İmdat Freni

admin

Felakete Karşı Antikapitalist bir Sınıf Odağının İnşası – Yeniyol’un Sözü

Saray rejiminin ülkeyi sürüklediği felaket günden güne daha fazla ete kemiğe bürünüyor. Alım güçleri tarumar edilen, temel yaşam gereksinimlerine erişimleri her gün daralan emekçi sınıflar ve hatta ilköğretim çağındaki çocukları döviz fiyatlarını anbean takip etmek zorunda kalıyor. Hesaplarında geçmişten kalmış ufak birikimleri olanlar, temel ihtiyaçlarından kısıp maaşlarından küçük dilimler arttırabilenler o küçük birikim ve dilimleri altın ve dolara çevirerek kendilerine en azından yakın gelecek için bir güvence sağlamaya çalışıyor. Temel ürünlerde durmaksızın devam eden zamlar, herkesin bu gidişatı daha da dikkatle izlemesine neden oluyor.

Ekonomi ile siyasetin birbirinden tamamen ayrı alanlar olduğu varsayımına dayanan kapitalist ideoloji bu bağlamda adeta kendiliğinden yerle yeksan oluyor. Siyaset, seçim sandıkları kurulduğunda gerçekleşen bir tür yarış olmaktan çıkıp, Lenin’in dediği gibi “birtakım insanların birtakım insanlara ne yaptığı”nı nitelemeye başlıyor. Bu da, son on yıldır, AKP’ye karşı gelişen toplumsal muhalefeti de aşabilecek bir politikleşme potansiyeliyle karşı karşıya olduğumuz anlamına geliyor.

Bu koşullarda düzen içi(n) muhalefet, yıllardır sürdürücüsü olduğu siyasetsizliği yeniden üretmekten başka bir şey yapmıyor. Toplumun çok büyük bir kesimi şu anda işlerin olağanüstü olduğunu anlamış, (şimdilik) düşük düzeyde bir panik havasının içerisine girmiş ve kendisini çeşitli geçim stratejileri ile koruma altına almaya çalışıyor iken rejim eliyle oluşan her olağanüstülüğü vakit kaybetmeden normalleştiren düzen muhalefeti basit ittifak görüşmeleriyle, Millet İttifakı’nın ortak cumhurbaşkanı adayının kim olacağına dair ayak oyunları peşinde yaşanmakta olanı, toplumun geniş kesimlerinin deneyimlediklerini sıradanlaştırıyor.

Kılıçdaroğlu’nun adaylığını diğer ittifak partilerine ve topluma kabul ettirmenin plan programı, ülkenin güncel durumuna dair siyaset üretmenin fersah fersah üstünde tutuluyor. Diğer yandan ise, AKP sonrası için şimdiden inşaat şirketlerini kurup CHP’ye akın eden geleceğin ‘’iktidar destekli müteşebbisleri’’ olmaya hevesli zatlar, kendilerini sorunsuz, olaysız, şamatasız bir geçiş süreci için hazırlıyor. AKP’siz bir AKP düzeni arzulayanlar için yoksullaşan halkın çıkarları bir şey ifade etmiyor, onlar için siyaset yukarıda kurulmaya çalışılan ağlardan, parti ve belediye odalarında iş bağlamalardan ibaret.

AKP-MHP bloku tarafından dünyanın en düşük asgari ücretlerinden birisiyle çalıştırılmaya itilen işçi sınıfına düzen muhalefeti de bir kurtuluş sunmuyor. Mevcut güçler ilişkisine ve düzen içi muhalefetin AKP sonrası kurgusuna bakıldığında,  emekçileri AKP’siz bir Türkiye’de bambaşka bir yaşam beklemiyor. Bu da bağımsız bir sınıf odağı yaratma görevine sahip olan sosyalist sol için bu görevin daha da acil hale geldiğini, hatta bir zorunluluk olduğunu gösteriyor.

Sol kamuoyunda bir süredir devam eden birlik, ittifak ve cephe tartışmaları umut verici. Ancak bu tartışmaları kâğıt üzerinde bırakıp, kendi alanlarımıza geri çekilme gibi bir lüksümüz yok. Düzen siyasetinden ve güçlerinden bağımsız anti-kapitalist bir siyasal hattın inşası için kolları sıvamalı, yan yana yürümek için hiç olmadığı kadar cesur davranmalıyız.

İşçi sınıfını sermayenin saldırılarına karşı seçeneksiz bırakmamak, emekçilerin çeşitli kazanımlarla kendilerini savunma alanlarını genişletebileceği ve özgüvenlerini tesis edebileceği ve iktidar ve muhalefetin adeta bir mutabakat halinde itibarsızlaştırdıkları sokak siyasetini yeniden örgütlemek ve AKP sonrasına güçlü bir sınıf siyaseti bırakabilmek için birleşik bir siyasi hat inşa etmenin tam zamanı. Krize ve derinleşen yoksulluğa karşı geniş emekçi kesimler için acil ve yakıcı taleplerin öne çıkacağı bir eylem programı ile birleşik bir sokak kampanyasını örgütlemek anti-kapitalist siyasal hattın inşası yolunda bir başlangıç olabilir.  

