İmdat Freni

Yabancılaşma, Metalaşma, Şeyleşme: Bir Kavramın Serüveni – Oğulcan Yiğit Özdemir

“İşte bu yolla metalar, Marx’ın fetişizm olarak tanımladığı “metafizik ve teknolojik hilelerle” dolu olan metafizik karakterlerini kazanırlar. Beuys’la birlikte, genç “romantik” Marx’ın metinlerinden olgun “bilimsel” Marx’ınkilere doğru hareket edilirse, kolayca görülecektir ki meta fetişizmi teorisinde (Kapital’in birinci cildinde görünen), üreticilerin (proleterler) yabancılaşma sonucu zulme uğraması, daha sonra tüketicilerin şeyleşme sonucu zulme uğraması olarak tekrar ortaya çıkar.

Şeyleşme kavramı (Verdinglichung), Hegelcileşen Marksizm (Özellikle Lukacs’ın Marksizminde) tarafından en yüksek mevkide tutulur. Orada görülmese de meta fetişizmi üzerine olan bölümün çoğu yorumunu domine eder. Şeyleşme, Hegelci yabancılaşma kavramıyla aynı aileye mensuptur.”

Thierry de Duve, Marx’ın Atölyesinde Dikilmiştir

Alıntı aslında bir sanat tarihçisi olan Thierry de Duve’un dört sanatçının (Beuys, Duchamp, Warhol ve Klein) yapıtlarını kökensel ifadeleriyle değil de piyasanın çarkları arasında buldukları anlamlandırılma biçimlerinde arayan eserine ait. Ancak metnin sahip olduğu iç görü bakımından, Marx üzerine yapılan ve estetik problemi bir kenara alan eserlerden daha az önem taşımıyor.

Bir kavramın işçi sınıfının saflarına kazanılması için onlarca yıllık, yüzlerce yıllık mücadelelerden geçilmesi gerekir. Kavramların çelikten dövüldüğü kavşak sınıf mücadelesinin belirginleştiği tehlikeli anlardır. O halde bu üç kavramın yaklaşık 150 yıllık tarihi düşünüldüğünde de Duve’un kurduğu izleğe daha yakından bakmakta fayda var, kanaatindeyim.

Mücadele geçtiğimiz 1960lı ve yetmişli yıllarda, belki de Mahir Çayan’ın, Althusser’in Lenin’den alıntılayarak hatırlattığı, “konjonktür” kavramı için ve içerisinde yürütüldü. İçerisinden geçtiğimiz çelişkilerin yoğunlaştığı ama stratejik yoksunluk çağında ise, konjonktür kavramının sınırlarını aşan, geleceği yeniden tahayyül etmemize olanak verecek felsefi ve estetik bir yoğunlaşmaya ihtiyaç duyuyoruz. Öyleyse Marx’ın “insanlar arasındaki ilişki şeyler arasındaki ilişkilere dönüşür” (Kapital, 1867) cümlesiyle, meta fetişizmini açıklarken kullandığı metalaşma (commodification) kavramı ve o suyolunda akan bu üç kavram için bir cephe açmakta fayda olduğu kanaatindeyim.

I. Erken Marx’ın Feuerbach’ı: Yabancılaşmanın diyalektik kavranışı

Marx’ın erken dönem yazıları, en nihayetinde Zizek’in alıntılarla gösterdiği üzere, bir çeşit üçlemenin ilk uğrağıdır. Bu Marx’ın kendi hayatının özgül diyalektiği olarak da görülebilir. Althusser’in genç Marx, olgun Marx ayrımı yerine bu döngüsel, Ulyssesvari parantezi açmama izin verin.

Marksizmin bu okumasında Marx, her şeye, önclikle dinin eleştirisiyle başlamıştır. “Almanya için dinin eleştirisi büyük ölçüde tamamlandı ve dinin eleştirisi bütün eleştirilerin olmazsa olmazıdır” (Marx, 1844).  Feuerbach’ın Hıristiyanlığın Özü adlı çalışmasına yaptığı, yabancılaşma kavramıyla billurlaşan çıkartma da bu dönemin ürünüdür. Daha sonra hukuk felsefesinin ve siyasal-iktisadın eleştirisi gelir.

Gerçi bu kavram, Feuerbach’ta da ilksel bir done olarak bulunmaktadır. İnsanın dinde kendi sevme kapasitesine yabancılaştığından bahseden Ludwig Feuerbach, şeylere koyduğumuz emeğin, Tanrı fikrinde yabancılaştığımız insani sevme kapasitemizin özü olduğunu söyleyen Marx’a giden yolu döşeyecektir.

