İmdat Freni

World

Trump ve Netanyahu: Ortadoğu’da ve Tüm Dünyada Halkların Azılı düşmanları! İran’a Saldırıya Hayır! – IV. Enternasyonal

İran’a saldırmasından iki gün sonra, 24 Haziran Salı günü, Trump büyük tantanayla İsrail ve İran’a bir ateşkes dayattığını açıkladı, saldırısının İran’ın nükleer potansiyelini yok ettiğini ve barışa giden yolu açtığını öne sürdü. Ancak takip eden saatler bu ateşkesin kırılganlığını ve Trump’ın İsrailli müttefiki üzerindeki sınırlı etkisini gösterdi.

Her halükârda, Trump bir savaş kışkırtıcısı ve yıkıcı bir güçtür, asla bir barış gücü olarak görülmemelidir.

İsrail saldırısından on gün sonra İran’a saldırıp bombalayarak Trump, Netanyahu tarafından zaten başlatılmış olan şiddeti daha da artırarak insanlığı ölümcül bir şiddete sürükledi. Trump, yalnızca istediği zaman, istediği yerde, istediği kişiye vurabileceğini iddia eden bir askeri gücün gösterisini yapmak için, egemen bir ülkeye, onun halkına saldırma, çocukları ve yetişkinleri yaralama ve öldürme hakkını kendine gördü.

Netanyahu, Filistin halkına karşı yürüttüğü soykırımda Trump’ın tam desteğinden faydalandı; Lübnan’ı ve Suriye’yi herhangi bir yaptırımla karşı karşıya gelmeden bombalayarak hükümetinin sömürgeci ve üstünlükçü politikalarını sürdürdü. İran’a yönelik kasıtlı saldırı, İsrail devletinin bölgedeki tüm halklara –başta Filistin halkı olmak üzere– yönelik saldırganlığını güçlendirmeyi hedefliyordu; bu da çoğu Arap rejimi tarafından sessizlikle kabul edilirken Batılı liderler tarafından kararlılıkla desteklendi.

İsrail hükümeti, aralarında ABD’nin de bulunduğu Batılı ülkeler ile İran İslam Cumhuriyeti arasında süren müzakereler çerçevesinde bir nükleer anlaşma ihtimalini boşa çıkarmak istiyordu. İsrail’in hedefi, İran İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşunun öncesine dayanan İran nükleer programını engellemek, siyonist devlete Ortadoğu’da hâkim güç statüsünü sağlamak ve yalnızca kendisine tanınacak bir uranyum zenginleştirme ve nükleer silah edinme ayrıcalığını garanti altına almaktır

Nükleer meselenin ardında yatan hedef, Netanyahu’nun, her şeyden önce Gazze ve Batı Şeria topraklarını ilhak etme ve Filistin halkını sürgün etme planı için ellerini serbest bırakmak, ve bu suç projesine karşı içerideki muhalefeti ve dünya genelinde artan halk mobilizasyonunu susturmak.

Ekonomik üstünlüğünün sarsıldığı bir anda, Trump yönetimi de, BM, NATO ya da hatta Amerikan Kongresi’nden bir yetki almaya gerek duymadan her an, her yerde saldırabilme kapasitesiyle askeri gücünü yeniden teyit etmek istiyor. Ülkesini ekonomik resesyona, sosyal saldırılar ve bütçe kesintileriyle sürükleyen bu yönetim için savaş ve savaş tehdidi, halklara militarist politikalar dayatarak onları susturmayı amaçlayan ideolojik bir silaha dönüşmüş durumda. Bu yeni bir tırmanma ve dünya halkları için bir tehdittir. Bunu ABD’de ve tüm dünyada halkların seferberliğiyle durdurmalıyız. Bu niyetler Netanyahu’nunkiler kadar suç teşkil etmektedir.

İran İslam Cumhuriyeti diktatörlüğünün başlangıcından bu yana İran halkı, özellikle yakın zamanda “Kadın, Yaşam, Özgürlük” hareketiyle olmak üzere, sosyal ve demokratik hakları için birçok kez seferber olmaya çalıştı.

İsrail ve ABD saldırıları, yaşam koşullarını daha da kötüleştirdi, yüzlerce ölü ve binlerce yaralıya neden oldu, halkın yaşam koşullarının ve ülke ekonomisinin tahribatını arttırdı ve rejimin baskıcı siyasetini sertleştirdi. Evin Cezaevi’ni hedef almak, orada tutulan siyasi mahpuslara yönelik bir saldırıdır; kent bölgelerine yönelik bombardımanlar da doğrudan halka yönelik saldırılardır.

Biz, İran halkının hem diktatörlüğe karşı direnişinde hem de herhangi bir dış askeri saldırıdan uzak yaşama hakkında kararlılıkla yanındayız. Ülkenin ve rejimin savaş ve bombardıman yoluyla yıkılmasından çıkarı olan tek kesim, Batılı rejimlerle hâlihazırda temas hâlinde olan – Devrim Muhafızları ya da eski monarşistlerden içinden gelen – gerici sektörler olacaktır. Bunlar rejimi, aynı derecede baskıcı ve antidemokratik ama Batılı ülkelere hizalanmış bir sistemle değiştirmeyi amaçlıyorlar.

Irak’ta ya da Afganistan’da ABD ve müttefiklerinin yürüttüğü yakın dönem savaşlar hep insani ve siyasi felaketlere yol açmıştır.

İran İslam Cumhuriyeti’nin devrilmesi, mevcut rejim kadar halk için tehlikeli olan rejimlerin askerî müdahalesiyle değil, bizzat İran halkının eseri olacaktır. Nükleer tesislerin bombalanması, halk ve çevre için büyük yıkımlara yol açma riski taşımaktadır.

İsrail ve ABD saldırganlığına son!
Bölgesel tırmanışa derhâl son verilsin!
İran’da insan hakları savunucularıyla ve siyasi mahpuslarla dayanışma!
Diktatörlüğe karşı İran halkıyla dayanışma!

Aylardır olduğu gibi, şu talepleri savunmaya devam ediyoruz:
İsrail’e derhâl yaptırım uygulansın!
İsrail’le silah ticareti derhâl sona ersin!
Filistin’deki soykırımın son bulması için dünya çapında seferberlik!

26 Haziran 2025, Dördüncü Enternasyonal Yürütme Bürosu’nun bildirisi

İran Rejimi Kendi Yarattığı Açmazın Esiri- Gilbert Achcar

Devrimler hakkında en ünlü özdeyişlerden biri, Fransız Devrimi’nin en radikal dönemindeki en önemli liderlerinden biri olan Louis Antoine de Saint-Just’a (1767-1794) atfedilir: “Devrimleri gönülsüzce yapanlar sadece kendi mezarlarını kazmışlardır.” Bu özdeyiş, silahlı çatışmalar için de geçerlidir; zira tarihsel deneyim, mutlak düşman ilan ettikleri kimselere karşı kararlılık göstermeksizin bu tür çatışmalara ve sürtüşmelere girişenlerin, karşı tarafta kendilerini ezme kararlılığını körüklediklerini ve nihayetinde yenilgiye mahkûm olduklarını göstermektedir.

Bu, İran’daki “İslam Cumhuriyeti” için kesinlikle geçerlidir. Şah’ın devrilmesinden sonra kurulduğundan beri, “Büyük Şeytan”, yani Amerika Birleşik Devletleri ve “Küçük Şeytan”, yani İsrail Devleti olarak adlandırdığı şeye mutlak düşmanlığını ilan etmiştir.

Ancak Tahran’ın davranışı bu iddialarla karşılaştırıldığında oldukça çetrefillidir. Sekiz yıl süren Irak savaşında İsrail ve ABD’nin yardımını kabul etti, ardından bu ülkenin işgaline de işbirliğiyle karşılık verdi; Iraklı müttefikleri, işgalci güç tarafından kurulan geçici yönetime katıldı.

Ardından, Tahran’ın Esad rejimini desteklemek için Suriye’ye yerleştirdiği İran güçleri, hiçbir zaman karşılık vermeden Siyonist devletten art arda darbeler aldı. Son olarak, geçen yıl İsrail’in Şam’daki konsolosluğunu bombalamasıyla tahammül sınırı aşıldığında, İran misilleme olarak İsrail’e sınırlı, neredeyse sembolik bir saldırı gerçekleştirdi.

Hamas, 7 Ekim 2023’te Aksa Tufanı Operasyonu’nu başlattığında, “Direniş Ekseni”nin kararlı bir şekilde çatışmaya dâhil olacağına güvenerek hareket etti; Tahran’daki Eksen liderlerinden gelen gösterişli açıklamalara safça inandı. Bu açıklamalar, Lübnan’daki Hizbullah, Irak’taki Haşdi Şabi güçleri ve Yemen’in kuzeyindeki Ensarullah’a (Husi rejimi) bağlı aktörler tarafından da yankılanmıştı. Sadece Esad rejimi bu koroya katılmaktan kaçındı; zira uzun yıllar boyunca Suriye’nin Golan Tepeleri’ndeki İsrail işgalinin güvenliğini fiilen garanti altına alarak Tel Aviv’in desteğini korumayı tercih etti.

Sonuç tipikti: Tahran, çatışmanın ortasında durdu, Hamas’ın yanında savaşa girmekten kaçındı ve Lübnan ve Yemen’deki müttefiklerinin sınırlı bir şekilde müdahale etmesine izin verdi; Yemen’de füzeleri uzaktan fırlattı ve Lübnan’da coğrafi olarak sınırlı bir yıpratma savaşına girdi. Sonuç olarak, düşmanlarına karşı düşmanlığını asla yarım yamalak göstermemesiyle bilinen İsrail, Gazze Şeridi’ni yeniden işgaliyle sonuçlanan ve çağdaş tarihte benzeri görülmemiş bir şiddet düzeyine ulaşan soykırımcı bir savaşın hemen ardından, Hizbullah’a karşı yıkıcı bir saldırı başlattı. Ardından Husi rejimine ağır darbeler indirdi ve bunu hâlâ sürdürmekte; nihayetinde ise doğrudan İran’a karşı kapsamlı bir saldırıya girişti.

İran İslam Cumhuriyeti’nin kararsız duruşu nükleer programı için de geçerlidir. İsrail’in 1960’larda, Hindistan’ın 1970’lerde, Pakistan’ın 1980’lerde ve Kuzey Kore’nin bu yüzyılın başında yaptığı gibi gizlice nükleer silah edinmek yerine, Tahran barışçıl nükleer enerji üretimi için gerekenin ötesinde uranyumu alenen zenginleştirdi, ancak askeri bir program için gereken seviyeye ulaşmaktan uzak, %60 eşiğinde durdu. Bu kararsız tutum ise, 2018 yılında ABD’nin İran’la üç yıl önce imzalanmış olan nükleer anlaşmadan çekilmesiyle birlikte bir tırmanma yaşadı. Bu karar, Donald Trump’ın ilk başkanlık döneminde alınmıştı. İsrail’in Tahran’ın nükleer silah edinmesine dair korkuları bu süreçte daha da artarken, İran’ın o dönemde – ve hâlâ – bu silaha özgü caydırıcılık kapasitesine sahip olmadığı açıktı.

Bu nedenle, Siyonist devletin, rejimin askeri potansiyelini, özellikle nükleer programını yok etmek için büyük bir çabayla er ya da geç İran topraklarına saldıracağı kesinleşti, bunu defalarca vurguladım (örneğin, bkz. “İsrail’in İran’a Saldırısı Ertelendi“, El-Kuds El-Arabi , 23 Nisan 2024).

Çünkü Siyonist Devlet’in gözünde bu, belirleyici bir savaş niteliğindedir. Buna karşılık “İslam Cumhuriyeti”, İsrail’le olan çatışmasını, bir zamanlar Irak ve Libya’daki aşırı milliyetçi Arap rejimlerinin yaptığı gibi uzaktan havlayarak, komşu Arap ülkelerine karşı kendini öne çıkarmaya çalışarak ve doğrudan bir savaştan muaf olduğunu varsayarak yürütmektedir. İsrail açısından bu çatışmanın belirleyici olması ise, nükleer silah üzerindeki tekelini yalnızca düşmanlarına karşı değil, Arap müttefiklerine karşı da sürdürme arzusundan kaynaklanmaktadır. Siyonist Devlet, nükleer caydırıcılığının etkisiz hale gelmesinin kendi varlığını tehlikeye atacağını ve Orta Doğu’daki serbestçe saldırgan davranma kapasitesine sınırlamalar getireceğini düşünmektedir. Bu saldırganlık, son aylarda Hizbullah’a yönelik saldırı, Suriye’nin askeri kapasitesinin yok edilmesi ve şimdi de İran’a karşı başlatılan saldırıyla doruk noktasına ulaşmıştır.

Elbette İsrail’in kontrolden çıkmış saldırganlığı yalnızca kendi caydırıcılık kapasitesine değil, özellikle ABD olmak üzere Batılı müttefiklerinden gördüğü korumaya ve ortaklığa da dayanmaktadır. Dünya medyasının önemli bir bölümü, bir kez daha Trump’ın sözde “barışçıl” niyetleriyle Netanyahu’nun saldırgan tutumu arasındaki sahte “anlaşmazlık” tarafından kandırılmıştır. Oysa gerçek, iki liderin aynı hedef doğrultusunda “iyi polis, kötü polis” oyunu oynadığıdır: İran’ı teslim olmaya ve uranyum zenginleştirme programını tamamen sökmeye zorlamak. Washington için bu hedef, mümkün olan en basit yoldan – ya Tahran’ın İsrail ve ABD’nin askeri tehditlerine boyun eğmesiyle barışçıl biçimde, ya da şu an gözlerimizin önünde gerçekleştiği gibi yıkıcı bir saldırıyla – gerçekleştirilmelidir.

Trump, “İslam Cumhuriyeti”ne teslimiyet koşullarını kabul etmesi için altmış gün süre tanıdı; bu süre zarfında kendisi ve müttefiki Netanyahu, İran’ı savaşla tehdit etti. Tahran uranyum zenginleştirme programından vazgeçmeyi reddederken bu süre dolduğunda, Trump 61. gün İsrail’e saldırı için yeşil ışık yaktı; tarafsızmış gibi davranarak yalnızca arzularını gerçek sananları kandırabildi. Trump’ın bu saldırıya görünüşte tarafsız kalma tutumu (ABD ordusunun açık desteğiyle ama doğrudan katılım olmadan) dünya kamuoyunu, İran’la doğrudan savaşa girmemek için elinden geleni yaptığına ikna etmeyi amaçlıyordu.

Bu durum, Tahran’ın kararsız tutumunun bir başka örneğidir. “Dini Lider”in ağzından defalarca dile getirilen tehdide göre, İran’a yönelik herhangi bir İsrail saldırısı Washington’un desteğiyle gerçekleşmiş sayılacak ve İran’ın misillemeleri bölgede konuşlu ABD kuvvetlerini de hedef alacaktı. Ancak İran, bu tehdidi hayata geçirme konusunda – bölgesel vekilleri aracılığıyla bile olsa – geri durmuştur. Çünkü çok iyi bilmektedir ki, ABD kuvvetlerine yönelik en küçük bir İran saldırısı, Trump tarafından İsrail’in savaşına doğrudan katılmak için bir bahane olarak kullanılacaktır. Bu da, normalde ABD’nin başka ülkelerin savaşlarına dâhil olmasına karşı çıkan kendi tabanındaki kesimleri dahi susturacak bir siyasal atmosfer yaratacaktır.

Kaynak: https://blogs.mediapart.fr/gilbert-achcar/blog/180625/le-regime-iranien-dans-un-petrin-qu-il-lui-meme-cree

Çeviri: İmdat Freni Çeviri Kolektifi

On Yıl Sonra SYRIZA: İmkan ve Yenilgi – Antonis Ntavanellos

Stefanos Kasselakis’in SYRIZA lideri olarak seçilmesinin ardından [Eylül 2023’ten Eylül 2024’e kadar] yaşanan gülünç trajedi, hayatta ve özellikle siyasi hayatta hiçbir “önemli hesabın” ödenmemiş kalmadığını bir kez daha kanıtlıyor. SYRIZA açısından ise “sayım” özellikle yüksek ve önemliydi. Bu, Alexis Çipras’ın, 2008’deki uluslararası krizin patlak vermesinin ardından Yunanistan’da sermayenin vahşice giriştiği neoliberal saldırılara karşı işçilere tarihi bir fırsat sunduğu ve Yunan hükümetleri ile “troyka” (AB-Avrupa Merkez Bankası-IMF) arasındaki sözde muhtıralarla dikte edilen politikalarla karşılık verdiği “2015”in tarihi anıyla ilgiliydi.

Hikaye

O zamandan bu yana, Aleksis Çipras’ın, oyların %3-4’ünü alan küçük bir partiyi ele geçirip iktidara getiren “kukla lider” olduğu iddiasını onlarca kez duyduk veya okuduk. Bu iddianın gerçeklikle hiçbir ilgisi yoktur ve 2015 öncesi SYRIZA gerçekliğini gerçek anlamda deneyimleyenler nezdinde pek güvenilir değildir.

SYRIZA, neoliberal kapitalist küreselleşmeye, savaşa ve ırkçılığa karşı uluslararası hareketle ilişkilendirilmesi yoluyla kuruldu ve giderek siyasi güç kazandı. Dönemin günlük siyasal mücadelesinde Yunan Sosyal Forumu’nun etkili eylemlerini destekleyen on binlerce insanı sistemli ve örgütlü bir biçimde ifade etmeye çalışan, siyasal alanda birleşik bir cepheye benzeyen melez bir “parti” biçiminde gelişti. Seçim oybirliğiyle yapılmadı: Sosyal demokrasi ve merkez solla yakınlaşma taraftarları, salt seçim stratejisi taraftarları, siyasi merkeze doğru ardışık “genişlemelerin” taraftarları -ki o dönemde Synaspismos partisinin marjinal bir kesimi değillerdi- SYRIZA’nın kuruluşunu “aşırı solun felaket bir hatası” olarak değerlendirdiler. Onu kırmak için canla başla mücadele ettiler. SYRIZA’nın kuruluşu [Ocak 2004], istikrara kavuşması ve Alekos Alavanos’un [Aralık 2004’ten Şubat 2008’e kadar SYRIZA başkanı] liderliği yıllarında yavaş yavaş gerçekleşen siyasi iktidarın yoğunlaşması, sola doğru bir kayma ve sosyal demokrasiye doğru kayışın reddedilmesi temelinde gerçekleşmişti. Bu hatırlatmanın bugün siyasal açıdan ayrı bir önemi var, çünkü rejim ve onun hizmetindeki ideolojik-siyasal mekanizmalar, yalnızca sağcı politikaların geleceği olduğunu, yalnızca muhafazakâr mutabakatla siyasal iktidara ulaşılabileceğini olağan bir durummuş gibi dayatmaya çalışıyor.