Sosyalist Demokrasi için Yeniyol

Neoliberal İlahlaştırma: COP26 Yangın Borsasını Kapitalistlere Teslim Ediyor – Daniel Tanuro

Glasgow Konferansı’nın öncelik vermesi gereken konular şunlar olmalıydı: 1) ¨Kalkınmış¨ ülkelerin 2020 yılından itibaren Yeşil İklim Fonu’na yıllık en az yüz milyar dolar katkı sözlerini yerine getirmeleri ve bu paranın küresel Güney ülkelerinin iklim mücadelelerini desteklemesi[1]; 2) Yine bu kalkınmış ülkeleri küresel ısınmadan en çok zarar gören ¨en az kalkınmış ülkeler¨in ve küçük ada devletlerinin ¨kayıp ve hasarlar¨ını karşılamaya yönelik finansal müdahalelere zorlamak; 3) COP21’in (Paris 2015’te) benimsediği ¨sıcaklık artışlarını 2°C’nin altında tutmak ve endüstri öncesi döneme kıyasla 1,5°C aşmama¨ hedefini tutturabilmek için hükümetlerin ¨iklim çabalarını arttırması¨.

Denklem gayet açık: Glasgow, Paris’te benimsenen muğlak hedefi kâğıt üzerinde radikalleştirerek hedefe bir netlik getiriyor (artık hedef 1,5°C) ve fosil yakıtların sorumluluğuna değiniyor; fiiliyattaysa konferans faciayı durdurmak için hiçbir adım atmadı. Bazısı ¨doğru yönde bir adım¨ dedi. Aksine Kovid sonrası neoliberal toparlanma ve jeostratejik rekabetlerden başka bir şey düşünmeyen küresel efendiler şunlara karar verdiler: 1) Yüz milyar dolarlık Yeşil Fon sözlerini ötelemek; 2) ¨kayıp ve hasar¨ların tazminine hayır demek; 3) meydanı tamamen fosil yakıtlara terk etmek; 4) iklim dengelemeyi ¨karbon dengeleme¨ ve diğer teknolojiler için bir pazar olarak ele almak; 5) bu pazarı ¨kirletme hakları¨nın alım-satımının yapmaya yarayacak küresel bir mekanizmayla donatmak; 6) daha bitmedi, bu pazarın idaresini de finansal çevrelere – yani yatırımları ve yaşam biçimleri küresel ısınmaya sebep olan zenginlere – teslim etmek.

1,5°C Özel Raporu: UEA direksiyonu yeşil kapitalizme kırıyor

IPCC’nin 1,5°C Özel Raporu’nun (2019) işaret ettiği üzere 1,5°C’nin altında kalmak hayati bir zorunluluk.[2] Küresel ısınmanın getirdiği tehlikeler hafife alınıyor. 1,5°C’den sonra artı geribildirimler (positive feedbacks) dünyayı ‘‘sera gezegen’’ düzenine itecek.[3] Bununsa oldukça ciddi sonuçları olacak (deniz seviyelerinin en az 13 metre artışı dahil). Ortalama yüzey ısısı endüstri öncesi döneme kıyasla

1,1 ila 1,2°C arttı bile. Mevcut artış devam ederse 1,5°C eşiği 2030’a kadar geçilmiş olacak. Sonuç o ki: ‘‘net¨CO2’’ salımları 2030’dan önce en az %50 ve 2050’den önce %100 oranında azaltılmalı ve 2050 sonrasında salımlar negatif olmalıdır.

Bu rapor kötü bir sürpriz oldu. Kapitalist sınıfın öncüleri artık kafalarını kuma gömemiyorlar. Zerre kadar aklı olan sermayedarlar iklim krizinin kontrolden çıkarak kendi düzenlerini tehlikeye sokacağını kabul etmek zorundalar. Bu koşullardaysa ¨en iyi bilimi rehber alan¨ kapitalist politikalar¨, hatta bunları hayata geçirmeye çalışan Boris Johnson gibi neoliberaller dahi olsa, Paris anlaşmasındaki muğlaklığı ortadan kaldıracak gibi durmuyor…COP26’da İngiliz yetkilileri yegâne hedefin en fazla 1,5°C ısınma olması gerektiğini önerdi ve nitekim bu netlik önerisi de Glasgow’da onaylandı.

