İmdat Freni

admin

Almanya: Yerleşik Siyaset için Meşruiyet Kaybı, Sol Parti için Ağır Yenilgi – Manuel Kellner

Angela Merkel hükümetinin “büyük koalisyonu”ndaki partiler, yani muhafazakâr CDU/CSU (Hıristiyan Demokrat Birlik/Hıristiyan Toplumsal Birlik) ve SPD (Sosyal Demokrat Parti) seçmenlerin yalnızca dörtte birinin oyunu elde edebildi. CDU/CSU %24.1 ile şimdiye kadarki en kötü oylama sonucunu aldı. SPD, Şansölye adayı Olaf Scholz ile birlikte tekrar yükselmeyi başardı (birkaç hafta önce anketlerde %15’in altına düşmüştü), %25,7 ile ilk sırada yer aldı.

Dolayısıyla seçmenlerin %75’i bir sonraki hükümette kim olursa olsun, lider partiye oy vermiş olmayacak. CDU/CSU’nun SPD’ye kaptırdığı yaklaşık 1,6 milyon oy, 2010 döneminin sert karşı-reformlarını yaratmış olan sosyal demokrat liderler kuşağından ılımlı biri olan Olaf Scholz’un muhafazakâr siyasi profiliyle de oldukça güçlü bir şekilde bağlantılı.

%76’lık bir katılım ve Federal Meclis’te temsil edilmeyecek küçük partilere oy vermiş %8,7’lik bir oranla Alman parlamentosu, seçmenlerin yalnızca üçte birini temsil edecek. Sonuçta ortaya çıkan demokratik meşruiyet kaybı, yıllardır devam eden ve giderek daha da pekişen bir süreci yansıtıyor.

Federal Meclis’teki partilerin en sağında yer alan Almanya için Alternatif (AfD) ise oy kaybederek %10,3’e düştü ve en büyük muhalefet partisi konumunu yitirdi. Ayrıca ciddi iç çekişmeler yaşıyor: üye ve liderlerinin bir kısmı Korona-inkarcılarını desteklemek ve neo-Nazi oluşumlarla birlikte gösteri yapmak isterken, bir diğer kısmı ise resmi burjuva siyaset çevrelerine karşı daha ciddi bir tavır sergiliyor. Yine de bu parti, Doğu Almanya’nın birçok bölgesinde CDU’yu geride bırakan ve hatta en güçlü parti haline gelen zorlu bir düşman olmaya devam ediyor.

İki galip, %14,8 ile şimdiye kadarki en iyi sonucunu elde eden Yeşiller partisi (birkaç hafta önce CDU/CSU’yu geçerek anketlerde en güçlü parti olmuştu) ve %11.5 ile liberal FDP (Hür Demokrat Parti), ki bu oldukça çarpıcı bir sonuç. Yeni bir haber gelene kadar, şimdilik hiç kimse SPD’nin küçük ortağı olarak CDU/CSU ile yeniden bir “büyük koalisyon”a gireceğini düşünmüyor. Önümüzdeki haftalarda (veya aylarda) tartışılacak ve müzakere edilecek olan iki seçenek mevcut: ya SPD’nin Yeşiller ve FDP ile koalisyonu ya da aynı iki partiyle CDU/CSU’nunki, bu nedenle her iki durumda bir sonraki hükümette bu partiler (Yeşiller ve FDP) önemli bir rol oynayacak. Ne türden uzlaşmalara gidilip tavizler verileceğini kestirmek kolay olmasa da (FDP’nin büyük gelir ve servet üzerinde daha fazla vergiye karşı olması ve yeni bir kamu borcunu önlemek istemesi nedeniyle SPD’nin ve Yeşiller’in altyapı, yenilenebilir enerji ve elektronik iletişim alanlarında vaat ettiği yatırımların nasıl finanse edileceğini kestirmek zor), CDU/CSU ve Şansölye adayı Armin Laschet seçimde kaybedenler olarak görüldüğünden, bir “kırmızı-yeşil-sarı” koalisyonu olası görünebilir.

Die Linke yani “Sol Parti”, normalde Federal Meclis’te temsil edilmek için gereken nispi oyların %5’ine bile ulaşamadı ve %4,9’da kaldı. Bununla birlikte, Alman seçim yasası, en az üç yerelde doğrudan yetki alan partilerin nispi temsiline de izin vermektedir ve Die Linke Berlin’de seçim bölgelerinde bunu başardı. Bu çok kötü sonuçla Die Linke, kuruluş döneminde edindiği tüm kredileri tüketmiş görünüyor. 2009’da oyların %11,9’unu almıştı ve bu “iyi bir başlangıç” gibi görünüyordu.

Suçlu kim? Devrimciler ve radikal anti-kapitalist sol, bunu oportünizme, parlamentarizme uyum sağlamaya bağlama eğiliminde (ki bunlar hakikaten var olan sorunlar). Oldukça “normal” bir kapitalizm yanlısı politika uygulayan bölgesel hükümetlere katılımıyla, bu parti artık sermaye egemenliğine karşı bir isyan gücü olarak görülemezdi. Ama bu o kadar basit değil.

Die Linke’e oy vermeye az ya da çok hazır olan insanların çoğu, sosyal ve ekolojik taleplerinin küçük bir bölümünü bile elde etmek için bu partinin hükümete, hatta federal düzeyde bile katılmasını arzulamaya meyillidir. Hatta partinin NATO’ya (gerçekte oldukça platonik düzeyde olan) karşı tutumunu ve Bundeswehr’in [Federal Ordu] herhangi bir uluslararası müdahalesine (bu durum da oldukça pratik, çünkü vekilleri her zaman bu ilkeye göre oy kullanmıştır) karşı olan pozisyonunu biraz fazla radikal buluyorlar.

Bu nedenle, bir reçete bulmak kolay değil. Nasıl daha fazla oy kazanabileceğimizi her zaman bildiğimizi söylemek doğru olmaz. Bazen popüler olmayan şeyleri akıntıya karşı yüksek sesle söylemeniz gerekir. Veya Die Linke’in SPD’ye kaybettiği 600.000 oy örneğini ele alalım. Bu Armin Laschet’in SPD’yi yenmesini engellemek için (ki seçimlerden önceki son günlerde bu mümkün görünüyordu) verilmiş bir “faydalı oy” veya “taktik oy” idi. Bize çok yakın çevrelerde bile bir seçim yapmayı son derece zor bulan insanlar vardı: CDU/CSU’nun kazanma riski de Die Linke’nin %5 bariyerini karşılayamaması tehlikesi de gayet gerçek görünüyordu. Ve daha geniş çevrelerdeki bir eğilim olan “daha az kötü” için “yararlı bir oy” verme tutumuna karşı bir panzehir icat etmek kolay değil.

Bununla birlikte, Die Linke’de ve genel olarak solda, orta vadede, işyerlerinde, mahallelerde, okullarda daha fazla kök salmış, toplumsal hareketlerde daha aktif ve ilham verici, büyük sermayenin ve onun siyasi hizmetkârlarının gücünü kırmak için radikal bir toplumsal değişim perspektifine sahip somut seferberlik ve eylem projelerinin taşıyıcısı olan daha güçlü bir siyasi solu orta vadede nasıl inşa edebileceğimizi konuşmanın vakti geldi. 

Çünkü 2025’e kadar bekleyemeyiz! Gelecek hükümetle, sadece iklim felaketiyle mücadeleyi hesaba katarsak bile dört yıl daha kaybetmiş olacağız. Ve kalan zaman penceresi kapanmaya başlıyor. Ya dayanışma ve ekolojik sorumluluk ilkelerinin zaferi ya da gezegende medeni kalan her şeyin sonu, karşımızdaki iki seçenek bu. 

Büyük özel emlak şirketlerinin (3.000’in üzerinde konuta sahip olanlarının) elinden apartman dairelerinin alınıp kamulaştırılmasına yönelik halk girişiminin, seçimlerin yapıldığı gün, sahadaki zorlu bir kampanyanın ardından Berlin’deki referandumda %59,1 ile elde ettiği zafer, hangi yoldan yürümemiz gerektiğini gösteriyor.

Manuel Kellner SoZ dergisinin editörü, Die Linke ve ISO üyesi (Uluslararası Sosyalist Örgüt- IV. Enternasyonal Alman Seksiyonu).

Çeviri: Rıfat Hasret

Faşizm. Faşistleşme. Antifaşizm. – Ugo Palheta

Ugo Palheta son yıllarda faşizmin güncel görünümleri, kendi ifadesiyle “neofaşist dinamik” üzerine çalışmalarıyla özellikle Fransa’da, ama bilhassa da aşağıda aktardığımız metniyle (ve daha önceki bazı yazılarıyla) uluslararası alanda sesi duyulmaya başlayan bir marksist sosyolog. Palheta aynı zamanda kağıda basılı hali Daniel Bensaid tarafından kurulan ve İmdat Freni‘nin de başlıca ilham kaynaklarından olan Contretemps sitesinin editörlerinden. Daha önce Enzo Traverso’nun aşağıdaki yazı hakkında kaleme aldığı eleştiri metnini sitemizde aktarmıştık. Burada da Express dergisi için Gencer Çakır ve Ulus Atayurt tarafından tercüme edilmiş olan ve “22 Maddede Faşizm ve Antifaşizm. Zehir ve Panzehir” adıyla basılan metni 1+1 Express’in müsaadesiyle yayımlıyoruz. Son olarak Palheta’nın bu metniyle ilgili bir diğer değelendirme olan David Renton’un “Şiddet üzerine” yazısını da textumdergi.net‘ten okumak mümkün.

1) Faşizm üzerine

Klasik olarak faşizm bir ideoloji, bir hareket ve bir rejim olarak tanımlanabilir.

Bu niteliğiyle, öncelikle, hayali bir topluluğun –genellikle ulusun[1]– “yeniden canlanmasını” hedefleyen bir siyasi projeyi belirtir. Bu proje, engin bir arınma operasyonunu, ya da faşist bakış açısına göre kendi fantazmagorik homojenliğini engelleyen, düşsel birliğine sekte vuran, hayali özünden uzaklaştıran ve derin kimliğini eriten her şeyin yok edilmesini içerir.

Bir hareket olarak faşizm, kendisini hem “sistem”e meydan okumaya hem de aynı zamanda “kanun ve nizam”ı yeniden tesis etmeye muktedir bir güç olarak sunarak gelişir ve geniş kitlelere ulaşır. Özlemleri ve çıkarları taban tabana zıt toplumsal kesimleri cezbedebilmesini sağlayan da reaksiyoner isyanın bu derinden çelişkili boyutu, sahte yıkım ile aşırı muhafazakârlığın patlayıcı karışımıdır.

Faşizm iktidarı fethetmeyi ve bir rejim (ya da daha doğrusu bir istisna hali) görünümüne bürünmeyi başardığında, “sistem karşıtı” ve hatta kimi zaman “devrimcilik” iddialarına rağmen, mutlaka toplumsal düzeni daimi kılmaya yönelir.

Bu tanım, iki savaş arası dönemdeki tarihsel faşizm ile neo-faşizm olarak adlandıracağımız günümüz faşizmi arasında bir devamlılık kurmamızı sağlıyor. Böyle bir devamlılıktan söz etmek bağlamdaki farklılıklara gözümüzü kapamak anlamına gelmiyor.

2) Hegemonya krizi –1

Faşizmin yükselişi kapitalizmin yapısal krizi, ekonomik istikrarsızlık, halkın yoksunlukları, toplumsal karşıtlıkların (sınıf, ırk ve cinsiyet temelli) derinleşmesi ve kimlik paniği üzerinde gerçekleşiyorsa da, siyasal krizin artık yerleşik siyasal egemenlik biçimleri çerçevesinde aşılamaz hale geldiği bir yoğunluk düzeyine ulaşmasıyla faşizm gündeme gelir. Başka bir deyişle faşizm, egemen sınıfın toplumsal ve siyasal düzenin istikrarını liberal demokrasinin olağan yöntemleriyle ve siyasal kadrosunun sıradan bir yenilenmesiyle temin etmesinin artık mümkün olmadığı aşamada gündeme gelir.

Gramsci’nin hegemonya krizi (ya da “organik kriz”) dediği şey budur. Bu krizin merkezi unsuru burjuvazinin çoğunluk rızası üreterek siyasi egemenliğini dayatma kapasitesini giderek artan biçimde yitirmesidir. Her ne kadar belli koşullar altında hegemonya krizi devrimci ya da devrim-öncesi bir duruma yol açabilse de, bu krizi belirleyen temel unsur kapitalist devlet içinde derin çatlaklar yaratan bir ayaklanma şöyle dursun, yoksul kesimlerin mücadelelerinin kayda değer bir yükselişi olmadığı için, bu türden bir siyasi kriz devrimci bir kriz olarak nitelendirilemez.

Burjuvazinin bu yetersizliği özellikle temsil edenler ile temsil edilenler arasındaki bağların veya daha doğrusu, siyasi iktidar ile yurttaşlar arasındaki aracılığın zayıflamasında başgösterir. Neo-faşizm söz konusu olduğunda, bu zayıflama geleneksel kitle örgütlerinin (siyasi partiler, sendikalar, dernekler) gerilemesiyle kendisini gösterir. Bu da bireylerin yalıtılmışlığını teşvik ederek onları güçsüzlüğe mahkûm eder, böylece onları yeni siyasi etkilere, yeni aidiyetlere, yeni eylem biçimlerinde kullanılmaya açık hale getirir. Neo-faşistler için kitlesel milisler oluşturmayı büyük ölçüde gereksiz kılan bu zayıflama bizzat burjuva politikalarının ve kaçınılmaz olarak yarattıkları toplumsal krizin ürünüdür.

3) Hegemonya krizi –2

Günümüz faşizmi (neo-faşizm), Batı burjuvazilerinin 1968 ve müteakip devrimci dalgaya verdiği bir tepki olarak ortaya çıkan, her yerde –ülkeden ülkeye değişen boyutlarda– derin siyasi krizlere yol açarak (seçimlere katılımın giderek azalması, iktidar partilerinin tedricen aşınması ya da aniden çöküşü) faşist bir hareketlenme için gerekli koşulları yaratan ve 1980’lerden itibaren yürürlüğe sokulan “neoliberal” politikaların kümülatif bir sonucudur.

Yönetici sınıf, örgütlü işçi hareketine karşı saldırı başlatıp sınıflar arası belirli bir ilişkiye (görece zayıflamış bir burjuvazi ile örgütlü ve mobilize olmuş bir işçi sınıfı) dayalı savaş sonrası “toplumsal mutabakat”ın temellerini metodik olarak aşındırarak karma ve hegemonik bir toplumsal blok inşa etmekte giderek yetersiz kaldı. Buna, dünya ekonomisinin derin istikrarsızlığı ve ulusal ekonomilerin karşılaştığı zorluklar da eklenmeli. Bu zorluklar egemen sınıfların kendi halkları arasındaki itibarını ve halkların ekonomik sisteme olan güvenini derinden ve kalıcı bir şekilde zayıflatıyor.

4) Hegemonya krizi –3

Neoliberal saldırı grevler vasıtasıyla işyeri örgütlenmesini zorlaştırdığı, sendikaları zayıflattığı, güvencesizliği artırdığı ölçüde, hoşnutsuzluk kendisini başka yerlerde ve farklı biçimlerde ifade etme eğilimi gösteriyor. 

–Her yerde (kutuplaşma şartlarında yapılanlarda daha seyrek olsa da) seçimlere katılım azalıyor, daha önce hiç görülmemiş seviyelere düşüyor.

–Birçok hâkim kurumsal parti tedricen ya da aniden zayıflıyor (ya da ABD’de Cumhuriyetçi Parti’den neşet eden Çay Partisi ve Trump örneklerinde görüldüğü gibi, içlerinden yeni hareket ve figürler çıkıyor).

–Yeni politik hareketler ortaya çıkıyor ya da daha önce marjinal olan güçler yükseliyor.

–Geleneksel yapıların, yani esasen örgütlü işçi hareketinin dışında toplumsal hareketler ortaya çıkıyor (bu, söz konusu hareketlerin siyasi sol ve sendikalarla bir bağı olmadığı anlamına gelmiyor).

Bazı ulusal bağlamlarda, neo-faşistler geniş toplumsal hareketlere (Brezilya) eklemlenmeyi ya da bizzat kitlesel bir hareket yaratmayı (Hindistan) başarıyor. Neo-faşistlerin fikirleri, söz konusu hareketlerin çeperlerinde de etki yaratabilir. Ancak bu durum, en azından bu aşamada, neo-faşist örgütlerin militan kitle hareketleri haline gelmesi için genellikle yeterli olmuyor. Dolayısıyla parlamento dışı mücadeleler, neo-faşizmden ziyade toplumsal ve politik özgürleşmeye yönelik fikirlere (anti-kapitalizm, ırkçılık karşıtlığı, feminizm vb.) meylediyor. Bu mücadeleler stratejik bütünlükten, ortak bir siyasal ufuktan, hatta bazen ortak taleplerden yoksun olsalar da, genellikle toplumsal düzenden kopuş hedefine ve özgürleştirici bir ilerlemenin pratik olasılığına işaret ediyorlar.

Her durumda, siyasi düzen had safhada istikrarsız. Tam da böyle bir ortamda faşist hareketlerin gerek egemen sınıfların hegemonik kapasitesinin düşüşüne (en azından bu aşamada) seçimlerle verilebilecek bir tepki, gerekse geleneksel siyasal oyuna bir alternatif olarak gözükebileceği açık.

5) Alternatifin krizi

Faşizm, sadece burjuvazinin eli kulağındaki bir devrimci tehdide karşı verdiği gözükara bir tepki değil, aynı zamanda mevcut düzene alternatifsizliğin ve karşı-hegemonik güçlerin yenilgisinin de ifadesidir. Faşistlerin soldan ve toplumsal hareketlerden duyulan korkuyu harekete geçirdiği doğru olsa da, sağın politik bir alternatif olarak farklı sosyal gruplarca kabul görmesini sağlayan, daha ziyade sömürülen sınıfın (proletarya) ve ezilen grupların kendilerini devrimci siyasi özneler olarak oluşturmaktaki ve (sınırlı kalsa da) bir toplumsal dönüşüm deneyine girişmekteki yetersizliğidir.

Mevcut durumda, tıpkı iki dünya savaş arası dönemde olduğu gibi, faşizm tehlikesiyle yüzleşmek sadece otoriter sertleşmeye, göç karşıtı politikalara, ırkçı fikirlerin serpilmesine vb. karşı defansif mücadeleleri değil, aynı zamanda (ve daha derinlemesine) sömürülen ve ezilen madunların toplumsal düzen ile bir kopuş projesi etrafında siyasal açıdan birleşebilmesini ve hegemonya krizinin sunduğu fırsatı değerlendirmesini de kapsar.

6) Faşist dinamiğin iki ânı

Güç biriktirmeye başladığı ilk aşamada, faşizm propagandasına yıkıcı bir biçim vermeye ve kendisini mevcut düzene karşı bir isyan olarak göstermeye çalışır. Gerek egemen sınıfların, gerekse hükmedilen sınıfların geleneksel siyasi temsilcilerine meydan okuyarak ilerler. Hepsi sözde (hayali bir şekilde neredeyse değişmez bir öze sahip oluğu varsayılan) “ulus”un demografik ve kültürel parçalanmasına katkıda bulundukları varsayımıyla suçlu addedilir.

Faşizm, “ulus”u tüm illetlerin çaresi haline getirerek “anti-sistemik” bir güç ve bir “üçüncü yol” olduğunu iddia eder: Ne sağ ne sol, ne kapitalizm ne de sosyalizm. Sağın iflası ve solun ihanetleri, siyasi açıdan birleşmiş (yani gerçekte faşistlerin kontrolü altında), ideolojik açıdan hemfikir (yani, herhangi bir protesto biçimini açıkça ifade etme araçlarından yoksun bırakılmış) ve etnik-ırksal açıdan “saflaştırılmış” (yani özünde “genetik açıdan farklı”, “asimile edilemez”, “aşağı” ama “tehlikeli” kabul edilen gruplardan arındırılmış) olduğu için nihayet “yeniden ayağa kaldırılmış” bir “ulus” bünyesinde, siyasal bölünmelerin ve toplumsal düşmanlıkların feshedilmesine ilişkin faşist ideale itibar kazandırır.

Bununla birlikte, ikinci aşamada, (faşizmin özgünlüklerinden biri ve en azından söylemde asla tamamen vazgeçmediği bir karakteri olan) “plebci-avamcı” ya da “anti-burjuva” an diye adlandırılabilecek eşik aşıldığında, faşist liderler, bir yandan sermayeye tüm muhalefetin yok edilmesini vaat ederken, diğer yandan da (tüm faşist deneyimlerin ve aşırı sağ figürlere karşı yargı hükümlerinin sürekli gösterdiği gibi, siyasi amaçlar yanında kişisel zenginleşme adına da) iktidara erişimlerini sağlama almak ve devleti kendi çıkarları adına  kullanmak için burjuvazinin temsilcileriyle –genellikle burjuva siyasi partilerinin veya liderlerinin arabuluculuğuyla– bir ittifak kurmaya çalışır. Faşizm kapitalizmin bir tiranlık rejimi altında işleyebilmesini önerdiği için, “üçüncü yol”a yönelik iddialardan geriye eser kalmaz.

7) Faşizm ve baskı ilişkilerinin krizi

Toplumsal düzenin krizi, özellikle çağdaş faşizm (neo-faşizm) söz konusu olduğunda, akut bir boyut kazanan baskı ilişkileri krizi olarak da tezahür eder. Öte yandan, ırkçılık karşıtı, feminist ve LGBTİ+ hareketlerin (ülkeden ülkeye epey değişkenlik gösterse de) küresel ölçekte yükselişiyle beyaz egemenliğinin yayılımı, kadınlara ve cinsel azınlıklara yönelik baskı kesintiye uğradı ve hatta sonlanma tehlikesiyle yüzleşti. Kolektif örgütlenme, ırkçı ve hetero-ataerkil düzene isyan vasıtasıyla, seslerini yükselten beyaz-olmayanlar, kadınlar ve cinsel azınlıklar kendilerini giderek özerk siyasi özneler haline getiriyor. (Ancak tüm bunlar özellikle farklı madun grupları birleştirecek siyasi bir gücün yoksunluğunda bölünmelere engel oluşturmuyor.)

Çeşitli biçimler alan ve farklı istikametlerde ilerleyen, ama nihayetinde siyasi ahengini faşist projede edinen ırkçı ve erkekçi radikalleşme nezdinde bu süreç kaçınılmaz bir tepki uyandırır. Bu proje, baskıcı grupların ne pahasına olursa olsun egemenliklerini sürdürme konusundaki fanatik arzularıyla, hezeyanlarla çoktan tersine çevrildiğine vehmedilen hâkimiyet ilişkilerinin (“Yahudi egemenliği”, “büyük ikame”, “tersine sömürgeleştirme”, “beyaz karşıtı ırkçılık”, “toplumun kadınsılaştırılması” gibi çeşitli mitolojilerle) temsilini birbirine bağlar.

Aşırı sağcılar her yerde feminist hareket ve söylemlere karşı çıkar, cinsiyet rollerine ilişkin özcü bir anlayışı asla terk etmezken, siyasi ihtiyaçlara ve ulusal bağlamlara göre, ara sıra kadınların ve cinsel azınlıkların haklarını savunan bir retoriği benimseyebilirler. Hatta, milliyetçi söylemlerinin kapsamını yeni tınılarla zenginleştirmek için bazı geleneksel pozisyonlarını (kürtaj yasağı, eşcinselliğin suç sayılması vb.) yumuşatacak kadar ileri gidebilirler: Bu yolla, kadınların ve eşcinsellerin maruz kaldığı şiddetten “yabancılar”[2] ve/veya “Müslümanlar” sorumlu tutulur. Femo-milliyetçilik ve homo-milliyetçilik, yeni seçmen kesimlerini hedeflemeyi, politik saygınlık kazanmayı ve bu arada hetero-ataerkilliğin herhangi bir sistemik eleştirisini saptırmayı mümkün kılar.

8) Faşizm, doğa ve çevre krizi

Mevcut düzenin krizi sadece ekonomik, sosyal ve politik değil. Özellikle süregiden iklimsel çöküş göz önüne alındığında, çevresel bir kriz şeklini de alıyor. 

An itibarıyla, neo-faşizm, kapitalosen çağı ile ilişkili dehşetengiz hadiseler karşısında bölünmüş gözüküyor. Neo-faşist hareketlerin geniş bir kesimi, ideologlar ve liderler özütlemenin yoğunlaşmasını (“karbo-faşizm” veya “fosil faşizm”) savunarak küresel ısınmayı alenen küçümsüyor (hatta tamamen reddediyor).

