İmdat Freni

admin

Boğaziçi Kayyumu Üzerine: Havaslık, Elitler ve Avamlık – Bedri Soylu

Boğaziçi Üniversitesine atanan kayyumdan sonra başlayan tartışmalara iktidar cephesinin ilk verdiği karşılık ‘elitizmi savunan ve kendi fanusunda yaşayan bazı kadrolar, milletin iradesiyle yapılan bir atamaya tepkililer’ gibi bir varsayımla serdedilen görüşlerle oldu. Bu gibi çıkışlar ile toplum nezdinde, kayyum atamasının normal ve hatta haklı olduğu anlatılmak isteniyordu. Bir delinin kuyuya attığı taş, kırk akıllının marifetiyle çıkar mı bilinmez ama üniversitelerde öğrencilerin demokratik talepleriyle başlayan mobilizasyon yurt sathına yayılmayı sürdürüyor. AKP’nin on binlerce öğrenciyi hapsederek, üniversiteleri ticarethaneleştirerek, KHK’lar ile akademiyi sığlaştırarak ve öğrencilerin geleceğine ipotek koyarak ‘sağladığı’ sakil ve kirli sükûnet ortamı yavaştan kayboluyor. Üniversite ortamlarının pandemi koşullarına rağmen ileriki dönemde daha da hareketleneceğini şimdiden öngörebiliyor ve bekliyoruz.

Bir Meşruiyet Retoriği Olarak Merkez-Çevre

AKP siyasetinin ‘en meşrulayıcı’ argümanı olarak merkez-çevre tartışması öne sürülmüştü. Buna göre merkezde olan bazıları, çevrede yaşayan bazılarını aralarına almak istemiyorlar ve eş düzey bir temsil ve ifade hakkını bu insanlara çok görüyorlardı. Bu durumu, Kemalizmin elitizmi ile dindar ve geleneksel yaşayan taşralılar ikiliği üzerinden resmetme tutumu oldukça yaygındı. Bu anlatıya göre merkezde bulunanlar iyi okullarda okuyor, maddi sıkıntı yaşamıyor ve güçlü iletişim ağlarına sahip olabiliyorlardı. Ancak hem merkezin yaşam kültürüne adapte olamamaktan hem de mahrum bırakılmışlıktan sebep, çevreden gelenler kabiliyetlerine kıyasla olmaları gereken yerlerde değillerdi ve siyasal alanda kıstırılarak/kısıtlanarak temsil edilebiliyorlardı. Haliyle ülke yönetiminde önemli anlamlar ihtiva eden muteber ve kilit pozisyonlarda yer edinemiyorlardı. Modern cumhuriyet tarihi gözümüze sokulan bu siyasal anlatının pek de genellenemeyeceğini gösteren vakalarla dolu. Ancak bir düzeyde geçerliliğinin ve mobilizasyon kabiliyetinin olduğunu söylemek gerekir.

Sonu AKP taraftarları için “Ak Devrim” ile neticelenen merkez-çevre geriliminin yaslandığı gerçeklik farklı ‘İslamcılık’ terkiplerini sahiplenen kadrolar için söz konusu olabilir. Müslümanlığın siyasal alana müdahil olması gerektiğine inanan ve çeperlere itildiğini düşünen bu kesimler 80 darbesi sonrasında daha fazla hareket alanına sahip oldular. Darbeden önce sol terkiplerin nüfuz edebildiği ve şehre/merkeze müdahil kılabildiği çeperler, darbeden sonra kapitalizme ve devletin makbul gördüğü kültürel etkilere açık hale geldiler. Halk için temelinde samimi bir dönüştürme arzusu taşıyan ama hem türediliklerinden hem de zımnen veya doğrudan teslim oldukları patronaj ilişkilerinden sebep olumsuz bir dönüşüm geçiren ‘İslamcı’ terkipler ise merkezi arzuluyordu. Bu istidatlara sahip üç etkili akımın görüntülerini biliyoruz: Gülenciliğin her türlü yola başvurarak kilit kurumlara sızma ve bu kurumların sahibi olma siyaseti, Selametçilerin taşralı karakteriyle birlikte ahlakı korur gözükerek merkez siyasete dönük gayretleri ve retorikte bağımsızlıkçı, yer yer antikapitalist ve anti-devletçi (görece anarşist) tutumları içeren ‘radikal’ İslamcıların rahatsızlıkları, merkeze dönük koşunun görüntüleri olarak kabul edilebilir. AKP bu gibi merkeze koşuşların başarısı ve gayreti olarak olumlandı, koşanların yeşerdikleri siyasallık ve tekliflerindeki işlerlik mesele edilmeden, anlatıdaki salt sınıfsal karakter gözetilerek… Ve tabii AKP ekonomik krizin yarattığı rüzgârı da arkasına almıştı. AKP siyaseti bu enerjileri mezcederek, ‘demokrasi arzusu taşıyan bileşenler’ olarak takdim edip, sisteme kattı ve günün sonunda kapitalizmin hizmetine amade kılarak iyice güdükleştirdi. Bu süreçte bütün taşralı zafiyetleri ve arzularıyla siyasete dahil olan bu kadroların, daha eşitlikçi bir toplumsal dönüşüme hizmet etmektense, kendilerini seçkinleştirme arzusunu gözettiklerini maalesef yaşadık. Teklif ettikleri hâkim kültür, toplum tarafından seçildikleriyle övünen, ama topluma rağmen seçkin bir hayatı yaşamaya dönük fırsatçılıklara kapı aralayan bir mahiyet taşıyordu. Özetle merkez-çevre bahsi bazı haklı talepleri ve toplumsal hafızayı barındırsa da ekabir taifeye öykünenlerin yükselme manivelası olarak işlev gördü. [1]

Modern zamanlarda merkez-çevre olarak kavramlaştırılan bu gerilim yeni değil. Tarihte ve hayatta benzer görüntüleri vaki: Ekabirler ile reaya, sunuf-u devlet ile esnaf (kelime anlamı: sınıflar), akbudun ile karabudun, efendi ile köle, ağa ile maraba gibi ezen-ezilen diyalektiğini imleyen tavsifleri biliyoruz. Tarih bize bu gibi tavsifleri anlamlı görüp sınıf siyaseti ortaya koyabilenlerin başarılarını ve etkili mücadelelerini bolca yaşattı. Sınıfa dair bazı kabulleri de barındıran merkez-çevre bahsi, AKP siyasetinin taşıyıcılarının parlattığı gibi her şeyi izah etme kabiliyeti taşımıyor. Ancak halihazırda elit bir hayata öykünen kadrolar hala toplum nezdinde yapıp ettiklerini meşrulaştırmak için bu gibi vurgulara sığınıyorlar. Toplumu yalnız bırakarak ve değerleri istismar ederek…

Avamlık-Havaslık, Kurum Kültürü

AKP propagandistlerinin kurdukları bağlam pek oturmuyor.

Geleneğe baktığımızda avam ve havas kavramlarını görüyoruz. Özellikle ilmî alanlarda bir değerlendirme yapılırken toplumun avam ve havas olarak ikiye ayrıldığını hatta bu konuda oldukça cüretkâr bir ulema (alimler) kültürüne sahip olduğumuzu söyleyebiliriz. Meseleleri değerlendirirken ilmî anlamda nüfuz kabiliyeti olmadığı görülen insanlara avam deniyor. Bu tahfif, ekabir ve üst sınıf olmaktan çok gayretle ve merakla kazanılan idrak derinliğini meşru ve makbul kabul etmekle ilişkili. Havaslık, ilmî vukufiyet gözetilerek kazanılan bir sıfat, “alimin uykusu cahilin ibadetinden evladır” ifadesi bu yüceltmenin bir görüntüsü. Anlamlı bir örnek olduğunu düşündüğümden aktarayım; 8. ve 9. yüzyılda yaşamış olan Iraklı hadis alimi Cafer b. Muhammed şöyle diyor: “İnsanlar dört sınıftır: Bilen ve bildiğini bilen; o alimdir. Ondan ilim öğreniniz. Bilen ve bildiğinden haberi olmayan; o uyuyandır, onu uyandırın. Bilmeyen ve bilmediğinden haberi olan; o cahildir ve onu bilgilendirin. Bilmeyen ve bilmediğinden haberi olmayan; o ahmaktır ve ondan sakının.” [2]

Bilginin ve idrak sahibi olmanın bu denli yüceltilmesi sadece doğu ve güney Akdeniz için geçerli değil. Bu yaklaşım insanlığın geneline teşmil edilebilir. Haliyle eğitim ihdas eden kurumlar için sınamalar, referans mektupları ve el vermeler üzerinden ilerleyen kabul süreçleri (kimileri bunu ‘ahbap çavuş ilişkisi’ basitleştirmesiyle değerlendirse de) oldukça meşru bir tutum olarak görüldü/üyor. Kurumların kültürleri de hoca-öğrenci ilişkisinin ortaya koyduğu pratikler ile vücut bulur. [3]

Foto: Zeynep Kuray

Havaslığı gözetmek eğitim ihdas eden her kurum için mukadder. Hocaların talebelerine el vermeleri, muteber toplantılar tertiplemek, kurumun verimliliğini arttırıcı düzenlemeleri ve uygulamaları öncelemek, kurumdaki demokratik derinlik, bileşenlerini korumak gibi uygulamalar da özerk bir karakter sergilemek isteyen her kurumun farklı bir kültürle şekillenmesine neden olur. Bu durum zamanla ister istemez dışında kalanlar için kapalılık olarak görülecektir. Özerkliğini gözeten hiçbir kurum da bu anlamda herkese açık olmak zorunda değildir. Boğaziçi de bir şekilde kendi karakterini teşekkül ettirebilmiş eğitim kurumlarından bir tanesi ve kendisinden beklendiği gibi elit/havas bir ortam ve okul kültürü ihdas etmeye çalışıyor. Bu konuda da ülkenin en başarılı okullarında biri olduğunu teslim etmemiz gerekiyor. Her ne kadar bugün kapitalizmin tekdüzeleştiriciliği ve iktidarın darbeci uygulamalarıyla saldırı altında olsa da öğrenci ve hocaların mobilizasyonuyla gördüğümüz üzere direniyor. Türkiye’deki akademinin genel olarak nitelikli bilgi üretememe ve dünya standartlarının oldukça altında olması gerçeği bir yana, derinleşen çölleşmeye rağmen Türkiye için dünya sathında bir temsiliyet kotarabilen çok az okuldan biri Boğaziçi’dir. Bugünse bu durum inovasyoncu ve piyasacı teklifiyle kendisini öne çıkaran Melih Bulu’nun kayyum atanmasıyla açıkça saldırı altında.

Bitirirken

Boğaziçi Üniversitesi bütün devlet üniversiteleri gibi emekçi sınıfın başarılı ve zeki çocuklarına herkese açtığı alan kadar imkân ve muteberlik tanıyor. Okulun zamanla geliştirdiği demokrasi kültürünün derinliğini, YÖK’ü gerileten müdahaleleriyle, rektörlük seçimlerinde sergilediği örneklikle, 28 Şubat’ta yaşatılan başörtüsü yasağı gibi saçma uygulamalara en az prim veren kurum olmasıyla, yakın dönemde yaşanan KHK ihraçları konusunda hocalarına sağladığı güvenceli ortam ile gördük. Okulun halihazırda sahip olduğu muteberliğin/elitliğin kodlarının da bu kültüründen kaynaklandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak ülke sathındaki genel meselemizin sadece bunlar olmadığının farkında olmalıyız.

Şu anki saldırıya karşı ortaya konulan pratik, bir cephe savunması olduğu kadar öğrencilerin failliğinden ve genelleştirerek daha büyük bir soruna işaret etmelerinden dolayı büyüme arifesinde. Öğrencilerin önderliğiyle ve kararlılığıyla büyüyen, taleplerin yerindeliği ve tutarlılığı nedeniyle başka üniversitelere aktarılabilen, hocalar dahil idarecilere de sirayet eden bir rezonans ile karşı karşıyayız. Umarım bu rezonans, genel anlamda düşük profilde seyreden akademik bilgi üretim mekanizmalarını daha işler ve üretken hale getirmek dahil, toplumu ve emekçi sınıfları sömüren sistemin dönüşmesine hizmet eder. Okulda yaşananları heyecan verici kılan da barındırdığı bu ihtimaller.

AKP propagandistlerinin öne çıkardığı ikilik ise ne tarihi bir gerilime ne de toplumsal bir gerilime tam anlamıyla karşılık gelmediğinden gürültü yapmak oluyor. Ancak öğrencilerin, sermayenin, hukuk bilmezliğin ve vasatlığın iktidarına karşı elit ve özgürleştirici bir karşı duruş sergilediklerini söyleyebiliriz. Özetle, Boğaziçililer elitler evet ve bunun sebebi hala direnebilmeleri….

Daha önce İmdat Freni’ne İslam-Sol Tartışmaları Üzerine başlıklı yazıyla katkıda bulunan Bedri Soylu’nun diğer yazılarına https://www.emekveadalet.org/author/bedri-soylu/ ve https://bedrimunir.wordpress.com bağlantılarından ulaşılabilir.


[1] Bu izahımdan Müslümanlığın artık anlamsızlaştığını düşündüğüm çıkarılmasın lütfen, zira toplum ve din hala yerli yerinde durmakta. Ayrıca bu mesele uzun tartışmaların konusu. Bu paragraf ile sadece bazı siyasallıkların genel serencamını göstermeye çalıştım. Merkez-çevre söyleminin de her şeyi izah eden bir maymuncuk olduğunu kesinlikle düşünmüyorum.

[2] Aktaran: İbnü’l Cevzi, Ahmak ve Dalgınlar Kitabı, Şule Yayınları, 2007, sf. 46.

[3] Burada kurumlarda öğretilen bilginin ve retoriğin büyüsüzlüğünü, matahlığını ve sıkıntılı taraflarını tartışmadığımı ayrıca belirtmek isterim.

Boğaziçi ‘Kayyum Akademi’ye Direniyor – Emre Tansu Keten

İki kere adayı olmaya çalıştığı AKP sayesinde rektörlüğü bir meslek olarak bellemiş olan Melih Bulu’nun Boğaziçi Üniversitesi’ne paraşütle rektör olarak atanması başta Boğaziçili öğrenciler olmak üzere üniversiteliler tarafından ciddi bir direnişle karşılandı.

Aşağıdan gelişen en ufak bir siyasi hareketlenmeyi, diğerlerine göz dağı vermek için, büyük bir zorbalıkla bastıran iktidar, sadece gösteri yasasına muhalefetle suçlayabildiği öğrencilerin evlerini sabaha karşı, kapılarını kırarak bastı ve savcının inadıyla öğrenciler neredeyse tutuklanıyordu. Direniş bu yönüyle, iktidarın en küçük karşı çıkışlara bile nasıl bir stratejiyle yaklaştığının göstergesi oldu.