IPCC’nin sözü gayet sarih: fosil yakıtların kullanımı küresel ısınmada kilit önemde. 1,5°C Özel Raporu’nun şok dalgaları Uluslararası Enerji Ajansı’na (UEA) kadar ulaştı. UEA’nın 2021 yılında yayınladığı rapora göre 2050’de ¨karbon nötrlüğü¨nü sağlamak şimdiden çok sert önlemler almayı gerektiriyor: 2021’den itibaren yeni petrol ve doğal gaz sahalarının kuruluşunun ve yeni kömür madenlerinin açılmasının, var olan kömür madenlerinin genişlemesinin veya kömürle çalışan elektrik santrallerinin inşaat onaylarının yasaklanması; 2030’dan itibaren ¨kalkınmış¨ ekonomilerin kömürü tamamen terk etmeleri; ve 2040 yılından itibarense dünya genelinde kömür ve petrolle çalışan elektrik santrallerinin tamamen kapatılması.[4]

UEA’nın raporu da kötü bir sürpriz oldu. UEA her zaman ilerici bir ¨geçiş¨ öngörüsü geliştirmeye çalışırdı. Şimdiyse yenilenebilir teknolojiler etrafında şekillenen ¨yeşil kapitalizm¨e aniden direksiyonu kırdı. Paris anlaşmasındaki muğlaklığı sürdüremediği gibi, Glasgow zirvesi fosil yakıtların sorumluluğunu gizlemeye de daha fazla devam edemedi. 1992’den bu yana her COP enerji sektörü ve önde gelen fosil yakıcıların baskıları altında bu konuyu es geçti! Bu suskunluk artık katlanılır olmaktan çıktı. İngiliz yetkililerin temsilcilere ilettiği bildiri taslağı tarafları ¨kömürü ve fosil yakıtlara verilen teşvikleri tedricen terk edişi hızlandırma¨ya davet ediyor. Bu metnin nasıl etkisizleştirildiğine ileride değineceğim ama metnin nihai halinde fosil vurgusu var.

Boşlukları kapamak: her sene daha fazla iç karartan bir sınav

Paris anlaşması meşhur hedef (¨küresel ısınmayı falanca derecenin altında tumak vs. vs.¨) ve ulusal iklim planları veya ¨Ulusların Tayin Ettiği Katkılar¨ (UTEK) arasında bir ayrılık yarattı. UTEK’leri baz alan IPCC, 2100’e kadar yaklaşık 3,5°C ısınmanın gerçekleşeceğini öngörüyor. Bu ¨karbon salım boşluğu¨nu kapamak için COP21 her beş senede bir durumu gözden geçiriyor ki ¨daha fazla çabalamak¨ gereksin.

Eylül 2020’de bu boşluk, tüm gazlar dahil, 23 ve 27 Gigaton (Gt) CO2 arası bir seviyeye denk geliyordu.[5] 1,5°C’yi geçmemek için 2030 yılına kadar bu boşluğun kapatılması şart. Küresel salımların dolayısıyla yarıya indirilmesi gerekiyor. 2020 yılında zirve (pandemiden dolayı) iptal edilince artık hükümetler Glasgow’da ¨daha fazla çabalama¨ çağrısı yapmaya karar verdi. Sonuç: ilaveten 3,3 ila 3.7 Gt salım azaltımı. İklim Eylem Takibi’nin (Climate Action Tracker) öngörüsüne binaen bu +2,4°C bir artış demek (aralık olarak: +1,9’dan +3°C’ye).[6]

Postdam Enstitüsü müdürü Johann Rockström en güncel bilimsel çalışmalar doğrultusunda COP’a çok önemli on mesaj iletti. İlk olarak, başlı başına küresel CO2 salımları 2030’a kadar her sene 2Gt (%5) oranında azaltılmalı ki bu 1,5°C altında kalma ihtimali yarı yarıya olsun, eğer 4Gt (%10) oranında salım azaltılırsa bu ihtimal 2/3’ yükselir. Benzer bir azaltım metan ve azot oksit için de gerekli.[7] İş her beş senede bir gözden geçirilen UTEK’lere kaldıysa görünürde pek bir umut yok. Glasgow bu sebepten senelik artış oranlarına geçme kararı aldı. Bugünden bakınca senelik artışa geçişin başarılı olma ihtimali pek bir zayıf. Şimdiden görünense bunun bir yanılsamadan ibaret olduğu.

Bir: iklim adaleti hesaba katılmalı. Yüzde 5 ila 10 salım azaltımı ülkelerin ¨farklılaştırılmış sorumluluklar¨ı gözetilerek uyarlanacak küresel bir hedef. Rockström bu konuda güncel hesaplarını sundu: dünyanın en zengin %1’i salımlarını otuz kat azaltmak zorundayken aynı anda en fakir %50 salımlarını üç kart arttırabilir. İşte iklimin bir sınıf meselesi olduğunun bariz bir göstergesi, yani başat bir mesele olarak mal mülk sahibi azınlıkla mülksüzleştirilmiş çoğunluğun çatışması.