Diğer yandan, eko-faşist diye nitelendirilebilecek bazı akımlar, çevre krizine bir yanıt sunduklarını iddia etseler de, aslında geleneksel roller, (cinsiyet gibi) hiyerarşiler ve (“ırk saflığı” adına veya “kültürlerin uyuşmazlığı” bahanesiyle) kapalı organik topluluk fikirleri üzerinden “doğal düzen”in eski reaksiyoner ideolojilerini “ekoloji” kisvesinde diriltip yeniden tedavüle sokmaktan öteye geçmiyor. Benzer şekilde, felâketin aciliyetini aşırı otoriter (eko-diktatörlük) ve (neo-Malthusçu) ırkçı çözümler talep etmek için araçsallaştırıyorlar.

İkinci grup, birincisine kıyasla büyük ölçüde azınlıkta, ama kitlesel siyasi akımlar oluşturmasa bile, fikirleri inkâr edilemez bir şekilde neo-faşist sağduyuya nüfuz ediyor. Böylece kimlikçi bir ekoloji ortaya çıkarken, çevre anti-faşistler için kritik bir mücadele alanına dönüşüyor. Bu bölünme aynı zamanda “klasik” faşizme içkin, ağır sanayiyi ve teknolojiyi (ekonomik ve askeri) ulusal gücün simgesi ve kaldıracı olarak yücelten bir hiper-modernizm ile toprağı ve doğayı ulusun kendi özünü bulması için yeniden bağlantılanması gereken otantik değerlerin yuvası olarak idealleştiren bir anti-modernizm arasındaki gerilime işaret ediyor.

9) Faşizm ve toplumsal düzen

Faşizm özellikle ortaya çıkıp gelişirken, mevcut düzene bir alternatif (bunda en azından kısmen başarılı olur), hatta bazen (ulusal) bir “devrim” olarak görünmek ister. Ancak iktidara gelince, faşizm sadece mevcut ilişkiler bütününün bir stepnesi olmakla kalmaz, aynı zamanda eko-kırıma, ırkçı ve ataerkil kapitalizme karşı tüm muhalefeti bastırma aracı, başka bir deyişle otantik bir karşı-devrim olarak tezahür eder.

Faşizmin tüm ideolojisi ve iktidar pratiği, kriminal yöntemlerle sömürü ve baskı ilişkilerinin tahkim edilmesine ve güçlendirilmesine yöneliktir.

Daha derin bir düzeyde, faşist proje, bu ilişkileri son derece (sınıf ve toplumsal cinsiyet açısından) hiyerarşik, (cinsellikler ve cinsiyet kimlikleri açısından) normalleştirilmiş ve (etno-ırksal açıdan) homojenleştirilmiş bir toplumsal gövde üretecek şekilde yoğunlaştırmaktan ibarettir. Bu yüzden hapsetme ve kitlesel suç (soykırım) faşizmin istenmeyen sonuçları değil, bizzat özünde bulunan potansiyellerdir.

10)  Faşizm ve toplumsal hareketler

Faşizmin toplumsal hareketlerle ikircikli bir ilişkisi vardır. Başarısı, “sistem karşıtı” bir güç gibi görünme yeteneğine bağlı olduğu ölçüde, sola ve protesto hareketlerine cepheden karşı çıkmakla yetinemez. Gerek “klasik”, gerekse çağdaş faşizmler güçlü bir siyasi ve kültürel sentez elde etmek için retoriklerinin bir kısmını sürekli toplumsal hareketlerden devşirirler.

Bu anlamda üç ana taktik kullanılır:

a) Eleştirel ve programlı söyleme dair ögeleri kısmen sahiplenmek, ancak herhangi bir sistemik boyuttan ya da devrimci amaçtan yoksun bırakmak. Örneğin, kapitalizm bir sömürü ilişkisine (sermaye/emek) dayandığı, üretim araçlarının özel mülkiyeti ve piyasa düzenini şart koştuğu için, temellerine yönelik bir eleştiriye tabi tutulmaz, sadece küreselleşmiş ya da finansallaşmış veçhesi eleştirilir (bu da, nüfusun bir kısmına hitap etmeye devam eden klasik faşist söylemin eski anti-semitik klişeleriyle oynamayı mümkün kılar). Bu açıdan, kapitalizmden kopuş hedefiyle tutarlı bir şekilde birleştirilmediği takdirde, serbest ticaretin eleştirisinin, daha yüksek ihtimalle “korumacılık” çağrılarının ideolojik açıdan aşırı sağı güçlendirmemesi için bir sebep yoktur.

b) “Yabancılara”, yani aslında ırksal azınlıklara karşı bir silah olarak kullanmak için solun ve toplumsal hareketlerin söylemini gasp etmek. Bu, yukarıda bahsedilen femo-milliyetçiliğin ve homo-milliyetçiliğin, ama aynı zamanda laikliğin “milliyetçi” savunusunun da mantığıdır.

Aşırı sağ, tarihi boyunca kadın ve LGBTİ+ haklarının yanısıra laiklik ilkesine de karşı çıkmış olsa da, an itibarı ile bazı sağ akımlar (özellikle Fransa’nın Ulusal Cephe’si ve Hollanda aşırı sağı) laikliğin en sıkı savunucusu olduklarını iddia ediyorlar. Bu da laikliğin Müslümanlara karşı, sözde Müslüman “bölücülüğü” veya “cemaatçiliği” tarafından tehdit edilen başlıca cumhuriyetçi ilkeleri savunmak kisvesinde, açıkça dile getirilmeyen (ayrılmaz biçimde etno-ırksal ve dini) ayrımcılıkları da içerecek şekilde, saldırganca yeniden tanımlanması anlamına geldi.

c) Feminist ya da ırkçılık karşıtı eleştiriyi ters yüz edip ezilenlerin zalimlere dönüştüğünü iddia etmek. Bu nedenle ırkçılığın ve cinsiyetçiliğin ortadan kalktığını öne sürmekle yetinmeyen, kadınlar, beyaz olmayanlar ve LGBTİ+’ların bir yandan erkekleri, beyazları ve heteroseksüelleri tahakküm altına alırken, diğer yandan da şeylerin doğal düzeniyle çeliştiklerini iddia eden gerici bir ideolog grubunun varlığına tanık oluyoruz. Bu tür bir söylem, beyaz ya da eril, “yeniden fetih” amaçlı üstünlükçü harekât çağrısını üstü kapalı ifade etmenin en iyi yoludur.

11) Faşizm ve liberal demokrasi

Liberal ve faşist rejimler, demokrasi ve tahakküm arasındaki ilişkinin aksine, birbirine karşıt değildir. İki durumda da proleterlerin, kadınların ve azınlıkların boyun eğmesi başarılmıştır. İki vakada da iç içe geçmiş sömürü ve tahakküm ilişkileri, kaçınılmaz ve yapısal olarak bu ilişkilerle bağlantılı bir dizi şiddet biçimiyle birlikte uygulanır ve yaygınlaştırılır. İki durumda da sermayenin tüm toplum üzerindeki diktatörlüğü korunur. Gerçekte ikisi de burjuva siyasi egemenliğinin farklı biçimleri, başka bir deyişle, madun grupların boyun eğdirildiği ve devrimci bir dönüşüme kalkışmalarının engellendiği iki farklı yöntemdir.

Faşist yöntemlere geçişten önce, liberal demokrasinin bazı temel boyutları bizzat egemen sınıf tarafından peşpeşe terk edilir.

Yasama yetkisi yürütme tarafından tekelleştirildiği ve hükümet yöntemleri daha da otoriterleştiği için (kanun hükmünde kararnameler, talimatnameler vb.) parlamento alanı giderek marjinalleşmekte ve devre dışı bırakılmaktadır. Ancak, liberal demokrasiden faşizme geçişin bu aşaması, her şeyden önce örgütlenme, toplanma ve ifade özgürlükleri ile grev hakkına yönelik artan kısıtlamalarla, aynı zamanda devletin keyfiliğinin ve polis vahşetinin gelişmesiyle kendisini gösterir.

Bu otoriter sertleşme açıkça ilan edilmeden gerçekleşebilir, siyasi iktidarı giderek daha çok baskıcı devlet aygıtlarının destek ve sadakatine dayandırır ve onu anti-demokratik bir sarmala sürükler: işçi sınıfı ve göçmen mahallelerinde devriyelerin giderek sıklaştırılması, gösterilerin yasaklanması, engellenmesi veya sert şekilde bastırılması, keyfi tutuklamalar, göstericilerin toplu yargılanması ve hapis cezalarının yaygınlaşması, grevcilerin giderek daha sık işten çıkarılması, sendikal eylemin kapsam ve olanaklarının daraltılması vb…

Liberal demokrasi ile faşizm arasındaki karşıtlığın burjuva egemenliğinin siyasi biçimleri arasında olduğunu dile getirmek, anti-faşizmin, toplumsal hareketlerin ve solun kamusal özgürlüklerde ve demokratik haklarda yaşanan gerilemeye kayıtsız kalması gerektiği anlamına gelmez.

Bu özgürlükleri ve hakları savunmak, toplumsal karşıtlıkların tarafsız hakemleri olarak bir devlet ya da cumhuriyet yanılsaması üretmek anlamına gelmez; bu, 19. ve 20. yüzyıllarda halk sınıflarının temel kazanımlarından birini, yani sınıf bilincinin, feminist ve ırkçılık karşıtı bilincin gelişiminde zaruri bir temel olan sömürülen ve ezilen sınıfların temel çalışma ve yaşama koşullarını savunmak için örgütlenme ve seferberlik hakkını savunmak anlamına gelir. Ama aynı zamanda bu, neoliberal projenin özünü oluşturan demokrasinin lağvedilmesine bir alternatif sunmak anlamına da gelir.

12) Faşizm ve liberal demokrasi –2

Faşizm, karakteristik olarak devrimci veya reformist, radikal veya ılımlı, küresel veya kısmi tüm protesto biçimlerini ezerek ilerler. Faşizmin iktidar pratiği, yani bir siyasi rejim haline geldiği her yerde, birkaç yıl, bazen sadece birkaç ay içinde siyasal soldan, sendikal hareketten veya azınlık örgütlenmelerinden, yani istikrarlı, kalıcı ve kristalize her nevi direniş biçiminden geriye pek bir şey kalmaz.

Liberal rejim, madunların bazı temsilcileriyle işbirliği yaparak, onların bazı örgütlerini (sesi çıkmayan küçük ortak olarak) koalisyonlara veya müzakerelere (sendikaların veya derneklerin yardakçı rolü oynadığı sözde “sosyal diyaloğa”) dahil ederek, hatta bazı taleplerini bünyesine katarak onları kandırma eğilimindeyken, faşizm faşist devlet tarafından asimile edilemeyen her türlü örgütü yok etmeyi, hatta faşist veya faşistleşen örgütsel kadroların dışında kolektif örgütlenme arzusunu ortadan kaldırmayı hedefler. Bu anlamda faşizm kendisini, ezilenlerin öz-savunma kapasitesinin neredeyse tamamen yok edilmesinin ya da moleküler, pasif, gizli direniş biçimlerine indirgenmesinin siyasi biçimi olarak ortaya koyar.

Bununla birlikte, bu yıkım faaliyetiyle faşizmin, sadece kimi günah keçilerini hedef alan baskıcı araçlar ya da söylemler vasıtasıyla, toplumsal yapının geniş bir kısmını edilgen hale getiremeyeceği de not edilmelidir. Faşizm ancak belirli grupların (işsiz emekçiler, yoksullaşmış serbest meslek sahipleri, memurlar vb.) ya da en azından bu grupların içinde, faşistlerce “gerçekten milli” olarak kabul edilenlerin acil maddi çıkarlarını fiiliyatta tatmin ederek hâkimiyetine istikrar sağlar. Çalışan sınıfların sol tarafından terk edildiği bir durumda, istihdamı ve sosyal yardımları “gerçekten milli” olanlara (altı ne kadar çizilse azdır: faşist veya neo-faşist tasavvurda bu grup hukuki bir uyruğa değil, etno-ırksal köken kriterine göre tanımlanır) yönlendirmeyi vaat eden bir söylemin çekim gücü küçümsenemez.

13)  Faşizm, “halk” ve kitlesel eylem

Faşizm bazen “halka” çekici geldiği veya “kitleleri” harekete geçirerek (işçi hareketiyle yüzeysel bir analoji içinde) ilerlediği için hatalı bir şekilde “devrimci” diye tanımlanıyorsa, bunun nedeni “halk” ve “eylem” terimleri kapsamında çok farklı şeylerin birbirine karıştırılmasıdır.

Faşistlerin anladığı şekliyle “halk” terimi, (sosyolojinin halk sınıflarından bahsettiği anlamda) belirli varoluş koşullarını paylaşan bir grubu ya da ortak bir aidiyet iradesi ile birleşenleri kapsayan bir siyasi topluluğu değil, (halka ait olma kriteri ister sözde-biyolojik isterse sözde-kültürel olsun) “gerçekten buradan” olanları bir araya getiren katı tanımlı bir etno-ırksal topluluğu ifade eder. Bu da temelde toplumsal yapının “yabancı parti” (deyiş 19. yüzyıl anti-semitik polemikçisi Édouard Drumont’un izinden giden, önde gelen Fransız neo-faşist ideologlardan Eric Zemmour’a ait) saflarında yer alan sözde düşmanlardan ve hainlerden (sol) arındırılması anlamına gelir.

Faşist eylem ise silahlı birlikler (halihazırda özerk veya özerk hale gelme sürecinde olan devlet dışı çeteler ya da baskıcı devlet aygıtı parçaları)[3] öncülüğündeki cezalandırıcı seferler, askeri nizamda yürüyüşler ve plebisit seçimler arasında mükemmel şekilde salınır.

İlki düşmanın moralini bozmak ve faşizmin yerleşmesi adına ön temizlik babında toplumsal mücadelelere ve daha genel olarak ezilenlere (grevci işçilere, etno-ırksal azınlıklara, mücadele eden kadınlara vb.) saldırırken, ikincisi lider, hareket ya da rejim lehine duyguları harekete geçirmek için kitlesel ölçekte sembolik ve psikolojik bir etki yaratmayı hedefler. Üçüncü ise bir grup atomize bireyin liderin veya hareketin iradesine pasifçe icazet vermesini amaçlar.

Faşizmin böyle bir kitlesel çekiciliği varsa, bu asla belirli çıkarlar temelinde özerk eylemi teşvik ederek, örneğin insanların topluca tartıştığı ve eylediği doğrudan demokrasi biçimlerini yüreklendirerek ortaya çıkmaz. Aksine, faşist liderlere desteği artırıp iktidar yolunda burjuvaziyle yapacakları pazarlıkta onların ellerini hatırı sayılır ölçüde güçlendirerek sağlanır.

Bununla birlikte, başlangıç aşamasında, faşizme şok tugayları sağlayan, onun burjuva karşıtı vaatlerini ve sözde anti-kapitalizmini ciddiye alan faşist plebyen gruplarca örgütlenen aşağıdan seferberlik biçimlerine de rastlanabilir. Buna rağmen, siyasi kriz derinleştiğinde ve faşistlerin burjuvaziyle ittifakı kesinleştiğinde, bu plebyen gruplar ile faşist hareketin önderliği arasında gerilim kaçınılmaz olarak yükselir. Bunun üzerine, faşist önderlik bir yandan kaçınılmaz şekilde milis liderlerinden kurtulmaya çalışırken,[4] diğer yandan da onları kuruluş halindeki faşist devlete entegre ederek yönlendirir.

Faşizmin hiçbir zaman kitlelere eylem yönünde bir önerisi olmadı. Aksine faşist liderlerin arzularına sesli ya da sessiz rıza göstermek ile Manganello,[5] yani baskı (ki faşist rejimlerde, bu sıklıkla rejimin en ateşli destekçilerinden bazılarına karşı bile işkence ve cinayet anlamına gelir) arasında seçim yapmaya zorladı.

14)  Ölüm sonrası ve önleyici bir karşı-devrim

Faşizm “ölüm sonrası ve önleyici” bir karşı-devrimi yerleştirir.[6] Siyasal sol ve toplumsal hareketlerin tarihsel bağlamın gerektirdiği düzeye çıkamamasından, kendilerini siyasal krize bir çözüm olarak kurgulayamamasından ve devrimci bir dönüşüm deneyimine girişememesinden beslendiği mânâsıyla ölüm sonrasıdır.

Gelecekteki bir devrimci deneyimi besleyebilecek ve hazırlayabilecek her şeyi önceden yok etmeyi hedeflediği için de önleyicidir. Sadece devrimci örgütleri değil, sendikal direnişi, ırkçılık karşıtı, feminist ve LGBTİ+ hareketleri, özyönetime dayalı yaşam alanlarını, bağımsız gazeteciliği, başka bir deyişle şeylerin düzenine dair en ufak itiraz biçimini yok etmeyi hedefler.

15)  Faşizm, neo-faşizm ve şiddet

Kitlesel paramiliter örgütlenme şeklindeki şiddetin faşistlerin yükselişinde önemli bir rol oynadığı yadsınamaz. Bu unsur onları kitleleri askeri nizamda örgütlemeye çalışmayan diğer reaksiyoner hareketlerden ayırır.

Yine de, en azından şu aşamada, neo-faşist hareketlerin büyük çoğunluğu kitlesel milisler temelinde inşa edilmiyor ve bu türden milislere sahip değil. (Hindistan’daki BJP ve kitlesel açıdan daha kısıtlı ölçüde Macaristan’daki Jobbik ve Yunanistan’daki Altın Şafak örnekleri hariç.)

Neo-faşistlerin neden bu tür milisler inşa edemediklerini veya etmeyi arzulamadıklarını açıklamak için çeşitli hipotezler öne sürülebilir:

– Özellikle Batı toplumlarında siyasal şiddetin, paramiliter yapılara sahip siyasi partileri seçimlerde marjinal konuma mahkûm edecek şekilde gayrimeşrulaştırılması.

– Faşistlere silahlı faşist milislere katılmaya ve şiddet uygulamaya istekli yığınlar sağlayacak, Birinci Dünya Savaşı sırasında kitlelerin acımasızlaşmasına benzer bir deneyimin, yani şiddet uygulama itiyadının mevcut olmayışı. 

– İşçi hareketlerinin halk sınıflarını sendikalarda ve siyaseten yapılandırma ve örgütleme kapasitesinin zayıflaması, günümüz faşistlerinin artık kendilerini cebren, şiddet yoluyla dayatmak ve bu amaçla kitlesel bir şiddet aygıtı kuşanmak zorunda kalacakları gerçek bir düşmana sahip olmadığı anlamına gelir.

– Devletlerin bugün çok daha güçlü olduğu ve iki savaş arası dönemle kıyaslanamayacak ölçüde sofistike gözetim ve baskı araçlarını tasarruflarında bulundurduğu göz önüne alındığında, günümüz faşistleri, devlet şiddetinin gerekirse her türlü muhalefeti imha etmek için epey yeterli olduğunu düşünüyor olabilir.

– Neo-faşistlerin stratejik açıdan kritik önemi haiz, kendilerini tarihsel faşizmin en görünür devamlılık biçimlerinden, özellikle devlet-dışı şiddetin bu boyutundan ayrıştırma mecburiyeti. Bu bağlamda, Fransa’nın Ulusal Cephe’si ya da Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) gibi partilerin, İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi egemenliğiyle çok aktif işbirliğine gitmiş bednam faşistler tarafından geliştirilmiş ve uygulamaya konmuş “saygınlaştırma” stratejileri temelinde kurulduğunu akılda tutmalıyız.

Bu varsayımlardan yola çıkarak faşist hareketler için kitlesel milis oluşumlarının iki savaş arası dönemin özel bağlamında gerekli ve mümkün hale geldiği sonucuna varabiliriz.

Klasik faşizmin en belirgin boyutu olan milis güçler, onları örgütlenmenin gelişimine ve siyasi iktidarın yasal yollardan fethine yönelik ihtiyaçlara göre taktiksel açıdan kullanan faşist liderliğin stratejilerine tabidir (ki bu da iki savaş arası dönemde olduğu gibi bugün de söz konusu güçlerin bir nebze saygın gözükmelerini ve dolayısıyla en aleni şiddet biçimleriyle mesafelenmelerini gerektirir). Faşist veya neo-faşist hareketlerin gücü, tarihsel konjonktüre bağlı olarak, (Gramsci’nin kategorileriyle) hem “mevzi savaşı” hem “manevra savaşı” hem yasal hem de şiddet içeren taktikleri kullanma becerileriyle ölçülür.

16)  Faşizm ve faşistleşme süreci

Faşizmin zaferi siyasi durumun ellerinden kayıp gittiği korkusu yaşayan egemen sınıfın tüm bileşenlerinin radikalleşmesinin ve faşist hareketin, fikirlerin ve duygulanımların toplumsal tahkimatının ortak ürünüdür. Egemen sınıfları ve liberal demokrasileri faşistlerin iktidara gelişindeki sorumluluklarından azade kılmaya oldukça elverişli genel anlatının aksine, faşist hareketler siyasal iktidarı bir silahlı gücün bir kaleyi ele geçirmesinde olduğu gibi salt harici bir eylemle fethetmez. Genelde iktidarı yasal yollarla elde etmeyi başarırlarsa, ki bu kan dökülmediği anlamına gelmez, bunun nedeni fethin, faşistleşme denebilecek bütün bir tarihsel dönem tarafından hazırlanmış olmasıdır.

Faşizm ancak bu faşistleşme süreciyle (1945’ten beri “faşizm” ve “faşist” kelimelerini kuşatan evrensel aşağılama göz önüne alındığında elbette bugün adını koymadan ve kılıfına uydurarak) hem nüfusun çeşitli kesimlerine bir alternatif hem de politik açıdan çaresiz bir yönetici sınıfa bir çözüm gibi görünür. İşte tam o zaman, faşizm bir küçük burjuva hareketi olmaktan çıkıp gerçek bir kitlesel, sınıflar-arası harekete dönüşebilir.

17)   Faşistleşme biçimleri

Faşistleşme çok çeşitli biçimlerde, geniş bir yelpazede (yine Gramsci’nin ifadesiyle) “marazi belirtiler” ile kendini gösterse de, iki ana rotanın altı çizilebilir: devletin sertleşen otoriterleşmesi ve ırkçılığın yükselişi.

İlki esasen baskıcı devlet aygıtlarında kendisini gösterirken “aşırı merkez”in siyasi liderlerinin asli sorumluluğunu gözden kaçırmamalıyız. Dahası, eğer polis şiddeti (genellikle en ırkçı ve otoriter unsurları kucaklayan) polis kurumunun ve kapitalist devletin uzun tarihinin bir parçasıysa, hegemonya krizi, yani burjuvazinin siyaseten güç kaybetmesi de onu polis gücüne giderek daha fazla bağımlı kılar ve baskıcı devlet aygıtlarının gücünü ve özerkliğini artırır.

Irkçılığın yükselişi, aynı zamanda, özellikle de sömürgeci ve ırksal baskının merkezi bir yer işgal etmeye devam ettiği eski emperyal güçler söz konusu olduğunda, devletin uzun tarihini siyasal alanın yakın tarihiyle birleştirir. Bir hegemonya kriziyle karşı karşıya kalan aşırı sağ ve ana akım sağın farklı kesimleri, farklı sınıf fraksiyonlarını temsil etmeleri koşuluyla, burjuva hegemonyası altında, beyaz olmayan insanları sistematik bir şekilde dışlayarak etno-ırksal temelde bir toplumsal mutabakat biçimi oluşturmaya kadir, beyaz bir blok tahkim etmeyi hedefler. Başka bir deyişle, bu kesimler bir ırksal tercih yapar.

Burada Aimé Césaire’in egemen sınıfın “vahşileşmesi” dediği, her şeyden önce etno-ırksal azınlıkları, ardından da toplumsal hareketleri hedef alan baskı yöntemleri ve mekanizmalarıyla görünür hale gelen duruma işaret edebiliriz. 

18) Devletin faşistleşmesi ne anlama geliyor?

Devletin faşistleşmesi hiçbir koşulda, özellikle faşistlerin siyasi iktidarı ele geçirmesinden önceki ilk aşamada, yasa ve düzen aygıtlarında (polis, ordu, adalet ve hapishanelerde) ayırt edilebilir faşist unsurların yükselişine veya entegrasyonuna indirgenmemelidir. Aksine, yaklaşık otuz yıldır burjuva partileri tarafından yapılan (sosyolog Loïc Wacquant’ın kategorileriyle, “sosyal devlet”in külleri üzerinde bir “ceza devleti”nin inşasına yönelik) siyasi tercihlerin sonucu olarak söz konusu aygıtların içsel dönüşümleri ile örgütlü aşırı sağın –bu aşamada esasen ideolojik ve seçimlere yönelik– politik gücü arasında bir diyalektik işlevi görür.