SYRIZA’nın bu yükseliş ve radikal dönemdeki iç dinamikleri, radikal solun geniş bir muhalefet gücü yaratmayı amaçlayan siyasal alanda önemli bir değişimin mümkün olduğunu gösterdi. Aralık 2008’den sonra Alekos Alavanos “sol hükümet” sloganıyla ilgili tartışmayı açtığında, pek çok çevreden (Aleksis Çipras’ın başlıca “danışmanları” da dahil) küçümseyici bir şüpheyle karşılandı. Biz, Brezilya’daki Lula’nın PT’si gibi sol görüşlü bir seçim “popülizmine” doğru bir kaymayla ilgilenmediğimizi ilan etmiştik; çünkü o dönemin özel koşullarında hükümet erkini talep etmenin tek “yolu” buydu.

Krizle birlikte her şey kökten değişti. 2008’deki uluslararası kriz Yunan kapitalizmini temellerinden sarstı, o güne kadar büyümesini sağlamak için denenen bütün reçeteleri geçersiz kıldı. Dönemin Başbakanı Yorgos Papandreu’nun [Ekim 2009’dan Kasım 2011’e kadar] alacaklıların dayattığı katı kemer sıkma planını kabul etme ve ilk muhtırayı Kastelorizo ​​adasından ilan etme kararı, yerel egemen sınıfın AB, Avrupa Merkez Bankası (ECB) ve IMF ile anlaşarak yaptığı gerici tercihi reddetmek amacıyla halk ve emekçi kitlelerin kitlesel olarak siyasi alana girmesine yol açtı. Ülkenin bütün kentlerinde ardı ardına gerçekleştirilen genel grevler, kitlesel mitingler, meydanların işgali, devletin baskı mekanizmalarının vahşetine karşı gösterilen amansız direniş vb. halkın, yerel kapitalistlerle Troyka arasındaki muhtıra anlaşmasının “duvarını yıkma” kararlılığını ortaya koydu. Bu uzun yükseliş mücadeleleri döneminde halk, “sokak” mücadelesi biçimlerini (yüzbinlerce kararlı göstericinin Parlamento’yu uzun süre kuşatmasıyla) ve “seçim” mücadelesi biçimlerini birleştirdi (Yeni Demokrasi-ND ve PASOK-Panhelenik Sosyalist Hareket’in seçim etkisini benzeri görülmemiş bir hızla zayıflattı ve umutlarını ve özlemlerini esas olarak sola kaydırdı).

Yunanistan’daki direniş hareketinin niteliksel yükselişinin önemli bir uluslararası boyutu da vardı. Burada verilen mücadeleler, ilk önce PIGS kulübünün bulunduğu ülkelerde (Portekiz, İrlanda, Yunanistan, İspanya) ama aynı zamanda tüm Avrupa’da da bir referans noktası haline geldi. Maliye Bakanı Wolfgang Schäuble ve Şansölye Angela Merkel, bu kritik yıllarda kendi politikalarının temel direğinin “bulaşmayı” (Yunanistan’ın direnç “virüsü”nün bulaşmasını) püskürtmek olduğunu ilan ettiklerinde, yerel siyasi liderlerden (SYRIZA’nınkiler de dahil) daha keskin görüşlü davrandılar. Avrupalı ​​liderler, Yunanistan’daki hareketin ve solun memorandum saldırısını kırmayı başarması halinde, bu “kopuşun” küçük bir AB üye ülkesiyle sınırlı kalmayacağını, Avrupa genelindeki sosyo-politik dengeyi doğrudan tehdit edeceğini anlamışlardı.

“Anti-Memorandum” dönemindeki kitle hareketinin gücünü küçümseyen herkes, o dönemin patlayıcı siyasal gelişmelerini asla anlayamamaya mahkûmdur. Ancak bu yakıcı dönemin bir başka “sınırını” da açıklamak gerekiyor. Hareketin niteliksel yükselişine rağmen, henüz doğrudan bir ön-devrimci ya da devrimci krizin koşullarını yaratacak noktaya ulaşmamıştır. Yunanistan’da 2010-2015 yılları arasında iktidar sorununa devrimci bir yanıt verebilecek bağımsız bir işçi sınıfı örgütlenmesi ortaya çıkmadı. Devrimci hareketin klasik tarihsel döneminde (sovyetler) olduğu gibi, hatta örneğin 1970-1973 yıllarında Şili’de veya 1974-1975 yıllarında Portekiz’de gelişen “embriyonik” biçimlerle bile karşılaştırılabilecek bir “işçi konseyleri” biçimi ortaya çıkmamıştır.

2010-2012 yıllarındaki yakıcı dönemdeki durum, Komintern’in 4. Kongresi’nin ders kitaplarından ve tartışmalarından çıkmış gibiydi: akut bir toplumsal kriz, sürekli akut bir siyasal kriz, yerleşik siyasal güçlerin “ortak kabul görmüş” bir hükümet istikrarını desteklemedeki yetersizliği ve devrimci sosyalist değişim için bir çözümü desteklemek için gerekli düzeye henüz ulaşamamış (ya da henüz ulaşmamış) işçi ve toplumsal mücadelelerin güçlü yükseliş eğilimi. Lenin dönemindeki Komintern, benzer koşullar karşısında bize birleşik cephe, geçiş politikaları ve sol bir hükümet için mücadele merkezli bir politika bıraktı.

SYRIZA’nın başından beri, bu yönelime ilişkin kritik konularda siyasi farklılıkların ve keskin çatışmaların parti içinde yaşandığı, herkesçe bilinen bir sırdır. 2010 yılında, Alekos Alavanos liderliğindeki Dayanışma ve İsyan Cephesi ile SYRIZA’nın sol kanadı açıkça ve alenen Aleksis Çipras etrafındaki iktidar çoğunluğundan ayrıldı. 2013 yılında SYRIZA’nın ilk kongresinde liderliğe muhalif olan Sol Platform delegelerin yüzde 30’undan fazlasının desteğini almıştı.

Tarihi “sonuç” üzerinden anlamak isteyenler, SYRIZA’nın nihayetinde yanıtlamaya çalıştığı siyasal soruların ilk başta SYRIZA’ya veya yalnızca halk tarafından SYRIZA’ya yöneltilmediğini unutmamalıdır.

O dönemdeki geniş protesto hareketinin siyasal ifadesi sorununu ele alan ilk aday doğal olarak Komünist Parti’ydi. Kasım 2010’daki bölgesel seçimlerde Komünist Parti, Attika’da oyların %14,44’ünü alarak, aynı şekilde açık bir liderlik kriziyle karşı karşıya olan SYRIZA’nın çok önünde yer aldı.

Siyasi depremin başladığı Mayıs 2012 genel seçimlerinde KP, 540.000 oy ve %8,48 oy alarak, 1989 olaylarının yol açtığı krizden bu yana en iyi puanını elde etti: [Mart ayında bankacı Koskotas’ın Papandreu hükümetiyle kurduğu bağlantılar göz önüne alındığında sonuçları olacak zimmete para geçirme suçundan tutuklanması; Haziran ayındaki seçimler, sağcı azınlık hükümetiyle bir hükümet krizi başlatan PASOK’un düşüşüyle ​​Yeni Demokrasi’nin (ND) zaferini simgeliyordu; Papandreu, “yasadışı telefon dinlemeleri” ve muhafazakar milletvekili Pavlos Bakoyannis’in öldürülmesinin ardından özel mahkemeye çıkarıldı; Kasım ayındaki seçimler ND ile PASOK arasında bir çıkmaza yol açtı; Sol ve İlerleme Koalisyonu, sağla kurduğu ittifakın bedelini, temmuz ayında azınlık hükümetinin kurulması sırasında ödedi.

Bu bağlamda Komünist Parti, memoranduma karşı verilen mücadelenin önemini açıkça küçümsemiş, siyasal ağırlığına denk düşen görevleri üstlenmekten kaçınmış, memorandumu uygulayan hükümetlerin devrilmesi yönündeki halk talebine somut olarak yanıt verecek bir siyasal yönelim geliştirmekten kaçınmıştır. Bir ay sonra, 12 Haziran 2012’de yapılan seçimde ise 272.000 oya ve %4,5’a düşerek seçimdeki etkisinin yarısını kaybetti. Troyka’nın önerdiği kemer sıkma planına ilişkin 2015 referandumunda, KP seçmeninin 10’da 6’sı HAYIR oyu kullanmış ve partinin çekimser kalma talebi reddedilmişti (seçmenlerin %61,31’i bu planın onaylanmasına karşı oy kullanmıştı). Bu bağlamda, kriz ve Çipras hükümetinin yenilgisi 2019 seçimlerinde açıkça ortaya konduğunda, Komünist Parti büyük mücadeleler ve eşi benzeri görülmemiş bir kriz döneminin başlangıcında sahip olduğu siyasi gücün çok uzağında kalarak sadece 299 bin oy, yani seçmenlerin %5,3’ünü alabilmiştir. Bu, yalnızca seçimsel bir başarısızlık değil, öncelikle siyasi bir başarısızlıktı.

Benzer sonuçlar ANTARSYA [2009’da kurulan anti-kapitalist örgütler koalisyonu] için de geçerlidir, elbette sorumluluklar açısından farklı bir ölçekte. Sola doğru genel bir kaymanın yaşandığı Mayıs 2012’de ANTARSYA, 75.428 oy ve %1,19’luk oy oranıyla seçim etkisi bakımından tarihi bir rekora imza attı. Ancak siyasi baskılara dayanamadı. Haziran ayında 20.000 oya ve %0,3’e geriledi, bir ayda üçte iki oranında azınlıkta kalan ve tanımı gereği “siyasi olarak sertleşmiş” bir seçmeni kaybetti ve bu seçmeni hiçbir zaman geri kazanmayı başaramadı. Çipras’ın 2019’daki yenilgisine kadar ANTARSYA’nın “katılım puanı” 23.000 oy ve %0,41’e düşmüştü.

Seçim rakamları hikâyenin sadece bir kısmını anlatıyor. KP’nin Samaras-Venizelos hükümetine [2013] bir alternatif bulmak için ciddi bir sürece girmeyi reddetmesi, Çipras etrafındaki liderlik grubunun ANEL’e [Bağımsız Yunanlılar, Yeni Demokrasi’den ayrılarak milliyetçi nedenlerle muhtıraya karşı çıkan bir grup] karşı fırsatçı açılımını meşrulaştırmak için öne sürdüğü başlıca bahanelerden biriydi ve aynı zamanda SYRIZA’nın sol kanadının olası siyasi ittifaklar konusundaki tartışmalardaki başlıca zayıflıklarından birini oluşturuyordu.

2010 yılında ANTARSYA, Dayanışma ve İsyan Cephesi’nin (Synaspismos Sol Akımı’nın büyük bir bölümünü, Enternasyonalist İşçi Solu – DEA, Yunanistan Komünist Örgütü – KOE, Eylemde Solun Birliği Hareketi – KEDA ve diğerlerini içeren) siyasal alanda yeni bir üniter inisiyatif önerisini özetle reddetti. Eğer önümüzdeki dönemin zorlukları SYRIZA’nın sol kanadı ile ANTARSYA güçlerinin bir “sentezi” ile karşılansaydı ne olacağını asla bilemeyeceğiz.

O tarihten sonra 2015 mücadelesi esas olarak SYRIZA içinde yaşandı.

Sol hükümet mi, yoksa ulusal selamet hükümeti mi?

SYRIZA seçimleri kazanmadan önce, halkın katı kemer sıkma politikalarının reddedilmesi yönündeki umutlarını dile getirme “hakkını” siyasi olarak kazanmış, Samaras-Venizelos kemer sıkma hükümetinin devrilmesini ön koşul olarak kabul etmiş ve Troyka ile “kopuş” sözü vermişti.

Bu, 1. SYRIZA Kongresi kararlarında ve Selanik seçim programında belirlenen ideolojik-siyasal program temelinde mümkün olmuştur. DEA ve Sol Platform’un büyük çoğunluğu, 2013 kongresinin kararlarına yetersiz diyerek olumlu oy vermezken, biz Selanik programını [Eylül 2014] kamuoyuna mütevazı ve yetersiz olarak niteledik. Buna rağmen, kongre tarafından onaylanan SYRIZA “platformu”, rejim güçlerini tehdit etmeye başlayan bir siyasal gücün toplanması için, geniş bir eylem birliği için hâlâ yeterli bir zemin sunuyordu. Sermaye ve fonların yurtdışına büyük çaplı kaçışı ve Samaras, Meimarakis [2012-2015 yılları arasında Yunan Parlamentosu Başkanı] ve diğer sağcı politikacıların halka burjuvazinin kendisini parlamento arenasının ötesinde savunmak için başka araçları olduğunu açıkça hatırlatmaları, 2015 öncesinde “iyi toplum” içinde oluşan paniğin tipik bir tezahürüydü. Uluslararası alanda, AB ve ECB’nin, Syriza “kolektifinin” vaat ettiği politikaları izlemeye kalkışırsa yeni Yunan hükümetiyle “savaşçı” bir şekilde başa çıkmaya hazırlandığı açıktı.

Bu senaryo hiçbir zaman gerçekleşmedi. Zira ana akım basının “papağanlarının” anlattığı masalların aksine, Aleksis Çipras etrafındaki iktidar çoğunluğu, tüm taahhütlerinden, kongre kararlarından, Selanik programından vb. “geri çekilmiş”, SYRIZA’nın siyasal iktidarının ve seçim etkisinin dayandığı tüm politikayı panik içinde terk etmiştir. “Sol hükümet” projesi pratikte sınanmadı; hiç cazip gelmedi. Bunun yerine, daha baştan, yerel egemen sınıfla, ama aynı zamanda Troika ile bir mutabakat arayışını örtük siyasal sınırı olarak belirleyen bir “ulusal selamet hükümeti” projesi getirildi. Uzun zamandır (2013’ten beri, daha açık bir şekilde 2014’ten beri…) hazırlıkları süren bu “dönüş”, Synaspismos’tan gelen iktidar çoğunluğunun, kendisini bekleyen görevlerden dehşete düşerek, önceki “sola dönüşün” tüm özelliklerini terk edip, Avrokomünizmin en başarısız geleneklerine tam hızla geri dönmeye yönelen kapalı bir “parti içinde parti”nin gelişmelerine dayanıyordu. Alexis Çipras ve yandaşları, Leonidas Kyrkos’un (muhafazakar Avrokomünisti) “ilkeleri” ve geniş ulusal birlik stratejisi konusunda ideolojik tutarlılığa sahip olan ve daha önce SYRIZA’yı terk edip Samaras ve Venizelos’la ittifak halinde ikinci muhtıraya katılan Fotis Kuvelis’in [2010-2015 yılları arasında Demokratik Sol’un lideri] politikaları temelinde hükümet etmeye çalıştılar.

İttifakların siyaseti her türlü siyasal bakış açısının içeriği için tartışılmaz bir ölçüttür. SYRIZA kongresi potansiyel müttefiklerinin sınırlarını açıkça belirlemişti: “Solun solundan, memoranduma karşı çıkan sosyal demokratlara kadar.” Çipras, ANEL ile koalisyon hükümeti kurdu ve Cumhurbaşkanı olarak, Aralık 2008’deki gençlik ayaklanması sırasında İçişleri Bakanı olarak “devlet başkanı” olan Yeni Demokrasi politikacısı Prokopis Pavlopoulos’u [Mart 2015’ten Mart 2020’ye kadar görevde kaldı] seçti.

O dönem SYRIZA’nın bir kolu olan DEA, bu tercihlerin önemi konusunda kamuoyunu uyarmıştı; ancak bu durumu kınayan tek taraf olmaktan hiç de memnun değildik. SYRIZA’nın programı, kemer sıkma politikalarından kurtulmak için “tek taraflı önlemler” vaadine dayanıyordu (13. ve 14. ay ve emeklilik aylığının yeniden tesis edilmesi, toplu sözleşmelerin yeniden yürürlüğe konulması, düşük ve orta gelirliler için yatay emlak vergisinin kaldırılması, KDV’de köklü indirimler, vb.).

Çipras hükümeti, alacaklılarla daha geniş bir mutabakat sağlanana kadar bu “tek taraflı eylemlerin” uygulanmasını askıya aldı! Bu taahhütlerin derhal ve tek taraflı olarak hayata geçirilmesi talebi Sol Platform’un güçlü bir noktasıydı ve SYRIZA’nın tabanının büyük bir bölümüne hitap ediyordu.

SYRIZA’nın programında Troyka ile “müzakere” ihtimali kabul edilirken, bunun borç ödemelerinin durdurulması, bankaların yeniden millileştirilmesi, sermaye çıkışlarına tanınan “özgürlüklerin” kontrol altına alınması ve borcun kamu denetimine tabi tutulması talebine dayalı olacağı belirtiliyordu. Aleksis Çipras’ın kamuoyu söyleminde, bu tür karşı önlemlere duyulan ihtiyaç, “Merkel’in [SYRIZA’nın önerisini] gün ışığında kabul edeceği” yönündeki “cesur” ve “kaygısız” öngörülerle yer değiştirmiş durumda. Bu, tüm borç taksitlerinin “zamanında ve eksiksiz” ödenmesi taahhüdünü içeren 20 Şubat anlaşmasına yol açtı. Sol Platform’un kamuoyundaki muhalefetinin ötesinde, Manolis Glezos’un [1941’den beri KP üyesi, Alman işgalinde direnişçi] sert eleştirileri, bu aşağılık anlaşmaya katkıda bulunanlar veya buna göz yumanların utanç verici bir alay konusu olarak kalacaktır. SYRIZA’nın programında “Avro Bölgesi’nde kalma adına tek bir fedakarlık yapılmayacak” ifadesi yer aldı.

Ancak bu slogan hemen yerini, hiçbir kolektif organ tarafından desteklenmeyen “her ne pahasına olursa olsun avro bölgesinde kalma” taahhüdüne bıraktı. Nisan-Mayıs 2015’ten bu yana, bu hükümet tercihlerinin, bu kez “solcu bir hükümet” olmakla övünen bir hükümet tarafından imzalanıp uygulanan üçüncü bir muhtıranın yolunu açtığı konusunda kamuoyunu uyardık.

SYRIZA’nın son radikal atağı Temmuz 2015’teki referandumdu. Bilindiği üzere, her türlü tehdit karşısında hükümet çoğunluğunun önemli bir kısmı, Dora Bakoyannis [ND’den ve o dönem Demokratik İttifak’ın başkanı] ve Yeni Demokrasi’nin bir kısmıyla koordineli olarak panik içinde bu seçimi iptal etme yoluna gittiler. Böyle utanç verici bir dönüşün önüne geçen esas olarak SYRIZA tabanının tutumu ve Sol Platform’un pozisyonuydu. HAYIR oyu ile kazanılan ezici zafer, gerekli kopuşun “nesnel” potansiyelinin çarpıcı bir göstergesiydi. SYRIZA’nın sol kanadının, referandumun önemini kavrayan ve HAYIR oyu için mücadele eden anti-kapitalist sol güçlerle işbirliği yaparak sonucu savunma ve halk iradesine saygı gösterme konusundaki başarısızlığı büyük, belki de kesin bir yenilgiydi. Çünkü SYRIZA liderliğinin sonuca olan saygısı ancak iki veya üç gün sürdü.

