İmdat Freni

admin

Siyasal/Stratejik Meselenin Geri Dönüşü – Daniel Bensaïd

Daha önce Daniel Bensaïd’in Köstebek ve Lokomotif. Tarih, Devrim ve Strateji üzerine Denemeler (Yazın yayıncılık, 2006) derlemesine dahil edilmiş olan bu metinde yazar yirminci yüzyılın devrimci deneyimlerini hem bir strateji sınıflandırması çerçevesinde hem de o dönem yaşanan tartışmalar bağlamında ele alırken bir siyasal araç olarak “geniş parti” yaklaşımını ve 90’lardan 2000’li yılların başına uzanan örgütsel deneyimleri de eleştirel bir gözle değerlendiriyor. Türkiye’de de gündemde olan strateji, kriz ve sosyalist hareket etrafında dönen tartışmalara katkıda bulunmasını diliyoruz.

İmdat Freni

Seksenli yılların başından itibaren bir “stratejik tartışma tutulması”na uğradığımızı hepimiz fark etmişizdir. Bunu, özellikle yetmişli yıllarda Şili ve Portekiz (hatta bambaşka karakteristiklere sahip olan Nikaragua ve Latin Amerika) deneyimlerinin beslediği tartışmalarla bir karşılaştırma yaptığımızda daha da iyi görürüz. Liberal karşı-saldırı karşısında, bu seksenli yıllar (en iyi haliyle) toplumsal direnişlerin yer aldığı ve –her ne kadar bazı diktatörlükler, özellikle de Latin Amerika’da, demokratik halk hareketlerinin basıncıyla pes etmek durumunda kaldıysa da– sınıf mücadelesinin savunma konumuna geçmesiyle karakterize edilebilecek bir dönemdi. Siyasal meselenin bu geri çekilişi, basitleştirilerek “sosyal yanılsama” olarak adlandırabileceğimiz bir olguyla tercüme edilebilir. “Siyasal özgürleşimi” –yurttaşlık haklarını– “insanın özgüleşmesinin” son aşaması olarak görenleri eleştirirken genç Marx’ın kullandığı “siyasal yanılsama”yla bir simetri içindedir bu “sosyal yanılsama”. Seattle’dan (1999) ve ilk Porto Alegre’den (2001) itibaren ilk sosyal forum deneyimleri toplumsal hareketlerin özyeterliliği ve siyasal meselenin geriye atılması konularında, doksanlı yılların sonunda toplumsal mücadelelerin bir ilk yükseliş evresinin sonucu olarak bu yanılsamayı bir ölçüde yansıtır.

Bu benim, basitleştirmeye giderek, toplumsal hareketlerin “ütopik uğrağı” [moment] dediğim ve çeşitli değişkenlerce resmedilen olgudur: Liberal ütopyalar (düzgünce regüle edilen bir liberalizme dair), keynezyen ütopyalar (bir Avrupa keynesçiliğine dair), ve de özellikle iktidarı almaksızın dünyayı değiştirebilmeye yönelik veya dengeli bir karşıt-iktidarlar sistemiyle yetinen yeni-liberter ütopyadır (J. Holloway, T. Negri, R. Day). Toplumsal mücadelelerin yeniden yükselişi kendini siyasal başarılar yahut seçim zaferleri şeklinde gösterdi (Latin Amerika’da: Venezuela ve Bolivya). Avrupa’da, Fransa dışında (özellikle de İlk İş Sözleşmesi karşıtı hareket), bu mücadeleler çoğunlukla yenilgiyle sonuçlandı ve özelleştirmelerin, sosyal güvenlik reformlarının, toplumsal hakların sökülmesinin sürmesini engelleyemedi. Bu çelişki, toplumsal zaferler meydana gelmediği sürece, beklentilerin İtalyan seçimlerinin gösterdiği gibi tekrar siyasal (özellikle de seçimsel) çözümlere yönelmesine yol açıyor.(1)

“Siyasal meselenin bu geri dönüşü” stratejik tartışmaları, henüz mırıltı şeklinde de olsa, yeniden başlatmıştır: Holloway’in, Negri’nin, Michael Albert’in kitapları konusunda, Venezuela’daki süreç ile Brezilya’da Lula’nın başkanlığının karşılaştırmalı bilançosu hakkında veya Meksika’da Zapatistlerin yönelimindeki Altıncı Selva Lacandona Deklarasyonu ve “öteki kampanyanın” göstergelerini oluşturduğu değişim çerçevesinde yürütülen polemiklerden bunu anlayabiliriz. Ayrıca Fransa’da Devrimci Komünist Birlik’in (LCR) manifesto tasarısı eksenindeki tartışmalar veya Alex Callinicos’un Anti-kapitalist Manifesto (2) kitabı da yine bu bağlamda yer alır. Büyük reddiye ve Stoacı direnişler evresi –Holloway’in “çığlığı”, “dünya bir meta değildir”, “dünya satılık değildir” sloganları– tükeniyor. Mümkün olan bu dünyanın hangisi olduğunu ve özellikle de ona ulaşmak için hangi yolların araştırılması gerektiğini netleştirmek lazım.

Strateji Var, Strateji Var

Strateji ve taktik kavramları (daha sonraları da mevzi savaşı ve hareket savaşı), işçi hareketine askeri dilden, ve özellikle de Clausewitz’in veya Delbrück’ün metinlerinden ihraç edilmiştir. Oysa anlamları fazlasıyla çeşitlenmiştir. Stratejinin bir muharebeyi kazanma sanatını ifade ettiği, taktiğin ise muharebe meydanında askeri birliklerin hareketlerine indirgendiği bir dönem oldu. O zamandan bu yana, hanedanlık savaşlarından ulusal savaşlara, total savaştan (bugünkü) küresel savaşa, stratejik alan zamanda ve uzamda genişlemesini sürdürdü. Bugün artık (dünya ölçeğindeki) küresel bir stratejiyi bir “kısıtlı stratejiden” (belirli bir toprak üzerinde iktidarın fethi için mücadele) ayırmak mümkün. Bir ölçüde, sürekli devrim kuramı bir küresel strateji taslağı oluşturuyordu: Devrim ulusal arenada (bir ülkede) başlayıp kıta ve dünya ölçeğine genişleyebilir; siyasal iktidarın fethiyle belirleyici bir aşama kat eder, fakat bir “kültürel devrimle” devam edip derinleşir. Dolayısıyla eylemle süreci, hadiseyle tarihi bileştirir.

Dünya ölçeğinde ekonomik ve askeri stratejileri olan güçlü devletler karşısında, küresel stratejinin bu boyutu 20. yüzyılın ilk yarısında olduğundan daha da fazla önem kazanıyor. Kıta veya dünya ölçeğinde yeni stratejik uzamların ortaya çıkması bunu gösterir. Tek ülkede sosyalizm teorisine karşı sürekli devrim diyalektiği, bir başka değişle ulusal, kıtasal ve dünyasal ölçeklerin iç içe geçişi, her zamankinden yoğun durumda. Bir ülkede siyasal iktidar kaldıracını ele geçirebilirsiniz (Venezuela veya Bolivya’da olduğu gibi), fakat kıtasal strateji meselesi doğrudan bir iç siyaset meselesi olarak gündeme gelir (Alca’ya karşı Alba, Mercosur’la ve And anlaşmasıyla ilişki). Daha basit biçimde, Avrupa’da liberal karşı-reformlara karşı direnişler ulusal düzeyde, yasama noktasındaki güç dengelerinden, kazanımlardan ve dayanaklardan destek alabilirler. Fakat kamu hizmetleri, vergilendirme, sosyal güvenlik, ekoloji konularında (“Avrupa’nın sosyal ve demokratik yeniden kuruluşu” için) geçişsel bir yanıt baştan itibaren Avrupa çapında bir projeksiyon gerektiriyor.(3)

Stratejik Varsayımlar

Dolayısıyla burada ele alacağım konu, yukarıda “kısıtlı strateji” şeklinde adlandırdığım alanla, bir başka deyişle ulusal ölçekte siyasal iktidarın fethi için mücadeleyle sınırlı kalacaktır. Burada hepimiz ulus-devletlerin küreselleşme çerçevesinde zayıflamış olabileceğini ve belirli düzeyde egemenlik transferlerinin yaşandığı konusunda hemfikiriz (4). Fakat ulusal ölçek (ki sınıflar arası ilişkileri yapılandıran ve bir toprağı bir devlete eklemleyen budur) stratejik uzamların değişken ölçeklerinde belirleyici olmaya devam ediyor. Zaten Critique Communiste dergisinin 179 sayısındaki (Mart 2006) dosya da esasen bu meseleye eğiliyor.

Her şeyden önce bize “aşamalı” bir devrimci süreç kavrayışı atfeden eleştirileri bir kenara bırakalım. John Holloway’den Cedric Durand’a uzanan bu eleştirilerde bizim için iktidarın fethinin her türden toplumsal dönüşüm için bir “mutlak önkoşul” olduğu ileri sürülüyor (5). Bu argüman daha çok bir karikatürü andırıyor yahut basitçe cehaletten kaynaklanıyor. Biz hiçbir zaman, öncesinde koşup hızlanmadan yapılacak bir uzun atlama taraftarı olmadık. Devrimci kopuşun, bürokrasinin faydalanabileceği tehlikeli bir atlama olduğunu vurgulamak için sık sık “hiçbir şeyken nasıl her şey haline gelinir?” sorusunu sorduğum doğrudur, ve Guillaume Liégeard da proletaryanın iktidarı ele geçirmeden önce hiçbir şey olmadığı önermesinin yanlışlığı ve her şey olma isteğine de biraz şüpheyle yaklaşma gerekliliği üzerinde durmakta haklı. Enternasyonal’den ödünç aldığım bu “her şey ve hiç”e dayalı formül yalnızca burjuva (siyasal) devrimi ile toplumsal devrim arasındaki yapısal asimetriyi vurgulamayı hedefliyor.

Komünist Enternasyonal’in 6. kongresine kadar sürdürülen programatik tartışmada Troçki’nin yanı sıra Thalheimer, Radek, Clara Zetkin tarafından savunulan kategoriler –birleşik cephe, geçiş talepleri, işçi hükümeti– tam da hadiseyi hazırlanma koşullarıyla, reformları devrimle, hareketi amaçla eklemlemeyi hedefliyordu. Paralel biçimde Gramsci’nin hegemonya ve “mevzi savaşı” kavramları da bu doğrultudadır (6). İktidarı ele geçirmenin daha kolay fakat elinde tutmanın daha zor olduğu Doğu ve Batı arasındaki karşıtlık da aynı tasadan kaynaklanır (bu konuda Komünist Enternasyonal’in 5. kongresindeki Alman devriminin bilançosu hakkındaki tartışmalara bakılabilir). Son kez söyleyelim, hiçbir zaman çöküş kuramının (Zusammenbruch Theorie) savunucuları olmadık (7).

Devrimci sürece dair kendiliğindenci yaklaşımlara ve 60’lı yılların yapısalcı durağancılığına karşı “öznel etkenin” rolüne ve “model”den ziyade “stratejik varsayım” şeklinde adlandırdığımız olguya vurgu yaptık. Burada söz konusu olan basit bir dil şıklığı değil elbette. Bir model, taklit edilmesi gereken bir şey, bir kullanım kılavuzudur. Varsayımsa geçmişin deneyimlerinden yola çıkan fakat yeni deneyimler veya koşullar oranında açık ve değiştirilebilir olan bir eylem kılavuzudur. Böylece söz konusu olan spekülasyon değil fakat geçmişin deneyimlerinden geriye kalandır (ki elimizdeki tek malzeme budur), fakat bugünün ve geleceğin çok daha zengin olacağını da akıldan çıkarmadan. Dolayısıyla devrimciler de her daim bir savaş geride olduğu söylenen askerlerle aynı tehlikeyle karşı karşıyadırlar.

20. yüzyılın büyük devrimci deneyimlerinden (Rus devrimi ve Çin devriminin yanı sıra Alman devrimi, halk cepheleri, İspanya iç savaşı, Vietnam kurtuluş savaşı, Mayıs 68, Portekiz, Şili…) yola çıkarak iki büyük varsayımı birbirinden ayırdık: Ayaklanmacı Genel Grev (AGG) ve Uzatmalı Halk Savaşı (UHS). Bunlar, iki kriz tipini, iki ikili iktidar şeklini, krizin iki çözülme biçimini özetler.

AAG durumunda ikili iktidar esasen Komün tarzı bir kentsel biçime bürünür (yalnızca Paris Komünü değil, aynı zamanda Petrograd Sovyeti, Hambourg, Kanton, Barselona ayaklanmaları…). İki iktidar yoğunlaşmış bir alanda uzun süre bir arada var olamaz. Dolayısıyla meseleyi hızla çözmeye yönelik bir çatışmadır söz konusu olan (ki bir uzatmalı bir çatışmaya da dönüşebilir: Rusya’da iç savaş, Vietnam’da 1945 ayaklanmasının ardından kurtuluş savaşı…). Bu varsayımda, ordunun demoralize edilmesi ve askerlerin örgütlenmesi faaliyeti önemli bir rol oynar (Fransa’da asker komiteleri, Portekiz’de troçkist Enternasyonalist Komünist Liga’nın düzenlediği asker komiteleri –SUV– ve daha komplocu bir perspektifte Mir’in Şili ordusu içindeki faaliyeti bu konudaki son anlamlı deneyimleri teşkil eder).

UHS durumunda, daha uzun süre birlikte var olabilecek bir bölgesel ikili iktidar söz konusudur (kurtarılmış ve özyönetim halindeki bölgeler). Bu koşullar Mao tarafından daha 1927’deki “Kızıl iktidar neden Çin’de var olabilir” broşüründe kavranmış Yenan Cumhuriyeti deneyimiyle ortaya konmuştur. İlk varsayımda alternatif iktidarın organları kent koşulları tarafından toplumsal açıdan belirlenir (Paris Komünü, Petrograd Soyveti, işçi konseyleri, Katalonya milis komitesi, Sanayi Kordonları, komün komandoları…), ikincisindeyse (köylülerin hakim olduğu) “halk ordusu”nda merkezileşirler.

Saflaştırılmış bu iki büyük varsayım arasında, bunların farklı ölçülerdeki bileşimleri bulunabilir. Böylece, basitleştirilmiş fokocu efsaneye (Regis Debray’in Devrim İçinde Devrim kitabında olduğu gibi) karşın Küba devrimi isyancı ordunun çekirdeği olan gerilla fokosuyla Havana ve Santiago’daki kentsel genel grev ve örgütlenme girişimlerini birbirine eklemlemiştir. Frank Païs’in, Daniel Ramos Latour’un, hatta bizzat Che’nin “la selva” [orman] ve “el llano” [düzlük] arasındaki gerilimler konusundaki mektuplaşmalarından da görebileceğimiz gibi bu ikisi arasındaki ilişkiler problematik olmuştur (8). Geriye dönüp baktığımızda, Granma’nın ve oradan canlı çıkanların kahramansı destanını ön plana çıkaran resmi anlatı, bu sürecin tüm karmaşıklığıyla birlikte anlaşılmasını zorlaştıracak biçimde 26 Temmuz oluşumunun ve yönetici Kastrist grubun meşruiyetini güçlendirmeye katkıda bulunmuştur. Tarihin bu basitleştirilmiş versiyonu, kır gerillasını bir model haline getirerek altmışlı yılların deneyimlerini esinlemiştir (Peru, Venezuela, Nikaragua, Kolombiya, Bolivya). De la Puente ve Lobaton muharebesindeki ölümler, Meksika’da Camillo Torres, Yon Sosa, Lucion Cabanas’ın, Brezilya’da Carlos Marighella ve Lamarca’nın ölümleri, Che’nin trajik Bolivya seferi, 1963 ve 1967’de Pancasan’da Sandinistlerin neredeyse tümüyle ortadan kaldırılışı, Bolivya’da Teoponte felaketi, bu devrin sonuna damgasını vurur.

Arjantin PRT’sinin ve Şili’deki Mir’in stratejik varsayımı, 70’li yılların başında daha çok uzatmalı halk savaşının Vietnam örneğine gönderme yapar (ve PRT aynı zamanda Cezayir kurtuluş savaşının mitsel bir versiyonuna referansta bulunur). Sandinist Cephe’nin 1979’daki Somoza diktatörlüğü karşısında elde ettiği zafere kadarki tarihi çeşitli yönelimlerin bir bileşimini sergiler. Tomas Borge’nin ve UHS eğiliminin yönelimi dağ gerillasının gelişimine ve uzun bir tedrici güç birikimi ihtiyacına vurgu yapar. Proletaryen eğiliminki ise (Jaime Wheelock) Nikaragua’da kapitalist gelişmenin toplumsal etkileri ve işçi sınıfının güç kazanması üzerinde durur, ama bu arada bir “ayaklanma anı” perspektifiyle bir uzatmalı güç birikimi yönelimini de muhafaza eder.

“Üçüncü” Eğilim (Ortega kardeşler) de diğer ikisinin sentezini yapar ve güney cephesiyle Managua ayaklanmasını eklemlemeyi sağlar. Daha sonraları Humberto Ortega bu ayrımları şöyle özetler: “Pasif güç birikimi siyaseti dediğim konjonktürlere müdahale etmemeye, soğukkanlılıkla güç biriktirmeye dayanan siyasettir. Bu pasiflik kendini ittifaklar düzeyinde gösteriyordu. Aynı zamanda düşmanla çatışmaksızın ve kitlelerin katılmasını sağlamadan silah biriktirebileceğimizi, örgütlenebileceğimizi, insan kaynaklarını bir araya getirebileceğimizi düşünmemizde de pasiflik mevcuttu” (9). Fakat Ortega koşulların çeşitli planları sarstığını da kabul eder: “Ayaklanma çağrısında bulunduk. Olaylar hızla gelişti, nesnel koşullar daha fazla hazırlık yapmamıza izin vermiyordu. Esasında ayaklanmaya hayır diyecek durumda değildik. Kitle hareketi öyle bir boyut kazandı ki öncünün onu yönetmesi mümkün değildi. Bu akıntıya karşı çıkamazdık; tüm yapabildiğimiz, ona az ya da çok yön verebilmek için başına geçmekti”. Ve şöyle bitirir: “Ayaklanma stratejimiz her daim kitlelerin etrafında döndü, bir askeri plan çerçevesinde değil. Bu açık olmalıdır.” Gerçekten de stratejik seçenek, siyasal önceliklerin, müdahale alanlarının, sloganların düzene sokulmasını gerektirir ve ittifak politikasını belirler.

Los dias de la selva’dan El trueno en la ciudad’a, Mario Payeras’ın Guatemala sürecine dair anlatısı ormandan şehre dönüşü ve askeri-olan ile siyasal-olan, şehir ile kır arasındaki ilişkilerin değişimini gösterir. Régis Debray’in 1974 tarihli Silahların Eleştirisi kitabı da altmışlı yılların ve söz konusu evrimin bir bilançosunu kaydeder. Avrupa’da ve ABD’de, RAF’ın Almanya’da, Weathermen’lerin ABD’de felaketle sonuçlanan serüvenleri (Fransa’daki Proleter Sol’un kısa süreli traji-komedisinden ve July/Geismar’ın unutulmaz İç Savaşa Doğru kitabındaki tezlerinden söz etmiyoruz bile) ve kır gerillası deneyimini “kent gerillasına” tercüme etmeye yönelik diğer girişimler yetmişlerle birlikte sona erer. Ayakta kalmayı başaran tek silahlı hareket örnekleri, toplumsal tabanlarını ulusal baskıya karşı mücadelelerde bulan örgütlerdir (İrlanda, Özkadi). (10)

Dolayısıyla bu stratejik varsayımlar ve deneyimler militarist bir yönelime indirgenemez. Bir siyasal görevler bütünü tarif eder. Böylece PRT’nin Arjantin devrimini bir ulusal kurtuluş savaşı olarak kavrayışı, bu örgütü işyerlerinde ve mahallelerdeki özörgütlenme yerine ordunun (ERP) inşasına öncelik vermeye itiyordu. Aynı şekilde, Mir’in yöneliminin, uzatmalı silahlı mücadele perspektifiyle Unitad Popular altında güç (kırsal taban) birikimine vurgu yapması darbeyle hesaplaşmayı görelileştirmeye ve özellikle de kalıcı sonuçlarını azımsamaya itiyordu. Oysa Miguel Enriquez “tankazo” mağlubiyetinin ardından bu hesaplaşmayı hazırlayacak bir mücadele hükümeti kurmaya elverişli kısa anı görebilmişti.

Sandinistlerin 1979’deki zaferi yeni bir dönemece imza atar. Bu en azından, Guatemala’da (ve El Salvador’da) devrimci hareketlerin artık çürümüş kukla diktatörlüklerle değil İsrailli, Tayvanlı, ABD’li “düşük yoğunluklu savaş” ve “karşı-ayaklanma” danışmanlarıyla karşı karşıya olduğunun altını çizen Mario Payeras’ın görüşü. Bu artan asimetri o günden bu yana, Pentagon’un yeni strateji doktrinleriyle ve terörizme karşı açılan “sınır-ötesi” savaşla dünya ölçeğine yayılmıştır. Bu, henüz dün Granma ve Che’nin destanları yahut Fanon’un, Giap’ın, Cabral’ın metinleri aracılığıyla masum ve özgürleştirici olarak görülen devrimci şiddet meselesinin dikenli hatta tabu bir konu haline gelmesinin nedenlerinden biridir (bunun yanı sıra Kamboçya deneyiminin, SSCB’deki bürokratik karşı-devrimin, Çin’de kültür devriminin trajik aşırı-şiddetini de saymak gerekir elbette).

Böylece Lenin’le Gandhi’nin sentezini yaparak (11) yahut şiddet karşıtlığına yönelerek (12) güçsüzün güçlüye karşı bir asimetrik stratejisinin el yordamıyla aranışına tanık oluyoruz. Oysa dünya, Berlin Duvarı’nın yıkılışından beri, daha az şiddetli hale gelmemiştir. Bugün de, aşırılıklar çağında hiçbir şeyin doğrulamadığı varsayımsal bir “pasifist yolun” mümkünatı üzerine bahse girmek iyimser bir ihtiyatsızlık olur. Fakat bu, söylemimizin sınırlarını aşan bir mesele.

Ayaklanmacı Genel Grev Varsayımı

Dolaysıyla yetmişli yıllar boyunca bize yol gösteren stratejik varsayım, Batı iklimine uyarlanmış maoculuk çeşitleri ve Kültür Devrimi’nin hayali yorumları karşısına koyduğumuz AGG’ydi. Antoine Artous’a göre, bundan böyle “yetimi” olduğumuz stratejik varsayım budur. Dün belirli bir “işlevselliğe” sahipken, bugün bu özelliğini yitirmiştir. Fakat Artous “kopuş” kelimesi ve sözel vaat yarışlarıyla tatmin olmak yerine ciddi bir varsayımın inşasının gerekliliğini vurgulayarak devrimci kriz ve ikili iktidar kavramlarının hâlâ güncel ve geçerli olduğunu savunuyor. Artous’un kaygıları iki noktada billurlaşıyor.

Bir yandan, ikili iktidarın mevcut kurumların tümüyle dışında olamayacağı ve bir sovyet yahut konsey piramidi şeklinde boşluktan doğamayacağı konusu üzerinde duruyor. Zamanında eğitim seminerlerimizde de ayrıntıyla incelediğimiz devrimci süreçlere dair böylesi bir aşırı basitleştirilmiş bakışa teslim olmuş olabiliriz (Almanya, İspanya, Portekiz, Şili ve bizzat Rus Devrimi). Fakat bundan pek emin değilim, bu deneyimlerin her biri bizleri çeşitli özörgütlenme biçimleriyle mevcut parlamenter veya belediye kurumları arasındaki diyalektikle karşı karşıya bırakıyordu. Her ne olursa olsun, böyle bir bakışa sahip olmuşsak da, bu belirli metinlerle hızla düzeltilmiştir (13).

Hatta öyle bir düzeyde ki, vaktiyle Ernest Mandel’in Rusya’da sovyetlerle kurucu meclis arasındaki ilişkileri yeniden incelemesi üzerine “karma demokrasi”ye yanaşması karşısında sarsılabildik hatta şoke olabildik. Ne var ki, özellikle genel oy ilkesinin sağlam biçimde yerleştiği, yüzyıldan fazla süredir parlamenter bir geleneğe sahip olan ülkelerde, devrimci bir sürecin ancak önceliği “aşağıdan sosyalizme” veren fakat temsil biçimleriyle de kesişen bir meşruiyet aktarımı olarak tahayyül edilebileceği açıkça ortadadır. Pratik düzeyde, örneğin Nikaragua devrimi vesilesiyle bu noktada ilerleme kaydettik. Bir iç savaş ve kuşatma durumu bağlamında 1989’da “serbest” seçimler düzenleme meselesini sorgulayabiliyorduk, fakat bir ilke olarak buna karşı çıkmıyorduk. Biz daha çok Sandinistlerin seçilmiş parlamento karşısında alternatif bir meşruiyet odağı ve bir çeşit ikinci “toplumsal meclis” oluşturabilecek “Devlet Konseyi”ni feshetmelerini eleştiriyorduk. Benzer biçimde, daha mütevazı bir ölçekte, Porto Alegre’de genel oyla seçilmiş olan belediye kurumuyla katılımcı bütçe komiteleri arasındaki diyalektik üzerine tekrar düşünmek faydalı olabilir.

Esasında, ortaya çıkan sorun bölgesel demokrasiyle işyeri demokrasisi arasındaki ilişkiler (Komün, Sovyetler, Setubal halk meclisi bölgesel yapılardı), hatta doğrudan demokrasi ile temsili demokrasi arasındaki ilişkiler de değildir (her demokrasi kısmen temsilidir ve Lenin bir emredici vekaletten yana değildir). Sorun genel bir iradenin şekillenişi meselesidir. Sovyet tipi demokrasiye genelde (Avrokomünistler veya Norberto Bobbio tarafından) yapılan itiraz onun korporatif eğilimini hedef alır: Zorunlu vekaletle birbirine bağlı özel (bir bölgeye, işyerine veya büroya dayalı) çıkarlar toplamı (veya piramidi) bir genel iradeyi açığa çıkarmayı sağlamaz.

Demokratik karar mekanizmalarını daha alt/yerel organlara devretmenin de sınırları vardır: Eğer bir vadinin sakinleri bir yolun inşasına, yahut bir şehrinkiler bir çöplüğün yapılmasına karşı çıkıp da bunun bir diğer vadide ya da şehirde yer almasını istiyorsa, hakem görevi görecek bir çeşit merkezileşmeye ihtiyaç vardır (14). Avrokomünistlerle yaptığımız tartışmalarda, sentezleştirilmiş öneriler ortaya çıkarmak ve özel bakış açılarından yola çıkarak bir genel iradenin şekillenmesine katkıda bulunabilmek için partilerin (ve çoğulculuklarının) aracılığının gerekliliği üzerinde duruyorduk. Spekülatif kurumsal mekanisyenliğe soyunmadan, giderek daha da sık biçimde programatik metinlerimize, işleyiş özelliklerinin deneyimlerle belirleneceği bir çift meclise dair genel bir varsayımı da dahil ettik.