Polis gücünün faşistleşmesi, esasen aralarında faşist militanların varlığıyla veya polisin yekvücut halinde aşırı sağa oy vermesiyle değil, aksine polislerin desteklenmesi ve yetkilendirilmesiyle açıklanabilir. Başka bir deyişle, polis giderek devletten ve yasadan, yani her türlü dış denetimden (varolmayan kamu denetimini saymaya bile gerek yok) azade hale geliyor.

Dolayısıyla polisin işlevi faşist örgütler tarafından tedricen tahrip edildiği için faşistleşmiyor. Tam tersine, polisin tüm işleyişi faşistleştiği için (elbette alana bağlı olarak farklı seviyelerde) aşırı sağın fikirlerini yayması ve polisler arasında kabul görmesi çok kolaylaşıyor.

19) Çelişkili ve istikrarsız bir süreç

Esasen hegemonya krizinden ve sertleşen toplumsal çatışmalardan kaynaklandığı ölçüde faşistleşme süreci son derece çelişkili ve dolayısıyla hayli istikrarsızdır. Faşist hareketin yürüdüğü yol engebelerle doludur.

Egemen sınıf, bazı tarihsel koşullarda, yeni siyasi temsilcilerin ortaya çıkmasını, ezilenlerin belirli taleplerinin sisteme dahil edilmesini ve böylece yeni bir toplumsal mutabakatın koşullarını oluşturmayı (bu da ekonomik gücünü korumak için siyasal iktidarı faşistlere bırakmak zorunda kalmamasını sağlar) gerçekten de başarabilir.[7] Yine de mevcut bağlamda, işçi sınıfı açısından daha az olumsuz yeni bir güç dengesi dayatacak bir dizi yüksek yoğunluklu mücadele olmaksızın, egemen sınıfların yeni toplumsal tavizleri kabul etmeye yönlendirilmeleri pek ihtimal dahilinde değildir.

Faşistleşme süreci illa da faşizme yol açmıyorsa, bu hem faşist hareketin hem de egemen sınıfların politik sol ve toplumsal hareketlerle karşı karşıya kalmasından da kaynaklanır. Faşistlerin başarısı ya da başarısızlığı, nihayetinde, madunların siyasi mücadelenin tüm alanlarını başarıyla işgal etme, kendilerini özerk siyasi özneler olarak kurma ve devrimci bir alternatif dayatmadaki becerilerine –ya da tam tersine, yetersizliklerine– bağlıdır.

20) Faşistlerin seçim zaferinin ardından: üç senaryo

Faşistlerin siyasi iktidarı –tekrar altını çizelim, genellikle yasal yollardan– ele geçirmesi onlar adına çok önemli bir zafer olsa da, hikâyenin bittiği anlamına gelmez bu. Zaferin ardından mecburi bir mücadele dönemi başlar. Bu dönem –siyasi ve sosyal güç dengesine, verilen ya da verilmeyen mücadelelere, galip ya da mağlup olmalarına bağlı– aşağıdaki neticelerden herhangi biriyle sonuçlanabilir:

a) Faşist veya askeri-polis tipi bir diktatörlüğün inşası (halk hareketleri tarihsel bir yenilgiye uğradığında ve burjuvazi siyasi açıdan çok zayıfladığı ya da bölündüğünde).

b) Burjuva normalleşmesi (faşist hareket alternatif bir siyasi iktidar kurmak için çok zayıf kaldığında ve güçlü, ancak savunma zaferinin ötesine geçmeye yetmeyecek güçte bir halk tepkisi hasıl olduğunda).

c) Devrimci bir gelişme (halk hareketi, büyük toplumsal ve politik güçleri bir araya getirecek, burjuva güçler ve faşist hareketle bir restleşmeye gidecek kadar güçlü olduğunda).

21) Günümüzde anti-faşizm –1

Anti-faşizm öncelikle ve mecburen faşizmin gelişimine bir tepki, dolayısıyla savunma ya da özsavunma (işçi sınıfı, ırkçılık karşıtı, feminist) eylemi olarak ortaya çıksa da, faşist gruplarla göğüs göğüse mücadeleye indirgenemez; çünkü faşist hareket inşa taktikleri günümüzde kitlesel şiddete –Hindistan belki bunun dışında tutulabilir– “klasik” faşizme kıyasla daha az yer veriyor (bkz. tez 15).

Anti-faşizm, aşırı sağ hareketlere karşı siyasi mücadeleyi mücadelesinin merkezi haline getirirken, ezilenlerin ortak eylemini destekleme ve faşistleşme sürecini durdurma görevini de üstlenmelidir. Başka bir deyişle, anti-faşizm faşist hareketlerin gelişebileceği, kökleşebileceği ve büyüyebileceği siyasi ve ideolojik koşulların altını oymalı ve faşist zehrin toplumsal bedende yayılmasını teşvik eden her şeyi işlemez hale getirmelidir.

Bu çifte anti-faşizm görevi sadece örgütlü aşırı sağa karşı, diğerlerinden (sendikal, anti-kapitalist, feminist, ırkçılık karşıtı, ekolojik vb. mücadeleler) bağımsız verilen bir mücadele olarak değil, aksine sosyal ve politik özgürleşme mücadelesinin ya da Daniel Bensaïd’in deyişiyle, ezilenlerin politikasının tamamlayıcı bir parçası olarak düşünülmelidir.

22) Bugün anti-faşizm üzerine –2

Meselenin anti-faşist cephenin oluşmasını eksiksiz ve kesin bir siyasi programa katılma koşuluna bağlı kılmak olmadığı aşikârdır. Bu, herhangi bir birleştirici perspektiften feragat etmek anlamına gelecektir, çünkü farklı güçlerin diğerlerine kendi politik ve stratejik projesini dayatması sorunu ortaya çıkacaktır.

Faşistleşme dinamikleriyle savaşmayı arzulayanlardan devrimci militanlıklarını kanıtlamalarını talep etmek daha da akılsızca olacaktır. Anti-faşizm sadece sağ örgütleri değil, aynı zamanda ve en önemlisi faşist fikirlerin yayılımını ve sınırları aşan etkilerini de tesirsiz hale getirmek istiyorsa, başkaldırının tek pusulası aşırı sağcı örgütlere muhalefet olmaz. Anti-faşist mücadele ile ırksal, ataerkil, eko-kırım yönelimli kapitalizminden kopma ihtiyacı ve farklı bir toplum hedefi (bunu eko-sosyalist diye adlandırıyoruz) arasındaki bağlantıdan feragat edilemez.

Bu karmaşık bir mesele, çünkü neo-faşizmin reaksiyoner karakterini görünür kılmak için anti-faşizmin feminizmi veya ırkçılık karşıtlığını teyit etmesi, neoliberalizmi eleştirmesi ya da “sekülerizmi” savunması yeterli değildir. Aşırı sağ, anti-neoliberal söylemin en azından bir kısmını sahiplendiği, kadın haklarını savunma retoriğini benimseme eğilimi gösterdiği, “beyazları” savunmak adına sözde ırkçılık karşıtlığını kullandığı ve kendini sekülerizmin koruyucusu olarak yansıttığı ölçüde, anti-faşizm bu konularda muğlak formüllerle yetinemez. Anti-faşizmin, kendi feminizminin ve ırkçılık karşıtlığının politik içeriğini netleştirmesi ve “sekülerizm”den ne kastettiğini açıklaması bir zorunluluktur.

Aksi takdirde, neo-faşistlerin eksiksiz işgal edecekleri kör noktalar (“femo-milliyetçilik”, “anti-beyaz ırkçılık”la itham ya da sahte/araçsallaştırılmış sekülerizm) bırakacak ve (yüzde 1’in “feminizm”ini, karşılıklı hoşgörü kisvesi altında “ahlâki ırkçılık karşıtlığı”nı savunan) neoliberallerin peşine takılma riskiyle yüzleşecektir. Benzer şekilde, neoliberalizme dönük muhalefetinin siyasi ufkunu ya da Avrupa Birliği’ne yönelik eleştirilerini de somutlaştırmalıdır. Bu eleştiri de doğru dürüst düzenlenmiş, “iyi” bir ulusal kapitalizm olamaz.

Dahası, son birkaç yıl, otoriter baskıya karşı siyasi savaşa tam anlamıyla dahil olma gerekliliğini gün yüzüne çıkardı. Bu savaş birleştirici olmak zorunda. 

Şimdi, anti-faşist mücadelenin sadece farklı hedeflere angaje aktivistler arasında, paydaşlarını dönüştürmeyen ittifaklar kurmaktan ibaret olmadığını, aksine anti-faşizmi sendikal, anti-kapitalist, ırkçılık karşıtı, feminist ya da ekolojik mücadelelerde ortaya çıkan perspektiflerden hareketle yeniden tanımlayıp zenginleştirirken, bu alanları da anti-faşist perspektifle beslemek olduğunu görebiliriz. Anti-faşizm ancak bu takdirde parçalı, özgül bir mücadele yöntemi ya da soyut bir ideoloji olmaktan çıkıp tüm özgürleşme hareketlerine nüfuz eden ve onları kapsayan bir aklıselim mahiyetinde yenilenip ilerleyebilecektir.  

(Historical Materialism, 7 Ocak 2021)

Çeviren: Gencer Çakır, Ulus Atayurt


[1] Uygarlık da –“beyaz” ya da “Avrupalı”–  Avrupa Yahudilerinin soykırımı ile siyaseten kitlesel ölçekte savunulamaz hale getirilmiş olsa da, tıpkı (Nazi ideolojisindeki “Aryan”)  ırk gibi, bu rolü üstlenebilir.

[2] Bu kategori, söz konusu ülkenin uyruğuna sahip olsun ya da olmasın, gerçek yerli (Fransa örneğinde, “yerli Fransız”, “hakiki Fransız” vb.) kabul edilmeyen herkesi içerdiği için fazlasıyla genişletilebilir.

[3] Örneğin, günümüz Fransa’sında “suçla mücadele tugayları”.

[4] Bu bağlamda Bertolt Brecht’in Arturo Ui’nin Önlenebilir Tırmanışı kitabını tekrar okuyunuz.

[5] İtalyan faşistlerin işçi sınıfı militanlarını ya da onlara muhalif herkesi dövdüğü kulübün adı. Manganello kulübü faşist İtalya’da bir tür külttü.

[6] Burada Angelo Tasca’nın İtalyan Faşizminin Yükselişi (1918-1922) adlı klasik kitabındaki formülü ele alıyoruz.

[7] Örneğin, ABD’de Roosevelt yönetimince 1930’larda hayata geçirilen Yeni Düzen politikası, ABD kapitalizminin krizini aşmada başarısız olurken (kriz ancak savaşla aşılacaktı), siyasal krizi erteledi.

Washington, Afgan Kadınlar İçin Timsah Gözyaşı Döküyor – Gilbert Achcar

Savaş şahinleri, ABD’nin Afganistan’ı işgalini desteklemek için sürekli olarak kadınların özgürleşmesinden örnekler veriyorlar. Bu açık bir ikiyüzlülüktür: Soğuk Savaş sırasında ABD, Afgan kadınlarının mücadelesini geliştirmeye adanmış bir partiye karşı ataerkil köktendincileri destekledi.

ABD siyasi sınıfının tamamı, yenilenen Taliban yönetimi altındaki Afgan kadınların kaderi için sahte gözyaşları döküyor. Bu gözyaşları, ABD liderliğindeki Afganistan işgalinin birincil motivasyonunu, 11 Eylül saldırılarına yanıt olarak El Kaide’yi yok etme hedefiyle birlikte Afgan kadınlarını Taliban boyunduruğundan kurtarma arzusu olarak tanımlayan yirmi yıllık bir söylemle örtüşüyor.

Bu bahane gerçekten tamamıyla ikiyüzlü. ABD’nin Afgan kadınlarının mücadelesini geliştirmeye kararlı bir partiye karşı ataerkil köktendincileri desteklediği Soğuk Savaş dönemi göz önünde bulundurulduğunda bu söylemin samimiyetsizliği açıkça ortadadır.

Afgan kadınları adına hareket etme iddiası, daha inandırıcı olmasa da, on yıllık Sovyet işgalini haklı çıkarmak için de kullanılabilirdi. Sonuçta, Afgan kadınlarını geleneksel ataerkil prangalardan kurtarmak için Sovyet destekli Afganistan Demokratik Halk Partisi’nin (PDPA) hükümeti altında hayati önlemler alındı. NATO’nun danışmanlarından biri niteliğindeki Uluslararası Kriz Grubu’nun (ICG) 2003 tarihli bir raporu, PDPA rejimi tarafından uygulanan bu önlemleri ve PPDA rejiminin yıkılışının ardından kadınların durumundaki ciddi gerilemeyi detaylarıyla ortaya koyuyor. [1] On yıl sonra aynı ICG’nin 2013 tarihli bir raporunda özetlendiği gibi:

“Davud’u askeri bir darbeyle deviren Afganistan Demokratik Halk Partisi (PDPA), kadınlara eşit haklar, zorunlu eğitim ve zorla ve görücü usulü evliliklere ve çocuk evliliklerine karşı koruma sözü verdi. Takip eden PDPA rejimleri de kadın istihdamını teşvik etti. 1990’ların ortalarında Taliban yönetimi devraldığında, Afganistan’daki öğretmenlerin yüzde 70’i, tüm memurların yaklaşık yarısı ve doktorların yüzde 40’ı kadındı.”

Elbette, ICG, PDPA rejimini ve Sovyet işgalini, gaddarlıkları ve okullarda ayrımcılığın sona erdirilmesi gibi önlemleri hayata geçirirken uyguladıkları  sert yöntemler nedeniyle eleştirdi, ancak PDPA sürecinin, rejim kontrolü altındaki bölgelerde (özellikle kentsel) Afgan kadınları ve çocukların durumunu iyileştirmeye yönelik büyük bir çaba gösterdiğine şüphe yok. Bu arada, PDPA rejimine karşı muhalefet katı aşırı İslamcılardan oluşuyordu ve son derece kadın düşmanıydı: 1980’lerin ve 1990’ların başındaki mücahitler ile Taliban arasındaki fark, ancak renk yelpazesinin aynı ucundaki renk tonlarının farkı kadardır- niteliksel bir fark değil. 2013 ICG raporunda belirtildiği gibi:

“Kendi püriten İslam anlayışlarını paylaşan General Zia-ul-Haq rejimi tarafından desteklenen mücahitler, Pakistan’daki kamplar üzerindeki kontrollerini, sığınmacı nüfus üzerinde kadınların rolüne ilişkin kendilerine özgü yorumlarını dayatmak için kullandılar.”

Pakistan askeri diktatörlüğüne ek olarak, mücahitler, aynı şekilde kadınlara yönelik korkunç muamelesiyle bilinen ABD’nin en eski ve en yakın Müslüman müttefiki Suudi krallığı tarafından desteklendi. Bunlara rağmen, Washington’un PDPA rejimine ve onun Sovyet destekçilerine karşı mücadelesinde, bu güçleri desteklemeyi seçmiştir.

Jimmy Carter’ın 1977’den 1981’e kadar Ulusal Güvenlik Danışmanı olan Zbigniew Brzezinski, Taliban’ın Kabil’de iktidarı ele geçirmesinden iki yıl sonra, 1998’de bir Fransız dergisine verdiği röportajla çok ses getirmişti. Taliban’ın, Sovyetler’e karşı, kendi deyimiyle Sovyet imparatorluğunun dağılmasına neden olacak olan bir Vietnam Savaşı verdiğiyle övündükten sonra, kendisine “İslami köktenciliği desteklediği, geleceğin teröristlerine silah ve danışmanlık verdiği için” pişman olup olmadığı soruldu. Brzezinski alaycı bir şekilde cevap verdi: “Dünya tarihi için önemli olan nedir? Taliban mı yoksa Sovyet imparatorluğunun çöküşü mü? Bazı heyecanlı Müslümanlar mı, Orta Avrupa’nın kurtuluşu ve soğuk savaşın sona ermesi mi?”

Reagan ve Baba Bush yönetimlerinin Dışişleri ve Savunma Bakanlıklarında görev yaptıktan sonra ABD’nin önce Irak’da ve ardından da George W. Bush döneminde Afganistan’da büyükelçisi olan Zalmay Halilzad’ın aksine Brezinski, en azından Taliban’ı mazur göstermeye çalışmadı. Halilzad, daha sonra Donald Trump tarafından Taliban ile ABD müzakerelerinin başına getirildi ve geçen Ağustos ayında Amerika’nın geri çekilmesinin tamamlanmasına kadar bu rolü oynadı. 1996’da Halilzad, Washington Post’ta şunları savundu: “Aralarında çeşitli Taliban gruplarının da olduğu Afganlarla ve Pakistanlılarla yapılan son görüşmelere dayanarak, ABD’nin yeniden angajmanını memnuniyetle karşılayacaklarından eminim. Taliban, İran’ın uyguladığı köktencilik tarzında anti-Amerikancı bir siyaset uygulamıyor. Suudi modeline daha yakın.”

Feministler Khalilzad’in kadın hakları konusundaki endişelerini takdir edeceklerdir ki bu Washington’ın Suudileri mazur görürken, İran ’in İslami tutuculuğuna karşı uzun süredir devam eden çifte standardın bir örneğidir –  her ne kadar karşılaştırıldıklarında İran, Suudi Arabistan’a göre kadın hakları ve demokrasi konusunda çok daha ileri olsa da. Khalilzad’ın tavsiye ettiği yeniden angajmanın gerçekleşmemesinin nedeni Afgan kadınların kaderiyle ilgili değildi. Bu anlaşmanın gerçekleşmemesinin nedeni yalnızca El Kaide’nin Amerika’yı hedef alan saldırılarının artışıydı ve bu durum Bill Clinton’ın 1997’de Osama Bin Ladin’in Afganistan’daki üslerine roket saldırısı emri vermesine yol açmıştı. Hikâyenin geri kalanı herkes tarafından biliniyor: 11 Eylül ve 20 yıl boyunca ABD’nin müdahalesiyle savaşın parçaladığı bu ülke, Ağustos ayında tüm dünyanın tanık olduğu feci bir sonla nihayetlendi.

Kadınların durumunun, ABD destekli Afganistan İslam Cumhuriyeti’nde (2004-2021) PDPA rejimine göre genel olarak daha ileri düzeyde olup olmadığı tartışmalıdır. Bununla birlikte, ikincisinden farklı olarak, ABD destekli rejim, Washington’un eski Afgan müttefikleri, PDPA ve Sovyet işgaline karşı savaşan ve yeni rejim üzerindeki hakimiyetlerini sürdüren mücahitler tarafından somutlaştırılan ataerkil geleneğe uyum sağlamak zorundaydı (bkz. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün Afganistan’a ilişkin yıllık raporlarında kadınların ve kız çocukların hakları). [3]

Dahası, Afganların büyük çoğunluğunun yaşadığı kırsal alanlardaki kadınlar, ABD önderliğindeki savaşın yükünü taşıdı ve bunun sonucunda büyük acılara katlandı. [4] Afganistan Devrimci Kadınları Derneği (RAWA) bu durumu sert bir şekilde kınadı. [5] Ve Washington’ın Taliban ile Barack Obama, Donald Trump ve Joe Biden yönetiminde yürüttüğü barış sürecine kadınların dahil edilmesi yönünde çağrılara rağmen, kadınların katılımı marjinal düzeyde kaldı. [6] ABD’nin Taliban’dan ılımlılık vaatleri aldığı iddiasının bir şaka olduğu çoktan kanıtlandı – durum bu kadar trajik olmasaydı bu çok gülünç olurdu.

Dipnotlar

[1] International Crisis Group, 14 March 2003 “Afghanistan: Women and Reconstruction”.

[2] ICG, 14 October 2013 “Women and Conflict in Afghanistan ”.

[3] Such as HRW “Afghanistan Events of 2017”.

[4] The New Yorker, 6 September 2021 “The Other Afghan Women”.

[5] RAWA, 21 August 2021 “RAWA Responds to the Taliban Takeover”.

[6] Journal of International Affairs, 11 September 2019 “Feminism, Peace, and Afghanistan”, the interpreter, 22 June 2021 “Standing with Afghanistan: Inclusion and women’s rights in peace talks”.

Çeviri: Yiğit Orcan

Emperyalizmin ve Taliban’ın Kurbanı Afgan Halkıyla Dayanışma – IV. Enternasyonal

ABD ordusunun Irak’tan çekilmesinden on yıl sonra, ABD emperyalizmi bu kez de Afganistan’da gerçek bir bozguna uğramış durumda. Bunun, tıpkı 20 yıl önce bu iki ülkenin cani bir askeri güçle işgal edilmesinde olduğu gibi, dünyanın önde gelen gücü olarak ABD’nin küresel jeopolitiği yönetme iddialarını ne ölçüde etkileyeceğini önümüzdeki dönemde göreceğiz

Yeni binyılda Afganistan, bu tür askeri saldırılara maruz kalacak bir dizi ülkenin ilki oldu. ABD dış politikası daha önce Çin, İran ve Rusya’yı takip altında tutulması gereken ülkeler olarak belirlemişti. Dolayısıyla Afganistan’ın Pakistan gibi İran, Çin ve Rusya yanlısı Orta Asya cumhuriyetleriyle komşu olduğunun gayet farkındaydılar. Bu Orta Asya cumhuriyetleri de nispeten az deşilmiş önemli petrol ve doğal gaz kaynaklarına sahipti.

Taliban’ın 15 Ağustos’ta Kabil’i ele geçirmesi, 38 milyon Afgan’ın çoğunluğu için belirsiz bir geleceğe işaret eden bir kan banyosu, adam kaçırma ve nüfus göçü ile damgalandı. Taliban’ın (ABD’nin beklediğinden çok daha hızlı şekilde) yeniden iktidarı ele geçirmesi Amerikan emperyalizminin siyasi güvenilirliğine bir darbedir. Afganistan’daki uşakları darmadağın oldu.

Emperyalizm için kaotik bir altüst oluş

Taliban’ın zaferi birçok yönden ABD emperyalizmi tarafından kolaylaştırıldı. Taliban ile Doha anlaşması iktidarın fethinin yolunu açtı. Katar, Pakistan, Rusya, İran ve Çin’in doğrudan veya dolaylı katılımıyla ABD ve Taliban bir anlaşmaya vardı. ABD’nin Afganistan’da 20 yıldır sürdürdüğü savaş boşa çıktı. ABD güçlerinin Afganistan’dan çekilmesiyle, ülke şimdi daha da cesaret kazanmış Taliban’ın insafına bırakıldı. Afgan halkı hiçbir zaman kendi kaderini belirleme sürecine dahil olmadı. Donald Trump şimdi Başkan Biden’ı suçluyor. Ama aslında ikisi de suç ortağı. Biden, Trump’ın Afganistan veya İsrail’in yanı sıra Küba, Venezuela ve diğer ülkelere yönelik emperyalist politikalarını sürdürüyor.

Trump bu anlaşmayı başlattı ve Biden uyguladı. ABD’nin geri çekilmesi, o ülkede “Ebedi Savaş”a verilen desteğin azalmasının bir kanıtıdır ve emperyalizmin kendisini askeri olarak Afgan bataklığından kurtararak kaynaklarını başka yerlerde yoğunlaştırmasını sağladı. ABD ne olursa olsun Afganistan’dan ayrılmak istiyordu. Sivillerin tahliyesini örgütlemeden, olabilecek en kötü şekilde geri çekildiler.

ABD’nin bu beklenmedik geri çekilmesi müttefiklerini bile şaşkınlığa uğrattı. Amerika’nın geri çekilme planlarına dahil olmamaktan ötürü öfkeli olan Avrupalı ​​politikacılar arasında, ABD ve NATO’dan bağımsız olarak hareket edebilecek bir silahlı kuvvet oluşturulmasından tekrar söz edilmeye başlandı. Yirmi yıl önce Kabil’in emperyalist güçler tarafından ele geçirilmesini coşkuyla kutlarken, yenilgi ve her şeyden önce kukla rejimlerinin hızlı çöküşü, müttefikler arasında ciddi anlaşmazlıklara yol açtı. 2001’de Bush’un coşkulu ortaklarından biri olan Tony Blair, ülkenin “terk edilmesini” “tehlikeli” ve “gereksiz” olarak kınamıştı.

Çin ve Rusya, Taliban rejimine kefil oldu

Taliban’ın dönüşü, Rusya ve Çin gibi ABD’nin rakiplerinin bölgede nüfuzunun daha da güçlenmesi olasılığını ortaya çıkarıyor. 2001’de ABD’nin Kabil’i işgal ettiği günlerin aksine, Çin ve Rusya artık ABD emperyalizminin yanında değiller. İki ülke, “Afganistan’ın nasıl geliştirileceği” ve ABD emperyalizmi tarafından terk edilen planların nasıl tamamlanacağı konusunda Taliban ile ciddi görüşmelerde bulunuyor. Rusya ve Çin utanmadan Taliban diktatörlüğünü tanımaya hazır. Afgan halkının başına gelecekler konusunda kendi halkları önünde hesap vermek zorunda bile değiller. Diktatörlüklerin kendi “avantajları” vardır.