İki: senelik 2 veya 4Gt azaltım matematiksel anlamda doğrusal bir çizgi evet, ama iktisadi, toplumsal ve siyasi anlamda öyle değil. Daha kısa bir zaman diliminde salımlar ne kadar fazla azalttırılırsa (ya da azaltılmaya çalışılırsa) salım azaltma ufku daha da fazla kapitalist büyüme ve kâr talebiyle karşı karşıya geliyor. Bu oldukça somut: batık varlıklar¨ını (stranded assets) sınırlamak için enerji sektöründe patronlar fosil yakıt yatırımlarını azaltıyorlar. Fosil yakıtların ihtiyacın %80’ninden fazlasını karşıladığını düşünürsek, enerji arzındaki ciddi bir artışın enerji talebindeki ani bir artışı önceleyeceği hayli muhtemel. Bu da yüksek fiyatlar demek.[8] Fosil yakıt şirketleri için haberler güzel ama yüksek fiyat enflasyon demek bu da Kovid-sonrası toparlanmayı iyice zora sokuyor ve emekçi sınıfların sırtına yük bindiriyor. Emekçiler mücadele edebilir veya oylarını ulusal-populist kesimlere verebilirler. Her iki seçenek de istikrarsızlık yaratıyor. Fiyatları yumuşatmak ve kıtlıkları engellemek için fosil yakıt üretimini arttırmak gerekiyor. Çin kömüre daha fazla yüklendi ve Biden ise (her ne kadar başarısız olsa da) Suudi Arabistan ve Rusya’nın doğal gaz üretimlerini arttırmasını istedi. Ne demiştik fosil yakıtları arttırmak = salımları arttırmak…Malumun ilamı…

Bir yaman çelişki, karmaşanın kaynağı

Çin ve ABD COP’ta ortak ama hiçbir çıkar yol göstermeyen bir bildiri yayınladılar. Dostlar alışverişte görsün misali. İki büyük güç dünya ve iklim istikrarının güvencesimişçesine poz kesmeye merak sarmışlar. Belki iklim politikalarında (metan salımlarında mesela?) kısmi bir iş birliğine gitmeye çalışacaklar. Arka plandaki gerilimler öylesine güçlü ki çekişme daha da kızışacak gibi duruyor. ABD tarafında Demokrat çoğunluk diken üstünde: [Senator] Manchin, sıkı bir kömür destekçisi. Virgina eyalet idaresini kazanan Cumhuriyetçiler ara seçimlere gözlerini dikmiş durumdalar ve yüksek petrol fiyatlarına karşı kampanya yürütüyorlar. Kazanırlarsa işin seyri epey değişecek! Çin tarafındaysa bürokratik istikrar iki şeye bağlı: ortalama yaşam seviyesinin yükselmesine ve milliyetçi üstünlüğe. Kömürün yeniden yükselişi petroldeki artışı durdurmuyor. Pekin’in kendi iç meselelerine odaklanması için çok sebebi var hatta Tayvan’ı kendi idaresine alma tasarılarını hızlandırabilir. Büyük bir istikrarsızlık kapıda kısacası.

Sorunu hangi açıdan incelerseniz inceleyin kapitalist enerji geçişinin imkansızlığına tosluyorsunuz: hem %80 oranında fosil yakıtlara dayanan bir ekonomik büyüme olsun hem fosil yakıtları yenilenebilir teknolojilerle ikame edelim hem de salımları kısa vadede ciddi oranda düşürelim demek mümkün değil. Göz var izan var. Bu geçişi mümkün kılmak için ya üretimi kısacağız ya da GSYH artsın diye geçişi unutacağız. Gelgelelim ¨büyüme olmadan kapitalizmden bahsetmek kendi başına bir çelişki¨ (Schumpeter). Sonuç şu ki: devrimci bir düzen değişikliği olmadıkça bu çelişki çözülemez. Tarihsel bir ihtimal olarak devrim somut bir ihtimale dönüşmediği takdirde salımları azaltmaya çalışan her deneme bu çelişkiyi giderek daha fazla derinleştirecek.

Her sermayedar külfeti rakiplerine ve işçilere yıkmaya çalışıyor. Her sermaye sınıfı devletini aynı külfeti rakip devletlere ve onların emekçi sınıflarına yıkmaya çalışıyor. En çok kirleten devletlerse yoksulları tahakkümü altında tutan emperyalist devletler. Sonuç olarak iktisadi, toplumsal ve siyasi (hatta askeri) çalkantılar iklim kriziyle perçinlenecek. Bu çalkantıların bazı sebepleri şunlar olacak: 1) toplumsal gerilimlerin artışı, rejimlerin giderek artan meşruiyet krizleri, giderek artan siyasi istikrarsızlık ve otoriterleşme eğilimlerindeki artış; 2) Güney ülkelerindeki insanlara, özellikle de göçmenlere ve kadınlara, yönelik şiddette artışa sebep olacak neo-kolonyal politikalar; 3) kapitalistler ve kapitalist devletler arasında giderek şiddetlenen rekabet, özellikle de 4) ABD ve Çin arasında tırmanan jeostratejik gerilimler. Bu koşulların iklim uzlaşılarının her sene daha iyiye gitmesini teşvik edeceğini düşünmek Noel Baba’nın gerçekliğine inanmak kadar güç.