Artous’un ikinci kaygısı, özellikle de Alex Callinicos’un metninin eleştirisinde, bu sonuncusunun geçiş sürecine dair düşüncesinin iktidar meselesinin eşiğinde durmasına ve bu sorunun belirsiz bir deus ex machina’ya terk edilmesine yahut kitlelerin kendiliğinden kalkışmasıyla ve genelleşmiş bir sovyet demokrasisinin ortaya çıkışıyla çözüleceği varsayımına odaklanıyor. Kamusal özgürlüklerin savunusu Callinicos’un programında mevcutsa da, Artous bu programda kurumsal tipte hiçbir talebin (nispi oy, tek ya da kurucu meclis, radikal demokratikleşme) yer almadığını ileri sürüyor. Cedric Durand’ın ise kurumları özerklik ve protesto stratejileri için basit araçlar olarak gördüğünü, bunun da pratikte “aşağısıyla” “yukarısı” arasındaki bir uzlaşmaya, bir diğer ifadeyle birincisinin, dokunulmadan bırakılan ikincisine yönelik kaba bir lobicilik faaliyetine tercüme edilebileceğini düşünüyor.

Esasında Critique Communiste’deki tartışmanın tarafları arasında Yaklaşan Felaket veya Geçiş Programı’ndan esinlenen programatik corpus konusunda bir fikir birliği sözkonusu: Geçiş talepleri, ittifak politikaları (birleşik cephe) (15), hegemonya mantığı, ve reform ve devrim arasındaki diyalektik (karşıtlık değil). Böylece, (“anti-liberal”) bir asgari program ile (anti-kapitalist) bir azami programı birbirinden ayırma ve bunları değişmeyecek şekilde tasarlama fikrine karşı çıkıyor, tutarlı bir anti-liberalizmin anti-kapitalizme vardığı ve bu ikisinin mücadelelerin dinamiğiyle iç içe geçtiğine inanıyoruz.

Mevcut güç ilişkileri ve bilinç düzeylerine bakarak geçiş taleplerinin kesin formülasyonu üzerine tartışabiliriz. Fakat üretim, iletişim ve mübadele araçlarının özel mülkiyetine ilişkin meselelerde –ki bu kamu hizmeti pedagojisi, insanlığın ortak malları (müşterekleri) konusu, yahut giderek önem kazanan (ve fikrî özel mülkiyetin karşısına koyduğumuz) bilginin toplumsallaşması mevzuu olsun–, çabucak hemfikir oluruz. Aynı şekilde, ücretliliğin ortadan kalkması yönünde ilerlemek için ücretlerin sosyal koruma sistemleri aracılığıyla toplumsallaşma biçimlerinin keşfine çıkma konusunda da rahatça fikir birliğine varırız. Nihayet, genelleşmiş metalaşmanın karşısına ücretsizlik (yani “metalaşmadan arındırma”) alanlarının hizmetlerin yanı sıra kimi zorunlu tüketim maddelerine de yayılmasının açtığı imkanları koyarız.

Geçiş düşüncesinin tartışmalı konusu “işçi hükümeti” yahut “emekçi hükümeti”dir. Bu zorluk yeni değil. Komünist Enternasyonal’in 5. kongresi sırasında Alman devriminin bilançosu ve Saksonya hükümeti konusundaki tartışma Enternasyonal’in ilk kongrelerinden çıkan formüllerin çözülmemiş belirsizliğini ve bunların yol açabildiği pratik uygulamalar yelpazesini gösterir. Treint, raporunda “proletarya diktatörlüğünün gökten zembille inmediğini; bir başlangıcının olması gerektiğini ve işçi hükümetinin proletarya diktatörlüğünün başlangıcıyla eşanlamlı olduğu” vurgular. Buna karşın birleşik cephenin “saksonlaşmasını” teşhir eder: “Komünistlerin devrime karşı bir müdahaleyi önlemek için pasifist burjuvalarla bir koalisyon hükümetine girmeleri teoride yanlış değildi, fakat İşçi Partisi’nin yahut Sol Kartel’inki gibi hükümetler, burjuva demokrasisinin kendi partilerimizde yankı bulması sonucunu doğruyor”.

Enternasyonal’in faaliyeti konusundaki tartışmada Smeral şu beyanda bulunur: “1923 Şubat kongremizin [Çek komünistlerinin kongresi] işçi hükümeti üzerine tezlerini kaleme alırken hepimiz bunların dördüncü kongre kararlarına uygun olduğundan emindik. Oybirliğiyle kabul edildiler”. Fakat “kitleler işçi hükümetinden bahsederken akıllarına ne geliyor?”: “İngiltere’de İşçi Partisi geliyor akıllarına, Almanya’da ve kapitalizmin çözülmekte olduğu ülkelerde birleşik cephe, grev patladığında komünistlerin ve sosyal-demokratların birbiriyle çatışacağına kol kola yürümesi anlamına gelir. İşçi hükümeti de kitleler nezdinde aynı anlama sahiptir, ve biz bu formülü kullandığımızda tüm işçi partilerinin birleşik hükümetini düşünüyorlar”. Ve Smeral şöyle devam ediyor: “Saksonya deneyiminden çıkartacağımız derin ders nedir? Her şeyden önce şu: Öncesinde hızımızı almadan ayaklarımız bitişik biçimde atlayamayız.”

Ruth Fisher ise bir işçi partileri koalisyonu olarak işçi hükümetinin “kendi partimizin tasfiyesi” anlamına geleceği yanıtı verir. Clara Zetkin ise Alman Ekim’inin yenilgisi üzerine raporunda şu görüşü savunur: “İşçi ve köylü hükümeti konusunda, Zinoviev’in bunun proletarya diktatörlüğünün basit bir takma adı, bir eşanlamlısı veya adaşı olduğuna dair açıklamasını kabul edemem. Bu belki Rusya için doğru olabilir fakat kapitalizmin oldukça gelişmiş olduğu ülkeler için durum başkadır. Orada işçi ve köylü hükümeti burjuvazinin artık iktidarda kalamadığı fakat proletaryanın da kendi diktatörlüğünü dayatacak koşullara sahip olmadığı bir durumun siyasal ifadesidir”. Gerçekten de Zinoviev “işçi hükümetinin temel hedefi” olarak proletaryanın silahlanmasını, üretim üzerinde işçi denetimini, vergi devrimini önerir.

Çeşitli konuşmaları alıntılamaya devam edebiliriz. Bundan, mesele her ne kadar devrimci yahut devrim-öncesi bir durumla ilişkili olsa da, reel bir çelişkinin ve çözülmemiş bir sorunun ifadesi olan büyük bir karışıklık intibası edinirdik. Bu sorunu tüm durumlar için geçerli bir kullanım kılavuzuyla çözmek istemek sorumsuzluk olurdu; ama en azından bir geçiş perspektifi içinde koalisyon hükümetlerine katılma konusunda farklı biçimlerde bileşmiş üç kriter öne sürmek mümkün: a) Böylesi bir katılım meselesinin durup dururken değil, bir kriz ya da en azından anlamlı bir toplumsal seferberlik durumunda gündeme gelmesi; b) söz konusu hükümetin mevcut düzenden kopuş dinamiğini başlatmaya angaje olması (örneğin –Zinoviev’in talep ettiği silahlanmadan daha mütevazı biçimde– radikal bir toprak reformu, özel mülkiyet alanına “zorbaca istilalar”, vergi ayrıcalıklarının ortadan kaldırılışı, kurumlardan kopuş –Fransa’da Beşinci Cumhuriyet’ten, Avrupa anlaşmalarından, askeri anlaşmalardan…vs); c) son olarak, güç ilişkilerinin, verilen sözlerin uygulanmasını güvence altına almak olmasa bile, en azından bu uygulamalardaki muhtemel aksamaların bedelinin sertçe ödetilmesini devrimcilere sağlayacak durumda olması.

Böylesi bir yaklaşımın ışığında Lula hükümetine katılım yanlış görünüyor: a) On yıldan beri, topraksız köylüler hareketi dışında kitle hareketi gerileme içindeydi; b) Lula’nın seçim kampanyası ve Brezilyalılara Mektup’u açıkça sosyal-liberal bir politikanın izleneceğini göstermiş ve toprak reformuyla “sıfır açlık” programının finansmanını daha baştan hipotek altına almıştı; c) son olarak da, parti ve hükümet bünyesindeki toplumsal güç ilişkileri öyle bir durumdaydı ki bir yarı-tarım bakanlığıyla “ipin asılmışı tuttuğu gibi” hükümeti tutmak söz konusu değildi. Bununla birlikte, ülkenin tarihini, toplumsal yapısını ve PT’nin oluşumunu göz önünde bulundurarak, bu katılıma dair çekincelerimizi sözlü olarak ifade ederek ve taşıdığı tehlikeler konusunda yoldaşlarımızı uyararak bunu bir ilke sorunu haline getirmedik ve “uzaktan” ders vermekten ziyade, yoldaşlarımızla birlikte bir bilanço çıkarabilmek için bu deneyime eşlik etmeyi tercih ettik (16).

Proletarya Diktatörlüğü Hakkında

İşçi hükümeti meselesi bizi kaçınılmaz olarak proletarya diktatörlüğü sorununa getirir. LCR’in (Ligue Communiste Révolutionnaire-Devrimci Komünist Birlik) son kongrelerinden birinde, üçte ikilik bir çoğunluk proletarya diktatörlüğüne yapılan referansları tüzükten kaldırma kararı aldı. Bu mantıklı bir karardı. Bugün diktatörlük kavramı, Roma’da sınırlı bir zaman için ve istisnai durumlarda Senato tarafından usulüne uygun biçimde görevlendirilen saygın iktidar kurumundan ziyade 20. yüzyılın askeri veya bürokratik diktatörlüklerini hatırlatıyor. Marx Paris Komünü’nde bu proletarya diktatörlüğünün “niyahet bulunmuş olan şeklini” gördüğüne göre, anlaşılabilmek için tarih tarafından bir karışıklık kaynağı haline getirilen fetiş bir sözcüğe bağlanmaktansa komünden, sovyetlerden, konseylerden veya özyönetimden söz etmek daha doğru olur.

Bununla birlikte Marx’ın formülünün ve buna Kugelmann’a ünlü mektubunda verdiği önemin ortaya koyduğu sorunla hesaplaşmış da değiliz. Genelde “proletarya diktatörlüğüne” otoriter bir rejim imgesi yüklemeye ve bunu bürokratik diktatörlüklerin bir eşanlamlısı olarak görme eğilimindeyiz. Aksine, Marx için bu eski bir sorunun demokratik çözümüydü. Bu sorun ise, bugüne dek erdemli bir elit zümreye (Kamu Selameti Komitesi –ki esasında bu komite Konvansiyon’un, kendisi tarafından geri çağırılabilir bir uzantısı olarak kalmıştır) yahut bir örnek insanlar “triumvira”sına ayrılmış olan istisnai durum iktidarının ilk kez çoğunluk tarafından kullanılmasıydı. (17)

Şunu da ekleyelim, o dönemde diktatörlük terimi bir keyfilik ifadesi olan zorbalığın zıddı olarak kullanılıyordu. Fakat proletarya diktatörlüğü kavramının aynı zamanda, yetmişli yıllarda çoğu (Avro-) komünist partinin ondan vazgeçmesiyle doğan tartışmalarda sıkça hatırlatıldığı gibi stratejik bir anlamı da vardı. Hakikaten de, Marx’a göre yeni bir toplumsal ilişkiyi ifade eden yeni hukukun eski hukukun devamlılığı içinde doğamayacağı açıktı: İki toplumsal meşruiyet arasında, “birbirine eşit iki hukuk arasında belirleyici olan güçtür”. Dolayısıyla devrim zorunlu bir olağanüstü halden geçişi gerektirir. Lenin ile Kautsky arasındaki tartışmanın dikkatli bir okuru olan Carl Schmitt, bunu çok iyi kavrayarak kriz durumundaki işlevi mevcut düzeni korumak olan “yetki verilmiş diktatörlüğünü”, bir kurucu iktidarın uygulanmasıyla yeni bir düzen inşa eden “egemen diktatörlük”ten ayırıyordu (18). Ona hangi ismi verirsek verelim, bu stratejiyi muhafaza ediyorsak, buradan zorunlu olarak iktidarın örgütlenmesi, hukuk, partilerin işlevi…vs konusunda bir dizi sonuç çıkar.

Bir Stratejik Yönelimin Güncelliği ve Güncellikten Uzaklığı

Güncellik kavramının iki anlamı vardır: Biri geniş (“savaşlar ve devrimler çağı”), diğeri anlık veya konjonktürel. Avrupa’da toplumsal hareketin yirmi yılı aşkın süredir gözden kaybolduğu, savunmaya geçildiği bir durumda, kimse devrimin, bu anlık anlamda güncel olduğunu iddia etmeyecektir. Buna karşın, devrimi dönemin ufkundan silmek tehlikeli olur, ve kötü sonuçlar doğurabilir. Francis Sitel’in söz konusu dosyaya yazdığı yazıda “güncel bir perspektife sahip”, “günümüz güç ilişkilerine dair ham hayallerden” kaçınmak için “bugünkü mücadeleleri bunların gerekli sonuçlarına bağlayan, eylem halinde bir perspektifi” tercih ederken göstermeye çalıştığı eğer bu ayrımsa, burada herhangi bir anlaşmazlık yok.

Fakat iktidarın fethi hedefini “bunun güncelleşmesinin ufuk çizgimizin ötesinde olduğunu kabul etmek kaydıyla bir radikallik koşulu” olarak muhafaza etme fikri daha tartışmalı bana göre. Sitel, hükümete katılım meselesinin –ufuk çizgimizin altından mı bakıcaz buna?– iktidar meselesine değil, liberal saldırıdan “korunmaya” dayalı “daha mütevazı bir ihtiyaca” bağlı olduğunu vurguluyor. Böylece hükümete katılım koşulları üzerindeki akıl yürütmelerimiz, “stratejik düşüncenin görkemli kapısından” değil, “geniş partilerin dar kapısından” yapılacaktır. Bu durumda, partinin inşasını yönlendirenin program (veya strateji) değil de, mümkün dünyaların ve programların en iyisini belirleyenin ve sınırlayanın cebirsel olarak geniş bir partinin büyüklüğü haline gelmesinden kaygılanabiliriz. O halde hükümet meselesini stratejik bir konu olmaktan çıkarıp basit bir “yönelim sorunu” şeklinde tasavvur etmek söz konusu olur (bu, bir ölçüde Brezilya konusunda yaptığımızdır). Fakat asgari programla azami program arasındaki klasik ayrıma düşmediğimiz taktirde, “yönelim sorunu” da stratejik perspektiften kopuk değildir. Ve eğer “geniş”, dar ve kapalıdan daha açık ve verimliyse de, partiler açısından geniş vardır, bir de geniş vardır: Brezilya PT’sinin, Linkspartei’nin, ÖDP’nin, Portekiz Sol Blok’unun, İtalya’daki Rifondazione Comunista’nın genişlikleri bir değildir.

 “Devrimci strateji bakımından en bilgince gelişmeler bile, şu anda ve burada nasıl hareket etmeliyiz sorusu karşısında fazlasıyla zayıf görünüyor” diye bitiriyor metnini Sitel. Şüphesiz haklı, fakat bu makbul pragmatik özdeyiş 1905’te, Şubat 1917’de, Mayıs 1936’da, Şubat 1968’de de söylenebilirdi ve böylece mümkünün doğrultusu reel-olanın bayağı doğrultusuna indirgenirdi.

Perspektifimiz iktidarın ele geçirilmesiyle sınırlanmayıp da daha uzun bir “iktidarların yıkımı” süreci içinde yer aldığı taktirde, “iktidarın fethine yoğunlaşan geleneksel partinin bizzat bu devlete uyum göstermeye ve dolayısıyla özgürleşme dinamiğini yıpratacak egemenlik mekanizmalarını kendi bünyesine taşımaya yöneleceğini” kabul etmek gerekir. O halde siyasal ile toplumsal arasında yeni bir diyalektiğin yaratılması gerekir. Bu elbette doğrudur, ve zaten “siyasal yanılsama” kadar “toplumsal yanılsamayı” da reddederek veya geçmiş olumsuz deneyimlerden (toplumsal örgütlenmelerin devlet ve partiler karşısındaki bağımsızlığı, siyasal çoğulculuk, parti içi demokrasi gibi konularda) ilkesel sonuçlar çıkararak pratikte ve teoride yapmaya çalıştığımız budur.

Fakat sorun “devlete uyum göstermiş” bir partinin egemenlik mekanizmalarını bünyesine taşımasından çok, modern toplumlara içkin (ve iş bölümüne kökünden bağlı) çok daha derin ve yaygın bürokratikleşme olgusunda yatar: Bu sendikal veya dernek tipindeki örgütlenmelerin tümüne sirayet eder. Aslında parti demokrasisi (bunu medyatik ve kamuoyu yoklamasına dayalı “görüş” demokrasisinin zıddı olarak kullanıyoruz) iktidarın profesyonelleşmesine ve “piyasa demokrasisine” karşı mutlak bir ilaç olmasa bile, en azından panzehirlerden biri olabilir. Demokratik merkeziyetçiliği bürokratik merkeziyetçiliğin takma burnu olarak görerek bunu çok sık unutuyoruz, halbuki belirli bir merkezileşme demokrasinin inkârı değil, tam tersine koşuludur.

Sitel tarafından altı çizilen partinin devlete uyumu meselesi, Boltansky ve Chiapello tarafından Kapitalizmin Yeni Ruhu’nda vurgulanan Sermaye’nin yapısıyla işçi hareketinin madun yapıları arasındaki eşbiçimliliği hatırlatıyor. Bu eşbiçimlilik meselesi son derece önemlidir ve bundan ne kolayca kaçınılabilir ne de bu sorun basitçe çözülebilir: Ücret ve çalışma hakkı (buna kimi zaman “iş hakkı” da deniyor) için mücadele elbette ki sermaye-emek ilişkisiyle eşbiçimli bir mücadeledir. Bunun ardında yabancılaşma, fetişizm, şeyleşme sorunu yatar (19). Fakat “akışkan” biçimlerin, ağ tipi örgütlenmenin, yakınlıklar mantığının (karşıtlıklar mantığının zıddı olarak) bu eşbiçimlilikten ve egemenlik ilişkilerinin yeniden üretiminden kaçınmayı sağlayacağını düşünmek koskoca bir yanılsamadan ibarettir. Bu biçimler de bilişimsel sermayenin modern örgütlenmesiyle, emeğin esnekliğiyle, “akışkan toplumla”..vs. tümüyle eşbiçimlidir. Bununla, eski tabiyet biçimlerinin yeni ortaya çıkanlardan daha iyi veya onlara tercih edilebilir olduğunu değil, fakat ağ tipi örgütlenmenin o eşsiz yolunun sömürü ve tahakkümün kısır döngüsünden çıkmayı sağlamadığını anlatmak istiyorum.

“Geniş Parti” Hakkında

Sitel, “stratejik akıl tutulması” veya “stratejik aklın geri dönüşü” kavramlarının, yalnızca bir parantezi kapatma ve eski hale dönme veya meselenin Üçüncü Enternasyonal’in çizdiği çerçevede yeniden tartışılması anlamına gelmesinden endişe duyuyor. İşçi hareketinin “temel yeniden tanımlamalara”, yeni yaratımlara, bir “yeni inşaya” ihtiyaç duyduğunu vurguluyor. Elbette. Fakat sil baştan olmaz: “Her zaman ortalardan başlarız”!

Yenilik retoriği en eski ve en cılkı çıkmış eskiye düşmemeye karşı bir güvence sağlamıyor. Bir hayli özgün yenilikler (ekoloji, feminizm, savaş, haklar gibi konularda) olmakla birlikte, dönemin beslendiği birçok “yenilik” yalnızca moda ürünleridir (ve her moda gibi eskiyi alıntılayarak gelişir) ve 19. yüzyılın ve yeni doğmakta olan işçi hareketinin eski ütopyacı temalarının yeniden devreye sokulmasından ibarettir. Bununla birlikte, söylediğimiz gibi yeni meseleler de çoktur, fakat imkanlarımız ölçüsünde, –örneğin LCR’in manifestosu aracılığıyla– bunların bazılarına yanıt unsurları getirmeye gayret ediyoruz, ve dostlarımızın da bunları kullanmasını isteriz.

Reformların ve devrimin bizim geleneğimizde, birbirini karşılıklı olarak dışlayan iki olgu değil de (her ne kadar reformlar koşullara göre devrimci bir sürece dönüşebildiği gibi bunun karşısına da dikilebilse) diyalektik bir çift oluşturduğunu –haklı olarak– hatırlattıktan sonra Sitel “geniş bir partinin, kendini bir reform partisi olarak tanımlayacağı” öngörüsünde bulunuyor. Belki. Muhtemelen. Fakat bu hayli spekülatif ve normatif bir öngörü. Ve özellikle de bu bizim sorunumuz değil. İşe tersinden başlayıp varsayımsal bir “geniş parti” için bir asgari (reform) programı yazmak durumunda değiliz. Yapmamız gereken kendi tasarımızı ve programımızı belirlemek. Ancak buradan yola çıkarak, somut koşullar ve somut muhataplar karşısında, toplumsal yüzey, deneyim ve dinamik bakımından (çok) kazançlı çıkacaksak netliğimizden (bir miktar) kaybetme pahasına muhtemel uzlaşmaları değerlendirebiliriz. Bu yeni bir şey değil: PT’nin kuruluşuna (antrist bir taktik yönelimle değil partiyi inşa etmek için) katılırken kendi pozisyonlarımızı savunmaya devam ettik; yoldaşlarımız Rifondazione’de bir akım olarak yer alıyorlar; Portekiz’de Sol Blok içindeler…vs. Ancak tüm bu yapılar özgündür ve “geniş parti” gibi bir kategoriye dahil edilemez.

Durumun yapısal verileri, hiç kuşkusuz işçi hareketinin geleneksel büyük oluşumlarının (sosyal-demokrat, stalinist, popülist partiler) solunda bir alan yaratıyor. Bunun çok sayıda sebebi var. Liberal karşı-reformlar, kamusal alanın özelleştirilmesi, “sosyal devlet”in dağıtılması, piyasa toplumu, sosyal-demokrasinin (bizzat kendi etkin katılımıyla) üzerinde asılı durduğu dalı kesti (aynı şey kimi Latin Amerika ülkelerindeki popülist yönetimler için de geçerli). Komünist partiler ise Sovyetler Birliği’nin dağılmasının etkisini yaşamanın yanı sıra otuzlu yıllarda veya Nazi işgalinden kurtulma aşamasında kazandıkları işçi tabanlarının, –tam olarak yeni alanlara da kök salamadan– aşınması durumuyla karşı karşıya kaldı. 

Dolayısıyla kendini yeni toplumsal hareketlerin ortaya çıkışıyla veya seçim başarılarıyla (Almanya’da Linkspartei, İtalya’da Rifondazione, Britanya’da Respect, İskoçya’da SSP, Portekiz’de Sol Blok, Danimarka’da Kızıl Yeşil İttifak, Fransa’da ve Yunanistan’da radikal sol…) ifade eden bir radikallik “alanı” gerçekten de mevcut.

Fakat bu “alan” sadece doldurulması gereken homojen ve boş (Newtoncu) bir alan değil. Cenova ve Floransa döneminde lirik hareketçilikten Romano Prodi’nin koalisyon hükümetine geçen Rifondazione’nin üç yıldan kısa zamandaki ihtişamlı dönüşümünün gösterdiği gibi bu son derece istikrarsız bir güçler alanıdır (20). Bu istikrarsızlık toplumsal mücadelelerin yaşadığı yenilgilerin zaferlerden fazla olması ve siyasal temsil manzarasındaki değişimle bağlarının gevşek olmasından kaynaklanıyor. Anlamlı toplumsal zaferlerin yokluğunda, “ehveni şer”e dair umut (“Berlusconi dışında kim olursa olsun”, veya Sarkozy yahut Le Pen dışında) kurumsal mantıkların ağırlığının belirleyici olduğu seçim alanına aktarılır. 

Bu nedenle oportünizm tehlikesi ile muhafazakarlık tehlikesini tam ortadan ayırma simetrisi bir yanılsamadır: Aynı ağırlığa sahip değiller. Risk taşıyan kararlar almaya cüret etmek gerekiyorsa da (ki bunun en aşırı örneği Ekim’de ayaklanma kararının alınmasıydı), bu riski, sade ve saf bir maceraya dönüşmemesi için hesaplamak ve başarıya ulaşma şanslarını değerlendirmek lazım. Büyük bir diyalektikçinin [Pascal] söylediği gibi “bu işin içine sürüklendiğimize göre, artık bahiste bulunmak lazım”. Fakat at yarışı meraklılarının bildiği gibi, 2’ye 1’lik bir bahis ekmek parası kazanmaya yönelikken, 1000’e 1’lik bir bahis, büyük paralar getirebilecek olsa da umutsuz bir koşudur. Marj ise bu ikisinin arasındadır. Cüretkarlığın da nedenleri olmalıdır.

Rifondazione ve Linkspartei’de olduğu gibi siyasal akımların sağdan sola dönüşü kırılgan, hatta tersine çevrilebilecek gelişmelerdir ve bu bizzat toplumsal mücadelelerin siyasal temsil alanı üzerindeki sınırlı etkilerinden kaynaklanır. Bu gelişmeler kısmen bünyelerinde devrimci örgütlerin veya eğilimlerin mevcudiyeti ve ağırlığına bağlıdır. Çok genel kimi ortak verilerin ötesinde, bu durumlar işçi hareketinin özgül tarihi (başka etkenlerin yanı sıra sosyal-demokrasinin burada tümüyle egemen olması veya önemli komünist partilerin varlığını sürdürmesi göz önünde bulundurulmalı) ve sol içindeki güç ilişkileriyle bağlantılı biçimde birbirinden ayrılır.

 “Yeni bir güç” perspektifi güncelliğini koruyan bir cebirsel formüldür (bizim için 1989-91 öncesinde de günceldi, sonrasında ise bu güncellik kat be kat artmıştır). Bunun pratiğe tercümesi Geniş Parti veya bir araya geliş gibi genel ve muğlak formüllerle mekanik olarak gerçekleşmez. Bizler yalnızca bir yeniden oluşum sürecinin başlarındayız. Buna programatik bir pusula ve stratejik bir hedefle yaklaşmak durumundayız. Sabırsız bir serüvene atılmadan ve karşımıza çıkan ilk geçici bileşim içinde çözülmeden gerekli örgütsel dolayımları bulmamızı ve hesaplanmış riskler almamızı sağlayacak olan da budur.

Gerçekten de örgütsel formüller çok çeşitlidir: Yeni bir kitle partisi (seksenli yıllarda Brezilya’daki PT, fakat böyle bir örnek Avrupa açısından pek inandırıcı değil), hegemonik bir sosyal-demokrasiden azınlıkların kopuşu, geçmişte muhtemelen merkezci olarak niteleyeceğimiz partiler (2000’li yılların başındaki Rifondazione) veya devrimci akımlardan oluşan bir cephe (Portekiz’deki gibi). Bu son örnek Fransa gibi sol örgütlerin (KP, radikal sol) eski bir geleneğe sahip olduğu, ve güçlü bir toplumsal hareket olmadığı taktirde (ki bu bile yetmeyebilir) de kısa veya orta vadede ciddi bir harmanlanmayı hayal etmenin zor olduğu ülkeler için en muhtemel olanıdır.

Fakat her halükârda ortak bir programatik dağarcığa referansta bulunmak, gelecek oluşumlar karşısında kimliksel bir engel teşkil etmek şöyle dursun, tam tersine bu oluşumların bizzat koşuludur. Stratejik meselelerle taktik meseleleri sıraya dizmeyi (şu veya bu seçim döneminde kendini yırtmak yerine), bir örgütün bir araya geldiği siyasal zemini açık teorik meselelerden ayırmayı, ilerlemeyi sağlayacak uzlaşmalarla geri götürecek olanları hesaplamayı, örgütsel varoluş biçimlerini (bir ortak partide eğilim olma, bir cephenin bileşeni olma…vs.), işbirliği içinde bulunduklarımıza ve onların değişken dinamiklerine (sağdan sola, soldan sağa) göre uyarlamayı sağlar.