ABD müttefikleri arasındaki bölünmeler ve rakiplerinin artan etkisi, Doha anlaşmasının ABD emperyalizmi için bir uzlaşma olduğunu gösteriyor. Yavaş ve zorlu düşüşünde, yirmi yıl önce sözde “teröre karşı savaş”ı başlattığında hükümetinin amaçladığı gibi olaylara hükmetme yeteneğine sahip olmadığını fark ediyor.

Kabil’in Taliban tarafından ele geçirilmesinin ardından büyük çaplı ve kaotik bir havadan nakil operasyonu gerçekleşti. NATO güçleri Kabil Havaalanından on binlerce insanı tahliye etti. Kargaşa ve bombalamalar düzinelerce ölü bırakırken, binlercesi hala Taliban ölüm mangalarından kurtulmak için mucizevi bir şekilde ülkeden kaçmayı bekliyor. ABD ve NATO yardımı için havaalanında bekleyen binlerce kişiye rağmen, Başkan Joe Biden dramatik tahliye operasyonunu 31 Ağustos’a kadar bitirmeye kararlıydı. Amerika Birleşik Devletleri’nin Afganların kaderine karşı kayıtsızlığı budur.

ABD, kendi merkez bankası tarafından tutulan 9,5 milyar dolarlık Afgan döviz rezervlerini dondururken, IMF, koronavirüs programı kapsamında Afganistan’a yönelik 450 milyon dolarlık rezervi askıya aldı. Bu, dünyanın en fakir yedinci ülkesi olan ve Taliban’ın insafına bırakılan Afganistan’ın yoksulluğa batmaya devam edeceği anlamına geliyor.

Afganistan’da son 20 yılda kalkınma, “demokrasi” ve silahlı kuvvetlerin eğitimi adına harcanan para, yatırım açısından emsalsizdir. Savaşın Maliyeti Projesi’ne göre ABD, Afganistan’a 2.226 milyar dolar akıttı. Bu para, dünya çapında temel eğitim ve sağlık hizmetleri sağlamak için kullanılabilirdi. ABD Savunma Bakanlığı’nın 2020 yılında yayınladığı bir rapora göre, ABD daha sonra savaş masraflarına 815,7 milyar dolar harcadı.

Bu savaşın kurbanlarının sayısına dair, Nisan 2021’e kadar 47.235 sivil, 72 gazeteci ve 444 yardım görevlisinin öldürüldüğü göz önünde bulundurularak bir tahmin yürütmek mümkün olabilir. Ayrıca 66.000 Afgan askeri de bu savaşın kurbanı oldu.

Amerika Birleşik Devletleri 2.442 asker kaybetti ve 20.666 kişi yaralandı. Ayrıca 3.800 özel güvenlik görevlisi öldürüldü. Afgan NATO güçlerine 40 ülkeden asker katıldı. Bunların arasında 1.144 asker öldürüldü. Ülke dışına sığınanların sayısı 2,7 milyon, 4 milyon ise ülke içinde yerinden edildi. ABD emperyalizmi bu savaşı finanse etmek için ağır borç aldı. Sadece faiz olarak yaklaşık 536 milyar dolar ödedi. Ayrıca, ülkeye geri dönen savaş birlikleri için hem tıbbi ihtiyaçlar hem de diğer masraflara 296 milyar dolar harcandı. Savaşmadan teslim olan 300.000 Afgan askerinin eğitimine 88 milyar dolar, barikat, otoyol vb. yeniden inşa projelerine 36 milyar dolar harcandı. Afganların haşhaş yetiştirmemeleri ve eroin satmamaları için tazminat olarak 9 milyar dolar harcandı.

ABD emperyalizmi, Taliban ve El Kaide’nin temsil ettiği tehditten gizli kamplar ve hapishaneler yaratmak, işkence yapmak, insanlığa karşı suçlar işlemek, Guantanamo’da yargılanmadan insanları hapsetmek, CIA’i, NSA’yı güçlendirmek, Vatanseverlik Yasasını kabul etmek için faydalandı.

Şiddetli, beceriksiz ve yozlaşmış bir rejimin çöküşü

Amerika Birleşik Devletleri ve müttefikleri, işgallerinin kalkınmayı ve kadınları baskıcı Taliban rejiminden özgür kılacağını taahhüt etmişti. Ama bu olmadı. Başından beri, işgal yolsuzluğa, şiddete dayanıyordu ve gerçek yerel destek yerine baskıcı güç sahipleri ve eski savaş ağalarıyla anlaşmalar yapıyordu. Afgan Kadınları Devrimci Derneği’nin belirttiği gibi, “işgal, kan dökülmesinden, yıkımdan ve kaostan başka bir şeyle sonuçlanmadı. Ülkemizi özellikle kadınlar için en yozlaşmış, en az güvenli, en mafyatik ve en tehlikeli yer haline getirdi.” İşgal, sözde yoksulluğu ortadan kaldırma hedefinde sefil bir şekilde başarısız oldu. Dünya Bankası tahminlerine göre şu anda Afganistan’daki işsizlik oranı %25 ve yoksulluk oranı %47’dir. Eşref Gani ve şürekâsı devasa bir yolsuzluğa karıştı. Sosyal sınıflar arasındaki bölünmeler keskindi.

Afganlar Amerikalılar için savaşmadılar; neden yerel ajanları için savaşsınlar? Afgan halkının ve askerlerinin rejim adına Taliban’a karşı savaşacak hiçbir ideolojik temeli yoktu. Rejim, Taliban’a verilen desteğin ezici olması nedeniyle değil, şiddeti, yetersizliği ve yolsuzluğu nedeniyle çok az insanı kendisi için savaşmaya hazır hale getirdiği için çöktü. Afganistan’dan çıkarılacak tarihi ders, yabancı askeri müdahalenin yarattığı güçlerin ülkeyi savunamayacağı veya çoğunluğun yaşam koşullarını önemli ölçüde iyileştiremeyeceğidir. 20 yıl boyunca ABD ve NATO güçleri Afganistan’da konuşlandı, ancak oluşturdukları Afgan ordusu savaşmadan dağıldı. Benzer şekilde kınadığımız önceki Sovyet işgali de uzun vadeli bir rejim kurmayı başaramadı.

Eşref Gani ve şürekası, kapitalizmin en kötü biçimini temsil ediyor. Taliban, kendi adına, dini ustaca sömürmeyi başardı. Bir din devleti istiyorlar. Eşref Gani ise hangi devleti istediğini hiçbir zaman netleştirmedi. Yakın gelecekte Afganistan’da Taliban’a karşı ciddi bir muhalefetin ortaya çıkacağına dair çok az umut var. Son 20 yılda Washington’un yanında yer alan ve hala Afganistan’da bulunan savaş ağalarının çoğu (genellikle eski mücahitler), Taliban ile sözde “iktidar paylaşımı birlik hükümeti” müzakerelerinde yer alıyor. Yenilgilerini kabul ettiler ve şimdi Taliban’ın onlara bahşettiği kırıntıları kabul etmeye can atıyorlar. Bu tür savaş ağaları öncelikle kullanılıp, daha sonra Taliban tarafından “adalete” teslim edilerek halkın ihtiyaçlarına karşılık verememiş olmalarına bir mazeret olarak gösterilecektir. Şu anda bazı Batılı medya organları tarafından tarafından kutlanan sözde “Taliban karşıtı direniş”, eşit derecede itibarsızlaşmış tacizci savaş ağalarından oluşuyor ve herhangi bir alternatif teşkil etmiyor.

Taliban iktidarını şiddet yoluyla pekiştiriyor

Taliban, iktidarını bir stratejiler karışımı yoluyla pekiştiriyor. Bir yandan Afganistan’ın farklı yerlerinde rakiplerine yönelik hedefli suikastlara girişiyorlar; bir yandan da aşiret liderlerinin ve eski hükümet yetkililerinin desteğini kazanmaya çalışıyorlar. Bu, kapsayıcı bir hükümet görüntüsü vermeyi amaçlıyor. Bu kapsayıcı hareketler birer şakadan başka bir şey değildir. Kabil onların kontrolü altında olduğu için, Taliban, kendi rejiminin tanınması karşılığında bir simgesel güç paylaşımı lüksünü karşılayabilir.

Şimdilik, Taliban Kabil’de hala temkinli çalışıyor, ancak son aylarda, bulundukları her yerde olağan şiddetlerini gösterdiler. Birleşmiş Milletler’in kendisi ve İnsan Hakları İzleme Örgütü, son haftalarda Taliban tarafından işlenen savaş suçlarıyla ilgili açıklamalar yayınladı.

“Taliban”, “barbarlık bizim siyasetimizdir” anlamına gelir. Gerçek stratejileri, insanları korku içinde tutmak ve onları terörle disipline etmektir. Bu nedenle, olabildiğince korku yaratmak için vahşi cezalar (burun veya ellerin kesilmesi, taşlanması, halka açık infazlar, helikopterden atma gibi) uyguluyorlar. Direnci terörle kırıyorlar.

Daha önce sadece Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve Pakistan Taliban rejimini tanımıştı. Şimdi Türkiye, Rusya, Çin, Pakistan ve diğer ülkelerin hükümetleri, Taliban ile işbirliği yapma isteklerinin sinyallerini veriyor. Batılı emperyalist ülkelerdeki politikacılar ikiyüzlü bir şekilde Taliban şiddetini kınarken, gelecekte onlarla “bir çeşit işbirliği” olasılığını da açık bırakıyorlar. Tarih, ABD’nin hem Afganistan’daki hem de bölgedeki gerici hareketlere verdiği desteğin örnekleriyle doludur. ABD, Sovyet destekli Afgan hükümetine karşı küresel bir cihatçı ağını desteklemek için Pakistan’daki General Ziya ül-Hak’ın sağcı diktatörlüğü ve gerici Suudi rejimiyle ittifak kurdu. Necibullah hükümetini devirdikten sonra Taliban, kanlı ve uzun süreli bir iç savaşın ardından Afganistan’da iktidarı ele geçirdi. Emperyalist jeopolitik ve rekabet tüm çirkinlikleriyle gözler önüne serildi. Ödenecek bedel Afganların ve dünyanın diğer halklarınınki olacaktı.

İç savaşın yeni bir aşaması

ABD emperyalizminin Afganistan’daki mağlubiyeti, anti-emperyalist güçlerin zaferi anlamına gelmiyor. Emperyalizme demokrasi, insan ve kadın hakları, ekoloji veya halkların toplumsal gelişimi ile ilgisi olmayan gerici bir güç tarafından darbe vurulmuştur. 1996’dan 2001’e kadar süren Taliban rejiminin ilk dönemi, Afganistan’daki azınlıklar, kadınlar ve kamuoyu için bir kabustu. Taliban değişmedi. Sadece daha becerikliler ve geçmişe göre daha sofistike bir şekilde çalışıyorlar. Taliban’ın kapsamlı bir “İslami zafer” programı var. Afganistan’da iktidarda oldukları önceki yıllarda yaptıklarını farklı şekillerde tekrarlayacaklar. Ve bu sefer, Taliban daha uzun süre iktidarda kalabilir.

Bu nedenle Taliban’ın zaferi bir barış işareti değil, aksine yeni bir iç savaş aşaması başlatıyor. Güney Asya’da başka bir fanatik dindar devletin kurulması, sınırları içinde baskı ve bölge genelinde mezhepçiliğin teşvik edilmesi anlamına gelecektir. Barışı kazanmak zor olacak. Taliban’ın zaferi, dünyanın dört bir yanındaki ilericiler için kötü bir haber. ABD ajanlarına yönelik eleştirimiz, Taliban’a herhangi bir destek anlamına gelmiyor.

Herhangi bir halk direnişi, acımasız baskı ve muazzam engellerle karşılaşacaktır. Yine de direniş belirtileri görüyoruz. Afgan halkına silahlarla boyun eğdirmek mümkün değil.

Emperyalizme ve gerici Taliban rejimine muhalefet devam etmeli. Sadece gerçekten demokratik ve sosyalist güçlerin zaferi, Afganistan’da gelecekte dökülecek kana son verebilir. İlerici ve radikal enternasyonalist güçler, devam eden felaketi hafifletmek ve gelecekte bir alternatifin önünü açmak için ellerinden geleni yapmalıdır. Afganistan’daki sosyal örgütlerin ve sürgündeki diasporanın sosyal ve siyasi haklarının desteklenmesi, emperyalizme ve Taliban’a alternatif oluşturmak için elzemdir.

• Hiçbir ülke Taliban rejimini Afganistan’ın temsili hükümeti olarak tanımamalıdır.

• İltica veya sığınma isteyenlere herhangi bir kısıtlama getirilmemeli ve istedikleri yerde kalmaları veya yerleşmeleri için gerekli düzenlemeler yapılmalıdır.

• İnsani yardımı engellemek veya Taliban’la bir pazarlık kozu olarak kullanmak yerine, yardım yerel halk örgütleri aracılığıyla iletilmelidir.

• İlerici ve radikal enternasyonalist güçler, ortaya çıktıkları her yerde Afganların ilerici örgütleriyle bağlantılar kurmaya çalışmalı ve özellikle Afgan kadın örgütlerinin çağrılarına destek vermelidir.

• Bu güçler, yeni bir emperyalist müdahale örgütlemeye yönelik her türlü girişime direnmelidir. Emperyalizmin ve müdahalesinin bir ürünü olan Taliban’ı “İslami geri kalmışlığın” ürünü olarak gösteren ırkçı propagandaya karşı çıkmalıdırlar.

• Emperyalizme hayır, Taliban’a hayır!

30 Ağustos 2021

IV. Enternasyonal Yürütme Bürosu

Çeviren: Rıfat Hasret

Nöroestetik: Beyin Sanata Nasıl Tepki Veriyor? – Baran Cengiz

Nöroestetik, bir sanat eserini seyretmenin veya yaratıcı bir sürece dahil olmanın beyin üzerindeki etkilerini inceleyen, henüz fazla bilinmeyen bir bilimsel çalışma alanıdır. Peki estetik güzellik deneyimi ölçülebilir ve nesnelleştirilebilir mi?

Güzellik bir bilimselliğe dayanmamakla birlikte, onun beyin üzerindeki etkisi bilimsel olarak ölçülebilir. Dolayısıyla mesele, bir sanat eserinin güzel olup olmadığı değil, güzel bulduğu bir şeyle karşılaştığında beyinde nelerin meydana geldiğidir.

Peki beynimiz sanata nasıl tepki veriyor? Bu soruyu cevaplamak için bilim insanları, sanatsal yaratımın ve temaşanın etkilerini analiz etmek için MR’ları, EEG’leri ve diğer cihazları kullanıyor. Böylece bireylerin estetik zevkini gözlemleyip araştırabiliyorlar. Denekler sanat eserlerine baktığında veya sanatsal bir yaratımda bulunduğunda, beynin belirli bölgeleri etkinleştiriliyor ve kişi farklı sanat eserlerine bakmaya başladığında söz konusu bölgeler değişiyor. Örneğin, Van Gogh’un resimlerinden birine bakarken, hareket hissi uyandıran benzersiz tarzı nedeniyle görsel korteks aktive olur. Portrelere bakıldığında yüz tanıma ile ilgili olan fusiform lobül etkinleştirilirken, manzara resimleri ise sahnelerin ve yerlerin tanınmasıyla ilişkili olan parahipokampal girusu harekete geçirir.

Bununla birlikte, bir kişi güzelliği deneyimlediğinde beynin mutlaka aktive olan bir bölümü vardır: ödül sistemi. Güzel nesnelere bakarken insanların duyduğu haz da buradan gelir. Eserin biçimi ne olursa olsun, her türden sanatsal deneyim, seyir veya yaratım beynin ödül devresindeki etkinliği arttırır.

Bilim insanları ayrıca beynin sanatla bağlantılı özel bir bölgeyi aktive etmediğini, daha ziyade sanat eserlerini anlamak için farklı bölgeleri gayet esnek ve organize bir şekilde koordine ettiğini buldular. Bu anlama gayreti, söz konusu deneyimi bir puzzle’ı çözme çabası şeklinde yaşayan beyinde yeni sinir yolları yaratır: görsel uyaranlar duygusal hazzın merkezine nüfuz edip onu harekete geçirir ve beynin başka bölümleri bu uyaranların kökenini anlamak için koordine olur.

Peki bu bilgiler ne işimize yarayacak? Onları nasıl kullanabiliriz? İlk olarak, nesnel bir güzellik deneyiminin bulunmadığı ve her beynin kendine özgü bir yaratıcılığa sahip olduğu gerçeğini kabul etmeliyiz. Yaşadığımız kişisel deneyime bağlı olarak her birimiz beynimizde farklı nöral yollar ve devreler oluşturuyoruz, bu da nöroçeşitliliği yaratıyor. Bu araştırmalar sanatı bir çeşit terapi olarak kullanmamızı sağlıyor. Bu sanat terapisi insanların kendilerini ifade etmelerine yardımcı olmak ve sonrasında meydana gelen duygusal ve zihinsel değişimleri incelemek için yaratım tekniklerinden faydalanıyor. Örneğin, bağımlılıkları yönetmek, stresi azaltmak, kaygı ve depresyon semptomlarını iyileştirmek gibi birçok zihinsel bozukluğun tedavisinde alternatif veya tamamlayıcı olabilir… Sanatsal deneyim aslında beynin duygu, öz-farkındalık, kimlik ve hayal gücü ile ilişkili alanlarını harekete geçirir. Bunlar serotonin, dopamin ve oksitosin gibi mutluluk hormonlarını salgılayanlarla aynı alanlardır. Bu bölgelerin etkinleşmesi sadece kabul görmüş sanatçılara mahsus değildir: her türden sanatsal pratik sırasında tetiklenir.

Özetle, sanat ve sanat terapisi birçok avantaja sahiptir: 

Beyin aktivitesinin artışı, beyindeki kan akışının da artması anlamına gelir. Beynin farklı bölümlerinin aynı anda kullanılmasıyla kan akışındaki genel artış oksijen akışında da bir artışa yol açar; bu ise daha yüksek birkonsantrasyon, daha az baş ağrısı ve daha iyi bir hafızayı beraberinde getirir.

Sanatsal faaliyete katılan insanlar daha fazla dirence ve daha yüksek bir duygusal denetim kapasitesine sahipolur çünkü daha önce belirttiğimiz gibi, sanatsal aktivite beynin kimlik ve öz-farkındalık ile ilişkili kısmını harekete geçirir.

Sanatsal deneyim, ödül devresini etkinleştirerek ve mutluluk hormonları salmasına izin vererek ruh halini iyileştirir.

Bir insan sanatsal faaliyette bulunduğunda, stresle ilişkili bir hormon olan kortizol düzeylerinde önemli bir azalma olur.

Sanat, beynin farklı bölümleri arasındaki bağlantıyı harekete geçirdiğinden, duyusal düzenlemeyi teşvik ederek, motor fonksiyonların gelişimini destekleyerek ve iletişimi kolaylaştırarak otizmin ana semptomlarınıazaltmaya yardımcı olur.

Bir dahaki sefere bir sergiyi ziyaret ettiğinizde, bunu aynı zamanda kendinize iyi bakmak için de yaptığınızı unutmayın.

Çeviri: Uraz Aydın

Kaynak: https://www.artistikrezo.com/art/comment-notre-cerveau-reagit-il-a-lart.html

Görsel: David Matos

Türkiyeli Entelektüellerin Dayanılmaz Sessizliği – Vicken Cheterian

Geçen yıl 27 Eylül’de, Karabağ Ermenilerine yapılan büyük Azerbaycan saldırısıyla birlikte İkinci Karabağ savaşı patlak verdiğinde, Türkiye’deki entelektüeller sessiz kaldı. Türkiyeli entelektüeller derken devletten bağımsız olarak fikir üreten profesyonelleri kastediyorum (aksi takdirde, devlete bağlı fikir üreticileri “propagandacılar” olarak adlandırılırlar). Şimdi, üzerinden bir yıl geçtikten sonra, bu entelektüeller hâlâ sessiz kalmaya devam ediyorlar. Bu kayıtsızlık siyasi değerlendirme ve ahlaki açıdan bir takım soruları sormamızı gerektiriyor. 

Türkiyeli entelektüellerin sessizliği en iyimser görüşle Karabağ’daki çatışmanın Türkiye’yi ilgilendirmediği varsayımına dayanabilir. Bu savaş, en iyi ihtimalle, iki etnik grubun bir parça alan için tartıştığı Kafkasların uzak bir köşesinde iki “vahşi kabile” arasındadır. Sebep bu olabilir; 1988’den beri etnik Ermeniler ile etnik Azerilerin bölgenin kontrolü için Karabağ ve çevresinde çarpıştıkları doğrudur. Ayrıca bu problemin büyük ölçüde Stalin döneminin katı siyasî kurumlarının ve tepeden tabana ulus kurma süreçlerinin sonucu olduğu da doğrudur. 

Ne ki, bu tarihin sadece bir bölümüdür. Karabağ uyuşmazlığı tarihinin diğer bölümünde ise Türkiye bu sorunun bir parçasıdır ve hep bir parçası olmuştur: 2020’de Bakü’deki Türk generallerin Karabağ Ermenilerine karşı savaşmak için F16 ve Bayraktarları konuşlandırdığını hepimiz gördük. Eğer Türkiye Ermenilere karşı “Karabağ’da barış değil savaş unsuru” ise, Türkiyeli entelektüeller sağır edici sessizliklerini nasıl koruyorlar

Osmanlı Ermenilerini yok ettikten yüzyıl sonra Türkiye’nin Ermenilere karşı başka bir savaş açmasına herhangi bir entelektüelin sessiz kalması siyasi anlamda tarafsızlık değildir. Gerçekte, çatışmanın başlangıcından itibaren Türkiye Ermenistan’ın karşısında yer alıp Azerbaycan’ı destekleyerek taraflı davranmıştır. Ankara diplomatik olarak Azerbaycan’ın aldığı tavrı desteklemiş, silahlandırma yoluyla muazzam askeri yardımda bulunmuş ve binlerce Azerbaycan askerini savaş konusunda NATO usulüyle eğitmiştir. Bakü yönetimine sınırsız destek vererek Türkiye, Azeri liderlerinin konumunu sağlamlaştırmış, onları her geçen gün daha militarist yapmış ve AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) içerisindeki Minsk  Grubunun uyuşmazlığa karşı diplomatik bir çözüm geliştirmesinin baltalanmasına katkıda bulunmuştur. 

Ankara sadece Azerbaycan’a geniş siyasi ve askeri destek sağlamakla kalmamış, aynı zamanda Ermenistan üzerinde de müthiş bir baskı kurmuştur: Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana Türkiye Ermenistan’la siyasi ilişkiler kurmayı ve ilişkileri normalleştirmeyi reddetmiş, sınırları geçişi engelleyecek şekilde kapalı tutmaya devam etmiştir. Bu sınır Soğuk Savaş’tan kalan son kapalı sınırdır

Ne var ki, bu işin bir boyutu da soykırım ve soykırımın inkârıdır. Türkiye soykırıma dair ideolojisini ve soykırım inkârını Azerbaycan’a da aktarmıştır. 

20 Şubat 1988’de Karabağ çatışması patlak verdiğinde, Karabağ Ermenileri, Sovyet Azerbaycan’ından ayrılıp Sovyet Ermenistan’ı ile birleşmek istediklerini kararlı bir şekilde bildirince, “cevap” bir hafta sonra Sumgayıt kentinde Ermenilere karşı katliamlar biçiminde verildi. Bu şiddetle beraber Ermenilere karşı şiddetin ideolojik gerekçelendirmesi de geldi, bu da Ermeni Soykırımı için Türkiye’nin gerekçelendirmesinin birebir aynısıydı. Sovyet Azerbaycanı’nda “sosyalizm” ideolojisinin dağıldığı bir zamanda, Ermenilerin şeytanlaştırıldığı yeni bir milliyetçilik ideolojisi Türkiye’den ödünç alınmaktaydı: Ermenilerin herhangi bir siyasi talepte bulunma hakları olmadığı gibi Transkafkasya’da bulunmaları bile gayrimeşru görülmekteydi. Ermeniler sadece emperyalizmin ajanlarıydı ve onları “köpekler gibi” kovalamak Azerbaycan’ın hakkıydı. Bu size tanıdık geldi mi? 

Türkiye katı soykırım inkârından uzaklaşmaya başladığında, bunun Azerbaycan devlet ideolojisi haline geldiğini görüyoruz. Azerbaycan’daki devlet propagandası sadece 1915 Ermeni Soykırımı gerçeğini reddetmekle kalmıyor aynı zamanda inkârcılığın en geleneksel halini gösterip Ermenileri fail olarak nitelendiriyordu.  Resmî Azerbaycan propagandasında, Ermenilerin canavarlaştırılması devam etmektedir; Bakü’de yakın zamanda açılan utanç verici Savaş Ganimetleri Parkına bakınız. 

