim,Agora, 2009, İstanbul]

Ferman Sarayınsa HDP de, İstanbul Sözleşmesi de, Gezi de Bizim! – Yeniyol’un Sözü

Muhalif kamuoyu Erdoğan rejiminin giderek zayıfladığı ve ilk seçimlerde “gidici” olduğunu düşünedursun, son bir haftada yaşananlar 2023’e giden yolun bir hayli sarsıntılı ve tahrip edici olacağını bir kez daha gösterdi.

Geçtiğimiz hafta HDP Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun vekilliğinin düşürülmesi, HDP’ye kapatma davası açılması ve 700’yakın HDP’liye siyaset yasağının talep edilmesinin ardından uzun süredir İslamcı-faşist cenahın saldırıları altında bulunan İstanbul Sözleşmesi, yine bir Cuma gecesi, yine bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle feshedildi. Ayrıca, her biri majör düzeyde bulunan bu gelişmelerin ve saldırıların yanı sıra Merkez Bankası Başkanının -yine- görevden alınması ve Gezi Parkı’nın mülkiyetinin Sultan Beyazıt Hanı Veli Hazretleri Vakfı’na geçirilmesi gibi ek maddeleri de saymak gerekir.

Kimsenin herhangi bir beklentisi olmasa dahi, daha yeni insan hakları eylem planı açıklanmışken, bir iktisadi ve siyasal istikrar yoluna girileceğine dair uluslararası zeminde yaratılmak istenen intibaın en azından bir müddet sürdürülmesinin rejim açısından rasyonel olacağı düşünülebilirdi.

Ama hayır. 

12. Cumhurbaşkanı ve dayandığı İslamcı-faşist koalisyon attığı adımlar arasında bir tutarlılık gözetmek zorunda hissetmiyor kendini. Bir kör dövüşüne tutulmuş vaziyette, maddi yahut sembolik eşgüdümsüz hamleleri toplumun üzerine boca ediyor. Tabanındaki erimeyi engelleyemeyeceğini bildiğinden en süfli ve radikal kesimlerin sadakatini muhafaza etmek adına hep daha fazla düşman yaratıyor, daha fazla cephe açıyor ve daha fazla saldırıyor. Uluslararası güç ilişkilerindeki gelişmeler dış politikada Erdoğan’ın cengâver lafazanlığına daha fazla müsaade etmediğinden iç siyasette kimi arındırıcı şoklara ihtiyaç hasıl olmuştu. Böylece geçtiğimiz haftanın hamleleriyle Saray hem erimeye ket vuracak bir ideolojik-siyasal tahkimata yöneliyor hem de muarızları nezdinde, art arda şoklarla, “yapabiliyorum öyleyse yapıyorum” mantığına dayanarak güç gösterisinde bulunuyor.

Şüphesiz Sayın Gergerlioğlu’na reva görülen muamele, sabahın köründe yaka paça meclisten “kaldırılması” doksanlı yılların polis devletini aratmayacak bir güç gösterisiyse, HDP’nin kapatılmasının ve muhtemel siyaset yasaklarının, elbette ki “Seni Başkan Yaptırmayacağız”dan bu yana süregelmiş bir kişisel intikam boyutu vardır ama esasen oy aritmetiğini ve kurumsal muhalefetin bileşimini kökten değiştiren bir siyasal akımı siyaset sahnesinden silmeyi hedeflemektedir. HDP’nin ana gövdesini oluşturan Kürt Siyasal Hareketi için bu elbette ilk değil ve partinin kapanmasıyla ne Kürt halkı buharlaşacak ne de HDP’nin üyelerinden, sempatizanlarından, dostlarından oluşan toplumsal kesimler.

İstanbul Sözleşmesinin Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle feshedilip edilemeyeceğine dair hukuki itirazlar yapılsa da buradaki amacın, Erdoğan rejimine karşı en etkin muhalefeti oluşturan, kitlesel biçimde varlığını sokakta gösterme gücüne sahip olan kadın hareketine, İstanbul Sözleşmesi’nde cisimleşmiş olan kazanımlarına yönelik bir taarruzda bulunmak olduğu ortada. Cinsiyet eşitliğinin gündeminde yer almadığını farklı ağızlardan defalarca dile getiren iktidar, kadın hareketi ve feminist mücadele güç kazandıkça, kadınların onyıllardır zorlukla kazandıkları haklara ve doğrudan kadınlara yönelik açık ve örgütlü saldırılarını daha da yoğunlaştırdı. Nafaka hakkına saldırılardan çocuk istismarı affına karşı mücadeleye her alanda olduğu gibi kazanılmış haklarından vazgeçmeyen kadınlar, sistematik şiddet devam etse de kutsal aileye zeval gelmesin zihniyetini tanımadıklarını, İstanbul Sözleşmesi’ne sahip çıkacaklarını Türkiye’nin dört bir yanında bir kez daha dile getiriyorlar.

AKP-MHP iktidar koalisyonu, zaten bünyesinde ziyadesiyle barındırdığı emek, kadın, Kürt ve demokrasi düşmanı reflekslerinden başka bir aracı siyaset sahnesine süremeyecek bir sıkışmışlık içerisindedir. Ancak bu sıkışmışlık, bir güç acizliği olarak okunmamalıdır. Siyasi olarak güçsüz, ancak yetki ve imkân bakımından güçlü iktidarların emekçi ve ezilenlere uyguladığı zulüm örnekleri tarihte kolaylıkla bulunabilir. Bu nedenle bu sıkışmışlığı “gidiyorlar, bunlar son oyunları” diyerek sadece izlemek, burjuva muhalefetinin herkese önerdiği ve başarı şansı oldukça düşük, sinik bir tavırdır. 

Yapılması gereken, siyasi olarak en ilkel araçlara muhtaç kalmış iktidarın karşısına bütün bir toplumsal muhalefet olarak, emekçilerin ve ezilenlerin birleşik cephesiyle dikilmektir. Onlarca sektörde ortaya çıkan örgütlenme girişimleri ve işçi direnişleri, kadınların özellikle son on yıldır büyük bir başarıyla yürüttükleri mücadeleleriyle, Kürt halkının siyasi olarak imha edilme tehdidine karşı Newroz ateşini büyütmeleriyle, Boğaziçi öğrencilerinin ülkeyi saran kayyum karşıtı eylemleriyle, Gezi’ye el uzatılmasına karşı ayağa kalkan insanların öfkeleriyle buluşmalıdır. İktidarın topyekun saldırısına karşı direniş de topyekun olmalı, AKP sonrası döneme rengini verecek bir siyasetin taşları şimdiden döşenmeli, burjuva muhalefetin sınırlarını çizdiği “muhalif” kimliğine ve pratiğine teslim olunmamalıdır. Bu nedenle ekolojist, feminist, enternasyonalist, çoğulcu ve birleşik bir sosyalist alternatifin inşası hala önümüzde duran vazgeçilmez görevlerden biri.

Sosyalist Demokrasi için Yeniyol

Kronştadt Trajedisine Yeniden Bakmak – Olivier Besancenot, Michael Löwy

Kronştadt isyanının ve isyanın bastırılışının 100. yılı dolayısıyla İmdat Freni olarak bir dizi yazı yayımlayacağımızı duyurmuştuk. İlk yazımız Victor Serge’in Bir Devrimcinin Hatıraları başlıklı otobiyografisinde bu tarihsel kesite dair hem günün koşullarını hem de kendi değerlendirmesini aktardığı sayfalardan müteşekkildi. Aşağıda bulunan metin ise Fransa’da önce IV. Enternasyonal Fransa seksiyonu olan Devrimci Komünist Birlik’in (LCR) ardından da Yeni Antikapitalist Parti’nin (NPA) sözcülüğünü yapan Olivier Besancenot ile İmdat Freni’nde yazılarını sıklıkla yayımlamaya gayret ettiğimiz Michael Löwy’nin “Devrimci Yakınlıklar. Kızıl ve Kara Yıldızlarımız” başlığını ve “Marksistler ile Liberterler Arasında Bir Dayanışma için” altbaşlığını taşıyan kitabın Kronştadt ile ilgili bölümünün tercümesidir. Aynı kitabın daha genel olarak Ekim devriminde anarşistler ile Marksistler arasındaki çatışmalı ilişkilere odaklanan kısmı yeniyol1.org’da yayımlanmıştı.

İmdat Freni

Çatışmanın İki Versiyonu

1921’de meydana gelen Kronştadt ayaklanması ve Sovyet devleti tarafından bastırılışı liberterlerle Marksistler, özellikle de anarşistler ile Troçkistler arasında, neredeyse yüzyıldan beri önemli tartışma konularından birini teşkil ediyor. Bu trajik çarpışmaya yeni bir bakış açısıyla yeniden bakmaya çalışacağız.

Kısaca olguları hatırlatalım. 1921 yılının başında SSCB’deki iç savaş beyazların yenilgisiyle sonuçlanıyor fakat ülke tükenmiş durumda, açlık ve “savaş komünizmi”nin sert uygulamaları protestolara sebep oluyor. Şubat ayında Petrograd’da gerçekleşen grevler ve işçi eylemleri Kronştadt bahriyelileri tarafından sempatiyle karşılanıyor. Baltık donanmasının merkezi ve stratejik bir kale olan Kronştadt, Petrograd açığındaki bir adada yer alıyor. Hem bu askeri üs hem de tüm ada ve nüfusu 1917 ve 1918’de Devrimin burçlarından biri olmuştur. 1 Mart günü Kronstadt’ın Çapa meydanında bir genel meclis toplanır: 16 bin bahriyeli, asker ve işçi katılır. Sovyet devletinin şefi Kalinin ve Baltık donanmasının komiseri Kuzmin de davetlidir ve askeri törenle, bandoyla, bayraklarla karşılanırlar. 

Petropavlosk kruvazörünün bahriyelileri tüm meclis tarafından oylanacak bir karar metni hazırlamıştır: Metin iki oy haricinde oy birliğiyle kabul edilir. Bunlar Sovyet iktidarının iki temsilcisinin, Kalinin ve Kuzmin’in oylarıdır. Bu belgedeki taleplerinin bir kısmı şöyle: işçiler, köylüler, anarşistler, sol-sosyalist partiler için ifade ve basın özgürlüğü; sendikalar ve köylü örgütleri için toplanma özgürlüğü; sosyalist siyasi tutsakların serbest bırakılması; köylüler için kendi topraklarını serbestçe işleme ve sürü hayvanı besleme hakkı (yanlarında kimseyi çalıştırmayıp yalnızca kendilerinin çalışması koşuluyla); ücretli işçi çalıştırmayan serbest zanaatkar üretimine izin verilmesi. Olaylar sırasında yeni bir Kurucu Meclisin seçilmesi için veya “Bolşeviksiz sovyetler” öneren sesler de yükselecektir. Kronştadt Izvestia’sında bulunan merkezi slogan ise şudur: “Tüm iktidar sovyetlere, partilere değil”.

2 Mart günü bahriyeli Petriçenko’nun başkanlık yaptığı 300 delegelik bir konferans toplanır ve bir geçici komite seçer. Kuzmin ile Kronştadt sovyetinin komünist başkanı Vassiliyev tutuklanır. Moskova Radyosu isyanın eski rejimin bir generali olan Kozlovskiy tarafından yürütüldüğünü ve Fransız karşı-casusluk faaliyetleriyle ilişkili olduğunu açıklar. Kozlovskiy gerçekten de kalede mevcut bulunur fakat hareketin liderliğinin dışındadır. Sovyet yöneticileri -Lenin ve Troçki- 5 Mart’ta isyancılara bir ültimatom gönderir ve Petrograd’da sıkıyönetim ilan eder.

Moskova’da bulunan ve Sovyet iktidarının müttefiki olan Amerikalı anarşistler Emma Goldman, Alexandre Berkman, Perkus ve Petrovskiy Petrograd’daki başlıca Bolşevik yönetici olan Zinoviev’den çatışmanın barışçıl bir biçimde çözülmesi için Kronştadt’la müzakere yürütmesini rica eden bir mesaj gönderir. Bu mesajın metni bu trajik hikayenin en mühim parçalarından biridir:

“Soğuk ve açlık memnuniyetsizliği doğurdu […]. Beyaz Muhafız örgütleri bu memnuniyetsizliği kendi gruplarının çıkarları için kullanmayı deneyeceklerdir muhtemelen. Kendilerini işçilerin ve bahriyelilerin arkasına saklayarak Kurucu Meclis, serbest ticaret ve başka benzer taleplerle ilgili sloganlar atıyorlar. Biz anarşistler […] Bolşeviklerle el ele vererek, her türden karşı-devrimci teşebbüse karşı elde silah mücadele edeceğiz. Bugünkü çatışmaya gelince […] bunun silahların gücüyle değil devrimci kardeşliği ve yoldaşlığı yansıtan bir anlaşma yoluyla çözülebileceğini düşünüyoruz […]. Bolşevik yoldaşlar çok geç olmadan düşünün bunu!”

Amerikalı anarşistler içinde iki anarşistin bulunacağı beş kişilik bir komisyon göndermeyi öneriyor. Zinoviev bu öneriye kabul etmiyor. 7 Mart’ta Kronştadt ile Petrograd arasındaki ilk top atışları meydana geliyor.

8 Mart’ta Komünist Partinin 10. Kongresi açılırken Kronştadt Izvestia’sı Rusya’da “sosyalist yaratım için yeni bir yol” açmaya muktedir bir “üçüncü devrim” çağrısında bulunuyor. 8 ile 15 Mart arasında Kızıl Ordu tarafından gerçekleştirilen birkaç hücum dalgası asilerden tarafından püskürtülüyor. 15 Mart’ta Partinin 10. Kongresi sona eriyor. Burada Yeni Ekonomi Politikası’na (NEP) geçiş yönündeki ilk kararlar alınmıştır: Köylülere ve zanatkarlara daha fazla ekonomik özgürlük verilmesi. 16 Mart’ta kaleye hava kuvvetleri ve topçu taburu tarafından genel bir bombardıman düzenleniyor. 17 ve 18 Mart’ta, her iki taraftan büyük kayıplar verilmesi pahasına Kızıl Ordu Kronştadt’ı ele geçirmeyi başarıyor. 2000 asi tutuklanıyor, kimileri hemen orada kurşuna dizilecektir, diğerleri (Victor Serge’e göre yüzlercesi) takip eden aylarda Çeka’nın hapishanelerinde idam edilecektir[1].

Bu olaylar üzerinden konuya dair iki versiyon, daha doğrusu birbiriyle taban tabana zıt iki büyük karşıt anlatı oluşacaktır. Bolşevikler için, başta Lenin ve Troçki olmak üzere Kronştadt son tahlilde karşı-devrimci bir harekettir. 10. Kongrede, 8 Mart günü sunduğu raporda Lenin bunun “sosyalist-devrimcilerin [SR’ler] ve yabancı ülkelerdeki beyaz muhafızların eseri” olduğunu, “öte yandan hareketin bir küçük burjuva karşı-devrimine, bir küçük burjuva anarşist harekete” yol açtığını açıklayacaktır. Bu “her daim proletarya diktatörlüğüne karşı tutum alan küçük burjuva anarşist unsurların ticaret serbestisini savunduğu” bir harekettir[2]. Kongrede yaptığı bir başka açıklamada Lenin meseleyi gerçekliğe daha yakın bir formülle özetler: “Kronştadt’ta ne beyaz muhafızları ne de iktidarımızı istiyorlar ama başka bir seçenek yok”.