Ağustos 2006

Çeviri: Uraz Aydın

Görsel: Gustave Courbet, “Barikatların Üzerinde Duran Gömlekli Adam”, 1848.

1. Bunu, Fransa’da Avrupa Anayasasına Hayır’ın zaferinin arıdından Stathis Kouvélakis “Siyasal Meselenin Geri Dönüşü” makalesinde vurgular (“le retour de la question politique”.  Contretemps n°14, Eylül 2005).

2. Alex Callinicos, Antikapitalist Manifesto, Literatür yayınları. Çev. Derya Kömürcü. Ocak 2004.

3. Bu konu üzerinde daha fazla durmayacağız. Sadece kısa bir hatırlatma yapıyoruz (bkz. Das Argument’in düzenlediği tartışmaya sunulan ve elinizdeki kitapta da yayınlanan tezler: “Ütopik Uğrak ve Stratejik Yeniden Yapılanma”).      

4. Projet K’nin çalışma toplantısında.

5. Critique Communiste sayı 179’daki yazısında bize “toplumsal gelişmeye dair aşamacı bir anlayış” ve “belirleyici an olarak yalnızca devrimin hazırlanışını merkez alan bir siyasal eylem zamansallığı” atfediyor (ve bunun karşısına “alter-küreselleşmeci ve zapatist bir tarihsel zaman koyuyor??!!). John Holloway’e gelince, düşüncesinin ayrıntılı bir eleştiri için bakınız: Un monde à changer ve Planète Altermondialiste kitaplarında yazılarım ve Contretemps dergisindeki makalelerim.

6. Bkz Perry Anderson, Gramsci Üzerine, Alan yayıncılık.

7. Bu konuda bkz Giacomo Marramao, Il politico e il transformazioni ve broşürüm Stratégies et partis (La Brèche).

8 Aynı zamanda Carlos Franqui’nin Küba devrimi günlüğüne bakınız.

9. “Zafer stratejisi”, Martha Harnecker’e verilmiş mülakat. Ayaklanma çağrısı tarihi konusundaki bir soruya Ortega şöyle cevap veriyor: “Çünkü hep daha elverişli bir dizi nesnel koşul mevcuttu: ekonomik kriz, devalüasyon, siyasal kriz. Ve ayrıca Eylül olaylarının ardından şunu da anladık ki ulusal ölçekte kitlelerin ayaklanmasını, cephenin askeri güçlerinin saldırısını ve sermayenin fiilen angaje olduğu veya desteklediği ulusal grevi aynı anda ve aynı stratejik uzamda birleştirmek gerekiyor. Bu üç stratejik etkeni aynı anda ve aynı stratejik uzamda bir araya getiremeseydik, zafer mümkün olamazdı. Çeşitli kereler ulusal grev çağrısı yapmıştık fakat bunu kitlelerin saldırıya geçişiyle bir araya getirmemiştik. Kitleler daha önce ayaklanmıştı fakat bu grevle birleştirilmemiş ve öncünün askeri kapasitesi fazlasıyla zayıftı. Ve öncü düşmana daha önceleri darbe vurmuştu fakat diğer iki etken mevcut değildi.”

10. Bkz Dissidences, Révolution, Lutte armée et Terrorisme, Cilt 1, (L’Harmattan 2006).

11. Etienne Balibar’ın son metinlerindeki tema da budur.

12. Rifondazione Comunista’nın teorik dergisindeki (Alternative) şiddet karşıtlığı konusundaki tartışma, muhtemelen bu partinin son dönemdeki seyri ile alakasız değildir.

13. Özellikle de Ernest Mandel’in Avrokomünist tezlere karşı polemikleri aracılığıyla. Bkz. Critique de L’Eurocommunisme, Petite Collection Maspero.

14. Rio Grande do Sul eyaleti ölçeğindeki katılımcı bütçe deneyimi bu konuda çeşitli somut örnekler sunar: kredi dağıtımı, ayrıcalıkların hiyerarşisi, kolektif malzemelerin bölgesel dağılımı…vs.

15. Her ne kadar birleşik cephe kavramı ve özellikle de Latin Amerika’daki kimi devrimciler tarafından günümüze uyarlanmış anti-emperyalist birleşik cephe kavramı toplumsal formasyonların gelişimi, siyasal partilerin bileşimi ve rolü gibi meselelerin ışığında yeniden tartışılmayı gerektirse de.

16. Burada söz konusu olan, Brezilya’daki yönelim kadar IV. Enternasyonal’e ve ulusal seksiyonlarıyla ilişkisine dair bir anlayıştı. Fakat bu mevzu elinizdeki metnin çerçevesini aşmakta.

17. Bkz. Alessandro Galante Garrone, Philippe Buonarotti et les révolutionnaires du XIXe siècle, Paris, Champ Libre

18. Bkz. Carl Schmitt, La Dictature, PUF

19. Fetişizm konusunda bkz. Antoine Artous, Le Fétichisme chez Marx, Syllepse.

20. Bkz Fausto Bertinotti’nin 2001 tarihli (!) kitabı: Ces idées qui ne meurent jamais (Paris, Le temps des cerises) ve Floransa ASF’si sırasında yayınlanan tezlerinin eleştirel sunumu: Daniel Bensaid, Un monde à changer (Paris, Textuel 2003).

Sudan’da Darbe Sonrası – Joseph Daher

İlk darbe girişiminden bir ay sonra, Askeri Geçiş Konseyi (AGK) başkanı General Abdulfettah el- Burhan, 25 Ekim’de olağanüstü hâl ilan etti. Sudan’daki devrimci süreci açıkça sona erdirme hedefi ile, geçiş makamlarının feshedildiğini ve bölge valilerinin görevden alındığını bildirdi. Yerel, bölgesel ve uluslararası destekçileri ile AGK, Sudan’ın devrimci sürecine son vermeye çalışıyor.

Topyekûn Baskı

General el-Burhan, darbeye eşdeğer bu önlemlere gerekçe olarak, ekonomik krize, “geçişin seyrini düzenleme” ihtiyacına ve ülkenin “iç savaş” riskinden korunmasına işaret etti. Temmuz 2023’te seçimler yapılana kadar ordunun, tüm siyasi partileri temsil edecek “ehil kişilerden” oluşan yeni bir hükümetin kurulmasını garanti edeceğini de sözlerine ekledi.

Darbenin ilanının ardından askerler, Başbakan Abdullah Hamduk’u, bakanlarının çoğunu ve ordu liderliğindeki Geçiş Konseyi’nin sivil üyelerini gözaltına aldı. Birçok sivil yetkiliyi tutuklamanın yanı sıra, silahlı kuvvetler, darbeye karşı her türlü muhalefeti susturmak amacıyla siyasi şahsiyetleri, aktivistleri ve eylemcileri tutukladı. Medyaya gelince, askerler resmi haber ajansı SUNA’ya ve devlet televizyonuna baskın düzenledi, ve sivil yönetimin destekçisi olan devlet televizyonu müdürünü görevden aldı. 

Siviller ve ordu arasındaki gerilim, birkaç aydan beri Egemenlik Konseyi liderliğinin General el-Burhan’dan bir sivile devredilmesi için Abdullah Hamduk hükümeti tarafından belirlenen süre yaklaştıkça artmış idi. Silahlı kuvvetler için geçiş sürecinin sonucu, ülkedeki siyasi ve ekonomik hakimiyetlerini zora sokacaktı. Ordu ve güvenlik güçlerinin generalleri, ülkedeki kilit ekonomik sektörler üzerinde geniş kontrole sahipler ve milyarlarca dolarlık varlığa sahip bir şirketler ağını işletiyorlar. Bu askeri işletmeler, altın ve diğer mineraller, mermer, deri, sığır, akasya zamkı üretimi ve satışı ile uğraşmaktalar. Ayrıca, buğday pazarının yüzde 60’ının kontrolü dahil olmak üzere telekomünikasyon, bankacılık, su temini, müteahhitlik, inşaat, gayrimenkul, havacılık, ulaşım, turistik tesisler pazarında ve ev aletleri, boru, ilaç, deterjan ve tekstil imalatında da yer alıyorlar. Mart 2021’de hükümet ve silahlı kuvvetler arasında ordunun tedrici bir şekilde iktisadi alandan çekilmesi ve askeri şirketlerin sivil devlet yetkililerine devri konusunda bir anlaşmaya varılmıştı, ancak ordunun muhalefeti dolayısıyla bu yönde herhangi bir adım atılmadı. 

Hükümet ayrıca eski üst düzey yetkililer tarafından el konulan kamu varlıklarını geri almak için adımlar atmıştı. Daha önce yağmalanmış fonları geri almak için geçiş tüzüğü kapsamında kurulan bir komite, Nisan 2020’de 20 milyon metrekare konut arazisini, bir milyon dönümden fazla tarım arazisini ve düzinelerce işletmeyi eski diktatör Ömer el-Beşir ile yakın bağları olan yetkililerden kamunun eline geri aldığını duyurdu. Ülkenin ordusunun, güvenlik güçlerinin ve milislerinin sahip olduğu devasa kaynaklar ile karşılaştırıldığında bu geri alınan varlıklar çok kısıtlı bir düzeydedir. 

Yukarıdakilere ilaveten, birçok sivil lider, General el-Burhan’ın ve diğer askeri, güvenlik ve milis güçlerinin merkezi bir rol oynadığı Beşir devrindeki insan hakları ihlalleri ve büyük çaplı yolsuzluklar hakkında kamuoyu önünde soruşturma çağrısı yapmaktan çekinmedi.

Sivil Kampta Yanlış Stratejiler ve Bölünmeler

Darbe aynı zamanda geçiş konseyi içindeki ana sivil güç olan Özgürlük ve Değişim Güçleri (ÖDG) ittifakının zayıflamaya ve halk sınıflarını ve örgütlerini hayal kırıklığına uğratmaya devam ettiği bir vakitte geldi. ÖDG ittifakı, 2019’dan bu yana artan bölünmeler yaşadı; hatta bazı liderleri darbenin ardından ordu yanlısı kampa katıldı. 

ÖDG liderliği, orduyla diyaloga karşı çıkan diğer akımları marjinalleştirdi. Halk hareketinin pek çok kesimi, ÖDG ittifakını gerçek bir demokratik geçişi hızlandırmak ve orduyu siyasi iktidardan uzaklaştırmak yerine silahlı kuvvetlerle bir geçici anlaşma (modus vivendi) arayışında olduğu için eleştirmekte. Bu kesimler ayrıca, ÖDG’nin Geçiş Yasama Konseyinin oluşturulmasını iki yıldan fazla bir süre sonrasına erteleme kararına da karşı çıkmışlardı.

Siyasi ve iktisadi iktidarın kaldıraçları büyük ölçüde askeri ve güvenlik teşkilatı mensuplarının elinde kalmış durumda. Ağustos 2021’de bizzat başbakan, ordu tarafından kontrol edilen şirketlerin yüzde 80’inin Maliye Bakanlığı’nın ve sivil hükümetin “yetki alanı dışında” olduğunu kabul etti. Bu yetki alanı dışında olma durumu, Darfur’da sayısız savaş suçundan ve protestocuların katledilmesinden sorumlu olan Askeri Geçiş Konseyi başkan yardımcısı Muhammed Hamdan Dagalo liderliğindeki paramiliter milislerden oluşan Hızlı Destek Kuvvetleri’nin (HDK) devam eden egemenliğine bir ilave. Dagalo, Darfur’daki güçlü aşiret tabanına ve Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan ile olan sıkı ittifakına dayanarak, kendisine ön plana çıkan bir dış politika rolü atfediyor; ve Sudan’da bazıları tarafından ülkenin fiili diktatörü ve başkanı olarak görülüyor.

Her ikisi de devrimi ezme çabalarında birleşmiş olsalar da, Hızlı Destek Kuvvetleri ile el-Burhan liderliğindeki silahlı kuvvetler arasında da ihtilaf ve rekabet var. HDK da kendi ticari şirketlerini yönetiyor ve bu şirketler de silahlı kuvvetler gibi ekonomik faaliyetlerini genişletmek için geçiş döneminden yararlanmaktalar. Bu iki birimin 450’den fazla özel şirketi olduğu ve ayrıca birliklerinin Yemen ve Libya’da BAE ve Suudi Arabistan tarafından desteklenen güçlerin yanında savaşmak için büyük meblağlarda para aldıkları bildiriliyor. 

Benzer şekilde, Özgürlük ve Değişim Güçleri, son iki yılda kötüleşen işçi sınıfının yaşam koşullarını iyileştiremedi. Hamduk hükümeti, Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) talebi üzerine, sübvansiyonlarda kesintiler de dahil olmak üzere, yaşam maliyetini keskin bir şekilde artırarak çalışanlar ve halk sınıfları için büyük ıstıraplara neden olan sert kemer sıkma politikaları uygulamıştı. Enflasyon şu anda yüzde 400 seviyesinde ve nüfusun neredeyse yarısı yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Bölgesel eşitsizlikler de devam ediyor. Örneğin, ülkenin ticari kalbi olan, krizdeki doğu Sudan, Eylül ayında sosyal eşitsizlikleri ve bölgedeki yatırım eksikliğini protesto etmek için ve daha fazla özerklik talebi ile büyük eylemlere sahne oldu. Kızıldeniz, Kassala ve Gadaref eyaletlerini içeren doğu, stratejik bir bölgedir. Mısır, Eritre ve Etiyopya ile komşudur ve ülkenin ana nakliye ve petrol terminallerinin bulunduğu 714 kilometrelik sahil şeridine sahiptir. Ayrıca Sudan’ın altın dağlarına, beş nehrine, üç buçuk milyon hektardan fazla tarım arazisine ev sahipliği yapmaktadır. Tüm bu jeopolitik avantajlara sahip olmasına rağmen, resmi istatistiklere göre yoksulluk oranı hala ulusal ortalamanın üzerinde, yüzde 54’ü aşıyor.

Son olarak, eski diktatör Ömer el-Beşir’in devrilmesinin ardından Sudan’ın dış politikası ordu tarafından yeniden tasarlandı ve bu da ABD ile daha yakın ilişkiler kurulmasını sağladı. Sonuç olarak Washington, Sudan’ı terörist ülkeler listesinden çıkardı ve ülkeye İsrail ile ilişkileri normalleştirmesi için baskı yaptı. Sudan’ın Rusya ile ilişkileri de 2019’da askeri işbirliği anlaşmasının imzalanmasının ardından önemli ölçüde iyileşti. Kasım 2020’de iki ülke, Port Sudan’da yaklaşık 300 Rus birliğine ev sahipliği yapacak yeni bir Rus deniz üssünün inşasına müsaade eden 25 yıllık bir anlaşma imzaladı. Rusya ve ABD’nin desteğiyle, AGK ve HDK, batı Darfur bölgesi, Güney Kordofan ve Mavi Nil merkezli birkaç silahlı grubun koalisyonu olan Sudan Devrimci Cephesi ile bir barış anlaşması yaptı. Sivillerin bu anlaşmalara katılımı sınırlıydı, kısmen çünkü bizzat meseleyi kendi başlarına idare etmek için orduyu terk etmişlerdi.

Aşağıdan Büyük Direniş

Askeri Geçiş Konseyi’nin onlarca eylemciyi öldüren ve yüzlercesini yaralayan vahşi baskısına ve internetin kapatılmasına rağmen, halk sınıfları darbeye aşağıdan büyük bir direnişle yanıt verdi. Örgütler ve sendikalar ülkenin her tarafında büyük mitingler, yürüyüşler ve grevler düzenlediler. Başkent Hartum’da eylemciler, ülkeyi bir sivil itaatsizlik kampanyasıyla felç etmek için caddelere barikatlar kurdular. Çeşitli işçi gruplarını ve sendikalarını, Halk Direniş Komitelerini ve diğer birçok halk örgütünü bir araya getiren Sudan Profesyoneller Birliği (SPB) darbeye karşı bu ayaklanmanın omurgası ve gerçek motorudur. 30 Ekim’de ülke çapında yaklaşık 30 şehirde dört milyona yakın insanı toplayan kitlesel protestoları örgütlemek için bu gruplar birlikte hareket ettiler. İşçiler bankacılığı, ulaşımı, petrol sahalarını ve çoğu kamu kurumunu işlemez kıldıkları grevler tertip etti. 

Hareket, darbe rejiminin derhal sona ermesi, iktidarın sivil yönetime devredilmesi ve siyasi mahkumların serbest bırakılması çağrısında bulunuyor. 30 Ekim protestolarının ardından SPD, bir dizi radikal talebe erişmek için seferberlik çağrısında bulundu:

  • Askeri darbenin alaşağı edilmesi;
  • Ordu ve güvenlik güçlerindeki generallerin işledikleri suçlardan dolayı yargılanması;
  • Ordu ve güvenlik güçleri ile müzakere veya ortaklık olmaksızın, radikal değişim ve 2018 Aralık devriminin hedefleri için mücadele eden devrimci güçler tarafından seçilecek bakanlardan oluşan sivil bir hükümete iktidarın devredilmesi; 
  • Milli Güvenlik Teşkilatının tasfiyesi, milislerin dağıtılması, ve halkın ve sınırların korunması doktrinine dayalı, sivil idarenin emri altında profesyonel bir ulusal ordunun oluşturulması;
  • Tüm güvenlik, askeri ve milis şirketlerinin sivil idareye devredilmesi ve bu kurumların ekonomi ve yatırım faaliyetlerine müdahalelerine son verilmesi;
  • Sudan halkına düşman olan bölgesel ve uluslararası güçlerin müdahalelerine ve Sudan’daki içişleri ve siyasi sürecin yönetimine yönelik emellerine son vermek.

Direniş Komiteleri de benzer talepleri bildirdi. Sivil müzakerelere ve orduyla ortaklığa son verilmesi, generallerin Sudan halkına karşı işledikleri suçlardan mahkûm edilmesi, ordunun ekonomideki rolüne son verilmesi ve mevcut rejimin dış müdahaleden özgür, yeni ve egemen bir demokrasiyle değiştirilmesi çağrısında bulundular. 

Karşı-Devrim ve Devrim Arasında

Askeri Geçiş Konseyi’nin darbesi Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, İsrail ve daha düşük düzeyde olmakla beraber Rusya tarafından destekleniyor. ABD, diğer Batılı güçler, Afrika Birliği ve uluslararası örgütler diyalog çağrısında bulunuyor ve geçici hükümetin sivil temsilciler ile ordu arasındaki iktidar paylaşımına dair mutabakatına geri dönülmesini tercih ediyorlar.

Halk hareketi, örgütleri ve sendikalar her iki seçeneğe de karşı çıkıyor: hem darbeye hem de geçici hükümetin tahammül edilemez statükosuna herhangi bir geri dönüşe. Buna karşılık, devrimci süreci sürdürmeye, ülkenin halk sınıflarının kurtuluşunu kazanmaya, Sudan toplumunun tamamı üzerinde halka ait demokratik bir egemenlik kurmaya kararlılar.

Askeri Geçiş Konseyi, Özgürlük ve Değişim Güçleri’nin umduğunun aksine iktidarı tedrici bir şekilde asla bırakmayacak. AGK böyle bir geçişe her zaman pervasız bir şiddetle direnecekti, ve bu durum şimdi ülke çapında sergileniyor. Sadece halk hareketinin seferberliği ve öz-örgütlenmesi, Sudan halk sınıflarının darbe rejimini devirmeye yönelik bir karşı-iktidar inşa etmesini mümkün kılabilir.

Sudan’daki devrimci sürecin kaderi hiç kuşku yok ki Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki benzerlerini de etkileyecektir. Alın yazıları, bölgenin kapitalist devletlerine karşı ortak bir mücadeleye bağlanmıştır. Dünyanın her yerindeki Sol, halk örgütleri ve sendikalar, bu mücadelenin yanında ve Sudan’ın darbeye karşı devrimci kalkışmasını durdurmaya yönelik tüm bölgesel ve emperyal müdahalelerin karşısında durmalıdır.

Tempest, 3 Kasım 2021

İngilizce’den Çeviren: Önder Akgül

Kapak görseli: AFP VIA GETTY IMAGES

İklim Krizi Bir Uygarlık Krizidir – Hasan Yıkıcı

A+A-

Gezegenin geleceğiyle ilgili kaygı duyanların gözü kulağı, İskoçya’da yapılan COP26 BM İklim Zirvesi’nde.

Her ne kadar son yıllarda dünya ‘liderleri’ tarafından da iklim kriziyle mücadelenin somutlaşması gerektiğine dair açıklamalar yapılsa da, bugüne dek kapitalist çıkarların savunucularının bu noktada güven verici ve ciddi adımlar attığına şahit olunmadı. Paris İklim Anlaşması, şu ana kadar yapılan uluslararası anlaşmalar içinde en iyi durumdaki anlaşma olmasına rağmen yine de bu anlaşmanın içeriğini oluşturan ülkelerin sera gazı emisyonlarının azaltılması yönündeki taahhütlerin bir bağlayıcılığı yok.

Dolayısıyla artık BM iklim zirvelerinden somut, bağlayıcılığı olan ve sistemli bir şekilde uygulanacak yol haritalarının çıkması gerekmekte. Küresel ısınmaya karşı ve iklim adaleti için mücadele eden kesimlerin, bilim insanlarının talep ve uğraşı da bu yönde.

Batı ülkeleri son yıllarda gelişen iklim odaklı toplumsal hareketler ve yaşanan ani iklim olaylarının şok etkisinden dolayı küresel ısınmayla ilgili hem farkındalık düzeyinde hem de siyasal kamuoyu özelinde duyarlılık geliştirdiğini gözlemleyebiliyoruz. Bu duyarlılık henüz net bir tavır alışa evrilemedi. Bunun sebepleri çok karmaşık da değil.

Bugün iklim krizine neden olan veya onu tetikleyen koşullar, kâr, büyüme ve ekonomik çıkar/güç odaklı insan merkezci serbest piyasa ve kapitalist akılın bir sonucu. İklim krizini yaratan akıldan vazgeçmeden, iklim kriziyle mücadele edilemeyeceği gün gibi ortadayken, COP26 gibi iklim zirvelerinin de içi boş ağdalı laflarla parlatılmaktan başka bir işlevi olmuyor. Elbette bu zirvelerin varlığını önemsizleştirmiyorum. Fakat sorunun bir tür ‘adım atmayan liderler sorunu’ değil, yaşadığımız insan merkezci kapitalist uygarlığın temel karakterinden kaynaklı bir sorun olduğunu düşünüyorum. İklim krizi ise aslında uygarlık krizinin en güçlü semptomlarından birisi…

***

İnsan, bir felaketi ancak o felaketin içinden kopmuş bir anının yıkıcılığıyla yüzleştiğinde idrak edebiliyor. Bir şey, suratımıza çarpıp hayatlarımızı mahvetmediği sürece, yaşamın olağan seyrinin içinde de yavaş yavaş hayatlarımızın mahvolduğunu kavrayamıyoruz. İklim krizi de böyle bir şey. Yağmur, aşırı sıcak, sel baskınları, kıtlık, kuraklık, gıda krizi vs. gibi ani iklim olayları yaşandığında bir panik ve çaresizlik, felaket bilinci de ortaya çıkıyor. Fakat sular geri çekildiğinde antroposenin gündelik hayat konformizmi de tekrar meydana çıkıyor.

Halbuki bugün yaşadığımız yeryüzü krizi, bizleri yaşam biçimlerimizde, tüketim alışkanlıklarımızda ve toplumsal üretim ilişkisi/biçimlerimizde radikal değişiklikler ve kopuşlar yapmaya çağırmakta. Bununla ilgili birçok politik ve ekonomik argüman öne sürülerek, desteklenebilir. Fakat benim her şeyden önce durduğum nokta, yaşamın, yeryüzünün ve geleceğin sorumluluğunu alabilmekle ilgili. Ancak böyle bir sorumluluk etiğiyle yeni bir yaşam tahayyül edebiliriz.

***

İklim değişikliğine karşı mücadelenin bir tarafı böylesine bir etik/politik sorumluluğu içerirken bir diğer tarafı da her anlamda çöküş üreten kapitalist uygarlığın yapıları ile mücadeleyi gerektirmektedir. Büyük fosil yakıt şirketleri, onların çıkarlarını savunan ‘liderler’, iklim krizi yokmuş gibi hakikati reddeden popülist hareketler… Bugüne dek sera gazı salınımlarının düşürülmesinin önündeki en büyük engel fosil yakıt şirketleri ve buna bağlı kuruluşlardır. En güncel raporlardan biri olan Dünya Enerji Görünüm Raporu’na göre 1.5 derecelik sıcaklık artışını aşmamak için hemen şu adımlar atılmalı:

  • Bu yıldan itibaren, yeni petrol ve gaz sahalarının, kömür madenlerinin veya maden genişlemelerinin onaylanmasına son verilmeli.
  • Bu yıl itibariyle, kömür yakıtlı yeni elektrik santrallerinin inşası durdurulmalı ve 2030 yılına kadar dünyada mevcut olan kömürlü elektrik filosunun yaklaşık %40’ı emekliye ayrılmalı.
  • Küresel ekonominin enerji yoğunluğunun bu on yılda yıllık %4 oranında düşmesi için enerji verimliliğine büyük yatırımlar yapılmalı.
  • 2030 yılına kadar küresel temiz enerji yatırımının üç katından fazlası, toplam enerji yatırımının ise %85’i temiz teknolojilere yönlendirilmeli.
  • Fosil yakıtlara bağlı metan emisyonları 2030 yılına kadar %75 oranında azaltılmalı.

İşin özü, etik sorumluluk, daha iyi ve mutlu bir yaşam için olmazsa olmazdır. Ama istediğiniz kadar işe bisikletle gidip hayvan tüketmeyip hanenizde az enerji tüketin; fosil yakıt üretimi ve fosil yakıt şirketlerinin faaliyetleri durdurulmazsa, kritik eşik olan dünya sıcaklık ortalaması 1.5 derecenin üzerine çıkmasına engel olunamayacak. Bu anlamda eko-sosyalist perspektifin sunduğu mücadele ve yani bir yaşam tahayyülünün, yeşil/çevreci/ekoloji hareketi için önemli bir güzergah olduğunu düşünüyorum.

***

Son bir meselenin altını daha çizelim ve kapatalım. BM Genel Sekreteri Guterres, COP26’nın açılışında “Kendi mezarımızı kazıyoruz” diye bir çıkış yaptı.  Guterres’in iklim meselesiyle ilgili daha önce de dikkat çekici açıklamaları oldu. Fakat eğer Akdeniz’deki fosil yakıt arama çalışmalarına dair net bir şekilde karşı çıkıp kamuoyunu yeni “fosil yakıt aramak demek kendi mezarımızı kazıyoruz demektir” diye uyarmazsanız, bu gibi ifadeler içi boş cilalanmış sözcüklerden başka bir şey olmaz. BM için de, Kıbrıs’taki yerel politik kesimler için de Akdeniz’deki fosil arama çalışmaları bir turnusol kağıdıdır. Doğal zenginliğiyle bilinen ve iklim değişikliğinden en az etkilenecek ülkelerden biri olan İskoçya’dan böyle soyut bir açıklama yapmak kolay. Fakat Guetters’i Kıbrıs’ta, Akdeniz’deki fosil arama çalışmalarının durdurulmasına, bunun kendi mezarımızı kazdığımız anlamına geldiğine ve bunun hemen durulmaması gerektiğine dair de bir açıklama yapmasını bekleriz.