Üçüncü muhtıra zaten vardı [2015’in ilk yarısında müzakere edilmişti]. Hiç kimsenin, bunun Parlamento’da SYRIZA’nın “başkanlık çoğunluğu”, Yeni Demokrasi ve sosyal-liberal PASOK ile birlikte oylandığını unutmaya hakkı yoktur. Bu, sonuçta “ulusal selamet” programıydı: sermayenin vahşi saldırganlığının, en temel sosyal ve işçi haklarını bile yok edecek şekilde sürdürülmesi ve tırmanması. Ve bu politikada, önceki muhtıraları destekleyen burjuva partileri, Schäuble ve Troyka’nın da onayıyla yeni muhtırayı destekleyen Alexis Çipras’ın SYRIZA’sıyla birleştiler.

Eylül 2015 seçimlerinde, sola oy verip daha sonra çekimser kalan yüz binlerce insanın hayal kırıklığı ve kopuşu belirleyici oldu. Niyetleri ve politikaları konusunda hâlâ kuşkuların hâkim olduğu Çipras, ANEL lideri Panos Kamenos’un desteğiyle yeniden başbakanlık koltuğuna oturdu. Ancak ikinci hükümetinin politikası üçüncü muhtırayla önceden belirlenmişti.

Bugün durum değerlendirmesi yapıldığında, radikal solun herhangi bir mensubunun 2015-2019 hükümetinin politikasının “olumlu yanlarından” bahsetmesi kelimenin tam anlamıyla ayıptır. Bu yıllarda, ücretlerin ve emekli maaşlarının yıllık GSYH içindeki payı tarihsel olarak düşük bir düzeye ulaşmış, bu durum çalışanların sömürülme oranının maksimize edildiğini göstermektedir. “Esnek” (yarı zamanlı, mevsimlik, güvencesiz) istihdam oranı da rekor seviyeye ulaşmış, esnek “sözleşmeler” kamu hastanelerinden okullara, hatta Çalışma Müfettişliği kadrolarına kadar uzanmıştır! Dönemin bakanı Yorgos Katrugalos’un imzaladığı yasa, emeklilik maaşlarındaki sert düşüşü kurumsallaştırmış, muhtıradaki kesintileri (“istisnai” ve “geçici” olarak dayatılan) “emeklilik maaşlarını hesaplamanın yeni bir yöntemi”ne dönüştürmüş, böylece bu kesintileri meşru ve kalıcı olarak bütünleştirmiştir.

Ancak zarar sadece ekonomik alanla sınırlı kalmadı. Bu yıllarda Amerikan Büyükelçisi Jeffrey Pyatt ile yapılan “dostça” işbirliği, Yunan devletinin daha da derin bir NATO yanlısı “dönüşünün” temellerini attı. Netanyahu ile (Çipras ‘ın sevgiyle “Bibi” diye çağırdığı) yakın işbirliği, Yunanistan-İsrail “ekseninin” derinleşmesinin temellerini attı. Kıbrıs meselesinde, Rum Yönetimi Başkanı Nikos Anastasiadis’le işbirliği yapılarak en olmayacak geri dönüşler yapıldı (örneğin, müzakereleri başlatma girişimi ve Crans-Montana’da bu müzakerelerin aniden baltalanması gibi). Devletin baskı ve yargı mekanizmaları bozulmadan kaldı ve sistematik olarak korundu.

2018 yılında alacaklılarla yapılan ve yanlış bir şekilde “muhtıralardan çıkış” olarak sunulan rızaya dayalı anlaşma bu gelişmeyi taçlandırdı. Sermayenin bu dört yıl boyunca elde ettiği kazanımları özetleyerek, memorandumun “işadamları”, büyük gruplar, kapitalist şirketler ve bankalara ilişkin tüm taahhütlerini “yumuşattı”. Tam tersine, işçiler için memorandum kesintileri uzatılmış ve 2060 yılına kadar “karşılıklı yarar” denetimine tabi tutulmuştur! Çipras’ın “Ülkeyi muhtıralardan çıkardığı” ile övünmesinden altı yıl sonra, 13. ve 14. maaş ve emeklilik aylığının yeniden tesis edilmesi, gerçek toplu sözleşmelerin varlığı ve uygulanması, muhtıradaki (sözde olağanüstü) vergilerin azaltılması vb. işçi hareketinin ve toplumun çoğunluğunun hâlâ iddia edip savunacağı hedefler var.

Uluslararası alanda benzer deneyimlerde (örneğin Lula’nın Brezilya’sında) yaşananların aksine, sol hızlı tepki verdi ve zamanında hükümetle bağlarını kopararak öne çıktı. 2015’te referandum mücadelesinin ardından Sol Platform ve diğer “eğilimlerin” önde gelen isimleri, partinin 2015 öncesi üyelerinin önemli bir yüzdesiyle birlikte SYRIZA’dan ayrıldı. Aramızda var olan veya hâlâ var olan siyasal veya taktiksel görüş ayrılıklarına rağmen, bu yoldaşlara olan saygımızı vurgulamak istiyoruz: Sistemin onlara “işe alma” kırmızı halısını serdiği bir dönemde, onlar zor yolu seçtiler ve mücadele eden kitle kesimleriyle ilişkilerine saygı gösterdiler. SYRIZA’dan ayrılanların ve ANTARSYA’dan ayrılan güçlerin oluşturduğu Halk Birliği’nin evrimi ve görünür ve etkili bir alternatif inşa edememesi başka bir yazının konusu olacak.

Sonuçlar

Bu tercihler, SYRIZA ve Aleksis Çipras’ı 2019’da siyasi ve seçimsel bir yenilgiye sürükledi ve Kiriakos Miçotakis liderliğindeki Yeni Demokrasi’yi (ND) yöneten katı neoliberal kanatla karşı karşıya getirdi.

Sorumluluklar ağırdır. Sermayenin neoliberal saldırganlığını hızlandırmak için ekonomik ve sosyal politika, uluslararası yönelim, ama aynı zamanda devlet aygıtı da “anahtar teslimi” sağa teslim edildi.

Çipras’ın belli bir süre muhalefette kalmasının SYRIZA’yı yeniden inşa etmesine olanak sağlayacağını düşünenlerin olup biteni anlamadıkları ortaya çıktı.

Muhtıra kapsamında iktidarda kalınan dört yıl, köklü bir dönüşümü beraberinde getirdi. SYRIZA kendisini “radikal sol” olarak adlandırmaya devam edebilir, ama gerçekte, uluslararası sosyal demokrasinin sosyo-liberal yozlaşmasının yaşandığı bir çağda, kendisini sosyal demokrat bir parti olarak adlandırmak bile büyük bir ruh cömertliği gerektirir. 2019-2023 döneminde Kasselakis faciasına yol açan ahlak ve geleneklerin gelişimine tanık olduk. Stefanos Kasselakis, “Normal bir partide asla cumhurbaşkanı adayı olamam” derken, aslında kısmen doğruyu söylüyor.

SYRIZA’da ardı ardına yaşanan bölünmeler ve yaşanan kriz, PASOK için siyasal fırsatlar yarattı. Sözde “taktik sihirbazı” Aleksis Çipras, Yunanistan’da sağın yeniden canlanmasına yardımcı olduktan sonra (ki 2015 yazında %17’lere ulaşmıştı…), şimdi PASOK etrafında “bağımsız ve özerk bir yeniden yapılanma”nın kendini gösterme olasılığıyla karşı karşıya. PASOK, memoranduma karşı hareketin yol açtığı krizin, onu tanımlamak için yeni bir uluslararası siyasi terim olan “Pasokifikasyon” icat etmeyi gerektirecek kadar ciddi olduğu bir parti.

2015 yenilgisinin daha geniş sonuçları oldu. Eylül 2015 seçimlerinde erken ortaya çıkan hayal kırıklığı ve kopuş daha kalıcı oldu. Mayıs 2012 ile Eylül 2015 arasında çoğunluğu işçi sınıfı mahallelerinden gelen 900 binden fazla insan siyasetten ve seçimlerden umudunu kesti. Sol bir hükümete dair umut dalgasının zirve yaptığı Ocak 2015’ten, Aleksis Çipras’ın parti liderliğinden istifa etmek zorunda kaldığı 2023 seçimlerinin ikinci turuna kadar SYRIZA 1.300.000 seçmen kaybetti; bu kayıp, 2024 Avrupa seçimlerindeki çöküşün de kanıtladığı gibi, geçici olarak elinde tutmayı başardığı 900.000’i çok aştı.

2015 yenilgisiyle birlikte SYRIZA’nın toparlanması ve teslimiyeti, anti-Memorandum dönemindeki büyük yükseliş mücadele döngüsünü sonlandırdı ve kelimenin tam anlamıyla Miçotakis’in önünü açtı. Bu siyasi trajedinin kahramanları hâlâ kendilerine siyasi ve seçimsel rol arıyorlar. Ama onlar, tıpkı Angelos Elefantis’in (eski bir Avrokomünist aydın) zamanında PASOK için söylediği gibi, bir kez ve sonsuza dek, “sosyalizm ve işçi sınıfı açısından tamamen kayıtsız” olacaklar.

22 Mayıs 2025

Kaynak: https://alencontre.org/europe/dix-ans-plus-tard-loccasion-manquee-et-la-defaite-de-2015.html

Çeviri: İmdat Freni Çeviri Kolektifi

Suriye: “Esad Düştü ama Devrim Kazanmadı” – Yasin el-Hac Salih

Esad rejiminin devrilmesiyle Suriye devrimi zafere ulaştı mı? Aralık 2024’ten bu yana tanık olduğumuz şey, uzun ve dolambaçlı bir yol olsa da, başarılı bir devrim mi?

Bu soru kavramsal olarak önemlidir, çünkü Suriye’de devrimin başlangıcından rejimin çöküşüne kadar geçen yaklaşık on dört yılın derinlemesine anlaşılmasını gerektirir. Siyasi bir ağırlığı da var, zira verilecek cevap kamuoyunun Suriye’nin mevcut gerçekliğine ve Esad sonrası geleceğine nasıl yaklaşacağını belirleyecek.

Yakında detaylı bir anlayışın ortaya çıkması pek mümkün görünmüyor: Bu on dört yılın tarihi, onlarca yıl boyunca tekrar tekrar yazılacak. Ancak siyasi tartışma sadece mümkün değil, aynı zamanda neslimizin tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir dönüm noktasıyla karşı karşıya olduğumuz bu dönemde düşüncelerimizi netleştirmek için gereklidir.

Bu satırların yazarı için bu sorunun kişisel bir boyutu var. Suriye devriminin başarısız olduğunu ve Suriye demokratlarının siyasi vizyonlarını bu ayıklatıcı gerçeğe dayandırmaları gerektiğini defalarca dile getirdim.

Rejimin yıkılması ve yıllar süren melankoliden sonra gelen sevinç patlaması, kimilerine göre benim yanıldığımı kanıtladı ve bazı arkadaşlarım da bu görüşü dile getirdiler. Ama o sırada ne argümanlarım ne de pozisyonumu savunacak enerjim olmasına rağmen şüpheci kalmaya devam ettim.

Aşağıda bu yönde ilk girişim yer almaktadır.

Kazananlar var!

Belki de Esad rejimi ancak bu şekilde düşebilirdi: ideolojik olarak tutarlı, savaşta sertleşmiş Sünni İslamcı güçlerin oluşturduğu bir koalisyonun elinde, elverişli bölgesel ve uluslararası bağlamın da desteğiyle. Ancak devrimi izleyen yılların çetrefilli seyri, Mart 2011 ile Aralık 2024 arasında asgari düzeyde bile olsa homojen bir sürekliliğin var olduğu varsayımını sorgulatıyor.

Başlangıçta barışçıl, daha sonra 2012 ortalarına kadar karma (barışçıl ve silahlı) bir Suriye-Suriye çatışması olarak başlayan süreç, giderek artan bölgesel çıkarlar, özellikle İran ve bazı Körfez ülkelerini de içine alan bir Sünni-Şii çatışmasına dönüştü. Bu aşama, Eylül 2013’teki ABD-Rusya kimyasal silah anlaşmasına kadar devam etti [ABD Dışişleri Bakanı John Kerry ile Rus mevkidaşı Sergey Lavrov arasında Suriye’deki kimyasal silahların “2014’e kadar” ortadan kaldırılmasına ilişkin anlaşma!], bu anlaşma uzaktan bir uluslararasılaşmanın başlangıcını işaret etti ve ardından doğrudan askeri müdahaleler izledi: ABD’nin 2014’te, Rusya’nın 2015’te ve Türkiye’nin 2016’da müdahaleleri.

Suriyeli devrimcilerin kontrolü yavaş yavaş elinden kayıp gittikçe, devrim, giderek artan bir şekilde devrimci olmayan çatışmaların (mezhepsel ve bölgesel) altında gömüldü ve sonunda “teröre karşı savaş” olarak yeniden markalandı; bu da Esad rejiminin fiilen itibarını yeniden tesis etti.

2016’dan bu yana geçen yıllar devrimden uzak, sefalet ve parçalanmayla geçti. Bunlar devrimin yenilgisini, devrim içindeki mezhepçi güçlerin hakimiyetini, Özgür Suriye Ordusu’nun [29 Temmuz 2011’de kurulan ve 2013’te dönüşüm geçiren isyancı grupların bir araya gelmesiyle oluşan ÖSO] tamamen çöküşünü ve siyasi muhalefetin Türkiye’ye tabi kılınmasını simgeliyordu.

Bu dönemde, giderek artan ulusal parçalanma ortamında İdlib’de “Sünni bir oluşumun” ortaya çıkışı da yaşandı. Bu yapı içindeki egemen güçler, Sünni toplumların sistematik şiddet, katliamlar ve kendilerine karşı kimyasal silahların ve varil bombalarının ayrımcı kullanımı deneyimlerinin körüklediği radikalleşme, militarizasyon ve mezhepçileşme gibi içsel süreçler tarafından ancak kısmen şekillendirilebildi. Ancak bu güçler, Suriye devriminden yıllar önce Irak’ta kök salmış olan küreselleşmiş, toplum karşıtı İslamcı nihilizmin bir sonucuydu.

Şu anda iktidarda olan kesim (Heyet Tahrir el-Şam-HTŞ), Suriye devriminin ilk aşamalarında hiçbir rol oynamamıştır ve Suriye toplumundan gelmemektedir. Geçici başkanı, Irak’ta çeşitli takma adlar altında faaliyet gösteren eski bir cihatçıdır ve eğitim yıllarını Amerikalılara ve Irak’ın yeni Şii hükümetine karşı savaşarak geçirmiştir. Yıllarca az tanınan bu isim, Suriye’deki Selefi cihatçı grup Nusra Cephesi’nin liderliğini yaptı.

2011 devrimine, onun sembollerine ve ulusal oluşumuna söz ve eylemde düşman olan grubu gibi o da, Arap Baharı bağlamında halk intifadası olarak başlayan Suriye ayaklanmasının dinamiklerinden ziyade, hem toplumlarımızı (toplumsal örgütlerimizi) hem de genel olarak dünyayı reddeden vahşi ve ulusaşırı bir nihilizmde kök salmıştı. Aksine, muhalifliğe meyilli, fikirleri ve modeli geniş bir toplumsal veya siyasal çoğunluğun temeli olarak hizmet edemeyen ve yapısı itibarıyla milliyetçilikle, demokrasiyle, Suriye tarihiyle ve hatta Suriye toplumu kavramıyla veya herhangi bir modern siyasal düzenle tamamen çelişen seçkinci ve komplocu bir azınlığa aittir.

Bu nedenle nihilisttir; yalnızca siyasi sistemi kökten reddettiği için değil, aynı zamanda kolektif siyasi varoluşun temellerini de inkar ettiği için.

Zamanla Hayat Tahrir el-Şam (HTŞ), IŞİD’in benimsemeye devam ettiği aşırı nihilizmden uzaklaştı. Yavaş yavaş Suriye devriminin dilini benimsedi ve bayrağını reddetmekten vazgeçti, ancak açıkça Sünni üstünlükçü bir konumdan hareket etmeye devam etti.

Rejimi deviren koalisyon HTC’nin yanı sıra – “Saldırganlığın Caydırılması Harekatı” [27 Kasım 2024’te başlatıldı] – resmi bir nedeni olmayan ve öncelikle Afrin Kürtlerine karşı [özellikle Ocak 2018’de], ancak aynı zamanda kontrolleri altındaki tüm Kuzey Suriye halkına karşı uzun bir suistimal geçmişi olan isyancı ve yolsuz grupları da içeriyordu ve etkili bir şekilde Türkiye’nin vekilleri olarak hareket ediyorlardı.

Bu bağlamda, Esad rejiminin düşmesi, Saydnaya hapishanesinin derinliklerinden ve Esad’ın güvenlik servislerinden çıkanlar gibi, küllerinden yeniden doğan devrim için hâlâ bir zafer olarak değerlendirilebilir mi?

Çöküş, Suriye genelinde yaygın ve haklı bir sevince yol açtı; bu sevinç, katliam, misilleme veya yıkım korkusunun olmamasıyla beslendi. Bu sevinç, rejimin sonunun barış getireceği, Batı’nın uyguladığı yaptırımların kaldırılacağı ve ekonomik toparlanmanın başlayacağı yönündeki umutlarla daha da arttı.

Ancak bu zaferi kutlayanların birçoğu kendini zafer kazanmış hissetmiyor. Rejimin düşüşü 2011 devriminin zaferinden çok, sözde “Sünni oluşumun” zaferi olarak görülüyor.

Devrimden sonra yıllarca katliam, yerinden edilme ve yoksulluk yaşayan bu grup, güçlü bir kurban olma duygusu ve intikam alma arzusu geliştirdi. Bu dürtüler, Esad sonrası döneme uygun olmayıp, ayrımcılığı, aşırılığı ve mantıksızlığı körükleme olasılığı daha yüksektir.

Bu tepkiler, rejim güçlerinin kalıntılarının sınırlı bir isyanı sonrasında geçen mart ayında kıyıda çok sayıda barışçıl Aleviyi hedef alan soykırımsal şiddet biçiminde patlak verdi. 6 Mart’ta eski askerler ve Esad yanlısı milisler tarafından bir saldırı başlatıldı. Rejimin güvenlik güçleri karşılık veriyor ve iç ve dış gruplar sivil halkı acımasızca bastırıyor ve katlediyor.

Esad ile yaşanan çatışmanın Sünni toplumda derin köklere sahip olmaması durumunda uzun sürmeyeceğini ve rejimin devrilmesine yol açmayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak bu, çatışmanın artık siyasal ve kurumsal gerçekliklerde şekillenen mezhepsel ve dışlayıcı bir yörüngeye doğru derin bir şekilde kaydığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor…

Ama devrim değil!

Bu düşüncelerimi, şu merkezi soruyu daha iyi anlayabilmek için ileri sürüyorum: 2011 devrimi, 2024 sonunda rejimin düşmesiyle zafere ulaşmış mıdır?

Hazır iki cevap hakimdir. Birincisi, esas olarak sözde “Sünni oluşum”un parçası olanlar veya devrimi ulusal kurtuluş hareketinden ziyade bir Sünni darbesi olarak görenler tarafından dile getirilen, evet, devrimin açıkça zafer kazandığı iddiasıdır.