Troçki ise Fransız gazetesi Le Matin’de şubat ortasında yayımlanan bir makaleye birçok kez göndermede bulunur. Söz konusu makalede yer alan ve Kronştadt’ta bir ayaklanmanın baş gösterdiğine dair bilgiyi “karşı-devrimci komplo merkezlerinin yurtdışında” bulunduğunun kanıtı olarak gösterir.[3] Çok daha sonraları, hasımları veya aralarında Victor Serge’in de bulunduğu dostları tarafından bu dönem hakkında kendini görüşlerini açıklamaya çağrıldığında sosyolojik bir açıklama önerecektir: İsyancıların “derin biçimde gerici özellikte olan” düşünceleri “geri kalmış köylülüğün işçilere karşı düşmanlığını […], küçük burjuvanın devrimci disipline duyduğu nefreti yansıtıyorlardı. Hareket tüm bunlardan dolayı karşı-devrimci bir karaktere sahipti”[4]. Ancak 1939’da, Stalin hakkındaki biyografisinde Troçki daha nüanslı bir analiz geliştirecektir:

“Sovyet hükümetinin Kronstadt’da isteksizce yaptığı şeyin trajik bir zorunluluk olduğunu söylemek yeterlidir; açıktır ki, devrimci hükümet sırf bir kısım kuşkucu anarşist ve sosyalist-devrimci bir avuç ayaklanmış gerici köylü ve askerin desteğini sağladı diye Petrograd’ı koruyan kaleyi isyancı denizcilere ‘hediye edemezdi’. Belki iyi niyetler taşıyan ancak kesin olarak kötü hareket eden Makhno ve fiiliyatta devrimci diğer unsurların durumu konusunda da aynı türden akıl yürütmelere rastlanmıştır”[5].      

Troçkist hareket tarafından, örneğin Kronştadt konusunda hazırladığı derlemeye yazdığı “Giriş”te Pierre Frank tarafından sahiplenilen bu “trajik zorunluluk” argümanı olmuştur.

Anarşist anlatı, elbette, bambaşka. Daha en başta, asilerin açıklamalarında “komünistlerin boyunduğuna” karşı “üçüncü Rus devrimi” teması mevcut. 1922 tarihli bir yazısında Alexandre Berkman şöyle diyor: Kronştadt, üçüncü devrime doğru bu ilk adım, “Bolşevik rejimin mutlak tiranlık ve gericilikten başka bir şey olmadığını ve bizzat komünist devletin en güçlü ve en tehlikeli karşı-devrimi cisme kavuşturduğunu kanıtlamıştır”[6].

Bu analizi çok daha uzun uzadıya geliştirilmiş haliyle Ida Mett’in[7] ve Alexandre Skirda’nın kitaplarında buluruz. Bu sonuncusu çok daha sert biçimde “Bolşevik karşı-devrimin” ta… Ekim 1917’de başladığını ileri sürer. Alternative Libertaire’in broşürü çok daha ilginç. “1921. Kızıl Kronstadt’ın İsyanı” başlıklı bir belge derlemesi bu, Patrice Spadoni’nin de “Kronştadt yahut Lenin ve Troçki’nin Trajik Hatası” adını taşıyan bir giriş metni mevcut. Spadoni, Lenin ve Troçki’nin “samimi devrimciler” olduğu görüşünde fakat “iktidarın bir tek parti tarafından gaspından” sorumlu olduklarını düşünüyor. Aynı broşürde, tarihsiz ve “Liberter Komünist Hareket” imzalı bir makale ise bambaşka bir telden çalıyor: Troçki “Kronştadt Komününün Gallifet’si” olarak niteleniyor (!). Bu metin anti-bolşevik bakış açısından pek farklılaşmıyor: “Kronştadt’ı mağlup eden karşı-devrim, beyazların açıkça ilan ettiği karşı-devrim değil, Bolşevik bürokrasinin gizlenmiş karşı-devrimidir”[8].

Bu iki tek yönlü anlatıyı da tatmin edici bulmuyoruz… Bize göre Kronştadt ile Bolşevik iktidar arasındaki mücadele “devrim ile karşı-devrim” arasında bir çatışma değil. Aslında bu bakış, iki anlatının da ortak noktasını oluşturuyor; yalnızca hangi cephenin kimin tarafından temsil edildiği konusunda yerler değişiyor. Burada söz konusu olan iki devrimci akım arasındaki trajik ve kardeş katlini içeren bir çarpışma. Bu trajedinin sorumluluğu her iki kesim tarafından paylaşılıyor ama temel olarak iktidara sahip olanlarınki ağır basıyor.

Aykırı Bir Bakış Açısı: Victor Serge

Bir Fransız-Rus yazar ve anarşist militan olan Serge, 1917’den sonra Bolşevizme katılır, Lenin ve Troçki ile dost olur, sol muhalefete desteğinden dolayı Stalin tarafından Sibirya’ya gönderilir, önce Fransa’da sonra da Meksika’da sürgün hayatı yaşar. Victor Serge (1890-1948) komünizme ve Troçkizme gönül vermiş olmasına rağmen anarşist fikirlere belirli bir yakınlık duymaya devam eden bir çeşit “liberter Marksisttir”. Dostu Lev Davidoviç ile arasının bozulmasına sebep olan Kronştadt hakkındaki görüşleri hayli ilginçtir ve özetlemiş olduğumuz iki yorumdan daha az tek yönlüdür. 

Olaylar sırasında Serge anarşistlerin arabuluculuk girişimine destek verir fakat son aşamada Bolşeviklerin yanında durur. Troçki’nin Wendelin Thomas’a mektubuna (1937 Temmuz’unda yayınlanır) cevap olarak bu trajik Kronştadt meselesine tekrar dönmeye karar verir.

Öncelikle Troçki’nin “isyanın ek tayın alma arzusu tarafından yönetildiği” argümanına karşı çıkar. Kronştadt’lı denizcilerin ayrıcalık talep ettiği doğru değildir, ona göre: Halkın köylerden yiyecek sağlamasını engelleyen milis barikatlarının kaldırılmasını talep ediyorlardı. Buna karşılık “o an için siyasal bakımdan aşırı derecede tehlikeli ama samimi biçimde devrimci, genel ve dolayısıyla çıkar gözetmeyen bir talepleri vardı: ‘serbestçe seçilmiş sovyetler’”. “Kronştadt’ın şikayetlerini dinleyerek, onlarla tartışarak hatta bahriyelileri tatmin ederek” isyandan kaçınmak kolay olurdu diyor Serge. Özellikle de iktisadi talepleri alanında bir tatmin sağlamak mümkün olurdu çünkü bunlar büyük oranda NEP içinde yer alacaktı. “Çatışma başladıktan sonra bile en beterinden sakınmak” kolaydı: “Asilerle güvenli bir bağlantısı olan anarşistler [Emma Goldman ve Alexandre Berkman] tarafından önerilen arabuluculuğu kabul etmek yeterli olurdu. Bunu bir prestij meselesi haline getirerek, otoriterlikte ifrata kaçarak Merkez Komite bunu reddeder. Tüm bunlarda Petrograd sovyeti başkanı Zinoviev’in sorumluluğu büyüktü. O Zinoviev ki beyaz General Kozlovskiy’in ihanetle Kronştadt’ı ele geçirdiğini ilan ederek tüm halkı yanıltmıştı. Askeri galibiyetin ardından […] katliama başvurmamak kolay, insani, daha siyasi ve daha sosyalistçe olurdu… Sonradan gerçekleştirilen katliam feciydi!”[9]

Bununla birlikte, son tahlilde Serge Bolşevik iktidarını seçer. Argümanı şu: Kronştadt’ın asileri “arındırıcı bir fırtınanın kopmasını sağlamak istiyorlardı, gerçekte ise önce köylülüğün yürüteceği ardından da beyazların ve yabancı müdahalenin hızla faydalanacağı bir karşı-devrimin kapılarını açabilirlerdi ancak […]. Asi Kronştadt karşı-devrimci değildi, fakat galibiyeti -kaçınılmaz biçimde- karşı-devrimi getirirdi. Hatalarına ve aşırılıklarına rağmen Bolşevik Parti o anda […], her şeye rağmen, güvenilmesi gereken büyük örgütlü güçtü[10].

Birkaç sene sonra, o harika otobiyografisi Bir Devrimcinin Hatıraları’nda (1943) Victor Serge yeniden bu bahse döner. Bir yandan “Kronştadt’ın haklı olduğunu” kabul eder: “Kronştadt yeni bir özgürleştirici devrime, halk demokrasisi devrimine başlıyordu”. Fakat öte yandan “Eğer Bolşevik diktatörlük düşerse, bu kısa vadede kaos, kaos aracılığıyla da köylü ayaklanması, komünist katliamı, göçmenlerin dönüşü ve nihayetinde de olayların zoruyla bir başka diktatörlük, proleter-karşıtı diktatörlük demek olurdu”.[11]

Victor Serge’inkine çok yakın bir bakış açısı, paradoksal biçimde, liberterlere yakın bir tarihçi ve Kronştadt hakkında derinlikli bir akademik araştırmanın yazarı olan Paul Avrich tarafından öneriliyor. Sıklıkla Serge’e göndermede bulunan Avrich kitabının perspektifini şöyle özetliyor: “Kronstadt’ın verili koşullarında, tarihçi, isyancılara sempati duyabileceği gibi, Bolşeviklerin onları bastırmasının haklılığını da kabul edebilir. Bunu anlamak, gerçekten de, Kronstadt trajedisini bütünüyle kavramaktır.[12]

Serge ve Avrich Bolşeviklerin yenilgisinin karşı-devrime yol açacağı konusunda ısrar etmekte haklılardı. Peki bu argüman Sovyet iktidarının asilere karşı çatışmalardan önce, çatışma sırasında ve sonrasındaki tutumlarını haklı gösterir mi? Burada kendi bilançomuzu çıkarmaya çalışacağız. 

Bir Hata ve Bir Yanlış

Kronştadt’lı bahriyelilerin ezilmesi bir “trajik zorunluluk” değil bir hata ve bir yanlıştı. Burada tarihi yeniden yapmak veya mirasımızın üstlenilmesi mümkün olmayan bir kısmından sıyrılmaya çalışmak -ki bunda utanılacak bir şey de yoktur- değil söz konusu olan. Daha çok bu olaydan geleceği tasavvur etmeye dönük sonuçlar çıkarmaya çalışıyoruz.

Kronştadt isyanının caniyane biçimde Bolşevikler tarafından ezilmesi affedilemez bir hataya dayanan ani bir karardı. Kronştadt sovyeti karşı-devrimin yuvası değildi. Karşı-devrimin Kronştadt’a sızmaya, onu manipüle etmeye, mücadelesini araçsallaştırmaya teşebbüs etmiş olması muhtemeldir. Bununla birlikte her şey bir komplodan ibaret değil. Bu sovyetin doğası, tarihi, işleyişi, canlılığı ve talepleri Kronştadt’ın eski rejimin değil 1917 devriminin safında olduğunu açıkça gösteriyor. Bu Kronştadt’lı denizcilerin her tür eleştiriden muaf tutulması gerektiği anlamına gelmiyor. Taleplerinin bir kısmı tartışılabilir; beyazlara ve dünyanın önemli bir kısmına karşı yürütülmüş, yıllar süren bir iç savaş tarafından harap edilmiş bir ülkedeki iktisadi ve siyasi aciliyet göz önünde tutulduğunda bunlar fazla hayali gelebilir. Öte yandan alınan kararlardan hiçbiri kendi başına mahkûm edilecek nitelikte değil. Komünist Parti hakkındaki ifadeler baştan savma gelebilir ama öne çıkarılan mesele Bolşevik Parti’nin devrimci topluma el koyması meselesidir. Söz konusu madde Sovyet iktidarının değil tek parti iktidarının sona ermesini talep ediyor. Aksine, partiyi Sovyet iktidarını donuklaştırdığı için eleştiriyor. Dolayısıyla, eğer bir sorun varsa, onu başka yerde aramak gerekiyor.

Muhtevasının ötesinde bu maddenin merkezi iktidara karşı bir meydan okuma tutumu içerdiği doğrudur. Bu tutumun olası sonuçlarını iyi ölçebilmek gerekir. Bahriyeliler o anda devrimci cephede meydana gelecek bir bölünmenin getireceği tüm sonuçların gerçekten bilincinde miydiler? Bu sorumluluğun altına girmek karşı-devrim lehine bir gedik açma yönündeki nesnel tehlikeyi kabul etmek demektir. Bu da kendini böylesi bir karşı-devrim ihtimaline set çekebilecek konumda hissetmek anlamına gelir. Siyasi ana dair bir değerlendirme meselesi söz konusu burada.

Fakat her halükarda, her ne kadar tartışmalı da olsa bu tutum, bu kardeş katli dramında Bolşeviklerin ağır sorumluluğuyla mukayese edilebilir değildir. Zinoviev’in sesiyle, Bolşevikler Emma Goldman gibi enternasyonalist anarşistlerin arabuluculuk önerisini reddeder. Bu noktadan itibaren kopuş telafi edilebilecek durumda değildir. Troçki de geri kalmaz: kanlı bastırma harekatlarına bizzat katılmadıysa da, Moskova’daki 10. Kongre çalışmalarını terk edip radyoya giderek, Savaş Komiseri sıfatıyla Kronştadt halkına dönük ültimatomu okuyacak zaman bulmuştur. Ayrıca ve esasen, bu bastırma harekâtını sahiplenmiş, desteklemiş, ona kefil olmuştur. Troçkizmin mirasçısı bir örgütten gelen bizler için daha üzücü ve acıklı olanı ise, 1937’de Stalinist bürokrasiyle selamlanası bir mücadelenin ortasında, tekrar Kronştadt bahsine geri döndüğünde bu facia konusunda ancak “gönülsüzce” yerine getirilmiş “trajik bir zorunluluk” ifadeleriyle hayıflanır.

Böylece, bürokratikleşme konusundaki keskin analizi ve teorik tefekkürüne rağmen, bu olayların bu süreci beslediğini anlamayı ve kabul etmeyi bilemedi veya istemedi. Bunlar devrimci iktidarın güçlenmesinin değil canlılığını yitirmesinin işaretleri. Bolşevik Parti Kronştadt’ın taleplerine getirilecek tek yanıtın askeri seçenek olduğunu düşünme tercihinde bulundu. Oysa, en başından itibaren, yaşadığı toplumsal değişim her ne olursa olsun Kronştadt Rus devrimci sürecine katılmıştı. Açıkça ifade etmek gerekirse Kronştadt’ın bastırılışı sovyetler cephesinde, Devrimin izlediği seyir konusunda serbest bir tartışmaya bundan böyle yer kalmadığı anlamına gelmiştir. İç Savaşın sınırlı imkân sunan karmaşık ve feci koşullarının ötesinde bu isyanın ezilmesi, askeri ve siyasi şiddetiyle, Rusya’daki özyönetim seçeneğini biraz daha saf dışı bırakmıştır. Eğer halkın bilincinde sovyetlerin Partinin emirlerini uygulamaktan başka bir işe yaramadığı fikri yerleşiyorsa bunları güçlendirmeye çalışmanın ne anlamı olabilir?

Troçki’nin kendisi de Stalinist karşı-devrimin Kronştadt ayaklanması sırasında işlemeye başladığını görmeyi sağlayan anti-bürokratik siyasal araçlar bırakmıştır. Partinin Stalin’in eline geçmesi yalnızca bir yıl sonra, Nisan 1922’de 11. Kongre’de meydana gelecektir. Kronştadt ayaklanması sırasında Kremlin’ndeki aparaçikler henüz partiyi tümüyle ele geçirmiş, Devrimi sovyetlerden çalmış değillerdi fakat adım adım bu yolda ilerliyorlardı. Bu bağlamda Kronştadt’lı bahriyelilerin ezilmesi onların iktidara gelişine set çekmiyor, aksine buna hizmet ediyordu. Bu artık kimsenin karşı çıkamayacağı bir iktidar halini alacaktı. Kronştadt isyanında, giderek artan bir bürokratizme karşı mücadele için müsait olan, devrimin temellerine sadık güçlerin potansiyel olarak mevcut olduğunun kanıtını görmek gerekmez mi? Yüz yıl sonra bu soruyu sormak kolay elbette.

Amacın araçları haklı çıkardığı ifadesi zaten tartışmalıdır; fakat devrimcilerin karşı karşıya geldiği bir çatışma söz konusu olduğunda bu daha da geçerli. Kızıllarla karalar arasındaki bu yara kapanmış olmaktan uzak. Fakat yakınlaşmalar sağlamak Rus Devriminin bu bölümü üzerine dönmeyi de gerektiriyor. 