Sosyalist Strateji ve Orta Sınıflar – Taci Keser

“Devlet işletmelerinin zararına katılmadan kaymağını alarak, fazladan pazarı tekel şartları içinde tutarak iş yapanlar, Batılı anlamda kapitalist olamazlar. Bunlar ne kadar çok zenginleşirlerse, devleti o kadar çok didikler, temellerini o kadar çok oyar. Bunlar… hiçbir sorumluluk yüklenmeden… devleti kendi hesaplarına çalıştırıp soymayı çıkarlarına çok daha uygun bulurlar… Bu düzende… halkın düşmanlığı, bir anlamda da umutsuzluğu arttıkça artar. Yüksek idarecilerle onların hırsızlık ortakları da bu umutsuz halklara gittikçe daha etkili kötü örnek olurlar. Bir yandan zenginlik düşmanlığı alıp yürürken öte yandan insanlar içinde debelendikleri kara yoksulluktan ancak vurgunla, kanunsuz çarpmalarla, lotaryalar yoluyla kurtulacakları inancına varırlar. Böyle ortamlarda hırsızlık ayıp olmaktan çıkar. Toplumun en alt tabakalarında sürünenler bile hiç olmazsa çocuklarını okutup bu soygun çetesine katmayı biricik amaç edinirler. Böyle ortamlarda halklara doğruları anlatmak giderek imkânsızlaşır. En akıl almaz yalanlar, hayaller tabulaşarak en açık gerçeklerin yerini tutar. Bu nedenle böyle ortamlarda siyasi partiler ister istemez birer yalan makinesi haline gelir. Seçmen söylenene değil, bunların hangisinin iktidara daha yakın olduğuna, yakın olanlardan da hangisinin vurguna daha açık, daha yatkın olduğuna bakar. Böyle durumlarda politikacıları hırsızlıkla suçlamak, onların seçim güçlerini azaltmaz, tersine artırır!”

Bu uzunca alıntı 1969 yılından, ancak sözü edilen dönem 1910’lar.  Kemal Tahir, Kurt Kanunu kitabında Kara Kemal’i konuşturuyor. Kara Kemal kim mi? İttihat ve Terakki Partisi’nin lider kadrosundan. Savaş yıllarının iaşe nazırı. Partideki lakabı, “Küçük Efendi”. Büyük Efendi” ise sadrazam Talat Paşa…

Yukarıdaki satırlarda dile getirilen siyasetle ilişkilenme tarzının bu ülkede hala daha başat tarz olduğunu varsayabilir miyiz? Eğer yanıtımız olumluysa, günümüz muhalefetinin önerdiği seçim siyasetinin kendi başına yetersiz kaldığını da kabullenmemiz gerekir. Zira muhalefet kadrolarının bu zihniyetten azade olduğunu varsaymak için elimizde sağlam bir kanıt mevcut değil. Burada muhalefet sözcüğüyle elbette düzen içi muhalefeti, en başta da Cumhuriyet Halk Partisi’ni kastediyorum. Halkın ezici çoğunluğunun “sol” deyince CHP’yi anladığı bir ülkede, sosyalist solun tezlerini gündeme taşımak giderek güçleşiyor. Bunda soldan gelen her eleştiriyi ve bağımsız inisiyatifi, AK değirmene su taşıyan “vatansız tuzu kurular” diye yaftalamaya pek alışkın Kemalist propagandanın etkisi hiç de az değil. 

Anonim kurum ve ilişkilere güvenin yerle bir olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Hala daha nüfusun büyük kısmının çocuğunu okula yazdırmak için de, hastanede tedavi olmak, bankada hesap açmak, sınıfını geçmek için de nepotizm peşinde koştuğu zamanlarda yaşıyoruz. Öyle görülüyor ki, sistem içi muhalefet dahi, iktidar olduğu alanlarda, belediyelerde mesela, kendi besleme sınıflarını yaratmakta hiç de tereddüt etmiyor. Dahası bununla böbürleniyor. Sahi, müteahhit terörüyle başı dara düşen kaç muhalif belediye haberi okudunuz? Belediye hizmetleri, otopark, sahil, ormanlık alan ve çay bahçelerinde yaratılan fırsat alanlarından nemalanma arzusu, muhalif kanatta da tıpkı iktidarın besleme kadroları arasında olduğu denli kabul ve saygı görüyor.

Uraz Aydın ve Önder Akgül’ün İmdat Freni’nde yayımlanan 30 Ekim tarihli yazısı[1] işte bu koşullarda değişimi amaçlayan uzun vadeli bir hazırlık süreci öneriyor. Bu hazırlık, sadece siyasal iktidarın değil, toplumsal üretim ilişkilerinin değişimini amaçlayan devrimci bir stratejiyi yürürlüğe koyma hazırlığı. Burada strateji sözcüğü dönüştürücü bir perspektife sahip: “Emekçilerin ve ezilenlerin kendi gündelik ve tarihsel çıkarları çerçevesinde örgütlenmesinin önünü açacak, sınıf mücadelesi içinde kazanımlar elde etmesini ve toplumsal-siyasal güç ilişkilerini kapitalizmden kopuş perspektifiyle değiştirme niteliğine sahip bir özne haline gelmesini sağlayacak bir bileşik eylemler sistemi”. Açıkçası, iktidar seçkinlerinin daha ılımlı, daha liberal görünümlü bir kanadının, sözgelimi İmamoğlu, Akşener, Kılıçdaroğlu, Babacan veya benzerlerinin tahta kurulmasıyla sonuçlanacak bir değişim yeterli değildir. Stratejik bir hazırlık, olası bir iktidar değişikliğini de hesaba katan, ancak burada sona ermeyecek olan bir hazırlıktır.

Üretken kaynaklar üzerindeki yetkilerin el değiştirmesi, kendi başına dünyayı gülle donatmaz. Bu aşamada kesilen bir devrimin elinde kalan, yirminci yüzyılın defalarca kanıtladığı üzere, çokbilmiş ve sevimsiz bürokrat tayfasının önünde dişlerini gıcırdatan ama susmak zorunda kalan emekçi figürü olmuştur. Esas problem, kıymeti kendinden menkul parti görevlilerinin, yerel şeflerin ve eski rejimin sabık unsurlarının kendileri değil, onların oturduğu koltukların varlığıdır. Kabul, günümüz işyerleri gücünü koltuğundan alan liyakatsiz insan figürünü ve onun kocaman kibrini, diğerlerine tahakkümünü yeniden ve yeniden üretmektedir. İşte bu tahakkümün doğurduğu öfke, artık sadece elleri nasırlı, çekiç tutan geleneksel işçi figürüne has değildir. Beyaz yakalıları, mühendis, öğretmen, doktor ve bankacıları, toplumların en rafine ve kurallara saygılı konformistlerini de etkisine almaktadır. İşte bu kesimlerin sınıfsal nefretini Kürtlere, göçmenlere ve lümpenlere değil de koltuk sahiplerine yöneltebilmek, devrimci stratejinin en güç ama en canlı safhalarından biri olacaktır.

Evet, beyaz yakalılar, kendilerini işçi sınıfından ayrı tutarlar. Dahası onların beğenilerine ve yaşam tarzlarına dudak bükerler. Ancak onlar da tıpkı kol işçileri gibi denetim altında çalışırlar ve hakarete uğrarlar. Onlar meslek ve eğitim bakımından orta sınıf kategorisine denk düşerler. Ancak gelir ve mülk sahipliği kriterlerine sıra gelince çoğu kez bocalar, işçi sınıfıyla aşık atmakla yetinirler. Çalıştıkları çoğu iş, tıpkı çoğu kol işinde olduğu gibi güvencesizdir. Ay sonunu getirmekte zorlanırlar. Ev taksitlerinin bitmesine neresinden baksanız seneler vardır. Uygarlık payından nasiplerini alamadıklarını düşündükleri zaman, mesela internet faturası kabardıkça ya da eskiden her hafta gittikleri restorandaki fiyatları gördüklerinde hınçlanırlar. Öfkelerinin hedefi, çoğu kez alt etmesi görünürde en kolay olanlardır: göçmenler, Kürtler ve pragmatik makarnacı tayfası. İşyerinde karşılaştıkları onur kırıcı muameleleri sisteme yormakta zorlanırlar. Amirlerinin psikolojik analizini yapmaktan usanmazlar. Arkasından sık sık söverler ama bir incelikli tavır karşısında yelkenleri suya indirmeye hazırdırlar. Yine de bu durumla çok ender karşılaşır ve antidepresan kullanırlar. 

Beyaz yakalılar çoğu zaman barışçıldırlar. Sorunlarını müzakereyle çözmeye yatkındırlar. Bu kesim, “İktisadi durum çekilmez bir hal almadıkça ya da durumunu düzeltme umudunu taşıdıkça, kurulu düzene saygı duyar ve reform talepleriyle durumuna biraz çekidüzen vermeye bakar”. İşte burası, bir beyaz yakalının sınıfsal konumunu yansıtır. “Fakat ne zaman ki, kanuni ve barışçı yollarla bu durumu düzeltebilme umudunu yitirir, iktisadi buhranın geçici olmadığını, aksine bütün bir sosyal sistemin buhranı olduğunu ve bunun da ancak sosyal sistemin kökünden değiştirilmesiyle giderilebileceğini görür, işte o zaman ayranı kabarır ve en aşırı yollara başvurabilecek hale gelir”.[2] İşte bağımsız bir sınıf politikası gütmekte tarih boyunca başarısız olan bu kesim, şimdi bir yol ayrımında. Ya göçmen ve makarnacı nefretiyle geleceği yerle bir etmeye katkıda bulunacak, ya da uzun vadeli bir devrimci stratejinin zor da olsa anlamlı bir bileşeni olacak. Bir diğer ifadeyle bu kesim, ya üretim ve denetim ilişkilerinden kaynaklanan öfkesini sisteme yöneltecek, bu ilişkilerin bütün bir sosyal sistemin yansıması olduğunun farkına varacak ya da ırkçı ezberleri hatmetmeye devam edecek. Problem, kapitalist sisteme yönelik öfkeyi açığa çıkarmak ve örgütleyebilmektir. Aydın ve Akgül’ün yazısının bir de bu gözle okunmasında yarar olduğunu düşünüyorum.


[1] İnşa ve Müdahale: Sosyalist Strateji Tartışması için Notlar.

[2] Guérin, D. (2014). Faşizm ve Büyük Sermaye, Çev. Bülent Tanör. İstanbul: Habitus Kitap, s. 50.

Ekim: Aşağıdakilerin Devrimci Hikâyesi – Emre Tansu Keten

Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılı vesilesiyle, 2017 yılında, devrim üzerine birçok yeni eser yayımlandı. Bunlardan bir tanesi özel bir ilgiyi hak ediyor: Fantastik-bilimkurgu eserleriyle tanınan, Arthur C. Clarke Ödülü sahibi ve Yara, Elçilik Kenti, Şehir ve Şehir, Demir Konsey, Kraken gibi romanları Türkçeye de kazandırılan China Mieville’nin Ekim: Rus Devriminin Hikâyesi başlıklı kitabı.

Mieville, bu kitabı yazdığı süreçte, Rusya’ya ziyaretlerde bulunmuş, başta Rus tarihçileri olmak üzere birçok akademisyenle görüşmeler gerçekleştirmiş ve oldukça kapsamlı bir Ekim Devrimi okumasına girişmiş. Bu literatürde değerli bulduklarını kitabın sonunda ek okuma listesi olarak okurlarıyla da paylaşmış. Lisansını sosyal antropoloji, lisansüstü eğitimini ise uluslararası ilişkiler üzerine tamamlayan Mieville’nin nesnel/bilimsel bir tarih kitabı ortaya koymak gibi bir derdinin olmadığını anlamak zor değil. Ekim, Mieville’in edebi dertleriyle politik dertlerinin buluştuğu başarılı bir devrim hikâyesi, kendi sözleriyle “devrimin ritmi içinde kaybolmaya istekli olanlar için kısa bir giriştir”.
 
Kitap, şubattan ekime kadar her aya bir bölümün ayrıldığı bir planla yazılmış. Bunların en önünde ise, 1917’yi hazırlayan koşulların konu edildiği, oldukça geniş bir dönemi ustaca özetleyen “tarih öncesi” bölümü var. Bu bölüm St. Peterburg’un tasviriyle başlar: “(Çar Petro) tacirlerin ve asilzadelerin yeni doğan metropole yerleşmelerini emrederek, şehrin nüfusunu verdiği hükümlerle oluşturur. Şehrin ilk yıllarında, kurtlar, geceleri bomboş sokaklarında sinsice dolaşırlar. (…) O caddeler, drenajla kurutulan o sulak topraklar ve bataklık arazide yükselen o sütunlar cebrî çalışmayla inşa edilmektedir. On binlerce serf ve mahkûm, Petro’nun devasa toprakları boyunca hayatta kalmak için, gözetim altında çalışmaya zorlandı. Geldiler ve çamur içinde temeller kazdılar ve büyük sayılarda yok olup gittiler. Şehrin altında yüz bin ceset yatmaktadır. St. Peterburg, ‘kemikler üzerine inşa edilmiş şehir’ olarak bilinecektir.”
 
St. Peterburg’un bu tasviri Rus devrimleri hakkında çok şey anlatır. Marshall Berman’ın, efsane kitabı, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor’da anlattığı gibi, bu şehir modernizmin simgelerinden birisi haline gelecektir. Dostoyevski’nin dünyanın en soyut ve önceden tasarlanmış şehri olarak andığı bu yeni başkentte sadece edebiyat, müzik ve mimari gelişmez, politik bir özne olarak entelijansiya da gelişir. Kısa zamanda Marksizmle tanışacak olan bu entelijansiyanın da önemli bir parçasını oluşturduğu işçi devrimlerinin kalbi bu şehir olacaktır.
 
“Köle gibi yaşamaktansa, bir kemik yığını gibi düşmek daha iyidir” diyen işçilerin ilk devrimi 1905 yılında olacaktır. Çarın zalimliği ile kısa sürede yenilecek olan bu devrim, bütün siyasi dengeleri alt üst etmesinin yanında işçi sınıfına bir öz yönetim örgütü kazandırır. Bu örgüte konsey’in Rusçası olan Sovyet adı verilir. Ancak yaşanan yenilgi bu örgütü 1917 şubatına kadar uykuya yatıracaktır.
 
Bu gerici ortam devrimcilerin kötü günler yaşamasına neden olacaktır. Rusya içerisinde örgüt neredeyse çalışamaz duruma gelirken, diasporadaki devrimciler parasızlıktan mahvolmuştur. Gurbettekiler arasında akıl hastalığı ve intihar olayları gittikçe yaygınlaşır. Bütün bunlara rağmen siyasi tartışmalar kesilmez: Partinin Menşevik kanadı liberal burjuva partileriyle ittifak yapılmasını, Bolşevik kanat ise bir işçi-köylü demokratik diktatörlüğünü savunur. Sonuç olarak burjuva demokratik devrimi hedefleyen iki kanat da, Troçki’nin sosyalist devrime kadar gidilmesini savunan sürekli devrim teorisini skandal derecede tuhaf bulur.
 
Siyasi baskının yanı sıra dumaya girme tartışmaları, devrimin karakteri, Birinci Paylaşım Savaşı’nda sosyalistlerin tutumu gibi birçok krizin devrimcileri zor durumda bıraktığı 1905 ile 1917 arasındaki gericilik döneminde Bolşeviklerin şansı Lenin gibi öndere sahip olmalarıdır. Mieville, Lenin’i şöyle anlatır: “Onunla tanışan herkes büyüleniyordu. (…) O, kolayca mitleştirilen, idolleştirilen, şeytanlaştırılan bir adamdı. Düşmanları için soğuk, kitlesel cinayetler işleyen bir canavar; yoldaşları ve arkadaşları için, utangaç, kolay gülen, çocukları ve kedileri seven biriydi. Ara sıra sözel oyunlar ve ses getiren metaforlar için yeteneğini kullansa da Lenin, sözcük ustası olmaktan çok dobra biriydi. Ancak sarsılmaz gücü ve odaklanmasıyla, yazı ve konuşmalarıyla boyun eğdiriyor, hatta insanları hayrete düşürüyordu. Yaşamı boyunca muhalifleri ve arkadaşları onu, gurur kırma konusundaki zalimliği, katılığı ve acımasızlığı için suçlayacaklardı. Herkes onun, olağanüstü bir irade gücü olduğunda anlaşıyordu. Siyaset için yaşayıp ölenlerin bile belli bir dereceye kadar sıra dışı gördükleri şekilde siyaset, Lenin’in kanı ve iliğinden başka bir şey değildi.”

Devrim Ayları

 
Şubat 1917’de sahneye çıkan “aşağıdakiler”, sadece bu 12 yıllık gericiliği bitirmekle kalmazlar, Rus Çarlığını tarihe gömerler. Devrimi başlatan, sokaklara çıkıp dükkanların camlarını kıran aç insanlardır, devrimin başladığı gün olan 8 Mart’ta sokağa çıkan kadınlardır, savaşın ceremesini çeken topraksız köylülerdir, cepheden kaçmış askerlerdir, yüzbinlerle eylem düzenleyen, greve çıkan işçilerdir.
 
Bu devrim 1905’in aksine geleneksel değerlerin de karşıya alındığı, politik bilincin radikal bir dönüşüme uğradığı, her şeyin sorgulandığı bir devrimdir: “Her tramvay vagonu, her kuyruk, her köy toplantısı, politik tartışmalara ev sahipliği yapıyordu. Kaotik yeni festivaller yapılıyordu, Şubat olaylarının yarattığı büyülü hava yayılıyordu. Çarın heykelleri devriliyor, bazen, bu amaç için tekrar dikiliyordu. (…) Çara ait semboller, portreler, heykeller, kartallar tahrip edildi. Devrimci ateş, beklenmedik hastalara bulaştı. Ortodoks rahibe ve keşişler ‘reaksiyoner’ üstlerini dışlayarak radikal dili benimsediler. Kilisede, hiyerarşinin tepesinde yer alanlar, devrimci ruh halinden şikâyet ediyorlardı.” Garsonlar kendilerine bahşiş verilmesini onursuzluk olarak tanımlayarak eylem yapıyor, askerler ordu içerisindeki hiyerarşiyi ve aşağılayıcı uygulamaları protesto ediyor, ülkenin her yerinden yüzbinlerce siyasi içerikli mektup gazetelere gönderiliyordu. Milyonlarca insan hızlıca politikleşiyordu.
 
Şubat Devrimi, herhangi bir politik partinin baskın etkisinden söz edilemeyecek bir devrimdi. Sovyetler işçiler tarafından hayata döndürüldü, her grup kendi sovyetini kurmaya başladı: asker sovyetleri, köylü sovyetleri. Şubat ile ekim ayları arasında Rusya genelinde 1429 sovyet kuruldu. Sovyetlerin bu denli etkili olması ülkede bir ikili iktidar durumu yaratmıştı. Ancak şu atlanıyordu: (Emperyalist ülkeler tarafından jet hızıyla tanınan) Geçici hükümet herhangi bir seçimle işbaşına gelmemişken, Sovyetler tamamen tabana dayanıyordu.
 
Böyle bir ortamda, ‘mühürlü tren’iyle Lenin Rusya’ya doğru gelmekteydi. Tren yolculuğu esnasında yazdığı Nisan Tezleri, daha önce mektuplarında partisine önerdiği politik yönelişin derli toplu formüle edilmiş haliydi. Ancak, Rusya’daki Bolşeviklerle Lenin’in devrime bakışları arasında dağlar kadar fark vardı. Partinin büyük bir bölümü 1905 sonrasının stratejisinde kalmışken, cephedeki bozguncu eylemlere karşı önlemler talep ederken, Menşeviklerle birlik görüşmeleri gündemdeyken, bütün bunlara karşı çıkan Lenin ve birkaç yoldaşı iktidarın sovyetler tarafından ele geçirilmesini ve önlerinde sosyalist devrim görevinin bulunduğunu savunuyordu. Birinci grubun sözcüsü konumundaki Kamenev “anlaşmazlıklarımız” başlıklı makalesiyle parti içerisindeki bu ayrışmayı net olarak ortaya koyuyordu.
 
Ekim’e kadar geçen sürede partinin çoğunluğunu görüşlerine ikna eden Lenin oldu. Ancak bu süre içerisinde Lenin’in taktikleri de değişiyordu. Şubat sonrasında partiyi sola çekmeye çalışırken, işçilerin radikal eylemler içerisine girdiği Temmuz Günleri’nde bu sefer sağa çekmeye çalışıyordu: “Ayın 20’sinde, telaşlı ve perişan vaziyetteki Lenin, salona hitap etti. ‘Devrimci ruhlarını’ onaylayacağını varsayanları şaşırtarak, iktidarın derhal ele geçirilmesi konuşmalarının henüz olgunlaşmamış olduğuna vurgu yaptı. Böyle bir girişim için kitle desteğine sahip olmadıkları bir dönemde, düşmanları onlara yem atıyorlardı. Lenin, ‘güncel öncelik –Sovyet üzerinde nüfuz kurmak için– bıkıp usanmadan bu desteği artırmak için çalışmaktır’ dedi.”

Tüm İktidar Proletaryaya

 
Temmuzun son günlerinde ise Lenin’in önerdiği slogan değişmişti: “Lenin, SR’ler ve Menşeviklerin, altın tabakta sunulsa bile iktidarı kabul etmeyeceklerini net bir biçimde açıkladıklarını, söyledi: Onlar iktidarı burjuvaziye terk etmeyi seçtiler. Bu yüzden, ‘Tüm İktidar Sovyetlere’ sloganı modası geçmiş bir slogandır. Bunun yerine, kabaca değil ama kesin olarak şunu talep etme zamanıdır; ‘Tüm İktidar Devrimci Partisinin –Bolşeviklerin- Liderliğinde Proletaryaya”
 
Sovyetlerde etkili olan diğer partilerin yalpalamalarının yanında, ağustos ayında gerçekleşen Kornilov Darbesi de Bolşevikleri güçlendiren diğer bir olay oldu. Kerenskiy’in emirlerine karşı gelerek iktidarı ele geçirmek isteyen General Kornilov’a karşı Bolşevikler işçileri ve askerleri oldukça etkileyen bir propaganda ve örgütlenme faaliyetine giriştiler. Bunun sonucunda işçiler ve askerler darbeye karşı başarılı ve etkili bir mücadele verdiler. Bütün bunların üzerine Kerenskiy’in Kornilov ile kendi iktidarını güçlendirmek için pazarlıklar yaptığı da ortaya çıkınca, burjuva ve reformist partilere duyulan güven oldukça azaldı.
 
Eylül ayına gelindiğinde, politik arena nisandakinden tamamen farklıydı. Bolşevikler Sovyetlerde oldukça güçlenmiş, işçi sınıfı ve askerlerin güvenini kazanmıştı. Barış, ekmek ve toprak sloganını hayata geçirebilecek bir politik güç olarak görülüyordu. Bu durum Menşeviklerin ve SR’lerin sol ve sağ kanatlarını da birbirlerinden oldukça uzaklaştırıyordu. Ancak sağ kanatların gücü hâlâ Sovyetleri sinik bir pozisyonda tutmaya yetiyordu.
 
Silahlı ayaklanma kararı Bolşevik Parti MK’sında bir hafta içerisinde iki kere oylandı. Kamenev ve Zinovyev’in muhalefetine rağmen iktidarın ele geçirilmesi kabul edildi. Ve 7 Kasım günü Kerenskiy ve hempalarının barındığı Kışlık Saray ele geçirildi. Tarihin gördüğü en kansız ayaklanmalardan birisiyle iktidar, işçi sınıfının kendi özlemlerinin ve siyasi mücadelesinin cisimleştiği irade olarak gördüğü Bolşevik Partisi’ne geçti.
 
Mieville’nin Ekim’i, 1917’nin devrimlerini “büyük isimler” üzerinden anlatan sağ tarihçiliğin de, resmi Sovyet tarihçiliğinin de aksine, aşağıdakilerin, tek tek proleterlerin, köylülerin, askerlerin hikâyesi olarak anlatıyor. Edebiyatçılığının etkisiyle, siyasi tarihçilerin önemsemediği, ayrıntılarla hikâyeyi kuruyor. Gündelik hayattaki “sıradan” insanın başrolü oynadığı bir hikâye Ekim Devrimi. Tarihte ilk defa, monarşinin, otokrasinin, emperyalist barbarlığın ötesinde yeni bir dünyanın arandığı bir devrim, daha sonra başka yollara girse de, bir süre de olsa başka bir dünyanın imgesini bize gösteren bir devrim: “Ekim, bir an için, yeni türde bir iktidar getirdi. Geçici olarak, üretimde işçi kontrolüne ve köylülerin toprak üzerindeki haklarına doğru bir yöneliş oldu. İşte ve evlilikte erkekler ve kadınlar için eşit haklar, boşanma hakkı, annelik desteği. 100 yıl önce homoseksüelliğin suç olmaktan çıkarılması. Ulusal kendi kaderini tayin yönünde hareketler. Özgür ve genel eğitim, okur-yazarlığın yayılması. Ve okur-yazarlık ile kültürel bir patlamanın meydana gelmesi, öğrenmeye susamışlık, üniversitelerin ve konferans serilerinin ve yetişkinler için okulların mantar gibi çoğalması. Lunaçarskiy’in söyleyebileceği gibi, fabrikalarda olduğu kadar, ruhta da değişiklik. Ve bu anlar bastırılmış, geriye döndürülmüş, çok kısa sürede soğuk şakalar ve anılar haline gelmiş olsalar da, aksi de olmuş olabilirdi.”

Kent Emekçilerinden Protesto: “Faturaları Cengiz Ödesin!”

Kent Emekçileri Dayanışması “Geçinemiyoruz” kampanyası çerçevesinde Cengiz Holding’in önünde bir basın açıklaması gerçekleştirdi. Faturalara, kiralara zam yapılırken Cengiz Holding’e yapılan indirimleri kabul etmediklerini ifade eden Kendi Emekçileri, öylemin ardında sembolik dev faturayı ödemesi için Cengiz Holding’in önüne astı.

Basın açıklaması metnini aşağıda aktarıyoruz.

HALKA ZAM CENGİZGİLLERE İNDİRİM – FATURALARI CENGİZ ÖDESİN – 

Merhaba Kent Emekçileri; hoşgeldiniz basın emekçileri. Bugün burada Cengiz Holding önündeyiz. 

Neden buradayız? 

Emekçiler için artık faturalar önemli bir gündem haline geldi. Eskiden de önemliydi ancak ödenemeyecek kadar yüksek faturalarla yüz yüze gelmeleri, sürekli olarak bunların kendi aralarında bir sohbet gündemi haline gelmesi yeni bir durum. Bu durumun nesnel göstergeleri de var. 

Erdoğan’ın Başkanlık sistemine geçtiği 3 yıl içinde elektrik fiyatları yüzde 132 doğalgaz fiyatları yüzde 95 arttı

Peki, bu süreçte emekçilerin ücretleri ne kadar arttı? 

Misal memurların maaşları bile toplu sözleşmelerde yüzde 3+4 gibi komik seviyelerde belirleniyor. Enflasyon farkı diye bir şart olmasa bu toplu sözleşmelerde iyice maaşlar komedi seviyesine inecek. 

Peki, üç yılda bir memurun emeklinin maaşı ne kadar arttı? Tabi ki “resmi enflasyon” kadar.

Resmi enflasyon ise başkanlık sistemine geçildiğinden bu yana toplam yüzde 50 seviyesinde arttı. 

Yani bir nevi emekçilerin yaşamlarında ödedikleri bedeller gelirlerinden iki kat üç kat daha fazla arttı. Sadece son 1 yıldaki kira artış oranları son 3,5 yıldaki toplam ücret artış oranından daha fazla.

Aslında bu ödenemeyen faturalara farklı bir gözle de bakılabilir. Faturaların hayatımıza yük olması onlardaki artıştan kaynaklanmıyor gelirimizin aynı oranda artmamasında kaynaklanıyor. 