Devlet regülasyon zaman kazandırabilir, ama …

Bir konuda ısrar etmek gerek: toplumsal adaleti gözeten yapısal bir çözüm üretim, tüketim ve ulaşımın küresel ölçekte azalmasıyla ancak mümkün olur. ¨Daha az üretmek, daha az ulaşım, daha az tüketmek, daha çok paylaşmak¨ gerek (özellikle de refahı ve çalışma saatlerini paylaşmak).[9] Bu sebeple devlete de daha fazla rol biçecek kapitalist bir regülasyon krize alternatif teşkil edemez. Bir yandansa işleri kolaylaştırabilir, doğru. İşte ikinci çelişki de tam burada. Sermayenin böyle bir regülasyonda gönlü yok.

Ozon tabakasının korunmasına yönelik Montreal Protokolü etkin bir politika örneğiydi. 1987’de imzalanmasını takip eden iki yıl içerisinde KFKlerin (klorofluorokarbon) üretim ve kullanımını sonlandırmak üzere kampanya başlattı, belli bir zaman çizelgesinde Güney ülkelerine yardım için (zengin ülkelerin katkılarıyla) küresel bir fon kuruldu.[10] Takip eden yirmi yıl içerisinde salımlar %80 oranında düştü ve Dünya Meteroloji Örgütü stratosfer kademesinde ozon tabakasının ciddi ölçüde düzelmeye başlandığını duyurdu.[11]

Bu anlamda Montreal Protokolü iklim alanı için de bir emsal teşkil edebilir. Hatta emsal içinde başka bir emsalden de bahsetmek mümkün: 1996’da Kigali’deki görüşmeleri sırasında Ozon Protokolüne taraflar HFKlere (hidroflorokarbonlara) de son verilmesinde uzlaştı. Montreal’dan sonra HFK’ler KFK’lerin yerine geçmişti. HFK’ler ozon tabakasına zarar vermiyor ama tıplı KFK’ler gibi CO2’den bin kat daha fazla radyasyon gücüne sahipler.[12] Giderek artan HFK salımları, Ozon Tabakası Protokolü’nün dolaylı bir sonucu olarak iklime sunduğu katkıyı riske atıyordu. HFK’leri aşamalı terk etmeye karar vererek, hükümetler ozon tabakasının onarımını iklim değişimine karşı yürütülen mücadeleyle aynı saflara çekti. Bunun küresel ısınmaya etkisi çok değil: Kigali’nin öngörülere göre 2050 yılına kadar sera gazı salımları 90 Gt CO2’ye denk düşen bir oranda azalacak, bu da iki yıllık salıma karşılık geliyor. Tabii ki bu iki yıl çok önemli, hele ki gidişat her sene felaketten kıyamete geçiş ihtimalini arttırıyorken.[13]

Aynı yöntem hızlı bir şekilde metan salımlarını azaltmaya da yarayacaktır. Metanın sera etkisi CO2’den çok daha güçlü ama salımı azalacağı yerde giderek artıyor.[14] Ekosistemlerdeki – tarımdaki (özellikle pirinç üretiminde) ve hayvancılıktaki– salımları azaltmak azaltalım demekten daha zor. Ama doğal gaz dağıtım ağlarından, petrol kuyularından ve kömür madenlerinden sızıntıları azaltmak görece daha kolay neticede üretim sisteminde yapısal bir değişikliğe gerek duymuyor ve öngörüler ışığında sızıntıları engellemek ısınmayı 0,5°C oranında azaltabilir. Yani bunun için büyük teknolojik buluşlara ihtiyaç yok şirketleri gerekli yatırımları yapmaya zorlamak yeterli. Sorun da tam bu zaten: sermayedarları bir şeye zorlayamazsınız, onları ancak piyasa mekanizmalarıyla cesaretlendirebilirsiniz. Paris Anlaşmasında yüceltilen neoliberal kanaatin ta kendisi. Glasgow’un da Paris’ten zerre sapmayı aklına bile getirmeyeceğini hep beraber göreceğiz.

Metan ve Ormansızlaştırma: Heba edilen zaman mı aramıştınız?