Neden Türkiye bu savaş çabalarında Azerbaycan’ı destekledi? Neden Türkiye bağımsızlığının ilk gününden itibaren Ermenistan’a karşı ekonomik ambargo uyguluyor? Bu 1915 Soykırımının mirası değil midir? Osmanlı Ermenilerini yok ettikten yüz yıl sonra, Türkiye Erivan’ı gerek suçun siyasî olarak tanınması gerekse herhangi bir maddi tazminat olsun, soykırımla bağlantılı her tür talepten vaz geçirmek için yeni kurulmuş bağımsız Ermenistan’a karşı mücadelesini sürdürdü. Eğer bu da Türkiyeli entelektüelleri ilgilendirmiyorsa, ne ilgilendiriyor?

Türkiyeli entelektüeller Ermenilerin yok edildiklerini çok geç, ancak 90 yıldan daha uzun zaman sonra, farkına vardılar. Ermeni Soykırımını, Hrank Dink ve onun Türkiyeli entelektüelleri hafıza kayıplarından uyandırmak için gösterdiği olağanüstü çabaları ile fark ettiler. 

O zamandan bu yana, Türkiyeli entelektüeller Hrant Dink’i anmakla yetiniyor gibi görünüyor. Tüm ahlâkî günahlarından aklanmak için “arkadaşım Hrant Dink şöyle söylemişti” demek onlar için yeterli. Türkiyeli entelektüeller tam içlerinde bir soykırım yapıldığını – oldukça geç – fark etmiş olabilirler, ancak bunun bırakın ahlâkî sonuçlarını siyasî sonuçlarını bile anlamaktan fersah fersah uzaklar. Onlar için, Ermeni Soykırımının tanınması için verilen yüzyıllık çaba ve Ermeniler için adaletin temin edilmesi Hrant Dink’le başladı ve onunla bitti.

1915’in ardında bıraktığı yoğun karanlık sadece Türkiye’de değil Kafkaslar’da da varlığını koruyor. Geçmişimizle yüzleşmeye, milliyetçiliği ve militarizmi yıkmaya, barış ve adaleti mümkün kılmaya her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Bu çabada da hâlâ Türkiyeli entelektüellerin sesini duymayı bekliyoruz.

(İngilizceden çeviren: Bürkem Cevher)

Bu yazı Agos‘ta yayımlanmıştır.

Görsel: Associated Press

Sanat, Siyaset ve Siyasal İktisadın Eleştirisi – Isabelle Garo

İlk bakışta bu çalışmanın konusu şaşkınlık uyandırabilir. Burada söz konusu olan, ilkesel açıdan birbirine tümüyle zıt olan, yahut karşılaşmaları fazlasıyla problemli olan iki gerçekliği ilişkilendirmek: sanat ile, çeşitli biçimleri altında iktisadi zenginlik – altın, para, sermaye. Ağırlaştırıcı koşul ise, bu vesileyle sanatsal faaliyete dair Marksist bir yaklaşım sunmak. Çünkü gerek bir eleştirel kültür analizi biçimini alan estetik teori şeklinde oluşturulmuş olsun, gerekse eserleri esinleyici hatta kodlayıcı bir mahiyet kazanmış olsun, böylesi bir yaklaşım, bambaşka bir tarzda olmakla birlikte, halihazırda mevcut. Bu geleneğe baktığımızda, 20. yüzyıl boyunca birbirinden farklı, hatta birbiriyle bağdaşmaz kuramlaştırmaların ortaya çıktığını görüyoruz. Bunların katkılarını veya sınırlarını –hatta açmazlarını– azımsamamak gerekir, ancak bir yenilenme ihtiyacı da söz konusudur. Dolayısıyla çağdaş Marksizmin karşı karşıya bulunduğu sınav, bu alanda da kendini gösteriyor: ekonomik ve toplumsal gerçekliğe ilişkin, araştırma alanlarını akademik bölümlenmelere göre ayırmayan, fakat sanatsal “üretimi” de iktisadi ve toplumsal bir temele indirgemeyen bütünlüklü bir analiz önermek. Yanı sıra sanatçıların –eğer varsa– siyasal ve eleştirel maksadını değerlendirmeye almak, fakat bunu yaparken de eserlerine dışarıdan böylesi bir maksat atfetmekten kaçınmak gerekir. 

Bu gerekliliklere, sanatın ve kültürün günümüzdeki durumunun göz önünde bulundurulması da ekleniyor. Sanat üretiminin daimi yenilenişinin yanı sıra, “kültür ekonomisi” olarak adlandırılan alan da derin bir altüst oluşa tabi. Bu, sanatın iktisadi ve toplumsal bütünlükle hem yakın hem çatışmalı ilişkisini derinleştiriyor ve karmaşıklaştırıyor. Sanat dalları (kimileri diğerlerinden daha yoğun biçimde olmak üzere), üretici güçlerde ve üretim biçiminde meydana gelen dönüşümlerden ve kapitalist piyasanın genişlemesinden uzun süredir etkileniyor. Ne var ki kültür ve genel olarak bilgi, kriz halindeki bir kapitalizmin oluşturucu unsurlarından biri haline gelmiş durumda. Kapitalizm bu alanlar aracılığıyla kendini yenilemeye çalışıyor; kendi mantığını buralara yayıp yeniden üretme derdinde. Aynı zamanda bu sanat-kültür faaliyetleri, tanımları itibariyle, kapitalizm tarafından sömürgeleştirilmelerine kısmen yabancı –hatta hasım– kalmayı sürdürüyor: Angajman meselesini yenileyen, onu tam da eserin kendi parasal karşılığıyla karşılaştığı noktada yeniden inşa eden yeni direniş biçimleri doğuyor. Değerin hüküm sürdüğü bir dünyanın temsili ile, dünyanın fethine çıkmış değerin temsili güçlü bir biçimde birbirini yankılıyor. 

Tüm bu bileşik nedenler, çağdaş sanat ortamıyla birlikte, bu ortamın kışkırttığı kuramsal tefekkürü derinlemesine dönüştürüyor. Çünkü eğer sanat bir toplumsal faaliyetse, mantıken, diğer tüm beşeri faaliyetlerin barındırdığı çelişkileri özgül biçimde kendi bünyesinde yaşayacaktır. Sanat üzerine düşünmenin öncelikle bizzat sanatçıların eseri olduğunu, hatta kimi zaman onların sanat üretiminin bir parçasını oluşturduğunu çok sık unutuyoruz. Sanatçının değer yasasıyla ve meta dolaşımıyla karşı karşıya kalması, bizzat sanat ve dünya hakkındaki böylesi bir tefekkürün geliştirilmesinin par excellence vesilesini oluşturur. Sırf görsel sanatları ele alacak olursak, çok sayıda plastik eserin, enstalasyonun, kurgusal veya belgesel filmin, fotoğraf çalışmasının, videonun vs. çok daha önceleri bazı sanatçılarca başlatılan bir sorgulamayı devralarak bugün kendi statüleri ve konumları, alımlanışları ve etkileri, finansman ve dağılım biçimleri gibi meselelerle tekrar cebelleşiyor olmaları çarpıcıdır. 

Esasında, yakından bakarsak, sanat ile servet arasındaki bu buluşma hayli eski ve kalıcıdır. Sanat, anlamların kolektif üretimine, mevcut toplumsal ilişkilerin meşrulaştırılmasına veya teşhirine katıldığı ölçüde, uzun zamandır servetle, onun birikimiyle ve yeniden üretimiyle karşı karşıyadır. Öncelikle altınla ve daha genel olarak değerli madenlerle karşılaşır sanat eseri, ki bu durum günümüze dek sürmüştür. Altın kendini öncelikle sanatın karmaşık ve oluşturucu bir unsuru olarak sunar: hem eserin malzemesi, hem zenginlik işareti, hem de hayranlık uyandıran bir parıltıdır. 

Rönesans’tan itibaren kimi eserler parayı, kambiyo senedini ve bunların manipülasyonunun oluşturduğu gösteriyi konu alır. Zenginliğin ve sosyal başarının imgesiyle oynayarak değerin mizanabimine[1] ve metanın eleştirisine girişirler, üstelik eser kendisinin de bir değer nesnesi ve meta olduğunu bildiği ölçüde eleştiri daha da keskin bir nitelik kazanır. Çağdaş dünyada böyle eserler çok temel çelişkileri bünyelerinde taşır – ortak miras ile özel temellük, bireyin gelişimi ile örselenmesi, sermayeye tabiiyet ile direniş arasındaki çelişkiler. Çünkü burada sorgulanan yalnızca meta mübadelesinin mantığı değil, bizzat sermayedir. Birer spekülasyon nesnesi, saf değer rezervi veya bu rezerv niteliğine sahip olacak şekilde tasarlanmış birer ürün olarak sanat eserleri, tasarlandıkları andan itibaren, birer eleştirel müdahale olarak kendilerini ilga etme tehdidiyle mi karşı karşıyalar? Sanatçılar bu küresel mantıktan kaçınabilirler mi, yoksa kendilerine özgü yollarla bununla çarpışabilirler mi? Sorularımız bunlardır ve sanatın sanat hakkındaki tefekkürünü, estetiğin geleneksel sınırlarının ötesine geçerek yenilemektedirler. 

Burada sunulan varsayımları sanat tarihinin tamamına veya çağdaş sanata yayarak genelleştirme iddiasında olmayan ve sanat formlarını değer formlarıyla karşı karşıya getiren bu tematik akış, yaratım alanında olduğu kadar kapitalizme karşı mücadele sahasında da yeni sorular oluşturmaya elverişli bir çerçeve sunuyor. Bu akış aynı zamanda yaratıcı faaliyetin, bireysel boyutunu kesinlikle gölgelemeden, bir toplumsal faaliyet olma niteliğini de gözler önüne seriyor. Bu açıdan bakıldığında, sanatın kendisi de değer yasasına tabi olmak durumunda kalan üretken emeğe yakınlaşmaktadır. Değer yasası, kültür endüstrisi ücretli emeğe dayandığı ve kendi kârlılık kriterlerini dayattığı andan itibaren artı değerin temellük edilmesini mümkün kılmaktadır. 

Bu bakımdan, göreli ve kimi zaman yanılsamalı olmakla birlikte kendi özerkliğine sahip çıkan ve onu müdafaa eden bir faaliyet ile, bu faaliyetin kapitalist işleyişe eklemlenmesi arasındaki çelişki burada da canlılığını korumaktadır. Bu alana da kendi kurallarını yayan kapitalizm, böylece kâr oranı takıntısına, haminin saf yüce gönüllülüğü ile yüksek kültür aurasını eklemektedir. Bu nedenle sanatçılar hem diğerleri gibi birer emekçidir, hem de değildir. Bu durum, kapitalist temellük ile ortak zenginliğin paylaşımı, bireysel özerklik iradesi ile kolektif özgürleşim projesi arasındaki çelişkiyi körükler. Böylesi meseleler sanat sektörünü aşarak toplumun bütününü ilgilendirir. Bugün sanat ve kültür meselesini karmaşıklaştıran tüm bu nedenlerle ve hem sanatsal yaratıma dışsal her türlü estetik tasarımdan kaçınmak hem de basit bir durum tespitine düşmemek için, kimi eserlerin söylemini, gerçeklikle yüzleşmenin bu diğer biçimiyle, yani siyasal iktisadın eleştirisiyle ilişkilendirmek daha uygun göründü. Söylediğimiz gibi kurulan bu paralellik herhangi bir indirgeme içermiyor ve gerçeklik ile bu gerçekliğin parçasını oluşturan bilinç biçimlerinin alt bölümlere ayrılmasından kaçınmayı hedefliyor. “Siyasal iktisadın eleştirisi” ifadesinin bizzat Marx’ın özgün katkısına işaret edip onu özetlediğini belirtelim. Kapitalizme dair, onun devrimci dönüşüm projesini de içeren bilgiyi ifade ediyor bu. Fakat aynı zamanda, bu alandaki bilgiye bağlı olan ve bireysel ve kolektif bir özgürleşim sürecini içeren bir devrimci projeye de işaret ediyor. Ayrıca eklemeliyiz ki bu özgürleşim süreci söz konusu projenin hem hedefini hem de koşulunu teşkil etmektedir. Bu zorlu ve belirsiz dinamik, kapitalist üretim biçiminin asli çelişkilerinin siyasallaştırılmasını gerektirir. Dolayısıyla siyasal iktisadın eleştirisi de kendi etkileri üzerine tefekkürü içerir; hem kendi gerçekleşme koşullarının analizi, hem de oluşmasına katkıda bulunduğu ve aynı zamanda da beslendiği hareketler aracılığıyla. Burada da alımlama aktif, yaratım kolektiftir. 

Böylece, çeşitli kesişme noktalarıyla birbirine bağlanan, özdeşleşmeden iç içe geçen bu iki eksen, sanatçının üretim ve mübadele dünyasındaki yerini düşünmeye ve tanımlamaya gayret ettiği istisnai anları açığa çıkarmayı sağlar. Bu vesileyle sanatçı, ürettiği eserlere dışsal olan bir uzmanlaşmış söylem inşa etmeden sanatsal faaliyeti kuramlaştırır. Sanat ile sanat söylemi arasındaki karşıtlıktan uzak biçimde, bizzat eserlerin konuşmasına izin vermek, hiç şüphesiz hem kendileri hakkında hem de kendilerini doğuran sanatsal faaliyet hakkında konuşmalarını sağlamaktır.

Bu üretim ve icat işlemi her daim tamamlanmış eserin ardında kaybolur. Yaratım sürecinin bu şekilde gözden yitimi, kendisi de neticesi olduğu canlı emeği, nevi şahsına münhasır biçimde hem açığa çıkaran hem de gizleyen metanın gizemini ikiye katlar. Bu nedenle böylesi bir tefekküre tanıklık etmiş çok sayıda eser arasından seçilmiş kimilerini dikkatlice analiz etmek gerekmektedir. Bazı özgül örnekler seçerek, kelimenin geniş anlamıyla plastik sanatlarla ilgileneceğiz: dinî veya define ilişkin nesneler, freskler, tahta ikonalar veya tuval üzerine resimlerin yanı sıra çağdaş enstalasyonlar ve belgesel yahut kurgusal filmler. Her halükârda analiz ekseni olarak eserin tekanlamlı bir figürasyondan müteşekkil olduğu ilkesinin reddi, temsilin diyalektiğinin altını daha fazla çizmeyi amaçlar. Bu ise, söz konusu diyalektiği zenginliğin ve paranın temsilinin Marksist analizine bağlamakla mümkün olur. Çünkü bu Marksist analiz, tam da böylesi bir diyalektiği seferber eder ve o kocamış fakat yeri doldurulamaz “temsil” kavramını, felsefi doğum yerinden hayli uzaklarda radikal biçimde yeniler. 

İlk bölümde Marx’ın sanatsal faaliyet hakkındaki tezleri üzerinde duruluyor. Bu faaliyet iktisadi ve toplumsal bütünlüğe dahildir fakat bir yandan da onun ellerinden kaçıp gider. Belirtmek gerekir ki Marx’ın analizi, ilk projesi Hıristiyan sanatı üzerine bir denemeden oluşmakla birlikte, hiçbir zaman uzmanlaşmış bir estetik olarak teşekkül etmez. Daha sonraki tüm çalışmaları boyunca kapitalist üretim biçimine ve komünist perspektife girift biçimde bağlanan farklı bireysel gelişim biçimlerini biteviye mukayese edecektir. 

İkinci ve üçüncü bölümler bazı eserler ve sanat tarihinin belirli uğrakları üzerinde durup bunları eserin malzemesini oluşturan altın ve değerli madenlerle ilişkili biçimde ele alıyor. Aynı zamanda bu eserler paranın temsiliyle ve hâkimiyetini dayatıp mantığını yaydığı andan itibaren sermayeyle de bağlantılı olarak değerlendiriliyor. Bu uzun tarih boyunca kimi sanatçılar hem faaliyetlerinin koşulu hem de hiçbir zaman tamamen kazanılmamış özerklikleri üzerinde tehdit oluşturan sermaye meselesini irdeliyor. Eserin kendi hakkındaki tefekkürü hem dünyaya açılımının koşulu hem de, kimi zaman, özgül bir müdahale yöntemi haline geliyor. 

Dördüncü bölüm ise kültürün ve bilginin ekonomisi üzerinde duruyor. Böylece, değer meselesini ve kimi eserlerin bununla cebelleşirken bizzat kendi tanımlarıyla yüzleşmek durumunda kalışını ele alan soruşturma, çağdaş siyasal iktisadın eleştirisi alanında sürdürülüyor. Bilişsel kapitalizmin, neoklasik akımın ve Marksist yönelimli çalışmaların tezlerinin çarpıştığı bu tartışma iktisadi ve toplumsal meselelerin, siyasal ve antropolojik kapsamlarıyla eklemlendiği geniş ve çoklu boyutlar sunuyor. Bu alanda geliştirilen analizler yenilenmiş bir angajman sorunu şeklinde tekrar çağdaş sanatçıların ve izleyicilerin karşısına çıkıyor.

Çeviri: Uraz Aydın

Bu metin yazarın L’Or des images, Art-Monnaie-Capital [İmgelerin Altını, Sanat-Para-Sermaye] isimli kitabının (La Ville Brûle, 2014) giriş kısmının tercümesidir. Kaynak www.contretemps.eu

Bu çeviri ilk olarak e-skop’ta yayımlanmıştır.

Görsel: Quentis Metsys, “Tefeci ve Karısı”, 1514, detay.

(1)  Mizanabim veya mise en abyme çeşitli sanat dallarında bir anlatının veya imgenin içine yine kendisini yerleştirmeye dayalı bir tekniktir (film içinde film yahut resim içinde resim gibi). Burada kendisi de değer içeren bir eserin içinde değerin temsil edilmesine gönderme yapılıyor – ç.n.


Gelecek: Ani Seller ve İklim Krizine Dayalı Mutenalaştırma- Phil Hearse

23 Ağustos’ta Yokoluş İsyanı (XR- Extinction Rebellion), iklim değişikliği konulu COP26 konferansı öncesinde, Londra’da hükümetin fosil yakıtlara, özellikle de Orkney’nin batısındaki planlanmış Cambo petrol sahasına ve Whitehaven yakınlarındaki Cumbria kömür madenine yönelik verdiği aralıksız desteğe karşı iki haftalık bir eylemler dizisi başlattı.

XR eylemlerinin başlamasından hemen önce Tennessee’deki ani sel ve ABD’nin doğu kıyısında dev bir tropikal fırtına meydana geldi. Bu yaz dünyanın dört bir yanındaki ani seller ve devasa fırtınalar, denizlerin ısınması ve küresel ısınmayla doğrudan bağlantılı. Küresel sıcaklık artışları fosil yakıtların kullanılmasının keskin bir şekilde azaltılması ve nihayetinde ortadan kaldırılmasıyla sınırlandırılmadığı sürece seller ve fırtınalar, tıpkı orman yangınları gibi daha da şiddetlenecek. Önümüzdeki hafta XR eylemleri, şirket değerinin tahmini %30’unun fosil yakıt kapitalistlerine bağlı olduğu Londra Menkul Kıymetler Borsası’nın mekanı olan City of London’a taşınacak.

21 Ağustos’ta, küçük Tennessee kasabası Waverley’i vuran sel baskınları, çoğunlukla toplu konutların bulunduğu Brookside’daki evlerin çoğunu yok etti. Son raporlarda 22 ölü ve düzinelerce kayıp olduğu söylendi. Ertesi gün BBC’de saat 10 haberlerinden bunu öğrenme imkanınız yoktu, çünkü bildirilmedi, her ne kadar doğu kıyısının geniş bir bölgesine yaklaşan Henri tropikal fırtınası haberciler tarafından takip edilmiş olsa da. Her iki olayın da kaynağı aynı; bu yaz Akdeniz ve Sibirya’daki yıkıcı orman yangınlarının da ironik bir şekilde ana nedeni olan yükselen deniz sıcaklıkları. Bu yangınlar Antalya ve Bodrum gibi Türk tatil beldelerine büyük zarar verdi ve ta Cezayir’deki dağ ormanlarını perişan etti. Yeni küresel ısınma krizinde yağmur ve ateş bir arada. Bu yaz uluslararası sel felaketlerinde 1000’den fazla kişi öldü.

Müteahhitler ve emlakçılar, kapitalist sınıfın rüşvetçi kesimleri arasındadır. Şimdi iklim krizine öngörülebilir bir yanıt buldular: Mutenalaştırma [gentrification/soylulaştırma]. Bu mutenalaştırmanın aldığı biçim, yoksul insanları daha yüksek yerlerden, sel ve tropikal fırtınalara karşı daha az savunmasız olan bölgelerden uzaklaştırmak, onları kiralık mülklerinden vazgeçmeye veya sahip oldukları mülkleri zenginlere satmaya zorlamak.

İklim krizi sebepli mutenalaştırma konusunda büyük bir tatbikat 2006’daki sel felaketinden sonra New Orleans’ta gerçekleştirilmişti. Mutenalaştırmanın buradaki kilit biçimi, çoğunlukla Siyahların oturduğu işçi mahallelerinin müteahhitler tarafından basit bir şekilde ele geçirilmesiydi; sel felaketiyle birlikte bu mahallelerin sakinlerinin sigortasız mülkleri harap olmuş ve dolayısıyla geri dönüşlerini imkânsız hale gelmişti. 

Ama yoksullar ve Siyah aileler gittikten sonra selden kurtulan evlerin fiyatlarının artmasıyla ikinci bir soylulaştırma dalgası geldi. CNN, Mississippi nehrinin yakınındaki yüksek bir yerde, bir evde yaşayan orta yaşlı bir kadın olan Ross Dyson’ın emlak vergisinin yılda 4.000 dolara yükselmesiyle evinden sürüldüğünü bildiriyor. İronik olarak, ABD’de vergi, Birleşik Krallık’taki sisteme çok benzer şekilde, bölgedeki evlerin değerine göre hesaplanıyor. Daha zengin, beyaz insanlar taşındıkça, yüksek arazilerdeki evlerin değeri arttı ve dolayısıyla 2006 selinden kurtulacak kadar şanslı olan yoksul insanların orada oturması çok daha zor hale geldi. Selden önce Ross Dyson’ın yaşadığı bölge %79 Siyahtı, şimdi %71 beyaz.

İklim değişikliğine dayalı mutenalaştırma Miami’ye de geliyor. Şehir son zamanlarda kasırgalar ve diğer tropik fırtınaların neden olduğu seller yaşadı ve en kötü etkilenen kıyı şeridi oldu. Zengin insanlar, daha önce çok revaçta olan kıyı şeridindeki mülklerinden uzaklaşmak ve yukarıya doğru taşınmak istiyor ve Haiti’den gelen yoksul göçmenlerin artan kiralar ve yıllık emlak ücretleri ile mücadele ettiği Küçük Haiti olarak bilinen bölgeye yerleşiyor. San Francisco’nun soylulaştırma örneğinin gösterdiği gibi, bu artan ücretler hanelerin yanı sıra küçük işletmeleri de vurdu, birçok yerin tüm doğasını değiştirdi, küçük dükkanları ve restoranları kovdu ve yerine Starbucks ve McDonalds geldi.

Kolayca su basan bölgelerden uzaklaşmak küresel bir fenomen haline geliyor, ancak birçok bölgede bu, yoksullar veya kent emekçileri için imkansız olacak. Her durumda, selin tam olarak nerede meydana geleceğini hesaplamak zordur. Örneğin, Londra’daki sel riski artık Thames ve kendi alanlarından taşan diğer nehirlerle sınırlı olamaz. Londra’nın Walthamstow semtinde, nispeten yüksek bir zeminde meydana gelen ağustos selleri, semtin Lea Nehri’ne olan yakınlığından ziyade ani seller ile başa çıkmak için yetersiz olan drenajla ilgiliydi.

25 Temmuz’da, dokuz Londra metro istasyonu ani sel nedeniyle kapanmak zorunda kaldı. Yolcular aniden istasyondan geçen ve bariyerleri sulan altında bırakan sağanak yağmurla karşı karşıya kaldılar. 25 Temmuz’daki ani sellere neden olan şiddetli yağmur, uzun bir sıcak hava dalgasının ortasında kısa bir araydı – tıpkı Belçika’daki kayıplarla birlikte 300’den fazla insanın hayatını kaybettiği, Kuzey Ren Vestfalya ve Rheinland Pfalz’da Temmuz ayı başlarında meydana gelen seldekine benzer tipik bir döngüydü bu da. 

2020’de İngiliz hava durumu iklimin nasıl değiştiğini gösterdi: Met Office tarafından hazırlanan bir rapor, 2020 yılının şimdiye kadar kaydedilen en sıcak, beşinci en yağışlı ve sekizinci en güneşli yıl olduğunu ortaya koydu. Isı dalgaları ve yıkıcı seller birlikte gelip gidiyor.