1844 el yazmalarında Karl Marx, Paris’te olduğu sırada, şunları yazar: “insanın insanca yaşadığını varsayarsak, sevgiyi yalnızca sevgiyle, güveni yalnızca güvenle takas edebiliriz”. Bu yatay, insani olan aşka yönelik güven ve bilinç, Marx’ın erken dönem din eleştirisine damgasını vurur. Öyle ya, madem çilekeş Hıristiyanlar, müminler her gün fabrikalarda 14 saat çalışarak kendi bedenlerinden ve ruhlarından vererek bütün bu zenginliği ve varsıllığı ve aynı zamanda Kiliseyi ve Tanrıyı var ediyor, bu fikirlerde yabancılaştıkları şey, kendi öz kapasiteleri olmalıdır. Kilise birileri için Tanrının eviyken, onları kırbaç ve süngünün zoruyla çalıştırarak sırtlarından geçinen sermayedar ve kapitalistler için yalnızca çilekeş ruhların inlemelerinin duyulduğu, gariban ve kasvetli bir yerdir.

Marx bu anlamda papazlar ve rahibelerden oluşan ruhban takımında ruhsal sefaletin en büyük ve çetrefilli çıbanlarını bulmakla kalmaz, aynı zamanda bunu işçilerin ve köylülerin kendi günlük çalışma pratiklerinde, yaşamlarında ve dertlenmelerinde var ettikleri ruhsal bir sığınak olarak görür. Öyle ya, çarmıha gerilmiş İsa heykeli, işçinin kendi karşılıksız özverilerinin bir sembolüne dönüşür ve papaz fısıldar: “O bizim günahlarımız için öldü”. Bu modern kölelik düzenine başkaldırı, insanı insanlıktan çıkartan bir yaşantıya duyulan isyanın meyveleridir. İnsan insanca yaşayabilmeli ve insanca, eceliyle ölebilmelidir.

Bu günübirlik çilelerin nasıl insanların geçmişine ve belleğine hükmettiğini gördüğünde, işçileri basit bir gazete makalesiyle aydınlatmanın mümkün olmadığını Marx erken bir safhada anlamıştır. Meselenin ideolojik boyutlarıyla ilgilenmeye başlar ve dönemin genç-Hegelcileri olan Bruno Bauer ve çevresiyle girdiği polemiklerin toplamından oluşan Kutsal Aile adlı metinde, diyalektiği felsefi idealizm içerisinde savunanlara karşı yazdığı metinler ilk ürünlerini verir.  Sonrasında, bilinç ve tarih felsefesiyle ilgili görüşlerini de içeren erken metinlerden biri olan Alman İdeolojisini ortaya koyacaktır.

Bu iki metnin ortak noktası, insanların maddi koşullarını belirleyen şeyin bilinçleri değil, tam aksine bilinçlerini belirleyen şeyin maddi koşulları olduğu çıkarsamasıdır. Marx ve Engels, işçi sınıfının kendi koşullarının ayırdına vardığı pratikler ve teorik bilinçlenmenin birleştiği koşullarda ancak kendi varlığının yabancılaşmış kabuğunu kıracağı ve öz-bilinç geliştireceği, tarihsel misyonunu üstlenebilecek konuma yükseleceği sonucunu çıkartır.

Her iki metin de toplumun sadece eğitimle daha uygar bir yer haline geleceğine dair derin şüphelerin ürünüdür. Alman İdeolojisini açan ünlü 11 Tez’den bir tanesi de “peki eğitimcileri kim eğitecektir” sorusuyla biter. 

II. Hegelyen bir kopuş: “Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı”

Daha sonra, birçokları tarafından sıkça alıntılanacak “din kitlelerin afyonudur” sözünü, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı (1844) adlı metninde sarf eder. Aynı metin, şiirsel bir pasaj barındırır: “Eleştiri, insan çiçeksiz zincirler taşısın diye değil, zincirleri parçalasın ve gerçek çiçekleri devşirsin diye hayali çiçekleri attı”. Din, bir yatıştırıcı, müsekkin niyetine yutulan bir acı ilaç, bir uyuşturucudur. Ruhsal sefaleti dindirmesi için uygun dozlarda kitlelere verilen bir uyaran ve yatıştırıcıdır.

Eleştirmeye hayali cemaatleri, göklerdeki babaları ve Tanrı’nın kurtarıcı rolünü sorgulayarak başlarız. İşte bu noktada Kilise’de görülen Baba Tanrı ve İsa figürlerinin gerçek değil, gerçek ilişkilerle kurduğumuz hayali ilişkilerin sonucu olduğunu görmeye başlarız. Patron, bu imgenin başat temsilcisidir. Bize Baba Tanrının nimetlerinden faydalanmamızı sağlayan, ekmek ve şarap için gerekli olan maaşı verir.