Çeviri: Uraz Aydın

Kapak Fotoğrafı: Kronştadt 1921, Kızıl Ordu askerleri isyanı bastırmaya çalışırken, kaynak.


[1] Bu kısa hatırlatma için Alternative Libertaire’in 2008’de yayımladığı bir broşürdeki kronolojiyi kullandık (“1921. Kızıl Kronştadt’ın İsyanı”). Esasa dair herhangi bir yargıda bulunmaktan kaçınarak yalnızca olayları özetlemeye çalıştık. 

[2] Lenin, “Kronstadt’tan Çıkarılan Dersler”, Pierre Frank tarafından derlenen ve konuya ilişkin Lenin ve Troçki’nin konuşmalarının ve metinlerinin yer aldığı broşürde bulunur: Lénine, Trotsky, Sur Kronstadt, Paris, édtions de la Taupe rouge, 1976, s.29. Türkçesi için bkz. Lenin-Troçki, Kronstadt, der. Pierre Frank, çev. E. Oğuz, O. Akınhay, M. Güneşdoğdu, Ataol Yayınları, İstanbul, 1992.

[3] Lev Troçki, “Kronstadt Olayları Hakkında Yabancı Basına Yapılan Yorumlar, Lenin-Troçki, Konstadt, s. 65. 

[4] L. Troçki, “Wendelin Thomas’ın Soruları”, a.g.e., s.77.

[5] Troçki, “Trajik Bir Zorunluluk”, a.g.e., s.99.

[6] Alexandre Berkman, La Rébellion de Kronstadt, 1921 (1922). Ediions La Digitale. 2007, s.50-51.

[7] Ida Mett, Kronstadt 1921, çev. Ümit Altuğ, Sokak yayınları, 1985.

[8] “1921. L’Insurrection de Kronstadt la rouge”. Alternative Libertaire, 2008, s.8, 13, 16-17. Gaston de Gallifet Paris Komünü’ne karşı kanlı bir bastırma harekâtı yürütmüş olan subay. Ç-N. 

[9] Victor Serge, “Kronstadt”, 10 Eylül 1937, in Victor Serge ve Léon Trotsky, La Lutte contre le stalinisme, Teşxtes 1936-1939, sunan Michel Dreyfus, Paris, Maspero, 1977, s. 178-179.

[10] İbid., s. 180-181

[11] Victor Serge, Bir Devrimcinin Hatıraları 1905-1945, Çev. Bülent Tanatar, Yazın yayıncılık, İstanbul, 2018, s. 145-146.

[12] Paul Avrich, Kronstadt 1921, çeviri: Gün Zileli, Versus yayınları, 2006, s.6.

12 Mart’tan Kalan Bir Ders – Masis Kürkçügil

12 Mart’ın 50’nci yıldönümü vesilesiyle Masis Kürkçügil tarafından kaleme alınan ve Enternasyonal/Devrimci Marksist Dergi’nin Haziran 1986 tarihli 16. sayısında yer alan yazısını tekrar yayımlıyoruz.

12 Eylül’ün yaşanmasıyla birlikte 12 Mart daha bütünsel bir biçimde açıklanabilir ve anlaşılabilir bir hale geldi. Böylece 12 Mart’ı yalnızca kendi içinde bir bütün, “bir kaza”, cuntacıların bir kapışması ya da devrimci hareketin bastırılması gibi dar bakış açılarıyla değerlendirmenin geçersizliği fazlasıyla kanıtlanmış oldu.

12 Eylül’den Türkiye’deki sınıf mücadelesinin bir düğüm noktası olan 12 Mart’a bakış, 12 Mart’tan daha gözalıcı olan, daha başat olan –ya da öyle gözüken– sorunların gerçek değerini bize verebilir.

Tarihin aklının öngördüğünü şimdi daha açıkça görebiliriz. 12 Eylül’de kimi 12 Mart giysileri hayal meyal ortalığı kaplamaya, geçmiş alttan alta sırıtmaya başladı ise 12 Mart’ın defterinin dürülmesi için artık zaman gereğinden fazla geçmiş demektir. 12 Mart’ın defterinin dürülmesi bize 12 Eylül’ün defterinin dürülmesinin de yolunu açacaktır. Yenilginin toplu ve bileşik dersleri ancak böyle çıkartılabilir. Yeni bir döneme doğru yol alırken geçmişle hesaplar mümkün mertebe temizlenmelidir. Bunun için de görüşlerin olayların sınanmasına sunulmuş olması gerekir. Olayların sınanmasıdan geçmeyen, her yeni anı milad olarak kabul edenler, tarihin etkin aktörleri değil davetsiz misafirleridir, geldikleri gibi gitmek durumundadırlar bu sahneden.

Yalnızca on beşinci yıldönümü vesilesiyle değil, 12 Eylül sonrasında geleneksel sağ ve geleneksel sol da dahil olmak üzere toplumun hakim, ezilen her kesiminde yakın tarihi açıklamakta bir anahtar olarak 12 Mart ilk kez bunca güncellik kazanmış bulunuyor. Günlük gazeteler esasa değgin değişikliklere yol açmayacak, ancak kimsenin olgular düzeyinde reddedemeyeceği meseleleri gözönüne seren hatıralar yayınlıyorlar, bununla kalmayıp mahkeme dosyalarına dahi girmeyen kimi sanıkların el yazısı ifadeleri yıllar sonra piyasaya çıkarılıyor. Haftalık dergiler dönemin anlam ve önemini vurgulayan görüşmeler yapıyorlar.

Bütün bu veri bombardımanı altında 12 Mart’a değgin sorular ister istemez 12 Eylül’e uzanacak bir sergilemeye yöneliyorlar. Batur, 12 Mart eleştirilerinin 12 Eylül’e bir girizgah olduğunu ihbar ederken doğru bir teşhiste bulunmaktadır, 12 Mart eğer 12 Eylül’ün provası oldu ise, aslından provayı değerlendirmek gerekecek.

12 Mart Kime Karşı?

Geriye baktığımızda pek sahibi kalmadığına göre 12 Mart’ın herkese karşı olması gerektiği söylenebilir; ancak öznesiz bir fiil de mümkün olamayacağına göre birileri birilerine karşı olmalıydı.

Muhtıra askerler tarafından verildiğine göre muhatap –her ne kadar muhtıranın bir maddesi yine parlamentodan bir şeyler beklemekte ise de– siyasal partilerdir ve de ilk planda Demirel’dir. Ecevit daha sonra gerçek muhatabın kendisi olduğunu söylemiştir, lakin İnönü’nün de her zamanki gibi müdahaleye karşı olduğu eklenmelidir. İkisi arasındaki farklılık müdahaleye karşı alınacak tutumda değil müdahalenin olağanlaştırılmasında bulunabilir. Yoksa Ecevit de “kendisine karşı” yapılan müdahaleye karşı tavır almamıştır; örneğin Meclisin onurunu (!) korumak için milletvekilliğinden istifa edebilirdi. Her askeri hareket gibi 12 Mart’ın da Atatükçü olmakla “layık” olmayanlara karşı olduğu bilinir, yani Erbakan’ı da unutmamak gerek.

Demek partiler düzeyinde şimdi artık esamesi okunmayan CGP olsa olsa 12 Mart’ın muhatabı olmayabilir. Ne var ki onun da konumu ilginçtir: bir yanda hükümette yer alırken, bir yandan da bazı üyeleri hapistedir (İrfan Solmazer). Bu açıdan hem sağcı hem solcu Atattürkçülüğün mümtaz bir temsilcisi olarak CGP 12 Mart’ta anahtar olmamışsa da anahtarlık olmuştur. Kendisi bir inisiyatif sahibi olmamış ama her türlü devletlu girişime amade olmuştur.

Proje itibarıyla ister 9 Mart hali ile ister 12 Mart hali ile müdahale görünüşte doğrudan emekçi kitlelerin kazanımlarına yönelik de olmamıştır. 9 Mart’ta akamete uğratılan girişimin aslı astarı üzerine ayrıntılı çalışmalar ne yazık ki savunma makamından, yani kendilerinden ve devrin başbakanına yakın yerlerden gelmektedir. İddialar ne olursa olsun, yazılı polis ifadelerinden de olsa diğer kanıtlardan da anlaşılabileceği gibi akamete uğrayan girişimin, “Atatürkçülüğün” emekçi kesimlerin lehine ekonomik, toplumsal ve siyasal dönüşümlere kağıt üzerinde niyetlenmiş olduğu söylenebilir ve bu konuda ikna edici belgeler de gösterilebilir. Örneğin Doğan Avcıoğlu, niyetleri açısından değerlendirildiğinde muhakkak ki kaba anlamıyla sol içinde mütaala edilmesi gerekir. Nitekim Batur, Kayacan gibi muhtıracılar CHP’de yer almışlar; Gürler’in cumhurbaşkanlığı için Kırıkoğlu kesiminden bile oy gelmişti. Gürkan birlik partisinden yer almış, Numan Esin Vatan gazetesi ile solcu basında bir süre mümtaz bir yer kazanmıştır.

Ancak bu kesimin Atatürkçülüğü kadar, anti-komünistliği ve anti-kürtçülüğü de tartışılmaz. Cunta söylentilerinin yoğunlaştığı dönemde sağdan bir tehlikeden söz etmek abestir. Faşistler esas olarak bu dönemden sonra palazlanmışlardır. Ordu içinde radikallere karşı olan kanat ise bir darbe hazırlığında olmak bir yana darbeyi ehlileştirmiştir (tabii ehileştirirken genç sosyalistleri de fırsattan istifade sindirmeye girişmiştir).

Daha sonraları yaşadıklarımız gözönüne alınırsa dönemin gerçekten Türkiye’nin siyasal yaşamındaki en açık dönem olduğu rahatlıkla söylenebilir. Öğrenci gençlik, işçi ve kimi kırsal kesimdeki olaylara rağmen yalnızca 15-16 Haziran 1970’de üç aylık bir Sıkıyönetim ilan edilmiştir. 12 Mart günlerinde sıkıyönetim bile sözkonusu değil, sıkıyönetim 26 Nisan’da ilan edilmiştir. Demirel “Anarşi Erim’le başladı” derken kısmen haklıdır. Tabii 12 Mart öncesinde THKP-C, THKO, Aydınlık (TİİKP ve TİKKO) çevresinde hazırlıklar sözkonusudur.

Cuntacılar ne tür bir “demokratik” ortam peşinde idiler? Sanırız bu sorunun cevabı açık: Cuntacıların “demokrasi” diye bir derdi yoktu. Demirel döneminde elde varolan serbestlikler bile cuntacıların başarısı halinde bir rüya olacaktı. Her ne kadar cuntacıların tümü demokrasi adına darbecilik yaptık demekte ise de, ve de vakti zamanında kimileri sosyalizm adına askerlerin demokratik bir devrimini uygun görmekte idilerse de cuntacıların başarısı halinde –belki kısa bir balayından sonra– baskının daha katmerli olacağını kestirmek için kahin olmaya gerek yok. Bırakalım askerleri, sosyalizm adına yola çıkan bir dizi siyaset kendinden başkasına yaşama hakkı tanımıyor; demokrasinin çoğulculuk olduğunu söylemek karşı devrimcilik gibi gösteriliyor, proletaryanın öncüsünün demokrasi için eğitilmesi mesele iken atatürkçü subayların vahiylerle donanmış oldukları için emekçilere demokrasi bahşedeceklerine inananlar olmuştur. 12 Mart’ın trajedisi de ağırlıklı olarak buradadır. Radikal gençlik hareketi pasifizmden sıyrılırken aktivizm için daha sağda olan, açıkça düzen gücü olan kesimlerle sarmaşdolaş kalmış, daha koşuya başlarken tökezlemiştir.

Atatürkçü Cuntacılar mı Demirel mi Emperyalizmin Mantığına Uygun Düşüyorlardı

Bırakalım Batur ve Gürler gibi “kariyerist” denebilecek radikalleri, gördüğü baskıdan ötürü “mazlum” saflarda yerini alan ve de artık neyi kanıtlamaya çalıştığı anlaşılamayan Gürkan’a kulak verelim. “CIA vehme” kapılmış, Atatürkçü/devrimci/mütekait paşaya göre. Alınmış belli ki, belki de haklı. Artık işin o kadar ince tarafı iyi saatte olsunların işi.

Ne yapacakladı bunlar? Örneğin DİSK’in o dönemde daha sol olmasını mı sağlayacaklardı, yoksa işçi sınıfı hareketinin devrimci eğitimi için devlet yardımı mı? Demirel döneminde sosyalistlerin imkanlarını sınırlı görerek daha da açık bir dönem mi sağlayacaklardı, yani devleti susturacaklar, sağı susturacaklar ve yalnızca Marksist olanlara mı basın yayın imkanı sağlayacaklardı? Belki de yarışma ile en devrimci olanlara bu imkan sağlanacaktı (!)

Muhtıra kime karşı? Ya da muhtemel darbe? Sağa? İyi ama Çağlayangil’in ifadesiyle 12 Mart’ta CIA vardır. CIA, Demirel’e karşı, cunta Demirel’e karşı… Üç beş kalemşörün utanmazcasına yürüttükleri sola boyanmış Atatürkçülük, bugüne kadar en fazla emekçi kitlelerin aleyhine işledi. Cuntacılar dün solu temizlemeye –onların diliyle “anarşiyi”– gelirken ayakları burkuldu, şimdi de onların günahını paylaşmaya çağrıyorlar demokrasi cephesini.

Emekçi kitlelerin sol diye nitelenen darbecilerin tarihsel haklarını savunarak kazanacak hiçbirşeyleri yoktur, aksine. Solu cuntacıların şahsında demokrasiden uzak, totaliter olarak gösteren Nazlı Ilıcakların değirmenine su taşıyan Uğur Mumcu gibileriyle kesin çizgilerin çekilmesi gerekir.

Bugün 12 Mart kimilerince 12 Eylül’ün eleştirisine bir girizgah olarak kullanılıyorsa, 12 Mart’la birlik sol da mahkûm edilmektedir. Bu paradoksal değerlendirme Demirel cephesinden geldiğinde gerçekten de kendi içinde tutarlı gözükmektedir. Ancak radikal gençlik hareketinin de derinden derine etkilendiği ve zaman zaman içinde bulunduğu cuntasal ideolojiden arınmamış sol açısından aynı şeyi söylemek oldukça zor.

Gerçekte 12 Mart’ın zoraki muhatapları baskının, dönemin faturasını ödemek zorunda kaldıkları halde, 12 Mart değerlendirmelerinden kazançlı çıkmamaktadırlar. Tabii bunda yasal basında açık açık tartışmanın mümkünsüzlüğü bir neden. Ancak daha da önemlisi 12 Mart’ta her türden solun sicilinin sanıldığı kadar temiz olmadığı ve ardından gelen dönemde de geçmişi “mazi” sayarak gerekli derslerin çıkarılmaması sayılabilir.

Böylece 12 Mart değerlendirmesi tescilli kemalist Cumhuriyet’in insafına kalmış bulunmaktadır. Gürkan’ların, Talat Turhan’ların yazıları daha önce anıları yayınlanan Muhsin Batur’un ahlaki değerlerini eleştirmeye varmaktadır. Yola çıkılmıştır, ancak kimileri yolda arkadaşlarını terk etmişerdir. Gürler iyi bir kurmaydır ama karar anında ikircikli davranmıştır vs. Çıkılan yolun kendisi ise sanki hayırlı birşeymiş gibi sunulmaktadır.

Sosyalist Hareketin Durumu

Sosyalist hareket muhakkak ki Demirel rejimine karşı mücadele vermeliydi ama bu mücadeleyi cuntacıların oluşturduğu o sahte ortamda değil bizzat emekçi kitlelerin kendi özgüçlerine dayanarak vermeliydi. Yani Demirel’e karşı mücadele cuntacılara karşı hayırhah bir tutum takınılmasına meydan vermemeliydi. Dahası öncelikli olan Demirel değil cuntacılardı. 12 Mart’ın hazin dersi burada yatmaktadır. Solda ayrım çizgileri belirsiz bir saflaşmanın ideolojik izleri bugüne kadar yer yer devam etmektedir.