Akademik özgürlük savunusu

Eylemlerin ilk gününde, öğrencilerin okulun içine girmemesi için üniversitenin kapısına vurulan kelepçe de, AKP’nin üniversitelere nasıl baktığını, başka bir deyişle üniversiteden ne anladığını gösteren müthiş bir simge oldu. Tanıl Bora’nın dediği gibi, “Hem zaten hegemonya kavramı da ilhamını jeopolitiğin güç oyunlarından alıyorsa, yol budur tabii: polis marifetiyle ‘kültürel hegemonya’… Kafilelerle ehil akademisyeni üniversiteden uzaklaştırarak, yazarları, çizerleri hapsederek, baskı altında tutarak…” (Böyle bir alıntı yapılıyorsa, tırnak içine alınır bildiğiniz gibi).

AKP, elindeki devlet gücüyle üniversiteleri fethetme harekatında, bölüm sonu canavarı olarak, Türkiye’nin en prestijli okullarından birisini hedef aldığından, Boğaziçili öğrencilerin ve akademisyenlerin direnişi, genel olarak akademik özgürlüklerin savunulması mücadelesine dönüştü. Trabzon, Mersin, Ankara, İzmir gibi şehirlerde öğrenciler Boğaziçi’yle dayanışma eylemleri örgütledi. Hepsinin sloganı aynıydı: “Yaşasın Öğrenci Dayanışması!”

Kim bu elitler?

Bunun karşısında AKP’li ideologlar bildiğimiz nakaratları tekrar etmeye devam etti. Örneğin Hilal Kaplan, “Boğaziçi elitistlerin değil milletindir” diyerek kayyum rektörün yanında yer aldı (sanki başka bir şansı varmış gibi). Fatmanur Altun da şöyle bir tweet atarak, tartışmayı Boğaziçi özelinden çıkarttı ve mağduriyet kartını öne sürdü (sanki başka kartları varmış gibi): “Türkiye’de kadınların %70’i başörtülü. Eğer bir ünv.nin kadın hocaları içinde başörtülü olanların oranı buna yakın değilse o ünv bırakın “özgürlükçü, demokrat, çoğulcu”olmayı, temsil konusunda bile apartheid düzeyindedir Bazı ünv.lerde hala tek başörtülü hoca yok” (Yazım hataları Altun’undur).

Tayfun Atay’ın da Boğaziçi gündemi üzerine katıldığı bir programda söylediği gibi elit veya seçkin kavramı ayrımcılık ve üstten bakış olarak anlaşılmak zorunda değildir. Boğaziçi akademik nitelikleriyle Türkiye’nin seçkin kurumlarından birisidir. Bu nitelikleri de akademi dışında erk sahibi herhangi bir odaktan almamış, akademik dünyadaki başarılarıyla bu noktaya gelmiştir. Bu nedenle, AKP’nin her alanı talan ettiği böyle bir dönemde bile, bu nitelikleriyle öne çıkar ve itibarından bir şey kaybetmez. Aslında bu üzerine uzun uzadıya tartışılacak bir şey de değildir.

Oysa AKP’lilerin bu açıklamalarında üzerinde durmamız gereken, söylemin örttüğü asıl olgu, bütün bunları yazanların kendilerinin yeni rejimin elit tabakasını oluşturmasıdır. Boğaziçi ve onun hocaları, kendi emekleriyle kendi alanlarında belli bir prestije erişmişken, Kaplan ve Altun’un içerisinde olduğu yeni rejimin elitlerine güç veren sadece siyasi iktidarın aparatları olmalarıdır. Yani AKP olmasaydı bu isimlerin adı sanı bile duyulmayacaktı. Bunun yanında, bu elitler, tam da kendi kullandıkları olumsuz anlamıyla elitlerdir. Yetenekleri, emekleri ya da başarılarıyla değil, siyasi ilişkileri ve emir eri özellikleriyle oldukça avantajlı bir konuma yerleşmişlerdir.

Elitizm meselesine geldiğimizde ise, bunun nüfuzla bağlantılı olduğunu hatırlamamız gerek. Yeni rejimin elitleri, Türkiye’de neredeyse hiçbir kesimin sahip olmadığı imkânlara sahiptir. Hilal Kaplan’ın eşinin bir anda bir devlet üniversitesinde akademisyen olması, Fatmanur Altun ve eşinin devletten kendilerine 3-4 maaş bağlatmaları, üniversitelerin AKP’li vekillerin yeğenleriyle doldurulması, Anadolu’daki üniversitelerin akraba üniversitelerine dönmesi, aslında kimin güç sahibi olduğunu, kendi çevresini kayırabildiğini ve kamu kaynaklarını kendisinden olmayanlara kapatabildiğini gösteriyor.

Selam ve dua ile

“Selam ve dua ile” biten mailleriyle ve Kartal İmam Hatip bağlantılarıyla Türk Hava Yolları’nda müdür olabilen bir insan milletken, aynı konuma, ne yaparsa yapsın, gelmesi imkânsız olan Boğaziçi mezunu bir genç, elit oluyor bu zihniyete göre. Ya da elinde en yüksek puanlarla Türkiye’nin yedi bölgesindeki üniversitelerde kadro peşinde koşan ve her seferinde eli boş dönüp isyanını Twitter’dan dillendiren akademisyen adayı elitken, sadece hedef kişinin isminin eksik bırakıldığı kadro ilanlarıyla ak-ademisyen olan AKP seçkinleri milletten oluyor. 

Durum buyken, “Boğaziçi elitistlerin değil milletindir” demek, iktidar gücüyle ya da parayla sahip olamadıklarına karşı bir hıncın ifadesi olmanın yanında kendi ayrıcalıklı konumlarını gizlemenin bir anahtarı olarak da işlev görüyor. AKP başından beri kendisinin millet olduğunu, bir avuç kaymak tabakaya karşı milletin çıkarlarını kolladığını anlatıyor. Ancak herkesin de gördüğü gibi, AKP ile zenginleşen, belli kilit noktaları ele geçiren, kamu kaynaklarını sömüren bir avuç insan var. Bu bir avuç insan, elit-millet ayrımını sürekli gündemde tutarak, kendi kurdukları saltanatı ve burada süren yağmayı gizlemeye çalışıyor sadece.

Aslında bu AKP’nin genel stratejisi: gerçek olan neyse onun tersini söylemek ve muhalifleri bununla suçlamak.

Fethedilen Üniversiteler

AKP’nin üniversiteleri ele geçirme arzusunun, burada suyun başını tutanların güçsüzleştirilmesi ve üniversitelerin “millet”e açılması ile bir alakası yok. Tam tersine, AKP’nin bir üniversiteyi ele geçirmesiyle bir belediyeyi ele geçirmesi arasında, kendi zihinlerine göre, kategorik bir fark yok. Bu nedenle “kayyum rektör” nitelemesi taşı gediğine koyuyor.

İktidar ele geçirdiği üniversitelerde, kendi siyasi değerlerine yakın nitelikli bir akademik faaliyet koyma derdinde de değil (bunu başarabileceği de zaten şüpheli). Tek derdi, bu kurumlara komiserlerini atayarak akademinin siyasi bir tehdit olmaktan uzaklaştırılması, beslemek zorunda olduğu yeni rejimin elitlerine kadro alanı oluşturulması, propaganda makinelerine doç., prof. sıfatıyla katılıp iktidarı savunacak bir ideolog takımının yetiştirilmesi. Bütün bunlar aslında, gerçek akademinin susturulup, iktidarın aparatı olarak çalışan “kayyum akademi”nin egemen kılınması isteğini yansıtıyor.

Bu anlamda, Boğaziçi’ne atanan rektörün kendi fikrinin, hedefinin, niteliğinin ne olduğu da önem taşımıyor. Bunu iktidar dahi önemsemiyor. O oraya siyasi iktidarın bir komiseri olarak atandı ve sarayın emirlerini sektirmeden yerine getiren bir memur olarak makamını koruyabilir ancak. Özetle, Boğaziçi aslında rektöre karşı direnmiyor, AKP’nin kendisini tarumar etmesine, bir geleneği yok etmesine, saraya hesap veren bir akademi haline dönüştürülmesine karşı mücadele ediyor.

21. Yüzyıl Faşizmi Başka Bir Faşizm – Enzo Traverso’yla Söyleşi

Tarih-Coğrafya öğretmeni Samuel Paty’nin korkunç bir şekilde katledilmesinin ardından Fransa’da siyasetçilerden gelen tepkileri ve Macron hükümetinin dozu gittikçe artan bir İslâmofobi sergilemesini nasıl yorumluyorsunuz?

Enzo Traverso: Macron içinde yaşadığımız “post-ideolojik” neoliberalizm çağının katışıksız bir ürünü. Dümeni İslâmofobiye kırması herhangi bir ideolojik dönüşümün sonucu değil, tamamen siyasi çıkarlarına uygun düştüğü için. 2017’de kendi tabiriyle eski ve miadını doldurmuş ayrışmaların önünü tıkadığı ülkeyi yenileyebilecek ve bu sayede sol ve sağ güçleri bir araya getirebilecek bir kurtarıcı olarak ortaya çıktı. Hatta seçim kampanyası sırasında Marine Le Pen yabancı düşmanı zihniyetin temsilciliğini yaptıkça, Macron yeni bir politikayla “ilerici” orta sınıfların büyük bölümünü, hatta post-kolonyal kökenli genç kuşağın bir kesimini liberalizmle, “Anglosakson” tarzı, yani milliyetçi ve cumhuriyetçi değil, daha ziyade çok-kültürlü bir liberalizmle buluşturabilecek gibi gözüküyordu.

Bugünse manzara tamamen değişti. Kamuoyunun çoğunluğunun karşı çıktığı sosyal politikaları ve başta Sarı Yelekliler ve emeklilik yasası karşıtı gösteriler olmak üzere toplumsal hareketleri şiddetle bastırması onu solcu seçmenden tamamen uzaklaştırdı. Sonuçta sol-sağ ayrımının ötesine geçmek isteyen değil, sağı yenilemek isteyen biri haline geldi. Yasa ve düzenin simgesi olarak kuşandığı Bonaparte duruşu ve son zamanlardaki yabancı düşmanı söylemi de buradan kaynaklanıyor: Bu iki sinyal geleneksel sağla sınırlı kalmayıp, onun da ötesine, aşırı sağcı Ulusal Birlik partisinin seçmenlerine hitap ediyor.
2017’de Macron etrafında “kültür insanı”, “Paul Ricoeur’ün arkadaşı” filozof bir cumhurbaşkanı mitolojisi örülmüştü. Bu perdenin ortadan kalkmasıyla Macron’un aslında kim olduğu ortaya çıktı: En kaba makyavelist yöntemlerden kaçınmayan, koşullara göre sürekli söylemini değiştirerek yol alan bir siyasetçi. Tek değişmez ideolojisi piyasa ekonomisine ve piyasa toplumuna olan inancı. Bunun dışında, duruma göre, ırkçılık karşıtlığından İslâmofobiye, “açık toplum”dan “cumhuriyetçi düzen”e, kozmopolit Fransa’dan tarihi ve “kimliğiyle” gurur duyan Fransa’ya, eski sömürgelerden özür dilemekten –geçenlerde dediği gibi– sömürgeci geçmişinden onur duyan Fransa’ya geçebilir.

Milli Eğitim Bakanı Jean-Michel Blanquer geçenlerde, “üniversitelerin sosyal bilimler fakültelerinde yuvalanmış ‘İslâmo-solcuları’” sert bir dille eleştirdi. Bu ithamın ortaya atılmasını ve sol cenahtan dahi birçok kimsenin asla “İslâmo-solcu” olmadıklarını vurgulamasını nasıl açıklıyorsunuz?

Fransa’da yaşamadığım için o tartışmanın detaylarına hâkim değilim. Fakat “İslâmo-solcu” kavramı birkaç sene önce muhafazakâr siyaset bilimci Pierre-André Taguieff tarafından icat edildi. Kendince İslâm ile ırkçılık karşıtı, Filistin’i destekleyen radikal sol arasındaki sözde gizli ittifakı açığa çıkarıp kınıyordu. Tabii ki medya bu etiketi tüm ırkçılık karşıtı politikaları gayrı meşrulaştırmak, hatta suçmuş gibi göstermek için yaymaktan geri durmadı.
İslâm’ı ve radikal solu İslâmcı terörün müttefikleri, ya da en azından, nesnel suç ortaklarıymış gibi gösteren yabancı düşmanı ve otoriter söyleme tamamen denk düşen bir terim “İslâmo-sol”. Milli Eğitim Bakanı’nın üniversiteleri “İslâmo-solcular”dan temizlemeyi hedeflediğini açıklamasıyla bir adım daha ileri gidilmiş oldu. 1930’lardan beri Avrupa’da bu tür cümleler duyulmamıştı.
Bir tarihçi olarak “İslâmo-solcu” kavramı hemen aklıma 1930’larda faşist ve Nazi propagandalarının mihenk taşı olan “Yahudi-Bolşevik” terimini getiriyor. O zaman da söz konusu olan, şimdi gördüğümüz gibi, düzenin etnik ve dini unsurlarla tanımlanmış milli kültürün ve “kimliğin” düşmanlarına darbe indirmekti. Bolşevikler kurumları alaşağı etmek istiyordu, Yahudiler ise ulusun içine sızmış yabancı bir maddeyi temsil ediyordu. Şimdiyse solcular müesseseleri eleştiriyor, İslâm da ulusun kültürel mirasını tartışmaya açıyor.
Fakat benzerlik bununla sınırlı değil. 1930’lu yıllarda marksist ve komünist solun içinde, bir din olarak Yahudilikle tüm bağlarını koparmış birçok Yahudi entelektüel vardı. Bugün de ırkçılık karşıtı hareketlerin ve radikal solun içinde, Müslüman kökenli olup dindar olmayan, ya da kendilerini – tıpkı 1930’lardaki “ateist Yahudiler” gibi– gittikçe yaygınlaşan ırkçılığa tepki olarak Müslüman diye tanımlayan birçok militan ve entelektüel mevcut.

Aşırı sağcı mem: Avrupa Birliği ahtapotu Avrupa halklarını teslim alırken Britanya meydan okuyor.