Para adeta Kutsal Ruh’un temsilcisidir. O görünmeyen bağlar kurar, aramızdaki barışı ve huzuru sağlar. Para, gerçekten de modern dünyada İsa’nın kanı yerine geçmiş, cemaatleri bir arada tutan görünmez bir harca dönüşmüştür. Farklı dinlerde, farklı kavramlarla aynı durum iş başındadır. Parasal olan gerçek ilişkilerin fantezi dünyasındaki görünmez kolonlarını var eder, harcı döker, yukarıya doğru “medenileştirici” hareketi, fantastik ve gerçek biçimleriyle kurar.

Hukuk felsefesinin eleştirisine katkı, daha sonra Marx’ın devletin bağımsız ve yüce karakterini sorguladığı kitaplarıyla devam edecektir. Alman İdeolojisi’nden başlayarak Fransız üçlemesi (Fransa’da İç Savaş, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i ve Fransa’da Sınıf Mücadeleleri) bu dönemin ürünüdür. Devleti Almanların aksine kutsal bir hareyle taçlandırmayan Fransızların nezdinde Marx, siyaset felsefesinin temellerini atar.

III. İktisadi altyapının analizinde yabancılaşma kavramının izleri

Hemen ardından kapitalizmin 16. yy kadar erken bir tarihte gelişme fırsatı bulduğu İngiltere’de, Hume’un duyumcu ve Locke’un ampirisist fikirlerinin krallığında çok geçmeden kendini iktisadi hayatın analiziyle arenaya atacaktır Marx. Bu dönem, üçlemede siyasal-iktisadın bir bilim olarak oturduğu, iktisat eleştirisine tekabül eder. Grundrisse ve Kapital bu dönemin başlıca eserleridir. 

Ancak enteresan bir şey vardır, artık genç Marx’ın insanın insanla insanca ilişki kurması gibi diyalektik ferasetten nasiplenmiş cümlelerinin yerini, bol bol veri, analiz ve edebi mecaz almıştır. Marx adeta iktisat biliminin kendi içerisine gömülü olan varsayımları bu sefer eleştirisinin konusu haline getiriyordur. Emtia olarak yüceltilen, pazar olarak kutsanan, para olarak baş tacı edilen şeylerde doğal olmayan, yapıntı bir şeyler buluyordur.

Öyle ya, para, son kertede bir göstergedir. Sayısal bir değerdir (value), gerçek değil. Emtia ise meta formunu almış işçinin çalışma saatiyle ölçülen emek-değeridir. Pazar ise, son kertede askerler, sömürgeciler ve haydut sürüleriyle, yağmalarla ortaya çıkmış, hiç de doğal olmayan bir ulus fenomeninin devamıdır. Büyük İngiltere son kertede sömürgelerden elde ettiği ham maddelerde kendi sınaî kompleksinin bekasını bulmuş, ürettiği sanayi ürünleriyle dünya pazarını hâkimiyeti altına almış ve edindiği kapital ile hâkimiyetini sağlamlaştırmıştır. “Sermaye tepeden tırnağa kana ve pisliğe bulanmış olarak gelir” (Kapital, 1867).

Meta fetişizmi kavramında, insani ilişkilerin yerine şeyler arasındaki ilişkilerin geçtiğini gören Marx, insanın kendi emeğine yabancılaştığı kapitalist dünyada üretim araçlarını kolektif bir mülkiyete tabi kılmadan şeylerin insanlar üzerindeki bu üstünlüğüne son verilemeyeceğini yazar. Ancak enteresandır, fetiş sözcüğü, henüz Freud’dan önce yalnızca antropolojide ilkel telakki edilen toplumlardaki özel güçlere sahip olduğu düşünülen nesneleri ifade etmek için kullanılıyordu.

Marx’ın bu sözcüğü tercih etmesi, aynı zamanda ilksel birikim dediği kanlı ve primitif sürecin sermayenin birikiminin ayrılmaz bir parçası olduğunu ifade etmek içindi. Dolayısıyla metanın üretimi bir koşul olarak yalnızca ilksel sermayenin ayrıcalıklarına dayanmıyor, aynı zamanda elde edilmesi sürecindeki kanlı süreci de tekrar ediyordu. Bu anlamıyla metaların da ilkel olduğu sanılan toplumlarda kaldığı düşünülen, gelişmiş toplumlarda bulunmadığı varsayılan fetiş nesnelerinden bir farkı yoktu. Onları elde etmek ve tüketmek, aynı zamanda güç elde etmeye yakınlaşmak anlamına geliyordu.