Şayet son 3,5 yılda gelirimizde 3 kat artsaydı elektrik faturasının yüksekliğini bu kadar çok konuşmayacaktık. 

Ama bu arada iktidar bize ekonomik krizi sonuna kadar yaşatırken kendisi ve yandaş firmalara cenneti yaşatıyor. 

Örneğin elektrik dağıtım şirketlerinden bir tanesinin son 1 yılda karı %56 arttı, örneğin bize elektrik dağıtımı yapan Cengiz’in kendi fabrikasında kullandığı elektriğe %50 devlet indirim yaptı. 

Örneğin bizlerin evlerindeki harcamalar giderek düşerken, artık neyden tasarruf edeceğimizi şaşırırken Sarayın harcamaları 2,4 milyar TL’ye ulaştı. 

Türkiye büyüyor diyorlar ama bu pasta da bıraktık bizim dilimimiz büyümesini eski küçük pastadaki dilime bile sahip değiliz. 

AKP iktidar olduğu 2002 senesinde ücretlerin payı milli gelirin içerisinde yüzde 56 iken yüzde 32’ye düştü. Yani bu büyüme bizim büyümemiz değil Cengiz’lerin büyümesi. Bu büyümede özellikle son yıllarda tamamen emekçilerin emeğini ucuzlaştırarak sermayeye kar aktaran bir büyüme haline geldi. Örneğin, 2021 2. Çeyrekte %21,7 büyüme ücretlerin payının yüzde 35’den 32’ye düşürdü ama sermayenin payını 42’den 46’ya çıkardı. Dilimimiz küçülten büyümeyi biz ne yapalım? 

Eskiden de emekçiler hayat pahalılığı ile uğraşır, sürekli bir mücadele içerindeydi ama artık geldiğimiz nokta koca harflerle GEÇİNEMİYORUZ, BARINAMIYORUZ, ISINAMIYORUZ 

COP26: Laf Salatası Yeter, Sadece Mücadele Sonuç Verir – Daniel Tanuro

 

Sayısı giderek artan iklim felaketlerinin müsebbibi dünyanın endüstriyel çağ öncesine göre “sadece” 1,1°C ila 1,2°C derece daha fazla ısınması. IPCC’nin 1,5°C özel dosyasını[1] okuyan her aklı selim kişi dünyanın 1,5° dereceden daha az ısınması için amasız fakatsız bir an önce ne gerekiyorsa yapılması gerektiği sonucunu çıkarır. Bu limitin üzerinde riskler artık hızla artıyor.[2] Hatta bir yığın pozitif [karbon] geri beslemesi neticesinde gezegenin geri dönüşü olmayan bir eşiği atlayıp “sera”ya döneceği ihtimali artıyor ki bu “sera”laşma nihayetinde deniz seviyelerinde bugüne kıyasla on üç ila on metreleri bulan bir artışa sebep olacak[3]. Yeryüzündeki yedi milyar insanı şöyle bir gözümüzün önüne getirirsek… bu gerçeğe ters düşen hayal etmesi bile güç bir distopya…

1992 Rio Dünya Zirvesi’nden -ve hatta [2015] Paris’ten– bu yana boşa geçen zamana bakılırsa, 1,5°C sınırı hala ciddiye alınır mı alınmaz mı belli değil (ki karbon salım oranları mevcut artışını sürdürürse 2030’da 1,5°C sınırı aşılacak). Kesin olan şey ise uçurumun kıyısına sürüklenişi durdurma ancak piyasa ekonomisine içkin üretimcilikten vazgeçmekle mümkün. Greta Thunberg’in dediği gibi “Günümüzün iklim ve ekoloji krizleri mevcut siyasi ve iktisadi sistemin içinden çözülemez. Bu bir görüşten ibaret değil, matematik ortada.”[4] Ancak COP26 ‘mevcut iktisadi ve siyasi sistemler çerçevesinde’ kaldığından, gidişat aslında gayet açık: Glasgow konferansı, felakete gidişatımıza önceki konferanslar ne kadar dur diyebilmişse ancak o kadar dur diyebilir.

Tabii bu İskoçya’da olanlara sırtımızı dönebileceğimiz anlamına mı geliyor? Hayır, zirvenin gündeminde bazı önemli konular var. Mesela, kaç ülke “iklim çabaları”nı daha da arttıracak?[5] Ülkelerin yapmayı taahhüt ettikleriyle iklimi kurtarmak adına küresel ölçekte yapılması gerekenler arasındaki fark nasıl kapanacak?[6] Büyük kirleticilerin taahhütleri göz önüne alındığında, her birinin salımlardaki fiili düşüşlerinin, “karbon dengeleme”ye (carbon offseting) oranla ve dengelemeye vesile olan ormanların karbon emilimine (forest sink), karbonun tutulumu saklanmasına ve Güney ülkelerine yapılacak sözde temiz yatırımlardaki paylarına kıyasla yeri ne olacak? COP21’de ilkesel olarak kabul edilen karbon için “yeni piyasa mekanizması” nasıl hayata geçirilerek ve nasıl uygulanacak?[7] Karbona küresel bir fiyat mı biçilecek yoksa zengin ülkeler sınırlarında karbon vergileri koyarak fiilen bir fiyat mı dayatacaklar?[8] Bu ülkeler nihayetinde bizleri şereflendirip, Güney ülkelerinin iklim mücadelesine destek veren Yeşil İklim Fonu’na senelik yüz milyar dolar ödeme sözlerini tutacaklar mı? Yoksa yoksul ülkelerin küresel ısınmanın halklarını mağdur eden ve giderek artan “zayiat ve hasarlar”ına karşı tazminat taleplerine kulak asmamaya devam mı edecekler? Vesaire vesaire.

Ekonomik çıkarlar ve jeostratejik rekabetlere bağlı olarak bu sorular devlet temsilcilerinin birbirleriyle kıyasıya güç yarışında önemli bir yer arz edecek. Toplumsal hareketlerin eylemleriyle belli konularda ve belli bir ölçekte sonuçları etkileyeceğini de hesaba katmamak olmaz. Mesela “karbon dengeleme”nin yoluna taş koymak önemli ve bu sistem kaldırılabilirse insanlar için çok önemli bir zafer olur. COP sonuçlarını detaylıca analiz edince kapitalizmin güncel durumuna ve kapitalizmin sistemik krizinin vahametine dair dersler çıkacak. Elbette bir yanılsama içinde olmamalıyız, Greta Thunberg’in de dediği gibi neticede COP26 “mevcut iktisadi ve siyasi sistemler çerçevesinde” kalacak. Öyleyse biz de gayet net ve açık olabiliriz: Glasgow HİÇBİR ŞEYE deva olamaz.

Daha çok yenilenebilir [teknoloji]… ve salımlar 

Bu radikal görüşe karşın, yenilenebilir teknolojilerdeki büyük buluşların krizden bir çıkış olabileceği dile getirilir bazen. Bu teknolojilerin ilerlediği ortada, özellikle de elektrik üretim sektöründe. Geçtiğimiz yirmi yıl içerisinde, yenilenebilir kaynakların küresel enerji bileşimi içindeki payı senelik %13,2 oranında arttı. Yeşil kWh’ın fiyatı gayet rekabetçi ve avantajlı hale geldi (özellikle de karasal rüzgârın ve fotovoltaik güneş pillerinin). Uluslararası Enerji Ajansı’na (UEA) göre önümüzdeki on yıl içerisinde elektrik üretimindeki yatırımların %80’ninden fazlası yenilenebilir alanlara olacak. Tabii bundan Avrupa Komisyonu’nun yakın zamanda ifade ettiği gibi “fosil yakıtların küresel olarak terk ediliş sürecinin halihazırda başladığı” sonucunu çıkarmak tamamen yanlış olur.[9] Hatta bu ifade büsbütün bir yalan. Geçtiğimiz on yılda fosil yakıtların küresel enerji bileşimindeki payı görünürde fark edilemeyecek kadar az azaldı –2009’da %80,3 iken 2019’da %80,2[10]; geçtiğimiz yirmi yılda kömürün payı yine belli belirsiz azaldı (her sene negatif %0,3); 2014-2019 arasındaysa doğal gazın payı %2,6 ve petrolün payı %1,5 arttı. Fosil yakıtların “küresel terk edilişi”ne dair en ufak bir emare bile yok! İşte bu yüzden küresel CO2 salımları önü alınamaz halde artıyor (2008 krizi ve 2020 pandemisi hariç). 

Peki o zaman aynı anda neden hem daha çok yenilenebilir enerji üretimi ve daha fazla fosil yakıt salımı var? Çünkü yenilenebilir üretim fosil yakıtları ikame edemiyor: sadece küresel enerji tüketimindeki artışı karşılayabiliyor. Tüketimdeki bu artış sermaye birikimiyle aynı doğrultuda ilerliyor (özellikle de dijitalleşmenin artışı ve uluslararası değer zincirlerinin karmaşıklığı enerji-yoğun iki dinamik)[11]. Burjuva iklim siyasetinin iki boyutu var, Janus’un iki yüzü gibi. Bir tarafta kapitalist hükümetler, “enerji geçişi” ve “en ileri bilimden ilham alan karbon-nötrlüğü” gibi başlıklar üzerine birbirinden hoş açıklamalar yapmada aşık atıyorlar. Ama verdikleri taahhütler iklimi kurtarmaktan çok yeşil teknoloji piyasasına hücum eden şirketleri kollamaktan ibaret. Tam da bu sebepten, aynı hükümetler gayri safi yurtiçi hasılanın (GSYG) büyümesi gerektiğinde yeşil “geçiş”e kolayca bir dur diyebiliyorlar. Ve böylece kâr yasası “en ileri bilim” olan fiziğin yasalarına ağır basıyor. Çin’deki enerji arzına dair gerilimler da tam olarak bunu ortaya çıkardı. 

Dünyanın imalathanesindeki enerji fiyatları artınca…

Neler olduğu cümlenin malûmu: Yükselen bir güç olarak Çin kendisini küresel bir jeostratejik lider olarak konumlandırmaya çalışıyor. Çin’in bu çabası yeşil kapitalizmi andıran “sağduyulu” bir iklim siyasetiyle el ele gidiyor. Şi Cinping bu sebepten Davos’ta Çin’in salımlarının 2030’dan önce düşeceğini vaat etmişti; kısa bir süre sonra Çin’in artık yurtdışında kömürle çalışan santraller inşa etmeyeceğini de eklemişti. Vaziyet pek de öyle değil gibi. Çin’in iklim hedeflerine yer veren gazetelerin mürekkebi henüz kurumamışken Pekin İç Moğalistan’daki kömür üretimini %10 arttırıyordu! Bu artışın sebebi “daha iddialı” iklim hedeflerinin COVID sonrası toparlanmayla kesişmesi deniyor. Çin üretimi mallara rağbet ve siparişin artması göreli bir elektrik kıtlığına sebep oluyor. Rusya’nın başta doğal gaz olmak üzere, ki doğal gaz Avrupa için de önemli bir konu, fosil yakıt ihracatı Çin’in ihtiyaçlarını karşılamaya yetmiyor. Sözün özü fiyatlar artıyor… Bu da küresel toparlanmayı tehdit ediyor. Durgunluk ve enflasyon (stagflation) tehlikesi var. Sonuç olarak Pekin kömür madenlerini tekrar açıyor. 

Financial Times’ın bu duruma dair tahlili çok net: “Kesinti ve kıtlıklarla boğuşan diğer enerji piyasalarında olduğu gibi Çin de faaliyetlerini sürdürmek için kömür kullanımıyla karbonsuzlaşma hedeflerine bağlılık arasında ‘dengeli bir seyirde ilerlemek zorunda.’ COP26 arifesinde bu her ne kadar kulağa rahatsız [!] edici gelse de kısa dönemli gerçek şu ki Çin’in ve birçok ülkenin elektrik ihtiyaçlarını karşılamak için kömür tüketimlerini arttırmak dışında başka seçenekleri yok.”[12]

Bahse değer bir başka şey, ABD ve Avrupa’nın Çin’in kömür kullanım tercihini eleştirmek noktasında temkinli oldukları. Bu temkinin bariz bir sebebi ise: dünyanın imalathanesinde enerji fiyatlarında kontrolsüz bir artış olursa bunun dünya için peş peşe gelen sonuçları olur. Çin yönetimiyse oldukça pragmatik: Canberra’yı Tayvan, Hong Kong ve başka konulardaki tutumu sebebiyle cezalandırmak adına Avusturalya kömürüne ambargo koyuyor ama Avusturalya yük gemilerinin Çin limanlarına kömür indirmesine göz yumuyor…Sözün özü şu ki: kapitalist siyasetçilerin ekolojik geçiş üzerine paylaştıkları iklim mesajlarına aldanmayın –kendilerini “komünizm” bayraktarları olarak sunsalar dahi. Günün sonunda, son sözü söyleyen sermaye oluyor, iklim değil. Çin Halk Cumhuriyeti’nde de durum böyle, diğer her yerde de. 

“Ekolojik geçiş” namına daha fazla fosil yakıt yakılıyor… 

Enerji piyasalarına dair bu gerilimler kapitalist “enerji geçişi”nin çözümsüz çelişkilerini iyice görünür kılıyor. Çin’in fotovoltaik güneş pillerinin dünya çapında temel tedarikçisi olduğu doğru (ki bu piller çoğunlukla Sincan’da zorla çalıştırılan insanlarca üretilir). Aynı zamanda “nadir element”lerin (rare earths) de başlıca üreticisi. Bu elementler hem birçok yeşil teknolojinin olmazsa olmazlarından hem de bu elementlerden faydalanmak ve dönüştürmek için yüksek miktarda enerji gerekiyor. İnsanlık iklim felaketinin eşiğindeyken kapitalist kâr mantığı bizleri nitekim şöyle bir abesliğe sürüklüyor: daha fazla kömür yakmak zorunlu, böylece fazla karbon salınacak… kârlar daim kılınmış olacak…çünkü yenilenebilir teknolojiler de bu kârlara bağlı! 

Çin “dünyanın imalathanesi” olduğundan sorunun kendisi de kaçınılmaz olarak küresel. Peki bu küresel iklim siyasetine nasıl etki edecek? COP26 “azmi yükseltecek” beklentisi olageldi. İnsanlara her şey kontrol altında mesajı vermek için kâğıt üzerinde iddialı laflar edebilirler. Ama bunların varacağı pek bir yer yok. Birleşmiş Milletler (BM), yakın zamanda çıkan bir raporunda on beş ülkenin (bunlara ABD, Norveç ve Rusya dahil) 2030 yılında öngördükleri fosil yakıt üretim seviyelerinin Paris Anlaşmasında tespit edilen sınırın iki katından fazla olacağına yer veriyor! Yani küresel ölçekte 2030 yılı için öngörülen sınırları kömür %240, petrol %57 ve doğal gaz da %71 oranında aşıyor olacak.[13]

Financial Times’ın alıntıladığı bir uzman “Çin’deki kömür kıtlığı ve enerji fiyatlarındaki yükselişin kısa vadeli ve dönemsel bir sorun” olmadığı kanaatinde. Aksine bu durumun “daha temiz enerji sistemlerine geçişteki uzun erimli yapısal zorluklar”a işaret ettiğini söylüyor. Haklı da. Yapısal zorluk şu: manevra alanı tükenmiş vaziyette, salımlar bir an önce radikal ölçekte azaltılmalı. Bu yüzden de yenilenebilir enerjiler fosil yakıtların yerini alacak gibi soyut ifadeler yeterli değil. Somut bir şekilde sorulması gereken soru işin başlarında yeşil enerji konvektörleri üretmek için kullanmamız gereken fosil yakıtların sebep olduğu ilave salımları nasıl telafi edeceğiz olmalı. Teknik açıdan yapılması gereken tek şey genel üretim ve ulaşımı kısmak.[14] Toplumsal açıdansa bu teknik çözümü tasavvur edebilmenin tek yolu gerekli işleri, zamanı ve refahı geniş ölçekte paylaşarak olabilir. Buna sonuçta tekrar değineceğiz. Ama şurası net ki çözümün iki kanadı da -teknik ve toplumsal- kapitalist piyasa rekabeti mantığıyla hiçbir şekilde uyuşmuyor. İşte tam da bu yüzden “karbon nötrlüğü” vaatleri gözden geçirilmeli. 

“Karbon nötrlüğü” ve “yeşil uzlaşılar”ın gerçek yüzü 

Trump, yönetimi Biden’a devrettiğinden bu yana dünyanın başlıca kirleticileri niyetlerinin 2050 yılına kadar türlü “yeşil uzlaşılar” vesilesiyle “karbon nötrlüğü”ne ulaşmak olduğunu ilan ediyorlar (Çin ve Rusya içinse hedef 2060). Bu karbon nötrlüğü aslında kamuoyunu yatıştırmak için anlatılan bir masaldan ibaret. Teorik olarak aslında bu kavram sera gazlarının kirli salımlarını tamamen engellemenin mümkün olmadığı ve dolayısıyla “artakalan” salımların atmosferden karbon tutularak telafi edileceği fikrine dayanıyor. Ama iş fiiliyata gelince kapitalistler ve siyasi temsilcilerinin bundan anladığı şey, acil ve etkili salım azaltmanın cehennemin dibine kadar yolu olduğu ve ne de olsa gelecekte bir noktada teknoloji hızır gibi yetişip atmosferden her sene sadece “artakalan”ları değil 5, 10 hatta 20Gt (gigaton) CO2’yi çekecek (güncel küresel salımlar yaklaşık 40Gt seviyesinde). Sonuç olarak AB ve ABD salımlarını 2030 yılına kadar en az %65 oranında azaltmalı (1,5°C’nin altında kalmak ve tarihsel sorumluluklarını yerine getirmek namına). Gelgelelim “karbon nötrlüğü” çerçevesinde taahhüt edilen AB’nin %55 ve ABD’nin %50-52 oranında salımları “azaltacak”ları.[15]

Bu stratejinin altındaysa tamamıyla akıldışı bir fikir var: “geçici aşım senaryosu”. Bu senaryo sıcaklıkların 1,5°C’nin üzerine çıkmasında bir beis görmüyorken bir yandan da “Bilim”in dünyayı ileride “negatif salım teknolojileri”yle (NST) soğutacağına bahse giriyor.[16] Gelgelelim vaziyet şu ki, (1) çoğu NST şu an ya prototip veya tanıtım aşamasında; (2) Grönland buz tabakası için kritik eşik aşılmak üzere, ki erirse tek başına deniz seviyesini yedi metre yükseltebilir[17]; (3) bu yüzden de NSTlerin işe yarayacağını varsaymak bu teknolojilerin devasa buz kütlelerinin halihazırda çözülmesi başladıktan sonra seferber edileceği ihtimalini ortaya seriyor. Bu senaryoda zarar zaten ortada: “geçici” aşım bizi daimî afetlere sürüklüyor…

Gelin epey kısıtlı bir geçici aşım düşünelim (her halükârda halihazırda tartışılandan daha keskin emisyon azaltımı gerekiyor zaten): bu durumda afetleri tufanları bir kenarı koyarsak dünya, “karbon nötrlüğü”nün “büyüme” stratejisiyle nasıl bir yer haline gelecek? Uluslararası Enerji Ajansı’nın (UEA) önerileri bize fikir verebilir.[18] Oldukça öğreticiler. Eğer 2050 yılına kadar “net sıfır salım”a ulaşmak istiyorsak UEA’ya göre ihtiyacımız olan şeyler: var olanın en az iki katı nükleer enerji santrali; dünyanın enerji ihtiyacının beşte birinin fosil yakıttan gelmeye devam edeceğini kabul etmek (senede 7,6Gt CO2 salımı demek); bu 7,6Gt CO2’yi tutmak ve yer altı jeolojik havzalarında depolamak (kesin su sızdırmaz denilemez); biyokütle enerjisinden faydalanmak üzere 410 milyon hektar ormanı endüstriyel monokültür ilan etmek (daimi olarak üzerinde ziraat yapılan tarımsal alanın üçte biri demek!); bu biyokütleyi enerji santrallerinde ve yanmayla çalışan kurulumlarda fosil yakıtlar yerine kullanmak (yine salınan CO2’yi tutmak ve yer altında depolamak demek); ileride suyun sınai ölçekte elektroliziyle fiyatı avantajlı hale gelecek “yeşil” hidrojen üretmek mümkün olur ne de olsa diyerek şimdilik kömürden “mavi” hidrojen üretmek (yine CO2 tutmak gerek!); büyük barajların sayısını ikiye katlamak; ve… “yeşil teknolojiler”e yapılacak devasa yatırımların olmazsa olmazlarından “nadir elementler’’i çıkarmak için her şeyi ama her şeyi -hatta Ay’ı bile- yok etmek. Kim böyle bir dünyada yaşamak ister?

Piyasa politikalarıyla toplumsal ve ekolojik felaket kapınızda

Herkesin türlü planları var, UEA’nın da bir planı var… ama bir planlamadan bahsetmek mümkün değil. Yasaklı kelime! Vergiler, teşvikler ve küresel salım ticaretiyle neoliberalizm sözde “karbon nötrlüğü’ne “geçişi” koordine edecekti. AB “55’e uygun” (Fit for 55) planıyla ön saflardaydı. AB başlıca sınai sektörlerinde salım haklarını (emission rights) uygulamaya geçirmede öncü bir yol oynadı ve şimdi bu hakları inşaat, tarım ve taşımacılık sektörlerine de taşıyor. Evin ısı izolasyonu ne kadar zayıfsa veya araba ne kadar çok kirletiyorsa, tüketicilerin ödeyecekleri fiyat o kadar yüksek olacak. Yani düşük geliri olanlar cezalandırılmış olacak. “Karbon dengeleme” ve karbon sınırı vergileriyle Güney ekonomiler de-ve haliyle buralardaki insanlar da- cezalandırılmış olacak.[19] Piyasa mekanizmalarıyla hedeflerinin bir kısmına dahi ulaşmaktan bile aciz sundukları plan bu işte, tabii biz bu oyunu bozarsak o başka.

Salımları %52 veya %55 oranında azaltmak hiç yoktan iyidir denilebilir. Bazı uzmanların beyanlarının aksine kim ne derse desin “55’e uygun” ve benzeri planlar “doğru yönü göstermiyor.”[20] İklim için 1,5°C ısınmayı geçmeyecek bir istikameti göstermiyor: halihazırda 2030’a kadar %55 azaltma ve %65 azaltma biçimleri arasında büyük bir uçurum var; bu uçurumdan kaynaklanan CO2 atmosferde biriktiğinden bu uçurum sonradan kapatılamayacak. Toplumsal olarak da “55’e uygun” gibi planlar doğru bir istikameti göstermiyor çünkü bu planlar sömürü mekanizmalarının tahakkümünü, doğanın metalaştırılmasını ve emekçi sınıfların sırtına binen neoliberal politikaları akla getiriyor. Ama hata yapma lüksümüz yok. “Doğru istikamette gitmek” için daha en başta yönümüzü tayin etmek gerek. 

Evet, matematik ortada

Bu makalenin başındaki Greta Thunberg alıntısını hatırlayalım. Genç İsveçli aktivist “matematik ortada” demekle çok haklı. İklim denklemindeki rakamlar çok net: 

1) 1,5°C’yi geçmemek için küresel net CO2 salımlarının 2030 yılına kadar %59 ve 2050 yılına kadar %100 oranında azalması lazım[21];

2) Karbon salımların %80,2’si fosil yakıtların yanmasından kaynaklı;

3 Fosil yakıtlar 2019 yılı itibarıyla insanlığın enerji ihtiyacının %84,3’ünü karşıladı (senelerdir yer altındaki enerji rezervlerinin %90’ının yer altında kalmaya devam etmesi gerektiğini biliyoruz ama kazı ve keşifler hiçbir şey olmamış gibi devam ediyor);

4) Fosil enerji altyapıları (madenler, boru hatları, rafineriler, doğal gaz terminalleri, enerji santralleri vb.) sermaye nazarında kırk yıllık yatırımlar demek ve bu altyapı inşaatlarının yavaşladığından dahi bahsetmek epey güç. 

5) Fosil yakıt enerji sistemlerinin değerinin dünya GSYH’sinin 1/5’ini meydana getirdiği, bu amorti edilsin edilmesin, bu sistemi ıskartaya çıkarmak şart çünkü yenilenebilir teknolojiler yeni bir sistemi gerekli kılıyor. 

Üç milyar insanın temel gereksinimlerinden yoksun olduğu ve dünyanın en zengin %10’unun küresel CO2’nin %50’sinden fazlasının salımından mesul olduğunu düşünürsek bunun önümüze kaçınılmaz olarak serdiği bir dizi politik çıkarım var:

-1,5°C’yi geçmemek için enerji sistemini değiştirirken fosil kaynakları yer altında bırakmak ve yoksul insanlara meşru haklarını kullanabilmeleri için daha fazla enerji tahsis etmek süregiden kapitalist birikimle ter düşüyor;

-felaketi durdurmanın yolu iki boyutlu bir eylemden geçiyor, bir yandan küresel üretim azaltılıp üretimi demokratik yöntemlerle belirlenmiş gerçek insan ihtiyaçlarının hizmetine sokmak için yönlendirmek ve aynı anda doğal sınırlara riayet etmek;

-bu ikili eylemin gerekli kıldığı şeylerden biri gereksiz ve zararlı üretimin ve fuzuli ulaşımın kısıtlanması ve büyük enerji, finans ve endüstriyel tarım tekellerinin kamulaştırılması; 

-sermayedarlar elbette bunu istemeyecekler ki kendi nazarlarında sermayeyi yok etmek suç teşkil eder, dehşet verici insani ve ekolojik afetleri önlemek pahasına bile olsa;

-Alternatif ise çarpıcı bir basitlikte kendini gösteriyor: ya devrim, insanlığın kendi varoluşunun üretim koşullarını yeniden eline alması için kapitalizmi yok etmesine izin verecek ya da kapitalizm kendi barbarca ilerleyişini ağır hasarlı ve hatta yaşanamaz bir gezegende sürdürmek pahasına milyonlarca masum insanı yok edecek. 

Bu stratejik ufuk tek bir ağızdan “tek yol devrim” deyip susalım demek değil. Neoliberal hükümetlerden, onların iklim konferanslarından (COP), sistemlerinden ve “yasalar”ından hiçbir şey beklememek gerekiyor demek. Otuz yılı aşkın süredir yönetenler ekolojik tehlikeyi anladıklarını iddia ettiler ama neredeyse hiçbir şey yapmadılar. 

Ya da, bizi iklim felaketinin kıyısına sürüklerken çok şey yaptılar: kemer sıkma politikaları, özelleştirmeler, deregülasyon, çokuluslu şirketlere kârlarını mümkün olduğu kadar büyütmek için yardımlar ve endüstriyel tarıma destek. Tüm bunlar akıl tutulması yarattı, dayanışmayı aşındırdı, biyo-çeşitliliği mahvetti ve ekosistemi bozdu. Bu siyasiler, günün sonunda sermayenin yok ediş mantığını ifa etmekle yükümlü yöneticilerden başka bir şey değiller. Onları başka bir politikaya ikna etmeyi ummak nafile: en iyi ihtimalle mevcut güç ilişkileri dahilinde geri adım atarlar. 