Aşırı sıcaklık ve aşırı yağış arasındaki etkileşim dünyanın farklı yerlerinde farklı olacak. Sahra Çölü, Cezayir kıyı tepelerine ve Yunan kırsalına saldırmak için kuzeye doğru ilerlerken, ısının yağış miktarını aşması muhtemel. Ancak Kuzey Avrupa gibi yerlerde aşırı sıcaklık ve aşırı yağışın yakın bir şekilde etkileşime girmesi muhtemeldir.

Almanya, Hollanda ve Belçika bu yaz aşırı yağış alan yegâne yerler değildi. Çin’in orta kesiminde, başta Zhengzhou kentinde olmak üzere selde 300’den fazla kişi öldü ve 14 kişi kaçamadıkları bir metro tren vagonunda boğuldu.

Çevreci ve sosyalist hareketlerin ani sellere tepkisi ne olmalıdır? Bu yaz yaşanan olaylar, doğrudan küresel ısınma sorunuyla cebelleşmek dışında genel bir çözüm olmadığını gösteriyor ve bu da emisyon hedeflerine ulaşmak, fosil yakıtları rüzgâr enerjisi gibi sürdürülebilir alternatiflerle değiştirmek anlamına geliyor. Ancak bu, hızla çözülemeyecek uzun vadeli bir projedir. New Orleans’ın hayli dramatik şekilde gösterdiği gibi, muhtemelen yoksullardan ve işçilerden oluşacak olan sel mağdurlarına yardım etmek için burada ve şimdi pratik çözümlere ihtiyacımız var.

İngiltere’deki ilk konu arazi ve taşkın yönetimidir. Bu, ağaç dikmeyi, turbalık araziyi restore etmeyi ve aynı zamanda sel suyu yönetimini içerir ve bu da çiftçilere sel sularını topraklarında depolamaları için ödeme yapmak anlamına gelir. Diğer seçenek, tüm sel sularının nehirlere akması ve feci etkilerle kasabaları ve köyleri süpüren aşağı yönde muazzam sel darbelerine neden olmasıdır.

Arazi ve sel suyu yönetimi, kasabalara ve şehirlere yönelen tüm sel baskınlarını durdurmaz, bu nedenle sel savunma planları hayati önem taşır. Hükümet 5,2 milyar sterlinlik bir sel savunma planı açıkladı, ancak ne kadar inşa edildiğini göreceğiz. Bu planların çoğu, bir topluluğu, bir bölgeyi savunurken sorunu bir sonraki topluluğa öteleme dezavantajından mustariptir.

Üçüncü soru kentsel drenajdır. İngiliz kasabalarındaki drenajın çoğu, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki büyük belediyeleşme döneminde inşa edildi. Kasabalar ve şehirler artık çok daha büyük ve milyarlarca dolara mal olan devasa bir değişim süreci gerekiyor.

Dördüncü konu sigortadır. Sel felaketi olan birçok bölgede sigorta yaptırmak mümkün değil. Evler, mobilyalar ve eşyalar hasar gördüğü için bazı haneler her yıl büyük faturalarla karşı karşıya kalıyor. Sigorta şirketleri, müvekkillerini önemli taleplerde bulunduklarında onlardan kurtulmak yerine fiilen sigortalamaya mecbur bırakılmalıdır. Bu süreç çok sayıda işletmeyi ve ev sahibini, örneğin sigorta şirketlerinin düzenli olarak ödeme yapmaktan kaçınmanın yollarını bulduğu, çöküntüden etkilenen mülklerde yaşayan yüz binlerce kişiyi etkiler.

Genellikle küresel ısınmadan kaynaklanan su baskını tehditleri üzerine yapılan araştırmalar, yükselen deniz seviyelerine odaklanmıştır. Ancak sel baskınları, tropikal fırtınaların sayısındaki artışla aynı küresel ısınma sürecinin bir parçasıdır. Bu esas olarak denizin uyarısıdır.

Çok sayıda yorumcunun işaret ettiği gibi, COP26 konferansına ev sahipliği yapan İngiliz hükümeti, hedef ve vaatlerde uzun ama eylemde kısa bir performansa sahip. Önerilen Cambo petrol sahası, İngiltere’nin onlarca yıldır petrol üretip ihraç etmesi anlamına gelen dev bir girişim. Yeşil enerjiye geçiş yaparken fosil yakıtlara ihtiyacımız olduğu argümanı, gelecek hafta Londra Şehri’nde XR eyleminin hedefi olacak olan fosil yakıt kapitalistlerinin muazzam gücünü yansıtan bir dolandırıcılıktır.

Çeviri: Rıfat Hasret

Kaynak: https://anticapitalistresistance.org/the-future-flash-floods-and-climate-gentrification/

Görsel: Çin, Zhengzhou’daki ani sel baskını, Visual China Group via Getty Images

Sosyal Medya ve Sol: Tiktok Nereye Düşer? – Emre Tansu Keten

Sendika.org tarafından hazırlanan “Dijitalleşen Dünya Değişmeyen Mücadele” başlıklı dosyaya İmdat Freni editörü ve yazarı Emre Tansu Keten’in yaptığı katkıyı sitemizde yayınlıyoruz.

TikTok, son yılların belki de en çok tartışılan sosyal medya uygulaması oldu. Bir yandan bazı devletler, bu uygulamanın ahlaki bir tehlike barındırdığını iddia eder, Hindistan, Pakistan gibileri kendi sınırları içerisinde bir dönem TikTok’u yasaklarken, ABD başta olmak üzere bazı ülkeler ise Çinli bir şirkete ait olan bu uygulamayı bir ulusal güvenlik meselesi haline getirdi. Trump’ın giderayak TikTok’la ettiği kavga herkesin hatırındadır. Sosyal medya alanının çok büyük bir bölümünü elinde tutan ABD, her nasılsa birden kişisel verilerin gizliliğinin ve mahremiyetin önemini kavramıştı. Ancak bu kavga şu an için sonuçsuz görünüyor.

TikTok’un Türkiye’deki serüveni ise, “ayaktakımı”nın İnternet’e üşüşmesi olarak algılandı. Twitter ve Instagram’daki “cool” hesaplarından “ibretlik” TikTok videoları paylaşanlar, bir yandan bu içerikleri üreten insanları aşağılarken, aslında bir yandan da TikTok fenomeninin yayılmasına yardımcı oldu. Ortalama sosyal medya kullanıcısı bu içerikleri “varoş” diye nitelerken, muhafazakârlar ahlaki bir yozlaşmadan, solcular ise hayallerindekinden çok farklı bir işçi sınıfıyla karşılaşmaktan dolayı öfkeye kapıldı. Çalıştığı süt ürünleri fabrikasında süt banyosu yapan işçinin videosu örneğin, herkesin kendi durduğu yerden kendi taşını attığı bir nefret nesnesi haline geldi.

Ancak aradan geçen birkaç senede, TikTok’a yönelik bu nefretin dozunun bir nebze azaldığını, uygulamanın kendi meşruluk alanını genişlettiğini söyleyebiliriz. Artık TikTok’ta ünlenen ve bu sayede para kazanan influencerlar var örneğin. Para kazanmanın her şeyi meşrulaştırdığı geç kapitalist çağımızda, artık bu yolda ilerlemek isteyenler profillerine TikTok bağlantılarını da ekler hale geldi. (Kim bilir birkaç sene öncesine kadar kaçı bu uygulamayı aşağılıyordu?) Başka bir açıdan bakarsak da, Instagram’ın TikTok’un formatını çalarak oluşturduğu Reels videoları, bu mecrada kusulan TikTok nefretinin aksine kısa sürede büyük bir ilgi gördü, anında sahiplenildi.

Bunun yanı sıra, emekçilerin işyerlerinde, kadınların görünmeyen emeğin işlik sahası olan evlerinde, kağıt toplayıcılarının sokaklarda çektikleri videolar, aşağıdan politika üretme derdinde olanlar için ilgi odağı haline geldi. İşçi sınıfı bu uygulamada günden güne daha görünür olmaya başladı. Ayrıca, son dönemde bir fenomen haline gelen “AKP çocukları”nın zenginliğini görmemiz konusunda da TikTok epey yardımcı oldu. AKP’li yöneticilerin akrabaları ya da bir şekilde parti sayesinde haksız şekilde zenginleşmiş olan yeniyetmeler için bu uygulama bir nevi ifşa alanı olarak işlev gördü. Onlar zenginliklerini teşhir etmenin havalı bir şey olduğunu düşünürken, bu videoların toplamı politik bir olguyu ortaya koydu. AKP’li yöneticiler, teşhiri abartan bazı isimler hakkında açıklama yapmak zorunda kaldı.

Bu yazıda, bütün bu anlattıklarımız bağlamında, TikTok’un sosyal medya alanında nereye denk düştüğünü, bu uygulamanın sol siyaset açısından nasıl imkânlar taşıyabileceğini ve bunun sınırlarını tartışmaya çalışacağım.

TikTok ve diğerleri

2016’da kurulan ve 2017’de dudak senkronizasyon uygulaması Musical.ly ile birleşmesiyle atak yaparak üye sayısını 500 milyona çıkartan TikTok’un kısa sürede bu denli popüler olmasını sağlayan şey, aslında diğer bütün sosyal medya mecralarını da popülerleştiren aynı itki: içerisinde bulunduğumuz sosyal medya çağında, kimsenin kendisini bu alandan uzak tutma gibi bir lüksünün bulunmaması. Çevrimiçi olmayanın, fiziki varlığının da tartışıldığı böyle bir dönemde, herkesin kendi meşrebince, mekânın bir köşesinde kendine yer bulma çabası oldukça anlaşılır bir şey. TikTok da, sürece daha geç adapte olmuş insanlar için, oldukça elverişli bir mecra olarak işliyor. New Yorker’dan Jia Tolentino’nun aktardığı gibi TikTok aslında tam anlamıyla bir sosyal medya gibi de çalışmıyor.

Instagram veya Twitter’ı düşündüğümüzde, bu mecralarda bir sanal benlik oluşturmanın para, zaman, efor, kültürel sermaye açısından karşılığı yoğunken, TikTok, belirlediği algoritmalarla, kullanıcılarına verdiği görevlerle ve şarkı söylemek, dans etmek ya da taklit etmek ağırlıklı içerik tarzıyla bir video fabrikası gibi çalışıyor. Şirketin geliştirdiği algoritmalar, “sizin için” ya da “keşfet” bölümlerini, kullanıcıların ilgilerinden çok kendi stratejisi üzerinden kurguluyor. Yeri geldiğinde, kullanıcıların tutacağı düşünülen içeriklerini akım hâline de getiriyor. Şirket, milyonlarca kullanıcıya, kolaylıkla kopyalanabilen görevler veriyor. Böylece doktor veya avukat olmanıza, bunların getirdiği simgesel sermayeye bel bağlamanıza, vücudunuzu geliştirip, en güzel kıyafetlerle,  en prestijli mekânlara gitmenize gerek olmadan, sadece bedeninizle var olabileceğiniz ve böylece yüzbinlerce kişi tarafından görünür olma şansına erişebileceğiniz bir sahne sağlıyor TikTok.

Bu da beraberinde seri üretime benzer bir şekilde bir aynılaşma, tektipleşme getiriyor. Algoritmalar ve genel işleyiş, aslında sizin yaratıcılığınıza ve özgünlüğünüze ihtiyaç duymuyor. Akım’a dahil olup var olabilmenizi, kendinizi gösterebilmenizi sağlayan sonsuz bir akış söz konusu. Binlerce takipçiniz olmasa bile birilerinin karşısına çıkabileceğiniz bir formattan söz ediyoruz. Bu, TikTok’a katılmanın cazibesini artıran bir şey. Ancak tabiî ki, bazı içerikler diğerlerinin önüne geçiyor. Burada da birtakım iyi fikirler ya da sergilenen şeylerin albenisi etkili oluyor.

TikTok özelinde öne çıkan tektipleşmenin diğer sosyal medya mecralarında olmadığını iddia edemeyiz. Kullanıcılarına daha geniş bir hareket alanı tanıyan Twitter ve Instagram gibi uygulamalarda da benzer bir aynılaşma, formatın ya da ana akım kullanım tarzının içeriği belirlemesi durumu var. Örneğin, Twitter’ın anonim hesap furyası da belli bir mizah kalıbını, fotoğraf kurgusunu, paylaşım standardını ana akım haline getirdi. Arkadaşlarla veya aileyle yapılan WhatsApp konuşmalarının ekran görüntüleri her gün defalarca karşımıza çıkıyor bu mecrada. Ya da tutan bir espri kalıbının anında binlerce tıpkıbasımı ürüyor. Instagram’da standartlaşan bir fotoğraf estetiğinin, bir hikâye paylaşım şeklinin varlığı üzerine onlarca yazı yazıldı. Üstelik bu mecraların kullanıcıları, üzerinden çok zaman geçmeyen bir tarihte, bu uygulamalar kullanıma açıldığında, direkt olarak bu kullanım alışkanlıklarının içerisine doğmadı, belki ciddi bir kısmı zihnen bu mecraların mantığına direndi, ancak zaman içerisinde bu mecraların içerisinde doğan kültür bir meşruiyet çerçevesi oluşturdu.

Yıllar öncesine dönüp bir şimdiye bakma olanağımız olsa, içerisinde nefes aldığımız alanları garipsemeyeceğimizin bir garantisi yok. Aynı şey TikTok için de geçerli. Nasıl ki, Twitter anonim hesaplar açıp, gündelik hayatımızın birçok alanından fotoğraflar paylaşmamıza, özel hayatımızın ayrıntılarını hikâyeleştirmemize ya da Instagram yediğimiz içtiğimizi sergilememize, gittiğimiz her mekânı story’lerde göstermemize olanak sağlayan bir meşruluk alanı yarattıysa, TikTok’ta üretilen içeriklerin de böyle bir meşruluk alanında, geri besleme ve etkileşimle üretildiğini akılda tutmamız gerekiyor. Üstelik, girişte bahsettiğimiz gibi, TikTok bu meşruiyet alanını genişletiyor. Gerek TikTok’a akın eden influencer adayları, gerekse Instagram’ın Reels özelliğini devreye sokması bunun göstergesi. Erving Goffman’ın dediği gibi: “Bir dönem şarlatanlık kabul edilen profesyonel etkinlikler on yıl içinde meşru bir meslek haline gelebilir. İçinde bulunduğumuz toplumda kimi seyircilerin meşru kabul ettiği bir etkinliğin başkaları tarafından sahtekârlık kabul edildiğini görürüz.”[1]

Evet, TikTok’u yaratan bir toplumsal dönüşüm olgusundan bahsedebiliriz, ancak bu, bütün toplumu etkileyen, onun farklı kesimlerini farklı şekillerde dönüştüren aynı olgudur.

“Ucube” söylemi

Yukarıda değindiğimiz gibi, TikTok’un ortaya çıkması ve o güne dek sosyal medyada karşılaşmadığımız kesimlerden insanların buna ilgi göstermesiyle birlikte aşağılayıcı bir söylem de peşinden geldi. Diğer mecralarda varoş[2] ve cringe kelimeleri havada uçuşurken, bu olguyu bilimsel ya da entelektüel bir temelde anlama iddiasıyla ortaya çıkanlar da “ucube” kavramını dolaşıma soktu. Araştırma nesnesini anlamak yerine yargılayarak yola çıkan bu metinler, TikTok videoları ile 16. yüzyılın ucube gösterileri (freak show) arasında benzerlikler kurdu, tuhaf ve yadırgatıcı olanın ilgi çektiğini söylediler.

Oysa bu iki açıdan yanlış bir tespitti. Birincisi, dönemin “ucube” gösterileri nadir rastlanan, özel hastalıklara sahip insanların (fil adam, ıstakoz çocuk, iskelet adam) “sergilenmesi”ni niteliyor. TikTok videolarında şarkı söyleyen, dans eden ya da kafasına estiği gibi kendisini çeken insanları bu gösterilerle özdeşleştirmek olsa olsa aşağılayıcı söylemi besleyen, kibirli bir bakış. İkinci olarak ise günümüzde, “ucube”liğin değil normal olanın, hatta normal olanın içerisinde saklı olanın bir haz kaynağı olarak öne çıktığı söylenebilir. Aksi takdirde, gerçekte ünlü olmayan, herhangi bir yeteneğiyle ya da mesleğiyle ün kazanmamış ve oldukça “normal” insanların bir milyonu aşkın takipçi toplamasını da, “Stalk” mefhumunun bu denli önem kazanmasını da açıklayamayız. Kendi normalimizi paylaştığımız kadar, diğer normallerin de önem kazandığı ve içerisine aldığı her şeyi çok kısa bir süre içerisinde normalleştiren bir âlem sosyal medya.

Bu hattan ilerlediğimizde, Mihail Bahtin’in karnavala yüklediği bazı anlamların TikTok’u açıklayabileceğini düşünüyorum. Bahtin, Orta Çağ dönemi insanlarının ikili bir yaşam sürdüğünü söyler. Birinci boyut, dönemin havasıyla birlikte düşünüldüğünde, ciddi ve asık suratlı olan boyuttur ve hayatın büyük bölümünü esir alır. Diğer boyut ise gülmeyle, kahkahayla tanımlanır ve karnavallarda ortaya çıkar.[3] Çeşitli maskelerle, danslarla, oyunlarla bezeli karnavallarda insanlar, her türlü resmi hiyerarşi, kültürel kod ve sosyal baskıdan arınırlar. Burada ortaya çıkan, halkın ciddi yaşamında bastırdığı şeyler, yani küfür, müstehcenlik, aşağılama, kabalık ve aşırılıklardır. İletişim bilimci John Fiske de, popüler kültürün her zaman için kaçamak, utanılacak, kaba ve dirençli öğeler barındırdığını not eder.

Bahtin’in burada gördüğü sistem dışına çıkma potansiyelinin TikTok’ta var olduğunu söyleyemesek de, TikTok’un, kullanıcıları için, sosyal baskı ve egemen ahlak kodlarının dışına çıkmaya fırsat veren sürekli bir karnaval olarak işlediğini iddia edebiliriz. Bunu belki de en iyi şekilde BBC Türkçe’nin “TikTok’un İki Yüzü” videosunda konuşan Zeynep Yatkın’ın sözleri açıklıyor: “Bir insanı güldürüyorsun yani, bundan güzel bir şey olabilir mi? (…) Gençliğimizde duygularımız hep bastırıldı. Bastırıldığı için böyle çıkıyor belki de. Gençliğimiz Kur’an kurslarında geçti. (…) O halden bu hale gelince insanlar ‘sen çarşaflıydın, dinden çıktın’ diyorlar. Çünkü biz de öyle görüyorduk.”[4] Muhtemelen TikTok fenomeni olma yolunda ilerleyen pazarcılar, otobüs şoförleri, muavinler, berberler, inşaat işçileri de pek farklı düşünmüyordur.

Emekçiler ve TikTok

Sadece Türkiye’de değil, dünyanın birçok ülkesinde TikTok işçi sınıfının kendisini ifade ettiği bir alan haline geldi. Hatta bazı yazarlar bunu “proleter kamusal alan” olarak da tanımlamaya başladı. TikTok’un yukarıda andığımız algoritmik yapısı, içerik üretmek için oldukça kolaylık sağlayan arayüzü ve “akım”larla insanların birbirlerini cesaretlendirmesi bunu yaratan etkenlerin başında geliyor.

Denebilir ki, Instagram’ın teşvik ettiği ana akım format, üretilen içerikleri coğrafi ve mekânsal olarak ne kadar merkezileştiriyorsa, TikTok’un açtığı alan o oranda dağıtıyor. Urfa’nın tarlalarından Kayseri’nin fabrikalarına, büyükşehirde olsa da görünmez olan inşaat şantiyelerinden küçük tekstil atölyelerine kadar birçok mekân, belki de başka türlüsü mümkün olmayacak oranda, siber âlemde görünür oluyor.

Ayrıca yine Instagram’ın tam tersine, burada bedenler, “gösterişsiz beden” diyebileceğimiz bir tarzda var oluyor. Geçtiğimiz aralık ayında Karşı Sanat’ta açılan ve emekçilerin TikTok’a yükledikleri videolardan oluşan “TikTok’un Emek Sineması” başlıklı serginin küratörü Ezgi Bakçay’ın sözleriyle: “Emek-bedene bahşedilen duygu ve duyu dünyası çok sınırlı. Yani ne beklersiniz? Güçlü kuvvetli olmasını, sebatkâr olmasını; en fazla direnmesini ve başkaldırmasını… Ama burada oyun oynayan, haz alan, başka türde bir itiraz geliştiren işçilerle karşılaşıyoruz. Burada işçi sınıfına bahşetmediğimiz yepyeni bir kendini inşa etme alanı var. Mesela bedenlerin güzelliğinden bahsetmek, işçi bedene en son atfedilecek şey değil mi? Aslında acıların yıprattığı bir bedendir o. Çalışma şartlarının ne kadar zor olduğunu atlamadan, oradaki sömürü koşullarını reddetmeden, bunların içerisinden yarattığı kendine saygıyı, kendine kendi hakkını verme halini çok sevdik.”

TikTok, aşağıdakiler için sosyal medyada kendisini olduğu gibi var edebildiği bir sahne olmasının yanı sıra, politik eleştirisini dolaşıma sokabildiği bir mecra olarak da işliyor. Örneğin, pandemi politikalarına isyan eden TIR şoförü, ayçiçek yağının fahiş fiyatlara gelmesini düzenledikleri mizansenle tiye alan aile, -daha lüks bir dert gibi gözükse de- Türkiye Cumhuriyeti pasaportunun yaşadığı itibar kaybını kendi meşrebince anlatan genç çift, eleştirilerini bu platformda kurgulayan ve mesajları kısa sürede yaygınlaşan örnekler. Üstelik bunlar, politikadan çok uzak, sadece saçma sapan videolarla dolu olduğu düşünülen bir platformda gerçekleşiyor. Oysa, Sedat Peker videolarının konu ya da malzeme edildiği TikTok içeriklerinin toplam izlenme sayısının 20 milyonu aşmış olması bile bize başka şeyler söylüyor.

TikTok ve aşağıdan siyaset

Zoe Williams, The Guardian’daki yazısında tam da bu durumdan söz ediyor. TikTok müptelası ergenlik çağındaki çocuklarının bu mecrada sadece eğlendiğini düşünürken, George Floyd cinayeti hakkında kendisinden daha fazla şeyi, daha doğru şekilde bildiklerini ve kolluk kuvvetleriyle devlet arasındaki ilişki konusunda oldukça isabetli fikirler edindiklerini anlayınca şaşırıyor.

Joshua Citarella’nın aktardığı gibi, TikTok siyasi kimliğin henüz oluşmakta olduğu yaşlara hitap eden ve en çok bu yaş aralığındaki gençler tarafından kullanılan bir platform. Neoliberal politikaların yarattığı daha eşitsiz, daha yoksul, daha kötümser ve daha kutuplaşmış dünya ahvali, başta gençler olmak üzere insanları daha radikal fikirlere kulak vermeye iterken; liberal söylem, sosyal medya platformları ile aşırı sağın büyümesi arasında doğrudan bir ilişki tespit edip ve bu konuda bir ahlaki panik yaratıp, aslında sosyalist siyasetin gençlerle buluşmasının önünü kesmeyi amaçlıyor. Yani egemen siyasetin “sosyal medya radikalleştiriyor” diyerek kopardığı yaygaranın asıl hedefi devrimciler oluyor. Bunu da ırkçı faşist gruplarla, Marksist ve anarşist grupları eşitleyerek yapıyor.

Peki solun buna cevabı nasıl olmalı? Olmakta olana baktığımızda iki tablo ile karşılaşıyoruz. Birincisi, sol gruplar yıllar içinde sosyal medya platformlarına daha fazla ilgi gösterse de, bunu en meşrulaşmış mecralarda, kurumsallığa ve ciddiyete halel getirmeden gerçekleştiriyorlar. Bu mecraların bir avuç insanın mülkiyetinde, sadece kâr elde etmek için oluşturulmuş olduğu gerçeği ile aşırı sağın bu mecralardaki abartılmış temsilinin yarattığı çekingenlik kadar, solun geleneksel yöntemlere olan bağlılığı da etkin bir sosyal medya kullanımını önlüyor.

