“Devlet işletmelerinin zararına katılmadan kaymağını alarak, fazladan pazarı tekel şartları içinde tutarak iş yapanlar, Batılı anlamda kapitalist olamazlar. Bunlar ne kadar çok zenginleşirlerse, devleti o kadar çok didikler, temellerini o kadar çok oyar. Bunlar… hiçbir sorumluluk yüklenmeden… devleti kendi hesaplarına çalıştırıp soymayı çıkarlarına çok daha uygun bulurlar… Bu düzende… halkın düşmanlığı, bir anlamda da umutsuzluğu arttıkça artar. Yüksek idarecilerle onların hırsızlık ortakları da bu umutsuz halklara gittikçe daha etkili kötü örnek olurlar. Bir yandan zenginlik düşmanlığı alıp yürürken öte yandan insanlar içinde debelendikleri kara yoksulluktan ancak vurgunla, kanunsuz çarpmalarla, lotaryalar yoluyla kurtulacakları inancına varırlar. Böyle ortamlarda hırsızlık ayıp olmaktan çıkar. Toplumun en alt tabakalarında sürünenler bile hiç olmazsa çocuklarını okutup bu soygun çetesine katmayı biricik amaç edinirler. Böyle ortamlarda halklara doğruları anlatmak giderek imkânsızlaşır. En akıl almaz yalanlar, hayaller tabulaşarak en açık gerçeklerin yerini tutar. Bu nedenle böyle ortamlarda siyasi partiler ister istemez birer yalan makinesi haline gelir. Seçmen söylenene değil, bunların hangisinin iktidara daha yakın olduğuna, yakın olanlardan da hangisinin vurguna daha açık, daha yatkın olduğuna bakar. Böyle durumlarda politikacıları hırsızlıkla suçlamak, onların seçim güçlerini azaltmaz, tersine artırır!”
Bu uzunca alıntı 1969 yılından, ancak sözü edilen dönem 1910’lar. Kemal Tahir, Kurt Kanunu kitabında Kara Kemal’i konuşturuyor. Kara Kemal kim mi? İttihat ve Terakki Partisi’nin lider kadrosundan. Savaş yıllarının iaşe nazırı. Partideki lakabı, “Küçük Efendi”. Büyük Efendi” ise sadrazam Talat Paşa…
Yukarıdaki satırlarda dile getirilen siyasetle ilişkilenme tarzının bu ülkede hala daha başat tarz olduğunu varsayabilir miyiz? Eğer yanıtımız olumluysa, günümüz muhalefetinin önerdiği seçim siyasetinin kendi başına yetersiz kaldığını da kabullenmemiz gerekir. Zira muhalefet kadrolarının bu zihniyetten azade olduğunu varsaymak için elimizde sağlam bir kanıt mevcut değil. Burada muhalefet sözcüğüyle elbette düzen içi muhalefeti, en başta da Cumhuriyet Halk Partisi’ni kastediyorum. Halkın ezici çoğunluğunun “sol” deyince CHP’yi anladığı bir ülkede, sosyalist solun tezlerini gündeme taşımak giderek güçleşiyor. Bunda soldan gelen her eleştiriyi ve bağımsız inisiyatifi, AK değirmene su taşıyan “vatansız tuzu kurular” diye yaftalamaya pek alışkın Kemalist propagandanın etkisi hiç de az değil.
Anonim kurum ve ilişkilere güvenin yerle bir olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Hala daha nüfusun büyük kısmının çocuğunu okula yazdırmak için de, hastanede tedavi olmak, bankada hesap açmak, sınıfını geçmek için de nepotizm peşinde koştuğu zamanlarda yaşıyoruz. Öyle görülüyor ki, sistem içi muhalefet dahi, iktidar olduğu alanlarda, belediyelerde mesela, kendi besleme sınıflarını yaratmakta hiç de tereddüt etmiyor. Dahası bununla böbürleniyor. Sahi, müteahhit terörüyle başı dara düşen kaç muhalif belediye haberi okudunuz? Belediye hizmetleri, otopark, sahil, ormanlık alan ve çay bahçelerinde yaratılan fırsat alanlarından nemalanma arzusu, muhalif kanatta da tıpkı iktidarın besleme kadroları arasında olduğu denli kabul ve saygı görüyor.
Uraz Aydın ve Önder Akgül’ün İmdat Freni’nde yayımlanan 30 Ekim tarihli yazısı[1] işte bu koşullarda değişimi amaçlayan uzun vadeli bir hazırlık süreci öneriyor. Bu hazırlık, sadece siyasal iktidarın değil, toplumsal üretim ilişkilerinin değişimini amaçlayan devrimci bir stratejiyi yürürlüğe koyma hazırlığı. Burada strateji sözcüğü dönüştürücü bir perspektife sahip: “Emekçilerin ve ezilenlerin kendi gündelik ve tarihsel çıkarları çerçevesinde örgütlenmesinin önünü açacak, sınıf mücadelesi içinde kazanımlar elde etmesini ve toplumsal-siyasal güç ilişkilerini kapitalizmden kopuş perspektifiyle değiştirme niteliğine sahip bir özne haline gelmesini sağlayacak bir bileşik eylemler sistemi”. Açıkçası, iktidar seçkinlerinin daha ılımlı, daha liberal görünümlü bir kanadının, sözgelimi İmamoğlu, Akşener, Kılıçdaroğlu, Babacan veya benzerlerinin tahta kurulmasıyla sonuçlanacak bir değişim yeterli değildir. Stratejik bir hazırlık, olası bir iktidar değişikliğini de hesaba katan, ancak burada sona ermeyecek olan bir hazırlıktır.