Mücadelede umuttur

Alternatife ihtiyaç var haliyle de talepleri hayata geçirecek bir programa. Yolu yordamı çoktan belli bir şeyden bahsetmiyoruz dolayısıyla gerçek bir eylemlilik başlatarak adım adım bu program üzerinde çalışmamız lazım. Bunu yapmak için emekçi sınıfların bilinç seviyesinden başlamamalı, öncelikli olarak iklim fiziğinin tanıladığı nesnel duruma kapsamlı bir küresel yanıt verme ihtiyacına odaklanmalıyız. Sözün özü şu ki: 1,5°C ısınmanın altında kalmak için fosilleri yerden çıkarmayan, geçici bir aşım yapmayan, karbon dengelememeye başvurmayan, biyoçeşitlilik dengelemeyi öngörmeyen; karbon tutulumu ve depolamasıyla biyoenerji elde etme (BECCS) ve nükleer gibi tehlikeli teknolojileri ihtimal dışı bırakan; demokrasiyi geliştiren, barışı hakim kılan, toplumsal ve iklim adaletini gözeten (farklılaştırılmış sorumluluk ve kabiliyet ilkesini gözeten); kamu sektörünü güçlendirip daha az üretimi, daha az ulaşımı, daha çok iş, refah ve kaynak paylaşımını  %1’e ödeten bir plana ihtiyacımız var. Bu plan, tüm gereksiz ve zararlı üretimi ortadan kaldırırken işçilerin ücret kaybı olmadan kolektif olarak yararlı faaliyetlere yönlendirilmesini temin etmeli; endüstriyel tarım ve et sektörünü bir an önce terk edip agroekolojinin önünü açmalıdır. Bu bariz bir şekilde anti-kapitalist bir plandır. En güçlü yanıysa kelimenin tam anlamıyla hayati olması: hayatı kurtarmak için elzem. 

Böyle bir plandan fersah fersah uzağız: bunu inkâr etmenin bir anlamı yok. Gerekli olan şeyse: bedelini ödediğimiz geçmiş yenilgileri bir yana bırakıp insanları ikna etmek için büyük bir kararlılık, sabır ve cesaret göstermek. Bu yenilgilerin üstesinden gelmenin önünde çok engel var. Böyle bir durumda ciddi bir ümitsizliğe düşme tehlikesi de göz ardı edilemez. Melankolik bir tutulma hiçbir şeyin çözümü değil. Gramsci’nin dediği gibi ancak mücadele tahmin edilebilir, sonuçları değil. 20. Yüzyılın bize öğrettiği korkunç dersleri hiç unutmayalım: kapitalizm koşullarında en kötüsü her zaman mümkün. Tekrar tekrar söylemeliyiz: sadece kolektif mücadele bu gidişatı tersine çevirebilir ve hiçbir zaman mücadele etmek için geç değil. Elbette kaybedilen kaybedilmiştir, nesli tükenen canlılar geri gelmeyecekler. Felakete ne kadar saplanmış olursak olalım mücadele her zaman bir umut kapısı aralar. 

Mücadele ederken sadece ürkütücü tehlikelerin değil alternatifi güçlendiren şeylerin de farkında olmalıyız. Çelişki şu ki tehlikenin devasa ölçeği bizleri güçlendirebilir çünkü bu bize gerekli bir devrimci değişim ihtimalini sunuyor. Sistemin ve temsilcilerinin çalkantıda olan meşruiyet krizi bizleri güçlendiriyor: haberleri olmasına rağmen hiçbir şey yapmayarak ekolojik felaketin büyümesine sebep olan bu insanlara itimat etmek zorunda değiliz. İklim değişikliği biliminin tanıları bizleri güçlendiriyor: bu tanılar yukarıda maddelendirilene benzeyen bir planın gerekliliğini nesnel olarak ortaya koyuyor. Uluslararası gençliğin giderek büyüyen örgütlülüğü bizleri güçlendiriyor: gelecekte yaşayacakları dünyanın şimdiden yıkılmasına karşı çıkıyorlar. Yeni feminist dalga bizleri güçlendiriyor: şiddete karşı verdikleri savaş var olan her şeyin metalaşmasının karşısına dikilen birbirini gözetme kültürünü yayıyor. Yerli halkların övgüye değer direnişleri bizleri güçlendiriyor: dünyaya bakış açıları bizlerin doğayla yeni ilişkiler icat etmesine yardım edebilir. Köylülerin mücadeleleri bizleri güçlendiriyor: endüstriyel tarım şirketlerine dur diyerek her gün alternatif üretim biçimlerini hayata geçiriyorlar. Ahlaki mücadeleyi kazanabilir ve yeri göğü titretebiliriz. 

Ahlaki mücadeleyi kazanabilir ve yeri göğü titretebiliriz. Bunu yapmak her türlü sömürü ve baskıya karşı yürütülen mücadeleleri ve bu mücadelelerin dolaşıma soktuğu birikimi birbirleriyle eklemlemeye ve birleştirmeye bağlı. Bu kesişim belirleyici önemde. Toplumun tek seferde ekolojik, sosyal, feminist ve ahlaki bakımlardan esaslı bir dönüşümünün somut bir ihtimal olduğunu bize gösterebilecek ölçekte bir toplumsal hareketi ancak bu kesişimle harekete geçirmek mümkün. Mevcut bağlamda, güçlü bir toplumsal dip dalga, işçi sınıfı ve işçi örgütlerinin kapitalist büyümeyi mümkün kılan üretimciliğe teslimiyetten kopuşları için vazgeçilmez olacaktır. Bu kopuş büyük bir mücadele: dünya için verdiğimiz bu mücadeleyi üretenler üretimciliğe karşı direnmezse kazanamayız. Bu başkaldırıya hazırlanmalıyız. Kızılı ve yeşili birleştiren konuşmalar ve talepleri (özellikle de çalışma saatlerinin ücret kaybı olmadan ciddi oranda azaltmayı) öne sürmeliyiz, ama bu da yetmez: küresel ölçekte işçi sendikalarını, ekolojik, feminist, köylü ve yerli solu bir araya getiren ve ağ kuran somut girişimleri çoğaltmalıyız.

İşte bu bağlamda doğayı ve insanları yok eden mega-projelere karşı yürütülen bölgesel mücadelelere özellikle dikkat kesilmemiz gerekiyor. Bu mücadelelerin olduğu yerlerde sermayenin toplumsal ve çevresel olanı birbirinden ayırmak üzere inşa ettiği engellerin üstesinden gelinebilir., İklim krizi üzerine kitabında Naomi Klein bu mücadelelere genel bir ifade olarak Barikatistan (Blockadia) demeyi öneriyor.[22] İşin özü itibarıyla bu “ekolojik Barikatistan,” “Sarı Yelekliler”inkine benzer “toplumsal Barikatistan”la birleştikçe Sermayenin her şeyi dümdüz edişine bir alternatif sunabilir: yani bu dünyada gayet de iyi var olabilecek, dünyayı sermayenin kirinden, pasından, lekelerinden temizlemek ve bizlere de nefes aldırmak için eko-sosyalist bir proje.

26 Ekim 2021

Dördüncü Enternasyonal internet sitesi için yazılan bu yazı Luttes écologiques et sociales dans le monde. Le rouge s’allie au vert (Dünyadaki Ekolojik ve Toplumsal Mücadeleler: Kızılın Yeşille Buluşması) başlıklı, Daniel Tanuro ve Michael Löwy’nin derlediği ve Ekim ayı sonunda Textuel’in basacağı, kitabın giriş bölümünden bazı parçalar almıştır.

Çeviren: Anıl Aşkın


Notlar

[1] https://www.ipcc.ch/sr15/

[2] Özellikle: aşırı hava olayları, yaşadığımız medeniyetin büyük şehirlerinin su altında kalıp yok alma riski, büyük alanların yüksek sıcaklık ve nemden dolayı yaşanamaz hale gelme riski. 

[3] Will Steffen ve diğerleri., “Trajectories of the Earth System in the Anthropocene”, PNAS, Ağustos. 2018. 

[4] https://twitter.com/gretathunberg/status/1274618877247455233?lang=en

[5] Şu ana dek on yedi ülke ve ilaveten Avrupa Birliği çabaları arttırıyor. https://www.nytimes.com/article/what-is-cop26-climate-change-summit.html#link-67cd21b3

[6] ‘Ulusal olarak belirlenmiş katkılar’a göre (yani ülkelerin tekil iklim planlarına göre), 2100 yılında ısınma 2,7 ila 3,5°C arasında olacak. 

[7] Bu “yeni piyasa mekanizması”nın Kyoto Protokolü dahilinde uygulanan çeşitli sistemlerinin birleştirip yerlerine geçmesi bekleniyor. Bu mekanizmanın çalışma esasları yurt içi salım azaltma yükümlülüklerinin ne ölçüde esnetilip esnetilemeyeceğini belirleyecek. Bu konudaki müzakereler COP25’in sonuçsuz kalmasına sebep oldu. 

[8] Karbona sınır vergileri Avrupa Komisyonu’nun önerdiği “55’e uygun” stratejisinin bir parçası. 

[9] AB Komisyonu, İletişim “55’e uygun”.

[10] https://www.reuters.com/business/environment/global-fossil-fuel-use-similar-decade-ago-energy-mix-report-says-2021-06-14/

[11] Bir hatırlatma yapalım: havacılık ve deniz ulaşımından kaynaklı salımlar hızlıca artıyor olmasına rağmen bunlar hiçbir devlete ait görülmüyor.

[12] Financial Times, 8 Ekim 2021.

[13] https://www.nytimes.com/2021/10/20/climate/fossil-fuel-drilling-pledges.html

[14] Bu konuya şurada değindim: Yeşil Kapitalizm: Neden İşe Yaramaz (Merlin/Resistance Books/IIRE, Londra, 2013). Smil Vaclav’ın da Enerji ve Medeniyet: Tarihten Bir Kesit (2018) kitabında dediği gibi şöyle bir “temel yasa” söz konusu: “Yeni bir enerji arzına her geçiş varolan enerji ve itici güçlerin yoğun seferberliğiyle mümkün olur: odundan kömüre geçişte insanın kas gücü devreye girdi, kömür yakılarak petrolün gelişimi sağlandı ve bugünün fotovoltaik güneş pilleri için ve rüzgar türbinlerine gereken metalleri eritip eğip bükmek, gerekli sentetik plastik ve yüksek enerji gerektiren diğer girdiler için fosil enerjilerin bu cisimleşmiş halleri gerekti.”

[15] “Azaltma”yı tırnak içinde kullanıyorum çünkü AB ve ABD yeşil uzlaşıları yurtiçi salımlardaki azaltımlar için alternatif mekanizmalara sıklıkla başvuruyor, mesela ağaç dikmek ve “karbon kredisi” satın almak gibi. 

[16] Negatif Salım Teknolojileri (NST) atmosferdeki CO2’yi alıyor, jeomühendislikle (ki bu şu ana kadar IPCC tarafından desteklenmiyor) güneş radyasyonunun bir kısmını tekrar uzaya yolluyor. Yani nükleer enerjiye başvurmak bu aşamada “düşük-karbonlu teknoloji” oldu. 

[17] IPCC’nin 1,5°C raporuna göre Grönland buz tabakası için kritik eşik endüstriyel çağ öncesi seviyelere kıyasla 1,5 ila 2°C ısınma seviyesinde. 

[18] https://www.iea.org/reports/net-zero-by-2050

[19] Kimsenin dikkat etmediği bir diğer mesele şu ki sınır vergisi Küresel Güney’e Kuzey’de belirlenmiş karbon fiyatını dayatacak. Bu yüzden de BM’nin İklim Değişikliği Kongresi’nde güvence altına alınan farklılaştırılmış yükümlülük ve kabiliyetler ilkesini ihlal edecek. 

[20] Mesela, François Gemenne (Professör – Liège Üniversitesi and Sciences Po, söyleşi in Le Soir, 18 Temmuz 2021) ve Jean-Pascal van Ypersele (former vice-chairman of the IPCC, Professör -the Catholic University of Lou-vain, RTBF’de söyleşi):https://www.rtbf.be/info/societe/detail_ des-inondations-extremes-le-giec-les-annoncait-en-1990-rappelle-jean-pascal- van-ypersele?id=10804972) 

[21] IPCC’nin 1,5°C raporu. Net salımlar hesaplanırken ormanlar ve toprağın karbon emilimi artışından, ki bu da açıkça teşvik edilen bir şey, CO2 salımları çıkarılıyor. Küresel hedef %59. Kuzey ve Güney ülkelerinin farklı yükümlülüklerini göz önüne alırsak gelişmiş ülkelerin 2030 yılına kadar karbon salımlarını daha sert bir şekilde azaltmaları (AB için en az %65) ve “net sıfır salım”a da 2050’den epey önce ulaşılması gerekecek. 

[22] 22. Naomi Klein, This Changes Everything. Capitalism vs the Climate [Bu Her Şeyi Değiştirir: Kapitalizm ve İklim], A. Knopf, 2014.

Marksizm ve Halloween – China Mieville

Kostüm giymiş tek bir kişi bile yok. Daha baştan ofsayt sayıyorum bunu. Neyse, hepimiz Bolşevik kılığında geldik. Yoldaşlar, bu yıl 5 Mart’ta Venezuela başkanı Hugo Chavez öldü ve hepimizin bildiği üzere uluslararası sermayenin planına öncelik vermeyi reddederek yoksulluk rakamları, okur yazarlık oranı ve sağlık sorunlarını iyileştirmek gibi günahları sebebiyle burjuva medyası tarafından durmaksızın canavar ilan edildi ve özellikle Amerikan medyası ve küresel medyanın ahmak bürokratları tarafından “şeytan palyaço” ve “sinsi iblis” gibi yansıtıldı.

Canavarları Savunmak

Yıllar içinde pek çok toplantıda dile getirdiğim önerilerden biri de canavarların sosyalist bir savunusunu oluşturmaktı. Bu zeminde canavarlarla dayanışma halindeki bir sosyalist olarak, günün tayin edilmiş canavarlarına karşı durmak bir onur olacaktı ancak belli ki bu, eleştirileri önleyemedi ve bizler gibi enternasyonal sosyalist gelenekten kişiler ve başka pek çokları bu rejimin bazı noktalarına karşı eleştirilerimizi yönelttik.

Endişelenmeyin, konuyu Cadılar Bayramı’na getiriyorum, dayanın birazcık. Güvenin bana. Yükselmekte olan bürokratik tabaka, pazarlıklar ve dünyaca tanınmış türlü sayıda sevimsiz kişiyle yan yana gelinmesi gibi noktalarda endişelerimizi dile getirdik.

Ancak ben Chavez’le başka bir konudaki fikir ayrılığıma odaklanacağım. 29 Ekim 2005’te Hugo Chavez, anne babalara çocuklarını cadılar bayramında cadı ya da hortlak giysileri giydirmemeleri konusunda uyarıda bulundu. Bunun bir terör oyunu olduğunu, ailelerin çocuklarına cadı giysisi giydirdiğini ve bunun kültürlerine aykırı olduğunu, Amerika’nın ülkelerine aslında bir Gringo geleneğini yerleştirdiğini ve bunun terörizm olduğunu söyledi.

Tarihsel anlamda atılan yanlış adımları düşününce bunun Esad’ı desteklemek kadar fena olmadığına sizi temin edebilirim. Ancak yine de, bu hatanın tamamen önemsiz olmadığını da belirtmek istiyorum, bence Cadılar Bayramı iflah olmaz bir sosyalist için savunulmaya değer. İşte soru da bu: Cadılar Bayramı’nı solda yer alan biri olarak, solda yer alan diğer kişilerden nasıl korursunuz? Kesinlikle bunun sadece birazcık eğlence olduğunu söyleyip geçiştirmeyeceğiz, çünkü fenalıklar geçiren apolitik dostlarımızın sık sık belirttiği üzere biz sosyalistler, her zaman eğlencenin içine etmekte uzmanlaşmış kişileriz.

“Ne demek Avatar ırkçı bir film ya? Lütfen bir kez olsun her şeyi mahvetmez misin?” …ve yapamayız, yoldaşlarım, mahvetmeden duramayız. Şayet Cadılar Bayramı’nın mahvolması gerekiyorsa, mahvola. Şanslıyız ki mahvolmayı hak etmiyor. Peki nasıl savunacağız? Hayatın ritmindeki sorunlara yönelerek. Takvimlerin Marksist teorisi hakkında konuşabiliriz mesela. Tarihi çok tartışmalı ve belirsiz olsa da Cadılar Bayramı’nın kökeninde bir veçhesiyle hasat festivallerinin olduğunu net bir biçimde biliyoruz.

Bazıları pek de hoş olmayan birçok şeyin yanında, Hasat Festivallerinin, çoğunlukla kırsal elitin rızası dışında gerçekleştirilen, tarımsal hayatın angaryasında bir tür mola, toplumsal rahatlama ve oyun için kutsanmış bir alan olduğunu söyleyebiliriz.

Dolayısıyla eğlence de içeren bir tür sosyal destek ağı ve sosyal devletin bir çeşit yetersiz, dolayımlı, üzerinde mücadele edilen bir tarihsel öncüsü olduğunu; bu yüzden de bir düzeyde neredeyse savunulmaya değer olduklarını söyleyebiliriz. Bunu da yerim ama bence daya iyisini yapabiliriz.

Buraya pagan mirasımızı kutlamamız gerektiğini söylemeye gelmedim, istiyorsanız yapın tabii ama mevzu bu değil, daha iyisini yapabiliriz. Bence daha iyisi, en başında da Chavez’le ilgili belirttiğim üzere canavarlaştırılan kişilerden bahsetmek olur, elitlerin dışladığı ve canavar ilan ettiği, şeytan diye iftira ve çamur attığı kişilerden bahsetmek. Her zaman olmasa da canavar haline getirilmiş olanlarla dayanışma çağrısı en azından sıklıkla dikkatimizi çeken bir mevzudur, tarih boyunca görebilirsiniz bunu. Chavez’in cadı kılığına giren insanlarla ilgili endişeleri vardı. Yine çok dolayımlı bir şekilde düşünüp bunun yüzyıllardır cinsiyet düşmanlığıyla cadı mahkemelerinde yargılanıp iftiraya uğrayarak işkenceyle öldürülen kadınlarla bir yoldaşlık, bir değerlendirme olduğunu söyleyebilirsiniz. Bu tek bir örnek ve de yararımıza tabii. Ne yazık ki o kadınların değil, çünkü onlar için artık çok geç, fakat hiç yoktan iyidir. Tamam, bunu kabul ederim. Canavarlarla yan yana durunca edebiyat ve tarih boyunca canavarlaştırılmış figürlerle de yan yana duruyoruz. Çünkü Beowulf’da Hrothgar’ın salonundan kovulan Grendel’dan başlayarak tarih boyunca tüm dışlanmışlar, iktidardan şüphe duyanlarımızın sempatisini kazanmıştır. Kara Gölün Canavarı’nın tarafını tutmuş insanlarız biz.

Kapitalist bir Bayram mı?

Bu daha iyi. Ama bende daha da iyisi var. Çok tuhaf, çok ilginç: Cadılar Bayramı çok acayip biçimde sağın en sevdiği oyun alanı oldu. O yüzden size CNN’in iş dünyası muhabiri Christine Romans’ın 2009 Cadılar Bayramı’nda söylediği cümleleri okuyacağım. “Bu bayramların en kapitalisti. En az çabayla en fazla malı götürmeye dayalı. Bir web sitesi en iyi beş şehirdeki muhitleri sıralamış. Muhitin ne kadar zengin olduğu, araba kullanmaya müsaitliği, suç oranları var. Yani çocuklarınıza en az eforla en fazla şekeri toplamayı öğretebiliyorsunuz. Bayıldım buna! Çocuklarınıza Cadılar Bayramı üzerinden ekonomi dersi verebileceğinizi düşünmüş müydünüz hiç? Nasıl elde edeceklerini ilk kez böyle öğreniyorlar değil mi? Tam Amerikan tarzı.” Ama bu hikâyenin mutlu sonu yok. “Annem tüm şekerlerime el koydu, çocuklar için eşit olarak böldü ve bize geri verdi ve ben de ‘al sana sosyalizm’ dedim!”

Tek kelimesini uydurmadım, bilginiz olsun. İşin tuhafı Cadılar Bayramı’na olan bu sıradışı bakış açısı acayip yaygın. Google’da bu mesajı veren çizgi filmler, web siteleri var. Tiksinç cumhuriyetçi ergen şarlatanı Steven Crowder, bir gizli kamera şakası yaptı. Kendi deyimiyle çocukların şekerlerini alıp “yeniden pay ederek” sinirli suratlarını kameraya aldı ve şaşkın bir 10 yaşındaki çocuğun yaşadığı şeker kriziyle, insanlığın temelinde ahlaksız kabadayı bir eğlence girişimcisi olduğunu kanıtladı. Bu çok yaygın bir durum. Bu temelden hareketle… En sıradışı örneklerden biri de Venezuela’da yaşandı. Chavez sadece cadılardan endişe ettiği için demedi o lafı. Birkaç gün öncesinde Caracas civarına, üzerlerinde Chavez karşıtı sloganlar bulunan bir düzine balkabağı feneri ve kâğıt iskeletlerle bomba görünümlü küçük tüpler bırakılmıştı. Bu, sağ cenahın “Cadılar Bayramı bizim oyun alanımız” deme şeklinin daha güçlü bir örneği.

Ben sağ kanadın mümkün olan her alanda eğlenmesi ve zevk almasını reddeden bir kampanyanın taraftarı olarak ilerliyorum. Bu sebeple Cadılar Bayramı’nı onlardan almak istiyorum. Cadılar Bayramı’nı sol cenahtan savunmamın bir sebebi de sağa yönelik duyduğum sınıfsal tiksinti. Bu iyi, bu iyi bir şey. Ama bence hâlâ fazlası var. Buradaki bahis şu: Cadılar Bayramı festivalinin derindeki tematik yapısında, onun bizim olduğu konusunda ısrar edip kutlamamız gereken bir yönü var. Bunu idrak eder ve karşı çıkarak geri almak istersek, o zaman Cadılar Bayramı’nı kutlamanın politik olarak hem doğru hem de yanlış bir yolu olduğunu söylememiz gerekir. O yüzden de yetersiz sınıf politikalarınız sebebiyle Cadılar Bayramı’nı yanlış kutlayanlarınızı eğiteceğim.

Bu sebeple Chavez’in eleştirisinin tam olarak ne olduğuna üç yönden dikkatlice bakalım. 1. Örflerimize aykırı ve yerleştirilmiş bir Gringo (Amerikan) festivali. 2. Cadılarla ilgili ki bu cadılar, hortlaklar ve canavarlarla dolu gerçek dışı bir fantezi. 3. Ve de terörle ilintili ki kendisi terör oyunuyla başlayıp terörizmle devam ediyor.

Bunlardan ilki, yani Yanki kültürü emperyalizmi olduğu gayet mantıklı bir kaygı. Biliyorsunuz Amerikan kültür endüstrisi kültür emperyalizminde uzmanlaşmış durumda. Ancak bir enternasyonalist olarak kültürün sınır ötesinde yayılması konusunda benim başlangıç noktam, bunun kendi başına bir sorun olmadığıdır. Sorun, hangi kültürün nasıl, ne amaçla, kime ve kim tarafından hangi şartlarda yayıldığıdır. Bu sebeple ahlaksız oyuncak firmaları ve “Pez” şekerlemeleri yoluyla Cadılar Bayramı’na maruz kalmanın kültürel bir problem olduğunu meşru biçimde öne sürebilirsiniz. Ancak Cadılar Bayramı bu yüzden kendi başına suçlanamaz ve suçlanmamalıdır çünkü doğru yapıldığında Venezuelalı yoldaşlarımız da bizler gibi onu mutlulukla kucaklamalıdır. Sahte küçük bombalar şeklinde değil tabii, o, çizginin dışında.

Gotik Marksizm

İkinci eleştirisine, gerçek dışı, fantastik olanla ilgili soruya, çocukların cadı ve hortlaklar olarak giydirilmesi meselesine gelelim. Belli ki bunu lafın gelişi söylüyor ama bu aslında soldaki bir kaygı durumu ki bunun bir geçmişi var. Solda gerçek dışına olan düşkünlüğe yönelik kaygının bir geçmişi var. O yüzden Cadılar Bayramı’nı savunup sahiplenmek isteyen biri ilk olarak bariz biçimde hayal ürünü olan şeylerin Marksist savunusunu da yapmak mecburiyetindedir. İkinci mecbur olduğu şey de korkunç olanın Marksist savunusudur. Bariz hayal ürünü olana dönersek, bir yanım bunu cidden hâlâ yapmaya mecbur muyuz diye soruyor. Bunca zaman sonra bile. Bu, solun çok eski bir tartışmasıdır. En meşhuru büyük ihtimalle Lukacs’ın realist olmayan, mimetik olmayan sanat, kurgu vs. büyük saldırısıdır. Bu tartışmanın başka öncülleri de var. Lenin’in dul eşi ve Sovyetler Birliği’nin erken dönemi yayıncılık ile yayın kültüründe güçlü bir figür olan Nadezhda Krupskaya, 1928’de Korney Chukovsky’nin çok ünlü bir Rus çocuk kitabı olan Timsah’a saldırdı. Burjuva kurbağanın hayvan ve bitkilerle ilgili bilgileri çarpıttığını iddia etmiş ve bunu, timsahların iki ayak üstünde yürüyüp sigara içmedikleri gerçeğine dayandırmıştı. Ki bu doğru. Yani Krupskaya burada sadece bir örnek ve bu münferit bir vaka değil, o dönemde bu durum Rus kritiğinde bir akıma dönüşmüştü. Fantastik figürlerle ilgili büyük bir endişe vardı ve bence bugün de fantastik öğelere karşı bu züppe tavrı hâlâ görebiliyoruz. Aynı yıl yine bu seçkin eleştirmen zümresi tarafından “peri masallarına karşıyız” anlayışıyla bir başka kitap daha yerilmişti.

Bu yaklaşıma karşı çıkan çok fazla şey söylemeyeceğim, zaten buradaki çoğu kişinin bu anlayışta olduğunu tahmin ediyorum ki ben de kesinlikle öyleyim. Ben Marksizmin daha çok sürrealizm ve diğer fantastik akımlar etrafında alternatif geleneğiyle ilgileniyorum. Buna bazen Gotik Marksizm de deniyor ki burada diğer Marksist akımların sıkıcı gerçekçiliğine karşı pozisyon alan Gotik Marksizm’e hızlıca iki tanımlama getirmek istiyorum. Bir tanesi Margaret Cohen’in Walter Benjamin hakkındaki harikulade kitabı Küflü Aydınlanma’dan geliyor. Kitapta Gotik Marksizme yönelik uzunca bir tanımı var: İlkin bir kültürün hayalet ve fanteziler alemini, defedilmesi geren bir seraptan ziyade, önemli ve zengin bir toplumsal üretim alanı olarak değerlendirmesiyle başlıyor. İkinci olarak bir kültürün tuhaf ve marjinal uygulamaları kadar önemsiz detayları ve geride bıraktığı kalıntılarını da değerlendiriyor. Bundan daha tartışmalı başka bir sürü tanımlaması daha var. Ben çoğunu destekliyorum fakat bu konuşmanın amacına uygun olarak dibine vurmayıp yumuşak türden bir Gotik Marksist olacağım. Michael Löwy, sürrealizmin papası André Breton’dan bahsederken, “Onunkine Gotik Marksizm, olağanüstüye, isyanın karanlık anına, aydınlanmaya duyarlı, devrimci eylemin gökyüzünü yıldırım gibi aydınlatan tarihsel bir materyalizm denebilir” diyordu. Marksist teorinin Rimbaud, Lautréamont ve İngiliz gotik edebiyatından ilham alan ve burjuva düzeniyle savaşın hayati önemini bir an bile unutmayan bir okuması. Bunun sağduyunun aksine bir model olduğunu da kabul ederek savunuyordu ve ben de aynı fikirdeyim. Yani bu sadece klasik anlamıyla sömürüye değil, aynı zamanda soğuk, soyut bir mantıksallığa da karşı duran türden bir Marksizm. İşin sırrı bunu nostaljiye kapılmadan -William Morris- gerçekleştirmekte. Yahut gereksiz coşkulu bir irrasyonalizme de kapılıp şizofrenik analizleri laf olsun diye yüceltmemek gerek. Bu, rasyonaliteye bir karşı duruş değil, rasyonalitenin kapitalizm altında dayatılan versiyonuna karşı bir duruş. Bana göre yavan tarzdaki Marksizm, aslında rasyonalitenin olduğu şeyi değil; ne olduğuna dair bir propaganda modelini satın aldı o yüzden Gotik Marksizm’e kıyasla yeterince Marksist değil.