¨Metan uzlaşısına¨ basın epey yer ayırdı. COP’ta 100’den fazla ülke metan salımlarını 2030’a kadar %30 oranında azaltma sözü verdiler. Eğer sözler tutulursa 2050 yılındaki ısınma oranı 0,2°C daha az olacak (yine de beklenen azalma oranının yarısından bile az). Tabii bu sadece bir niyet beyanı. Ülke başı kotalar yok, Güney ülkelerine fon ayrılmıyor, sözünü yerine getirmeyenlere yaptırım yok …ABD, AB ve Kanada doğrusu harekete geçmek istiyorlar, tabii bunun bariz sebepleri var: Trump dışında, kapitalist  liderler endişelenmeye başladılar. Metanı kısıtlamak da görece daha kolay bir iş. Yine de kat edilmesi gereken uzun bir yol var: Çin ve Rusya Glasgow’daki bu uzlaşıya imza atmadı. Çünkü neden: ikisi de ciddi metan salımından mesuller. Çin ve Rusya’nın dışarıda kalması diğer ülkelerin kapitalistlerine metan salımına karşı ayak diremek için güzel bir bahane olacak. Sonuç olarak bu iki ülkeye ufukta bir yaptırım görünmeyecek. Aksine bazı teşvikler ve vergiler devreye girecek ve temenniler yatırım maliyetlerinin tasarruf edilen gaz maliyetinin altına düşmesinden yana olacak. Faturayı da emekçiler ödeyecek.

Ormansızlaştırmada da benzer bir ikilem söz konusu. Rio (1992)’dan bu yana heba edilen zamanı bir miktar telafi etmenin yolları aranıyor, tabii yine üretim aygıtlarının yapısına tesiri olmayan bir yerden. Glasgow’da 131 ülke Glasgow Küresel Orman Finansman Taahhüdü (GKOFT)’ne 12 milyar dolar yatırım yapma sözü verdi. Hedef 2030’a kadar ¨orman kaybını durdurup ormanlaşmaya başlamak¨.[15] Bu taahhüt aslında 2014 yılında New York’ta verilene çok benziyor: 2030’a kadar ormansızlaştırmayı durdurmak, 2020’ye kadar ormansızlaştırmayı %50 oranında azaltmak. 2015-2017 yılları arasında ormansızlaştırma oranları %41 oranında arttı! Kimisi GKOFT’ye olumlu bakıyor neticede Rusya ve Brezilya, yani dünya ormanlarının %90’ından fazlasını barındıran iki ülke, altına imzalarını attı. Bu sözler işlerin etkili bir şekilde çözüleceğini garantilemiyor elbette. Aynı zamanda yerli halklara bir adalet sözü de vermiyor (GKOT mutlak surette yerlilerin hak ve esenliklerini tanıyor- tabii sadece kağıt üzerinde).

Etkililik konusuna dönersek, ¨orman kaybını durdurmak ve geriye çevirmek¨ ifadesi aslında göründüğü kadar berrak bir ifade değil. Kimisine göre bir ormanı yok etmek eğer yok edilen orman arazisi başka bir ekonomik faaliyet için kullanılmıyorsa ¨orman kaybı¨ SAYILMAZ. Tuhaf bir diyalektik: ¨orman kaybı¨na sebep vermeden ormandaki ağaçları kesebilirsin şayet endüstriyel ölçekte ¨karbon kredisi¨, pelet, odun kömürü, palmiye yağı üreteceksen. İşte Endonezya tam buna örnek. Dünya’daki üç büyük yağmur ormanı kütlesinden biri Endonezya’da ve ormanlar tıraşlanıp palmiye ağaçları dikiliyor. Endonezya’nın faaliyetleri geçici süreliğine kısıtlanmıştı ama COP’tan iki ay önce Cakarta bu kısıtlamaya daha fazla uymayacağını gösterdi. Endonezya heyeti Glasgow’da ¨orman kaybı¨nı durdurmaya tamam dedi ama ¨Endonezya’nın 2030 yılına kadar sıfır ormansızlaştırmaya ulaşacağını ummak açıkça yersiz ve adil değil¨ ve ¨karbon salımlarını veya ormansızlaştırmayı durdurmak adına¨ kalkınmaya ¨ket vurulmamalı¨ diye de ekledi. Yani, orman kaybını durdurmaya tamamlar, ama ormansızlaştırmaya tamam değiller. Yerli halkların akıbetine gelirsek, Brezilya’daki durum ise epey çarpıcı: Amazon ormanlarına ve orada yaşayan halklara savaş açan ve hiçbir şekilde sözüne itibar edilmez faşist Bolsonaro’nun GKOFT’yi neden imzaladığını birinin izah etmesi lazım.[16]

Boş vaatlerin ardında, ¨Pazar¨ Tanrı’nın egemen gücü

COP başlamadan ufukta pek çok mutabakat vardı: kömürü terk etmek, elektrikli arabalar, sınır ötesi fosil yakıt yatırımlarını veya ulusal sınırlar içinde fosil yatırımları durdurmak. Hatta bazı ülkeler pek gururlu ifadelerle ordularını yeşilleştireceklerini duyurdular ki bu sayede ¨[17]özellikle enerji alanında ekolojik ayak izlerini azaltabilsinler¨. Ne tuhaf…En azından böyle saçmalıklar, orduların aksine, cana kast etmiyor.