Üretken kaynaklar üzerindeki yetkilerin el değiştirmesi, kendi başına dünyayı gülle donatmaz. Bu aşamada kesilen bir devrimin elinde kalan, yirminci yüzyılın defalarca kanıtladığı üzere, çokbilmiş ve sevimsiz bürokrat tayfasının önünde dişlerini gıcırdatan ama susmak zorunda kalan emekçi figürü olmuştur. Esas problem, kıymeti kendinden menkul parti görevlilerinin, yerel şeflerin ve eski rejimin sabık unsurlarının kendileri değil, onların oturduğu koltukların varlığıdır. Kabul, günümüz işyerleri gücünü koltuğundan alan liyakatsiz insan figürünü ve onun kocaman kibrini, diğerlerine tahakkümünü yeniden ve yeniden üretmektedir. İşte bu tahakkümün doğurduğu öfke, artık sadece elleri nasırlı, çekiç tutan geleneksel işçi figürüne has değildir. Beyaz yakalıları, mühendis, öğretmen, doktor ve bankacıları, toplumların en rafine ve kurallara saygılı konformistlerini de etkisine almaktadır. İşte bu kesimlerin sınıfsal nefretini Kürtlere, göçmenlere ve lümpenlere değil de koltuk sahiplerine yöneltebilmek, devrimci stratejinin en güç ama en canlı safhalarından biri olacaktır.
Evet, beyaz yakalılar, kendilerini işçi sınıfından ayrı tutarlar. Dahası onların beğenilerine ve yaşam tarzlarına dudak bükerler. Ancak onlar da tıpkı kol işçileri gibi denetim altında çalışırlar ve hakarete uğrarlar. Onlar meslek ve eğitim bakımından orta sınıf kategorisine denk düşerler. Ancak gelir ve mülk sahipliği kriterlerine sıra gelince çoğu kez bocalar, işçi sınıfıyla aşık atmakla yetinirler. Çalıştıkları çoğu iş, tıpkı çoğu kol işinde olduğu gibi güvencesizdir. Ay sonunu getirmekte zorlanırlar. Ev taksitlerinin bitmesine neresinden baksanız seneler vardır. Uygarlık payından nasiplerini alamadıklarını düşündükleri zaman, mesela internet faturası kabardıkça ya da eskiden her hafta gittikleri restorandaki fiyatları gördüklerinde hınçlanırlar. Öfkelerinin hedefi, çoğu kez alt etmesi görünürde en kolay olanlardır: göçmenler, Kürtler ve pragmatik makarnacı tayfası. İşyerinde karşılaştıkları onur kırıcı muameleleri sisteme yormakta zorlanırlar. Amirlerinin psikolojik analizini yapmaktan usanmazlar. Arkasından sık sık söverler ama bir incelikli tavır karşısında yelkenleri suya indirmeye hazırdırlar. Yine de bu durumla çok ender karşılaşır ve antidepresan kullanırlar.
Beyaz yakalılar çoğu zaman barışçıldırlar. Sorunlarını müzakereyle çözmeye yatkındırlar. Bu kesim, “İktisadi durum çekilmez bir hal almadıkça ya da durumunu düzeltme umudunu taşıdıkça, kurulu düzene saygı duyar ve reform talepleriyle durumuna biraz çekidüzen vermeye bakar”. İşte burası, bir beyaz yakalının sınıfsal konumunu yansıtır. “Fakat ne zaman ki, kanuni ve barışçı yollarla bu durumu düzeltebilme umudunu yitirir, iktisadi buhranın geçici olmadığını, aksine bütün bir sosyal sistemin buhranı olduğunu ve bunun da ancak sosyal sistemin kökünden değiştirilmesiyle giderilebileceğini görür, işte o zaman ayranı kabarır ve en aşırı yollara başvurabilecek hale gelir”.[2] İşte bağımsız bir sınıf politikası gütmekte tarih boyunca başarısız olan bu kesim, şimdi bir yol ayrımında. Ya göçmen ve makarnacı nefretiyle geleceği yerle bir etmeye katkıda bulunacak, ya da uzun vadeli bir devrimci stratejinin zor da olsa anlamlı bir bileşeni olacak. Bir diğer ifadeyle bu kesim, ya üretim ve denetim ilişkilerinden kaynaklanan öfkesini sisteme yöneltecek, bu ilişkilerin bütün bir sosyal sistemin yansıması olduğunun farkına varacak ya da ırkçı ezberleri hatmetmeye devam edecek. Problem, kapitalist sisteme yönelik öfkeyi açığa çıkarmak ve örgütleyebilmektir. Aydın ve Akgül’ün yazısının bir de bu gözle okunmasında yarar olduğunu düşünüyorum.
[1] İnşa ve Müdahale: Sosyalist Strateji Tartışması için Notlar.
[2] Guérin, D. (2014). Faşizm ve Büyük Sermaye, Çev. Bülent Tanör. İstanbul: Habitus Kitap, s. 50.