Buradan Demirelin ehveni şer gösterildiğine varmamak gerekir. Ancak kitlelerin parlamenter rejim dışında bir arayış içinde olmadıkları bir dönemde, çocukluk hastalığına kapılmadan açık rejimin “otoriter bir sol rejim”le alaşağı edilmesi yerine mevcut rejimin açıklığının daha da derinleşmesi için mücadele verilmelidir. AP’nin altın çağındaki dayanakları MNP, DP ve de cuntacılarla çatırdarken, alternatif bir iktidar oluşturmaktan uzak olan sosyalist hareketin altüst oluş halinde eldekini de yitireceği açıktı.

İşçi hareketini kucaklayabilecek bir güce sahip olan bir sosyalist hareket muhtırayı alkışla değil örneğin genel grevle karşılamak durumundaydı. Ama ne genç sosyalist hareket ne de DİSK böylesi bir eğitimden ve yaklaşımdan nasipliydi. Her iki kesim de hazin bir biçimde cellatlarını teşvik ve teşçi ettiler. Bir başına düzeni değiştirme amacı sosyalist tarihte çocukluk dönemine has saflıklardan biridir. Ortada ne durum analizi, ne durum tesbiti ne de sınıfın konumun irdeleyen bir taktik söz konusuydu.

Gerçekte muhtıra biçiminde de olsa radikallerin eylemi açığa çıktığında sol için vakit çoktan kararmıştı. Genç sosyalist hareket çizmeye çalıştığı kendi yolunda henüz ilerlememişken düzen güçleri kozlarını oynamışlardı. Bir taraf başlarken öte taraf bitiriyordu. Genç sosyalist hareket, emekçi kitlelerin yaşamlarında, onların günlük sorunlarında yeri olmayan, hatta onların aleyhine olan bir çatışmanın ürünü olan ortamın kendisi için elverişli olduğunu sanmıştı.

Dönemin sosyalist grupları içinde “somut durumun somut tahlili”ne dayalı bir taktik aramak boşunadır. Ne eskiler ne yeniler değişen koşulları değerlendirebilmişlerdir. Kimi gazete köşelerinde Demirel’in ayağının altındaki toprağın kaydığını belirten yazarlar ise “sol”dan zaten çoktan mahkûm edilenlerdi.

Tabii askeri bir müdahale olabilir diyerek kimsenin elini kolunu kavuşturması önerilemez. Ama hareketin yönelimi de en az hareketin kendisi kadar önemlidir. Zaten düşen-düşürülmekte olan bir Demirel’i baş düşman ilan etmek hemen hareketin yanı başındaki “müttefik”in konumunu görmezlikten gelmeye varmıştır. Yaklaşık 1970 sonunda radikal hareketlerin biçimlendiği bilindiğine göre, atı alan çoktan Üsküdar’ı geçmişti. Bir geç kalmışlık söz konusu idi ama daha önemlisi eylemin muhtevası idi ve de onun ittifakları, daha doğrusu sonuç itibarıyla hayali ittifakları.

İdeolojik keşmekeş dönem boyunca sürecek ve kendini sorgu ve savunmalarda defalarca açığa vuracaktır. Bu keşmekeşin en belirgin ifadesi de 1961 Anayasası’nın savunulmasıdır.

Sosyalist hareket cuntacılığın bulandırdığı bir siyasal ortamda iktidar sorununu hiçbir gerekli hazırlığı, dayanağı ve hatta kendine has bir perspektifi olmadan alabildiğine güncel bir sorun olarak gördü. 12 Mart’ta solun onca yaralanmasının bir nedeni de budur. Radikallerden bağımsız bir güç olarak temayüz etmeden, onların cenahından iktidara aday gözükmesinin sonucu tezgah onca geniş tutulmuştur. 12 Mart’ın normalizasyonun onca zorlamasız olmasının nedeni de bu olmuştur. Çünkü gerçek anlamıyla başlıbaşına, bir başına sosyalist hareketin ifade ettiği değer “sol”da görülüyorsa da sıfıra yakındı.

Bir anlamda genç devrimciler 12 Mart’ın tarihi değil zoraki muhatapları oldular. 12 Mart’la 12 Eylül arasındaki temel ayrımlardan biri budur. Batur, 12 Martçı olduğu için 12 Eylülcüdür. Darbe sonrasında TKP gibileri gerçek kemalist çizgileri darbeciler içinde aramışlardır, hapishanelerde yanıbaşlarında değil. 12 Eylül’de bu bağlamda bir yanlış anlama sözkonusu değildir. Hapishanelerde devrimciler faşistlerle aynı mekanda barınmaya zorlanmaktadırlar, ama 12 Mart’taki gibi iktidara geldikleri takdirde ilkin “anarşi”yi, yani devrimcileri temizleyeceklerini söyeleyen radikallerle birlikte değiller. 12 Eylül’ün bir ayrımı da burada sosyalistler yine içeride ama bu kez yanlarında Atatürkçüler değil, faşistler var.

12 Mart döneminde devrimci gençlik hareketi talihsiz bir biçimde yatağında oluştuğu Atatürkçülükten kesin çizgilerle ayrışmadan eyleme girişti. TİP’ten öğrenilen parlamentarizmin bir çözüm olmadığı idi; buna eski soldan gelen asker sivil aydın zümre edebiyatı, Atatürkçülük, 27 Mayısçılık ve akla gelebilecek her türlü küçük burjuva radikalizmine yaraşan karman çorman ideolojik şırıngalar eklendiğinde sonuç önceden kestirelemeyecek gibi değildi.

Radikal sol 12 Mart’ı nasıl karşıladı

Günün gazeteleri açıktır. Ya destek ya eleştirel destek. Bu noktada TİP’in tutumunun farklı olduğu söylenmelidir. Çeşitli dernekler, DİSK vb. olumlu karşılarken, soldan kimileri “ordu kılıcını attı” demekte (Dr. Hikmet Kıvılcımlı), kimisi de muhtıraya değil parlamentoya güvensizliğini beyan etmekte (Dev-Genç). Sol 12 Mart’la çizgisini esas olarak 12 Martçıların hamlesinden sonra değiştirmiştir. Ama bu kez kartlar iyice karışmış, radikallerin ayağı kaymış, Demirel adım adım sürecek bir yolda radikalleri tasfiye ederken sosyalistleri de elekten geçirmiştir.

Burada Demirel’den ziyade solun basiretsiz bir taktik izlediği rahatlıkla söylenebilir. Sol ısrarla, hazırlıksız olduğu bir mücadelede düşmanlarından birini de müttefik seçerek girmiştir. Radikaller Demirel’le çatışmış, olan sosyalist harekete olmuştur. Görüntüsel olarak sol hükümeti devirmiştir ama kendisi de altta kalmıştır.

Dönemin hapishanelerinden gelen tarihe değgin tutarsız değerlendirmeler gerçekte bir önceki tutarsız değerlendirmelerin öteki ucundan başka bir şey değildir. Demirel’i Amerikan emperyalizminin basit bir ajanı olarak görenler, kendilerini yargılayan ve sorgulayanların hiç de Demirelci olmayıp en halisinden Atatürkçü olduğunu görünce Demirel’in yurtseverliğinden dem vurabilmişlerdir. Oysa Demirel ne vatan haini ne de vatanseverdi veyahut da kimi zaman vatansever kimi zaman vatan haini idi. Yeter ki Vatan’ın sınıf içeriği iyi doldurulsun. Ancak dönemin açıkta bıraktığı bu gibi sorunlar 12 Eylül’le birlikte yeniden gündeme geldi. Demirel şimdi 12 Eylül’de de ABD’nin kendisinden hoşnut olmadığını belirtmektedir. Amerikan dış siyasetindeki dalgalanmaların Türkiye’yi etkilememesi düşünülemez. Darbenin Gürkan’ın sözü ile CIA’nin vehmine denk düştüğü açık. Ama vehim bir başına sınıf mücadelesinde azımsanmayacak dönemeçleri açıklamakta yeterli bir husus değil. Vehmin kendisini giderecek dayanaklara da sahip olması halinde, başka oluşumlarla çakışması halinde gerçekleşmesi ya da gerçekleştiği zehabını uyandırması mümkündür. Darbede emperyalist etkiyi izah ederken orada kalmamalı, aynı zamanda darbenin çözülüş nedenleri arasında da bu etkinin kıymeti harbiyesi değerlendirilmelidir.

Müdahale ile emperyalistlerin çıkarının çakıştığı gerçeği tersinden okunmamalı, bu çakışmanın zamansız olduğu sanılmamalı. Dönüşüm bir anlamda bu çakışmanın da çözülmesine, olağanlaşmaya bağlı kalmıştır. Zaten ABD’nin de Türkiye’de kimi ülkelerde zaman zaman denendiği gibi uzun süreli bir askeri rejimi o günlerde talep ettiğini gösterir bir belirti de yok. Gerçi ülkenin gelişme dinamiklerini hiçe sayan böyle bir anlayış uygulamaya sokulduğu takdirde fazla uzun süreli olacak gibi değil.

Emperyalizm faktörü hiçbir zaman gözden ırak tutulmamalı, ama ülkenin içinde bulunduğu konum, sınıf mücadelesinin gelişme dinamiği, güçler ilişkisi ancak dış faktörün zorlamalarını müsait olduğu zaman kaldırabilir. Aksi takdirde sağ bir rejim dahi dolaylı da olsa tepkide bulunmak zorunda kalacaktır. Aşırı ve basitleştirilmiş anti emperyalizm, yani kaba milliyetçilik dev aynasındaki gölgelerle boğuşurken pentagonla kendisi arasında çok basit bir mücadele tasarlamaktadır. Biraz da bunun için genç sosyalist hareket Demirel’i birden 180 derece farklı değerlendirmek zorunda kalmıştır.

Bir ders: Bağımsız sınıf politikası

Tarihin, 12 Mart’ta test ettiği, açığa çıkardığı hususların önemli bir kısmı 12 Eylül ile daha da anlaşılır olmuştur. 12 Mart’taki hataların 12 Eylül’de tekrar edilmemesi, 12 Mart’tan gerekli derslerin çıkarıldığı anlamına gelmez. O eski hataların tekrarı için zaten zemin kalmamıştı. Ama tekrar edilebilecek hataların önemli bir kısmı –neredeyse tümü– 12 Eylül’ün nedenleri arasında yerlerini korudular. Ancak ara dönemde gözden kaçırılmaması gereken yeni oluşumlar, değişiklikler de gerçekleşmedi değil. Bu ikisi arasındaki bağlantıları özürsüz bir biçimde açıklamak devrimci mücadelenin önümüzdeki gelişmesinde azamsanmayacak bir yer tutacaktır. Hareketlerin “şahsiyet” meselesi dışında irdeleyecekleri sınıf mücadelesi içindeki konumları, politik ve örgütsel biçimlenişlerindeki tarihi ve güncel etkileşimler önümüzdeki dönemdeki konumlarını da şimdiden belirlemese dahi sınırlamak durumundadır. Bu açıdan ne bir hareketin ne de –hele hele– bir şahsın kendisinde bir günah keçisi aramadan, tabii bedava kahramanlar da yaratmadan, tarihi bir değerlendirmenin vaktinin oluşmakta olduğunu söyleyebiliriz. Yani 12 Mart’ı belli bir gelişim evresi ve ardından bir çöküşle birlikte yeni bir oluşum evresinin sorunları içinde irdelemek hamasi beyanlardan daha isabetli sonuçlar verecektir.

Genç sosyalist hareket, 12 Mart’a yeterli bir kadro birikimi ile girmemiştir. Denebilir ki genç sosyalist hareketin kendi bağımsızlığını kazanmaya niyetlenmesi ile darbe arasında topu topu birkaç ay vardır.

1960’lı yıllarda gelişen sosyalist hareket hızla değişmeye ve çeşitlenmeye başlamıştır. Bu süreç zarfında “eskiler” geçişlerde bir çekim merkezi gibi gözükürken hızla etkinliklerini yitirmişlerdir. 12 Mart’a gelindiğinde belli bir sürekliliği olan, kitleler nezdinde inandırıcılığı olan bir kadrodan söz etmek mümkün değildir. Kurulan örgütlerin hemen hemen tümü yeterli ya da yetersiz politik biçimlenmelerini dar bir zaman aralığında ve de kendi aralarında kurabilmişlerdir. Dolayısıyla kendi dışlarındakiler için eylemlerinden başka bir çehreye sahip değildirler.

Gerçekte dönemin genç sosyalist hareketine atfedilebilecek zaafların nesnel açıklamaları vardır ve bu zaafların kendilerinden daha önemli olan da, öncülerin değil artçıların, yani sonradan bu hareketleri kendilerine miras edindiklerini ilan edenlerin bu zaaflara neredeyse bir kutsiyet kazandırmaları olmuştur. Hatta aynı zaafları tekrar etmemeye özen gösterenler bile “miras”ı açıkça reddetmemek için kendilerini tasaladıkları gelecek ile sahip çıktıkları geçmiş arasında bir cendereye sokmuşlardır. Cendere çift taraflı çalışmış; çalışma tarzı anlayışında geçmiş tekrarlanmadığı halde ideolojik ve politik yapılanmada büyük miktarda geçmişle süreklilik gösterilmeye çalışılmıştır. Böylece zorlama bir terminolojik fetişizm “teori”yi hapsetmeye çalışmıştır. Sosyo ekonomik formasyon belirlemesinden, siyasi rejimlerin değerlendirilmesine, ulusal sorundan uluslararası sorunlara geçmiş bir ayak bağı işlevini görmüştür. 12 Mart’tan çıkıştaki ilk evrelerde geçmişle hesaplaşmak, onunla bir köprü kurmak çabası “miras” paylaşımında aslan payını almak için sığ bir anlayışla sürdürülmüş ve büyük miktarda sahte sorunsallara hapsolmayla sonuçlanmıştır. 12 Eylül sonrasında tekrar be tekrar benzer sorunların tartışılmasında geçmiş konusundaki bu saplantının aşılamaması önemli bir neden olmuştur.

Sosyalist hareket açısından söylenmesi gereken en önemli hususlardan biri ana hatları ile geçmiş yapılanmaların izleyicilerinin kalmadığıdır. Süreklilik açısından anlamlı bir durumdur bu. Sanki bir “geçiş” evresinin unsurları olarak devrin sosyalist grupları bugün için kalıcı politik ve örgütsel yapılanmaların temeli olamamışlardır. Bir başka açıdan meseleyi ele alırsak o hareketler politik ve örgütsel bir bütünlük oluşturmuyorlar, henüz bir arayış evresinde iken, daha başlangıçta beyaz terörün atağa geçmesiyle eziliyorlardı.

1960’dan sonra ilkin hesapta olmayan sosyalist ve işçi hareketinin siyaset sahnesine doğrudan ve dolaylı girişi, burjuva toplumundaki yönetim krizinin boyutlarını geliştime potansiyelini taşıdığı için bir yeniden yapılanma hakim sınıfların gündeminin birinci maddesini oluşturmuştur. 12 Mart’ta yaşanan bu yeniden yapılanma girişimi sınıf mücadelesinin yoğun çatışmalarla yürümediği bir dönemde uzlaşma ve ehlileştirmelerle olağanlaştırılmıştır. Bu olağanlaştırmanın kendisi de yeni yanılsamaların kaynağı olmuştur. Cuntacılıkla dönemin yeni CHP’sini aynı kategoride görmemek gerekirse de ikisi de emekçi kitlelerin kendi bağımsız politik ve örgütsel deneyimlerini köstekleyen yanılsamaların sosyalist harekette oluşmasında etken oldularsa “ideolojik” bir ortaklıkları olduğu tezi de yabana atılmamalıdır. Bu açıdan 12 Mart öncesinin Atatürkçü, sonrasının Ecevit ve şimdilerde “sosyal-demokrat” yanılsamanın bütün farklılıkları ile birlikte aşılması gereken önemli bir engel olduğu kesindir.