Korkuyu Savunabilir miyiz?

Bu, muhtemelen beni canavarlar hakkında konuşurken-ki çok konuşurum- duymuş olanlarınıza uyumlu gelecektir. Gotik Marksizm geleneğinden geldiğimi belirtmek dışında daha fazla bahsetmeyeceğim bundan. Ancak bu, Chavez’in diğer kategorisini dışarıda bırakıyor ki daha zor bir konudur, korku meselesi yani. İnsanlık ve korku. Korkuyu savunabilir miyiz? Korkuyla ilgili alıntıların en ünlülerinden biri çok kıymetli bir korku yazarı olan H.P. Lovecraft’tan geliyor. Korku yazarı, ırkçı ve çürük yumurta olan H.P. Lovecraft “İnsanlığın en eski ve en güçlü duygusu korkudur. En eski ve en güçlü korku ise bilinmeyene duyulan korkudur.” demiş. Kendisi bunu cömert bir şekilde bir tür nihilizmle, bir tür nihilist anti-hümanizmle bağdaştırmıştır ki bunun bir parçası olmak istemem. Ama bence bu, buna çok fazla ciddiye almak demek oluyor. Bence o sloganla asıl demeye çalıştığı şey “Woooooh!”.  Kurgusallıktan uzak durmaya çalışıyor ama temelde yaptığı şey bir çeşit pandomim gösterisi ve amacı da tüylerinizi ürpertmek. Ancak paradoksal olarak ve dolayımlı biçimde bence insanlığın en eski ve en güçlü duygusunun korku olmasında kurtarılabilecek bir nokta var. En eski ve en güçlü duygu olduğunu düşünmek çok mantıklı değil ancak insan olmanın en temel duygularından birisi bence ve bunu anlayabilmek için sadece materyalizmin değil, aynı zamanda Gotik materyalist Marksizm’in de eşsiz kaynaklarına ihtiyacımız var.

Marksist gelenekte bilincin gelişmesinde alet kullanımının esas olduğuna yönelik çok geniş bir yazılı kaynak mevcuttur. Bilinçlilik haline, insanın bildiğimiz üzere farkında ve düşünen şekline dönüşümünde aletlerin çok temel bir önemi vardır. Marksist gelenekte muhtemelen en güçlü öğelerden biri Engels’in maymundan insana geçişte işgücünün oynadığı rolün anlatıldığı eseridir. Muazzam ve de nüanslı bir eserdir ve fiziksel vücut şekli, aletler, iletişim ve seziler arasında çok doğru bir etkileşim ve geribildirim içeren gerçekten hayranlık uyandırıcı bir model ortaya koyar. Sıradışı ve çok ilginç bir eserdir. Ancak işin temelinde “aletler bilincin anahtarıdır” anlayışı elbette ki birden çok sebep yüzünden yeterli değil ve biliyoruz ki doğada alet kullanan birçok hayvan var. En bilinenleri büyük goriller, bitki köklerini batırıp karıncaları yakalıyorlar. Kargalar ve zeki kuşların çoğu da alet kullanıyorlar.

Ahtapotlar Gramsci Okur mu?

Söylemek istediğim şey şu: “bilinçlilikte alet kullanımı esastır” anlayışında neyi ne amaçla yaptığımızın nüansını belirtmemiz gerekir, ki şaşırtıcı biçimde tartışmalarda hiç yer almıyor. Alet kullanımına yönelik tartışmaların çoğunda aletler bizzat soyut bir kategoriye dönüşüveriyor. Bunu izah etmek için tartışmalı bir mesele olan ahtapot bilinci konusuna dalacağım. 2009 yılında Current Biology dergisinde bir makale yayınlandı, internette okuyabilirsiniz. Finn, Norman ve Tregenza isimli üç biyoloğun “Hindistan Cevizi Taşıyan Ahtapotta Savunma Aracı Kullanımı” adlı yazısı. Ahtapot, sofistike alet kullanırken kayıt altına alınan ilk omurgasız ve sanıyorum şu ana dek tek örnek. Dalış yaptıklarında bu özel sığ su ahtapotlarının yarım hindistan cevizi kabuklarını taşıyarak etrafta salındıklarını ve balıkların saldırısına uğradıklarında onları kalkan gibi kullandıklarını görmüşler. Youtube’da var bu, google’da “ahtapot, hindistan cevizi” filan diye aratın. Önümüzdeki saat içinde Google istatistiklerinde bir sıçrama görmezsem hiç etki gücüm yok demektir.

Makaleden okuyorum: “Yumuşak tortu bölgelerde hindistan cevizi kabuğu taşıyarak dolaşan ahtapotlar, onları sadece ihtiyaç olduğunda kalkan gibi kullanmaktalar. Taşıma sırasında kabuklar herhangi bir koruma sağlamamakta ve taşıyıcının cambaz gibi tuhaf ve kambur biçimde hareket etmesini gerektirmektedir.” Açıp bakarsanız bu güzel bir tanımlama. Yani demek istedikleri eğer ahtapotsanız o kabukları taşımak tam bir işkence. Bu makaleyle ilgili en ilginç şeylerden biri de bence yazarların bunun ne kadar önemli ve radikal olduğunun farkında olmamaları. Onlara bir e-mail atıp “bu bomba yahu” dedim ve hiçbiri dönüş yapmadı. Deli filan sandılar beni herhalde. Makalede yaptıkları iki çelişkili açıklama var. Tam çelişkili değil ama kesin ifadeler: kabuğun gelecekte kullanma amaçlı taşındığını söylüyorlar, hayır öyle değil. Söyledikleri diğer şey ki bu daha doğru, gelecekteki muhtemel kullanımının kabuğun tek faydası olduğu. Bildiğim kadarıyla hayvanlar aleminde insanlar dışında -yanlışsam düzeltin beni- bir aleti hiç kullanmamayı umut ederek yanında taşıyan tek canlı bu ahtapotlar. Bomba [haber] bu. Karınca yakalamaktan çok farklı bu. Çünkü orada temel olarak, çeşitli hayvanların beklenen bir sonuç uğruna bir aleti ellerine almaları söz konusu. Geleceği biliyorlar ve eğer bir şey ters giderse sopayı atıp tekrar düşünmek zorunda kalıyorlar. Çok çizgisel bir tarih modeli. Ahtapotun yaptığı ise, Gramsci’den alıntılıyorum: “Olasılık gerçeklik değildir fakat kendi içinde bir gerçekliktir.” Çok belli ki ahtapotlar Gramsci okuyorlar. Bilinçlilik, aletler yardımıyla geleceğe adapte olmaktan değil, olasılığa, değişken, kesinleşmemiş geleceklere adapta olmaktan geçmektedir. Bu örnekte bunu çok çarpıcı biçimde ortaya koyan ise alettir; canlının kullanmak zorunda kalmamayı umduğu alet ve gelmeyeceği umut edilen gelecek. Fakat kendinizi psikolojide korkulan sonuç denilen şeye karşı hazırlarsınız. Obsesif-kompülsif davranış bozukluğu tedavisi ve tartışmalarında korkulan sonuç kavramı sıklıkla kullanılır ve bilinçlilik durumu için bana göre olmazsa olmazdır. Çünkü aletler, sofistike bir beyin ve alternatif geleceklere, olasılığa yönelik duyu arasında bir bağ görevi görür. Bilinçliliğin ortaya çıkışı, alet kullanımı ve kaygı aracılığıyla geleceğe adapte olmayla gerçekleşmektedir. Yani korku, duyguların en eski ve en güçlüsü değildir. Bence korku muhtemeldir ki bilinçlilik için olmazsa olmazdır, bu yüzden ona saygı duymalıyız.

Şimdiye kadar modernitenin lezzetli Marksist teorisinin merkezinde fantastik öğelerin yer aldığına yönelik bir argüman oluşturduk. Marksist kategorilerin de korku ve bilince yönelik teorilerin merkezinde olduğu argümanını savunduk. Böylece insan bilincinin tarihsel inşasının da haritasını çıkardık. Muhtemelen kafadanbacaklılardan öğrenilebilecek daha çok şey vardır.

İki sonuç çıkardık: Marsizme göre fantezi, moderniteyi anlamak için merkezi bir kategoridir. Marksizm de korkudan ziyade, dehşet\endişeyi anlamak için merkezidir, çünkü dehşet\endişe somutlaşmamış bir şeye, tanımsal olarak bilinmeyen bir şeye karşı hissedilir.

Zırhı Çatlamış bir Materyalist

Bu iki unsuru belirgin Marksist bir yaklaşımla modern rasyonalite ile politik ve kültürel ajansa bağlayan geniş ve birleşik kabul görmüş bir teorimiz olsa harika olurdu. Harika olmaz mıydı? Var böyle bir teorimiz ve çok da beklenmedik bir yerde var. 1936 yılında ünlü fakat gözardı edilmiş, oldukça zeki fakat yanlış tanıtılmış Marksist edebiyat eleştirmen, şair ve bilge Christopher Caudwell İspanya’ya gitti. Kendisi “Yanılsama ve Gerçeklik”, “Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler” kitaplarının da yazarıdır. Cumhuriyetçilerle birlikte savaşmak üzere İspanya’ya gitti, canını ortaya koydu. Makineli tüfek başındayken trajik biçimde öldürüldüğünde henüz 30 yaşındaydı ve gelecek yıllarda Sosyalist Hareketi olağanüstü çalışmalarından mahrum bıraktı. 1936’da oldu bu. Aynı yıl Londra’da Thomas Nelson isimli tamamen anaakım bir yayıncı, Christopher St. John Sprigg isminde birinin yazdığı “Tekinsiz Öyküler” adlı hayalet hikayeleri derlemesini piyasaya sürdü. Bu ikisinin aynı anda olmuş olması önemli. Çünkü Christopher Caudwell, Christopher St. John Sprigg idi. Bu Marksist militan, şair, kuramcının hayatında yayınladığı son kitap hayalet hikayeleri derlemesi oldu. Hayalet hikayelerinden, “ürkünç öykülerden” hoşlanan genel okuyucu kitlesine yönelik tamamen anaakım bir koleksiyonu piyasaya sürdü. Öyküleri topladı, derledi ve herhangi bir kitapçının anaakım rafına gizlice bıraksanız kimsenin “Bolşevik propagandası bu!” demeyeceği kısacık bir de önsöz yazdı.

Kitabın başlangıcını ürkünç gözlemlerle yapıyor. Söylediği şeylerden biri tekinsiz öykülerin modern bir fenomen olduğu. Akılcı bir çağda tekinsiz öykülerin gelişiminin gerçek sebebini araştırıyor. Modası geçmiş tabirler kullanıyor, kusuruna bakmayın ama bence önemli olan demeye çalıştığı şey. Alıntılıyorum: “doğaüstü olaylar ve mucizevi müdahalelere tam da modern zamanlarda büyük şüpheyle yaklaşılırken tekinsiz öykülerin modern bir gelişme olması başta mantıksız gelebilir ama aslında biri diğerini sebep ve sonuç gibi takip etmektedir.” Araları atlıyorum: “ilkel toplumlar gibi vampirlere, hayaletlere ve kurt adamlara yürekten inandığınızda kapı komşunuz kadar gerçek olurlar. Hayalet öyküsü yazarı mantıklı biri olmalıdır.” Hayalet öykülerinin işleyişi sebebiyle kapı komşunuz olmamalarından ötürü önceki paragrafın aksine tabii. “Hayalet öyküsü yazarı mantıklı biri olmalıdır. Aksi halde imkansızın akınıyla dehşet verici biçimde parçalanan aslolanın iskeletini oluşturamaz. Fazla saflık, okurlarını en başından şüpheci kılar ve yazarın, ön madencilik yapıp okurların mantıklı olana duydukları güveni yok etmenin önemini azımsamasına yol açar ki yazarın elini göstermeden önce bunu yapmış olması gerekir. Adet gereği materyalist olması gerekse de zırhında çatlaklar bulunmalıdır. Basit inançtan ve dürüst şüpheden tamamen yoksun olmalıdır. Diğer bir deyişle tipik bir modern yazar olmalıdır.” Bence bu olağanüstü bir pasaj ve modern yazarın, insanın ve materyalistlerin modeli, bir materyalist ve hayalet hikayelerini seven bir Marksist militan tarafından yazılmış. Zırhında çatlaklar olan bir materyalist olmalısınız. Zırhtaki çatlaklar bu modelde tedavi edilmesi gereken bir hastalık, iyileştirilmesi gereken bir vaka değil, modern rasyonalitenin kurucu unsurlarındandır. Onların ötesindeyse haşmet\huşu ve dehşet vardır. Somut bir gerçekliğe duyulandan değil, bilinmeyenden duyulan dehşet vardır. Bu noktada ahtapotun ötesine geçiyoruz çünkü “mantıklı ve bilimsel” olanı anladıkça, kaçınılmaz olarak reddedilen dehşetengiz şey daha da soyut ve bilinmez, dolayısıyla doğaüstü bir hale geliyor. Ahtapotlar bilinç durumuna doğru son atılımlarını, hayal ürünü canavarlara karşı hindistan cevizi kabukları taşıdıkları zaman gerçekleştirecekler. İnsanlığın temel olarak dehşete bulanmış mantıksallığını sadece bu gotik Marksist kategoriler yardımıyla anlayabiliriz.

Marksist olmasa da Marksistler tarafından haklı olarak sıklıkla kullanılan diğer bir ünlü model de Goya’nın Caprichos’da yazdığı modeldir: “Aklın uykusu canavarlar üretir” der. Bu zekice gözlem öncekiyle çelişkili değil, bence onu güçlendirip keskinleştiriyor. Canavarları daha da yakına getiriyor. Artık canavarları doğuran aklın uykuya dalması değil, canavarla uyusak da uyumasak da zırhımızın dışında. Bizi tipik olarak modern insan yapan temel şeylerden olduklarından kovuşturulamazlar. Bu durumda hayaletlerin ve canavarların anahtar rolleri var. Bu gerçek, canavarlara adanmış ve oyun oynamaya yönelik olan Cadılar Bayramı festivaline dönüşmüştür. Onu yansıtıp oyun oynayabilmemiz, gerçekten korkup bunu oyuna dönüştürmemiz burada anahtardır bence. Burada bir çelişki yok. Çocuklar oyun oynarken kendilerini korkuturlar da. Bu yüzden çocuk kültüründen korkunç olanı çekip çıkarmaya çalışmak bir hatadır. Çocuklar korkutulmayı severler. En azından bazıları. Bu sebeple canavarlara adanmış Cadılar Bayramı ve korkunçluğun oyuna dönüştürülmesi dehşete bulanmış insanların bir kutlamasıdır ve biz Marksistlerin bunu anlaması gerekmektedir.

“O Frankenstein Kostümünü Giyeceksin!”

Fakat bu, Marksistler olarak, kültürel anlamda Cadılar Bayramı’nı doğru kutladığımız anlamına da gelmiyor. Pek çok yönden yanlış kutluyoruz. Yanlış yaptığımız en bariz nokta kostümler. Sosyal farkındalığı olan herkes, kadınların ve özellikle genç kızların Cadılar Bayramı kostümlerinin pornografikleşmesi skandalından haberdardır. Daha organize biri olsaydım size şimdi çeşitli slaytlar gösterirdim ama zaten gördünüz hepiniz. Seksi cadı, seksi vampir, seksi şu, seksi bu, biliyorsunuz hepiniz. Çok bariz ve açık biçimde cinsiyete dönük bir durum var, cinsiyetçilik ayan beyan ortada. Herkesin görebileceği kadar bariz. Kadın bedeni ve kadın cinselliğinin şirketlerin buyruğunda metalaştırılması amacıyla Cadılar Bayramı alıkonulmuş durumda. Bu çok yanlış ve toplumun Cadılar Bayramında yaptığı pek çok yanlıştan sadece biri. Bu çok önemli tabii, küçümsemiyorum ama çok da bariz. Bizi bırakın, liberallerin de çoğu bunun zaten farkında. Tartışması dönüp duruyor. Ben, Amerikalı değilseniz gelip de ilk kez Amerika’da Cadılar Bayramını kutlama deneyiminizden bahsetmek istiyorum. Çünkü Amerikan Cadılar Bayramı’nda kendine has yamukluklar var. Kostüm giyip “oyun ya da şeker” oynayan çocukları gördüğümü hatırlıyorum. Küçük bir oğlan kovboy olmuş, küçük bir kız hemşire kostümü giymiş ki cinsiyet ekseninden bahsetmiyorum şu an. Superman kostümü giyen var… Onlara baktım ve… Zombi kovboy hadi neyse. Vampir hemşire… “Kıyametin Süpermeni” olabilir belki. Cadılar Bayramı’nda doğaüstü kostümlerin olmamasının konudan ne kadar sapmak olduğunu anladığınızı sanmıyorum. Doğruca söyleyeceğim, hanginiz çocuklarınızın böyle giyinmesine müsaade ediyorsanız saydığım onca sebepten ötürü sınıf hainlerisiniz. Bu, çok banal bir şekilde Cadılar Bayramı’nın oyunvari doğasının tümden ve kaçınılmaz metalaşmasına bir teslimiyet anlamına gelmekte. Büyük, aptal kostümlerin esiri olmuşsunuz ve bu çok gücüme gidiyor. Çünkü bu korkunç olanın evcilleştirilmesi demek. İnsan bilincinin temelinde korkunun yer aldığını söyleyen model bunun tarif veya zaptedilemeyen bir şey olduğunu söylüyordu. Bu yüzden slasher filmlerinin doğaüstü ve hayalet öyküleri gibi korku türünde sayılmaları bir kategori hatası. Bu yüzden bu eğilim, pis sırıtışlı, boş, sadistik işkence pornosu filmleriyle telos’una ulaşıyor. İşte çocuklarınıza doğaüstü olmayan kostümler giydirdiğinizde bunu yapıyorsunuz. Bu suça ortak oluyorsunuz. Bu, insanlık ve canavarlıktaki korkunun, hegemonik evcilleştirilmesine yol açan kaygan bir zemin ve sosyalistler olarak buna bir son vermeye çağırıyorum. Eğer çocuğunuz Cadılar Bayramı’nda doğaüstü olmayan bir şeyler giymek istiyorsa da üzgünüm, bazen politik olarak doğru olanı yapmak mecburiyetindeyiz. ‘O Frankenstein kostümünü giyeceksin o kadar! Başka laf istemiyorum!’

Dehşet için Sosyalistler!

Artık sadede geliyorum, neredeyse bitiyor. Sürem de… harika. Bahsetmek istediğim birkaç şey daha var. Sorular ve tartışmalar için bolca vaktimiz olacak. Bu konuşma milyonlarca farklı şekilde gidebilirdi, çok farklı noktalara gittiği için memnunum. Kamuflaj ve kılık değiştirme tartışmasında konuşmacı ve dinleyici olmaktan ötürü memnunum. Mesela İngiltere’de bizler, tarihsel olumsallık sonucu hem Cadılar bayramı hem de Guy Fawkes günü kutluyoruz. Guy Fawkes politik olarak bir hayli karışık ve tartışmalı bir festival. Ülke çapında türlü türlü reaksiyoner tepkiye de yol açabiliyor ama şimdi Guy Fawkes maskeleri anonymous’ın ve kitlesel hareketlerin bir parçası oldu. Cadılar Bayramı’na bu açılardan da bakabiliriz. Cadılar Bayramı’nın tarihine kurban festivali olarak bakabiliriz. Kurban bazı tarihsel öykülerde yükselen bir öneme sahip. Nekro-politik üzerine konuşabiliriz. Ölülerle ilişkimiz üzerine çok ilginç birtakım felsefeler ve solda yansımaları var. Ölülere adanmış bir festival olarak Cadılar Bayramı’nın nekro-politiği üzerine konuşabiliriz. Seve seve konuşurum. En sevdiğim canavar filmlerini de sıralayabilirim, nereye isterseniz konuyu oraya çekeriz. Şimdi bahsetmeyeceğim anahtar bir konu var, umarım konuşmam bitince tartışırız. Hepsine müsaade etsek bile, peki ya sosyalizm altında Cadılar Bayramı? Komünizmin çöküşü altında Cadılar Bayramı’ndan ne haber? Devrimden sonra korkuya ne olur? Ki bu konuda düşüncelerim var. Sosyalistlerin konuşma sonunda bir çağrıda bulunması âdettendir. Sanıyorum benim çağrım canavar kostümleri. Demek istediğim, korku ve oyun arasındaki salınıma yönelik çok güzel bir model var ve ona ulaşmalıyız. Ünlü solcu şair Carl Sandburg’ün şiirinde yer alıyor. “Sarı Tema”nın son dizeleri:

Ekim’in son günü,

Gün batınca,

el ele tutuşur çocuklar,

Döner etrafımda.

Söyler hayalet şarkıları,

Aşk şarkıları hasat ayı’na.

Oyma-kabak-fenerim,

Dişlerim berbat,

Biliyor çocuklar,

Kandırmaktayım.

Şaka yapmıyor, soytarılık yapıyor. Soytarının tarihteki rolünü biliyoruz. Gerçekleri oyunlar aracılığıyla açığa çıkarır. Yani balkabağı feneri korkutsa da soytarılık yapar. Sonuç olarak sanıyorum çağrım şu: “dehşet için sosyalistler” akımında bana katılın. Pekâlâ, teşekkürler.

Çeviri: Can Güler

[1] Kendi tanımıyla “tuhaf kurgu” yazarı ve Marksist bir araştırmacı olan China Mieville’in bu metni Socialism 2013 konferansında yaptığı bir konuşmanın Can Güler tarafından Türkçeleştirilmiş ve yazıya aktarılmış, Kıvanç Yiğit Mısırlı tarafından redaksiyonu yapılmış halidir. Mieville’in fantezi ve bilimkurgu alanındaki eserlerinin çoğu Yordam yayınları tarafından yayınlanmış, Ekim devrimine ilişkin kitabı ise Ayrıntı yayınlarından çıkmıştır. Ayrıca Mark Bould ile birlikte derlediği Kızıl Dünyalar. Marksizm ve Bilimkurgu isimli çalışması Doruk yayınlarından çıkmıştır (İstanbul, 2013). Konuşmanın aslına şuradan ulaşılabilir https://www.youtube.com/watch?v=paCqiY1jwqc Ara başlıklar bizim tarafımızdan eklenmiştir.

İnşa ve Müdahale: Sosyalist Strateji Tartışması için Notlar – Uraz Aydın-Önder Akgül

Sosyalist hareket bünyesinde birlik meselesi konjonktürel olmayıp tarihsel bir niteliğe sahip olmakla birlikte kimi dönemler bu türden girişimlerin gerçekleşmesi diyemesek de en azından tartışılması için daha elverişli olur. Bu dönemleri belirleyen ise elbette ki öncelikle nesnel gelişmelerdir fakat böylesi bir tartışma iradesinin doğması herhalde kolektif öznel ihtiyaçlardan da kaynaklanır. Bir müddettir hem kimi sosyalist partilerden yapılan çağrılardan, hem farklı çevreler arasındaki yan yana gelişlerden hem de son birkaç haftadır çeşitli bireysel imzalı yazılardan[1] hareketle sosyalist hareketin farklı kesimlerinde bir arayışın söz konusu olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Farklı tarihsel-siyasal referanslarla ifade edilmekle birlikte tartışma iç içe geçen biçimde iki eksen üzerinde yürüyor: sosyalist strateji ve siyasal özne. Uluslararası işçi hareketinin zaten bu iki konuya değinmediği, farklı gündelik ve programatik meselelere bu iki konudan azade yaklaştığı bir tartışması oldu mu ki diye sormak elbette mümkündür. Tarihsel olarak da bu doğrudur ama hem arayışın hem tartışmanın kolektifleştiği, başkalarınca da paylaşıldığı ve dolayısıyla reel bir etkileşimin meydana gelme ihtimalinin mevcut olduğu bu heyecan verici durumların değerini bilmek lazım. 

Bu çerçevede daha kapsamlı, sistematik ve kolektif bir değerlendirmeye giden yolda mevcut tartışmalar ekseninde birkaç noktayı vurgulamak anlamlı olabilir.

Tartışmanın Ekseni

Öncelikle bu “tartışmayı neden bu günlerde yapıyoruz” sorusuna verilecek yanıtlar tartışmanın bir unsuru olabilir. Nesnel faktörler arasında ufukta yaklaşan bir seçim varken, artık birbirinden ayırt edilemeyecek şekilde Türkiye kapitalizminin iktisadi krizinin ve rejimin siyasi buhranının derinleşmesi, bununla birlikte  Sarayın ‘’aşağıdakiler’’ nezdindeki hegemonik gücünün ve krizi(ni) aşabilme kapasitesinin hızla erozyona uğraması; ve buna karşı düzen için muhalefet partilerinin, Türkiye burjuvazisinin bazı kesimlerinin açık ya da dolaylı desteğini de arkasına (ya da önüne) alarak birleşik duruşunu sayabiliriz. Yani bir iktidar değişimi ihtimalinin -ki buna karşı Saraydan gelebilecek muhtemel dirençleri de yok saymadan- , hele de emekçiler, Kürt halkı, kadınlar, sosyalistler, muhalifler ve de ekoloji açısından ağır bedellerle yaşanan yılların ardından ufukta görünüyor olması hiç şüphesiz sosyalist strateji ve siyasal özne tartışmasının gündeme gelmesinde belirleyici bir etken. Elbette TÜSİAD’ın açıklaması sonrası sermaye sınıfının farklı fraksiyonları arasındaki “iç savaş”a dair değerlendirmeler de bu tartışmayı besledi. İktidar değişiminin bir çeşit Türkiye kapitalizminin ve devletinin restorasyonu şeklinde vuku bulacağı, bunun da elbette ki Saray rejiminden kurtulmayı ve kimi siyasal-demokratik haklarda bir gelişme içerebileceği anlamına geldiği fakat nihayetinde emekçilerin, aşağıdakilerin çıkarları bakımından fazlasıyla sınırlı bir dönüşüm olacağı kanaati genel olarak paylaşılıyor.

Bununla birlikte, türlü baskılara rağmen aşağıdan gelişen neredeyse her bir tekil direnişin rejimin mevcudiyetini ve meşruiyetini sorgulatacak derecede kamusal tartışmanın bir parçası haline gelerek siyasallaşmasının da sosyalist inşa ve siyasal özne tartışmasını tetiklediğini söylemek mümkün. Metal Fırtına ve Üçüncü Havalimanı inşası esnasında tanık olduğumuz gibi pik noktaların ardından daha sınırlı ama süreğen işçi direnişlerinin eksik olmayışı hatta geçtiğimiz haftalarda Mitsuba’daki gibi radikal eylem biçimlerinde de kendini gösteren bir işçi hareketinin; son yıllarda kentlerin sokaklarını kaybetmemiş tek toplumsal mücadele diyebileceğimiz kadın mücadelesinin; iklim krizi ve felaket kapitalizmi ile derinleşen ekolojik yıkıma karşı memleketin adeta her bir yanındaki irili ufaklı mücadelelerin ve dayanışma pratiklerinin; Boğaziçi Üniversitesi’nde kayyuma karşı direnişin ve halihazırdaki barınamayan öğrencilerin mücadelelerinin varlığını hızlıca sayabiliriz. Aslında, sosyalist hareketin çeşitli dayanışma faaliyetleri dışında, bu direnişler ile birbirilerinden izole halini de yıkacak bütünlüklü bir ilişki kuramıyor oluşu, fakat bunun yol yordamını bulmaya dair bir arayışın da tartışmayı tetiklediğini çıkarsamak yanlış olmayacaktır.    