Le Monde gazetesinde “İslâmo-solculara” karşı yayınlanan imza kampanyası metninde Anglosakson çok-kültürcülüğünün Fransa üniversiteleri üzerindeki tehlikeli etkisi eleştiriliyor. Bu Amerikan karşıtı dinamik de 1930’ların ırkçı söylemlerinden hatırda kalan bir klişeyi tekrarlıyor. O yıllarda kozmopolit ABD “Yahudileşmek” ve siyah kültürlerin etkisiyle yozlaşmakla itham ediliyordu. Bugün de benzer saldırıların hedefinde cemaatçilik, kesişimsellik ve Black Lives Matter var. Amerikan karşıtlığı Avrupa’daki muhafazakâr kültürlerin en temel öğelerinden biri.
Ben özellikle linguistic turn taraftarı değilim, ama Fransa’daki yeni muhafazakâr söylemin onu bu kadar karikatürel bir şekilde eleştirmesi çok manidar. Bu dilsel dönüşümle beraber ortaya çıkan post-kolonyal incelemeler, Aydınlanma Çağı’nı yapısökümcü bir tahlille yeniden ele aldı. Burada söz konusu olan Aydınlanma’yı, Avrupa’daki  kraliyetçi akımlar gibi gerici bir tutumla reddetmek değil, sömürgeleştirilmiş halkların bakış açısıyla yeniden tartışmaktı. Batı kültüründe üstü kapalı biçimde daima baskın olan ve post-kolonyalizmin sadece estetik ve edebî açıdan ele aldığı Avrupa-merkezciliği ve sömürgeciliği sorgulamaktı.

Her ne kadar buradan hareketle çıkarılan tüm sonuçlara katılmasam da bu talebi faydalı buluyorum. Post-kolonyalizme göre, cihatçı teröre karşı mücadele etmek için onun dehşetini ve şiddetini kınamakla yetinilemez, nereden kaynaklandığının anlaşılması elzemdir. Tabii ki cihatçı terörizmin savunulacak hiçbir tarafı yok, ama kökenlerinden biri de, Aimé Césaire’in kolonyalizmden bahsederken dediği gibi, “şokun geri dönüşü”. Şimdilerde ani ataklarla ve korkunç biçimlerde ortaya çıkan da böyle bir olgu.
Bugün Arap dünyasında otuz küsur yıldır devam eden işgallerin, neo-kolonyal savaşların “şokunun geri dönüşü”yle karşı karşıyayız. Bu aynı zamanda Fransa’nın post-kolonyal azınlıklarına, ebediyen “göçmen kökenli” olarak anılan Fransızlara karşı uyguladığı sosyal ve etnik ayrımcılığının “şokunun geri dönüşü”. Bugün “İslâmo-solcular”a saldıranlar açısından, İslâm’ın gericiliğin ve karanlığın sembolü olduğunu, Fransa’nın “Aydınlanma ülkesi” olduğu için cihatçıların hedefi olduğunu öne sürmek, “izah etmek affetmektir[1]” demek çok daha kolay.

Bazı sol çevrelerin de “İslâmo-solcu” veya “İslâmo-faşizm” gibi kavramları benimsediği görülüyor. Bu kategorilerin İslâmcı terör realitesini incelemek ve günümüz koşullarında faşizmle mücadeleyi yeniden tanımlamak adına bir geçerliliği var mı sizce?

“İslâmo-faşizm” terimini tamamen reddetmiyorum, fakat ihtiyatlı bir şekilde kullanılması gerektiğini düşünüyorum. Birincisi, batı dünyasındaki İslâmcı terör eylemlerini karşılamıyor. Charlie Hebdo ve Bataclan katliamcıları veya Samuel Paty’nin katili için faşist demek belki anlık bir tepki olarak anlaşılabilir, ama o takdirde “faşist” sıfatına son derece muğlak ve sığ bir anlam atfetmiş oluyorsunuz: Cinayet işleyen ve bu cinayeti gözler önüne serenler faşisttir. Halbuki klasik anlamıyla faşizm, ne İtalyan faşizmi ne de Nazi Almanya’sı, asla bireysel terör eylemleri düzenlemedi. Onların şiddeti kitlesel ve kendini gizlemeyen bir şiddetti.

John Heartfield, Kan ve Demir, 1937 (III. Reich’ın sloganı)

1930’ların faşizmiyle biraz daha uygun bir karşılaştırma askeri olarak ortadan kaldırılmadan önceki IŞİD’le yapılabilir. Faşist hareketler I. Dünya Savaşı’nın darmadağın ve perişan ettiği Avrupa’da, topraklarını kaybetmiş, iç savaşa sürüklenmiş, siyasetin sokaklarda savaştan kalma söylem ve yöntemlerle yapıldığı, her siyasi partinin silahlı milislerinin olduğu ve ideolojilerin gittikçe radikalleştiği ülkelerde doğmuştu.
Silahlı haliyle radikal İslâm 1990’larda batının savaşlarının yerle bir ettiği Arap dünyasında ortaya çıktı ve bazı ülkelerde radikal Sünnî bir milliyetçilik biçimi alarak gelişti. Bu açıdan baktığımızda, IŞİD’in Suriye ve Irak’ta uyguladığı terör II. Dünya Savaşı dönemindeki faşist rejimlerle karşılaştırılabilir.
Bazı yazar ve araştırmacılar, mesela henüz 1940’larda Raymon Aron, klasik faşizmlerin “seküler dinler” olduğunun altını çiziyordu. Yani laik ideolojilerden esinlenmiş, ama dini yapıyla işleyen hareketler. Takipçilerinden talep ettikleri destek rasyonel bir katılımdan ziyade manevi bir sadakate benziyordu.
Bununla beraber, Avrupa “dindar faşizm” örnekleri de yaşadı: Yine 1930’larda Avusturya’da ortaya çıkan Dolfuss rejimi, resmi ideolojisi “milli-katoliklik” olan Franco İspanya’sı veya Portekiz’deki Salazar rejimi gibi… Tüm bu örneklerde gördüğümüz “seküler dinler” değil, milliyetçi ve radikal bir politik biçime bürünen geleneksel dinler. 1980’lerin başında, Guatamela’da Ríos Monnt liderliğinde Evanjelizm soykırımcı bir rejimin ideolojisi haline gelmişti.

Otoriter, ırkçı aşırı sağın yükselişine iki sebeple “post-faşizm” diyorum. Bir yandan, faşizmden sonra geliyor, diğer yandan başka bir şey. Post-faşizm kavramı melez ve daha önce görülmemiş bir kompozisyonun geçiciliğine de vurgu yapıyor.

Dolayısıyla, “İslâmo-faşizm”in de varlığı yadsınamaz. İslâm’ın faşizmle hiçbir alâkası olmayan birçok türevinin yanısıra, bu da mevcut bir türevi. Aynen Latin Amerika’daki “kurtuluş teolojisi”nin ve Franco’nun “milli-katolikliği”nin Hristiyanlığın birbirine zıt türevleri olması gibi. Bu bakışı benimsediğimiz takdirde, Rojava’da IŞİD’e karşı savaşan Kürtlerin antifaşist savaşçılar olduğu söylenebilir.
Buna karşılık, Avrupa’da “İslâmo-faşizm” kategorisi Manuel Valls ve [Fransa’nın şu anki İçişleri Bakanı] Gérald Darmanin’in hazırladıkları özel yasalara “antifaşist” ibaresi koymaya yarıyor. Fikirlerimi tek bir cümlede özetlemeye çalışayım: John Heartfield’in antifaşist fotomontajlarını seviyorum, Charlie Hebdo’nun ırkçı karikatürlerini sevmiyorum.

Son zamanlarda yazdığınız metinlerde “post-faşizm” kategorisini kullanıyorsunuz. Bu kavram günümüz koşullarına nasıl ışık tutuyor ve nasıl bir hareket alanı açıyor?

John Heartfield, 1931: “Siyahlar ve beyazlar / Hepsi birleşti mücadelede / Tek bir ırk tanırız biz / Ve tek düşman / Sömüren sınıf”

“Post-faşizm” kategorisinin nasıl bir hareket alanı açabileceğini bilemiyorum. Buna karşılık etkisi tüm dünyada hissedilmekte olan yeni bir olayı anlamak için işlevsel olabilir: Faşizmden esinlenmeyen, ama aynı şekilde otoriter, ırkçı ve yabancı düşmanı bir aşırı sağın yükselişi. Buna iki sebepten ötürü “post-faşizm” diyorum. Bir yandan, faşizmden sonra geliyor, diğer yandan başka bir şey. Çok farklı biçimlere bürünen bir olgu bu. Avrupa’nın batısından AB’ye yeni katılan ülkelere, ABD’den Hindistan’a ve Brezilya’ya yayılan ve henüz tam olarak tanımlanmış, tutarlı bir ideolojik akıma dönüşmemiş bir fenomen. Post-faşizm kavramı bu melez ve daha önce görülmemiş kompozisyonun geçiciliğine de vurgu yapıyor. Bir yandan, içinde kapsadığı başka başka cinsten birçok farklı hareketi faşizm tanımlaması artık tam olarak karşılamaya yetmiyor. Diğer yandan da sürekli 20. yüzyıl Avrupası’nın faşist paradigmalarıyla karşılaştırmalar yapmadan ele alınması imkânsız hareketler bunlar. Bazı durumlarda mevcut kurumlara uyum sağlayarak diğer siyasi gelenekleri yutabiliyorlar. Mesela Fransa’da, aşırı sağcı Ulusal BirlikCumhuriyetçiler’in temsil ettiği klasik sağ ve Macron’un partisi En Marche’ın bazı üyeleri arasındaki geçişkenlikler, ABD’de Trump’ın Cumhuriyetçi Parti’yi adeta fagositoz misali yutup ele geçirmesi gibi… Büyük kriz anlarında –mesela AB’nin çökmesi ihtimali gibi– bu hareketler daha da radikalleşerek tabanlarını genişletebilir ve egemen elitlerin desteğini arkalarına alabilir. Öyle bir durumda klasik faşizmleri hatırlatan tamamen yıkıcı güçlere dönüşebilirler. Şu an nasıl bir evrim göstereceklerini bilemeyiz, ama şimdiden 21. yüzyıl faşizminin ipuçlarını veriyorlar.

Çeviren: Alican Tayla

Contretemps, 5 Aralık 2020

[1] Dönemin “sosyalist” başbakanı Emmanuel Valls’ın 2015 sonunda Fransa’yı vuran terör saldırılarının yıldönümünde yaptığı konuşmada kullandığı ve çok eleştirilen ifade [ç.n.].

Bu tercüme ilk olarak birartibir.org’da yayınlanmıştır: https://www.birartibir.org/siyaset/972-21-yuzyil-fasizmi-baska-bir-fasizm

Kapak görseli: Gözlüğünün camında Trump ve Putin imajlarıyla Marine Le Pen “treni”nin tüm hasımlarını saf dışı bıraktığı aşırı sağcı mem.  

Kifayetsiz Olsa da Bu Hala Faşizm mi? – Richard Seymour

Bugün [6 Ocak 2021] liberal anayasal hukuku çökertmeye yönelik bu umutsuz çabanın büyük ihtimalle sönümleneceği gerçeği, büyük ölçüde faşizmin gelişiminin bu evresinin henüz tamamlanmamış halini yansıtmakta.

Son birkaç yıldır gördüklerimiz, parlamento dışı ve şiddetli bir sağı ana-akımlaştırmak için kültürel ve örgütsel ön hazırlıklarına zemin oluşturan spekülatif teşebbüsler, deneysel yağmalar. Örneğin, Gujarat’sız[1] Modi ve Ayodhya’sız[2]Gujarat olmaz. Devlet içinde ve ötesinde güç koalisyonlarını geliştirmek, zulüm ve şiddet kültürlerini yaygınlaştırmak, liberal burjuvazinin liberalizme bağlılığını aşındırmak, solun moralini bozmak ve azınlıkları terörize etmek zaman alır. Son seçimde önemli ölçüde yaygınlaştığını ortaya koyan Trumpizmin oluşumunu tamamlamamış enerjilerinin, ideolojik tutarlılığı, örgütsel netliği ve sosyal derinliği bakımından BJP/RSS’ye denk olduğunu iddia etmiyorum.[3] Değil. Bu fenomen türünün son noktasına varmaya son derece uzak olduğumuzu belirtmek için bu benzetmeyi yapıyorum.

ABD başkentine yönelik Trump’ın kışkırttığı ve Trump yanlısı Cumhuriyetçi senatörlerin seçim sonucunu bozma çabalarının tamamlayıcısı olan bu silahlı ihlal, Savunma Bakanlığı’nın da katkısının yanı sıra DC polisinin göz yumması olmadan gerçekleşemezdi. Başka bir protesto hareketi olsaydı, olabildiğince orantısız bir şiddetle – vahşetle püskürtülürdü. Bu eyalet, MOVE[4] karargahını bombalayan ve Waco[5] yerleşimine mermi sıkan eyalet. Bunun yerine, DC polisi kapıları açtı, silahlı aşırı sağın başkente girmesine izin verdi ve seçilmiş politikacılarla karşı karşıya gelmek için etrafta gezinmelerini durup izledi – peki ya sonra? Bu durumun en sonunda bir kadını boynundan vurdukları gerçek bir çatışmaya dönmesine izin verdi. Ulusal Muhafızlar’dan destek istedi, buna cevaben Savunma Bakanlığı bunu ‘düşündüklerini’ söyleyerek zaman kazandı. Muhafızlar ancak şiddet neredeyse ölümcül bir noktaya ulaştıktan sonra sevk edildi. Tabii ki Pentagon, selefi Mark Esper’in 9 Kasım’da Trump’a karşı çıktığı için görevden alınmasından bu yana bakan vekili Christopher Miller’ın emrinde. Esper, darbe konusunda uyarıda bulunan eski Pentagon yetkilileri arasındaydı. Açıkçası benim varsayımım, Pentagon’un adamlarına tam bir Birahane darbesi[6] deneyimi yaşatmak için Trump’ın baskısı altında oyalayarak zaman kazandığı.

Aşırı sağ, polis ve yürütmenin içindeki bir hizip arasındaki ittifak Trump yönetiminde şiddet içeren sokak eylemleri -örneğin, karantina karşıtı protestolar, Black Lives Matter (BLM) karşıtı milis gösterileri ve Oregon yangınları- yoluyla sürekli olarak pekiştirildi. Sokak şiddetiyle sağın düşmanlarına yönelik otoriter devlet baskısı arasındaki diyalektik, Trump’ın stratejisinin görünür bir parçasıydı. Faşizmin olgunlaşması için önemli olan bu karşılıklı radikalleşme diyalektiği anti-komünist histeriyle şahlandı ve Kasım seçimlerinde Trump’ın tabanının genişletilmesi için kritik bir rol oynadı. Eğer seçim sonuçları birbirine gerçekte olduğundan daha yakın olsaydı bu gösteriler kesinlikle çok daha büyük ve tehlikeli olacaktı. Bu gösterilerin onbinlerce değil de sadece binlerce kişiyle sınırlı kalmasının önemli nedeni sonucun demoralize edecek kesinlikte olmasında yatıyor. Eğer böyle olmasaydı, Trump’ın acil telefonlarıyla çıkarılan yasal zorluklar ve kalabalık silahlı güruhlar [2000 yılındaki] Brooks Brothers kalkışmasını solda sıfır bırakırdı.