Enternasyonal

Bir Sanat Kuramcısı Olarak Marx? – Isabelle Garo

Marx’ın sanatla ilişkisi meselesi karmaşık ve çokyönlüdür. En basiti, bariz olduğu kadar şaşırtıcı da olan bir gözlemle başlamak: Kaynaklarını Marx’ın eserlerinde arayan Marksist sanat teorilerine rağmen –ki bunda gayri meşru bir durum yoktur–, böylesi bir Marxçıl estetiğin bulunmadığını kabul etmek gerekir. Bununla birlikte Marx’ın bütün eserlerinde ve analizlerinin can alıcı noktalarında sanat meselesi düzenli olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla üzerinde durulmayı hak eden bir mesele bu.

Sanatsal Yaratım, Her Şeyden Önce Bir Toplumsal Faaliyettir

Marx’ın eserlerinde ve mektuplarında dağınık halde bulunan çok sayıdaki şiir, trajedi ve roman alıntılarına ve edebi yorumlara paralel olarak, sanatsal yaratımın öncelikle bir toplumsal faaliyet olarak ele alındığını ve bunun sistematik biçimde iki başka meseleye bağlandığını görüyoruz: birincisi kapitalist üretim biçiminde emek meselesi, ikincisi kapitalizm yıkılıp aşıldıktan sonra bireysel yetilerin yabancılaşmadan arınmış biçimde gelişmesi meselesi. 

Evet, çünkü Marx’ın anahatlarını çizdiği insani özgürleşim perspektifinde, toplumsal ve siyasal mücadeleye göre ikincil konumda olan ama onu tamamlayan sanatsal faaliyet bu tasarımın somut bir öngörünümünü sunar – her ne kadar bu faaliyet, üretimin örgütlenmesi meselesinin yanında ister istemez marjinal ve tali bir unsur olarak kalsa da. Komünist perspektifte, emekçiyi sanatçı haline getirmek gibi bir hedef bulunmasa da, üretimin hem toplumsal ihtiyaçlar hem de birey olarak emekçinin özlemleri uyarınca toplumsal olarak yeniden örgütlenmesi söz konusudur. Toplumsal ve siyasal mücadeleler de, bizzat kapitalizmin bünyesinde, bu özlemlerden beslenmektedir esasen. Marxçıl sanat yaklaşımının da, bu kesintili ve tamamlanmamış karakterine rağmen, hem en bereketli olduğu hem de en az araştırıldığı alan budur: özgül bir toplumsal faaliyete ilişkin analizin, somut ve genel bir sömürü ve yabancılaşma eleştirisine bağlanışı. Nitekim Marx’ın bütün eserlerinde, tamamlanmamış ve bu haliyle bir konu haline getirilmemiş bu tefekkürün gelişimini takip ettiğimizde, Marx’ta sanatsal faaliyetin –diyalektik olmaktan da çok– problematik konumunu açığa çıkartmak mümkün oluyor. 

Bu konum, sanatsal faaliyeti ikili bir şekilde düşünme zorunluluğuna dayanıyor: bir yandan yabancılaşmadan kurtulmuş bir insani faaliyete dönük, yalıtılmış ve istisnai olmakla birlikte, hakiki bir imkân; öte yandan kapitalist üretim biçiminde en uç noktaya varan tahakküm ve sömürü ilişkilerinin karakterize ettiği tarihsel formasyonlar tarafından toplumsal olarak belirlenmiş bir faaliyet. 

Marx’ta her zaman olduğu gibi, bu analiz de, kopukluk olmadan ama birkaç aşama şeklinde gerçekleştirilir. Genç Marx, resmî Prusya sanatının keskin bir eleştirisi biçimini alacak olan Hıristiyan sanatı hakkındaki ön araştırmanın ardından, tasarımının bütününü yeniden tanımlarken sanat üzerine tefekkürüne de yeniden yön verir. 

1843 yılının başından itibaren Arnold Ruge ve Genç Hegelciler’den kesin biçimde kopan Marx, öncelikli olarak sanatsal faaliyetin toplumsal boyutuna eğilir: Sanatsal faaliyette, içinde bulunduğu çelişkili tarihsel gerçekliğin ifadesini görür. Bu felsefi ve estetik düşüncenin izlerini uzun süre görürüz: Mesela 1844 Elyazmaları’nda, veya 1857 tarihli Ekonomi Politiğin Eleştirisine Giriş’te. Burada Marx, Yunan sanatının 19. yüzyıl insanı için hâlâ çekici olmasını yalnızca estetik nedenlerle değil, tarihsel etkenlerle de açıklar. Daha bu metinden önce, Alman İdeolojisi’nde bile, sanat tümüyle özgürleştirici bir faaliyete has istisnai karaktere sahip değildir Marx için: Sanatsal faaliyeti işbölümü çerçevesine yerleştirerek bir özgürleşim modeli olmaktan çıkarır ve oluşturmaya gayret ettiği tarihsel açıklamanın bir nesnesi haline getirir. Sanat, Genç Hegelciler’in ona atfettiği mutlak özerklikten yoksun bir ideolojinin alanına dahil edilir: “Siyasetin, hukukun, bilimin, sanatın, dinin birer tarihi yoktur”. Marx toplumsal tarihten ayrı bir sanat tarihi anlayışını reddederek, hem idealist estetiğin hem de buna yönelik materyalist eleştirinin ortak sorunlarına işaret eder. 

İktisadi ve Siyasal Bağlama Yeniden Oturtulan Sanat

Bundan sonra sanat teması Marx’ta ikincil hale geliyorsa, her faaliyet gibi sanatın da iktisadi ve siyasi bağlamına oturtulması, devrimci ve özgürleşimci bir perspektife bağlanması gerektiğini düşündüğü içindir. Sanatçılar üretimin kapitalist örgütlenmesine dahil olsalar da, onun neden olduğu insani tahribat karşısında sahip oldukları göreli koruma nedeniyle bu devrimci perspektifin ne önde gelen aktörleri ne de başlıca taşıyıcısıdırlar.

Marxçıl estetiğin paradoksu diyebileceğimiz mesele tam da bu noktada billurlaşıyor. Marx, Alman İdeolojisi’nde, Horace Vernet gibi ünlü bir ressamın emeğinin kolektif karakterinin, vodvil ve roman üretimini ve astronomik gözlemi önceleyen işbirliğinin altını çizdikten sonra,  “sanatsal yeteneğin benzersiz, biricik bireylerde yoğunlaşmasıyla … kitleler arasında böyle bir yeteneğin önünün tıkanması”nı teşhir eder. Böylece göreli bir karşılıklı gerilim içinde iki tema üst üste biniyor. Sanatsal emek, tüm diğer emek türleri gibi üretimin bütününün örgütlenmesine bağımlıdır. Bu açıdan herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir. Fakat aynı zamanda, Marx sanatçıyı bir istisna olarak görmekten de geri kalmaz: Yaratım gücünü geliştiren nadir insanlardan biridir o. Bu durumda da eleştiri yalnızca bu yeteneğin uzmanlaşmış ve dolayısıyla daraltılmış karakterini hedef alıyor: yani insan yetilerinin yalnızca bir kısmını ve özellikle de insanlığın yalnızca küçük bir kesimini ilgilendiriyor oluşunu. Oysa bu iki argüman hiçbir şekilde aynı düzlemde değildir: Ressam bir yandan diğerleri gibi bir emekçidir, öte yandan tamamlanmış bireyin en azından taslağını şekillendirir. Tamamlanmış bireyin siması daha bu eserde çizilir: “Komünist bir toplumda, ressamlar değil, olsa olsa başka şeylerin yanı sıra resim de yapan insanlar olacaktır”. Yabancılaşmaya maruz kalırken onu ilga etmenin yollarını da açan bir toplumsal pratiğin çelişkili karakterini Marx daha iyi açıklayamazdı. Böylece sanat hem belirlenmiş hem özerk, hem yabancılaşmış hem özgürleştirici, hem gerçeğin çelişkilerinin yankısı hem onların aşılmasının devrimci mayası gibi görünür. Burada formüle edildiği haliyle sanatsal faaliyet meselesinin tekrar ele alınması şarttır. 

Marx üçüncü bir aşamada bu ikili sezgiyi bağdaştırmaya gayret edecektir: belirlenmiş bir toplumsal faaliyet olarak sanat ile, geleceğin toplumunun öngörünümünü sunacak şekilde az sayıda insanın istisnai biçimde yaratıcılıkla kendini gerçekleştirmesi olarak sanat. Sanat ile emek arasındaki bağ burada sıkılaşır, fakat bir özdeşlik halini almaz: tam tersine, sanatsal faaliyetin iki bileşeni arasındaki gerilimli ilişki, Marx’ı, yabancılaşmanın ve sömürünün ilgasının nasıl bir şey olacağını daha iyi tanımlamaya sevk etmiş gibidir.

1857’den itibaren Marx ekonomi politiğin eleştirisindeki gelişmeler ile 1845’te tasarlanmış bir ideoloji kavrayışının unsurlarını birleştirmeye başlar. Bu kavrayış, üstyapı unsurlarını bağlı oldukları altyapıyla hem ilişkilendirir, hem de ondan ayrıştırır. Böylece artık Marx, belirli bir toplumsal ve ekonomik formasyon bünyesindeki insani faaliyetlerin bütününü oluşturan farklılaşmış bütünsellik meselesi üzerinde daha fazla durabilir. 

Marx için mesele, herhangi bir estetik modelin savunusunu yapmak değil, sanatı tıpkı emek gibi insanın oluşturucu bir unsuru olarak düşünmek, ama bunu yaparken de belirlenmişlik karakterini göz ardı etmemektir. Karmaşık bir analizdir bu, çünkü tasarlanmış güzellik duygusuna ulaşmaya yatkın duyarlı varlıklar olan seyircileri üzerinde etkisi olan sanat eserlerinin özgüllüğünü de hesaba katmak durumundadır. Böylece her toplumsal ve iktisadi formasyonun asli bütünlüğü fikrini muhafaza etmekle birlikte, hem sanatçının istisnailiğini hem de sanatsal faaliyetin toplumsal bağlam içindeki göreli özgüllüğünü birarada vurgulamak mümkün olur. Sanatçı, mevcut çelişkilerin gerekli ve mümkün aşımının öngörünümünü sunan bireysel ve kolektif gelişme imkânlarını önceden deneyimlemektedir. Sanat, tıpkı emek gibi dış dünyayı dönüştürür ve maddeyi zaman içinde gelişen teknik yöntemlerle tasarlar. Ancak, üretimden farklı olarak teknik gelişme ne üretkenliğin artması ve emek zamanının kısalması gerekliliği, ne de işin yoğunlaşma ve mekanikleşme eğilimi tarafından yönlendirilir – her ne kadar kapitalizmde eserin kendisi bir meta olsa da.

Böylece sanat meselesi, Marx’ın salt ütopik bir tasavvura kaymadan, emeğin ve emekçinin özgürleşmesi perspektifini hem sınamasını hem de somutluğun içine yerleştirmesini sağlayan bir çeşit dönemeç teşkil eder. Bu açıdan değerlendirildiğinde Marx’ta sanat meselesi az görünür olmakla birlikte kesinlikle ikincil değildir, özellikle de Marx’ın komünizm tanımını “her bireyin özgür gelişiminin herkesin özgür gelişiminin koşulu” olarak kuvvetlendirmesini ve “insanların toplumsal tarihinin onların bireysel gelişiminin tarihinden başka bir şey olmadığı”nı ifade etmesini sağladığını düşünürsek.

Çeviri: Uraz Aydın

Bu çeviri daha önce e-skop’ta yayımlanmıştır.

Marx, Marksist felsefe ve eleştirel düşünce üzerine çalışan Isabelle Garo, Marx ve Engels’in Bütün Eserler’inin (GEME) Fransızca yayın sorumlularındandır. Metnin kaynağı: http://projet.pcf.fr/41443

Kapak resmi: “Fransız İşçilerle Konuşan Karl Marx. 1844.” H. Mocznay, 1961.

Frantz Fanon’un Devrimci Hümanizmi – Peter Hudis

Geçtiğimiz yıl ırkçılığa ve polis şiddetine karşı tekrar ortaya çıkan protestolar, kapitalizmin doğası, ırkçılıkla ilişkisi ve her ikisine karşı alternatif yapılar üzerinde düşünmemiz için bir canlılık sağladı. Irk ve ırkçılık üzerine 20. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri olarak kabul edilen Martinikli filozof, psikiyatrist ve devrimci Frantz Fanon’dan başka çok az düşünür doğrudan bu konular hakkında düşündü. 

Fanon, Karayipler’den Kuzey Afrika’ya kadar Fransız sömürgeciliğinin yönetimini doğrudan deneyimledi ve entelektüel çalışmalarının dayanağını da bu deneyimler oluşturdu. 1950’lerde, bağımsızlık için mücadele eden Cezayir devrimci hareketinde aktif bir rol oynadı ancak bağımsız Afrikalı devletlerin toplumsal devrimleri takip etmedikleri sürece sömürgecilik sisteminin basitçe ulusal bir burjuvazi ile yer değiştireceği konusunda da uyarıda bulundu. 

Fanon’un önemli eserlerinin bazıları uzun yıllardır İngilizce tercümede mevcuttur. Bununla birlikte, Fanon’un edebiyat, psikiyatri ve siyaset üzerine daha önce bulunmayan altı yüz sayfalık yazılarının yakın zamanda yayınlanması, düşüncesini yeniden incelemek için uygun bir hale getirmektedir.

Irkçılığın Doğallıktan Arındırılması

Fanon, 1925’te doğdu ve Küçük Antiller’de Fransızların yönettiği Martinik’te büyüdü. O zamanlar pek çok kişi için geçerli olduğu gibi, başlangıçta kendini “Siyah” değil, Fransız olarak düşünüyordu. 2. Dünya Savaşı sırasında Özgür Fransız Kuvvetlerine asker olarak katıldığında bu durum değişmeye başladı. Fanon bu deneyimi, yani Fransız “uygarlığının” ırkçılığını acı bir şekilde yanında taşıdı.

1940’ların sonlarında Fransa’ya dönen Fanon, Fransızca konuşan bir siyahi onur hareketi olan Négritude’un edebiyatına daldı. Aynı zamanda, fenomenoloji, varoluşçuluk, psikanaliz ve Marksizm gibi Avrupa’nın en son entelektüel gelişmelerini de özümsedi. Ve bütün bu sürecin sonunda Fanon, henüz yirmi altı yaşındayken, 1952’de Siyah Deri, Beyaz Maskeler adlı ilk kitabını yayınlamasını sağladı[1]

Fanon’un Siyah Deri, Beyaz Maskeler’deki teorik atılımı, herhangi bir doğal temele dayandığını inkâr ederek ırkçılığı sosyojenik terimlerle analiz etmesiydi. Deri rengi biyolojik olarak belirlenebilirdi ancak onu görme ve yorumlama şeklimiz, kontrolümüz dışındaki toplumsal güçler tarafından koşullandırılmaktaydı. 

Bu fenomen o kadar yaygındı ki, ırk ve ırkçılık “doğal”, tarih-ötesi fenomenler olarak görünmeye başlıyordu. Fanon’a göre, bu mistifikasyonlar, nesnel toplumsal gerçekliklere derin bir şekilde kök salmıştı ve bu düzeyde sorgulanması gerekirdi, dolayısıyla salt aydınlanmış eleştiriyle yetinilemezdi.