Böylece, son günlerde yeniden tedavüle giren bir kavramla bu “momentum” kaçırılmadan emekçi kitlelerin, ezilenlerin lehine bir çıkış, bir “strateji” oluşturma ve elbette bunun -birleşik- siyasal araçlarını inşa etme fikri öne çıkıyor. Fakat hem sosyalist çevreler arasında gözlemleyebildiğimiz kadarıyla hem de yine gündemdeki tartışmalara baktığımızda bu birleşik hamle etme dinamiği ister istemez seçim ittifakı tartışmalarıyla kesişiyor, oraya odaklanıyor, ve yanılmayı dilemekle beraber bir nevi onunla sınırlanıyor. HDP’yle birlikte TİP’in, EMEP’in veya başka siyasetlerin bir üçüncü cephe oluşturması ve olabildiğince çok vekil çıkarması, sömürülenlerin ve ezilenlerin sesini kurumsal siyasetin mecralarında duyurması gayet değerli, kesinlikle küçümsenmemeli ama bunu birleşik siyasal öznenin inşasıyla karıştırmamak gerekir. Seçimlere dönük birleşik bir kampanyanın kendisi bir ortak faaliyet yürütme deneyimi yaratarak bir sosyalist inşaya da katkıda bulunabilir elbette ama bu durumda da araçlarla amaçları ayırt etmek ve hatta birbirini dışlamasa dahi farklı amaçlar arasındaki ayrımların bilincinde olup olayları akışına bırakmamakta fayda var. Bir başka deyişle, örneğin sosyalist inşanın bir parçası olarak seçim kampanyası yürütülecek ise, (kimden) ne kadar milletvekili çıkarılacağı aritmetiğinden yola çıkarak değil; bir dizi yakıcı talep etrafında emekçiler, ezilenler ve sürmekte olan direnişler ile bir rabıta kurmayı; onların eyleme kapasitelerini arttırmayı önüne koyan ve dolayısıyla seçim sonrası için de birleşik siyasal öznenin inşasına miras bırakabilecek bir stratejik ufka sahip olmak elzemdir. 

Tarihsel Bir Kriz

İlk paragrafta sözünü ettiğimiz “kolektif öznel ihtiyaç” ise herhalde Türkiye’deki sosyalist siyasal yapıların hiçbirinin tek başına işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin gündelik ve tarihsel çıkarlarını temel alan bir stratejiyi oluşturacak ve de bu yönde bir müdahalede bulunacak güce sahip olmamasıdır.  Dolayısıyla birbirinden ayırt edilmesi zor üç temel yoksunluk söz konusu:

  • Emekçilerin toplumsal ve siyasal özgürleşimini amaçlayan bir devrimci stratejinin yokluğu;
  • İşçi sınıfı içinde anlamlı sayılabilecek herhangi bir rabıtanın olmayışı; sosyalistlerin emekçi kitleler nezdinde ideolojik düzeyde ve siyasal güç olarak ciddiye alınabilir bir karşılığının olmayışı;
  • Sosyalist hareketin bölünmüşlüğü nedeniyle bu durumu tersine çevirecek ve sınıf içerisinde kökleşerek kayda değer bir güç haline gelebilmek için gerekli müdahale kapasitesine sahip olmayışı.

Sosyalist hareketin ideolojik ve örgütsel zayıflığı olarak özetleyebileceğimiz bu durum elbette ki bir dizi tarihsel mağlubiyetin ürünüdür. Bu mağlubiyetlerde tabii ki işçi sınıfının içindeki farklı akımların hatalarının da payı vardır ancak meselenin bu kısmını burada tartışmaya gerek olduğunu düşünmüyoruz. Ama esas vurgulanması gereken şu yukarıda saydığımız üç konuyu tartışacak ve bunların üstesinden gelmeye yönelik pratik hamleler yapacaksak bunların yalnızca bizim 12 Eylül’den, AKP’den veya Türkiye solunun doktrinerliğinden kaynaklı yerel sorunumuz olmadığını, uluslararası işçi hareketinin tarihsel bir krizinin parçası olarak değerlendirilmesi gerektiğidir. Bu bağlamda kendi krizimizle cebelleşirken başka ülkelerdeki “dava arkadaşlarımızın” krizlerini de sahiplenmek, birbirimizin deneyimlerinden beslenerek -tüm tarihsel ayrımların ötesinde bizleri birleştiren- bu kapsamlı krizi çözmek durumundayız. 

Bilahare daha ayrıntılı tartışmak üzere, farklı karakterlerdeki birkaç birleşik deneyimi ve sorunlarını zikretmek gerekli olabilir. Örneğin bir dizi devrimci örgütün içinde bulunduğu birleşik bir parti olan Brezilya’daki Sosyalizm ve Özgürlük Partisi’nin (PSOL) yaklaşan seçimlerde Bolsonaro’yu defetmek için Lula’yla birleşik cephe örüp örmeme noktasında yaşadığı sert tartışmalar; Arjantin’de %6 civarında oy alan Solun ve İşçilerin Cephesi (FİT-U) içindeki devrimci örgütlerin seçim dışında bir işbirliğine yanaşmıyor olması; Occupy hareketlerindeki mücadele dinamiğini bir siyasal kanala yönlendirmeyi başarabilmiş tek yapı olan İspanya’daki Podemos’un bürokratikleşmesi sonucu hem iç çoğulculuğunu bastırması hem de kurumsal siyasete teslim olması; ABD’de 2008 krizi sonrası yaşanan toplumsal altüst oluştan sert bir biçimde etkilenen, önce Occupy sonra Bernie Sanders kampanyası etrafında seferber olan, Trump karşıtı sokak mücadelesinin parçası olan özellikle genç kesimlerin girişi ile eskisine nazaren çok daha militan bir örgütsel nitelik kazanan Amerika’nın Demokratik Sosyalistleri (DSA)’nın yarattığı heyecan ile çeşitli sosyalist akımların da DSA içinde hareket etmesi, ama aynı zamanda DSA’daki çoğunluğu temsil eden yönelimin Demokratlar’dan kopuşu  ve bağımsız sosyalist bir hareketin inşasını programatik ve stratejik bir gereklilik olarak görmemesi… Bir dizi başka ülkeden bir dizi başka örnekle bu tartışma zenginleştirilebilir. Şimdilik burada tekrar vurgulanması gereken şudur: Kapitalizmin iktisadi, siyasal ve ekolojik krizi salt ‘’yerli ve milli’’ olmadığı gibi sosyalist hareketin krizi ve bunu aşmaya yönelik arayışlar da yerel bir ölçekte ele alınmamalı, uluslararası deneyimlerle birlikte düşünülmelidir. 90’lı yıllardan 2000’li yılların ortalarına Birleşik Sosyalist Parti ve Özgürlük ve Dayanışma Partisinin de birer örneğini oluşturduğu dünyadaki bir dizi birleşik partinin muhasebesini, geleceğe yönelik bir inşa perspektifi ile yapmaya ihtiyacımız var; fakat başarısızlıklarını ve yenilgilerini de birleşik ve çoğulcu karakterlerine atfetmeden.  

Strateji Derken Neyi Kastediyoruz?

Devrimci bir stratejiden yoksunluğun, Daniel Bensaïd’in “stratejik tartışma tutulması” olarak adlandırdığı meselenin hemen hemen 40 yıllık bir tarihi var. Yetmişlerde hala 20. yüzyılın devrimci deneyimlerinden süzülmüş, ayaklanma niteliğindeki genel grev (Rus ve Alman devrimleri) veya uzatmalı halk savaşı (Çin, Vietnam…) gibi stratejik hipotezler Portekiz, Şili, daha sonra Nikaragua veya Salvador vesilesiyle tartışılıyordu. Seksenli yıllardan itibaren neoliberal kapitalizmin emekçilerin örgütlenme ve eyleme kapasitesinde muazzam bir kırılma yaratarak inşasıyla, sınıf bilincinin tarumar edilmesiyle, kapitalizm dışı bir toplumsal ve ekonomik örgütlenmenin geniş kesimler açısından (Sovyet deneyiminin yüküyle) arzulanır, tahayyül edilebilir olmaktan çıkmasıyla birlikte devrimci strateji meselesi de “sıfır seviyesine” düştü.

Bugün tartışmak durumunda olduğumuz strateji ise, koşullar gereği diyelim, daha sınırlı bir çerçevede yer alıyor. Komünist Enternasyonal’in VI. Kongresi’ne sunulan program taslağına dair sunduğu eleştiride Troçki şöyle der: “Savaştan önce yalnızca proleter partisinin taktiklerinden söz ederdik; bu kavram o zamanlar hüküm sürmekte olan gündelik talep ve görevlerin sınırını aşmayan sendikal, parlamenter yöntemlerle yeterince uyuşmaktaydı. Taktik kavramından anlaşılan, tek bir gündelik göreve ya da sınıf mücadelesinin tek bir dalına hizmet eden önlemler sistemidir. Devrimci strateji ise aksine, bir araya gelişleri, uyumları ve ürünleriyle proletaryanın iktidarı almasına yol göstermek zorunda olan bileşik bir eylemler sistemini kucaklar.”

Emekçilerin ve ezilenlerin kendi gündelik ve tarihsel çıkarları çerçevesinde örgütlenmesinin önünü açacak, sınıf mücadelesi içinde kazanımlar elde etmesini ve toplumsal-siyasal güç ilişkilerini kapitalizmden kopuş perspektifiyle değiştirme niteliğine sahip bir özne haline gelmesini sağlayacak bir “bileşik eylemler sistemi”. Konumuz bu. Dolayısıyla stratejiyi salt devrimci kriz anı üzerinden değil tam da emekçilerin ve ezilenlerin bu krizin koşullarını tetikleyebilecek ve devrimci bir hamle edebilecek bilinç ve örgütlenme seviyesine sahip olması için uzun vadeli hazırlık süreciyle birlikte düşünmek gerekmekte. Sermayenin faili olduğu, gezegeni ve canlıları imhaya sürükleyen ekolojik krizin dayattığı aciliyeti, tıpkı içinde bulunduğumuz pandemi gibi patlamaların felaket kapitalizmi ile daha da artan olasılığını da bir an olsun akıldan çıkarmadan canla başla sarılacağımız bir hazırlık süreci…

İşte biz bu uzun vadeli hazırlık sürecinde işlevsel olabilecek bir siyasal aracı yaratma aşamasındayız. Stratejik bakımdan önceliğimiz bu çerçevede, farklı çevrelerden dostlarımızın önerdiği gibi “alternatif ekonomik modeller” üzerine düşünmek yahut demokratik bir anayasa tartışmasına girmek, hele hele de solu iktidar ortaklığına taşımak, bürokrasiye solcu kadroları sokmak olmamalıdır. Bizim ihtiyacımız emekçilerin ortak talepler etrafındaki mücadele kapasitesini arttırmaya, özgüvenlerini yükseltecek kazanımlar elde etmelerine katkıda bulunacak, dolayısıyla herhangi bir öncülük iddiasına da girmeden bir siyasal zemini sabırla inşa etmek. Zemin ifadesini kullanıyoruz çünkü kağıt üzerinde hayali bir birleşik sosyalist özneye form atamanın anlamı yok. Bu bir kampanya etrafındaki işbirliğinden de teşekkül edebilir, bir cephe inşasıyla da başlayabilir, yukarıda belirttiğimiz gibi seçim çalışmalarındaki yan yana gelişler çerçevesinde de derlenebilir. Maksat bugünden yarına birtakım maymuncuklarla sıçrayış yapma hülyasına kapılmadan sosyalist hareketin sınıfsal-toplumsal mütekabiliyetini arttıracak sabırlı ve uzun soluklu bir inşaya yönelmektir. Elbette perspektif olarak bizim için çoğulcu ve birleşik, ekososyalist ve feminist, emekçiler nezdinde anlamlı bir güç edinebilmiş bir devrimci kitle partisidir ulaşılması gereken. Fakat şu an için böylesi bir müdahale kapasitesine sahip bir siyasal aracın mevcut güçler bakımından hangi ayaklar üzerinde inşa edilebileceği tartışmasını sürdürmeliyiz.

Görsel: El Lissitzky “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin”


[1] Bu tartışmaları büyük oranda sendika.org’dan takip etmek mümkün fakat ayrıca yeni yaşam, e-komite ve siyasi haber’den de çeşitli katkılara bakılabilir. 

Paris Komünü: Zamanı aşan bir kurtuluş övgüsü – Olivier Besancenot

Dördüncü Enternasyonal üyesi ve Fransa’daki Yeni Antikapitalist Parti (NPA) liderlerinden Olivier Besancenot’la yapılan ve Textum Dergi tarafından Türkçeye çevrilen söyleşiyi okurlarımızın dikkatine sunuyoruz.

İmdat Freni

Karl Marx, kızı Jenny ile birlikte Paris Komünü’ne hayali bir yolculuk yapsaydı neler olurdu? Michael Löwy ile Olivier Besancenot’nun bu fikirden hareketle kaleme aldıkları “Marx à Paris, 1871: Le cahier bleu de Jenny” [Marx Paris’te, 1871: Jenny’nin Mavi Defteri] başlıklı kitap vesilesiyle kitabın yazarlarından Besancenot ile gerçekleştirilen bu söyleşi, 150. yılını kutladığımız Paris Komünü’nün barikatları arasında okuru kısa bir yolculuğa çıkarıyor.

Marx’ın Komün döneminde Paris’e yaptığı [hayali bir] ziyareti anlatan bir siyasi kurgu olduğunu da düşündüğümüzde bu kitap için epey özgün bir “format” seçtiniz. Neden bu seçim?

Bu düşünce, Michael’la yaptığımız bir tartışmanın ardından geldi ve kanaatimce böyle bir fikri, şu ana kadar zaten yapılanlardan ve Komün’ün 150. yıldönümü için yine tekrar edileceklerden başka bir çizgide bir şeyler üretmek için ilk öne atan da Michael oldu.[1] Temelde derdimiz, Marx’ın Paris Komünü hakkındaki görüşlerini sahnelemek için anlamlı ve özgün bir şeyler bulmaktı. Bu nedenle, Marx’ın Komün hakkındaki siyasi düşüncesini ortaya koymak için kızı Jenny’nin önderliğinde Marx’ın, Komün’e bu gizli ve olası olmayan yolculuğunu ve bu yolculuk sırasında Komün’den önde gelen bazı isimlerle görüşmeler yaptığını kurguladık. Aslında Marx’ın siyasi düşüncesinin hangi noktada sıcaklık kazandığını kaydetmek olağanüstü. Enternasyonal’e çağrısı ile Fransa’da İç Savaş böyle sıcak bir tefekkür ama aynı zamanda siyasi, stratejik ve küresel bir sorgulama. Bu, Marx’ın en büyük güçlerinden biridir: Kâğıt üzerinde, düşünce kuruluşlarında ve hatta Enternasyonal bürolarında hayal bile edemeyeceğimiz bir kurtuluş sürecinin, [toplumsal] olayların patlak vermelerinden doğabileceğini anlayabilmek. Nihayet Komün’den söz ederken bulunan bu ünlü kurtuluş gücü üzerine Marx’ın yazıları, işçi hareketinin ve devrimci hareketin bir dizi kesimiyle mukayese edildiğinde son derece gelişmiştir ve hatta yer yer bazı liberterlerden dahi daha özgürlükçü bir mizaç taşımaktadır. Kurtuluş, devlet aygıtıyla yüzleşme ve siyasal, demokratik egemenlik biçimleri inşa etme ihtiyacı üzerine derinlemesine bir tefekkür…

Kesinlikle. Çok sentetik bir şekilde ifade etmek gerekirse: Komün, Marx için neyi değiştirdi?

Toplumsal sınıflar açısından, sivil toplumu ve demokrasiyi bastıran baskıcı bir sistem, Marx’ın ifadesiyle bir “boa yılanı” olan devletin doğasını değiştirmek için, devlet aygıtının el değiştirmesinin yeterli olmadığı düşüncesi olduğunu söyleyebilirim. Bu nedenle devlet sönümlenmeli, devleti yok etmeye doğru hareket edilmelidir. Bu yok oluşun olası yollarından birisi, Komün’ün eylemlerindeki politik boyuttur: Seçilmiş görevlilerin geri alınabilirliği, bu görevli ve hâkimlerin ücretlerine üst sınır getirilmesi ve benzeri uygulamalar yoluyla devlet aygıtı olan bürokrasinin kalbini sorgulayan bütün bu somut politikalardan söz ediyoruz. Komün ile birlikte, Komün’ün [kısıtlı] süresi nedeniyle gün ışığını tam olarak göremeyen böyle bir yok edilişin başlangıcı vardı.[2] Marx bunu hemen anladı ve analiz etti. Bu durumun, Marx’ın düşüncesine, genel olarak işçi hareketinin tartışmalarına ve kültürüne kayda değer bir etkisi oldu.

Marx, tüm tartışmaları, dünyada neler olup bittiğini, toplumsal ve siyasi durumları takip ederdi. [Komün’ün patlak verdiği] bu dönemde de kapitalist düzen ve krizleri üzerine tahliller yapmakla meşguldü. Ayaklanmanın Paris’ten geleceğini tahmin etmemiş ve buna şaşırmış olsa da derhal Komün’ün tahliline girişti. Marx’ın gücü, olayların ışığında analizler üretmek, olayların kapsamlarını anlamaktı.

[Kitabınızda] bütün bunları sahnelemek için, ayaklanma sırasında Marx ve Komün’den belirli isimlerin Paris’te buluştuklarını kurguluyorsunuz. Kitabı okuduğumuzda, kayda değer bir kadın varlığı fark ediyoruz: Louise Michel, Élisabeth Dmitrieff, Nathalie Lemel ve elbette babasına eşlik eden Jenny Marx. Paris ayaklanmasında kadınların rolünü özellikle vurgulamak mı istediniz?

Bu özel olarak kuramsallaştırılıp inşa edilmedi, ancak somut karakterleri düşündüğümüzde Komün’ün toplumsal ve siyasi tarihinde kadınların merkezî bir rol oynadığını fark ettik. Ayaklanmanın başlangıcından beri durum buydu. Özellikle Louise Michel çevresindeki Montmartre vatandaşlarından olma ihtiyat komitesinin çağrısı üzerine silahların, Versaylılar tarafından ele geçirilme olasılığına karşı Montmartre sokaklarında korunmasından başlayarak bu durumun böyle olduğunu görüyoruz. Ama aynı zamanda [Komün sırasında] kadınların, zamanın ruhuna karşı oynadıkları rol ve tuttukları yeri de görmeliyiz çünkü o dönem Enternasyonal’de ve çeşitli devrimci kulüplerde bile maçoluk mevcuttu. Komün gibi devrimci bir olay, tüm devrimci olaylar için de geçerli olduğu üzere, toplumda aylardır veya hatta daha uzun süredir kaynamakta olan olguların taşmasıdır. Bilhassa kadınların gittikçe daha fazla dahil olduğu çok sayıda devrimci kulübe ev sahipliği yapan Paris’te durum buydu. Aynı zamanda, Nathalie Lemel’in, toplumsal dayanışmanın ve karşılıklı yardımlaşmanın merkezinde bulunan “La Ménagère” kooperatifi ve “La Marmite” restoranını arkasına alarak açlıktan ölen yaklaşık 10.000 Parislinin yardımına koştuğu Prusyalıların Paris kuşatmasını da düşünebiliriz. Dolayısıyla Komün kasırgasının ortasında kurulan Kadınlar Sendikası, önceki tüm bu çalışmaların ürünüydü ve Élisabeth Dmitrieff (Enternasyonal temsilcisi) gelip Kadınlar Sendikası’nın kuruluşuna katıldığında, [bu sendikanın] birçok etkinliği hâlihazırda kök salmış ve devam etmekteydi.

Élisabeth Dmitrieff demişken… “Komünün kadınları”nı düşündüğümüzde akla en çok gelen kişi Louise Michel’ken birçok zaman, hatta sıklıkla Élisabeth Dmitrieff’i “unutmakla” müştereğiz. Komün sırasındaki rolüyle orantılı olarak önemli bir yer tuttuğu kitabınızda durum böyle değil.

Dmitrieff’in, Louise Michel’den daha az tanındığı doğru. Birçokları için bu ad, bir şeyler çağrıştırır ama gerçekten bu çağrışımın neye dair olduğunu bilmezler. Bununla birlikte Dmitrieff’in adı, feminist mücadelenin ve Kadınlar Sendikası ile Komün’ün kalbine yerleşmiş kadın hakları mücadelesinin de ötesine geçerek öz yönetimle bağdaşır. Élisabeth Dmitrieff ve eylemi, bu ölçekte öz yönetimin ilk örneklerinden birini temsil ediyor.

Dmitrieff, kendisi Komün’ün bir ürünü olduğu kadar Komün’ü de etkiledi. Chernyshevsky’nin Nasıl yapmalı? romanına tutulmuş genç bir Rus göçmen kadından bahsediyoruz. Bir roman düşünün ki romanın kadın kahramanı, kendisini görücü usulü evliliklerle örülü bir ortamdan kurtarıyor. Rus köylülüğünün bazı yörelerinde var olan, adına obchchina [obşina] denilen geleneksel mal ve üretim havuzlama biçimlerinden ilham alarak bunu işçi kooperatiflerine taşıyor.

Bu romanı okumak, Élisabeth Dmitrieff’i tutuşturdu. Kendisini içine doğduğu ortamdan kurtaran Dmitrieff, Marksistlerle de tanıştığı İsviçre’de siyasi mültecilerle birlikte politize oldu; ardından Londra’ya gitti, Marx’la tanıştı ve onunla tartıştı… Kristin Ross, L’Imaginaire de la Commune [Komün’ün Hayali] adlı kitabında tüm bunları tek tek anlatıyor. Marx, yan yana geldiklerinde Dmitrieff’i takdir ediyor ve onu Komün sırasında Paris’e elçisi olarak gönderme noktasına geliyor. Öyle ki Marx, Dmitrieff onun gözü kulağı olabilir mi diye değerlendiriyor.

Gerçekten de birkaç gün sonra Dmitrieff kendisini, Nathalie Lemel ve diğerleriyle birlikte Kadınlar Sendikası’nın başında buldu. Léo Frankel ile üstüne konuştuğu ilk projesi, kadın işçilerin kendi maaşlarını kendileri verecekleri, kendi kendini yöneten işçi kooperatifleri oluşturmaktı. Bu kooperatifler, örneğin siperlere dizilecek kum torbaları veya Ulusal Muhafızlar’ın üniformaları için kumaş üretecekti. Demek ki Dmitrieff, aynı zamanda Komün’ün kısa süreli olması nedeniyle maalesef vazgeçilen bir deneyimi de temsil ediyordu.

Marx’ın kitabınızda karşılaştığı farklı karakterleri nasıl seçtiniz? “Bütünlüklü bir bakış” vermek için ölçütler mi bulmaya çalıştınız yoksa bu karakterler işin kendi olağanlığında kendilerini mi dayattılar?

Bir rol dağıtımına gitmedik, bunu daha ziyade içgüdüsel olarak yaptık diye düşünüyorum. Birlikte yazdığımız her seferde, Michael ve ben bölümleri birbirimizle paylaştık ve belli adlar kendilerini dayattılar, böylece de kitaba dahil oldular… Kendimize sorduğumuz soru, siyasi kurgu roman türünün de böyle bir sınırı olduğu için, Komün’ün tarihini zaten bildiğimiz adlarla biraz fazla “yukarıdan aşağıya” yeniden yazma riskiydi. Ama bize yol gösteren, Marx’ın Komün üzerine yazılarıydı. Bu nedenledir ki Marx’ın o sırada genellikle belirli bir mesafeden sürdürdüğü siyasi ilişkiler zincirini takip etmek ve böylece bu andığımız kişilerle tartışmasını sağlamak zorundaydık.

Toplamda, Komün üzerine, Marx’ın düşüncesi üzerine bir kitap ama aynı zamanda güncel olan üzerine de bir şeyler söylemeyi amaçlayan bir kitap mı?

Komün, zamanı aşan bir kurtuluş övgüsüdür ve tüm bürokratik kusurlar karşısında iyi bir hatırlatmadır.

Komün, aynı zamanda enternasyonalizmde kendimizi beslemenin de bir yoludur. Çünkü evet, Komün, kuşatmaya ve Bismarck’ın birliklerinin ilerleyişine karşı savaşı kazanma arzusuyla ortaya çıkan bir halk ayaklanmasından doğmuştur. Ama Komün’ün büyük isimleri arasında, adı meçhul Komünarlar arasında da olduğu gibi, genellikle siyasi ama aynı zamanda iktisadi binlerce sürgün vardı: Prusyalılar, İtalyanlar, Polonyalılar, Ruslar… Komün, enternasyonalist bir edimdi.

Ve Komün, aynı zamanda siyasi tarihimizin 1917 Rus Devrimi ile başlamadığını hatırlamanın bir yoludur. Siyasi tarihimizin daha öncelere uzanan kökleri var ve Komün’ün ezilmesinin ardından uluslararası işçi hareketine nüfuz eden tüm tartışmalar, özellikle Komünarların yapmakta başarısız olduklarını vurgulayan –Fransa Bankası’nı ele geçirmek, Versay’a yürümek gibi- tartışmalar, Bolşeviklerin siyasi takıntılarının neler olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor. Rus devrimi, Komün’den bir gün fazla “dayandı” diye neden Lenin’in karda o meşhur dansını ettiğini daha iyi anlıyoruz.[3]

Komün, yalnızca başarısızlıklarından ibaret değil; zaman karşısında yaşayan bir ilham kaynağı, tüm sınırlarına rağmen halkın kurtuluşu ve iktidarının, sömürülenlerin ve ezilenlerin gücünün on yıllardır bize konuşan ilk deneyimi. Ve 150 yıl sonra, Komün’ün, iktidar sahipleriyle çözülmemiş bir mesele olduğunun farkındayız: Komün, hâkim görüşte hâlâ iyi bir yer tutmuyorken Versaylı düşüncenin ne ölçüde ortadan kalkmadığını da görüyoruz.


[1] Çevirmenin Notu: Bu kitabın İngilizcesi, Marx in Paris 1871 adıyla 15 Mart 2022 tarihinde Haymarket tarafından yayımlanacaktır.

[2] Çevirmenin Notu: Paris Komünü, 18 Mart 1871’den 28 Mayıs 1871’e toplam yetmiş iki gün ayakta kalmıştır. 26 Mart Seçimleri gözetildiğinde Komün, resmi olarak yalnızca iki ay gibi çok kısa bir süre Paris’te yönetimi elinde tutmuştur.

[3] Çevirmenin Notu: Bir iddiaya göre Bolşevik Hükümeti’nin, 1871 Paris Komünü’nün kısa ömrünü doldurduğu gün Lenin, Moskova’da karda dans etmiştir. 1924’te Moskova’ya Fransız komünistler tarafından getirilen Komün’e ait bir kızıl bayrak, hâlâ Lenin’in yattığı mozolesinde yanı başındadır. https://www.newframe.com/what-the-paris-commune-taught-the-bolsheviks/


*18 Mart 2021 tarihinde Hebdo l’Anticapitaliste dergisinde yayımlanan bu söyleşi, Ozan Siso tarafından Türkçeye çevrilmiştir.