Bu gözü dönmüş darbe Trump’ın seçim sonuçlarına yönelik çıkardığı yasal ve siyasi zorluklar gibi sinir bozucu diğer girişimleri kadar kolay kontrol altına alınacak. Georgia’da Cumhuriyetçilerin aldığı yenilgi -büyük olasılıkla benzer ideolojik uyuşmazlıktan kaynaklanıyor- sağın demoralize olmasına katkıda bulunacak. Diğer yandan, alttan alta büyüyen öfke, ihanete uğrama miti (‘oylarımız çalındı’) ve Cumhuriyetçi seçmen tarafından yaygın olarak paylaşılan alternatif Trump gerçekliği, aşırı sağın özenli ve yetenekli biçimde eğlence formatına sokulmuş dezenformasyon (disinfotainment) endüstrisi tarafından önümüzdeki yıllarda ateşlenecek. Buradan doğru temel olarak iki güç gelişecek: silahlı “yalnız kurt”lar ve komplocu yıkıcılık. Ki bu komplocu yıkıcılık, Pizza Gate olayından bir gangsteri vuran QAnon taraftarına[7], Nashville intihar saldırısından (5G’yle ilgili bir komplo teorisine bağlı olduğu düşünülüyor) aşı karşıtı komplo teorilerine dayanarak aşıları bozup hastalara veren eczacıya, Infowars etkisiyle işlenen sahte saldırıdan Oregon yangınları sırasında faaliyete geçen eşkıyalara ve Black Lives Matter karşıtı milislere kadar Amerikan geleneği içinde kök salmış durumda.

Bu tamamlanmamış bir faşizm, henüz deneysel ve spekülatif evresinde olan, içinde azınlık halindeki kimi halkçı güçlerle devletin yürütmesinin ve baskı aygıtının bazı unsurlarının bir ittifakının şekillendiği bir faşizm. ABD demokrasisinden gelecek yıllarda, bu doğmakta olan faşizmin kendini güçlendirmesi ve geliştirmesi için yeni fırsatlar vermeyecek kadar istikrarlı bir durumda kalmasını beklemek son derece ahmakça bir düşünce, inanılmaz bir saflık olur. 

Kalkıp da bana Amerikan burjuvazisinin hiçbir zaman faşizmi desteklemeyeceğini çünkü liberal demokrasinin yeterince iyi çalıştığını söylemeyin. Faşizmin, solun on yıllardır zayıf ve işçi hareketinin büyük oranda klinik ölü olduğu bir toplumda tutunamayacağını da söylemeyin. Bunlar konu dışı. 

Faşizm hiçbir zaman öncelikle kapitalist sınıf onun peşinden giderek seferber olduğu için gelişmez. Clara Zetkin’in ifadesiyle “siyasal evsiz-barksızları, toplumsal köklerinden koparılmışları, muhtaç halde bulunanları ve hayal kırıklığına uğramışları” kendi çekirdeği etrafında toparlayabildiği için büyür faşizm.  Ve faşizm gösterdi ki Hindistan’dan Filipinler’e, harekete geçmek için güçlü bir komünizme ihtiyacı yok: Ernest Nolte’nin[8] varsayımı yanlıştı. ABD’de acilen antifaşist bir harekete ihtiyaç var. 

Çeviri: Deniz Ortak

Kaynak: https://www.patreon.com/posts/is-it-still-if-45896691


[1] Hindistan’ın Başbakanı Narendra Modi’nin 2001’de iktidara geldiği Batı kesiminin bir eyaleti. 2014’te Başbakan olana kadar orada görevini sürdürmüştür.

[2] Gujarat eyaletinin bir kenti. Hindular için bir hac merkezidir ve Müslümanlarla aralarındaki başlıca gerilim nedenlerinden biridir. 2002’de Müslüman karşıtı pogromlar meydana gelir, 2000 civarında insan ölür. Bugün Modi’nin siyasetinin dayandığı dinamik türünün bir erken örneğidir.

[3] Hindistan’daki aşırı sağ parti Bharatiya Janata Party ve milliyetçi paramiliter örgüt Rashtriya Swayamsevak Sangh.

[4] Philadelphia’da merkezi bulunan radikal siyah örgütü. Özellikle onu bastırmak için devlet tarafından kullanılan yöntemlerle ünlüdür. 1985’te bir polis helikopterinden karargahlarına bomba atılması üzerinde aralarında çocukların da bulunduğu çok sayıda insanın ölür ve devasa bir yangın çıkar. 

[5] FBI’nin bir tarikat topluluğuna dönük ölümcül bir harekat gerçekleştirdiği Teksas’ın bir şehri. 

[6] Alman Nazi Partisi’nin 1923 yılındaki başarısız darbe girişimi.

[7] Anthony Comello

[8] Faşizm tarihçisi Ernest Nolte’ye göre tarihsel faşizmin ve faşist hareketlerin yükselişinin başlıca dinamiklerinden biri komünizm karşıtlığıydı. 

“Son İnsanların İlk Kuşağıyız” – Günther Anders

Burada 1960 tarihli “Sonun Zamanı” başlıklı metninden bir kesit aktardığımız Günther Anders’in (1902-1992) çalışmaları, özellikle Hiroşima ve Nagazaki bombardımanlarının yaşanmasının ardından insanlığın topyekûn imhasının mümkün olduğu koşullarda insanın durumunu kavramaya, bu durumu analiz edebilmek için gerekli kavramları icat etmeya ve Hiroşima sonrasının Marksist esinli felsefesinin temellerini atmaya odaklanır. Bugün Covid-19 felaketiyle karşı karşıya kaldığımız ve “sonluluk” bilincinin kendini mecburen bizlere dayattığı koşullarda Günther Anders’in felsefi akıl yürütmesini ve çıkarsamalarını önemsemek durumundayız. Anders’in temel çalışması İnsanlığın Eskimişliği’nin iki cildi de Türkçeye kazandırılmış durumda (İthaki yayınları çeviri: Herdem Belen, Hüseyin Ertürk, 2017 ve 2018). Günther Anders’in geniş bir değerlendirmesi için Bkz. Uraz Aydın, “Nükleer Kıyamet ve Negatif Ütopya: Günther Anders’in Apokaliptik Marksizmi”; Ayrıca yine Anders’in geç dönem önemli metinlerinden biri olan Çernobil İçin 10 Tez’e de bakılabilir. 

Varlığımız her daim geçici olmuştur fakat bugün faniliğimiz katmerlenmiş halde: “bir intermezzo’nun içindeki intermezzo’larız”.

Bugünden itibaren “intermezzo” sözcüğü yalnızca belirli bir tarihsel varoluş biçimini ifade etmiyor, yalnızca iki olay arasında yer alan bir olaya veya iki tarihsel çağ arasında yer alan bir tarihsel çağa işaret etmiyor; bundan böyle Tarih’in akışının içinde meydana gelen o aralıkları ifade etmiyor sadece. Tarih’in hangi kesiti bugün bir aralık sayılmaz ki? Çünkü bugün Tarih (kendisinin bir parçasıymışçasına) nihai, biricik ve dolayısıyla bireysel bir hadiseye indirgenme tehdidiyle karşı karşıya; böylece “intermezzo” Tarih’in kendi durumunu tarif etmek için elverişli hale geliyor.

Eskiden üzerinde “bir varmış bir yokmuş” sözcüklerinin kazınmış olduğu kapılar vardı. Ama bu yazı her zaman belirli bazı dönemlere, halklara veya insanlara göndermede bulunuyordu. Ve yalnızca bu türden belirli dönemlerin, halkların veya insanların geçip gitmesine izin verildi; her daim geriye bu yazıyı okuyacak canlıların kalması, kapının eşiğinden geçtikten sonra geriye göz atabilecek insanlar kalması sağlandı.

Günther Anders

Namevcut-varlıktan [yok-varlıktan] her zaman bahsedilmiştir ancak söz konusu olan varlığın alanındaki bir namevcut-varlıktı. Bu namevcut-varlıktan bahsedecek varlıklar olmuştur her zaman. “Bizler için bir namevcut-varlık”, “insanın hizmetinde bir namevcut-varlık” söz konusu olmuştur her zaman.

Şimdiyse bu “bizler için namevcut-varlık” dönemi sona ermiştir. Bundan böyle karşımızda bulunan bir “hiç kimse için namevcut-varlık”tır. Artık “bir varmış bir yokmuş” yazısını okuma şansına kimse sahip olamayacaktır. Ve hiçbir masal anlatıcısı insanlığın peri masallarına has varoluşunu ifade etmek için bu formülü kullanamayacaktır. Çünkü bizleri bekleyen mezarlıkta yatacak merhumlar arkalarında kimseyi bırakmayacaktır.

Şimdi imgesel olmayan şekilde anlatalım: Tarih’in içinde gerçekleşen hadiselerden farklı olarak Tarih’in kendisinin kimse tarafından hatırlanmayacağı ve sonrasına aktarılamayacağı onun bütünlüğünün (totalitesinin) “özünde” yatmaktadır. Onun namevcut-varlığı “hakiki bir namevcut-varlık” olacaktır; öylesine kütlesel bir hiçliğin namevcut-varlığı olacaktır ki, onunla karşılaştırılabilseydi bugüne dek “namevcut-varlık” adıyla sözü edilen her şey varlığın hoş bir varyantı etkisi yaratmış olurdu. “Yaratmış olurdu” diyorum çünkü bu namevcut-varlığın hiç kimse için var olması ve kimse tarafından önceki namevcut-varlıkla karşılaştırılamıyor olması onun “özünde” yatacaktır.

Eğer önceleri namevcut-varlık olarak kabul edilen ile bugün bizleri tehdit eden “hakiki namevcut-varlık” arasındaki bir karşılaştırma yapmak mümkün olursa bu herhalde yalnızca bizim kuşağımız tarafından yapılabilir. Çünkü bizler son insanların ilk kuşağıyız. Önceki kuşaklar bu karşılaştırmayı yapamazdı çünkü bu farklılık insanlığın görsel alanına daha önce giremezdi. Gelecek kuşakların ise (belki de) bunu yapma imkânı olmaz çünkü (belki de) son insanların ikinci veya üçüncü kuşağı olmayacaktır (…).

Çeviri: Uraz Aydın

Hindistan’da Köylü İsyanı – Pierre Mattei

Hindistan Başbakanı, milliyetçi ve Hindu yönelimli BJP (Hindistan Halk Partisi)’nin lideri Narendra Modi, 2014 yılında ultra liberal bir programla iktidara geldi. Şu günlerde Hindistan, dünyanın geri kalanı gibi Covid-19 pandemisiyle sarsılmış durumda. Bu yıl 11 Aralık’ta 9.8 milyondan fazla vaka ve 142.000’in üstünde ölüm rapor edildi. Hindistan’daki göreli zayıf sağlık sistemi dikkate alındığında bu rakamlar gerçekte olanlardan daha düşük.

25 Yılda 350,000 İntihar

Hindistan kapitalizminin en büyük sektörü olan hizmet sektörünün geçen Nisan ayında çökmesiyle pandeminin ülke ekonomisi üzerindeki etkisi çok şiddetli oldu. Sanayi sektörü de iyi durumda değil, zira işgücünün önemli bir kısmı küçük ve orta boy işletmelerde yoğunlaşmış durumda. Şehirde yaşayan birçok ücretli çalışan aslında köylerini tamamen terk etmiş değiller ve bu kişilerin aileleri köylerde yaşayıp çalışmaya devam etmekteler.  Bu kişilerin işlerini kaybetmesi kendilerini trajik bir duruma itti. Tarım sektörü pandeminin ekonomik etkilerinden göreceli olarak az etkilenmiş olsa da başka türlü zorluklarla karşı karşıya. 10 çiftçiden 9’u 0.8 hektardan daha küçük arazilerde çalışıyor. Son 25 yılda aşırı borçlanma ve şehirlerdeki çok az iş imkânı karşısında 1991-2011 arasında 15 milyon civarında insanı yerinden eden kırdan kente kitlesel göç nedeniyle 350.000 intihar vakasının görülmesi şaşırtıcı değil. 2013 yılında beş kişilik bir ailenin aylık geliri 72 Avro civarındaydı ve kırsal ailelerin çoğu sadece devletin sosyal programları sayesinde yaşamlarını sürdürebiliyordu.  

Modi, uzun vadede büyük toplumsal patlama riski söz konusu olduğundan tarımda yapısal reformlar yapma konusunda bazı Hindistan kapitalistlerinin desteğini kazandı. Çünkü, halihazırda Hindistan kapitalizmi kırsal alanlardan gelen işgücünü absorbe edecek durumda değil, tıpkı Çin’de olduğu gibi. Geçen Eylül ayında hükümet, tarımsal ürünler için devlet destekli fiyat garantisini ve köylüler için minimum geliri kaldırmaya yönelik üç ayrı yasa çıkarttı. Hem dayanıksız (eğer fiyatı  %50’den fazla artmıyorsa) hem dayanıklı (eğer fiyatı  %100’den fazla artmıyorsa) gıda maddelerini temel ürünler listesinden çıkardı –ki bu süpermarketler ve diğer aracılar en yasal yollardan yüksek kar elde edebilsin.

Delhi Kuşatma Altında 

Bu uygulama sadece piyasada tarımsal ürün fiyatlarının artışına ve belirli ürünlerde tekellerin ortaya çıkmasına katkı sağlayabilir. Bundan fayda sağlayacak olanlar örneğin, Modi’ye yakınlığıyla bilinen ve 63 milyar Avroluk serveti olan Hint işadamı Mukesh Ambani veya yine başbakana yakın olan ve “sadece” 23 milyar Avro serveti olan Gautam Adani’dir. Sonuçta, eski sistem tarafından garanti altına alınan minimum gelirden mahrum kalan birçok küçük çiftçi küçük arazilerinden kovulma riskiyle karşı karşıya.

Durum, özellikle, sırasıyla 28 ve 26 milyon insanın yaşadığı ve 1966’daki Yeşil Devrim’den en fazla nasibini alan kuzey doğu eyaletleri Pencap ve Haryana köylüleri için kaygı verici durumda. Üretimlerinin önemli bir kısmı liberalleşmeden etkilendiği için özellikle bu bölgelerde isyan hareketi oldukça güçlü. Bölgede iki aydır gösteriler devam ediyor. Son haftalarda Delhi çevresindeki kara ve tren yolları kapatıldı. Birçok köylü baskıya rağmen başkenti gerektiğinde haftalar boyunca kuşatma konusunda kararlı durumda.