Son yıllarda, “ırkın toplumsal yapısı” öyle bir klişe haline geldi ki, Fanon’daki teorik atılımın radikal çıkarımlarını gözden kaçırmak oldukça kolay olmaya başladı. Eğer ırk toplumsal olarak inşa edilmişse, bu durum, belirli toplumsal ilişkilerin doğuşundan ve sürekliliğinden sorumlu olduğu anlamına gelir. Peki bu ilişkiler ne olabilir? Fanon bunların ekonomik ilişkiler olduklarında ısrar ediyor:

Siyah insanın gerçek yabancılaşması toplumsal ve ekonomik gerçekliklerin acımasız farkındalığında yaşamasıdır… Siyah insanların problemi Siyahların beyazlar arasında yaşaması problemi değildir, aynı zamanda, sömürgeci ve beyazların oluşturduğu kapitalist toplum tarafından sömürülmesi, köleleştirilmesi, aşağılanmasıdır. 

Bununla birlikte, bu durum ırk sorununun sınıfa göre ikincil konumda olduğu ya da ırkçılığa karşı mücadelenin kapitalizme karşı mücadeleye tabi olduğu anlamına gelmiyordu. Bir fenomen yalnızca kökeni ile tanımlanmaz. Irkçılık, kendi başına bir hayat sürer ve bazı ekonomik zorunlulukların ortadan kalkmasından sonra bile bireylerin zihinsel ufkunu tanımlar. Bu nedenle Fanon, nesnel ve öznel olmak üzere “siyah insanın mücadeleyi iki düzeyde yürütmesi gerektiği” konusunda ısrar etti. Herhangi bir “tek taraflı özgürlük kusurludur ve en kötü hata, bunların otomatik olarak birbirine bağlanılacağına inanılmasıdır.” 

Ne yazık ki bu “hata”, Fanon’un zamanında Marksizmin baskın biçimlerini karakterize etti: Irkçılığı (en iyi ihtimalle) ikincil bir sorun olarak değerlendiriyorlardı ve bu nedenle ırkçılık üzerine güvenilir bir Marksist teori üretmekte başarısız olundu. Bundan dolayı, kapitalizme sert muhalefetine rağmen Fanon, herhangi bir Marksist eğilimle asla ilişkilenmedi. Sylvia Wynter Fanon’un bu yeni pozisyonunu şöyle özetledi: “Hem nesnel sosyoekonomik düzeyde hem de -bilinç ve dolayısıyla kimlik gibi- öznel deneyim düzeyinde bir çözüm sağlanmalıdır.” 

Nesneden Özneye

Fanon’a göre, kimliğin olumlu bir şekilde sahiplenilmesi, özbilincin gelişimi için kritik bir andı. Siyahların özne olarak özgürleşmeleri, “beyaz bakış açısı”nın onlardan çaldığı benlik ve itibarlarını yeniden kazanmalarına bağlıydı. Beyaz olmayan insanların, toplum tarafından aşağılanan ırksal özelliklerinden gurur duyması, ırkçılığın temellendirdiği toplumsal ilişkilerin doğal hale getirilmesine meydan okumanın önemli bir yoluydu. 

Fanon bu perspektifi, Hegel’in Tinin Fenomenolojisi ile eleştirel bir ilişki kurarak geliştirdi. Irksal bakış açısıyla tanımlanan bir toplumda karşılıklı tanınmanın imkânsız olduğunu, çünkü bunun beyaz olmayan insanların bir şey olarak görülmesi anlamına geleceğini savundu: “Diğer nesnelerin ortasında bir nesne olduğumu fark ettim.”

Bu Fanon için merkezi bir konudur: Irkçılık, mağdurlarını yalnızca ekonomik kaynaklardan ve toplumsal statüden mahrum bırakmaz. Onları ayrıca insanlıktan çıkarır, kişiliksizleştirir ve Siyahları “olağanüstü derecede kısır ve kurak bir hiçlik bölgesinde, özgün bir yeni başlangıcın yapılabileceği her şeyden mahrum bir şekilde yaşamaya” bırakır. Bu ise insani duygunun zayıf olduğu bir aşağılık kompleksi üretir. “Yeryüzünün Lanetlileri” olarak adlandırdığı kişiler, bu aşağılık kompleksini ancak ırksal ve ulusal özelliklerini olumlu bir şekilde sahiplenerek, insanlıklarının tanınmasını güvence altına alarak aşabilir.

Tanınma, Fanon’un çalışmalarında çok yanlış anlaşılan bir terimdir. Modern siyasal düşüncede, “tanınma siyaseti” ifadesi, yurttaşların “eşit haklar”ının karşılıklı olarak kabul edilmesine atıfta bulunur. İster ekonomide ister siyasette olsun tüm sözleşmeye dayalı ilişkiler karşı tarafın haklarının tanınmasını içerir. Fanon ise bu anlamda bir tanınmadan bahsetmez. 

Fanon, beyaz olmayan insanların, insanlıklarının farkına varmadığını ve toplumsal sözleşmeden çıkarıldığını gördüğünden bu yana, formel eşitlik biçimleriyle ırkçılığın aşılabileceğine dair bir yanılmaya asla kapılmadı. Mevcut toplumda tanınmaya çalışmanın “beyazlaşmaya” çalışmak olduğunu gördü ve aşağılık kompleksi eşliğinde bunu uygulamaya çalışanları da eleştirdi. 

Fanon, ötekileştirilen ve ezilen insanların itibarını ve değerlerini kabul edecek çok daha derin bir tanınmayı hedefliyordu. Bu hedefe ulaşmanın “dünyayı yeniden yapılandırmak anlamına geleceğini” belirtiyordu.  

Bu yüzden Fanon’un yaklaşımı, ırk, sınıf ve kimlik konusundaki tartışmaların bugün sıklıkla solda sıralanış biçimine bir alternatif sunmaktadır. Fanon, ırkçılığa karşı mücadelenin önemsizleştirildiği, proletaryayı özgürlük mücadelesinin garantörü olarak tasavvur eden soyut devrimcilik biçimlerine karşı çıktı. Ayrıca, mevcut kapitalist ilişkiler çerçevesinde kendini ifade etme ve teselli arayan kimlik politikalarını da reddetti. Bu, özellikle bir psikiyatrist olarak çalışmalarında belirgindi.

Sosyoterapi

Fanon, 1940’ların sonlarında psikiyatri çalışmaya başladı ve Siyah Deri, Beyaz Maskeler’i 1951 yılında doktora tezi olarak sundu. Alışılmadık içeriğinden dolayı akademik danışmanları çalışmayı hızlıca reddetti. Fanon ise buna omurganın nörolojik dejenerasyonu olan Friedreich Ataksisinin psikiyatrik etkileri üzerine bir çalışmayla yanıt verdi. 

Yakın zamanlarda İngilizce’de yayınlanan bu tez, toplumsal ilişkiler hakkında bir tartışma bulmayı bekleyebileceğimiz son yerdir. Yine de Fanon’un ırkçılığın sosyojenik karakteri üzerine kavrayışı burada da kendini göstermiştir. Ruh hastalığının organik kökenleri olsa da “patojeni olarak her zaman psişik” olduğu konusunda ısrar etti. 

Fanon, nörolojik hastalıkları bile biyolojik bileşenlere indirgemeyi reddetti. Yaklaşımına amansız bir hümanizm kılavuzluk ederken, yaşayan bireyin üstüne aldığı psişik yük konusuyla ilgilendi:

[Bireysel] insan, başka insanlarla karşı karşıya geldiği andan itibaren bir fenomen olmaktan çıkar. Diğerlerinin beni kendi benliğini gösterdiği için. Ve psikanaliz, grup dahilindeki hasta bireyi yeniden bütünlemeyi önermesiyle kendisini kolektif mükemmelliğin bilimi olarak kurar. Bu, aklı başında insanın toplumsal bir insan olduğu anlamına gelir; ya da başka bir deyişle, psikolojik olarak konuşursak, aklı başında insanın ölçüsü, onun Socius[2]’a az ya da çok mükemmel entegrasyonu olacaktır. 

Bu bakış açısı, Fanon’a sonraki sekiz yıl boyunca, ilk olarak Fransa’da, sonra Cezayir ve Tunus’ta -başlangıçta François Toquelles gözetiminde- “sosyoterapi” uyguladığı bir dizi psikiyatri kliniğinde çalıştığı dönemde kılavuzluk edecekti. Bu, hastaları hapishane benzeri koşullardan kurtarmak ve onları topluma entegre etmeye çalışmak anlamına geliyordu. 

Fanon ve meslektaşları, hastaların gazete ve oyun üretmelerini sağladıkları ve kurumda serbestçe birbirleriyle ilişki kurmalarına izin veren bir dizi mesleki terapi yöntemi kullandı. Bu çalışma sırasında Fanon hala farmasötik ilaçlar vermeye hazırdı ve hatta şok tedavisi uyguluyordu. Ancak bunu hastaya bir insan olarak davrandığı hümanist bir ortam yaratmaya çalışırken yapıyordu. 

İnsanın barındırdığı imkanlara açık olmaya dayanan bu yaklaşım, Fanon’un hem bir psikiyatrist hem de daha sonra devrimci aktivist olarak oynadığı rolü temellendirdi. Doktora tezinde Lacan’dan bir alıntı yapıyordu: 

İnsan gerçekliğinde temel bir uyumsuzluk var. Ve zehirlenme halinin organik koşulları ağır bassa bile, özgürlüğün onayı yine de gerekli olacaktır. 

“Temel bir uyumsuzluk” doğamızı tanımlıyorsa, bu durumda üstesinden gelinemez; dolayısıyla yabancılaşma, insan varoluşunun ayrılmaz bir parçası olarak görülür. Fanon ise buna bir soruyla karşılık verir: “Özgürlüğün sınırlarını, başka bir deyişle insani sorumlulukları içeren bir tartışmayı açmak çok daha iyi olmaz mıydı?”

Siyah Deri, Beyaz Maskeler’in açılış sayfaları canlı bir beyan içerir: “İnsan, kozmik uyumdan yankılanan bir ’evet’tir. Fanon, özgürlüğü “karşılıklı tanınma dünyası” olarak düşünmekte ve “birbirine dokunma, hissetme, keşfetme” arzusunun insan varlığının önemli bir parçası olduğunda ısrar etmektedir.

Cezayir Devrimi

Fanon, Fransa’da birkaç yıl psikiyatr pratiği yaptıktan sonra 1953’te Cezayir’e taşındı ve Cezayir dışında bulunan Blida-Joinville hastanesinde çalışmaya başladı. O dönemlerde Cezayir hakkında az şey bildiğinden ve Afrika özgürlük hareketiyle teması çok sınırlı olduğu için taşınması politik nedenlerden değildi.

Fanon, Cezayir nüfusunun yaklaşık %10’unu oluşturan Fransız yerleşimcilerin, Arap ve Kabil kitlelerden farklı bir dünyada yaşadıkları “Maniheist” bir toplumu keşfetti hızla. Bu kitleler Antiller’de deneyimlediği her şeyden çok daha acımasız bir ayrımcılığa maruz kalıyordu. Yeni kurulan Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) liderliğindeki Cezayir devrimi Kasım 1954’te patlak verdiğinde, Fanon hareketin amaçlarını ve silahlı mücadeleyi savunmasını benimsedi. 

Böylece Fanon psikiyatri çalışmalarıyla bir devrimci harekete angajmanını birleştirmiş oldu. FLN militanlarını gizlice hastanede sakladı, tecavüz ve işkence mağdurlarına tedavi uyguladı. Ayrıca FLN içindeki politik tartışmalarda giderek aktif bir hale gelmeye de başladı. 

Bununla birlikte, Fanon’un psikiyatrisi ve politikası arasındaki bağlantılar bundan daha da derine uzanıyordu. Robert Young’un gözlemlediği gibi, Fanon sömürgeci yönetim altındaki toplumlar ve tedaviye ihtiyaç duyan akıl hastaları arasında bir analoji çiziyordu. 

Fanon, 1950’lerde Cezayir toplumu ve kültürü hakkında bir dizi detaylı araştırma yürüttü. Müslüman ülkelerde dinin oynadığı rolü tartışıyor, Kuzey Afrikalıları Avrupalılardan ayıran zaman algısındaki radikal farkı ve Cezayir’deki aile ve klan topluluklarının, giderek daha geniş kapsamlı bir ulusal topluluğa referans verdiğini fark ediyordu. 

Suçlu olduklarına dair açık deliller olsa bile, sömürgeleştirilenlerin bir suç işlediklerini itiraf etmeyi sık sık reddetmelerini özellikle inceledi: 

Yerli Müslümanların gerçekten kendileri hakkında düşünmesi ve şimdi üzerlerinde güç uygulayan toplumsal gruplarla sözleşmeye dayalı anlaşmalara girip girmediğini sorgulayarak kaçırdığımız bu ontolojik sisteme yaklaşabiliriz. Kendilerini toplumsal sözleşmeye bağlı hissediyorlar mı?… Aksi halde suçun, yargılanmanın ve cezanın önemi ne olurdu? 

Fanon’un işaret ettiği gibi, mevcut koşulları kabullenme, önceden tanınmaya bağlıydı ve bu, sömürgeci bağlamda eksik olan bir şeydi: “Öncesinde bütünleşme [entegrasyon] olmadıysa yeniden bütünleşme [re-entegrasyon] olamaz.” Toplumsal sözleşme sömürge halkını dışladığından, sömürülenler onun getirdiği yasal ve hukuksal normlara uymak zorunluluğu hissetmezler. 

Fanon, mevcut gerçekliği kabullenmeyi reddetmenin bir başkaldırı olduğu sonucunu çıkardı. Sistemin, sömürgeleştirilmiş insanların insanlığını tanımadaki başarısızlığı, onları yalnızca reformlara değil, mevcut tüm kurumların tamamen ortadan kaldırılmasına yönelik bir mücadeleye itiyordu. Fanon’a göre sömürgeleştirilmiş özne -Cezayir’deki Araplar ve Kabilerden Sahra altı Afrika’daki Siyahlara veya ABD’deki Siyah Amerikalılara kadar- toplumsal dönüşüm mücadelesinin öncü kuvvetleri olacaktı. 

Marksizmi Esnetmek

Fanon, sömürgeleştirilenlerin devrimci pratiği ile Avrupa Solunun pasifliği ve ihanetini karşılaştırdı. Fransız Sosyalist ve Komünist Partileri, Cezayir devrimine karşı yapılan ve yarım milyon insanın ölmesine yol açan Fransız emperyalizminin savaşını destekledi. 

Fransız parlamentosundaki Komünist vekiller, resmi olarak Leninist anti sömürgeciliğe bağlı olmalarına rağmen savaş kredileri lehine oy kullanırken bir Sosyalist başbakan olan Guy Mollet de Cezayir’deki şiddetli baskı sürecini yönetiyordu. Jean-Paul Sartre gibi önemli figürler dışında, Avrupa Solunun radikal kesimlerinden bile Cezayir devrimine çok az destek vardı. Bu ise Fanon’un Batı düşüncesinin çoğunu tanımlayan paradigmayı giderek daha fazla eleştirmesine neden oldu.

Bu düşünceler Fanon’un son ve en ünlü kitabı Yeryüzünün Lanetlileri’nin[3] merkezinde yer alıyordu. 1961’de tedavisi bulunmayan lösemiye sahip olduğunu öğrendikten sonra kitabı yazmaya başladı ve lösemi kendi gösterdikten kısa bir süre sonra da öldü. Akademisyenler, Yeryüzünün Lanetlileri’nin Avrupa’ya tamamen sırtını dönmediği gerçeğini genellikle gözden kaçırır. Bunun yerine Fanon, Marksizm de dahil olmak üzere Avrupa düşüncesinin boyutlarını eleştirel bir şekilde yeniden ele almaya çalışır. 

Fanon, Marksist bir analizin “sömürge meselesini ele alırken her zaman biraz esnetilmesi” gerektiğini vurguladı. Marx’ın Avrupa’daki kapitalist birikim analizi, kapitalizmin gelişimiyle, köylülerin toprağın “doğal atölyesi”den koparılarak kentsel proleterlere dönüştürüleceğini, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesinin de proletaryayı muazzam, derli toplu ve devrimci bir güç haline getireceğini belirtiyordu. Fanon, bu sürecin Afrika’da tekrarlanmayacağını gördü.