Tüm bu ¨mutabakatlar¨ boş birer vaatten ibaret. Somut önlemler alınmadan, ülkeler sözlerinde durmadan, sözünde durmayanlara yaptırımlar uygulanman bu mutabakatlar hiç bağlayıcı değil. O zaman ne işe yarıyorlar? Kısmen vaziyet şu, bazı ülkeler yeşil bir imaj çizmek adına tüm dikkatleri üzerlerine çekmek ve kapitalistlerin çıkarlarına halel getirmeden kamuoyunu tatmin etmek için COP’u bir fırsat olarak görüyorlar…[18] Bu da bizi daha köklü bir izaha mecbur kılıyor: boş vaatler neoliberal ideolojilerle bir ahenk içerisinde, neoliberal ideoloji de tek bir karar mercii tanır: Pazar, yani kâr, yani hissedarlar azınlığı.

Kömür ve diğer fosiller: gayet açık bir mesaj

Kömür ve diğer fosillere dair Glasgow anlaşmasının geçişi ile ilgili denemeler ve sıkıntılar oldukça aydınlatıcı. İlk örnekte (daha yumuşak ifadeler olsa da, IEA raporundan esinlenilmiştir): COP “Tarafları kömürün aşamalı olarak terk edilişini ve fosil yakıtlara yönelik sübvansiyonların [kaldırılışını] hızlandırmaya çağırır”. İkinci örnekte: COP, “Tarafları, teknolojilerin geliştirilmesini, kullanımını ve yaygınlaştırılmasını ve düşük salımlı enerji sistemlerine geçiş politikalarını hızlandırmaya çağırıyor: [bu politikalara] temiz enerji üretiminin ve kesintisiz kullanılmakta olan kömürü ve fosil yakıtlara verilen verimsiz teşvikleri aşamalı olarak terk edişin giderek hızlandırılması’’ dahil. Hava solunabilir hale geliyor, ancak hala kömürün “aşamalı terk edilme”si ve fosil yakıt teşviklerinin “aşamalı kaldırılması” konuşuluyor. Üçüncü örnekte: Hindistan delegasyonunun bir müdahalesini takiben, onay toplantısının ortasında “aşamalı çıkışı hızlandırmak”, “aşamalı yavaşlamaya yönelik çabaları hızlandırmak” ile değiştirildi.

Modi hükümetinin rolü kınanmalıdır. Ancak Hindistan kapitalist silahşörlerin desteğini arasına alarak hem gezegenin kömürcülerinin hem de tüm fosilcilerinin çıkarları doğrultusunda hareket etti.[19] Bu gruplar tam kadro COP’ta yerlerini aldılar ki, bir Fin patronun ifade ettiği üzere, konferans ‘‘düzenleme, kısıtlama ve vergilendirmeden ziyade yeşil kalkınmaya odaklı kalışı’’ temin edilsin.[20]

Teknik açıdan, fosillere dair olan maddenin kapsamı yeterince açık değil. ‘‘Salımları azaltma’’ muğlak bir kavram. OECD’ye göre, ‘‘Kirliliği azaltma, kirliliği ve/veya kirliliğin çevreye verdiği zararları azaltmak için kullanılan teknolojiye veya alınan önemlere karşılık gelir.’’ G7’ye göre, ‘‘kesintisiz kömür enerjisi kullanımı, CO2 salımlarını azaltan teknolojilere, mesela Karbon Yakalama Kullanım ve Depolama’ya (KYKD), başvurmadan kömür kullanımı demektir.’’[21] Bu tanımlamalar oldukça pahalı karbon yakalama ve depolamadan (KYD) başka kapitalistlerin önüne çok daha geniş seçenek sunuyor. Bir yandan KYD ile fosil yakıt kullanan tesislerden salınan CO2 yakalanıp [bu gazlar] başka sektörlerde başka ürün üretimine dahil edilecekler …yani bu gazlar nihayetinde salınacak… bazen hatta bir çırpıda (mesela gazlı içecekler). Öte yandan eğer hükümetler ormanlarca CO2 yutulmasını salım azaltımı olarak değerlendirirse (ABD ve AB’nin bu hususları çorbaya çevireceğini yakında göreceğiz!) o zaman [karbon] azaltımı sadece ve sadece ağaç dikmekten ibaret olacak.

Gelgelelim siyaseten iletilen mesaj oldukça açık. Özü itibariyle, enerji devlerinin hükümetlere ve insanlara söylediği şeyler var: 1) Fosil yakıtları bırakmayı aklınıza bile getirmeyin, geçer akçe ‘‘yeşil’’ teknolojileri geliştirmektir; 2) Kömür madenlerini faal tutmaktan ve yeni madenler açmaktan bizi alıkoymaya uğraşmayın, zaten CO2’nin etkisini azaltacak sistemleri kabul etmek konusunda halihazırda yapabileceğimizi yaptık; 3) [karbon] salım ‘‘azaltım’’ında asgari bir oranı dayatmaya çalışmakla veya bir azaltım yöntemini diğerine dayatmakla uğraşmayın; 4) Eğer gerçekten fosil yakıt teşviklerini kesmek istiyorsanız, gidin ‘‘verimsiz’’ olanlardan, yani katma değer katkısı olmayanlardan, başlayın.[22] İşte ‘‘bizim’’ hükümetlerimizin, nihai içeriği dahi danışılmadan, Glasgow’da onayladıkları mesaj buydu. Olan o ki fosil yakıtçılar gücü ele geçiriyorlar.