Son yıllarda seçimlerde güç kaybeden ve Hindistan’ın en köklü partisi olan Kongre Partisi bu fırsatı yeniden meşruiyet kazanmak için kullanmaya çalışıyor. Modi’nin politikalarına muhalefet eden Parti, küçük partilerden oluşan bir koalisyona liderlik yapıyor. Ne var ki, Hindistan’ın küçük çiftçileriyle ilgili net bir perspektif ortaya koymuyor.  

Hindistan’ın küçük çiftçileri bu durumdan ancak pandeminin neden olduğu ekonomik krizin vurduğu kent emekçileriyle birlikte kapitalizmi yıkarak ve Hindistan toplumunu kâra doymayan kapitalistlerin değil ülke nüfusunun çoğunluğunun yararına olacak şekilde yenden düzenleyerek çıkabilir. 

Pierre Mattei

16 Aralık 2020

Çeviri: Nurcan Turan

Yabancılaşma, Metalaşma, Şeyleşme: Bir Kavramın Serüveni – Oğulcan Yiğit Özdemir

“İşte bu yolla metalar, Marx’ın fetişizm olarak tanımladığı “metafizik ve teknolojik hilelerle” dolu olan metafizik karakterlerini kazanırlar. Beuys’la birlikte, genç “romantik” Marx’ın metinlerinden olgun “bilimsel” Marx’ınkilere doğru hareket edilirse, kolayca görülecektir ki meta fetişizmi teorisinde (Kapital’in birinci cildinde görünen), üreticilerin (proleterler) yabancılaşma sonucu zulme uğraması, daha sonra tüketicilerin şeyleşme sonucu zulme uğraması olarak tekrar ortaya çıkar.

Şeyleşme kavramı (Verdinglichung), Hegelcileşen Marksizm (Özellikle Lukacs’ın Marksizminde) tarafından en yüksek mevkide tutulur. Orada görülmese de meta fetişizmi üzerine olan bölümün çoğu yorumunu domine eder. Şeyleşme, Hegelci yabancılaşma kavramıyla aynı aileye mensuptur.”

Thierry de Duve, Marx’ın Atölyesinde Dikilmiştir

Alıntı aslında bir sanat tarihçisi olan Thierry de Duve’un dört sanatçının (Beuys, Duchamp, Warhol ve Klein) yapıtlarını kökensel ifadeleriyle değil de piyasanın çarkları arasında buldukları anlamlandırılma biçimlerinde arayan eserine ait. Ancak metnin sahip olduğu iç görü bakımından, Marx üzerine yapılan ve estetik problemi bir kenara alan eserlerden daha az önem taşımıyor.

Bir kavramın işçi sınıfının saflarına kazanılması için onlarca yıllık, yüzlerce yıllık mücadelelerden geçilmesi gerekir. Kavramların çelikten dövüldüğü kavşak sınıf mücadelesinin belirginleştiği tehlikeli anlardır. O halde bu üç kavramın yaklaşık 150 yıllık tarihi düşünüldüğünde de Duve’un kurduğu izleğe daha yakından bakmakta fayda var, kanaatindeyim.

Mücadele geçtiğimiz 1960lı ve yetmişli yıllarda, belki de Mahir Çayan’ın, Althusser’in Lenin’den alıntılayarak hatırlattığı, “konjonktür” kavramı için ve içerisinde yürütüldü. İçerisinden geçtiğimiz çelişkilerin yoğunlaştığı ama stratejik yoksunluk çağında ise, konjonktür kavramının sınırlarını aşan, geleceği yeniden tahayyül etmemize olanak verecek felsefi ve estetik bir yoğunlaşmaya ihtiyaç duyuyoruz. Öyleyse Marx’ın “insanlar arasındaki ilişki şeyler arasındaki ilişkilere dönüşür” (Kapital, 1867) cümlesiyle, meta fetişizmini açıklarken kullandığı metalaşma (commodification) kavramı ve o suyolunda akan bu üç kavram için bir cephe açmakta fayda olduğu kanaatindeyim.

I. Erken Marx’ın Feuerbach’ı: Yabancılaşmanın diyalektik kavranışı

Marx’ın erken dönem yazıları, en nihayetinde Zizek’in alıntılarla gösterdiği üzere, bir çeşit üçlemenin ilk uğrağıdır. Bu Marx’ın kendi hayatının özgül diyalektiği olarak da görülebilir. Althusser’in genç Marx, olgun Marx ayrımı yerine bu döngüsel, Ulyssesvari parantezi açmama izin verin.

Marksizmin bu okumasında Marx, her şeye, önclikle dinin eleştirisiyle başlamıştır. “Almanya için dinin eleştirisi büyük ölçüde tamamlandı ve dinin eleştirisi bütün eleştirilerin olmazsa olmazıdır” (Marx, 1844).  Feuerbach’ın Hıristiyanlığın Özü adlı çalışmasına yaptığı, yabancılaşma kavramıyla billurlaşan çıkartma da bu dönemin ürünüdür. Daha sonra hukuk felsefesinin ve siyasal-iktisadın eleştirisi gelir.

Gerçi bu kavram, Feuerbach’ta da ilksel bir done olarak bulunmaktadır. İnsanın dinde kendi sevme kapasitesine yabancılaştığından bahseden Ludwig Feuerbach, şeylere koyduğumuz emeğin, Tanrı fikrinde yabancılaştığımız insani sevme kapasitemizin özü olduğunu söyleyen Marx’a giden yolu döşeyecektir.

1844 el yazmalarında Karl Marx, Paris’te olduğu sırada, şunları yazar: “insanın insanca yaşadığını varsayarsak, sevgiyi yalnızca sevgiyle, güveni yalnızca güvenle takas edebiliriz”. Bu yatay, insani olan aşka yönelik güven ve bilinç, Marx’ın erken dönem din eleştirisine damgasını vurur. Öyle ya, madem çilekeş Hıristiyanlar, müminler her gün fabrikalarda 14 saat çalışarak kendi bedenlerinden ve ruhlarından vererek bütün bu zenginliği ve varsıllığı ve aynı zamanda Kiliseyi ve Tanrıyı var ediyor, bu fikirlerde yabancılaştıkları şey, kendi öz kapasiteleri olmalıdır. Kilise birileri için Tanrının eviyken, onları kırbaç ve süngünün zoruyla çalıştırarak sırtlarından geçinen sermayedar ve kapitalistler için yalnızca çilekeş ruhların inlemelerinin duyulduğu, gariban ve kasvetli bir yerdir.

Marx bu anlamda papazlar ve rahibelerden oluşan ruhban takımında ruhsal sefaletin en büyük ve çetrefilli çıbanlarını bulmakla kalmaz, aynı zamanda bunu işçilerin ve köylülerin kendi günlük çalışma pratiklerinde, yaşamlarında ve dertlenmelerinde var ettikleri ruhsal bir sığınak olarak görür. Öyle ya, çarmıha gerilmiş İsa heykeli, işçinin kendi karşılıksız özverilerinin bir sembolüne dönüşür ve papaz fısıldar: “O bizim günahlarımız için öldü”. Bu modern kölelik düzenine başkaldırı, insanı insanlıktan çıkartan bir yaşantıya duyulan isyanın meyveleridir. İnsan insanca yaşayabilmeli ve insanca, eceliyle ölebilmelidir.

Bu günübirlik çilelerin nasıl insanların geçmişine ve belleğine hükmettiğini gördüğünde, işçileri basit bir gazete makalesiyle aydınlatmanın mümkün olmadığını Marx erken bir safhada anlamıştır. Meselenin ideolojik boyutlarıyla ilgilenmeye başlar ve dönemin genç-Hegelcileri olan Bruno Bauer ve çevresiyle girdiği polemiklerin toplamından oluşan Kutsal Aile adlı metinde, diyalektiği felsefi idealizm içerisinde savunanlara karşı yazdığı metinler ilk ürünlerini verir.  Sonrasında, bilinç ve tarih felsefesiyle ilgili görüşlerini de içeren erken metinlerden biri olan Alman İdeolojisini ortaya koyacaktır.

Bu iki metnin ortak noktası, insanların maddi koşullarını belirleyen şeyin bilinçleri değil, tam aksine bilinçlerini belirleyen şeyin maddi koşulları olduğu çıkarsamasıdır. Marx ve Engels, işçi sınıfının kendi koşullarının ayırdına vardığı pratikler ve teorik bilinçlenmenin birleştiği koşullarda ancak kendi varlığının yabancılaşmış kabuğunu kıracağı ve öz-bilinç geliştireceği, tarihsel misyonunu üstlenebilecek konuma yükseleceği sonucunu çıkartır.

Her iki metin de toplumun sadece eğitimle daha uygar bir yer haline geleceğine dair derin şüphelerin ürünüdür. Alman İdeolojisini açan ünlü 11 Tez’den bir tanesi de “peki eğitimcileri kim eğitecektir” sorusuyla biter. 

II. Hegelyen bir kopuş: “Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı”

Daha sonra, birçokları tarafından sıkça alıntılanacak “din kitlelerin afyonudur” sözünü, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı (1844) adlı metninde sarf eder. Aynı metin, şiirsel bir pasaj barındırır: “Eleştiri, insan çiçeksiz zincirler taşısın diye değil, zincirleri parçalasın ve gerçek çiçekleri devşirsin diye hayali çiçekleri attı”. Din, bir yatıştırıcı, müsekkin niyetine yutulan bir acı ilaç, bir uyuşturucudur. Ruhsal sefaleti dindirmesi için uygun dozlarda kitlelere verilen bir uyaran ve yatıştırıcıdır.

Eleştirmeye hayali cemaatleri, göklerdeki babaları ve Tanrı’nın kurtarıcı rolünü sorgulayarak başlarız. İşte bu noktada Kilise’de görülen Baba Tanrı ve İsa figürlerinin gerçek değil, gerçek ilişkilerle kurduğumuz hayali ilişkilerin sonucu olduğunu görmeye başlarız. Patron, bu imgenin başat temsilcisidir. Bize Baba Tanrının nimetlerinden faydalanmamızı sağlayan, ekmek ve şarap için gerekli olan maaşı verir.

Para adeta Kutsal Ruh’un temsilcisidir. O görünmeyen bağlar kurar, aramızdaki barışı ve huzuru sağlar. Para, gerçekten de modern dünyada İsa’nın kanı yerine geçmiş, cemaatleri bir arada tutan görünmez bir harca dönüşmüştür. Farklı dinlerde, farklı kavramlarla aynı durum iş başındadır. Parasal olan gerçek ilişkilerin fantezi dünyasındaki görünmez kolonlarını var eder, harcı döker, yukarıya doğru “medenileştirici” hareketi, fantastik ve gerçek biçimleriyle kurar.

Hukuk felsefesinin eleştirisine katkı, daha sonra Marx’ın devletin bağımsız ve yüce karakterini sorguladığı kitaplarıyla devam edecektir. Alman İdeolojisi’nden başlayarak Fransız üçlemesi (Fransa’da İç Savaş, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i ve Fransa’da Sınıf Mücadeleleri) bu dönemin ürünüdür. Devleti Almanların aksine kutsal bir hareyle taçlandırmayan Fransızların nezdinde Marx, siyaset felsefesinin temellerini atar.

III. İktisadi altyapının analizinde yabancılaşma kavramının izleri

Hemen ardından kapitalizmin 16. yy kadar erken bir tarihte gelişme fırsatı bulduğu İngiltere’de, Hume’un duyumcu ve Locke’un ampirisist fikirlerinin krallığında çok geçmeden kendini iktisadi hayatın analiziyle arenaya atacaktır Marx. Bu dönem, üçlemede siyasal-iktisadın bir bilim olarak oturduğu, iktisat eleştirisine tekabül eder. Grundrisse ve Kapital bu dönemin başlıca eserleridir. 

Ancak enteresan bir şey vardır, artık genç Marx’ın insanın insanla insanca ilişki kurması gibi diyalektik ferasetten nasiplenmiş cümlelerinin yerini, bol bol veri, analiz ve edebi mecaz almıştır. Marx adeta iktisat biliminin kendi içerisine gömülü olan varsayımları bu sefer eleştirisinin konusu haline getiriyordur. Emtia olarak yüceltilen, pazar olarak kutsanan, para olarak baş tacı edilen şeylerde doğal olmayan, yapıntı bir şeyler buluyordur.

Öyle ya, para, son kertede bir göstergedir. Sayısal bir değerdir (value), gerçek değil. Emtia ise meta formunu almış işçinin çalışma saatiyle ölçülen emek-değeridir. Pazar ise, son kertede askerler, sömürgeciler ve haydut sürüleriyle, yağmalarla ortaya çıkmış, hiç de doğal olmayan bir ulus fenomeninin devamıdır. Büyük İngiltere son kertede sömürgelerden elde ettiği ham maddelerde kendi sınaî kompleksinin bekasını bulmuş, ürettiği sanayi ürünleriyle dünya pazarını hâkimiyeti altına almış ve edindiği kapital ile hâkimiyetini sağlamlaştırmıştır. “Sermaye tepeden tırnağa kana ve pisliğe bulanmış olarak gelir” (Kapital, 1867).

Meta fetişizmi kavramında, insani ilişkilerin yerine şeyler arasındaki ilişkilerin geçtiğini gören Marx, insanın kendi emeğine yabancılaştığı kapitalist dünyada üretim araçlarını kolektif bir mülkiyete tabi kılmadan şeylerin insanlar üzerindeki bu üstünlüğüne son verilemeyeceğini yazar. Ancak enteresandır, fetiş sözcüğü, henüz Freud’dan önce yalnızca antropolojide ilkel telakki edilen toplumlardaki özel güçlere sahip olduğu düşünülen nesneleri ifade etmek için kullanılıyordu.

Marx’ın bu sözcüğü tercih etmesi, aynı zamanda ilksel birikim dediği kanlı ve primitif sürecin sermayenin birikiminin ayrılmaz bir parçası olduğunu ifade etmek içindi. Dolayısıyla metanın üretimi bir koşul olarak yalnızca ilksel sermayenin ayrıcalıklarına dayanmıyor, aynı zamanda elde edilmesi sürecindeki kanlı süreci de tekrar ediyordu. Bu anlamıyla metaların da ilkel olduğu sanılan toplumlarda kaldığı düşünülen, gelişmiş toplumlarda bulunmadığı varsayılan fetiş nesnelerinden bir farkı yoktu. Onları elde etmek ve tüketmek, aynı zamanda güç elde etmeye yakınlaşmak anlamına geliyordu.