Kıtanın geleneksel toplumsal mülkiyet biçimlerinin yağmalanması ve sömürgecilerin Afrika’yı sanayileştirmemesi, radikalleşmiş bir proletaryanın oluşumuna yol açmadı, aksine doğal kaynakların ve emek gücünün acımasızca yağmalanması kıtayı az gelişmiş bir duruma getirdi. Kasabalardaki ve şehirlerdeki işçi sınıfı görece küçük ve zayıfken, köylülük nüfusun büyük bir kısmı olarak kaldı. Bu nedenle Fanon, Afrika’nın yeni oluşmaya başlayan işçi sınıfının değil, köylülüğün ve lümpen proletaryanın devrimin temel gücü olarak rol oynayabileceğini savundu. 

Bazı yazarlar, Fanon’un işçi hareketinin, 1950’li ve 60’lı yıllarda Afrika bağımsızlık mücadelesinde önemli bir rol oynamasını görmezden gelmesini ve köylülerin rolünü abartmasını eleştirdi. Bu eleştirilerde kısmen doğruluk payı vardır ama dikkat edilmesi gereken husus, Fanon’un Marx’ın bir toplumsal devrimin ancak “muazzam çoğunluğun bilinçli, bağımsız hareketi”nin ürünü olması durumunda başarılı olabileceği görüşüne de katılmasıdır. 

Fanon, kendinden önceki Marx gibi, başarılı bir devrimin -pratikte ya da en azından teoride- “disiplinli ve merkezi” bir öncü parti tarafından yönetilen azınlık bir işçi sınıfınca başarılabileceği fikrini reddetti. Ve buradan hareketle, önceki devrimlerin hatalarının tekrarlanmaması için Afrika devrimine bir yol çizmeye çalıştı.

Yeni Bir Hümanizm

Yeryüzünün Lanetlileri’nin en önemli katkısı, bağımsızlık mücadelesinin toplumsal bir devrime dönüşmemesi – yani Fanon’un “yeni bir hümanizm” diye adlandırdığı şeyin kurulmaması- durumunda Afrika devrimlerinin başına gelebileceklerini kehanette bulunurcasına ortaya sermesidir. Fanon, silahlı mücadele yoluyla ulusal kurtuluşun tutkulu bir destekçisiydi ama bunu kendi başına bir amaç olarak da görmüyordu.

Ayrıca, Cezayir hareketinin ulusal bir mücadele şekli almasının, ırksal ayrıcalıklardan kaçınmasının, Araplardan Kabillere ve Siyah Afrikalılardan ayrıcalıklı durumunu bir kenara bırakmaya istekli beyaz Cezayirlilere kadar birliktelik getirdiğini de savundu. Bununla birlikte, bağımsızlıktan sonra toplumsal dönüşüm evresine hızlı bir geçiş yapılmadıkça, mücadelenin ulusal burjuvazinin hilelerinin kurbanı olacağını da öngördü. 

Fanon bu görüşleriyle, Batı tarzı kapitalizme ve yukarıdan aşağıya Sovyet sanayileşme modeline karşı duran bir kalkınma vizyonunu kastediyordu. Devrimci halk kitlelerinin, yalnızca ekonomik ve politik süreçlerin nominal kontrolüne sahip olmadıkları, aynı zamanda etkili oldukları ademi merkeziyetçi bir toplum yaratmalarını istedi. Bundan dolayı, neredeyse tüm Afrika devrimlerinin (Cezayir devrimininki dahil) benimsediği örgütlenme biçimlerine karşı çıktı: “Tek parti, burjuva diktatörlüğünün modern biçimidir: maskesiz, boyasız, vicdansız, her açıdan kinik.”

Fanon, “çok sayıda vaizin, danışmanın ve ‘gizemcinin’ sömürülenlerle yetkililer arasına girdiği” ve kafa kafaya mücadeleyi engellediği zengin kapitalist ülkelerle, “polisin doğrudan müdahale ettiği” ve “sömürgeleştirilenlerin doğrudan yakın gözetim altında tutulduğu ve tüfek dipçikleriyle zapt edildiği” sömürge devletlerini karşılaştırdı. Son yılların deneyimi, Fanon’un yazdığı sömürgeleştirilmiş dünya ile ABD gibi ülkeler arasındaki uçurumun önemli ölçüde daraldığını gösteriyor. ABD’de yetkililer ile sömürülenler arasındaki tamponlar hızla çözülürken, bu ülkenin tarihinin her dönemine yayılmış olan ırkçı düşmanlık, Siyah Yeniden Yapılanması[4]’nın yarattığı dönüşümden bu yana görülmemiş bir düzeyde kendini gösteriyor. 

Geçen yüzyılın başarısız ve tamamlanmamış devrimlerinin ışığında kritik olan, Fanon’un baskıcı ekonomik ve politik yapıları başarılı bir biçimde altüst etmenin (ırksallaştırılmış bir toplumda birbirimizi algılama biçimimizden başlamak üzere) en yakın insan ilişkilerini dönüştürmemizi de gerektirdiğine dair fikridir. Raya Dunayevskaya’nın dediği gibi: “Yeni tip insanlığı yaratacak olan üretim araçları değildir ancak yeni üretim araçlarını yaratacak olan yeni tip insanlıktır.”

Çeviri: Yener Çıracı

Kaynak: jacobinmag.com


[1] Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maskeler, çev. Orçun Türkay, Metis, Eylül 2020.

[2] “sosyal” teriminin Latince kökenidir. Birliktelik, birlikte oluş anlamına gelmektedir. Ç-N

[3] Frantz Fanon, Yeryüzünün Lanetlileri, çev. Şen Süer, İletişim, 2021.

[4] Yazar burada siyah hareketin gelişiminin tarihselliğine bir gönderme yapıyor. Ç-N

İşçi Sınıfının Öz-Örgütlenme Zeminlerinden Biri: Kafe-Bar Çalışanları Dayanışması – Göksu Uyar

Kafe, restoran, çayevleri, kıraathane-kahvehane ve bar işçilerinin dayanışma zemini Kafe-Bar Çalışanları Dayanışması (KBÇD); işçi sınıfının öz-örgütlenme zeminlerinden biri ve Kent Emekçileri Dayanışması’nın bir parçası olarak pandemi sürecinde kuruldu. Kafelerde barlarda çalışan genç işçiler hak gasplarına, açlığa, geçim sıkıntısına karşı taleplerini dile getirmek, kendilerini ifade etmek için KBÇD’de bir araya geldiler.  KBÇD, bir dizi eylemliliği, dayanışma faaliyetini, sosyal medya çalışmasını hayata geçirerek, örgütlenemez denilen bir alanda başlangıç için önemli bir örgütlülüğe ulaştı. Bu gücün en önemli göstergelerinden biri 7 şehirde aynı gün eylem örgütleyerek kafe bar işçilerinin “geçinemiyoruz çığlığını” büyütmesi oldu.

KBÇD’nin önemli özelliklerinde biri genç işçilerin enerjisi üzerinde yükselmesi. KBÇD bu enerjiyi genç işçilerin -kendi geçim kaynağı işlerinin devlet tarafından geçici ya da önemsiz addedilerek adının bile destek paketlerinde anılmadığı pandemi sürecinde katmerlenen- kolektif öfkesiyle harmanlayarak, kalıcı ve örgütlü bir işçi sınıfı faaliyetine çevirmeyi hedefliyor. Bu anlamda, pandemi süreci önemli bir sınav oldu. KBÇD pandeminin yakıcı sorunlarını ortak çözme, çözüm yollarını birlikte inşa etme, talepleri ortaklaştırmanın örgütsel aracı oldu. Yarattığı etkiyi bu kolektif yetki ve karar mekanizmalarına borçlu olduğu kadar, sokağa çıkma kararlılığına ve sosyal medyayı da sokaktaki eylemlerini güçlendirici tarzda etkili kullanmasına borçlu.  (“Ölüler Dirilerden Çalacak” duvar yazılamaları ve #HesabıBizÖdemeyeceğiz hashtag kampanyası…)

KBÇD klasik sendikal mücadele örgütlülüğünün ve onun yarattığı biçimlerin çözüldüğü, bu çözülüş sürecinde meşru, militan yaratıcı zeminlerin mayalandığı, bu mayalanmanın kendisine klasik sendikal mücadelenin değişmeye ve “kalkın bir şeyler yapalım” demeye müsait unsurlarına sirayet ettiği bir dönemin ürünüdür. Dolayısıyla KBÇD’nin kalıcılaşmasını sağlayacak olan yegane şey, sermayenin akışkanlık ve değişim hızına eşdeğer bir hız ve yaratıcılıkla örgütlülük ve direnme zeminleri açabilmektir. 

KBÇD’nin “biz de varız” dediği pandemi sürecinin ardından, Mart 2021 itibariyle hayata geçirileceği duyurulan normalleşme sürecinde nasıl bir mücadele güzergahı izleyeceği; bu güzergahı varolan kalıpları sarsıcı bir yaratıcılıkla donatıp donatamayacağı önemli bir soru işaretidir. 

Kafe-Bar Çalışanları Dayanışması normalleşme sürecinde ne yapacak?

Pandemi sürecinde KBÇD’nin ana talepleri; kafe bar işçilerine karşılıksız sosyal destek verilmesi, kısa çalışma ve ve işsizlik ödeneğinin en az asgari ücret düzeyine çekilmesi, kısa çalışma ve ücretsiz izin döneminde, pandemi koşulları da gözetilerek, uzun vadeli sigorta primlerinin karşılanması ve halk sağlığı tedbirlerini aksatmadan mekânların açılmaya başlaması idi… 

KBÇD aynı zamanda bir sendikal arayışın parçası olduğunu deklare etmişti. Dolayısıyla KBÇD’nin normalleşme sürecinde atacağı ilk adım, pandemi sürecinde birbiriyle ilişkilenen, bu ilişkiden bir enerji açığa çıkaran kafe-bar işçilerinin bu enerjisini kalıcı bir kazanıma ve örgütlülüğe tahvil etmek olmalıdır. Kafe bar işini kimileri geçici bir konak olarak, uzun süre işsiz kalanlar ise son çare olarak görüyor. Kafe barlar, işçilerin çalışma güzergâhında ister geçici ister kalıcı işyerleri olsun güvencesizliği ortaklaştırmasından ötürü örgütlenmesi elzem mekanlardır. KBÇD bunun mümkün olduğunu göstermiştir. 

Normalleşme süreci, pandemi sürecinin yarattığı ekonomik tahribatla yüzleşilen bir süreç olacak. Bu süreçte, kafe-bar işçileri düşük ücretlerle, sigortasız, uzun saatlerde çalışmaya zorlanacak. Bu zorun karşısına bir zorla çıkmak gerekiyor. Bu zor, KBÇD’yi kafe-bar işçilerinin bir zırhına çevirmek olmalıdır. Her saldırı o zırhtan sekmeli kararlılığını bütün ilişkilere taşıyacak bir yol kurmalıyız. 

Protokol türü sözleşmeler bir araç olabilir mi? 

Klasik sendikal mücadele kafe-bar işçilerinin örgütlenmesine deva olmuyor. İmkânsız olmasa da, bazen 5-6 kişinin günübirlik ya da part-time, sigortasız çalıştığı bir sektörde –uzun süre alan- toplu iş sözleşmesine dayalı klasik sendikal model işlemiyor. Dolayısıyla, kafe bar işçilerinin örgütlülük mücadelesi, meşru-militan-yaratıcı arayışları zorunlu kılıyor. 

Şu noktalar üzerinde durmalıyız: 

-Protokol türü sözleşmeler (kafe bar işçileri bunu popüleştirmek için değişik bir ad kullanabilir örneğin “yıldız sözleşme” vs.) meşru-militan-yaratıcı arayışların bir yolu olabilir. Her türlü fiili eyleme ek olarak; diyelim ki, Kafe – Bar Çalışanları Dayanışması üyelerinin bulunduğu işyerlerini yıldız sözleşme yapmaya zorlasa ve bunu kabul etmeyen işyerlerini sosyal medyadan duyurarak (“X Kafe işçilerin örgütlenme hakkına saygı göstermiyor, boykot ediyoruz gibi….) dayanışmacı, emek dostu kamuoyunun tüketim ve boykot gücünü arkasına alabilir. Bu yolu derinleştirerek, sektördeki sendikal mücadelenin motoru kılabilir. 

-Kafe Bar Dayanışması düzenli olarak bazı meslek odalarının tarife belirlemesi gibi asgari yevmiye belirleyip, işçilerin çalışacakları işyerine bunu referans göstererek ücret anlaşması yapmasını  sağlayabilir. 

-Ve elbette, pandemi döneminde kafe bar çalışanlarının ücretsiz izinli sayıldıkları dönemde yatmayan sigortalarının yatmasını sağlayacak, militan bir kampanya örgütleyebilir. 

Bu sorular, normalleşme sürecinin kafe-bar işçilerinin örgütlenme kavgasında yeni bir evre olacağını işaret ediyor. 

Yolumuz açık, yoldaşlarımız çok, inancımız tam…    

Göksu Uyar, Kafe Bar Çalışanları Dayanışması Üyesi

Bu yazı ilk olarak siyasihaber6.org sitesinde yayımlanmıştır.           

[2] https://t24.com.tr/video/gecinemiyoruz-diyen-sektor-calisanlari-7-ilde-sokaga-cikti-artik-yeter-1500-lirayla-erdogan-gecinebiliyorsa-gelsin-o-gecinsin,36625

Marx’ın Hayaletlerinden Hayaletlerin Bıraktığı Mirasa – O. Yiğit Özdemir

Adalet. Belki de Derrida’nın Marx’ın Hayaletleri kitabında daha en başından vurgusunu yapacağı şey olarak gösterdiği bu kavram, nereye oturtulmuştur? Kırılgan bir çerçevede kırılıp kurtarılmak üzere beklemekte midir, yoksa sürekli ertelenmek üzere yaklaşılan bir şey midir? Her halükarda, o ünlü temsildeki terazilerin tartamayacağı ağırlıktaki bir şey olduğu söylenebilir.

Hamlet’in babasının hayaletiyle tecelli ettirmeye çalıştığı, haksızlıkların tüm üzerinin örtülmesi çabasına rağmen bir şekilde yakalanıp getirilen, her bozuk düzende bir şekilde kaçınılmaz olarak kendisini sahneye getiren ışıklar altında bulan şey midir peki adalet Derrida’ya göre? Hamlet örneğini vermesi boşuna değildir, bir şekilde Hamlet’in tutarsızlıkları ve ikirciklikleri içerisinde böyle düşünenleri bir yandan davet ederken kendisi de bu şekilde ele almaya devam eder. Ama her seferinde kendisine atılan bir çelmeye maruz kalır, o da en sonunda zehri hasmı içmiş olsa bile, kral’ın yerine kimin geçeceği sorusudur.

Komünist Manifesto o ünlü sözlerle açılırken Marx’ın bütün Avrupa’da dolaştığını söylediği hayalet mi peki Derrida’nın bahsettiği? Biraz daha düşünelim, dönemin Fransa’sında Guizot’nun, Papalığın, Almanya’da krallıkların başında dolaşan bu hayalet, kendisini gerçekleştirmek, bir çeşit adaleti getirmek için mi dolanmaktadır sadece? Eğer, en azından şimdilik kapsamımızı Manifesto üzerinde tutacak ve hayaletleri bu kapsamda inceleyecek olursak, Manifesto’nun başka özelliklerini de göstermek gerekir.

Her şeyden önce, Manifesto’nun komünistlerin taleplerine o zamana kadar en fazla açıklık getiren metinlerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Her şey, bütün şiirsel diline rağmen yazıldığı tarihin ivedi ihtiyaçları içerisinde apaçıktır. Her şeyden önce, bir eylem çağrısı vardır, ancak eylemin, her şeyin olduğu gibi, bir zamanı vardır. Kaçak atölyelerde yahut da yarı-yasal partilerde elden ele dolaşan bu broşür, zaman içerisinde komünist talepleri en temel ifadeleriyle dile getirmesiyle, kapsamı çoktan aşılsa bile bu hayalete biçtiği koparılmış kefen bakımından benzersiz kalacaktır. Bir hayalet dolaşıyor mu, bunu zaman gösterecek, diyebilirdi Derrida. Ancak şu kesin ki, bir hayaletin bir zamanlar dolaşmış olduğundan kesin olarak emin olabiliriz. En azından Derrida’nın şahitliğinde bulunmaya çalıştığı şey, belki de adaletten bahsederken söylemek istediği şey, biraz da bu olsa gerek.