İkincisi ise bu iddiayı reddederek, ortaya çıkan sonucun İslamcıların silahlı bir ele geçirmesi olduğunu ve Suriye’nin artık BM ve büyük güçler tarafından terörist olarak kabul edilen aşırılıkçıların boyunduruğu altında olduğunu ileri sürüyor. Yeni rejimin devrilmesini açıkça talep etsin veya etmesin, mantığı bu noktaya varıyor.

Bu görüşü paylaşanlar Esad’ın düşüşüne üzülmüyor olabilirler (bazıları üzülüyor), ama bundan mutlu da değiller. Aşağıda, Esad’ın düşüşünün gerçekte neyi temsil ettiğine dair daha ayrıntılı ve daha az kutuplaşmış bir anlayışa doğru ilerleme girişimi yer almaktadır.

Bu tutumumuzu bir kez daha vurgulamak gerekirse, Esad rejiminin devrilmesi gerçekten de tarihi bir olaydır. Bu kişisel bir görüş değildir. Bu rejim, Saydnaya Hapishanesi ve onun geniş güvenlik aygıtından da anlaşılacağı üzere, nihai çöküşüne kadar kan bağları ve yolsuzlukla tanımlandı. Bu rejim çok uzun süredir iktidarda, kendi halkının kanını döktü, mallarına el koydu, mezhepçiliği güçlendirdi ve ulusal egemenliği yabancı [İran ve Rusya] koruması karşılığında takas etti; bu da Suriye’nin topraklarına, toplumuna ve kaynaklarına zarar verdi.

Biraz eski moda bir deyimle, devrilmesi gereken, ulusal olmayan bir rejimdi; ulusal ihanet rejimiydi. Bundan sonra ne olursa olsun, Suriye’nin hayatta kalma şansına sahip olabilmesi için tarihinin bu kanlı ve durgun sayfasını acilen kapatması gerektiği gerçeğini değiştirmeyecektir.

Olayın büyüklüğünü abartmak mümkün değil. Bu, toplumu, düşünceyi, kolektif kimliği hiçbir şeyden esirgemeyen tektonik bir altüst oluş. İttifaklar ve rekabetler yeniden çiziliyor, yeni kutuplaşmalar ortaya çıkıyor ve insanlar, olup biteni idrak edemeden, sanki büyük bir depremin artçı şoklarına yakalanmış gibi her yöne çekiliyorlar.

Jeolojik bir felaketle yapılan bu karşılaştırmanın Suriyelilerin aktif rolünü inkar etmek anlamına gelmediği açıktır. Bunun yerine, yaşananların ham gücünü ve bu gücün Suriyelilerin eylemlerini nasıl şekillendirdiğini, onları şu anki an kadar değişken ve istikrarsız hale getirdiğini aktarmaya çalışıyor. Ve bu herkesi krize sürükler.

Bugün hiçbir Suriyeli, özellikle de kamusal alanda görev alan herkes, bu krizden muaf değil ve dünyamızdaki bu büyük ve beklenmedik değişime duyarsız değil. Kazananlar da dahil.

Verimli ama bir o kadar da kafa karıştırıcı bir geçiş döneminde yaşıyoruz. Bu dönem, başka hiçbir şeye yer bırakmasa bile, düşünmeyi gerektiriyor. Akışkan bir halde yaşıyoruz, biçimsiz ve hâlâ şekil verilebilir bir durumdayız; nihai yapılanması en azından kısmen bize bağlı. Arada kalmış bir durumda olmanın anlamı budur: Şeylerin, bireylerin ve fikirlerin tarihsel bir geçiş içinde var olduğu, eski dünyanın her geçen gün daha da kaybolduğu, yenisinin ise şekil almaya çalıştığı bir kaos dönemi. Analizimizin hali de budur: ara, geçici ve büyük ölçüde deneysel, bir dil bulmaya çalışan ve bu mücadelede tökezleyen, biçimsiz gerçekliklerden ve tutarsızlığa gömülme tehlikesiyle karşı karşıya olan.

Olayın boyutu bir yana; Devrimin zafer kazandığını iddia etmek başka bir şeydir. Rejimi devirmek Suriye devriminin temel hedeflerinden biriydi; ancak bu, kendi başına bir amaç değil, daha yüksek amaçlara ulaşmanın bir aracıydı.

Devrim, eşitlik, onur, hukukun üstünlüğü temelinde, mezhepçilikten ve işkenceden uzak, yeni ve özgür bir Suriye inşa etmeyi amaçlıyordu. Bu anlamda hayır, devrim zafer kazanmadı. Ve Esad’ın devrilmesinden aylar geçmesine rağmen, bir zamanlar onu tanımlayan hedeflere yaklaştığımıza dair hiçbir işaret yok.

2011 devrimi başarısız oldu. İster 2012 ortalarında, ister 2013 baharında, isterse daha hoşgörülü bir ifadeyle rejim ve müttefiklerinin 2016 sonlarında Doğu Halep’in kontrolünü yeniden ele geçirmesiyle çökmüş olsun. Rejimin çöküşü tamamen farklı bir boyuttadır: inkar edilemez bir şekilde tarihi bir olaydır, ancak devrim için bir zafer teşkil etmez. İkisi arasındaki uçurum çok büyük, kapatılamaz.

2011’den 2024 Aralık ayına kadar süren Suriye çatışması, bir kısmı Suriyeli olmak üzere birçok gücün yer aldığı, ancak en güçlüleri de dahil olmak üzere çoğunluğun Suriyeli olmadığı bir mücadeleydi.

Rejimin düşmesiyle bu çatışma sona mı erdi? Umut buydu, zira rejimin çöküşü büyük ölçüde Suriye’nin zaferiydi.

Ancak bunun tam tersine işaretler de var: Alevilere yönelik katliamlar, süregelen intikam eylemleri, güvenlik kaosu ve egemen kesimin iktidarı tekeline alma konusundaki dizginsiz arzusu, çatışmanın hâlâ çok canlı olduğunu gösteriyor.

Başka bir nihilizm

Yazar, yukarıdakiler ışığında, taraftarlarıyla pek az ortak görüş paylaşmasına rağmen, “Devrim zafer kazandı mı?” sorusuna verilen ikinci olumsuz cevaba daha yakın görünüyor.

Özellikle, “teröristler” ve “aşırılıkçılar” hakkındaki söylemlerde sıklıkla ima edilen, yeni iktidar düzeninin artık her ne pahasına olursa olsun devrilmesi gerektiği iddiasından uzaklaşıyor. Bu, “terörizm” ve “aşırılıkçılık” gibi terimlerin rahatsız edici bir şekilde yanlış kullanıldığını, ahlaki, yasal ve kavramsal temellerinden arındırıldığını ve belirli gruplar için basit etiketlere indirgendiğini gösteriyor; bu etiketler genellikle kendileri aşırı, hatta nihilist olan bağlamlarda kullanılıyor.

Doğru bir şekilde tanımlandığında, “terörizm”, siyasi hedeflere ulaşmak için sivilleri hedef almaktır; bu tanım, bu tür eylemlerin dünyadaki önde gelen failleri arasında, örneğin ABD, İsrail ve artık dağılmış olan Esad rejimini en sık kullanan ülkeler arasına yerleştirir.

Bu terim mezhepsel amaçlar için de kolaylıkla kötüye kullanılabiliyor, örtülü olarak yalnızca silahlı Sünni İslamcılar için kullanılıyor. “Aşırılık” da benzer şekilde işliyor: Artık müzakere, uzlaşma veya bir arada yaşamanın reddini değil, sadece belli ideolojik oluşumları ifade ediyor: İslamcı ve daha önce Filistin milliyetçisi.

Bu ne devrimin dilidir, ne eleştirel düşüncenin, ne de demokratik siyasetin. Çağdışı, seçkinci ve otoriterdir, ayrımcılık ve ırkçılıkla doludur ve her türlü özgürleştirici potansiyelden yoksundur. Daha da kötüsü, sıklıkla yalnızca siyasi hareketleri veya ideolojileri değil, tüm toplulukları hedef alan düşmanca ve öfke dolu söylemlerde, sözlü ve duygusal şiddette ortaya çıkıyor.

Bu şekilde konuşanlar devrim çağrısı yapmıyor, devrimin gerçekleşmesi için çalışmıyor, demokratik mücadeleyi farklı bir bağlamda yenilemiyor.

Bir politikanın ayırt edilebilmesi, miras alınan bölünmelerin patlayıcı potansiyeline ve mevcut düzeni devirmek için uluslararası destek umuduna dayanmaktadır.

Bu tutumda, 2012’de Suriye’de ortaya çıkan İslami nihilizme çarpıcı biçimde benzeyen, son derece nihilist bir şey var: Gerçekliğin öfkeyle reddedilmesi, sonuçlara kayıtsız kalınması ve tıpkı cihatçıların çağdaş toplumumuzdaki insanlığa duydukları aşağılama gibi, toplumun kendisine karşı bir düşmanlıktan kaynaklanması.

Bu ikili düşmanlığa dayanan bir politika, doğası gereği aşırılıkçıdır. Siyaseti, pazarlığı ve uzlaşmayı reddeder, etrafında önemli bir toplumsal veya siyasal çoğunluk oluşmasını imkânsız kılar.

Aşırılık karşıtı, siyaset yanlısı

Suriye’nin şiddetten, provokasyonlardan ve dayatılan gündemlerden uzak, sakin bir geçiş sürecine ihtiyacı var. Bu, nefes almamız, kamu hizmetlerini yeniden sağlamamız, yaptırımları kaldırmamız, yerinden edilmiş kişilerin büyük ölçekte geri dönmesine izin vermemiz ve kayıpların akıbetini ortaya çıkarma çabalarını ilerletmemiz gereken bir an olmalı.

Bu geçiş, Şam’ın önemli tavizler sunduğu, ulusal birliği koruyan ve dış müdahaleleri azaltan yerel yönetim biçimlerini veya “özyönetim”i desteklediği, benzersiz durumlara sahip bölgeler için siyasi anlaşmalar yapılmasını da gerektiriyor.

Bölgesel veya uluslararası güçlerin desteğine bağlı kalacak bir güç politikası izlemektense, Suriye’nin yerel ve etnik topluluklarına (Dürziler, Kürtler, Aleviler) taviz vermek daha iyidir.

Bugün hem içeride hem dışarıda pasifize etmek doğru bir yaklaşımdır. Suriye toplumunun ılımlılaşmaya doğru evrilmesi ve kamusal aktörlerin yeniden toparlanıp, kendilerine yeni bir yön vermeleri için en uygun koşulları sunmaktadır. Esad döneminde Suriye’yi yerle bir eden güç siyaseti bugün ona hiçbir fayda sağlamayacaktır.

Bazıları sorabilir: Neden bekleyelim? Neden eski liderlere yaptığımız gibi yeni liderlere de karşı çıkmıyoruz? Cevap hem dikkatli olmakta hem de gerçekçi olmakta yatıyor. Böyle bir politika, bazı kesimlerin güvendiği topluluklar arasında bile çok az toplumsal desteğe sahiptir. Ne Cezire Kürtleri, ne Süveys Dürzileri, hatta ne de Aleviler -katliamlara rağmen- bugün devrim veya silahlı ayaklanma peşinde değiller.

Tam tersine, genel talep daha çoğulcu, daha temsili ve daha ademi merkeziyetçi, gerçek anlamda adil ve özgürleştirici bir sistemdir ve bu da şimdilik siyasi araçlarla gerçekleştirilmektedir.

Bu değişebilir mi? Arap olmayan Sünni gruplardan ve muhafazakâr olmayan bazı Arap Sünnilerden devrimci bir koalisyon çıkabilir mi? Ancak mevcut iktidar aşırılığa doğru yönelirse, yani siyasi çözümleri reddederse böyle bir yörünge ortaya çıkmaya başlayabilir. Ya da matematiksel olarak ifade etmek gerekirse: Liderlerin aşırılıkları, aşırı politikalarının süresiyle çarpıldığında, sonunda yeni bir devrimci koalisyon ortaya çıkabilir.

Ancak böyle bir koalisyon, aşırıcılığa karşı koyabilecek, ortak bir kamu davası inşa edebilecek, hegemonya savaşını kazanabilecek, bugün mevcut yönetimi eleştirenler arasında yaygın olan dışlayıcı ve yüceltici söylemin aksine, ılımlılığa ve kapsayıcılığa doğru ilerleyebilecek bir güç olarak görülmelidir.

Aslında mevcut hükümet yapısı içerisinde iki tür aşırılıkçı eğilim görüyoruz. Birincisi, medyanın ilgisini çeken ve toplumsal korku yaratan aşırı Selefi veya cihatçı dürtüler veya her ikisi de var, ancak bunlar en tehlikeli olanlar değil. İkincisi, Anayasa Beyannamesi’nde ve hükümetin kuruluşunda somutlaşan, iktidarı tepedeki küçük bir grubun elinde toplama arzusundan kaynaklandığı görülen aşırı merkeziyetçi eğilimler var. Bu merkeziyetçi eğilimler, Selefilerin ve cihatçıların dağınık aşırılıkçılığından daha az dikkat çekicidir, ancak uzun vadede daha tehlikelidir.

Bir sorunu çözmek yerine, yeni bir sorun yaratılmıştır: Anayasa Bildirgesi ve hükümetin kurulmasıyla güvence altına alınmaya çalışılan kurumsal istikrar, ülkenin toplumsal ve coğrafi parçalanmışlığı göz önüne alındığında sürdürülebilir değildir. Kurumsal istikrara yönelik çabaların bu toplumsal ve coğrafi sorunların çözümünden önce değil, çözüm sonrasında gelmesi gerekirdi.

Ahmed el-Şara ve ekibi bunu yaparken arabayı atın önüne koydu. Suriye için çok dar, hiç kimseye hitap etmeyen, hatta reddedilmesi gereken bir elbise dikmişler.

Bu sorunun nasıl çözüleceğini kimse bilmiyor. Bir yandan Dürzilerin veya Kürtlerin mevcut kurumsal çerçeveyi kabul etmeleri düşünülemez. Öte yandan, zorla dayatılan bir çözüm imkânsız (ve elbette istenmeyen bir seçenek olarak) görünüyor.

Bugün en uygun yol, mevcut bölünmüşlükleri aşmak, Suriye tarihine damgasını vuran boğucu merkeziyetçilikten kurtulmak ve Suriye toplumunun gerçek çoğulculuğuna esnek bir şekilde yanıt vermek amacıyla, özellikle Anayasa Bildirgesi, hükümet ve askeri eğitim süreçleri olmak üzere mevcut devletin ciddi ve müzakereli bir yeniden yapılandırılmasına girişmektir.

Bu, iki-üç adım geriye gitmek, geçen mart ayından önceki duruma dönmek, böylece daha sağlam bir şekilde ilerlemek anlamına geliyor. Kamu kurumlarının oluşumuna siyasi çözümlerle öncülük etmek en doğrusudur, tersi değil.

Siyaset, müzakereleri, uzlaşmaları, alışverişi, orta yolu ve ortaya çıkan fikir birliğini desteklemek için oluşturulmuş kurumları içerir.

Ama siyasete kapı kapanırsa, devrime kapı açılır, bir süre sonra bile olsa. Ve hiç kimse bu kuralın başkaları için geçerli olup, kendisi için geçerli olmadığı yanılgısına kapılmamalıdır.

(30 Nisan 2025’te aljumhuriya.net sitesinde yayımlanan makale)

Yasin el-Hac Salih , 1980’den 1996’ya kadar 16 yılını Suriye’deki Hafız Esad diktatörlüğünün zindanlarında geçirdi. Suriye devrimi, hapishane, işkence ve rejimin soykırım şiddetini konu alan birçok kitabın yazarıdır; bunlar arasında The Impossible Revolution: Making Sense of the Syrian Tragedy (Hurst, Londra, 2017) yer almaktadır. Al-Jumhuriya’nın kurucularından ve yayın kurulu üyesidir .

Kaynak: https://alencontre.org/moyenorient/syrie/syrie-assad-est-tombe-mais-la-revolution-na-pas-gagne.html

Çeviri: İmdat Freni

Suriye: Alevi Katliamları, Mezhepçilik ve Geçiş Adaleti – Joseph Daher

Aralık 2024’te Esad rejiminin devrilmesinin ardından oluşan coşku, Mart 2025’in başlarında yeni kurulan Suriye ordusuna bağlı silahlı gruplar tarafından kıyı bölgelerindeki Alevi sivillere yönelik büyük çaplı katliamların ardından büyük ölçüde dağıldı.

Bu trajik olayların ardından iktidardaki yeni yönetime bağlı silahlı gruplar, Alevi sivillere yönelik yeni suikastlar ve başka saldırılar gerçekleştirdi. Uluslararası Af Örgütü’nün kıyı şeridinde son dönemde yaşanan ölümcül olaylara ilişkin raporunun yayımlanmasının ardından örgütün genel sekreteri şunları söyledi: “Sivilleri kasten öldürmek veya yaralı, teslim olmuş veya esir düşen savaşçıları kasten öldürmek bir savaş suçudur.”

Başlangıçtaki şiddet olayları, eski Esad rejimine bağlı silahlı kişilerin, iktidardaki yeni yönetimin güvenlik güçlerine ve sivillere yönelik saldırıları koordine etmesiyle başlamış olsa da, Suriye ordusunun farklı kesimleri tarafından yürütülen baskı kampanyası daha sonra kitlesel olarak sivillere ve Alevi ailelere yönelik suikast kampanyalarına dönüşmüş ve yüzlerce sivilin ölümüyle sonuçlanmıştır .

Ayrıca bu katliamlar nedeniyle yaklaşık 13 bin Suriyeli Lübnan’ın kuzeyine, on binlercesi de ülkenin iç kesimlerine kaçtı.

“Esad rejiminin kalıntılarıyla mücadele” bahanesiyle gerçekleştirilen bu katliamlar, esas olarak mezhepsel nefret ve “intikam” duygusundan kaynaklanmış, Alevi toplumunun tamamı yanlış bir şekilde eski rejimle özdeşleştirilmiştir. Oysa Alevilerin büyük çoğunluğu eski rejime bağlı silahlı unsurların güvenlik güçlerine yönelik gerçekleştirdiği silahlı saldırıları desteklememiştir. Ayrıca katledilen sivillerin birçoğu Esad rejimine karşı gelmiş ve rejimin Aralık 2011’de devrilmesini kutlamıştı.

Bu trajik olayların ardından sosyal medya mezhepçi ve nefret söylemleriyle dolup taşarken, Suriye İnsan Hakları Merkezi Direktörü Fadel Abdulghany’nin de aralarında bulunduğu önde gelen insan hakları aktivistleri katliamları haberleştirdikleri ve belgeledikleri için tehdit ve hakaretlere maruz kaldı.

Sahil kesimindeki Alevi nüfusa yönelik katliamların sorumluluğu yeni Suriye yönetimine aittir. Sadece şiddetin ve mezhepsel nefretin yükselişini engelleyememekle kalmadılar, aynı zamanda hem doğrudan doğruya hem de bu katliamlara yol açan siyasal koşulları yaratarak buna aktif olarak katkıda bulundular.