İnsanlar son kertede işçi sınıfının emek yoğun üretiminin nesneleri için, yalnızca sermaye elde etmek için değil, ancak bu mistik meta formunu edinmiş nesneler için mücadele edecektir. Çünkü meta yabancılaşmış emeğin, insan gücünün bir belirtecine dönüşür. Kapitalist için de, kendisinin değer kattığı emek ürününe erişemeyen işçi için de durum aynıdır. Üretim araçlarının özel mülkiyeti ve üretimin kolektif mahiyeti arasındaki çatışmanın sonucu olarak varlık sebebini bulan devlet de yurttaşları baskılayacak ve tüketime yöneltecektir.

IV. Lukacs’ta şeyleşme kavramının iktisadi kökenleri

“Bireyin perspektifinden, modern işbölümünün özü çalışmayı irrasyonel yeteneklerden ve böylelikle işçinin niteliksel olarak belirlenebilir yeteneklerinden ayırmasıdır. İşbölümü işçiyi performans denilen, işçinin kişiliğinin dışarısında bulunan ve kişiliğiyle ilgisi bulunmayan objektif kritere boyun eğdirir. Kapitalizmin başat iktisadi trendi benzerdir: Kapitalist ekonomi içerisinde nesnel bir soyutlama, sermaye, etken üretici haline gelir. Sermayenin onu o sırada elinde bulunduran sahibiyle hiçbir organik bağı yoktur, sahiplerin kişiler veya bir anonim şirket mi olduğunun önemi yoktur.”

Györgi Lukacs, Modern Dramanın Sosyolojisi

Györgi Lukacs Tarih ve Sınıf Bilinci adlı eserinde şeyleşme (reification) kavramını ortaya attığında, şeylerin elde ettiği değerin, insani özelliklerin yerine geçtiğinden bahsediyor, insan yapımı nesnelerin insanın üzerinde baskılayıcı bir üstünlük kurduğu bir düzeni tarif etmeye çalışıyordu. Yabancılaşma kavramından farklı olarak şeyleşme insani özelliklerin (attiribute) şeylere atfedilmesi, şeylerin merkezde olduğu nesneden özneye yönelen bir kavramlaştırmayı tarif etmek için kullanılıyor.

Tabii kavramla ilgili çeşitli tartışmalar da var. Önsel olarak var olan bir öznenin yarattığı nesnel bir dünyanın içerisinde, ona yabancılaşmış bir özneyi ima etmez, aslına bakılırsa Lukacs. Daha çok iktisadi güçlerin kişilere yabancı, kendi katılımları yokmuş gibi görünen ve kendi dışlarından onlar üzerinde kurduğu baskıyı ima eder.

Vitrinde görülen pahalı bir ayakkabıdan, pahalı bir araba sahibi genç bir adamın Instagram’da yaptığı gövde gösterisine şeylerin edindiği bu boyut, kapitalin mantığıyla yönetilen toplumların, emek sarfıyla üretilen metayı ve onu temellük ederek elde edilen artı-değeri, nasıl kendi dışında mistik bir güç olarak gördüğünün göstergesidir. Kişilerin pahalı bir araba sahibi olmanın değeri ve önemine dair bir fikir geliştirmelerine gerek yoktur, şeyler bu fikri kişilerin yerine geliştirir. Sanattan anlamak gerekmez, değerli sanat eserlerine sahip olmak yeterlidir. Nesneler bizim yerimize düşünür, bizim yerimize konuşur, bizim yerimize anlaşmaya başlar.

Onları mülk edinmemiz yeterlidir.

V. Sonuç

Üç ayrı Marksist kavramın izini Marx’ın kendi çalışmaları ve Marksist literatür içerisinde sürmeye çalıştık. Bu kavramları “Bir kavramın serüveni” altında toplamamın sebebi üçünü bir potada eritmek değil, benzer bir düşünme izleğinin, kavram ailesinin ürünleri olduğunu göstermek içindi. Bu kavramların daha sonra Guy Debord’dan Fredric Jameson’a Marksizm içerisindeki pek çok başat düşünürü etkilediğini söylemek, sanırım yerinde olacaktır.

Bu kavramlara yapılacak katkılar ve getirilecek açımlamaların, günümüz post-neoliberal toplumlarının insansızlaşma fenomenini açıklaması açısından yapıcı bir değer barındırdığını düşünüyorum.

22.12.20

Görsel: Lee Miller, Portrait of Space, Nr Siwa, Egypt, 1937

“İlham verici bir oyunbozan”: İmdat Freni 1 Yaşında – Dost Mesajları

Sitemizin birinci yılı vesilesiyle İmdat Freni macerasını yakından takip eden, bir ucundan tutmuş, katkıda bulunmuş olan dostlarımız ricamızı kırmayarak birer “tebrik” mesajı gönderdiler. Bu heyecan verici cümlelerin, umuyoruz ki önümüzdeki yıllarda da, yayınımızı daha da kolektifleştirerek, içeriğimizi daha da zenginleştirerek, “oyunbozanlığımızdan”, “iyimser olmayan umudumuzdan”, “huzur bozan çığlığımızdan” hiçbir şey yitirmeden hakkını vermeye, “özgürlüğün dansında” saf tutmaya devam ederiz.

  • “Durdurun dünyayı inecek var” demekse derdiniz, yanlış imdat frenine asıldınız. Bu e-dergiyi hazırlayanların derdi başka. Düpedüz devrim yapmak istiyorlar… En azından, “başka çaresi yok bu işin” diyorlar. Hadi canım… Bu devirde? Devrim? Hâlâ? Mümkün mü? Bilmem. Bu devirde okumaya değer, kaba propaganda ve ezber slogan ayini olmayan bir dizi makale hazırlamışlar. Merak ediyorsanız, okuyun, düşünün, tartışın… Karar sizin nasıl olsa… Merak etmiyorsanız da… Neden çekersiniz ki imdat frenini? Bırakın dünya gitsin bu hızla gidebileceği yere kadar… Nasıl olsa çok alametler belirdi. Duvara toslaması yakındır.

Yiğit Bener

  • Öncelikle İmdat Freni’nin yayın hayatına adım atmasında ve bu alanda 1 yılı geride bırakmasında emeği geçen herkesi tebrik etmek gerekir. Hele ki bu 1 yılın, COVİD-19 pandemisi ve kapitalizmin krizinin buna paralel olarak daha da derinleşmesiyle birlikte, dünya sınıflar mücadelesinde kritik bir momente denk geldiğinin de altını çizmeliyiz. Ve bu moment, biz Devrimci Marksistler’in, birçok hayati konuda, önemli tartışmalar yürütmek ve bunlara dönük cevaplar üreterek müdahaleler gerçekleştirmek noktasındaki sorumluluğunu da artırdı. Ki bu sorumluluğu, İmdat Freni’nden mücadele dostlarımızla yeri geldiğinde ortak yanıtlar üretme gayretini göstererek yerine getirmekteyiz. Bu anlamda, yayın politikası, konu seçimi ve konunun ele alınış biçimi üzerinden düşündüğümüzde İmdat Freni’nin Türkiye Devrimci Marksist geleneğinde önemli bir ihtiyaca karşılık geldiğini belirtmek gerekiyor. 

Yayın hayatında nice yıllara!

Başarı ve dayanışma dileklerimle

Gazete Nisan ve Troçkist yazarı Görkem Duru

  • İmdat frenini, bir şey ters gittiğinde durdurmak için düşünür ya insan, bu imdat freni de terslikleri durdurmak ama durmamak, beraber mücadele etmek, sesimizi duyurmak, istediğimiz gibi bir dünya yaratmak için payına düşeni yapıyor. Daha da güzel büyüdüğü nice yılları olsun.

İdil Engindeniz

  • İmdat Freni, son dönemde dünyada neler olup bittiğini soruşturma amacıyla kuruluşlarına tanıklık ettiğimiz, düşünce dünyamıza canlılık katan internet mecralarından biri olmakla birlikte birçok açıdan eşsiz bir yapıya sahip. Son bir yılda bir yandan olan biteni anlamaya yönelik somut eleştirel bir çerçeve sunarken diğer yandan Türkiye’nin sosyalist birikimini, farklı disiplinlerden teorik tartışmaları ve ekososyalizmin mücadele çağrısını içeren eşsiz bir içerik oluşturuyor. Tasarımı kadar dikkat çeken bir diğer özelliği de ismi. Bu, içinden geçtiğimiz karanlık gidişatı ifade ettiği kadar içeriğiyle mevcut karanlığın akılcı ama bir o kadar da devrimci bilgisine davet eden bir isim. Pandemi, kapitalizm, otoriterleşme, patriyarka gibi gündemler nedeniyle kendi içimize kapanmış olduğumuz bir dönemde bize içeriğiyle kudret ve iyimser olmayan bir umudu aşılıyor. Nice yaşlara!

Ali Yalçın Göymen

  • İmdat Freni, 2019 yılı sonunda yayın hayatına başladığından beri (terrabayt ile yaşıt sayılır), benim için heyecan verici bir platform oldu. Henüz isminden başlayan Walter Benjamin şiarı, sonsuz hızda gidiyormuş gibi görünen tarih trenini durdurmayı, askıya almayı öğütleyen edim açısından önemliydi. Zaten daha dar anlamda, her türlü politik, kültürel ya da estetik üzerine yayın yapan aracılar da -eğer iyilerse- bunu yaparlar: güncel olanın debdebesinde işleyen, etkili biçimde kalıcı olan şeylere bakar, bir nevi onları durdururlar. İmdat Freni bu açıdan günceli konuşturduğu kadar, klasiklere de nefes vermesini biliyor. Şimdiden Ekososyalizme ya da Daniel Bensaid, Ernest Mandel gibi isimlere dair bir kaynak olmuş durumda. Söyleyeceğim kulağa epey ironik gelecek biliyorum ama, dilerim İmdat Freni hiç durmaz. 

Koray Kırmızısakal.

Terrabayt editörü

  • Sara Ahmed’in “oyunbozan feminist” figürü, “diğerlerinin ‘mutluluğunu’ bozar; mutluluk etrafında toplanmayı, birleşmeyi veya buluşmayı reddettiği için oyunbozandır.”[1] Oyunbozanlar, toplumsal ilişkilerin kanıksanmış formlarını altüst ederek başka imkânların aynı zamanda yıkımların varlığına, dolayısıyla sapmanın yeni ve yaratıcı alanlar açacağına işaret ederler. Kaybedileni ikame çabası hem kişisel hem toplumsal dönüşüm arzusunu tetikler ve “garip” bir rahatlamanın kapısını da aralar. O andan itibaren değişmez olduğu düşünülen yapıların teker teker sökülebildiği görülür, (beklenmedik) farklı montajların ihtimalleri oluşmaya başlar. Muhtemel tarihsel sürecin kurucu özneleri ise tarihsizleştirilmiş ve sessizleştirilmiş gruplardır. Muktedirlerin geçici galibiyetleri karşısında siyasetin dışına itilerek eyleme kapasitelerinin önüne set çekilen ve daha en baştan mağlubiyete zorlanan bu öznelerin daima hareket halinde olduğunu unutmamak gerekir. Muhtemeldir ki bu sebepten, imtiyazlı olanların en rahat hissettikleri anlar radikal dönüşümlere de en açık zamanlardır. İlham verici bir oyunbozan olan İmdat Freni de her şeyin olduğu yerde kalakaldığı inancını askıya alarak dipten gelen akıntıların seslerine yer veren yayın politikasıyla bir yıldır hayatımızda. Kendini “‘açık ve eleştirel bir Marksizm’in savunucusu olarak tarif” eden İmdat Freni, bu siyasal kültürün taşıyıcısı olmayı da hedefliyor. Şimdinin esaretinden sıyrılarak durup derin bir nefes alıp düşünmeye, sözlerimizi paylaşmaya, tartışmaya ve birlikte oyunbozanlık yapmaya açık bir alan İmdat Freni. Bu alanın var olmasında emek harcayan tüm dostlara selam olsun. Nice yaşlara İmdat Freni! Ömrün uzun olsun. Dayanışmayla.

Yıldız Öztürk

  • Katkı şansı bulduğum ve yayın hayatına başladığı günden beri düzenli bir takipçisi olarak istifade ettiğim İmdat Freni birinci yılını tamamladı. Kanaatimce İmdat Freni geçen bir yıl boyunca, iyiye, güzele ve hayata değme arzusunu, saf tuttuğu sosyalist/toplumcu pozisyonunu, çelişkileri üreten olgulara karşı net tavrını muhafaza etmeye devam etti. Toplumu ve hayatı gözetmek, sürekli saldırmaya devam eden ve çelişkileri besleyen olgulara anlamlı karşılıklar geliştirmeyi bir vazife olarak yüklüyor. Söz üretirken tutumları gözetmek ise çoğu kere üstesinden gelinemeyen bir mesele olarak karşımıza çıkıyor. Bu anlamda örnek ve istikrarlı bir hattı muhafaza eden İmdat Freni’ni, -düzenli bir takipçisi olarak- tebrik eder ve yayın faaliyetine emek veren herkese teşekkür ederim.”

Bedri Soylu

  • Sitemizin kuruluşuyla birlikte dünyayı saran covid-19 pandemisi tehdidi altında bir yılı geride bıraktık.  İnsanlık oldukça zor ve belirsizlikle dolu bu süreçte İmdat Freni, enternasyonal kulağımız, gözümüz, yüreğimiz olma özelliği, sosyalist mücadeleye ışık tutan yönüyle özgün bir yere sahip.  Başka bir dünyanın inşasında etkili güç olma özelliği bulunan yeni toplumsal hareketlerin deneyimini ve politik çerçevelerini bu topraklarla buluşturma konusundaki çalışmalar paha biçilemez kıymettedir. Hiç kuşkusuz ki, bunların yaygınlaştırılması biz site takipçilerin omuzlarındadır. Hepimize bu yolda, mücadelede başarılar dilerim.

Hakan Tahmaz

  • İmdat Freni’nin düşünsel anlamda neye tekabül ettiğini düşününce, aklıma gelen barbarlığın alacakaranlığında atılan uzun bir çığlık oluyor. Bir yaşındaki İmdat Freni düşünmeye, dayanışmaya ve birlikte olmaya davet eden ama huzur bozan bir bir çığlık. Sesinizin hergün daha da güçlenmesini dilerim.

Erol Yeşilyurt

  • Toplumsal mücadelelerin entelektüel ufkuna samimi ve derinlikli katkılar yapmaya devam eden İmdat Freni’nin birinci yaşını selamlıyorum. İmdat Freni ekibinin, değerlerin hızla çözüldüğü bir dönemde, sislerle kaplı kavşaklarda, dogmatizmin kolaycılığına ve slogancılığın iç rahatlatıcılığına kapılmadan, huzursuz düşüncelerini çoğaltıp yeni yollar ve değeler yaratma çabasını önemsiyorum. Öyle değil mi ki? Bizi hayata bağlayan da hayatı dönüştürmemizi sağlayan da çabadır! Yazgılarımızın kesiştiği yol ağızlarında omuz omuza vererek özgürlüğün dansına katılmaya devam edeceğiz… 

Hasan Yıkıcı, Kıbrıs


[1] Sara Ahmed, Mutluluk Vaadi, çev. Deniz Mayadağ (İstanbul: Sel Yayıncılık, 2016), 93.