Manifesto’nun ilerleyen sayfaları komünist programın o zamana kadarki taleplerinin süzülmesinin yanında, kendi ilerleyişinin de büyük bir şiirsellikle, üstelik sade bir şiirsellikle kavranmasına yardımcı bir özellik de taşır. “Burjuvazi kendi mezar kazıcılarını yetiştiriyor” basitliğinde söylendiğinde bile, büyük bir diyalektiğe gönderme yaparak basit bir kavranabilirliğe, bu kavranabilirliğin ustalığına, o sade zanaatına erişmesine rağmen, bu cümlelerin dizilişinin bir başka özelliği de var. O da Derrida’nın konuşma metnini yaptığı “Marksizm Nereye” sempozyumunun bağlamı içerisinde, biraz bu metne geri dönüp baktığımızda anlaşılabilir olarak durur. Burada bir “göreve çağrı” vardır ve bu görev her şeyden önce layık olunan bir görevdir. Tarih’e çağrıdır.

Yani belki de, bu konuşmanın verildiği sırada Derrida’nın dinleyicileri için şunları söyleyebiliriz. Sovyetler Birliği’nin yıkıldığı, Çin’in raydan çıktığı ve her türlü teorinin uzlaştırıcı ve programlaştırıcı olmaktan uzaklaştığı böyle bir süreç içerisinde bize yönelik çağrı nedir? Her şeyden önce bizim, Tarih karşısındaki ‘görev’imiz nedir? Derrida’nın buna basit bir yanıt vermeden önce giriştiği ve sayfalar boyunca sürdüreceği bir başka işlem vardır, o da kefaret, yani borç ödenmesi gerektiği fikridir. Yani sorular, ya da Marx’ın tabiriyle “eleştirinin silahları” öz-eleştiri olarak Derrida tarafından toplantıdaki Marksistlere sunulur. Geri kalan şey, ona sancılı bir şekilde kulak vermek olacaktır belki de.

Derrida her şeyden önce ‘görev’inin ne olduğunu arayan Marksistlere, neden hala bir borç içerisinde oldukları sorusunu kendilerine yöneltmeleri gerektiğini, üstü kapalı bir şekilde hatırlatmaya çalışır. Bunu yaparken uğrakları vardır, fantom’ların belirişinden, hauntoloji adını verdiği, peşi bırakmayan, musallat olan sorulardan ve yükümlülüklerden bahseder. Psikoloji, psikanaliz ve görüngübilim’in iç içe geçtiği bu anlarda Derrida büyük bir sorumluluğa, lüzumsuz bir sorumluluğa da girer zaman zaman. Kitabın ilerleyen sayfalarında içerisine girmekten ısrarla kaçındığı ‘scholar,’ akademik hava sürekli kesintiye uğrar. Gerçekten, nedir bu kendisini dinlemeye gelmiş onca Marksist’e musallat olmuş olan?

Belki de burada artık başka bir soru için bir parantezi aralamanın vakti gelmiş de geçiyor bile. Marx’ın hayaletlerinin yalnızca Manifesto’daki hayaletler olmadığını, Marx’ın bizzat dikkat çektiği hayaletlerin de olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Bu hayaletler ise, kendi deyimiyle “Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayan beyinlerin üzerine kabus gibi çöker”* cümlesiyle ifade ettiği, Derrida’nın da korkunçluklarını vermek için ‘hortlak’ olarak ifade edeceği kabus getiren hayaletler olacaktır. Bu hayaletler öyledir ki, kuşaklara hem yeni bir şeyler yapma gücü verir, hem de onları ciddiye alınabilir olmaktan alıkoyar. Hem onlara silahlarını verir, hem de tetiği nasıl çekeceklerini bilemeden ortada bırakıverir, tehlikeye doğru fırlatır atar. Burada her kuşağın kendi kaderini yaratırken atacağı o büyük adımlar silsilesi, bilinmezliğe karşı girişilen o büyük mücadelede ileriye doğru gitmenin büyük keşif mirası ve şevki, ancak onlara yardımcı olabilir. Bu anlamda bu hayaletler, belki de Derrida’nın bahsettiği bağlamın dışında, ancak yine de onun kullanımına denk de düşebilecek bir şekilde peşi bırakmayan ‘hayaletlerdir.’

“İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar” diye başlayan o söz, ancak “kendi seçtikleri koşullar içerisinde değil”* diyerek devam eder. Her kuşağın saygınlığını kazanması için “yardıma çağırdığı,” çeşitli geçmiş şekilleri yeniden kuşanarak çıkarlar. Ancak, burada başka bir durum daha söz konusudur, toplantıya gelmiş ve bu soruyu, “Marksizm Nereye” sorusunu soranlar için bir başka sorun daha vardır. Onlar üzerlerine aldıkları bu kılıkları, eski sloganları henüz yeni bir şey bırakamadan terk etmek durumunda kalmaya zorlanan kişilerdir. “Ah, işte yeniden o eski martavallar okunmaya başlandı işte” sözcükleriyle her an yüz yüze kalması mümkün olan bu daha büyük hayalete, yani Manifesto’nun hayaletine saygınlığını verme işlemini gerçekleştirmektir belki de Derrida için söz konusu olan. Ancak Lacan’ın hontoloji‘sini çağrıştırır bir biçimde ismini verdiği hauntoloji’nin bir başka özelliği tam olarak burada ortaya çıkar, geçmiş kuşaklardan ödünç alınan şekiller borçlar kapanmadan küflenmeye başladığı iddia edilmektedir, ya da en azından hissedilen budur.

Derrida’nın da bir yandan aklında olabilecek, ama belki de doğrudan bahsetmeye o kadar da ihtiyaç duymayacağı kadar bariz bir şeyi okurlar için bir parantez içerisinde ortaya çıkarmakta fayda var. Bu ödünç alınan şekiller, sloganlar ve taşınan, bir sorumluluk ve silah gibi taşınan kıyafetler aynı zamanda bir çeşit Süperego’yu da teşkil ederler. Kısacası, her zaman için Derrida, bu yüzleşememe durumunu geleceğe ertelemek ister, çünkü tam olarak gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinden emin olmanın sınırında bekleme ihtiyacı hisseder, hiç bir lafı kestirip atmadan, her zaman kıymıklarını bile değerlendirerek çerçeveyi çizmeye çabalaması belki de bu yüzdendir. Bu haddinden fazla açıklayıcı ve biçimsel olarak bağlayıcı parantez, bize ilerleyen paragraflarda da yardımcı olacak, çünkü kendisine saygınlığını veren şekilleri yerine getirememiş, borçlarını ödeyememiş bir kuşak, geleceğe karşı nasıl bir sorumluluk içerisinde olacaktır; Derrida’nın sürekli ertelediği ve belki de gizli gizli eninde sonunda sorulacağını hissettiği soru belki de budur.

Burada bu paragrafı kapattıktan sonra baştaki soruya bir an için yeniden dönüyoruz. Adalet nedir, nasıl bir beklentiyle gerçekleşir, tecellisi nasıl vuku bulur. O eski terazide tartılmadığını söyledik, ancak Derrida da bu konuda muğlak bir tutum içerisindeymiş gibi gözükmekte. Burada, bu konuşmada Heidegger sıkça atıf yaptığı bir yazar olmamasına rağmen, onun kaynaklarını sıkça kullandığı ve meselelerini üstlendiği bir düşünür olmasından ötürü bir meseleye daha değinmek gerekecek. O da zaman meselesi. Yani geçen zaman, bugün nasıl oluyor da kavranıyor. Daha önce hayaletlerin bir zamanlar kesin olarak dolaştığından emin olabileceklerini söyledik, ancak bir soru daha var, adalet beklentisi tam olarak ne zaman tecelli edecektir. Sürekli bir kat etme ve Derrida’nın deyimiyle ‘konaklama’lar içerisinde mi olacağız, yoksa bu akış bir yerde kopacak mı?

Belki de Derrida’nın bu konuşmanın bağlamında sormadığı, henüz sormasının vakti olup olmadığını düşünüp düşünmediğini bilmediğimiz, ancak bir yerlerde bekleyen soruyu sormanın anlamı var. Adalet, gelecek midir? Gelecekte bir adalet olacak mıdır? Kısacası, görev’i bekleyen salondakiler için bu soruyu şöyle tahvil edebiliriz, giyilen kıyafetler ve atılan sloganların hakkı, en azından gelecek için verebilecek midir? Derrida bu konuda susmayı ve boş zarf atmayı tercih eder. Ancak zarf atmanın kendisi bile bir edimdir, kısacası devam etmeye dair bir ısrarın tetikçisi, davetçisidir.

“Koş, yolundan sapma, ve ara” diye özetleyebilirdik belki de Derrida’nın söylemek istediklerini, çünkü henüz gelmemiş olanı arayanlara seslendiğini, ya da ona kulak verenlerin bir aciliyet hissinde olduğunu ve bunu okşamaktansa, tevazuuyla katılmak, ancak içtenlikle de şerh düşmek istediğini hissettirir. Kısacası, ne olduğu tam olarak bilinmeyen bir zamanda, ancak karakteristik olan özelliği bu gibi gözükse de, bir şekilde “eklem yerinden kopmuş” gibi görünen bu özelliğine rağmen bir yere doğru oldukça bilinmedik bir şekilde bağlanmaya çalışılabilecek bir zamanda olunabileceğine dair içten bir kaygı.

Yine de burada, Marx’ın bahsettiği birer “kâbus gibi” çöken hortlaklardan da biraz daha bahsetmek anlamlı olacak. Derrida politik düzlemin reel olanaklarına konuşması boyunca girmekten ısrarla kaçınır, ancak tutarsızlıkları faş etmenin ve yeni yönlere bakmanın gerekliliğini de hissettiğinden bir çeşit envanter de sunar. Bugün, bizim bulunduğumuz yerde ne gibi bir, yazının başlığının da önerdiği gibi bir “miras”la karşı karşıyayız. Bir yandan gücümüzü aldığımız, bir yandan da üzerimize çöken bir miras mı bu? Derrida’nın kullandığı anlamıyla döllenmenin, bir kabuğu kırar gibi döllenmenin öncesindeki bir miras mı?

68 Mayıs’ı ve devamının önderlerine geldiğimizde, bugünkü hakiki ilerici mirasın son temsilcilerini ifade ettiklerini görüyoruz. Gerek söylem, gerek de duruş olarak Tarih’te kendi yerlerini aldılar ve bize bugünü miras bıraktılar. Cezayir’le başlayan 3. Dünyadaki bağımsızlık savaşları silsilesinin etrafında cereyan ettiği göbeği hızlı bir kavşağa girerek dönenler, “en önce ipi göğüsleyenler” onlar değil miydi? Münzer’in Alman köylerinin kıtlık ve savaşla yoksullaşmış köylülerine yeni bir “Kutsal Ruh”u Hıristiyanlığın sur borusundan üflediği gibi, Fanon da Cezayir’in kent ve kır proletaryasına ulusal gurur namına insanlık onuru için uluslararası bir ayaklanmanın kıyafetlerini dikmemiş miydi? Luxemburg ve Liebknecht’in Dresden’deki sanayi işçilerinden Münih ayaklanmasına Alman proletaryası için biçtiği rol, 1919’de kostümleri üzerlerinden sökülüp alınacak bile olsa, Kutsal-Roma-Cermen ittifakına karşı isyancı kölelerin, Spartaküs ve yoldaşlarının üniformaları değil miydi?

Keza Türkiyeli ‘68 kuşağının devrimci önderleri, gerilla önderleriyle Cumhuriyetçilerin kostümlerini devralmamışlar mıydı? Dünya da LGBTİ+ hareketin kültür devrimi, feministlerin yaşamın her alanına hızla yayılan mücadelesi ve Siyah hareketin patlayıcı etkileriyle çalkalanmıyor muydu?

Marx’ın bahsettiği “ödünç almanın” daha fazla billurlaştığı, bize daha yakın bir örnek söylenebilir mi? Tezleri ise, bugün geçerliliği söz konusu olsun veya olmasın, her kuşağın önüne alacağı ve o zamanı temsil eden, Derrida’nın da bahsettiği anlamda ‘iz’leri takip edilmesi gereken birer çizgi olarak Tarih’te yerini almış bulunmakta. Günümüze olan etkilerini ise, bu iz’leri biraz olsun takip edersek görebiliriz.

Daha sonra ise ‘scholar’ın yeterince konuştuğunu söyler Derrida ve artık sözü o zamandan yükümlü olduğunu hissedenlere bırakır, yani arayacak olanlara, gelecek olanlara aktaracak olanlara. Ben de bu yazıyı burada bırakıyor ve geleceği fazla kendine bırakmamak gerektiğini söyleyerek sözlerimi noktalandırıyorum.

– Alıntılar

* Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Karl Marx, s. 12

Bu yazı ilk kez 2016 Mayıs’ında MSGSÜ Sosyoloji bölümünde sınav kâğıdı olarak sunulmuştur. Ufak değişikliklerle birlikte yayıma hazırlanmıştır.

Bir Adım Dahi Geri Atmayacağız! Dünyayı Kazanacağız! -Yeniyol’dan Kadınlar

Her günümüzün haklarımız, yaşamımız ve geleceğimiz için mücadele ederek geçtiği şu dönemde dayanışmamızı büyüterek meydanları doldurduğumuz 8 Mart’ta da taleplerimizi ve isyanımızı bir kez daha haykırıyoruz. Haykırmaktan, mücadele etmekten asla vazgeçmeyerek eşit ve özgür bir yaşamı kuracağımızı biliyoruz. 

Dünyayı saran kadın ve queer hareketinin kazanımlarıyla elde ettiğimiz hakları yok etmek isteyenlere karşı geri adım atmayacağımızı bildiriyoruz. Seçim malzeme yaptıkları İstanbul Sözleşmesi’nden de özgürce girdiğimiz üniversitelerden de vazgeçmeyeceğiz ve hayatımızı savunacağız, kadın üniversitesi gericiliğinin önünde dimdik duracağız! LGBTİ+ fobik siyasete ve söylemlere izin vermeyeceğiz. Bir kimsenin yaşamının bir diğerinden değerli atfedildiği ataerkil düzeni yıkıyoruz, tamamen yok olana kadar da savaşımızı sürdüreceğiz! Emeğimizi yok sayanlara, bizleri evlere hapsetmeye çalışanlara geçit vermeyeceğiz. Şiddetin her türlüsüyle olan mücadelemizi yükseltiyoruz, yükseltmeye de devam edeceğiz. İşyerlerinde cinsiyetimiz, yönelimimiz, yaşam biçimimiz nedeniyle uğradığımız tüm ayrımcılıkların misliyle hesabını soracağız! Pandemi sürecinde bile öncelikli olarak kadınların, LGBTİ+’ların yaşamlarını değersizleştirerek haklarını uygulamamak için elinden geleni yapan tüm devletlerle ve politik figürlerle olan mücadelemiz sürüyor ve sürecek! 6 Mart’ta gözaltına alınan translara yönelik uygulanan ayrımcı politikaları da tanıyor ve biliyoruz, bu ayrımcı politikaları tarihten sileceğiz! Alışın buradayız; yaşamımızı savunmaktan vazgeçmiyoruz!

İstanbul Sözleşmesini uygulatacağız!

Boğaziçi Üniversitesi’nde onurlu bir direniş yürüten tüm arkadaşlarımızı geri alacağız!

Kayyumlar gidecek biz kalacağız!

Mücadelemizden bir adım geri atmayacağız!

Yeniyol’dan Kadınlar