İnsanlar son kertede işçi sınıfının emek yoğun üretiminin nesneleri için, yalnızca sermaye elde etmek için değil, ancak bu mistik meta formunu edinmiş nesneler için mücadele edecektir. Çünkü meta yabancılaşmış emeğin, insan gücünün bir belirtecine dönüşür. Kapitalist için de, kendisinin değer kattığı emek ürününe erişemeyen işçi için de durum aynıdır. Üretim araçlarının özel mülkiyeti ve üretimin kolektif mahiyeti arasındaki çatışmanın sonucu olarak varlık sebebini bulan devlet de yurttaşları baskılayacak ve tüketime yöneltecektir.

IV. Lukacs’ta şeyleşme kavramının iktisadi kökenleri

“Bireyin perspektifinden, modern işbölümünün özü çalışmayı irrasyonel yeteneklerden ve böylelikle işçinin niteliksel olarak belirlenebilir yeteneklerinden ayırmasıdır. İşbölümü işçiyi performans denilen, işçinin kişiliğinin dışarısında bulunan ve kişiliğiyle ilgisi bulunmayan objektif kritere boyun eğdirir. Kapitalizmin başat iktisadi trendi benzerdir: Kapitalist ekonomi içerisinde nesnel bir soyutlama, sermaye, etken üretici haline gelir. Sermayenin onu o sırada elinde bulunduran sahibiyle hiçbir organik bağı yoktur, sahiplerin kişiler veya bir anonim şirket mi olduğunun önemi yoktur.”

Györgi Lukacs, Modern Dramanın Sosyolojisi

Györgi Lukacs Tarih ve Sınıf Bilinci adlı eserinde şeyleşme (reification) kavramını ortaya attığında, şeylerin elde ettiği değerin, insani özelliklerin yerine geçtiğinden bahsediyor, insan yapımı nesnelerin insanın üzerinde baskılayıcı bir üstünlük kurduğu bir düzeni tarif etmeye çalışıyordu. Yabancılaşma kavramından farklı olarak şeyleşme insani özelliklerin (attiribute) şeylere atfedilmesi, şeylerin merkezde olduğu nesneden özneye yönelen bir kavramlaştırmayı tarif etmek için kullanılıyor.

Tabii kavramla ilgili çeşitli tartışmalar da var. Önsel olarak var olan bir öznenin yarattığı nesnel bir dünyanın içerisinde, ona yabancılaşmış bir özneyi ima etmez, aslına bakılırsa Lukacs. Daha çok iktisadi güçlerin kişilere yabancı, kendi katılımları yokmuş gibi görünen ve kendi dışlarından onlar üzerinde kurduğu baskıyı ima eder.

Vitrinde görülen pahalı bir ayakkabıdan, pahalı bir araba sahibi genç bir adamın Instagram’da yaptığı gövde gösterisine şeylerin edindiği bu boyut, kapitalin mantığıyla yönetilen toplumların, emek sarfıyla üretilen metayı ve onu temellük ederek elde edilen artı-değeri, nasıl kendi dışında mistik bir güç olarak gördüğünün göstergesidir. Kişilerin pahalı bir araba sahibi olmanın değeri ve önemine dair bir fikir geliştirmelerine gerek yoktur, şeyler bu fikri kişilerin yerine geliştirir. Sanattan anlamak gerekmez, değerli sanat eserlerine sahip olmak yeterlidir. Nesneler bizim yerimize düşünür, bizim yerimize konuşur, bizim yerimize anlaşmaya başlar.

Onları mülk edinmemiz yeterlidir.

V. Sonuç

Üç ayrı Marksist kavramın izini Marx’ın kendi çalışmaları ve Marksist literatür içerisinde sürmeye çalıştık. Bu kavramları “Bir kavramın serüveni” altında toplamamın sebebi üçünü bir potada eritmek değil, benzer bir düşünme izleğinin, kavram ailesinin ürünleri olduğunu göstermek içindi. Bu kavramların daha sonra Guy Debord’dan Fredric Jameson’a Marksizm içerisindeki pek çok başat düşünürü etkilediğini söylemek, sanırım yerinde olacaktır.

Bu kavramlara yapılacak katkılar ve getirilecek açımlamaların, günümüz post-neoliberal toplumlarının insansızlaşma fenomenini açıklaması açısından yapıcı bir değer barındırdığını düşünüyorum.

22.12.20

Görsel: Lee Miller, Portrait of Space, Nr Siwa, Egypt, 1937