Nitekim Alevi bireylere ve topluluklarına yönelik insan hakları ihlalleri, kaçırma ve öldürmeler de dahil olmak üzere son aylarda artış göstermiş ve bunlardan bazıları, örneğin Aralık 2024’teki Fahil katliamı ve Şubat 2025’teki Arzah katliamı , kıyıdaki katliamların provaları gibi görünmektedir.

İktidardaki yetkililer her defasında bu eylemleri münferit olaylarmış gibi sunmuş, faillerine karşı ciddi tedbirler almamışlardır.

Ayrıca, Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ve Suriye yetkilileri, Alevi toplumunu, eski rejimin Suriye halkına karşı kullandığı bir araç olarak sürekli olarak resmetmektedir.

Nitekim Suriye Dışişleri Bakanı Esad el-Şibani, Belçika’nın başkenti Brüksel’de düzenlenen 9. Suriye Bağışçıları Konferansı’nda yaptığı konuşmada, “54 yıllık azınlık yönetimi, 15 milyon Suriyelinin yerinden edilmesiyle sonuçlandı…” diyerek dolaylı olarak, Esad ailesinin kontrolündeki bir diktatörlüğün değil, ülkenin onlarca yıldır Alevi toplumunun bir bütün olarak yönettiğini ima etmiştir.

Alevi isimlerin eski rejimde, özellikle askeri ve güvenlik teşkilatında önemli mevkilerde yer aldığı yadsınamazken, devletin ve onun temel kurumlarının niteliğini “Alevi kimliği”ne indirgemek veya rejimi dini azınlıkları kayıran, Sünni Arap çoğunluğa karşı sistematik ayrımcılık yapan bir rejim olarak göstermek hem bir hatadır hem de gerçeklikten uzak bir analizdir.

Mezhepçiliğin araçsallaştırılması eski rejimin nihai hedefi değildi, daha ziyade iktidarını sürdürmenin bir aracıydı.

Bu gerginliklerin ve mezhepsel nefretin, bölge halkları arasında kökleşmiş kadim dinsel ayrılıklardan veya kökleşmiş herhangi bir şeyden kaynaklanmadığının açıkça belirtilmesi gerekir. Mezhepçilik ve mezhepsel gerginlikler modernitenin bir ürünüdür ve siyasal kökenlere sahiptir. Bu durumda mezhepsel dinamikler, eski Esad rejiminin Suriye halkını bölmek için bir araç olarak kullandığı mezhepsel politika ve uygulamalarının yanı sıra, HTŞ ve diğer silahlı muhalif gruplar da dahil olmak üzere yeni iktidar otoritelerinin eylemlerinden kaynaklanmaktadır. Bu gruplar mezhepçiliği aktif bir biçimde araçsallaştırdılar ve bunu politikaları, eylemleri ve söylemleriyle yapmaya devam ediyorlar.

Her Suriyeli için adalet sağlanmazsa kaos daha da derinleşecek

Mezhepçilik temelde iktidarı pekiştirmenin ve toplumu bölmenin bir aracıdır. Ülkenin sorunlarının kaynağı ve güvenliği tehdit eden bir grup olarak, inancı veya etnik kökeni itibarıyla belirli bir kesimi göstererek, işçi sınıfını sosyo-ekonomik ve siyasal sorunlardan uzaklaştırmaya, böylece bu kesime yönelik baskıcı ve ayrımcı politikaları meşrulaştırmaya çalışmaktadır.

Üstelik mezhepçilik, güçlü bir toplumsal kontrol mekanizması olarak işlev görür ve işçi sınıfının, içinde yaşadığı toplumun yönetici elitlerine olan bağımlılığını pekiştirerek sınıf mücadelesinin gidişatını şekillendirir. Sonuç olarak, işçi sınıfı bağımsız siyasal eylem kapasitesinden yoksun bırakılmakta ve toplumsal kimlikleriyle tanımlanmakta, siyasal olarak bu kimlik temelinde hareket etmektedirler.

Bu bağlamda yeni iktidar, eski Esad rejiminin izlerini takip ediyor, mezhepçi politika ve uygulamaları bir yönetim ve toplumsal ayrıştırma aracı olarak kullanmaya devam ediyor.

Mezhepsel dinamiklerin ötesinde, son olaylar aynı zamanda iktidardaki yeni otoritelerin, tüm bireylerin ve grupların savaş suçlarından sorumlu tutulmasını sağlamayı amaçlayan kapsamlı ve uzun vadeli bir geçiş adaleti çerçevesi oluşturma konusundaki başarısızlığının ve reddinin sonucudur.

Sürdürülebilir ve barışçıl bir geleceğin önünü açmak için Esad rejiminin sistematik vahşet mirasının ele alınması önemlidir. Bu yaklaşım, intikam eylemlerinin sınırlandırılması ve toplumlar arası artan gerginliğin azaltılması konusunda belirleyici bir katkı sağlayabilirdi.

Cumhurbaşkanı Ahmed el-Şara, Suriye sahilindeki olayları araştırmak üzere bir soruşturma komisyonu kurdu ve iç barış için yüksek komisyon oluşturdu. Ancak, bulguların açıklanması hala bekleniyor ve resmi son tarih 9 Nisan olarak belirlendi. Bu arada, bu bölgelerdeki Alevi sivillere yönelik insan hakları ihlalleri devam ediyor.

Uluslararası Af Örgütü’nün kıyı bölgelerindeki son olaylara ilişkin raporuna ve hükümetin rolüne yönelik daha geniş eleştirilere yanıt olarak Suriye İçişleri Bakanlığı’ndan bir kaynak, The New Arab’ın kardeş yayını olan El Arabi el Cedid’e , “Sahadaki verileri ve gerçekleri göz ardı etmek ve soruşturma komisyonunun çalışmalarını karalamak, nesnelliğin en temel standartlarına aykırı bir titizlik eksikliğidir.” Dedi. Bu, geçmişi bilinen, Suriye’ye hem millete hem de halkına düşman ülkelerle ittifakı aşikar olan aktörlerin yürüttüğü bir siyasi proje lehine bir tarafgirliği ifade etmektedir.”

Bununla birlikte Ahmed al- Şara ve iktidardaki müttefikleri, kapsamlı bir geçiş adaleti mekanizması kurmakla ilgilenmiyorlar; çünkü bunun kendilerini de sivillere ve çeşitli yerel nüfusa karşı işledikleri suçlar ve suistimaller nedeniyle hesap vermeye maruz bırakacağından korkuyorlar.

Ayrıca, geçiş adaleti, eski rejimle bağlantılı iş adamlarına yasadışı olarak verilen devlet varlıklarının geri alınmasını ve kamu ve devlet fonlarının özelleştirilmesi veya devlet arazilerinin işçi sınıfı ve genel çıkarlar aleyhine devredilmesi gibi ciddi mali suçlardan sorumlu olanların hesap vermesini amaçlayan eylemleri içeriyorsa, toplumsal bir boyut da taşıyabilir.

Yeni iktidarın, eski Cumhurbaşkanlığı Sarayı ile bağlantılı iş dünyası figürleriyle anlaşmalar ve düzenlemeler yapmayı hedefleyen ekonomik yönelimi, neoliberal politikaları derinleştirme ve kamu varlıklarını özelleştirme arzusu, kapsamlı bir geçiş adaleti sürecinin ilkeleriyle bir kez daha çelişmektedir.

Son yaşananlar, gelecekte açılacak cezai kovuşturmalara delil toplamak ve mağdurların hafızasını ve geçmişini korumak amacıyla Suriye’deki insan hakları ihlallerini belgelemeye devam etmenin önemini vurgulamaktadır.

Yalnızca, tüm mezhepsel ve etnik kökenlerden emekçi sınıfların geniş katılımıyla demokratik ve kapsayıcı bir süreç, mezhepsel şiddet döngüsünü kırabilir ve insan hakları ihlallerinin faillerinin hesap vermesini sağlayabilir.

Bunun için Suriyeli aktivistlerin, demokratik ve ilerici grupların iktidardaki yeni yönetime karşı dengeleyici bir güç oluşturması, özellikle adalet ve cezasızlıkla mücadele konularında taviz vermeleri için baskı yapması gerekiyor. Eski bir söz vardır: Adalet olmadan barış olmaz.

Joseph Daher

Kaynak: The New Arab , 3 Nisan 2025:
https://www.newarab.com/opinion/no-hope-justice-if-sectarianism-new-syrian-state-doctrin

Görsel: ALI HAJ SULEIMAN / GETTY IMAGES VIA AFP

Çeviri: İmdat Freni

“Önce Amerika” ve Uluslararası İlişkilerdeki Büyük Çalkantı – Gilbert Achcar

MAGA olarak bilinen ABD’li neofaşist hareket tarafından benimsenen “Önce Amerika” mantığı, uluslararası ilişkilerin ekonomik tarihine aşina olmayanlara rasyonel görünebilir. Trump ve yandaşlarına göre Amerika, müttefiklerini ve özellikle bunların arasındaki zengin ülkeleri, yani jeopolitik Batı’yı (bilhassa Avrupa ve Japonya) ve Körfez Arap petrol devletlerini korumak için yüklü miktarda para harcadı. Şimdi onlar için borçlarını ödeme zamanı: Tüm bu ülkeler, ABD’deki yatırımlarını çoğaltarak ve satın alımlarını artırarak borçlarını ödemeli; özellikle de silah alımlarını artırarak (Trump’ın Avrupalıları askeri harcamalarını artırmaları yönünde baskılamasından esas kastettiği budur). Tüm bunlar neofaşist ideolojiyi karakterize eden milliyetçi fanatizmle tutarlı olan ticari mantık içinde doğallığında yer alır (bkz. “Neofaşizm Çağı ve Ayırt Edici Özellikleri).

Bu bakış açısına göre ABD’nin askeri harcamaları – sadece Amerika’nın müttefiklerininkini değil, bir noktada dünyadaki diğer tüm ülkelerin toplam askeri harcamalarına eşit seviyeye ulaşmış – başkalarının yararına büyük bir fedakârlık olmuştur. Aynı mantığa göre ABD’nin ticari dengesindeki büyük açık, diğer ülkelerin ABD’nin iyi niyetini sömürmesinin bir sonucudur ve bu yüzden Trump, ABD’ye ithal ettiğinden fazla ihracat yapan tüm ülkelere gümrük vergileri uygulayarak bu açığı azaltmak istiyor. Bunu yaparak, zenginler ve büyük şirketler lehine uyguladığı vergi indirimleriyle kendisinin neden olduğu federal gelirdeki azalışı da telafi etmeyi hedefliyor.

Ancak tarihsel gerçek, olayların bu basite indirgenmiş tasvirinden çok farklı. Birincisi, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin askeri harcamaları, o zamandan beri “devamlı savaş ekonomisi”ne dayanan Amerikan kapitalist ekonomisinin belirli dinamiklerinde önemli bir faktördü ve bugün de öyle olmaya devam ediyor (Bu, The New Cold War: The United States, Russia, and China, from Kosovo to Ukraine, UK edition, US edition, 2023 adlı kitabımda ayrıntılı olarak açıklanmıştır). Askeri harcamalar ilk olarak Amerikan ekonomisinin gidişatını düzenlemede ve ikinci olarak teknolojik araştırma ve geliştirmeyi finanse etmede önemli rol oynamıştır ve oynamaya devam etmektedir (Bunun rolü, geleneksel endüstrilerinin göreceli düşüşünden sonra ABD’yi teknolojik açıdan ön sıralara geri getiren bilgi işlem teknolojileri devriminde belirgindi).

İkincisi, ABD’nin Avrupa, Japonya ve Arap Körfez ülkelerine sağladığı askeri koruma, feodal benzeri bir ilişkinin parçasıydı; söz konusu ülkelerin Amerikalı hükümdarın münhasır idaresindeki askeri ağına katılımlarının yanı sıra, onlara aynı zamanda büyük ekonomik ayrıcalıklar sağlıyordu. Hakikat, Trump ve yandaşlarının, ABD’nin müttefikleriyle ilişkisinin müttefiklerin ABD’yi sömürmesine dayandığı şeklindeki tasviriyle tamamen çelişiyor. Gerçek bunun tam tersi. Washington müttefiklerine, bilhassa zengin olanlarına, onları sömürmesine imkân kılan ekonomik bir örüntü dayattı; özellikle doları uluslararası bir para birimi olarak dayatarak; böylece o ülkeler ABD’nin ticari dengesi ve federal bütçesindeki açıkları dolaylı ve dolaysız şekilde finanse etti. ABD ticaret açığının dolarları, çeşitli ülkelerin muhtelif dolar kaynaklarıyla birlikte, daima Amerikan ekonomisine geri döndü; bazıları doğrudan ABD hazinesini finanse etti.

Böylece ABD kendi imkânlarının çok ötesinde yaşadı ve yaşamaya devam ediyor. Bu gerçek geçen yıl bir trilyon dolara yaklaşan ticaret açığının büyüklüğünde ve GSYİH’sinin %125’ine denk gelen 36 trilyon doları aşan muazzam borcunun büyüklüğünde açıkça görülüyor. Amerika Birleşik Devletleri, zengin alacaklıların aleyhine, birincisinin ikincisine egemen olduğu bir ilişkide yaşayan büyük ve güçlü bir borçlunun nihai timsalidir.

Ukrayna konusunda bile, Amerika Birleşik Devletleri’nin bu ülkeye şimdiye dek verdiği 125 milyar dolar (Trump’ın ABD’nin 500 milyar dolar harcadığını iddia ettiği hayali rakamlardan çok uzak bir meblağ) Avrupa Birliği’nin tek başına sağladığı miktara eşdeğerdir (AB’nin GSYİH’si ABD’nin yaklaşık %30 altında olmasına rağmen); Britanya, Kanada ve ABD’nin diğer geleneksel müttefiklerinin katkılarını saymıyorum. Aslında, Amerika Birleşik Devletleri’nin Ukrayna savaş hamlesini finanse etmek için harcadığı para, Rusya’yı emperyalist bir rakip olarak zayıflatma politikasına hizmet etmiştir. Washington, Rusya’da neofaşist dönüşümü kolaylaştırıp Moskova’nın komşusunu işgal etmesine yol açan koşulları yaratmaktan birincil derecede sorumludur. Soğuk Savaş sonrası Avrupa ve Japonya’nın Amerikan hegemonyasına itaatini konsolide etmek için Rusya ve Çin’e karşı düşmanlığı kasıtlı olarak körüklemiştir.

Ancak Trump ve yandaşları, ABD’nin önceki yönetimlerinin Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmeye sürükleyen durumu yaratmadaki sorumluluğunu kabul ederken, bunu ikiyüzlüce iddia ettikleri gibi barışa olan aşklarından dolayı yapmıyorlar (Filistin konusundaki tutumları ikiyüzlülüklerinin en iyi delilidir); daha ziyade artık eskisi gibi Rusya’yı rakip emperyalist bir devlet olarak görmeyip – Washington’ın 1990’lardan beri Sovyetler Birliği’nin çöküşüne ve Rusya’nın küresel kapitalist sistemin kucağına geri dönmesine rağmen giderek daha fazla benimsediği bir yaklaşım – Putin’i neofaşizmdeki ortakları olarak görmelerine doğru bir geçiş bağlamında yapıyorlar bunu; onunla Avrupa ve dünyadaki aşırı sağı güçlendirmek için işbirliği yapmanın yanı sıra Rusya’nın geniş pazarından ve büyük doğal kaynaklarından faydalanmak da istiyorlar. Avrupa’nın liberal hükümetlerinde ideolojik bir hasım ve ekonomik bir rakip görürken, Rusya’da ekonomik olarak onlarla rekabet edemeyen ideolojik bir müttefik buluyorlar.

Öte yandan Trump ve yandaşlarının gözünde Çin en büyük siyasi hasım ve ekonomik ile teknolojik rakiptir. Joe Biden da aynı politikayı izleyerek, Çin’e karşı düşmanlık konusunda Trump’ın birinci ve ikinci dönemleri arasında bir süreklilik sağladı. Trump ekibi, tıpkı Çin’in 1970’lerde Sovyetler Birliği’nden uzaklaşıp Amerika Birleşik Devletleri’yle ittifak kurması gibi, Moskova’yı Pekin’den ayırmayı ümit ediyor olabilir. Ancak Putin, ABD’li neo-faşistlerin iktidarda kalıcılığından emin olmadığı sürece bu yolu seçme riskini almayacaktır.Şimdi büyük soru, Avrupalı liberal eksenin Amerikan vesayetinden kurtulma yolunu seçmeye hazır olup olmadığıdır çünkü bu, Avrupa’yı Çin’e düşmanlıkta Washington’un arkasında hizalanmaya son verip Pekin ile ilişkilerini güçlendirmeyi şart koşacak. Bu, Avrupa ülkelerinin uluslararası hukuk çerçevesinde çalışmaya hazır olmalarını ve Birleşmiş Milletler ile diğer uluslararası kurumların rolünü güçlendirmeye katkıda bulunmaya hazır olmalarını gerektirir; bunlar Pekin’in ısrarla talep ettiği iki şeydir.

Avrupa’nın bu konudaki ekonomik çıkarları açıktır. Bilhassa Çin ile yakın ilişkileri olan Avrupa’nın en büyük ekonomisine sahip Almanya’nın çıkarları özellikle açıktır. İronik olan şu ki, Çin artık küresel ticaret özgürlüğünü Trump ve yandaşlarının benimsediği ticari yaklaşıma karşı savunmak ve çevre politikalarını çeşitli neo-faşist tiplerini karakterize eden iklim değişikliği inkarına karşı savunmak için Avrupalılarla güçlerini birleştiriyor. Göreve gelen Alman Başbakanı Friedrich Merz’in Washington’ı eleştirip Avrupa’nın Amerika Birleşik Devletleri’nden bağımsızlığına çağrıda bulunarak ifade ettiği keskin tutumu, bu yolu izleme yönünde sahici bir girişime yol açarsa, özellikle de Fransa’nın tutumu aynı yöne meyilli olduğundan, Avrupa Birliği’nin Çin’e karşı tutumuna pekala yansıyabilir.T

üm bu meseleler, Atlantik liberal sisteminin ölümünü ve dünyanın hala başlangıcında olduğumuz fırtınalı bir kartları yeniden karma evresine girdiğini teyit ediyor. Gelecek yıl düzenlenecek olan ABD Kongre seçimleri, Amerikan kurumları üzerindeki neofaşist hakimiyeti güçlendirmekle veya zayıflatmakla sonuçlandığına bağlı olarak, bu süreci ilerletmede veya gemlemede önemli bir rol oynayacak. Bu arada Amerikan neofaşist hareketi, çeşitli ülkelerdeki emsallerini taklit ederek, seçim demokrasisini kademeli olarak baltalamaya ve Amerikan devlet kurumlarına el atarak üzerlerindeki kontrolünü sürdürmeye çalışmaya başladı.

Bu yazı 4 Mart 2025’te Al-Quds Al-Arabi gazetesinde yayımlandı.

Lübnanlı sosyalist bir akademisyen ve yazar olan Gilbert Achcar, Londra Üniversitesi Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu’nda Kalkınma Çalışmaları ve Uluslararası İlişkiler profesörüdür.