İkincisini ise, ABD ve Avrupa’da görüyoruz. Örgütlü veya örgütsüz birçok solcu başta TikTok olmak üzere birçok platformu kendi sözünü yaymak için bir araç olarak kullanıyor. Örneğin iki sene önce #KarlMarxismyDaddy hashtagi bir milyondan fazla görüntüleme alıyor TikTok’ta. (Tabii videoların çoğu beklediğimiz “ciddiyetten” uzak.) ABD’deki seçim döneminde de #bernie2020 ve #socialism hashtagleri beklenmedik bir ilgi görüyor. Kimisi rap şarkılar yaparak, kimisi eğlenceli videolar kurgulayarak, kimisi doğrudan kitaptan okuyarak sosyalizmi anlatmaya çalışıyor. Bunlardan birisi olan Gem Nwanne, akademik olmayan bir dille sol fikirlerin aktarılmasının öneminden ve insanları bugüne kadar sola uzak tutan şeyin, biraz da, bu fikirlerin sunuluş şekli olduğundan söz ediyor. Sosyalist fikirleri herkes için erişilebilir kılmayı amaçladıklarını söyleyen Nwanne, TikTok üzerinden tanıştıkları insanlarla bir okuma grubu oluşturmuş ve birlikte siyaset tartışıyorlar.

Bu konuda daha örgütlü diğer bir hareket ise Breadtube. İsmini Kropotkin’in “Ekmeğin Fethi” kitabından alan kanal, aşırı sağın ve Alt-Right hareketin etkisine karşı mücadele eden anarşist ve komünist isimler tarafından kurulmuş. Faşistlerin sosyal medyada cirit atmasını oturup izlememek gerektiğini, İnternet’i onlardan daha etkili bir şekilde kullanmak zorunda olduğumuzu söyleyen BreadTube’çular, bugüne kadar iyi bir sınav vermişler. Bazı Reddit altgruplarında bu videolar sayesinde faşist ve ırkçı fikirlerden nasıl kurtulduklarını anlatan insanlara rastlamak mümkün.

Bütün bunları bir arada düşündüğümüzde, TikTok’u ve diğer mecraları sol siyaset açısından daha ciddi bir şekilde ele almamız gerektiği ortaya çıkıyor. Bugünlerde sıkça konuşulan Z kuşağını devrimci fikirlere kazanmak için siber âlemi hesaba katmamak gibi bir şey söz konusu değil örneğin. Bunun dışında -devlet baskısıyla- siyasetin sosyal medyaya sıkıştırılmaya çalışıldığı bir ülkede yaşadığımızı da hatırlamamız lazım. Sokağı yeniden kazanma mücadelesi verirken, aynı zamanda yıllardır içerisinde yer aldığımız bu sanal ortamı daha etkili bir şekilde kullanmanın yollarını aramamızın önünde bir engel de yok.

Bunun yanında sosyal medyanın kitleleri toptan faşistleştirdiği ya da kendi başına devrimler yapabildiği -tekno-determinist- saçmalıklara kanmadan, siyasetin ancak gerçek hayatta kurulabildiğini de unutmadan bir İnternet politikası oluşturmamız gerekiyor. Sonuç olarak, insanlığın ortak kaynağına el koyan bir avuç kapitalistin gasp ettiği ve bu alana kendi neoliberal-girişimci mantığını dayattığı İnternet’i insanlığın çıkarlarına kazanma mücadelesi de bir sınıf mücadelesi halini alacaktır.


[1] Erving Goffman, Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu, çev. Barış Cezar, Metis Yayınları, 2014, s. 70

[2] Varoş kelimesi aslında TikTok’a yönelik tepkileri anlamak açısından açıklayıcıdır. TikTok’a karşı diğer sosyal medya platformlarında dile getirilen aşağılamaları 90’lı yılların sonunda mizah dergilerinin popüler tipleştirmesi magandaya bir geri dönüş olarak okuyabiliriz. 1950’lerden itibaren taşradan İstanbul’a akan ve şehri resmen “istila” eden, arabesk ile birlikte kendi kültürünü dolaşıma sokan insanların bir karakterde cisimleşmiş haliydi maganda: “1990’ların ortalarına gelindiğinde, maganda sözcüğü işgal ettiği toplumsal alanı kirletecek şekilde aktif olarak içeri sızan, ‘alenen’ rahatsız edici olan bir ötekini betimlemek ve tanımlamak için geniş kapsamlı bir sıfat olarak egemen dile girmiştir. (…) başka bir deyişle, maganda kendi kabalığının farkında olmayan cahil taşralılar değil, kendi tiksindiriciliğinden zevk alan, aynı zamanda hoşlanılmayan (sadece zevksiz değil) ve saldırgan (sadece kaba değil) bir figürdür.” Bkz. Ayşe Öncü, “1990’larda Kültürel Tüketim”, Kültür Fragmanları, der. Kandiyoti & Saktanber, Metis Yay. 2003, s. 195

[3] Mihail Bahtin, Karnavaldan Romana, çev. Cem Soydemir, Ayrıntı Yay., 2017, s.116

[4] TikTok’un İki Yüzü, BBC Türkçe, https://www.youtube.com/watch?v=1FURmgQJYHY

Devrimciler Neden Melankoliktir? – Daniel Bensaïd

Tarihin a-modern bir temsili, ilerlemenin mekaniğine güvenden ziyade tehlike bilinci üzerinde durur. Söz konusu tehlike, yenilgilerin ebedi dönüşü ve yenilmişlerin sonsuz mahkumiyetidir. Komünün bastırılmasının ardından Taureau kalesine hapsedilen Blanqui’nin “cehennem vizyonu”, Benjamin tarafından da gelecek Holokost’un önsezisiyle hissedilen bu “tarihsel bilincin kabusunu” resmeder: “Dünyanın yüzü asla en yeni olana göre değişmez, bu aşırı yenilik her daim kendine özdeş kalır. Cehennemin ebediyetini yapan da budur”(1).

Blanqui’nin kozmik fantasmagoryasında dünyalar tekerrür eder ve tarih kekeler. Hapsedilmiş Blanqui’nin ikiz yıldızı Baudelaire’in şiiri “aynının ebedi geri dönüşünde yeniyi ve yeni-olanda aynının ebedi geri dönüşünü gösterir”. Moda, “kitle üretimiyle ilk defa duyular tarafından algılanabilir hale gelen” bu ikili hareketi sahneye koyar”(2). Hiçbir aşk, uçan Hollandalı efsanesinde olduğu gibi mahkûmu ebedi lanetlenişinden kurtarmaya gelmiyor. Oysa yalnızca bir aşk karşılaşması yahut devrim hadisesi ebediyetin büyüsünü bozabilir. Zamanda kırılma yaratan bu olaylar gerçekleşmediği taktirde “dünya cesametinden çok, ebediyeti ile ele geçirir aklı”.

Uzamsal baş dönmesi, zamansal baş dönmesi.

İlerleme yanılsaması “ebedileşmiş güncellik” içinde kaybolur: “Evren sonsuz biçimde tekerrür eder ve yeri eşeler. Aynı sözleri bıkıp usanmadan tekrarlayan bu ebediyet hiç şaşmadan sonsuzluk içinde aynı temsilleri oynar”. Bu kapalı gelecek ancak bir son yargı gününde yapılacak son özetle birlikte kavranabilir hale gelebilir.

Oysa belirsiz bir tarih içinde “çağrı sonsuza dek açık kalır”. (3)

Borges, “dünyadan da yoksul” bu hayranlık uyandırıcı ebediyetin melankolik yankısını duyar. Bu ebediyetin sıradan zamanı, düşmüş, konumunu yitirmiş bir biçimdir, “lime lime edilmiş bir yeniden üretimdir”. Günceli “geçmiş içinde çözülme yolundaki şimdiki anın can çekişmesine” indirgeyen bu “cehennem parçası” “usanmış bir umuttur”: “İnsanlar tarafından hayal edilmiş çeşitli ebediyetlerden hiçbiri geçmişin, bugünün ve geleceğin mekanik biçimde yan yana getirilişi değildir. Hem daha basit hem de daha büyülü bir şeydir: tüm zamanların eşanlılığıdır”(4). Zamanların bu iç içe geçişinde an ve ebediyet birbirine karışır. Köken ve son bir araya gelir. Ne öncesi ne de sonrası vardır artık, sanki uzam, yola koyulacak bir başka yer bırakmayarak tek bir mekânda birleşmiş gibi.

Lucretius’in ardından Borges de ebediyet arzusunun ikili karakterinin altını çizer; hem korkulan bir kesin istirahat dönemi, hem de bir aşk bolluğuna yönelik dindirilemeyen bir açlık: doymayan sevgililer “umutsuzca, aşık dişleri birbirine yapışırcasına, nafile” sıkı sıkı sarılırlar, çünkü “birbirlerinin içinde kaybolmayı veya tek bir varlık olmayı başaramayacaklardır”. Aşk ve devrim bu şiddetli mutlaklık arzusunu, bu dişe diş tutkulu ısırığı paylaşır. Ebediyetin umutsuzluk verici aynası olmaksızın, evrensel tarih, kibirlerinin dört bir yana dağılışı içinde sonsuza dek kaybolan zamandan başka bir şey değildir. Şimdinin hazzı içinde ebediyet mevcudiyeti ise tam tersine zamanların harmonisini [uyumunu] gerektirir. Onların müziği arzu simgesi altında yükselir, ki bu tam da ebediyetin “stilidir”.

Böylece Borges zamanın ve siyasetin erotiği arasında garip bir mütekabiliyet sezer. Devrim veya aşk hadisesi “gerçek vecd anı” ve “olası ebediyet kapısı” şeklinde ortaya çıkar.

Ebediyet, ceza ve vecd ebediyeti şeklinde iki yüze sahiptir. Borges sınırlı bir zaman içinde birincil unsurlar arasındaki bileşimlerin sınırlı sayısı tarafından matematikleştirilmiş ebedi geri dönüşün bu iki zıt boyutunu kavrar. Dünyaların evrensel tekerrürünün bu kaygı verici mitinde Blanqui, Stoacılığın veya Leibnizci Apokatastaz’ın paradokslarını görür. Hayal kırıklıkları bağlamında oluşan garip bir seçmeci yakınlıkla, Blanqui, çağdaşları olan Zamansız Düşünceler’in Nietzsche’si ve yenilmiş Komün’ün Rimbaud’suyla buluşur.

İlerleme hayranlığının karşıt kutbundaki bu üç şahsın ortak noktası felaketin geri gelişi hissiyatına sahip olmalarıdır. 1848’den beri Termidor hep kazandı ve “Termidor kümesinin tarihten hiçbir zaman yok olmayacağı” düşüncesine kapılmış bulur insanlar kendilerini. Bu, “burjuva biçiminin giderek tüm dünyaya yayılmasında her türden ilerlemenin nedenini ve sonunu gören herkesin fikridir” (5).

Blanqui’nin aksine, Nietzsche tarihin umuda açık olan tek bölümünden, “kavşaklar bölümü”nden bihaberdir. 1883 sonbaharında cehennemsi tekrarın umutsuzluğu mutlak hale gelmiştir. “Ay ışığında sürünen bu ağır kanlı örümcek ve kapının önünde kısık sesle konuşan, kısık sesle ebedi şeylerden konuşan sen ve ben, geçmişte daha önce var olmadık mı? Ve yeniden uzun yola, sallanan bu uzun yola gelmeyecek miyiz, ebedi olarak geri gelmeyecek miyiz?” Aynının bu özdeş geri dönüşü dehşetini önleyebilmek için Nietzsche’nin büyük bir fark yaratan o küçük sapmadan, o hafif esnemeden, döngüyü kıran ve onu otantik bir yeniliğe açan özgürleştirici clinamen’den bile umudu yoktur. “Uzak mutluluklar”a yönelik umuda hiçbir yer bırakmıyor. Onun için tek şans şimdiki zamanda yatıyor, bu zamanı “yeniden ve tüm ebediyet boyunca aynı şekilde yaşamayı arzulayacak” şekilde yaşamak için uğraşmakta yatıyor.

Bu satırları yazarken Nietzsche, Blanqui tarafından on yıl önce hücresinde ateşler içinde kaleme alınmış ebediyet kabusundan haberdar değildi. Büyük döngüsel öğretiler içinde Blanqui’nin astral ebediyeti, Borges’e göre “üzerinde en çok düşünülmüş ve en kompleks” olanıdır. Profesyonel fesatçı büyük tarihsel vaatlerin sözcüsü değildir: “Bizim tezimiz yüz sade cismin sonsuz özgün bileşimlerin oluşumuna elvermeyeceğini savunuyor. […] Özgün tiplerin sayısı sınırlı, taklitlerin veya tekrarlarınki sınırsızdır. Sonsuzluk bununla oluşur. Her tipin arkasında sayısı sınırsız olan bir tıpatıp benzerleri ordusu vardır”. Bu nedenle “bizler kopyanın bir parçasıyız”, her ne kadar “büsbütün bir benzerliğe”, “gerçek bir ikiz-dünyaya” rastlamadan önce milyarlarca çeşidi saymak gerekse de. Ve “dünyamızın her büyük olayının da bir karşılığının olması, özellikle de kader burada bir rol oynadıysa” bundan dolayıdır. “İngilizler belki de birçok kez düşmanlarının General Grouchy’nin hatasını işlemediği dünyalarda Waterloo muharebesini kaybetmiştir. Bu hatanın işlenmesi pamuk ipliğine bağlıydı. Buna karşılık, Bonaparte burada bir kaza olan Marengo zaferini başka yerlerde her zaman kazanmamıştır”.

Bileşimlerin sonsuz karmaşıklığı içinde, mümkünler çok sayıdadır ve muhtemel-olan da her seferinde kazanmaz. Bu, kimi zaman “pamuk ipliğine”, bir “kazaya” bağlıdır. Yeniden başlangıçları seyrinden saptıran kavşaklar bunlardır işte. Dolayısıyla yenilgilerin tekerrürü mutlak bir kader değildir.

Blanqui, Aşil’in “tekrar Truva’yı kuşatacağını”, “aynı dinlerin ve aynı törenlerin yeniden doğacağını”, “insanlık tarihinin tekerrür ettiğini”, “olmuş olanın tekrar olacağını”, “fakat özel değil yalnızca genel düzeyde” böyle olacağını 1616’da yazan Lucilio Vanini’ya (6); sınırlı partikül sayısının sınırsız sayıda bileşime yol açamayacağını fark ederek, sonsuz bir süre içinde tüm olası durum ve düzenlerin sınırsız sayıda gerçekleşeceği sonucuna varan Hume’a; “bireylerin hayatının ayrıntılarına kadar aynı koşullardan geçeceği bir zamanın mecburen geleceği” şekilde sınırlı sayıda işaretin sınırsız bileşiminin kaçınılmaz biçimde tekrar edeceği sonucuna ulaşan Leibniz’e göndermede bulunur.

Blanqui de, kendini, Taureau kalesindeki hücresinde “bir masada, bir kalemle, giysiler içinde, tümüyle benzer koşullarda” yazdıklarını tekrar ve tekrar, sonsuza dek yazar halde hayal eder. Bu trajik kader sonsuz kez yeniden gerçekleşebilir. Fakat bu, bir diğer mümkünün, istisnai bile olsa, bir kavşaktan geçerken meydana gelmesini, Grouchy’nin Waterloo’ya zamanında yetişmesini, Spartacus’ün Crassus’e üstün gelmesini, Münzer’in köylüleriyle başarıya ulaşmasını, Komün’ün Versailles’ı yenmesini engelleyemez.

Vanini daha o zamanlarda tarihsel yeniliğin girebilmesi için dar bir kapı tasarlar: yineleme özgün olanın üzerine özelde değil genelde biner. Tekrar eden bileşimler düşüncesi içinde Leibniz, çeşitli kopyalara rağmen kimi şeylerin “her daim söylenebilir fakat hiç söylenmemiş” olacağını, çünkü hiçbir dönüşün mükemmel olmadığını, ve “olayların, her ne kadar görünmez biçimde olsa da devrimler sonucu yavaş yavaş en iyiye doğru gelişebileceğini” yazar.

Gerçekten de tarih ve dil matematiksel bileşimlere indirgenemez. Tekrar kutusu hiç boşaltılmadığı taktirde, dünyamızın geleceğinin “milyonlarca kez yol değiştireceğini” ve geleceğin ancak yeryüzünün ölümüyle kapanacağını vurgular. Bu arada, her saniye tercih edilen yol ile tercih etmiş olabileceğimiz yol arasındaki kavşağı getirir karşımıza. Dolayısıyla yalnızca beklenmeyen hadise “umuda açıktır”, çünkü “burada olamadığımız her şeyi, başka bir yerde oluyoruz”.

1840’lı yıllarda, “modernlerin ölümcül hastalığı” olan sıkıntı, bir salgın gibi yayılır. Beklenti ufkunun çöküşü “sıkıntıyla astarlanmış bir evrende” taş üstünde taş bırakmaz. Musset, o kederli Olympio* fazla yaşlı bir dünyaya fazlasıyla geç geldiğini düşünür. Vigny Musa’nın Chanaan’ın eşiğindeki sonsuz bıkkınlığını hisseder. Nerval “melankolinin kara güneşini” yüceltir. İntihar telaşı içinde Poe “kendiyle çelişme ve çekip gitme” hakkını savunur. Kartaca’yı yeniden canlandıran Flaubert’in sonsuz kederini de ekleyelim. Hepsi kayıp bir geçmiş adına bugünün reddini, ama bunun yanı sıra da modernitenin kesinlikle modern bir eleştirisini ifade eder.

Romantizm, Lamartine’in gözünde zaten sıkılmakta olan 1839 Fransa’sının yankısını taşır. Baudelaire romantizmde “işsiz Herküller” için bir sıkılma teorisi görür. Büyük kahramanlar artık ölmüştür. Konvansiyon’unkiler gibi Roma’nın devleri de ölmüştür. Temmuz monarşisi döneminde Borsa mutluluk içindedir. Tüm toplum kumar düşkünlüğüyle kendinden geçer. Kracauer bu dönemle ilgili bir anekdot aktarır. Garip bir çöküntüye, kendinden ve diğerlerinden tiksinmeye kapılmış bir hasta doktora gider. Doktor da yeniden neşesini kazanması için Funambules’de çıkan pandomim oyuncusu Debureau’yu izlemesini salık verir. “Debureau benim” diye cevap verir hasta. Bu sıkıntı, bu “dünyanın ıstırabı,” Debureau’nun acısını çektiği bıkkınlığı saplantı haline getirmiş “insanların anlamdan yoksun boş zamanın, akıp giden ve yalnızca kendini sürükleyen zamanın mırıldanmasını dinlediği” bir dönemin işaretidir (7).

“Fikirlerin sonbaharı”nda, bu sıkılmış dünyayla boğuşurken – “melankolik valslar ve bitkin baş dönmeleri”– Baudelaire, nafile, “gençleşmiş güneşlerin” özlemini duyar. Pascal’de ve “onunla birlikte devinen girdabında” kendi benzerini görür. Keşişlerin ve münzevilerin derin kederi, kapalı kalmanın doğurduğu sinir zayıflığı, Petrarca’nın acedia’sı Walter Benjamin’e kadar aktarılır onun aracığıyla:

Alçak ve ağır gökyüzü bir kapak gibi

Uzun sıkıntılara yem olan iniltili ruhun üstüne biniyorken

Ve tüm çemberi kavrayan ufuktan

Gecelerden de kederli kara bir gün üstümüze boşalıyorken.

Yeryüzü nemli bir hücreye dönüştüğünde…

Oysa Saint-Just’ün ve Blanqui’nin özlü melankolisi bu romantik melankoliden farklıdır. Onlarınki Antikite’de gelecek için silahlar arayan, klasik bir melankoli, aktif bir melankolidir. Ne birinin ne de diğerinin Ortaçağ harabelerine merakı vardır.

“Yirmi yaşındayım; kötü yaptım; daha iyi yapabilirim” diye yazar soğuk bir biçimde Saint-Just Organ şiirinin önsözünde. Gençliği daha o zamandan iyileştirilemez bir yetersizlik duygusuyla örselenmiştir. “Her şeyin mümkün hale geldiği” bir zamanın karakteri, “dünyanın metamorfozunun” aktörü olarak, kral katlinin gerektirdiği cesaret ile “bir zorbayı yargılamanın dini bir şey olduğu” bir yüzyılın barbarlığı karşısındaki korku arasında bölünmüştür. Acele yaşamının izlerinde, “nafile şeylere dönük tiksintisi” ile itiraf edilemez “kederinin sırrını” sürükler.

Devrim hadisesi, kısa sürmesi itibariyle kendi boyutuna uygun tek eserdir. Saint-Just bir maceracı yahut sıradan bir eylem insanı değil, fakat daha nadir rastlanan bir türe aitti: bir “eylem düşünürü”dür. Eylem imkânsız hale geldiğinde susar, kesinkes. Malraux’nun kendisi için kullandığı “uyurgezer umursamazlığa” kapanır. Mantığın kurallarına dayalı bir infazın acı ve umarsız bekleyişi içinde “intiharın kanadı son gecesine uzanır”. Notlarının ve açıklamalarının sonunda her daim yer alan “… gerekiyor” sözleri gitgide ulaşılmaz hale gelerek “mantıklı bir çılgınlığa” varan askeri ve siyasi bir zorunluluğa işaret eder. Saint-Just “Devrim kabiliyeti”ne sahipti ve “kısa hayatı yalnızca muzaffer bir Kıyamet içinde akıyordu”(8).

Yüzyıl içinde Saint-Just’ün bu aldırmaz melankolisine, fesatla dolu hayatı “Baudelaire’in hayalinin kız kardeşi” gibi görünen bir diğer “eylem düşünürü”nün, Blanqui’nin eğilmez melankolisi karşılık gelir. Bu ikisi “III. Napolyon’un Haziran savaşçılarının umutlarını altına gömdüğü taşın üzerindeki birleşmiş eller” gibidir (9).

Devrimciler neden büyük melankoliklerdir?

Robespierre’in 8 Thermidor söylevindeki kabullenilmiş yenilgi tespiti şeklindeki nihai melankolisi: “Adaletin yalan olduğu […] bir düzende neden daha fazla kalınsın? Ölüm ölümsüzlüğün başlangıcıdır.”

Son mücadelesinde “bitlerin sosyalizmi alt edeceğine” kanaat getirmiş, hareketsizliğe mahkûm edilmiş bir diğer “eylem düşünürü”nün, Lenin’in melankolisi. Mayıs 1918: “Felaket bizi gözlüyor, çok yakında, eli kulağında.” Temmuz 1918: “Halk bayıltılmış, yarı ölü bir adama benziyor.” Ocak 1919: “Umutsuz bir krizden geçiyoruz.” Aralık 1920: “Durum dehşet verici.” Nisan 1921: “Bu durum çıkışsız görünüyor.” Haziran 1921: “Ülkenin yıkımı olağanüstü düzeyde.”

Tabii ki Benjamin’in intiharcı melankolisi, 1927’de hıçkırıklar içinde, valizi dizlerinde Moskova’yı terk ederken; 1933’te ilk kez kendini ortadan kaldırmayı denerken; ve 1940’ta bunu başardığında, Pireneler’in artık geçilmeyen geçidi önünde gözleri felaketin üzerine fal taşı gibi açılmış, yüzyılın bulantısı ve yorgunluğuyla bitap düşmüş haldeyken.

Tucholsky’nin uzak görüşlü ve yine intiharcı melankolisi: “Yalnızca artık var olmayacağı vakit kazanacak bir sosyal-demokrasi görüyorum –ve sadece alçak, gevşek ve çıkarcı olmasından ileri gelmez bu- fakat muharebeyi kaybetti çünkü öğretisinin hiçbir değeri yok […]. Sıfırdan başlamak gerekiyor. Sıfırdan başlamak ve sadece Papa’nın yapmasını bildiği gibi kendi yandaşlarına ihanet eden şu gülünç Stalin’i dinlememek lazım –bu kesinlikle özgürlüğü getirmeyecektir. Sıfırdan. Ta başından. Biz bunu göremeyeceğiz […]. Cesaretim mi kırılıyor acaba? Ama yanlış ve yanıltıcı umutları ortadan kaldırmak da az buz bir şey değildir” (10). O da “biz reddiyecilerin, nefretle ve aşkla mücadele etmek istediği” bir çağın çelişkisinin tutsağı. “İçi boş şekillerin ve esasında artık var olmayan şeylerin sıkıca tutunduğu” bir çağdır bu. Tüm bunlar bitti, “bitti – hissetmiyor musunuz?”. “Burjuva çağı gidiyor”, ve neyin geldiğini de “kimse bilmiyor”, “hiçbir şey birbirine tekabül etmiyor, eski kelimeler yeni hiçbir şeye tutunamadığı için yere düşüyor”. “Var olmayı bırakan bu yazar” için Kafka’nın Amerika’sındaki en güzel şey olmayı sürdüren “onu boydan boya kat eden derin melankolidir”.(11)

Mariategui’nin sebatkâr ve bitkin melankolisi; fiziksel olarak örselenmiş, daha yirmi bir yaşından itibaren “çok büyük ve belirsiz bir yorgunluğa” kapılmış, “imkânsız okşayışlar arzusunun” azabını çeken Mariategui. O zamanlar her şey ona “karanlık ve trajik” geliyor. İki sene sonra aynı can sıkıntısı ve “feci yorgunluk duygusu”ndan söz ediyor: “Sıkılıyoruz; monotonluk ve rutin hastası olarak uyanıyoruz; bitkinlik şeylere ve ruhlara nüfuz etmiş durumda…” Devasa bir tasarıya adanmış olsa da varlık ancak can çekişir halde olabilir: “Can çekişen, mücadeleyle yaşar, yaşamın kendisiyle mücadele eder, ve de ölümle.”(12)

Guevara’nın ironik melankolisi; ki o da klasik bir melankolidir, “bir sanatçı şevkiyle işlenmiş” iradesinden söz ettiği, Vietnam halkının trajik yalnızlığında “insanlığın mantığa aykırı bir uğrağını” gördüğü vakit. Bu mantıksızlığın sonucu, arzulanmış bir intihar değil, örnek olarak gerekli bir yenilginin kabulüdür: “Birçokları ölecek, kendi hatalarının kurbanı olarak.”