Görsel: Alexis Lemaistre/Max Ernst, Les Naufrages Barbares, 1929-1930

İmdat Freni 1 Yaşında! Editoryal-Siyasal Değerlendirme Notları

Sitemiz birincisi senesini doldurdu. Geçtiğimiz yıl 26 Aralık tarihinde yayına başlayan İmdat Freni ismini Walter Benjamin’in şu ünlü cümlesinden alıyor:

“Marx devrimlerin dünya tarihinin lokomotifi olduğunu söylemişti. Ancak belki de olaylar kendilerini bambaşka biçimde sunar. Belki de devrimler, bu trende seyahat eden insanlığın imdat frenini çekme eylemidir”.

Kapitalizmin insanlığı sürüklediği felakete, özellikle de acil bir gündem halini almış bulunan iklim krizinin teşkil ettiği tehdide karşı durma, harekete geçme gerekliliğini vurgulamak için seçtiğimiz bu isim, maalesef Covid-19 pandemisiyle birlikte daha da güncel bir anlam kazandı. Birkaç on yıl sonra sonuçlarını da çok daha ağır biçimde yaşamaya başlayacağımız iklim krizinin bizlere neler vaat ettiğini, tabiri caizse kıyametin bile toplumu sınıflara bölerek vurduğunu şimdiden, daha küçük çapta olmakla birlikte gördük. Modern dünyanın bugüne dek deneyimlemediği türden bir küresel felaket teşkil eden bu pandeminin hala daha içinden çıkmış olmadığımız gibi, insanla doğa ilişkisi sermaye birikiminin gereklilikleri çerçevesinde devam ettiği sürece daha başka pandemilerle de karşı karşıya kalmamızın gayet mümkün olduğunu biliyoruz. Tarihin akışını değiştirmediğimiz takdirde başta emekçiler, kadınlar ve en güvencesiz kesimler olmak üzere insanlığın çok büyük bir kısmı için kaçınılmaz bir felakete doğru gittiğimizi daha da net ve şiddetli biçimde idrak ettiğimiz mevcut koşullarda İmdat Freni alegorisi her zamankinden daha güncel bir anlam kazanmış bulunuyor.

Benjamin’in kaleminden çıkan bu güçlü imgenin yanı sıra, sitemizin ve taşıyıcısı olmasını amaçladığımız Marksizm anlayışının (açık, eleştirel, çoğulcu bir Marksizm) başlıca sözcülerinden biri olan, tam on yıl önce yitirmiş olduğumuz Daniel Bensaïd de hem sözü hem de kişiliği ve mücadelesiyle bizler için bir “kurucu figür” niteliğine büründü. İmdat Freni’nin yayına başladıktan kısa süre sonra, Ocak 2020’nin başlarında düzenlediği ilk (ve fiziksel katılımlı şimdilik tek) toplantı, Bensaïd’in anısına düzenlendi. Konuşmacımız ise bir diğer ilham kaynağımız olan, Benjamin’in alegorisini geniş kamuoyuyla tanıştıran ve Daniel Bensaïd’in hem dostu, düşünsel yol arkadaşı ve IV. Enternasyonal’den yoldaşı olan Michael Löwy’ydi. Löwy de, hem Marksizmin liberter gelenek başta olmak üzere farklı radikal akımlarla yakınlığını öne çıkarma noktasında hem de esasen Ekososyalizm anlayışının teorik kuruluşunda ve yaygınlaştırılması mücadelesindeki rolü itibariyle sitemizin başlıca kuramsal-siyasal yapıtaşlarından biri haline gelmiştir.

Sağlık krizinin hayatlarımızda yarattığı dehşetle birlikte biz de İmdat Freni yayın kolektifi olarak pandeminin kökenleri, sermaye düzeniyle ilişkisi ve farklı toplumsal kesimler (kadınlar, göçmenler, emekçiler, özellikle de kargo, çağrı merkezi, banka çalışanları ve set işçileri) üzerindeki etkileri konusunda çeviri ve telif yazılarla bir yayıncılık izlemeye, öte yandan da uluslararası alanda bu konudaki dayanışma çabalarını aktarmaya gayret ettik. Bunun yanı sıra, İmdat Freni’ne can vermiş olan Sosyalist Demokrasi için Yeniyol’un (IV. Enternasyonal Türkiye Seksiyonu) içinde yer aldığı çoğulcu girişimleri (Birlikte Yaşamak İstiyoruz İnisyatifi) ve siyasal alanda Covid-19’un toplumsal etkileri konusunda başka devrimci akımlarla yürüttüğü faaliyetleri de (Covid-19’la Mücadele Kapitalizmle Mücadeledir, Emekçiler için #KaynakVar/Herkese İş ve Gelir Güvencesi Kampanyası, Kent Emekçileri Dayanışması) hem sitemizde, hem sosyal medya hesaplarımızda, hem de Youtube kanalımızdan erişilebilen ortak toplantılarda anlatmaya çalıştık.

Aynı zamanda yine Youtube üzerinden İmdat Freni Sohbetleri çerçevesinde George Floyd’un katlinin ardından ABD’de tekrar yükselişe geçen siyahların mücadelesi, bu sene 50’inci yılını kutladığımız 15-16 Haziran işçi hareketi, yazar dostumuz Yiğit Bener’i ağırladığımız Ernest Mandel’in mirası veya Azerbaycan-Ermenistan Savaşı üzerine söyleşiler düzenledik.

Covid-19 gündemiyle bağlantılı olsun ya da olmasın Ekososyalizm anlayışı bizler için siyasal kimliğimizin ve yayıncılık anlayışımızın asli unsurlarından biri. Bu çerçevede radikal sol içindeki tartışmaları aktaran ve bizim ekososyalizmimizin özgüllüklerini (örneğin devrimci ve feminist oluşu, merkezi bir planlamaya dair savunusu gibi) ve başlıca argümanlarını aktaran metinlerin düzenli olarak çevrilmesine ve yayımlanmasına özen gösterdik.

Feminizm, toplumsal cinsiyet, LGBTI+ mücadelesi, kesişimsellik, pornografi ve Covid-19’la birlikte tekrar gündeme oturan toplumsal yeniden üretim bağlamında da uluslararası alanda yürüyen teorik tartışmaları aktarmaya, Kadın grevi gibi son yıllarda öne çıkan mücadele yöntemlerini ve çağrılarını duyurmaya ve özellikle de pandemi koşullarının ağırlaştırdığı patriyarkal tahakkümün özellikleri üzerinde durmaya hem tercüme hem de telif yazılarla gayret ettik.

“Anma” sözü fazla resmi ve bürokratik kaçsa da bu dünyanın gidişatını durdurmak ve daha dayanışmacı, eşitlikçi ve özgürlükçü bir topluma ulaşmak için yürütülen tarihsel mücadeleye katkıda bulunmuş olanları, hem dünyayı anlamak hem de onu değiştirmek için verdikleri kavgayı hatırlamak siyasal bir sadakat ifadesi olduğu kadar tarih bilincinin de bir parçasını oluşturur. Bu çerçevede Friedrich Engels, Lev Troçki, Rosa Luxemburg, Ernest Mandel, Victor Serge, Buenaventura Durruti gibi Marksizmin ve Anarşizmin bu önemli neferlerinin fikriyatını ve mücadelesini hatırlatmayı önemli gördük.

ABD’de siyah mücadelesiyle başlayıp tüm dünyada ırkçılığa karşı büyüyen, Batı’nın sömürgecilik tarihiyle yüzleşmeyi önüne koyan kitle hareketinin etkisiyle kısmi de olsa siyah marksizmi, siyah radikalizm, siyah feminizmi üzerine (örneğin CLR James, Malcolm X, Angela Davis…) yazılar ve röportajlar yayımladık.  

İmdat Freni kültürel eleştiri alanında da nitelikli bir yayıncılık yapmayı önüne koyuyor. China Mieville, Enzo Traverso, Mark Fisher, Daniel Bensaid, John Lennon, David Graeber, John Berger’dan çeviriler ve özellikle Emre Tansu Keten arkadaşımızın gündelik ve dijital kültür üzerine yazılarıyla bu alanı beslemeye çalıştık. Fakat enerjimizin önemli bir kısmını sağlık krizine ilişkin metinlere aktarmak durumunda kaldığımızdan bu alana arzu ettiğimiz oranda eğilemedik.

Türkiye gündemine ilişkin olarak da nispeten düzenli bir yayıncılık izlemeye çalıştık. Kimi zaman önemli mücadeleleri aktaran kısa haberlerle kimi zaman da siyasal analizler, kapsamlı haberler ve röportajlarla ülke gündemini yorumlamaya ve ona müdahale etmeye çalıştık. Önümüzdeki dönem için bu türden yazılara daha fazla ağırlık vermeyi ve ayrıca düzenli biçimde Türkiye siyasetine dair “Yeniyol’un Sözü”nü yayımlamayı önümüze koyuyoruz.

Ayrıca bir dizi başka dostumuzun da katkılarıyla Kürt sorunu, Kıbrıs seçimleri, Pandemi koşullarında kadın emeği, sol ve İslam, queer kültür, yabancılaşma, ekofeminizm gibi konularda özgün metinler ve söyleşiler yayımlama imkânı bulduk. Bu konuda da daha fazla katkı almayı, özellikle röportaj ve söyleşilere daha fazla eğilmeyi tasarlıyoruz.

Üzerinde yaşadığımız toprakların hem barbarlıkla hem mücadeleyle dolu tarihi konusunda ise Masis Kürkçügil’in 1908 “ihanete uğrayan devrimi”nden Ermeni soykırımına, Harun Karadeniz’in işçi hareketi içindeki rolünden altmışlı yıllardaki sosyalist hareketin kuruluşuna dair 10 bölümlük kapsamlı analizine dair bir dizi yazısını okumak mümkün. Bu “evladiyelik” yazılarının yanı sıra önümüzdeki yıl içerisinde yazarımızın birikimi ve bakışından çok daha fazla istifade edeceğimiz için son derece heyecanlıyız.

Elbette tüm bu isimlerin yanı sıra başta sitenin en vazgeçilmez emeğini üstlenen çevirmenlerimiz olmak üzere sitenin işleyişi, logonun ve sitenin tasarımı, sosyal medya hesaplarının yönetimi işlerini üzerine alan arkadaşlarımız, okurlarımız ve yazılarımızı düzenli olarak paylaşan dostlarımız, yazılara ilişkin geri dönüşleriyle içeriğimizi zenginleştiren arkadaşlarımızın tümü de sitenin bir emekçisi, İmdat Freni Yayın Kolektifi’nin vazgeçilmez birer üyesini oluşturmaktadır. Hepsine büyük bir teşekkür borçluyuz.

Bu değerlendirmeye dair notları tamamlarken bir de teşekkür etmemiz gereken “yol arkadaşı” siteleri de anmamız gerekir. Dostane ve yoldaşça ilişkiler içinde bulunduğumuz, desteklerini esirgemeyen, benzer editoryal yönelim içinde bulunduğumuz, haberlerini ve çevirilerini kullanmamıza müsaade eden E-Skop, Terrabayt, El Yazmaları, Gerçeğin Günlüğü, Sendika.org, Görünmez.org, Gazete Nisan, Agos, Başlangıç, Gazete Karınca’ya da teşekkür borçluyuz.

Sitemiz açıldığında yayınladığımız ilk “kurucu” metin olan “Devrimler Tarihin İmdat Frenidir” yazımızda kendimizi “açık ve eleştirel bir Marksizmin savunucusu”, “radikalliklerin kavşağında bir ses”, “çoğulcu, demokratik ve anti-dogmatik bir siyasal kültürün taşıyıcısı” ve “ekososyalist, feminist, enternasyonalist ve heteroseksizm karşıtı bir yayın” olarak tarif ediyorduk. Bu kapsamlı siyasal ve editoryal program çerçevesinde, kapitalist gerçekçiliğin sembolik-kültürel düzenini de insanlığı kitlesel ölümlere, emekçileri daimî bir olağanüstü hale mahkûm eden kapitalizmin kendisini de yıkmak için gerekli olan mücadele deneyimlerini, siyasal-iktisadi-kültürel analizleri, devrimci strateji tartışmalarını sunmaya ve ütopik bilinci derinleştirmek için çabalamaya devam edeceğiz, sebatkârane.

İmdat Freni

Direnişin Ritmi: Reggae – Emre Tansu Keten

“Zenginler şarkıları dinler;

yoksullar şarkılara tutunur ve onları sahiplenir”

John Berger, Hoşbeş

Sömürgecilik tarihi göstermektedir ki, egemenler hangi silahı kullanırsa kullansın, baskı kurma konusunda ne kadar gaddar olursa olsun, direniş bir şekilde, kendisine yeni yöntemler ve araçlar yaratarak yoluna devam eder. Sömürgeciye karşı direniş tarihi, büyük kahramanlık hikâyelerinin, önemli şahsiyetlerin yanı sıra bir kültürel tarih de bırakır geriye. Kültürel semboller, değerler, ürünler bu tarihin içerisinde yaşamaya devam eder. Rastafaryanizm ve reggae müzik, sömürgeciliğe (ve neo-sömürgeciliğe) karşı verilen insanlık mücadelesinin yaşamaya devam eden kültürel karşılıklarından birisidir.

Afrika’dan Yeni Kıta’ya

“Kamçının şaklayışını her duyduğumda,

Kanım donuyor, Köle gemisinde,

Hatırlıyorum ruhumu nasıl insanlıktan çıkardıklarını.”

Bob Marley and the Wailers, Catch a Fire

Amerika kıtasını keşfeden Avrupalıların bölgeyi sömürmek için köle haline getirdikleri, sonrasında çoğunluğunu katlettikleri Amerika yerlileri kendilerine yeterli gelmeyince, köle ithal etmek için başvurdukları diğer bir kıta Afrika olur. Balık istifi şeklinde bindirildikleri gemilerle, türlü işkence eşliğinde Amerika’ya götürülen 15 milyonu aşkın siyahın yüz binlercesi bu yolculukta hayatını kaybeder. Sağ şekilde karaya ayak basanlar da şanslı değildir. Çünkü o dönem bir kölenin, yakalanmasının ardından, ortalama yaşam süresi dokuz yıldır. Tabii bu uygulamalar pek kimseyi rahatsız etmemektedir. Öyle ki, aynı dönemde Vatikan’da siyahların insan olup olmadıkları tartışılmaktadır. Aydınlanmanın büyük isimleri için de siyahlar başta olmak “diğer” halklar insan hakları kavramının kapsamı için bir muammadır.  