Çeviren: Tamer Bakar

Çeviri Kaynağı: İlke TV

Gilbert Achcar yazdı: ‘Önce Amerika’ ve uluslararası ilişkilerdeki büyük çalkantı

Oligarksız ve İşgalsiz Bir Ukrayna İçin! – Sotsіalnyi Rukh/Ukrayna Toplumsal Hareketi

Yeni seçilen ABD Başkanının talancı politikaları, Ukraynalılar için kalıcı barışı imkânsız hale getirmektedir. Ukrayna’nın Amerikan sermayesinin çıkarlarına hizmet etmek üzere tasarlanan maden çıkarma anlaşmasını imzalamayı reddetmesi, ülkenin sömürgelere özgü bir bağımlılık halinden kaçınma kararlılığının göstergesidir. Bu kararlılık, Ukrayna’yla Avrupa, Asya ve dünyanın diğer ülkeleri arasında, emperyalist tahakküme karşı direnişi bayraklaştıran daha eşitlikçi bir ilişki arayışına kapı aralamaktadır. Ancak halihazırdaki durum devam ederse Ukrayna, ABD’den gelen askeri yardımın kısa süre içinde kısılması, hatta tamamen durdurulması riskiyle karşı karşıyadır. Söz konusu yardım asla vaktinde ve yeterli miktarda ulaşmadı. Yine de sona ermesi derinden hissedilecektir. Ukrayna devleti işgal altındaki topraklarını kurtarana veya saldırganın kati bozgununa dek askeri çabalarını sürdürmeye kararlıysa, buna uygun yöntemleri uygulamak zorundadır.

Bize göre Ukrayna’nın savunması, kamulaştırma ve piyasa odaklı ekonomik düzenlemelerin terk edilmesiyle sağlanacak yeterli düzeyde sermayeyi harekete geçirmeyi içeren bir “savaş sosyalizmi” politikasını benimseyerek güçlendirilebilir. Servetin yeni baştan dağıtılmasıyla birleşen böylesi bir politika, Ukrayna halkının en yoksul kesimlerinin orantısız biçimde omuzladığı savaşın yükünü azaltacaktır. Avrupa toplumu Trump’ın açıklamalarına savunma bütçelerini genişleterek ve Ukrayna’ya askeri yardımı arttırarak yanıt verdi bile. Geniş ölçekli işgalden beri hükümet, savunma kapasitesini artırma, Batı menşeili üretimi yerelleştirme, misilleme programlarını canlandırma ve insansız hava aracı sayısını artırma yolunda kayda değer adımlar attı. Yine de Ukrayna’nın elinde hala, harekete geçmeyi bekleyen azımsanamayacak bir potansiyel bulunmaktadır. Ukrayna Toplumsal Hareketi (Sotsialnyi Rukh) uzun süredir bu önlemlerin gerekliliğini vurguluyordu. Ancak şimdi bu önlemler Ukrayna’nın savunma kapasitesi bakımından kritik öneme ulaşmıştır.

Kaynakların etkin bir şekilde seferber edilmesinin önündeki en büyük engel, vurgunculuğu teşvik eden, toplumsal servetin şahıslar elinde toplanmasına imkan tanıyan, özel mülkiyeti hemen her şeyin üstünde gören neoliberal politikalardır. Ukrayna kentleri işgal altında kaldığı, Rus saldırgan taarruz kapasitesini koruduğu müddetçe, ekonominin tüm sektörleri elbirliğiyle iş görmeli, savunma çabalarına katkıyı en üst düzeye çıkarmalıdır. Devlet bütçesini takviye etmek için, özel sermaye giderek artan oranda vergilendirmeye tabi tutulurken, mali sermaye devlet elinde toplanmalı ve savunma sanayiine yönlendirilmelidir. Savunmanın güçlendirilmesi, sosyal alanda yürütülecek büyük ölçekli yatırımlardan ayrı düşünülemez. Bilhassa hayati altyapı sektörlerinde yeni iş alanları yaratılmalı, daha fazla kadının işgücüne katılımını sağlamak için çocuk bakım sektörü güçlendirilmeli, sağlık, geçici barınma ve rehabilitasyon alanlarındaki sosyal hizmetlere erişim kolaylığı sağlanmalıdır. Bu önlemler yurt dışındaki Ukrayna vatandaşlarının dönüşünü de kolaylaştıracaktır. İlaveten, bilhassa 2022’den bu yana Ukrayna’yı savunanlar başta olmak üzere, askeri hizmet sunan kesimlerin sosyal güvencelerinin ileri bir aşamaya taşınması önemlidir.

Ukrayna’nın durumunun benzersizliği, tam teşekküllü savaşın oligarşik kapitalizmin sökülüp atılmasını her zamankinden daha fazla mümkün kılması ve bu tasfiyenin halk nezdinde her zamankinden daha meşru görülmesi gerçeğine dayanmaktadır. İlk olarak, Ukrayna’nın direncini artıran (demiryolları, posta hizmetleri, sağlık, eğitim ve bankacılık) gibi alanlardaki temel kamu hizmetlerinin hatırı sayılır bölümü zaten devlet işletmelerince sağlanmaktadır. İkinci olarak, çok sayıda işletme (özellikle Rus oligarklarla bağlantılı olanları) kamulaştırılmış ve bütçe yoluyla yeniden dağıtılan GSYH payı artmıştır. Üçüncü olarak, Ukraynalı oligarklar, kontrol araçlarının ve servetlerinin bir kısmını çoktan yitirmiş, giderek artan bir şekilde devlet gücünün etkisine boyun eğmişlerdir.

  • Doğal kaynakların ve toprağın kullanımında mülk sahipleri ve kamu yararının çıkarı, bu kaynakların ve toprağın denetimine bağlıdır. Milli servetin denetiminde şeffaflık, söz konusu kaynakları alelacele ticarileştirmek için değil, genel refahın mümkün olduğunca artırılması için bir temel sunduğu ölçüde gereklidir. İşte bu, halkı vatanları ve toplumsal beklentileri için daha etkin bir mücadeleye motive edecektir.
  • Ekonominin stratejik sektörlerinde yer alan girişimlerde devlet kontrolü sağlanmalı, bilhassa ön saflarda yer alan sektörlerin gereksinimlerini karşılamak için seri üretim tesisleri oluşturulmalıdır. Sanayi, istikrarsız piyasa koşullarını gözetmeyi bırakmalı, savunma faaliyetinin gereklilikleri üzerinden iş görmelidir. Kritik önemdeki altyapı unsurları devlet mülkiyetine yeniden kazandırılmalıdır. Temel mallara erişim, oligarkları besleyen, kamu çıkarlarını tekelcilerin cebine akıtan bir hortum vazifesi görmemelidir. DTEK’in Rinat Akhmetov’un ya da bölgesel enerji firmalarının Vadym Novynskyi’nin elinde bulunması, devletin oligarklara bir lütfudur.
  • Yağmacı özelleştirmenin sonuçları yeniden gözden geçirilmelidir. Çok düşük bir bedel karşılığında satın alınan işletmeler devlete iade edilmeli ya da satın alma fiyatı ile gerçek değeri arasındaki fark karşılanmalıdır. Her şeyden önce, devlet denetimindeki madencilik, makine imalatı ve kimya sanayileri savunma güvenliği bakımından özel önem taşımaktadır. Bağışlarla yetinmeye son- bırakın bedeli oligarşi ödesin.
  • Kıbrıs, Virjin Adaları ve diğer offshore yargı alanlarıyla yapılmış tüm çifte vergilendirmeyi önleme anlaşmaları iptal edilmelidir. Ukrayna’nın altyapısı, doğal kaynakları, altyapısı ve işgücü kullanarak yaratılan değer burada, sadece burada vergilendirilmelidir.
  • Artan oranlı vergilendirme ve lüks vergisi getirilmelidir. Ülke savunması Ukraynalı köylülerin, işçilerin ve küçük işyeri sahiplerinin kahramanlıklarına ve fedakarlıklarına dayanmaktadır. Ülkeyi savunmak için en zenginler de, savaştan önce sahip oldukları nüfuzla orantılı biçimde servetlerinden fedakarlık etmelidir- en yüksek vergi düzeyi, gelirin % 90’ına dek ulaşmalıdır. Mali aktivizm olmazsa, Ukrayna aşılamaz bir borç tuzağına düşecektir (2025 yılına dek dış borç GSYH’nin %100’üne ulaşabilir).
  • İşletmelerde, iç denetimin ve özörgütlü bir toplum biçiminin etkin bir aracı olan işçi denetimi uygulanmalıdır. Savaşın ilk günlerinden beri ülkede fonların istismarından kaynaklanan yolsuzluk skandalları yaşanmaktadır. Sendikalar ve işçi konseylerinin sürekli denetimi, liderlik konumundakilerin faaliyetlerini şeffaf kılmanın ve yolsuzluğun önüne geçmenin anahtarıdır. Tek tek insanlara rüşvet vermek mümkün olabilir ancak tüm bir kolektife rüşvet vermek olanaksızdır.  Sendikalara etkin denetim yetkisi verilmesi, hakiki bir emek hareketinin gelişmesi için teşvik edici bir unsur olacaktır.
  • Eğitim ve bilimin finansmanına düşük bir pay ayıran eski uygulama bir kenara bırakılmalıdır. Modern savaşın yüksek teknolojiye bağlı doğası, mühendislerin ve vasıflı işçilerin rolünü en az askerlerinki denli önemli kılmaktadır. Ukrayna nüfusunun yaygın teknik okuryazarlığı savaş alanında bize avantaj sağlayan çok sayıda modern teknik aracın tasarımını, üretimini ve ustalığını mümkün kılmıştır. Artık geçmişin eğitim birikimine bel bağlayamayız. Dün de eğitim ve bilim alanında önemli yatırımlara ihtiyaç vardı. Kamu sektöründe gelişme sağlanmazsa, Ukrayna yoğun dış göç dalgası ve bir demografik krizle karşılaşacaktır. Bu yatırımlar nüfus kaybını dengeleyecektir.
  • İhracatta devlet tekeli kurulmalıdır. 2024 yılında tarım ürünleri ihracatı rekor seviyeye ulaştı; 24,5 milyar dolar. Ancak kârlar bazı şahısların ceplerini doldurmaya devam ediyor.
  • Rus varlıklarının akıbeti konusunda Avrupa ile ilişkilerin yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Kendisini oligarşik artıkların etkisinden arındırmış bir Ukrayna, Ukraynalıların ihtiyaçları için kullanabileceği dondurulmuş Rus varlıklarının ülkeye transferi için Avrupa’yla esaslı bir tartışma yürütecek ve yozlaşmanın verdiği zararları telafi edebilecektir. Şu anda yaklaşık 200 milyar dolarlık Rus-menşeili varlık Avrupa ülkelerinde tutuluyor.
  • Askeri personelin sosyal itibarının arttırılması gerekmektedir. Bütçenin tazelenmesi, yeniden hizmete dönmek isteyen gaziler için adil bir maddi telafi bedeli ödemeye imkan sağlayacaktır. Seferber edilen işçilerin ortalama ücretlerinin iyileştirilmesi, Ukrayna Silahlı Kuvvetleri’nin ihtiyaç duyduğu personel potansiyelini yakalaması bakımından elzemdir.

  Ülke yönetimi, büyük şirketler ve onların etki ajanları arasında bir kopuş yaşanmaksızın bu adımların atılması imkansızdır. Yukarıdaki önlemlerin sadece bir kısmının hayata geçirilmesi bile kamuoyunda hükümete duyulan güveni artıracaktır. Ukrayna’nın güvenliğinin gerçek garantisi içeride toplumsal bağların güçlendirilmesidir. Öte yandan, savunma çıkarlarını piyasa çıkarlarına yeğ tutma isteğimizi açıkça gösterene dek diğer ülkeler bize yardım etmeyecektir. Bağımsızlığının otuz dördüncü yılında Ukrayna oligarklar ve kapitalistler olmaksızın yaşamayı öğrenmek zorundadır. Ukrayna hala önemli finansal, endüstriyel ve insani kaynaklara sahip olsa da, bu kaynakları toplumsallaştırmayı başaramaması büyük bir hata olacaktır. Şimdi Ukrayna hükümetinin önünde eşsiz bir pratik fırsatı bulunuyor. Ülke mi feda edilecek yoksa oligarklar mı? Zengin ve yoksul arasındaki uçurumu derinleştiren neoliberal kaosa bir son vermeyi başarırsak, halkı bir araya getirebilirsek, küresel ölçekte küresel önemde birleştirici bir güç haline gelebiliriz. Ekonomiyi sosyal yönelimli ilkeler üzerine yeniden inşa edersek mücadelenin sancılarına dayanacak ve yeniden yapılanma için sağlam bir temel atacağız! Refah ve savunma için oligarklardan milyonlarına el koyalım! Oligarksız ve işgalcisiz bir Ukrayna için!   3 Mart 2025

Sotsіalnyi Rukh-Ukrayna Toplumsal Hareketi 2015 yılında kurulan bir siyasal partidir. Bakınız: SOTSIALNYI RUKH’: WHO WE ARE?

  Kaynak: International Viewpoint

Çeviri: İmdat Freni

Gazze, Holokost ve Geçmişle Hesaplaşma – Enzo Traverso’yla Söyleşi

Söyleşi: ELIAS FEROZ

1980’lerde Alman kurumları ülkelerinin geçmişiyle ciddi bir şekilde yüzleşmeye başladı. Tarihçi Enzo Traverso’ya göre Almanya’nın Gazze’nin yıkımına verdiği tepkiler, doğru dersleri çıkarmada başarısız olduğunu gösteriyor. Filistin’deki savaş elli ayı aşkın bir sürenin ardından nihayet en azından ilk kez bir duraksamaya yaşadı- umarız bunu önümüzdeki aylarda kalıcı bir ateşkes izler. Gazze’deki yıkım eşi benzeri görülmemiş boyutlarda: Guardian‘ın yakın tarihli bir raporuna göre, yaklaşık 50,000 Gazzeli – nüfusun yaklaşık yüzde 2’si – öldürüldü, 100,00’den fazlası yaralandı ve birçoğu ağır yaralanmalara maruz kaldı. Gazze Şeridi’ndeki nüfusun yaklaşık yüzde 90’ı yerinden edildi ve binaların yaklaşık üçte ikisi hasar gördüğü ya da yıkıldığı için çoğunun geri dönecek yeri yok. Savaş boyunca İsrail’e kararlı bir şekilde destek verme konusunda özellikle iki ülke öne çıktı:
İsrail’in en eski destekçisi olan ABD ve Almanya. Berlin’deki yönetim, İsrail’i kınamayı ya da en azından askeri desteği kesmeyi reddetmek için, Almanların Holokost’taki tarihi sorumluluğuna dayanan kendine özgü bir Staatsräson’u (“devlet aklı”) gerekçe gösterdi. Buna bir de pek çok güvenilir uluslararası gözlemcinin İsrail’i soykırımla suçlaması eklenince, ülkede ve dünyada milyonlarca kişi Almanya’nın kendi karanlık geçmişiyle hesaplaşmasının sanıldığı kadar kapsamlı ve anlamlı olup olmadığını sorgulamaya başladı. Çağdaş Avrupa tarihçisi Enzo Traverso, savaş, faşizm, soykırım, devrim ve kolektif hafıza gibi kritik temalar üzerine yaptığı araştırmalarla tanınıyor. Son çalışması Gazze Tarihle Yüzleşiyor, Gazze savaşını sömürgecilik mirası ve insani krizlerin bir bileşimi olarak inceliyor. Kitapta ayrıca Holokost hafızasının -özellikle Almanya tarafından- araçsallaştırılmasını eleştiriyor ve hafızanın zulme karşı evrensel bir dersten güncel bir soykırımı meşrulaştırmak için kullanılan bir anlatıya dönüşmesini tartışıyor. Jacobin ile Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana Alman devletinin tutumu ve gerçekten evrenselci ve enternasyonalist bir hafıza politikası geliştirmek için ne gibi dersler çıkardığı hakkında konuştu.

ELIAS FEROZ  Alman hükümeti uluslararası hukuka olan bağlılığını sık sık yinelese de, Uluslararası Af Örgütü gibi çok sayıda insan hakları örgütünün raporlarına rağmen Filistinlilere yönelik uluslararası hukuk ihlallerini nadiren kabul ediyor. Bu kararsızlığı nasıl açıklıyorsunuz?

ENZO TRAVERSO Alman hükümetinin Gazze’deki savaş ve soykırıma verdiği tepki çok da şaşırtıcı değil. Almanya’nın uzun yıllardır izlediği hafıza politikalarıyla örtüşüyor. Bu bağlamda Gazze krizi, Almanya’da Holokost hafızasına yaklaşımda, Almanya’nın geçmişiyle yüzleşmek ve hesaplaşmak için on yıllar boyunca yaptığı örnek çalışmaları baltalayan rahatsız edici bir kaymayı vurgulayan açıklayıcı bir test işlevi görüyor. Bunu tarafsız bir gözlemci olarak değil, bir İtalyan yani faşist ve sömürgeci geçmişini tam olarak tanımayı veya sorumluluğunu almayı başaramamış bir ülkeden gelen biri olarak söylüyorum. Bir İtalyan olarak, her zaman Almanya’ya illa ki mükemmel bir model olarak değil ama kendi ülkemin yapamadığı şekilde kendi tarihiyle ilgilenmeyi ve yüzleşmeyi başarmış bir ülke olarak baktım. 1980’lerin ortalarında Almanya, geçmişini yeniden düşünmek gibi zorlu ve sancılı bir sürece girdi. En az iki nesil boyunca, Nazi suçlarının anısı Alman tarih bilincinin temel taşlarından biri haline geldi ve ben bunu ileriye doğru atılmış muazzam bir adım olarak gördüm.Almanya, vatandaşlık kavramını yeniden tanımlamayı başararak, tamamen etnik kökenlere dayanan bir kimlikten, etnik kökenleri veya inançları ne olursa olsun tüm vatandaşları içeren bir siyasi topluluğa geçiş yaptı. Bu kayda değer başarı, öncelikle olmasa da büyük ölçüde Holokost hafıza çalışmaları sayesinde mümkün olmuştur. Ancak zaman içinde Almanya’daki Holokost hafızası giderek İsrail’e koşulsuz destek politikasına dönüştü. Bir zamanlar tarihsel hesaplaşmanın bir örneği olan bu hafıza, bana göre, eleştirel bakış açılarının silinmesine katkıda bulunan ve bu hafızanın desteklemesi gereken adalet ve hesap verebilirlik ilkeleriyle çelişen eylemleri mümkün  bir çerçeve haline geldi. Bu sürecin içler acısı sonucu, bugün İsrail’i kayıtsız şartsız desteklemek için uluslararası hukukun çiğnenebilmesi veya göz ardı edilebilmesidir.


ELIAS FEROZ Bu değişimin ne zaman gerçekleştiğini düşünüyorsunuz?  