Ve son olarak Marcos’un melankolik mizahı; “ufkun karardığı”, her satırın son satır olabileceği, olayların gelişiminin pek iç açıcı görünmediği ve “son bulabileceği” anda “ishal ile nostalji” arasında kalan bir melankoli. Oysa bu varsayım karşısında nezaketle gülümser Marcos. Her şeye rağmen gülümser, “genelde gözyaşlarının ardında görünen o tebessümlerden biriyle”: “Devrimizin sonu yaklaşıyor. Size çok yoğun biçimde parlama, güneşin gözleri kamaşana kadar parlama sözü veriyoruz, sonsuza dek yok olmadan önce.”(13)

Hep bu aşırı yorgunluk duygusudur, Musa’nın Chanaan’ın eşiğinde, Saint-Just’ün uykusuz son gecesi boyunca, Benjamin’in kapanmış sınırın ayağında, Guevara’nın son yürüyüşünün şafağında hissettiği. “Her saniyesinin hayatı ve ölümü yazı turada oynadığı” o tereddüt anlarında hissedilen duygudur bu. Sanki, der Marcos, “her şeyi dışarıdan görüyormuş, çok yorgunmuş, sanki bu filmi pek çok kez izlemiş gibiyim, tarihte, hayatta, ölümde. Körelmiş gibiyim, diyorum”. Sürekli baştan başlayan filmin ve hiç tamamlanmayan görevin yorgunluğu bu. Tehlike karşısında hiçbir sahte pehlivanlık, hiçbir teselli edici zafer teminatı yok, yalnızca yapılması gerekeni yapmış olma duygusu: “Kaybedemeyiz. Yahut daha doğrusu kaybetmeyi hak etmiyoruz” (14). Hak etmek – adına düzenlenen o karanlık mahkemenin öylesine sıkça yanıldığı– bir tarih meselesi değil bir bilinç meselesidir.

Ya Troçki’nin öylesine titizce saklanmış, edeplice uysallaştırılmış melankolisi? Her daim aktif olan, umutsuzluğun eşiğinde pes etmeyen, silahlarını bırakmayan bir melankolidir bu. Troçki’nin melankolisi hiçbir yerde, Barbizon ve Oslo arasında, 1935’te, iki felaket arasında çiziktirilmiş Sürgün Günlüğü’nün birkaç özel sayfasındaki kadar dokunaklı değildir (15). 

Bu yine bir sürgün ve iltica çağıdır, yandaşların dört bir yana dağıldığı, ailenin parçalandığı bir dönemdir. İlk eşi Alexandra Sibirya’ya gönderilmiş; küçük oğlu Seryoja sürgün edilmiş; büyük oğlu Lyova Paris’te sürgün; ilk kızı Zina Berlin’de intihar etmiş; damadı Platon Volkov kayıp; sınırlar arasında gidip gelen yetim torunu Seva ise, Rusça, Türkçe ve Almancadan sonra Paris’te dördüncü dilini öğrenmekte…

En kötüsü ise henüz gerçekleşmemiştir.

Troçki günlük tutacak biri değildir. Sürgündeki yaşamın “hücrelerine kapatılmış tutuklularınkinden çok az farklılaştığı”, “günlerin bıkkınlık veren bir biçimde sürüp gittiği” (1 Haziran 1935) günlerde “geçmişin bugün hareket olasılığını kestiği” bir düşünürün (7 Şubat 1935) melankolisini birkaç okul defterine emanet etmesi için uykusuzluk ve had safhada sıkıntıyla dolu saatler gerekmiştir. Bu durumda, yıkım içindeki bu uzgörü, gelecek zorluklar hakkında yanılsamalarından kurtulmuş bu kavrayış dizginlenemez hale gelir, gökyüzündeki değişimlerden, mevsimlerin tonundan, saatlerin kararsızlığından sezilir.

21 Mart: “İlkbahar, güneş ortalığı ısıtıyor, menekşeler on gün oldu başlarını çıkaralı, köylüler bağlara gidip geliyorlar. Dün gece yarısına kadar Bordeaux’dan Walkyrie’yi dinledik. İki yıllık askerlik hizmeti. Almanya’nın yeniden silahlanması. Yeni bir “son” savaş hazırlığı. Köylüler sakin sakin asma kütükler arasında bağ buduyor, tarlalarını gübreliyorlar. Her şey doğal düzeni içinde.”

4 Nisan: “Son günlerde hava birdenbire değişti. Bahçenin çiçekler içerisinde olmasına karşın, sabahtan beri kar yağıyor bugün, her şeyi beyaz bir manto ile örttü önce, sonra da eridi, şimdi ise yeniden yağıyor ve yine çabucak eriyor. Gökyüzü gri, bulutlar dağlardan vadinin içinde doğru kayıyorlar, ev soğuk ve nemli. Ve Natalya yüreğinde zorlu bir ağırlık, kendini ev işine vermiş durumda… Yaşam kolay bir şey değil…”

Hep aynı sancılı hissiyat yayılır, ölümünden birkaç ay önce kaleme alınan vasiyetinin son satırlarına kadar. 27 Şubat 1940: “Tam şu anda, Natalya avlunun penceresi önüne geldi ve havanın odama daha serbestçe girmesi için, biraz daha açtı pencereyi. Buradan, duvar boyunca geniş yeşil çimen şeridini ve duvarın üstünden açık mavi gökyüzünü ve hepsinin üzerinde de güneşin ışığını görebiliyorum. Yaşam güzel. Gelecek nesiller onu bütün kötülüklerden, bütün baskılardan ve her tür şiddetten arındırsınlar, ve doyasıya tadını çıkarsınlar.”

Bu kimi zaman bir hastalık melankolisi. 29 Haziran 1935: “Hastalığı yıpratarak alt etmeye çalışıyorum, gölgede uzanmış halde kalıyor, hemen hiç okumuyor, hemen hiç düşünmüyorum.” Hareket fırsatlarının azaldığı bir yaşın ve geçen zamanın melankolisi. 25 Mart 1935: “Lenin ile (ya da daha doğrusu Turgenyev ile) elli beş yaşını geçmekten daha büyük bir kusur olmadığı konusunda hemfikirim. Benim, mirasın devredilmesini sağlamak için, en az bir beş yıl daha aralıksız çalışmam gerekiyor”. Tabii ki bir yalnızlık melankolisi: “Rakovski temelde benim eski devrimci kuşakla son bağımdı […], eski mücadele arkadaşları ile bir çeşit sembolik bağ […]. Şimdi artık hiç kimse yok.”

Özellikle de bir mağlubiyet melankolisi, Peguy’nin tespit ettiği bir “galip mağlubiyetler” melankolisi: “Bizler mağluplarız, bu en azından mutabık olacağımızı düşündüğüm bir nokta. Anlaştığımızı düşündüğüm bir nokta. Galip mağluplarız. Ve mağlubiyetleriyle, mağlup bir galibiyetle kalmak istemeyen, kalamayacak olan, mağlubiyeti kaldıramayacak olanlarız” (16). Son ve kesin bir mağlubiyetin değil, daha da kötüsü, “kaç kez yeniden başlanan” bir mağlubiyetin mağlupları onlar, henüz hiçbir şeyin sona ermediği, her şeyin hala olabileceği duygusuna sahip mağluplar.

Galipler ise pek de beğenilecek halde değiller. Çünkü yanına bile yaklaşılmayacak, hiçbir ateşkesin, hiçbir uzlaşmanın mümkün olmadığı bir galip türü ve tipi vardır. Richelieu, der Péguy, “galip gelen bir moderndir”. Tallien, Fouché, Thermidor’un galipleri de moderndir. Ve de Stalin tabii ki. O Stalin ki 1934 Kongresi’ne, büyük duruşmaların gölgesinin belirmeye başladığı bürokratik reaksiyonun kongresine “galipler kongresi” adını vermek gibi son derece anlamlı bir fikri ortaya atmıştır! Bunların hepsi “profesyonel kazananlar” diye yazar yine Péguy, ne pahasına olursa olsun her koşulda kazanç elde etmenin profesyonelleri, kazanmak için her şeye razı, kazanmak için özel tercihleri olmayan, kuralları kendi lehlerine yaratan ve değiştiren profesyoneller. Açıkça değil sinsice, dolaylı yoldan, her zaman “gişenin arkasından” mücadele eden kazananlar.

Troçki ve Péguy’nin ortak noktası “geçimsiz, huysuz bir karakter”e sahip olmaları, yenilgi önünde eğilmeyen, pes etmeyen, “başarı”nın, burjuvalaşmanın ve bürokratikleşmenin rahatlığından kuşku duyan, tehlikeli suç ortaklıkları ve işbirlikleri önünde boyun eğmeyi, Devlet aklına tümüyle teslim olmaya varacak tavizleri vermeyi ısrarla reddeden bir karakter.

Yanılsamadan arınmış bu direniş mecburen melankoliktir.

Tıpkı yenilgi melankolisi gibi. Bu, belirgin bir düşman karşısındaki açık ve görkemli yenilgi değil, vasatlık ve dar kafalılık karşısında, bürokratik entrika ve alçaklık karşısındaki yenilgidir. Bu içeriden gelen bir yenilgi, içten kemiren, aşındıran, çökerten, içini boşaltan ve bitap bırakan, fiziksel olmaktan da çok moral bir yenilgidir. Bizler, diyor Péguy, “kendi tarafımız içinde mağlup”, “kendi davamız içinde mağlubuz”. Bir yenilgiden de beter, bu bir “yıkım”, “umudun büyük tükenişi”, yılların ve ruhun devasa yorgunluğu, ebediyete kadar tekrar ve tekrar uyanmanın büyük bıkkınlığıdır.

Ses getiren, ışıltısıyla şerefini ve mesajını aktaran yıkımlar varken, bu yenilgiler unutulma, küçümsenme ve gülünç görünme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu mağluplar “en nankör yenilginin mağluplarıdır”. Bu nedenle ne teslim olma hakkına ne de imkanına sahiptirler. Çünkü mağlup olmak yine azdır, alt edilmiş, ezilmiş, küçük düşürülmüş olmamaktır önemli olan: “Güçsüz olacağız, az olacağız, yalnız olacağız; fakat ikinci kez de teslim olmayı reddedeceğiz” (17).

Çünkü ilk sefer önemli değildir. Bir ilk reddiye kendiliğinden gelir.

Önemli olan ikincisidir, ikincisiyle başlar sadakat.

İdam sehpasına giden, Fleurus’ün süvarisi Saint-Just.

Otuz yıl boyunca hapsedilen, çılgınlığın kıyısında gidip gelen Blanqui.

Sipariş üzerine öldürülen, silahsızlandırılmış peygamber Troçki.

İntihar eden Tucholsky. İntihar eden Benjamin. Katledilen Guevara.

Hepsi intihar eğilimli mi, yoksa toplumun intihara sürüklediği kişiler miydi bunlar?

Umutsuzluktan değil, mantıktandı intiharları. Bir çağın imkanlarının ve sonuçlarının sonuna kadar gittikleri için. Zamansallıkların uyumsuzlaşmasına maruz kalan, mümkün olanla gerekli olanın artık temas etmediği fakat imkansızın her şeye rağmen gerekli olmayı sürdürdüğü vakit artık şanslarının kalmadığının farkında olan “eylem düşünürleri”ydi hepsi.

Klasik melankoliklerdi hepsi, fakat kesinlikle romantik değillerdi.

O dönemin gazete yazılarında Blanqui’nin Club des Halles’ının Racine’in ve Corneille’in oyunlarının sergilendiği günlerdeki Comédie-Française’e benzediği anlatılır: “Seçkin” görünümlü, “kusursuz bir kıyafet giymiş”, “nazik, ince ve sakin bir fizyonomiye, verip veriştirmekten uzak dengeli bir dile” sahip bir konuşmacının söz aldığı “klasik fesadın ortodoks kültüne ayrılmış bir kilise”. Benjamin bu konuda “1830 fesatçılarının kesinlikle klasik bir kavrayışa sahip ve romantizmin azılı düşmanları” olduğunu hatırlatır. 29 Temmuz 1830 akşamı ünlü “Batmış romantikler!”ini sunarken, Blanqui örnek bir biçimde “bu tipe sadıktır” ve kararlı bir anti-ütopizmle tümüyle bugünün sefaleti içinde eylemektedir. (18)

Landauer, devrimciler arasında, “giderilemez bir yetersizlik” duygusunun içlerini kemirdiği fakat yine de görevlerinin gerekliliğine ikna olmuş “melankoliye varacak kadar özgür insanlara” sıkça rastlandığını belirtir. Bu insanlar üstesinden gelinemez bir zamanlar arası uyuşmazlık içinde hareket etmeye mahkumdur. Büyük ihtimalle melankolilerinin kökeninde de bu yatar. O melankoli ki hem “modernliğin felaketi içinde basiretin tohumudur”, hem de bir “uyanış kapasitesi” taşır.

Pierre Naville de “bir çeşit temel umutsuzluğun”, işlerini ciddiye alan zeki insanların, uğraştıkları konuya sertçe uyguladıkları bir donanım olduğunu ifade eder. Kötümserlikleri “tüm çağlar gibi bir uzlaşmaya dayalı olan bu çağın hükümsüzlükleri ve hayal kırıklıklarından kaçabilmek” için en uç araçların arayışında onlara rehberlik eder. Bu kötümserlik Hegel’in felsefesinin temelinde ve “Marx’ın devrimci yönteminin kaynağında” bulunur (19). Modern siyaset sahnesinin bir siması olan melankolik devrimci de eğlencesiz bir hükümdardır**. “Tümüyle kendi zamanlarının adamları” olan, dönemleriyle fevkalade uyumlu ve çağdaş olan bir Luther’in, Fouché’nin veya Stalin’in tersine kendi arzularının azabını çeken bu kişiler yersiz, anakronik, her daim hem erken gelip hem geç kalan, eğreti ve geçici varlıklardır, tıpkı kısa süren ve daha fazla uzayamayacak olan kiraz mevsimi gibi.

Onların karakteristik dandy’likleri***, Saint-Just’ün ve Blanqui’ninki, iki dirhem bir çekirdek Troçki’nin ve hırpani tarzıyla Guevara’nınki, bir elbirliğinin belirtisidir. Baudelaire ruhun bu zorlu disiplininden, “sıradan farklılığın norma yönelik saygıya dönüştüğü” bu farklılaşma sıçrayışından söz eder (20). “Bir ayna önünde yaşamaya ve uyumaya mahkûm” dandy’nin bu ince elenip sık dokunmuş özgünlüğü Baudelaire’e “çöküş dönemlerindeki son kahramanlık parıltısı”, iki felaket arasında “metafizik bir kahkaha”yla sarsılan bir çeşit negatif kahramanlık gibi görünür.

Klasik dandy, hiçbir şey yapmamaya özen gösteren romantik dandy’den eylemin keskinliği ve ayrıntının kusursuzluğuyla ayrılır: Saint-Just Strasbourg’ta Ren ordusuna ayakkabı giydirmekle uğraşırken, Blanqui, eldivenleri elinde, fesat arkadaşlarını gizlice teftiş ederken, Troçki zırhlı treninde kusursuz kıyafetleriyle, Guevara son bir kez Rossinante’ye binerken ve Marcos kar maskesinin özenli anonimliği içinde. 1848’in arifesinde Baudelaire’in kendisi de “eylem perisi”ne kapılır. Onun gözünde dandizmle devrim arasında, “yasaların dışında”, kendi de şaşırmadan şaşırtmanın tadını çıkaran “muğlak bir kurumun” garip işbirliği yatar: “dandizm özellikle demokrasinin henüz sonsuz gücüne kavuşmadığı, aristokrasinin ise kısmen sallantıda olduğu geçiş dönemlerinde ortaya çıkar”. (21)

Temmuz isyancılarının coşkun fedakarlığıyla Antikite’nin Stoacılarının ölçülü kararlılığının tam ortasında bulunur bu kahramanlık. Bu Stoacılar için söz konusu olan, tıpkı Marcus Aurelius gibi, “her şeyi, her an hayatını terk edebilecek biriymiş gibi yapmak, söylemek ve düşünmektir”. Marcus Aurelius’in sıkıntısının sınırlarının olmadığı söylenir. Katıldığı savaş konusunda kuşkuları olan fakat yine de “Quade’lar ve Marcoman’lara karşı tatsız seferler” sırasında bu savaşı bilinçli biçimde yürüten Aurelius “bizzat kendi zaferlerinden duyduğu şüpheyle, her şeyden kopar ve evrensel hiçliğin izlenimine dalardı”. Bir saltanatın sonu. Bir çağın sonu. Bir oyunun sonu.

Daha o zamanlardan her yerde hâkim olan “derin bir hüzün”dü (22).

Çoğu kez özlü, kimi zaman ironik, her daim keskin bakışlı olup dokunaklı iç dökmelere rağbet etmeyen klasik melankoli kendine masal anlatmaz. Ölümcül bir dengeyle “donuk bir çizgide” adım adım ilerler.

Gerekli olan ile mümkün olanın ayrıldığı, mutlak çabanın göreli bir inanca dayandığı, uzak geleceğe yönelik ihtirasın yakın geleceğin sefaletine çarparak kırıldığı, hayal ile gerçek arasında hiçbir ortak noktanın kalmadığı vakit klasik dandy’ler tarafından paylaşılan hüznün gizemi budur.

Devrimlerin klasik melankolisi bir haz açlığını değil, Saint-Just, Blanqui veya Guevara’da karakteristik olan bir azla yetinme ruhunu tercüme eder. Ve Benjamin’in Blanqui’de gördüğü “bastırılmış olağanüstü melankoli”nin yüceliğine sahiptir. Soğukkanlı ve uzgörülü olan, boyun eğmeyen ve vazgeçmeyen bu melankolinin büyüsünü yitirmiş bir dünyaya dair –yine romantik– estetikleştirmelerle, ereklilikten yoksun postmodern sızlanmalarla hiç ilgisi yoktur. Sonuç olarak, ihanete uğrayan bir hadisenin sonsuza dek yasını tutan şu devrimsiz melankolilerle hiç ilgisi yoktur. Lyotard, yüzyıl sonuna ait bu “iyileştirilemez melankoli”de büyük özgürleşme umutlarından kurtulmuş bir insanlığın yas işaretlerini görür. Ona göre bunca hayal kırıklığının ardından ulaşılamayanın devrimci melankolisi kaçınılmaz olanın güçsüz hüznüne dönüşür: “Zeitgeist’te bir çeşit hüzün” vardır, biten bir yüzyılın “siyaset fikrinin çöküşüne bağlı” hüznü. Hannah Arendt’in de, “siyasal kurumların ve toplumsal geleneklerin bozgunu”na bağlı “siyasal alan içindeki yalnız kalışı” veya “insani ilişkiler alanındaki perişanlığı” tespit ederek ifade etmek istediği buydu.

İşte o zaman somut bir örnek yaratarak ikna etme imkanı, gerekli olanla mümkün olan arasında yeni bir bağ ihtiyacı yeniden belirir.

Kısacası bir “geri-kuvvet” melankolisi ihtiyacı.

Ve sonunda her zaman öncü kuvvete yetişen bir geri-kuvvet.

Tıpkı sonunda Guermantes tarafının Méséglise tarafıyla buluştuğu gibi.**** 

Ekim 1997

1. Walter Benjamin, Paris capitale du XIX. Siècle, Paris, Cerf, 1989, s.560 ve 901.

2. Walter Benjamin, Charles Baudelaire, un poète lyrique à l’apogée du capitalisme, Paris, Payot, 1982, s.230, 236, 239.

3. Auguste Blanqui, L’Eternité par les astres, Paris, Futur antérieur, 1973, s.120, 169, 102. (Yıldızlardan Ebediyete, çeviri: Cemal Yardımcı, Metis, 2015)

4. Jorge Luis Borges, Histoire de l’éternité, Paris, UGE, coll. “10/18”, 1964, s.169.

5. Antonio Labriola, Essais sur la conception matérialiste de l’histoire, Paris, Giard et Brière, 1902, s.41. 

6. Lucio Vanini, De admirandis naturae arcanis.

7. Siegfried Kracauer, Jacques Offenbach ou le secret du Second Empire, Paris, Le Promeneur, 1994, s.108.

8. Bkz Dionys Mascolo, “Si la lecture de Saint-Just est possible”, in A la recherche d’un communisme de pensée, Paris, Fourbis, 1993; ayrıca bkz. André Malraux, Saint-Just et la force des choses, 1954.

9. Walter Benjamin, Baudelaire, op.cit., s.145.

10. Kurt Tucholsky, Adieu révolution allemande, Grenoble, Presses universitaires  de Grenoble, 1981, s.214.

11. Kurt Tucholsky, Chronique allemandes, Paris, Balland, 1982, s.46.

12. José Carlos Mariategui, 28 Temmuz 1915 tarihli mektup ve Invitacion a la vida héroica, Antologia, Lima, Instituto de Apoyo Agrario, 1989, s.263.

13. Sous-commandant Marcos, “Depuis les montagnes de Sud-Est mexicain”, 24 Mart 1994, in Ya Basta!, II, Paris, Dagorno, 1996.

14. Sous-commandant Marcos, “En cavale”, in Ya Basta!, I, Paris, Dagorno, 1994, s.218 ve 321.

15. Lev Troçki, Sürgün Günlüğü (1935), çeviren: Aslı Aydın. Yazın Yayıncılık, Ekim 1997, İstanbul.

16. Charles Péguy, Victor Marie, Comte Hugo, Paris, Gallimard, 1942.

17. Charles Péguy, Cahier de la quinzaine XII, 15 Mart 1904, Œuvres en prose, Paris, Gallimard, “Pléiade”, tome I, s.1356.

18. Bu karşıtlığın hiçbir gizemi yoktur. Nostaljik, restorasyonist romantizm, muhafaza etmek için dönüştürme yönündeki devrimci iradeye sırt çevirir. Bu ahlaki romantizm ne geçmişin geleneksel inancına ne de bugünün rasyonel inancına sahiptir, ve “kendine bir inanç yaratmaya yönelik kaygılı bir arzuyla kıvranan ve bunu gerçekleştirebilecek güce sahip olmayan bu inanç eksikliği” telafiyi bir Ortaçağ dininde veya “kendine özdeş ırk dininin” belirdiği “romantik maskaralıklarda” arar. 

19. Pierre Naville, La Révolution et les intellectuels, Paris, Gallimard, 1928.

20. Guy Hockenghem ve René Schérer, l’Âme atomique, Paris, Albin Michel, 1986, s.16.

21. Charles Baudelaire, Œuvres complètes, Paris, Laffont, coll. “Bouquins”, 1986, s.807.

22. Ernest Renan, Marc Aurèle ou la fin du monde antique, Paris, Livre de Poche, coll. “Biblio Essais”, 1984, s.156.

* Yazar, burada Victor Hugo’nun “Olympio’nun Kederi” şiirine göndermede bulunur. Ç.N.

**Bensaïd burada Pascal’ın “eğlencesiz bir kral” sözlerine atıfta bulunur. Ç.N.

***Dandy: Tavır ve giyimlerinde inceliğe ve aşırılığa önem veren 19. yüzyıl İngiliz “züppeleri” tanımlamak için kullanılan terim.Ç-N.

****Bkz. Marcel Proust, Guermantes Tarafı, Çeviri: Roza Hakmen, YKY, Ç-N.

Çeviren: Uraz Aydın

Yazarın Le pari mélancolique (Melankolik Bahis, Fayard, 1997) kitabından alınıp çevrilmiş olan bu yazı daha önce şu derlemede yayımlanmıştır: Daniel Bensaïd, Köstebek ve Lokomotif, Tarih, Devrim ve Strateji üzerine Denemeler, Çevirenler: Uraz Aydın, Erkal Ünal, Mutlucan Şahan, Yazın yayıncılık, 2006. 

Görsel: claude de garam, La melancolie anxieuse.