Plantasyonlarda ölümüne çalıştırılan, sömürge görevlilerinin işkencesine maruz kalan siyah köleler, çok geçmeden örgütlenmeye ve isyan etmeye başlarlar. Her şeyden önce onurlu bir yaşam için isyan eden kölelerin liderleri, böylesine bir aşağılanmaya maruz kalmak yerine ölmeyi tercih edeceklerini söylerler. Yer yer başarılı olan bu isyanlar, beyazların barış anlaşması yapmak istiyoruz diyerek silahsızlandırdığı binlerce siyahı katletmesiyle ve buna benzer ahlâksız birçok yöntemle bastırılır.

Bu dönem Afrikalıların isyanlarını önlemek için kullanılan bir yöntem de köksüzleştirmedir. Beraberlerinde kendi kültürlerini, inançlarını, ayinlerini de getiren siyah köleler, Avrupa kültürüne saygı besleyen, kendi ırkından ve kültüründen utanan insanlara dönüştürülmek istenmektedir. Bu amaçla, ayinlerde kullanılan davul yasaklanır, misyonerler yoğun bir Hıristiyanlık propagandasına başlar. Ancak Afrikalılar buna direnir. Afrika’yı, zorla götürüldükleri coğrafyalarda, yaşatırlar. O dönem bir köle öldüğünde Afrika’ya döneceğine inanılır örneğin. Bu nedenle ölünün yakınları mezar başına yemek ve rom koyarlar. Davul ve ritim köleleri birbirine bağlamaya, isyanların arka planı olmaya devam eder.

1834’e gelindiğinde, İngiliz sömürgeciliğinin merkezi olan Batı Hint Adaları’ndaki köleler sayısız isyan çıkartarak, güçlü bir anti-kolonyal hareket yaratmış haldedir. Bunun en önemli aşaması 1804 Haiti Devrimi’dir. Bu güçlü isyanların verdiği zararlardan endişe duyan, bunun yanı sıra artık köleliğin değil ücretli çalışmanın daha avantajlı olduğuna inanan İngiliz egemenleri sömürgelerindeki köleliği kaldırma kararı alır. Fakat, siyahların bu kazanımı onlara müreffeh bir yaşamın kapılarını açmaz. Ücretli sömürünün koşulları kölelikten olsa olsa biraz daha iyidir ve siyahların onurlarına uzanan el hâlâ tepelerindedir. Bundan dolayı bu dönem ırksal ve dini mücadelelerle iç içe geçmiş bir sınıf mücadelesinin doğmasına vesile olur. Jamaika işçi sınıfı doğmaktadır, ama bu sınıf siyah olduğunun bilincinde bir sınıftır.

Bir önder doğuyor: Marcus Garvey

Yüzyılın sonuna doğru anti-kolonyal siyah mücadelesi kendi entelektüel cephesini de kurmaya başlamıştır. Beyazların silahlarına kendi silahlarıyla (pala, balta vs.) cevap veren hareket, şimdi de beyazların fikirlerine karşı savaşmak istemektedir. Bu aşamada sahneye çok güçlü bir figür çıkar: Marcus Garvey. İngiliz patronların dayattığı sefalet koşullarına karşı savaşırken, kendi kimliğine ve kültürüne sahip çıkmanın da mücadelesini veren 19. yüzyıl sonu Jamaika’sında büyüyen Garvey, hayatını, siyahların kurtuluşu için evrensel ve bütünlüklü bir program hazırlama ve bütün siyahları bunun etrafında toplamaya adar.

ABD’ye yerleştiğinde kurduğu UNIA (Dünya Zencilerini Geliştirme Derneği) ve Negro World gazetesi oldukça büyük bir etki yaratır. UNIA’nın onlarca şubesi açılır, gazete siyahlara büyük bir heyecan verir. Birçok sayısı iktidarlar tarafından toplatılır. Garvey’in zamanında siyahlar kölelikten kurtulmuş durumdadır, ancak ABD’de ayrımcı uygulamalar sert bir şekilde sürmektedir. Amerikan sinema endüstrisi yerlilerin yanı sıra, siyahları da değersiz, gözden çıkarılabilir, alt seviye insan grubu olarak sınıflandırmaktadır. Afrika’nın birçok bölgesinde bağımsızlık mücadeleleri devam etmekte, sömürgeci devletlere direnenler en vahşi yöntemlerle katledilmektedir.

Böyle bir ortamda Garvey, siyahların uluslararası birliğine ve mücadele ortaklığına vurgu yaparken, din olgusuna da özel bir önem verir. Beyazların Tanrı’ya kendi beyaz gözlüklerinden baktıklarını, “beyaz bir din” yaşattıklarını, siyahların Tanrı’ya Etiyopya penceresinden tapacaklarını söyler. Kitab-ı Mukaddes’te geçen “Prensler Mısır’dan çıkar, Etiyopya ellerini Tanrı’ya uzatır” sözlerine vurgu yapan Garvey, siyahlar için Afrika’nın vaat edilmiş topraklar anlamına geldiğini, dünyaya dağılmış siyahların bu topraklarda yeniden buluşacağını iddia eder.

Bob Marley Zimbabve Bağımsızlık Kutlamasında.

Jah Rastafari

1930 yılında Haile Selassie (Ras Tafari)’nın Etiyopya İmparatoru olması, Garvey’in sözlerinden etkilenen siyahlar için beklenen anın geldiğini gösteren bir işarettir. Siyahlara müjdelenen Mesih gelmiştir. Gerek zamanlama, gerekse Selassie’nın kişisel karizması kısa zamanda yeni bir dini akım ortaya çıkarır: Rastafaryanizm.

İncil’in seçici bir okuması bu akımın literatürünü şekillendirir. Selassie, Yahuda’nın Aslanı olarak anılmaya başlanır. Ki sarayında aslan beslemesi de, Afrika’da aslanların bolca bulunması da aslanı rastafaryanlar için bir sembol haline getirir. Babil, yani Babylon, siyah mücadelesinin tam karşısında yer alan ne varsa onu simgeler: sömürgeciler, emperyalistler, yozlaşmış Batı.

İncil’de cennetlerin efendisi olarak geçen Jah, Tanrı’larına verdikleri isimdir. Garvey’in dediği gibi Afrika vaat edilmiş topraklar, yani Zion’dur. Musevilikten de etkilenen Rastafaryanizm, bu kaynakların dışından (çoğunlukla Afrika’nın geleneklerinden) unsurları/sembolleri de ekler bünyesine. Örneğin, Ganja (esrar) içmek bir ibadet, Jah’la bir muhabbet içerisinde girmek demektir. Kenyalı anti-sömürge isyancıları Toprak ve Özgürlük Ordusu (Mau Mau)’nda gördükleri uzun ve keçeleşmiş saç stilini benimserler (yaygın bilinenin aksine bu saç stilinin adı rasta değil dreadlock’tır). Dini toplantılarda çalınan müzikler ise ritme dayalıdır. Bir nevi ilahi olarak anılabilecek bu ritim yapısı, Karayipler’den, reggae dahil, birçok tarzın çıkmasına ön ayak olacaktır.

Bu akımın doğduğu ve geliştiği yer, tabii ki, Jamaika’dır. Kısa bir sürede ülkenin çeşitli yerlerinde rastafaryan komünler oluşmaya başlar. Tayfun Atay’ın kitabının ismine göndermeyle, rastafaryanizm, “Din Hayattan Çıkar” önermesinin birebir karşılığı denebilecek bir örnektir.

Kökteki ritimler

“Reggae, ıstırap çekmenin biçimlendirdiği bir muhalefettir.

Size baskı yapanlara geri gönderdiğiniz bir titreşimdir.”

Rico Rodriguez, Jamaikalı Tromboncu

1935 yılında Mussolini İtalya’sının Etiyopya’yı işgal etmesi bütün dünyadaki siyahlar arasında anti-faşist bilinci geliştirir. Faşizm karşıtı büyük gösteriler düzenlenir. Etiyopya ordusuna yardım göndermek için kampanyalar düzenlenir. Bu seferberlik daha fazla siyahın Rastafaryanizme ve Etiyopya’ya ilgi duymasına yol açar. Rasta komünleri çoğalmakta, rastalar politikleşmektedir. Ancak çok geçmeden bu durumdan rahatsız olanlar da ortaya çıkar.

Yoksulluğun sert bir şekilde yaşandığı ve politik yozlaşmanın had safhada olduğu Jamaika’da, git gide yükselen Rastafaryan hareket bir tehdit olarak algılanır. Rastalar akıl hastanelerine kapatılır, dreadlock’ları zorla kesilir, uyuşturucu bulundurmak suçlamasıyla hapse atılır. Yoksulluktan kaçarak İngiltere’ye yerleşenler İngiliz yetkilileri rahatsız eder. Serserilik ve hırsızlık yapan bir grup olarak fişlenirler. ABD ve Kanada’da da rastalar benzer bir algıyla tecrit edilmeye çalışılır.

Ancak, büyüyen Rastafaryan hareket olur. Büyüdükçe de politikleşir. 1959 Küba Devrimi’ne destek verirler. Devrimden sonra Küba’ya olan sempatileri daha da büyür. Çünkü Küba, Afrika ülkelerinin bağımsızlık mücadelesine doğrudan destek veren bir ülke haline gelir. 1979’da gerçekleşen Grenada Devrimi’nde, diktatör Eric Gairy’yi deviren gerillaların arasında 400’den fazla rasta vardır. Aynı dönemlerde Guyana hükümeti, radyolarda reggae çalınmasını yasaklayan bir karar alır. Çünkü reggae baskıya, sömürüye karşı güçlü bir ses olarak yaygınlaşmaktadır.

Reggae, tıpkı diğer Karayip müzikleri ska, kalipso gibi zaman içinde, kendi yatağında akarak evrilmiş bir türdür. Uzak geçmişi Afrika’nın otantik ayinlerine ve burada çalınan ritimlere uzansa da, yakın geçmişi, sürekli beyaz müziği çalan Jamaika radyolarını kapatıp, bahçelerinde sound system’ler kuran rastalara dayanır. Dick Hebdige’ın dediği gibi “reggae’deki en önemli kavramlardan biri ‘uyarlama’dır. Bazen bir reggae plağı basılır ve bunu bir çırpıda aynı ritim ya da melodinin kelimenin tam anlamıyla yüzlerce farklı uyarlaması takip eder”. Fotoğraf ve sinemadaki montaj tekniğini hatırlatırcasına ve telif hakkı kaygısı olmadan, sanatçılar birbirlerinin ritimlerinin üzerine yeni sözler ekler, melodileri değiştirir, şarkıları ‘mix’ler. Bu açıdan aslında reggae kolektif bir mirasın üzerinde yükselir.

Reggae’yi uluslararası alanda sahneye çıkartan hiç kuşkusuz Bob Marley’dir. İlk olarak grubu The Wailers (Peter Tosh, Bunny Wailer) ile müzik yapan, sonrasında ise yola tek başına devam eden Marley, reggae’yi dünyaya tanıtırken, aynı zamanda Rastafaryan düşüncenin etki alanını da genişletir. Örneğin, Rastaman Vibration isimli albümü başlı başına politik bir bildiri gibidir. İşçi sınıfının çilesinden, Afrika kurtuluş mücadelesine, Jamaika’yı saran gündelik şiddet ortamından, ABD’nin Karayipler’e müdahale çabalarına kadar birçok siyasi konuyu şarkılarında işleyen (No Woman, No Cry isimli şarkının sözleri de, Jamaika’nın yoksul bir mahallesinde kocası polis tarafından tutuklanan bir kadına yöneliktir) Marley, Zimbabve’nin 1980 yılında bağımsızlığını kazanmasının ardından düzenlenen resmi törende sahne alarak, birçok siyasiden daha fazla ilgi görür.

“Rastafari şarkısı, yani reggae, en yüksek kendini ifade etme biçimidir. Hem toplumsal bir eleştiri hem de derin ırksal hafızanın ifadesidir. Bu hafıza, rastaların Jamaika dilinin temelinden yola çıkarak kendi dillerini, Rasta dilini, geliştirmeleriyle hayatta kalmıştır” demektedir Horace Campbell. Rastalar, resmi dilleri haline gelmiş olan İngilizceyi de olduğu gibi kullanmamışlardır. Dilin yapısını, kelimelerin söyleniş ve yazılışlarını değiştirerek, bozarak kendilerine özgü bir dil yaratmışlardır. Sömürgeciliğe bir golü de böyle atmak istemişlerdir (Bunun en iyi örnekleri için Eek A Mouse adlı sanatçı dinlenebilir).

Sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı kültürel bir direniş niteliği taşıyan reggae, hiphop başta olmak üzere diğer alt kültürler gibi, sistem tarafından soğurulma, kitle kültürünün kâr odaklı işleyişine bir “renk” olarak katılma tehlikesiyle karşı karşıya. Belki de bu eşik çoktan geçildi. Jamaika egemenleri için bir turizm kalemi olarak görülen rastafaryan kültür, devletin kanatları altında ehlileştirildi. Ancak, onun teliflere sığmaz kolektif üretim kültürünün, algoritmaların müzik üzerinde kurmaya çalıştığı sultaya karşı direnenler için sağlam bir gelenek olacağı da kuşkusuz. Bunun yanı sıra, Black Lives Matter isyanında da gördüğümüz gibi, sürmekte olan kavga aynı zamanda geçmiş adına, geçmişteki mağluplar adına verilen bir kavgadır. Reggae’nin bu kavgaya ritmini veren bir kültürel miras olmaya devam edeceğini de söyleyebiliriz.

Asırlar önce Atlas Okyanusu’nun ortasında, bir geminin deposunda can veren; plantasyonlarda işkence altında onurunu korumaya çalışan; Kongo’da ülkesinin bağımsızlığı için Che ile omuz omuza savaşan; otobüslerde sırf kimliği yüzünden arkada oturtulmaya zorlanan; kısacası insan olduğunu beyazlara kanıtlamak için mücadele üstüne mücadele veren siyah halkların sesi, reggae ile yıllar sonra bize ulaşıyor. Egemenlerin zulmüne inat, ezilenler kendi sesleriyle, kendi dilleriyle, kendi ritimleriyle konuşmaya devam ediyor.

Kaynaklar

Dick Hebdige, Kes Yapıştır: Kültür, Kimlik ve Karayip Müziği, çev. Çağatay Gülabioğlu, Ayrıntı Yayınları, 2003

Horace Campbell, Rasta ve Direniş, çev. Irmak Ertuna-Howison, Dipnot Yayınları, 2016

John Berger, Hoşbeş, çev. A. Biçen, B. Eyüboğlu, O. Tecimen, Metis, 2016