ENZO TRAVERSO: Birçok yönden, bu öncüller 1949’da Federal Almanya Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte zaten mevcuttu. Bu değişimin tohumları en başından beri Holokost hafızasına gömülü olduğu için, bu değişimin aşamalı olarak gerçekleştiğine inanıyorum. Jürgen Habermas’ın Ernst Nolte eleştirisinde Almanya’nın Batı’ya entegrasyonu Auschwitz hafızası aracılığıyla sağlandığını belirttiği gibi, bu gelişmedeki içsel çelişkilerden bazıları eskilere dayanır. Holokost hafızasının Batılı değerlerle bu şekilde örtüştürülmesi, Almanya’nın İsrail’e verdiği sarsılmaz desteğin temelini oluşturmuştur. Bu farklılıklar 1950’lerde, Nazi rejiminin Yahudi kurbanlarına tazminat ödenmesine ilişkin yasaların tartışılması sırasında çok belirgin değildi, ancak temelde yatan öncüller zaten mevcuttu. Tarihsel dönüm noktasında, Holokost’u ve Nazi suçlarını Alman tarih bilincinin temel taşı olarak tanımaya çalışan bir Almanya ile Nazi geçmişine yönelik af dileyen bir yaklaşımı açıkça tercih eden başka bir Almanya karşı karşıyaydı. Bu bağlamda, özellikle Nolte ve Alman revizyonizmine karşı Habermas’ın desteklenmesi gerektiği açıktı. Uzun yıllar boyunca bu tehlikeler nispeten kontrol altında tutulmuş, Almanya’nın demokratik haklar konusunda attığı önemli adımlarla kıyaslandığında marjinal görünmüştü. Ancak şimdi kendimizi paradoksal bir durumun içinde buluyoruz. Çok etnili, çok kültürlü ve çok dinli bir ulusa dönüşen Almanya, postkolonyal ve Filistin kökenliler de dahil olmak üzere tüm vatandaşlarından İsrail’e koşulsuz destek talep ediyor. Bu gelişme, Holokost hafızasının Batı kimliğiyle daha önceki uyumlanmasının ilginç ironik bir sonucu olarak görülebilir.


ELIAS FEROZ Geçen yılın sonlarına doğru Almanya, Benjamin Netanyahu’nun ülkeyi ziyaret etmesi halinde Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin tutuklama kararını uygulayıp uygulamayacağı konusunda tereddüt etti. Bu tereddüt Almanya’nın Holokost ile ilgili  tarihsel sorumluluğu ile uluslararası hukuka bağlılığı arasındaki gerilimi nasıl yansıtıyor? 

ENZO TRAVERSO Savaş sonrası Almanya, diğer birçok Avrupa ülkesi gibi, Holokost ve Nazi suçlarına ilişkin sömürgecilik tarihine işaret eden gerekli çalışmaları ihmal veya marjinalize eden bir hafıza geliştirdi. Holokost’a odaklanmak önemli olmakla birlikte sömürgecilik hafızasını gölgede bırakmış ya da en aza indirgemiştir, bu da 7 Ekim’den sonra daha belirgin hale gelen bir gerilim yaratmıştır. Bu “aporetik” hafıza siyaseti, İsrail’in Gazze ve Batı Şeria’yı işgalinin sömürgeci boyutunu gözardı etmenin temelini oluşturur. Alman ve Batı Avrupa söyleminde Netanyahu, kurban olarak Yahudilerin temsilcisi olarak tasvir edilmektedir. Dolayısıyla Filistinliler mülksüzleştirilmiş bir halk değil, antisemitizmin yeni bir vücut bulmuş halidir. Almanya’nın (diğer Batılı liderler tarafından da takip edilen) UCM tutuklama emrini uygulamama kararının ardında yatan argüman budur. 

ELIAS FEROZ  Uluslararası Ceza Mahkemesi emrini görmezden gelmek itibar riskine yol açar mı? Özellikle de uluslararası hukuka bağlılık konusunda artan baskılar göz önüne alındığında, bu ülkeler için zarar veya hatta yasal sonuçlar doğurabilir mi? 

ENZO TRAVERSO Ben bir hukuk uzmanı değilim, ancak  İsrail’e en büyük mali ve askeri desteği sağlayan ABD’den sonra İsrail’in en önemli ikinci askeri destekçisinin Almanya olduğunu söyleyebilirim. ABD’nin desteği olmadan, İsrail Gazze’deki yıkımı gerçekleştiremez ve on binlerce Filistinliyi öldüremezdi. Ancak ABD’den sonra Almanya da İsrail’e askeri destek sağlama konusunda önemli bir rol oynamaktadır. Bu da Almanya’nın bugün tıpkı Fransa, İtalya ve İngiltere gibi Gazze’deki soykırımın suç ortağı olduğu anlamına gelmektedir. Bununla birlikte, Almanya’nın katılımı, hem rolü hem de sembolik ağırlığı açısından özellikle önemlidir. Dünya nüfusunun çoğunun gözünde bu, Holokost hafızasının sömürgeci politikaların siyasi bir aracı haline geldiği anlamına geliyor: Nazizmin Yahudi kurbanları anılması gerekirken, Filistinlilerin hayatları silinebilir.

ELIAS FEROZ Amerika Birleşik Devletleri’nde ders veren bir İtalyan tarihçi olarak Almanya’nın İsrail’e verdiği ve Staatsräson ile çerçevelenen sarsılmaz desteğin uluslararası imajını nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz? 

ENZO TRAVERSO Her şeyden önce, İsrail’in uluslararası imajı geri dönülmez bir şekilde değişmiştir. Küresel Güney olarak adlandırılan bölgelerdeki kamuoyu için İsrail uzun zamandır baskıyı, sömürgeciliği ve şimdi de soykırımı sembolize etmektedir. Ancak bu imaj Batı’da da değişmiştir. Artık Batılı siyaset düzeninin resmi duruşu ile İsrail’e koşulsuz destek politikasına karşı kamuoyunda artan şüphecilik arasında açık bir uyuşmazlık var. Almanya, bunu bir Staatsräson meselesi olarak çerçeveleyerek, bir bakıma resmi pozisyonunun ikiyüzlülüğünü kabul etmiştir. Staatsräson kavramı oldukça muğlak bir kavramdır. Makalemde, bu kavramın erken modern Avrupa’dan günümüze kadar soyağacını çıkarmaya çalıştım. Staatsräson, hukukun üstünlüğü içinde bir çelişkiyi ortaya koymaktadır: hukuk, daha yüksek bir görev olan Staatsräson nedeniyle sorgulanabilir, reddedilebilir veya ihlal edilebilir. Bu durumda bu görev, İsrail açıkça savaş suçu veya soykırım işliyor olsa bile, İsrail’in koşulsuz savunulmasıdır. Bunun üstü kapalı anlamı şudur: evet, İsrail savaş suçu işliyor, Filistinlilere baskı yapıyor. Filistinlileri katlediyor ve muhtemelen bir soykırım gerçekleştiriyor ama biz bunu devletin üstün çıkarları adına kabul ediyoruz.


ELIAS FEROZ Geçtiğimiz bir  buçuk yıl içinde yaşanan olayların hem Almanya’da hem de daha genel olarak hafıza siyasetinin geleceği için ne gibi etkileri oldu? 

ENZO TRAVERSO Bugün Gazze’de yaşananlar bizi hafıza politikalarına yaklaşımımızı yeniden düşünmeye zorluyor. Kolektif hafızanın farklı boyutları arasında daha dengeli bir ilişki kurmamız gerekiyor. Daha önce kastettiğim de buydu. Sadece faşizmin, Nazi suçlarının ve Holokost’un hafızasını değil, aynı zamanda Avrupa tarihinin kritik yönleri olan emperyalizm ve sömürgecilik hafızasını da dahil etmeliyiz. Kolektif hafızanın sadece bir yönüne odaklanıp diğerlerini ihmal edemeyiz. Avrupa Birliği bir göç alanı haline geldiği için bu özellikle önemlidir. Çoğu postkolonyal kökenli milyonlarca göçmen artık Avrupa’nın bir parçası. Bu durum, tarihsel olarak hem göç veren hem de on yıllardır bir göç alan bir ülke olan İtalya da dahil olmak üzere tüm Avrupa ülkeleri için geçerlidir. Hafıza politikalarımız çoğu zaman insan hakları retoriğinin bir parçası olmuş, bazen de emperyal ve yeni sömürgeci politikalar için bir gerekçe olarak hizmet etmiştir. Buna bir son vermenin zamanı geldi. 

ELIAS FEROZ “Tarihsel suçluluk” kavramını, genellemelere ve nüans eksikliğine yol açtığı göz önünde bulundurulduğunda, yeniden ele almak gerekir mi? 

ENZO TRAVERSO Eğer bağlamsallaştırılırsa tarihsel suçluluk kavramı değerlidir. Ebedi, değişmez, tarih ötesi bir suçluluk yoktur. Karl Jaspers’in “Alman Suçluluğu Sorunu” başlıklı makalesinin yayınlanmasından sonra 1945 yılında Almanya’da gerçekleşen ünlü tartışmaya atıfta bulunabiliriz. Jaspers farklı suçluluk türleri arasında ayrım yapmıştır: cezai suçluluk, siyasi suçluluk, ahlaki suçluluk ve metafizik suçluluk. Suçluluk kavramı nüanslandırılmalı, yeniden düşünülmeli ve yeniden tanımlanmalıdır. Tarihsel suçluluktan bahsetmek yerine, tarihsel sorumluluktan söz etmek istiyorum. Ben 1935-36 yıllarında İtalyan Faşizmi tarafından gerçekleştirilen Etiyopya soykırımından yirmi yıldan fazla bir süre sonra doğdum. Bu Faşist soykırımdan dolayı suçlu değilim, ancak bir İtalyan vatandaşı olarak ülkemin geçmişini görmezden gelir ve buna bağlı tarihsel sorumlulukları üstlenmeyi reddedersem suçlu olacağımı düşünüyorum. Sorumlu bir İtalyan vatandaşı olarak, ülkemin tarihine ait suçları görmezden gelemem. Bu anlamda, suçluluk ve sorumluluk arasındaki ilişki diyalektik bir ilişkidir. Sorumlu dış politikaları yönlendirmesi gereken tarihsel bir sorumluluk vardır. Bugün sorumlu bir dış politika, her şeyden önce Gazze’deki soykırımı durdurmak anlamına gelecektir. 

ELIAS FEROZ Alman siyaset ve medya kuruluşlarının bazı kesimlerinde tarihsel revizyonist bir şekilde  Filistinlilerin Nazilerle bir tutulmasını eleştiriyorsunuz. Yine kitabınızda İsrail ordusunun (İsrail Savunma Kuvvetleri, IDF) bazı eylemlerinin size Schutzstaffel’in (SS) eylemlerini hatırlattığından bahsediyorsunuz. Bu tür tanımlamalar, çözmeyi amaçladığınız hafıza ve tarih arasındaki düğümü güçlendirerek ters etki yaratmıyor mu? 

ENZO TRAVERSO Kitabımda soykırım kavramının hukuki bir kavram olduğunu yazdım. Bu legalistik bir kavram. Ayrıca, sosyal bilimlere veya tarih bilimine ait olmadığından bu kavramı kullanmadan önce bir tarihçi olarak bazen birçok şüpheye düştüğümü ve ihtiyatlı davranmak durumunda kaldığımı vurguladım.
Soykırımın normatif bir tanımı vardır, bu da yasal, hukuki bir tanımdır. Bu tanımın bugün Gazze’deki durumla birebir örtüştüğüne inanıyorum. Ancak soykırımların hepsi eşdeğer ya da birbirinin yerine kullanılabilir değildir. Ölçeği, motivasyonları, fenomenolojisi vs. açısından Gazze Auschwitz değildir. Bu çok açık ve nettir. Birçok insan (özellikle Almanya’da) Gazze soykırımından bahsetmenin Holokost’u “göreceleştirmek” anlamına geldiğini düşünüyor. Bu utanç verici bir durumdur. Başka bir soykırımı meşrulaştırmak için bir soykırımın anısına sahip çıkmak ahlaki ve siyasi olarak kabul edilemez. Auschwitz’in anısı yeni soykırımları engellemek için seferber edilmelidir, onları meşrulaştırmak için değil. Tarihsel karşılaştırmalar tarihsel homolojiler değildir; bugünü yorumlamamıza yardımcı olan analojilerdir. Elbette, sadece SS askerleri değil İkinci Dünya Savaşı sırasında Doğu Cephesinde suç işleyen Wehrmacht askerlerinin görüntüleri de bugün IDF tarafından Gazze’de ve Batı Şeria’da işlenen savaş suçlarıyla karşılaştırılabilir. İsrail askerlerinin aşağılanmış Filistinlilerin yanında ya da Filistinli kurbanların cesetlerinin yanında gülümsediğini ya da sivilleri hedef aldığını gösteren yüzlerce video ve podcast, İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman askerlerinin; Etiyopya, Balkanlar ve Yunanistan’da İtalyan askerlerinin; 1950’lerin sonunda Cezayir’de Fransız Ordusunun işlediği savaş ve soykırım suçlarının görüntülerini anımsatıyor. Bu karşılaştırmaların, tüm sömürgeci ve faşist emperyal suçlarda var olan fenomenolojik benzerlikleri açıkça vurguladığına inanıyorum. Bu karşılaştırmaları yapmak çok önemli çünkü bunlar bir uyarı niteliği taşıyor ve bu uyarı çok faydalı.  

ELIAS FEROZ Özellikle de Holokost vahşetinin benzersizliğine yapılan vurgu göz önüne alındığında bazıları tarihsel karşılaştırmalarınızın saldırgan olduğunu iddia edebilir. Karşılaştırmalarınızı uygunsuz veya sorunlu bulanlara nasıl yanıt verirsiniz?

ENZO TRAVERSO Burada çok açık olmamız gerekiyor: Ben Gazze’yi Holokost’la kıyaslamıyorum. Bugün Gazze’de yaşananların Holokost’un bir tekrarı olduğunu iddia etmiyorum. Sadece bugün Gazze’de yaşananların bir soykırım olduğunu söylüyorum. Holokost bir soykırımdı. Ermenilerin yok edilmesi bir soykırımdı. Hereroların imhası da bir soykırımdı. Soykırımlar, fenomenolojileri, imha araçları ve hedef alınan nüfuslar bakımından büyük farklılıklar gösterebilir. Elbette, Yahudilerin kendilerini her zaman mağdur olarak gösterdiklerini ve şimdi de tıpkı Naziler gibi davrandıklarını iddia eden antisemitik klişelerin varlığını kabul etmek zorundayız. Bu tipik bir antisemitik argüman olduğu kadar apolojetik bir argümandır da. Örneğin Gazze’deki soykırım, Nazizmi ve işlediği suçları önemsizleştirmek için kullanılmaktadır. Bu tür demagojileri reddetmeliyiz. Ancak, sırf bu tür bir tepkiden korktuğumuz için Gazze’deki soykırımı sansürleyemeyiz ya da görmezden gelemeyiz. Bu kabul edilemez. Filistinlilere şunu söyleyemeyiz: maruz kaldığınız şiddet ve baskıdan üzüntü duyuyoruz ama buna karşı harekete geçemiyoruz çünkü bu eski antisemitik klişeleri yeniden canlandırmak için bir bahane olabilir. Antisemitizme karşı mücadele Filistin’e yönelik sömürgeci baskıya karşı mücadele ile bağdaşmaz değildir. İsrail uluslararası toplumun bir parçasıdır ve bu toplumun tüm devletlerine ve üyelerine uygulanan aynı siyasi ve hukuki kriterlere göre değerlendirilmelidir. Bunu yapmazsak, antisemitizmin dolaylı olarak meşrulaştırıldığı sapkın bir durum yaratma riskiyle karşı karşıya kalırız. Eğer Avrupalılar, özellikle de Almanlar, antisemitizm ve ırkçılıkla mücadele etmek için görevlerinin
kayıtsız şartsız İsrail’i savunmak olduğunu düşünürse, pek çok insan antisemitizmin o kadar da kötü birşey olmadığı sonucuna varabilir. İsrail’in Gazze’deki eylemlerini eleştirmek antisemitizm olarak etiketleniyorsa, bunun mantıksal sonucu, bir soykırımı durdurmak için antisemit olmak gerektiği olacaktır. Koşullar ne olursa olsun İsrail’i kayıtsız şartsız destekleme söyleminin ardındaki dayanak noktası tamamen mantık dışıdır. Bu, İsrail’in ontolojik olarak masum olduğunu varsayan garip bir düşüncenin sonucudur. Geçmişte antisemitik bir önyargı, Yahudilerin davranışları nedeniyle değil, sadece varlıkları nedeniyle doğaları gereği zararlı olduklarını açıklıyordu; bugün de benzer şekilde aptalca ve sorumsuz bir söylem, Yahudilerin doğaları gereği masum ya da yararlı olduklarını iddia etmektedir: onlar kurbandır ve fail olamazlar. Bu, eski bir gerici önyargının tersine çevrilmiş versiyonudur. 

ELIAS FEROZ Filistinlilerin Avrupa’nın Yahudilere karşı tarihsel suçunun bedelini ödediğini iddia ediyorsunuz. Bu dinamik Avrupa’nın bugünkü ahlaki duruşunu nasıl etkiliyor ve etik taahhütlerinin sürekliliği -ya da başarısızlığı- hakkında ne gösteriyor? 

ENZO TRAVERSO Bunu açıklamaya çalışan birkaç makale yazdım. Bugün Avrupa’da ırkçılığın en güncel ve önemli biçimi artık antisemitizm değil İslamofobidir. İtalya’da hükümet başkanı Giorgia Meloni postfaşist bir hareketten geliyor. Başbakan olmadan önce, 1938’de antisemit yasalar çıkaran faşist rejimin de dahil olduğu bu gelenekteki siyasi kökleriyle gurur duyuyordu. Benzer şekilde Fransa’da da Marine Le Pen antisemitik bir siyasi mirası temsil etmektedir. Ancak bugün Almanya’daki aşırı sağcı Alternative für Deutschland (AfD) gibi hareketler, söylemlerinde antisemitizmi açıkça teşvik etmemekte ve İsrail ile güçlü ilişkilerini sürdürmektedir. Aynı zamanda Batı dünyasında, mültecileri ve göçmenleri, özellikle de Müslümanları hedef alan ve onları Avrupa’nın “Yahudi-Hıristiyan” kimliğine bir tehdit olarak gösteren İslamofobinin yükselişini görmezden gelemeyiz. Irkçılığın dinamiklerindeki bu değişim, antisemitizmin artık çağdaş Avrupa’da ırkçılığın birincil biçimi olmadığı anlamına gelmektedir. Yirmi birinci yüzyılda ırkçılık yeniden yapılandırılmıştır ve yalnızca antisemitizme odaklanmak, İslamofobik ve ırkçı politikaları meşrulaştırmak için bir bahane olarak kullanılma riski taşımaktadır. Bu durum özellikle AfD’nin bir yandan İsrail’i şiddetle savunurken diğer yandan göçmen ve Müslüman karşıtı önlemler almaya çalıştığı Almanya’da açıkça görülmektedir. Antisemitizme hala karşı çıkılması gerekir ama bununla mücadelenin giderek daha fazla araçsallaştırıldığı da açıktır.

ELIAS FEROZ Gazze savaşının devam eden bir çatışmanın parçası olduğu göz önüne alındığında, olaylara i̇li̇şki̇n mevcut algımız geleceği̇n hafiza kültürünü nasil şeki̇llendi̇ri̇yor? 

ENZO TRAVERSO Ateşkes onaylandı – geçici bir ateşkes, ancak kalıcı ya da barışçıl bir çözümden çok uzak. Bu soykırım savaşı İsrail’in küresel imajını onarılamaz bir şekilde zedelemiş, onu bir zamanlar Holokost’a yanıt olarak görülen bir ulustan Apartheid dönemi Güney Afrika’sını anımsatan baskıcı, sömürgeci devlete dönüştürmüştür. Bugün Filistin davası Hamasla ne de tamamen itibarsızlaşmış Filistin yönetimiyle özdeşleşmese bile özgürlük, adalet ve eşitlik ilkelerine bağlı herkes için merkezi bir konuma gelmiştir. 

ELIAS FEROZ Almanya’daki tartışmalarda Holokost Almanya’nın (ve Avusturya’nın) tarihsel sorumluluğu nedeniyle hafıza politikalarının merkezinde yer alırken, Nakba – Filistinliler için merkezi olmasına rağmen – büyük ölçüde görmezden geliniyor. Bu asimetri bakış açılarına da yansıyor; İsrailliler Holokost’u hatırlarken
Filistinliler Nakba’yı hatırlıyor ve bu hatıraları genellikle diğer tarafın deneyimlerini dahil etmeden anlatıyorlar. Almanca konuşulan dünyada bu tarihsel deneyimleri birbirine bağlayan, her iki tarafın acılarını görünür kılan ve ilgili acı deneyimlerini sorgulamadan veya siyasi gerilimleri tırmandırmayan diyaloğu mümkün kılan bir hafıza politikası nasıl geliştirilebilir? 

ENZO TRAVERSO Almanya Holokost’tan sorumludur, Nakba’dan değil. Bahsettiğiniz asimetrinin nedeni budur ve bu, savaş sonrası yıllarda Federal Almanya Cumhuriyeti’nin tarihsel bilincinin ve kolektif hafızasının neden Holokost etrafında inşa edildiğini açıklamaktadır. Ancak bugün bağlam değişmiştir. Bir yanda Almanya’nın çok etnili ve çok kültürlü bir toplum haline gelmesi ve bu toplumda postkolonyal ve hatta Filistin kökenli çok sayıda vatandaşın bulunması; diğer yanda ise İsrail’in baskıcı ve soykırımcı politikalarını Holokost ve antisemitizmle mücadeleye atıfta bulunarak meşrulaştırması. Böyle bir durumda, bu asimetri artık kabul edilemez. Holokost ve Nakba arasında bir eşdeğerlik yoktur, ancak her iki trajedi de kabul edilmeli ve saygı duyulmalıdır. Bu, eşitlik ve karşılıklı anlayış gerektiren verimli bir hafıza politikası için gerekli öncüldür. Nakba’nın ve Filistinlilerin çektiği acıların inkârına dayanan antisemitizmle mücadele hem etik değildir hem de etkisizdir.  

KATKIDA BULUNANLAR   Enzo Traverso Cornell Üniversitesi’nde ders vermektedir. En son kitabı Devrim: Entelektüel Bir Tarih’tir.

Elias Feroz serbest yazarlık yapmaktadır. Odaklandığı konular arasında ırkçılık, antisemitizm ve İslamofobinin yanısıra hatırlama siyaseti ve kültürü de yer almaktadır.

Çeviri: İmdat Freni

Kaynak: https://jacobin.com/2025/01/germany-holocaust-antisemitism-islamophobia-gaza

Görsel: İnsanlar, 20 Ocak 2025’te, İsrail ile Hamas arasında yürürlüğe giren ateşkes anlaşmasından bir gün sonra, Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki Cibaliya’da Saftawi Caddesi boyunca yıkılmış binaların enkazının yanından geçiyor. (Omar al-Qataa / AFP via Getty Images)

Trump, Avrupa ve İkiyüzlü Öfke: Emperyal Üstünlükçülüğün Huzursuzluğu – Thierry Labica

Yeni seçilen ABD Başkanı Donald Trump, bazı şaşırtıcı dış politika açıklamalarıyla tonu belirledi: Panama Kanalı’nın ilhakı, Grönland’ın düpedüz sömürgeleştirilmesi ve Kanada için, kendi sosyal ağında Kuzey Amerika’nın tamamını Amerikan bayrağıyla kaplanmış halde gösteren bir haritanın yayımlanması. Sanki BM Genel Kurulu’nda büyük İsrail haritasını sallayan Netanyahu’dan ilham almış gibi, karşımızda Trump, 2. sezon.

Peki Gerçek Planlar Var Mı?


Bir öngörülemezlik stratejisi ve yaygın bir tehdit mi? Yoksa kendini bir imparatorluğun efendisi olarak hayal eden yaşlı bir otoriterin yaşlılık belirtileri mi? Bu tür kışkırtmaların ardındaki motivasyonlar hakkında her zaman spekülasyon yapabiliriz. Ancak nihai niyetleri ne olursa olsun, bu çıkış birkaç tanıdık motifi açığa vuruyor. İlki, Trump’tan Duterte’ye, Bolsonaroculuğa kadar yeni küresel aşırı sağın siyasi kimliğinin temel işaretlerinden biri haline gelen eril saldırganlık. Bir diğeri ise anti-feminizm: (artık görevden alınmış olan) eski Güney Kore Başkanı Yoon Suk Yol’un açıktan ilan ettiği kadın düşmanlığından, İspanya’daki Vox hareketine ve Fransa’daki “anti-wokizm” versiyonuna kadar uzanan bir çizgi. Bu açıdan bakıldığında, bu çıkışlar, Musk’ın Avrupa aşırı sağ liderlerine gönderdiği sinyallerle tamamen tutarlıdır. Ayrıca, son kırk yıldır süregelen Amerikan başkanlık gücünün yoğunlaşma eğiliminin açık bir göstergesidir. Trump’ın duruşu, bu eğilimin en karikatürize hali olmaktan başka bir şey değil.

Geleneklere Dönüş

“Dünyanın düzeninin ve özgürlüğünün teminatı” olan “ulusal güvenlik” söylemi, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Amerikan liderlerinin kullandığı argümanla birebir örtüşüyor. Dünyanın dört bir yanına eşi benzeri görülmemiş askeri üsler konuşlandırmalarını sürdürmek isteyen bu liderler, çoktan “güvenlik” bahanesini tüm gerekçelerinin merkezine yerleştirmişlerdi. Japon gücünün bertaraf edilmesiyle Pasifik’in “bizim gölümüz” olması gerektiği iddia ediliyordu. Bazıları ise “bu üslerin adının ne olduğu umurumuzda değil, yeter ki askeri üslerimiz üzerinde mutlak ve tartışmasız bir kontrolümüz olsun” diyordu.

Öfkelenenler

Tüm bu olayın en çarpıcı yanı ise başka bir yerde yatıyor. Her şeyden önce, “Avrupalı ortakların” öfke ve “anlayışsızlık” içinde verdikleri tepkiye bakılmalı. Müttefikleri, dostları ve koruyucuları olan ABD’nin, “bizim Batılı değerlerimiz”i temsil eden ülkenin, kendilerine karşı gösterdiği küçümsemeye karşı büyük bir şaşkınlık içindeler. Fransa ve Almanya’nın “kesin” olduğu bildiriliyor: “Sınırlar güç yoluyla değiştirilemez.” Alman Şansölyesi Scholz, Avrupa Konseyi Başkanı António Costa ile birlikte şu açıklamayı yaptı: “Sınırların dokunulmazlığı ilkesi, ister Doğu’da ister Batı’da olsun, tüm ülkeler için geçerlidir.” “Bu ilke ihlal edilemez ve edilmemelidir.” Alman hükümet sözcüsüne göre, “ABD, Birleşmiş Milletler’in ilkelerini uygulamalıdır.” Son olarak, Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Noël Barrot, AB’nin ABD askeri müdahalesine müsamaha göstermeyeceğini şu sözlerle vurguladı: “Avrupa Birliği’nin, kim olursa olsun, dünyanın diğer uluslarının egemen sınırlarına saldırmasına izin vermesi söz konusu olamaz.”

Sinsi Yalancılar

Küçük bir soru insanın aklına geliyor ve mide bulantısıyla birlikte beliriyor: Bunlar, Biden-Harris yönetimi tarafından büyük ölçüde silahlandırılan İsrail’in Filistin’de bir yılı aşkın süredir yürüttüğü soykırımı alkışlayan ve buna aktif olarak katkıda bulunan aynı liderler mi? Uluslararası hukukun çiğnenmesine göz yumanlar mı? Almanya, Fransa ve Büyük Britanya’da her türlü dayanışmayı acımasızca bastıranlar mı? Lübnan’a hiçbir egemenlik hakkı tanımayan, onu siyonist katliam çılgınlığına terk edenler mi? Ortadoğu’nun otuz yılı aşkın bir süredir süren katliam ve feci başarısızlıklar yetmezmiş gibi, savaşın tüm bölgeye yayılmasına izin verenler mi?Şimdi aynı kişiler, hâlâ paylaşmaya devam ettikleri sömürgeci ırkçılığın arka planında, sahte bir erdem öfkesiyle çirkin yüzlerini gösteriyorlar. İkiyüzlülük öldürmüyor ve bu onların en büyük şansı.

Çeviri: İmdat Freni

Kaynak: https://internationalviewpoint.org/spip.php?article8830

Gazze’deki Ateşkes Üzerine İki Mit-Gilbert Achcar

Gazze’de geçtiğimiz Pazar günü yürürlüğe giren ateşkese dair iki dikkat çekici mit mevcut. Mitlerden ilki yapılan anlaşmayı, henüz göreve gelmeden önce anlaşmanın yapılması yönündeki arzusunu ifade eden ve hatta ateşkesin arzu edilen tarihte olmaması halinde (sanki Gazze halkının 471 gündür yaşadığı şey cehennemin ta kendisi değilmişçesine) ortalığı “cehenneme” çevirmekle tehdit eden Donald Trump’tan gelen basınçlara atfediyor. Trump’ın ekibi kuşkusuz bir ateşkese ulaşılması için gerçek bir basınç uyguladı (Pazar günü başlayan sürecin uygun adı ateşkestir), ancak mitin kendisi, söz konusu basıncı, Trump’ın çeşitli kaynaklar tarafından Filistin halkı için adil bir barışı tesis edecek bir kahraman gibi gösterildiği ölçüde, Netanyahu’nun bileğinin bükülmesi gibi tasvir etmekten oluşuyor.

Hakikatte söz konusu mit tam bir saçmalıktan ibaret! Sanki halefi Joe Biden’dan önce İsrail’e en büyük hizmeti vermiş olan bu ABD başkanı, işini tamamlamış ve bir kısmı Netanyahu’nun neredeyse sağında duran bir Hıristiyan ve Yahudi Siyonistleri ekibiyle çevrelenmiş biçimde başkanlığa geri dönmüş; sanki küresel aşırı sağın lideri ve dipsiz bir gerici siyasete boğazına kadar batmış bir politikacı olan bu adam sanki sihirli veya belki de ilahi bir şekilde bir anti-Siyoniste ve Filistin halkının bir destekçisine dönüşmüş gibi.

Gerçek şu ki, İsrail başbakanının ABD yönetiminin geçen ilkbahardan bu yana Kahire ve Doha’nın yardımıyla kaleme aldığı anlaşmayı ilerletmeyi reddetmesinin öncelikle Biden’ı ve ayrıca Demokrat Parti’nin adayı olarak Biden’in yerini aldıktan sonra Kamala Harris’i başkanlık yarışında gururlanabilecekleri bir başarıdan mahrum etmeyi amaçladığı herkes -ve öncelikle de Netanyahu’yu Washington’da kabul ettikten sonra bu nedenle alenen kınayan Biden için son derece açıktı. Washington ziyaretinin ardından Trump’ı Florida’daki malikanesinde ziyaret eden Netanyahu’nun, Trump’a seçimleri kazanması halinde kendisine ateşkes bahşetme sözü verdiği de açıktı. Netanyahu, Trump’la görüşmesinin ardından gazetecilere, anlaşmaya ulaşmak konusunda “elbette istekli” olduğunu belirterek, “üzerinde çalışıyoruz” dedi.

Netanyahu aslında, Siyonist aşırı sağdaki müttefiklerini anlaşmayı kabul etmeye ikna etmek için Trump’ın kendisine basınç uyguladığı mitini kullandı ki Trump’ın Ortadoğu temsilcisi ve tam bir Siyonist olan Steve Witkoff da bunu kanıtlamaya uğraşıyordu. Medya, Mısır ve Katar üzerinden Hamas’a uygulanan gerçek basınç konusunda sessiz veya neredeyse sessiz kalırken, Trump’ın temsilcisinin ısrarı üzerine, mit Netanyahu’ya yakışır biçimde yaygınlaştı. Bununla beraber, Netanyahu, Smotrich ve Ben-Gvir’e anlaşmanın ilk etabının ötesine geçmeyeceğine dair söz verdi. Smotrich bu sözü kabul ederken Ben-Gvir, Netanyahu’yu Knesset’te desteklemeye devam edeceğini ve Gazze’deki savaş yeniden başlar başlamaz hükümete geri döneceğini söyleyerek hükümetten istifa etti.

Siyonist silahlı kuvvetlerin komutanları, İsrail kamuoyunun Gazze Şeridi’nde tutulan rehinelerin serbest bırakılması yönünde yaptığı baskılara yanıt olarak, anlaşma lehine lobi faaliyetleri yürütüyordu. Eski Savunma Bakanı Yoav Gallant, Netanyahu’nun anlaşmayı kabul etmekte gecikmesini protesto etmek için istifa bile etti. Hepsi bu anlaşmanın sivil rehinelerin serbest bırakılmasını sağlayacak geçici bir ateşkesten başka bir şey olmadığını ve ordunun sonrasında da harekâtlarına devam edeceğini biliyor. Elbette, Hamas’ın, Gazze Şeridi’nde yaşayanları hâlâ kontrol altında tuttuklarını göstermeye çalışmak için büyük bir şevkle göstermelik silahlı adamlar konuşlandırması, Siyonist ordu ve toplum için savaşı ve işgali sürdürmek bakımından mümkün olan en güçlü teşviki sağlıyor! Mevcut ateşkesin, Siyonist ordunun Gazze Şeridi’nden bütünüyle çekilmesiyle birlikte savaşın nihai olarak sonlanmasına dönüşeceğine inanan herkes, hüsnükuruntuya ve hayale kapılmaktadır.Mitlerden ikincisi ise, mevcut ateşkesi Hamas tarafından kazanılan büyük bir zafer gibi tasvir etmesi nedeniyle, bir bakıma birincisiyle bağlantılıdır. Hamas, geçtiğimiz Cumartesi günü bir basın açıklaması yaparak şunları ifade etti: “Mescid-i Aksa Tufanı bizi inşallah işgalin sonuna, kurtuluşa ve geri dönüşe yaklaştırdı.” Bu açıklama, Filistin halkının yaşadığı uzun trajedinin en çirkin ve en korkunç bölümünün başlangıcını oluşturan 7 Ekim 2023 operasyonuna eşlik eden akıl dışı hurafeci düşüncenin yeni bir örneğidir. Aynı zamanda Hamas’ın “Direniş Ekseni”ndeki müttefiklerinin çöküşüne de yol açmıştır: Hizbullah Lübnan’da kesin bir darbe yedi, Suriye’de Esad rejimi çöktü ve İran rejimi de dehşete kapıldı, böylece sahada sadece, diğer Yemenlilerle ve Suudi krallığı ile olan mezhepçi çatışmasında attığı füzelerden yararlanan Yemenli Husi Ensar Allah grubu kaldı. Husiler en iyi şekilde, (Cemal Abdülnasır döneminin Mısırlı yayıncısı) Ahmed Said ve (Saddam Hüseyin’in sözcüsü) Muhammed Saeed el-Sahhaf’tan sonra,  Arap kuru gürültüsünün yeni sembolü haline gelen askeri sözcüleri Yahya Saree tarafından temsil ediliyor, hatta gülünçlükte onları da geride bırakıyor.

Gazze halkının maruz kaldığı korkunç soykırım (her türlü kalıcı fiziksel ve psikolojik yaralanmadan etkilenenlerin sayısı kesinlikle daha fazla olsa da, işgalin yarattığı koşullar nedeniyle ölenler de dahil toplam ölü sayısının iki yüz bini aştığı konusunda fazla şüphe yok); Gazze Şeridi’nin, geri çekilmesinden ve böylelikle Gazze’de özyönetimin mümkün hale gelmesinden neredeyse yirmi yıl sonra Siyonist ordu tarafından yeniden işgal edilmesi; Gazze’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana tarihin dünyanın hiçbir yerinde tanık olmadığı ölçüde büyük bir yıkıma maruz kalması; yaşam ortamının ve yaşamın diğer zorunluluklarının imha edilmesi; binlerce kişinin tutuklandığı veya yeniden tutuklandığı bir anda İsrail hapishanelerindeki yüzlerce tutuklunun serbest bırakılması; Siyonist hükümetin ve Batı Şeria’daki yerleşimcilerin faşist saldırılarının tırmanması ve bölgeyi adım adım ilhak etmeleri; bu muazzam büyüklükteki felaket karşısında, yaşananların Filistin halkı için bu halkı “işgalin sonuna, kurtuluşa ve geri dönüşe yaklaştıran” bir zafer olduğu sözü saçmalığın ötesinde, utanmazlığın ve edepsizliğin bir tezahürüdür.

Trump’ın, ilk başkanlık döneminde Siyonist damadının formüle ettiği ve Ramallah merkezli Filistin Yönetimi’nin Filistinlilerin hakları açısından büyük bir adaletsizlik anlamına gelmesi nedeniyle reddettiği “Yüzyılın Anlaşması”na geri dönmesi muhtemeldir. Muhammed Dahlan’ın gözetmen rolünü güçlendirmek için Gazze Şeridi’ne asker göndermeye hazırlanan Birleşik Arap Emirlikleri’nin yardımıyla Gazze ile ilgili benzer bir formülün de “anlaşma”ya eklenmesi hazırlığı yapılıyor. [Dahlan, FKÖ güvenlik servislerinden birinin eski şefi ve 2007’de George W. Bush’un ABD yönetimi tarafından desteklenen, Hamas’ı Gazze’de bastırmaya yönelik başarısız girişimin ana örgütleyicisi. Sonunda BAE’de sürgüne gitti.] Trump’ın buradaki amacına gelirsek, Siyonist devlet ile başta Suudiler olmak üzere geri kalan Arap devletleri arasında kapsamlı normalleşmenin önünü açmak üzere Filistin davasının tasfiyesini tamamlamak ve Arap petrol devletleriyle gayrımenkul ve finans alanlarında sahici “yüzyılın anlaşmalarını” gerçekleştirerek kişisel ve ailevi çıkarlarını en üst düzeye çıkarmak.

Çeviren: Çiğdem Çidamlı

Kaynak: https://fikirgazetesi.org/2025/01/23/gazzedeki-ateskes-uzerine-iki-mit/