2050 karbon nötrlüğü koşusu

Piyasanın egemen gücü – yani kâr ve hissedarlar– kendini sadece ‘‘anlaşmalar’’da değil hükümetlerin ‘‘2050’ye kadar karbon nötrlüğü’’nü (diğer bir deyişle sıfır net emisyonu) sağlama koşusunda da belli ediyor. Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri, Güney Afrika, Brezilya, Rusya, Japonya, Suudi Arabistan…: herkes ortaya birer ‘‘strateji’’ atıyor. Glasgow yakınlaştıkça ‘‘2050’ye kadar net sıfır’’ vaatleri giderek artmıştı… ve bu vaatler kısa vadeli salım azaltımını, varsayımsal uzun vadeli karbon emilimiyle ikame etmeyi giderek daha fazla vurguluyordu. 2050’ye kadar ‘‘karbon nötrlüğü’’nü hedefledikleri ele güne haykıran bazı hükümetler[23] UTEK hedeflerini ve hatta bu hedeflerinden daha azını 2015’e kadar hayata geçirdiler![24] Yani olay, esas meseleyi kararmaktan ibaret.

İklim Eylem Takibi (İET) bir işe netlik getirelim dedi ve gerçekten uygulanan iklim politikaları, öne sürülen UTEKler, COP’ta verilen sözler ve ‘‘net sıfır’’ stratejileri arasındaki ayrımları ortaya koydu.[25] Bu makalenin başında belirtildiği üzere: mevcut politikalar devam ettirildiği takdirde, ortalama sıcaklıklar 2100’e kadar 2,7°C oranında artacak (referans aralığı: +2 ila 3,6°C). COP’ta verilen sözler ve ‘‘net sıfır’’ anlaşmaları ve stratejileri bu resme bir katkı sunmuyor, aksine zararı var. Genel anlamıyla ‘‘net sıfıra ulaşma yolunda ilerlemek namına hiçbir ülke yakın-vadeli politikaları yeterli ölçüde uygulamadı.’’

Bazı genel sonuçları özetlemek gerekirse:

-2030 hedeflerine göre, bu hedeflere ulaşıldığını varsayalım, öngörülen +2,4°C (referans aralığı: +1,9 ila +3°C);

-2030 hedeflerine ve COP’ta verilen sözlere göre, bu sözlerin yerine getirileceğini varsayalım, öngörülen +2,1°C (referans aralığı: +1,7 ila +2,6 °C);

-2050’ye kadar ‘‘karbon nötrlüğü’’ sağlanır sözünü de eklersek (rapora göre ‘‘iyimser senaryo’’) öngörü +1,8°C  (referans aralığı: +1,5 ila 2,4°C). ‘‘Bu senaryo Paris Anlaşması ile uyumlu değil’’ çünkü ‘‘+2,4 °C ısınmayı engelleyemiyor.’’

Dahası İklim Eylem Takibi ‘‘2050 net sıfır’’ stratejilerini de değerlendirdi.[26] Araştırmacılar on parametre seçtiler ve renk kodları (iyiden kötüye: yeşil, turuncu, kırmızı) belirlediler. Sonuçlar: Şili, Kosta Rika, Avrupa Birliği ve Birleşik Krallık’ın stratejileri ‘‘kabul edilebilir’’; Almanya, Kanada, ABD, Güney Kore’ninkiler ‘‘ortalama’’; Japonya, Çin, Avusturalya ve Yeni Zelanda ‘‘kötü’’; tüm diğerleri ‘‘eksik’’ (özellikle de Brezilya, Güney Afrika, Rusya, Suudi Arabistan…). Açık olan bir şey var ki ‘‘karbon nötrlüğü’’ kervanına katılan çoğu hükümet kendilerine yeşil bir süs veriyorlar ki Glasgow’da sırıtmasınlar.

Gelişmiş ülkeler ve Çin’in stratejilerinin değerlendirilmesi de dikkate değer. AB’nin iki parametrede kırmızı kodu var: muğlak bir hakkaniyet taahhüttü; ve salım azaltım ve terk ediş arasında hiçbir ayrım yapılmaması. Almanya’nın iki turuncusu üç tane de kırmızısı var: Almanya’nın ‘‘net sıfır’’ hedefleri uluslararası havacılık ve gemi taşımacılığından kaynaklı salımları kapsamıyor ve ulusal sınırları dışında ‘‘karbon denkleştirme’’yi resmin dışında tutuyor. ABD’nin aynı kırmızı kodları var, karbon emilimi ve azaltımını birbirine karıştırıyor, hakkaniyet taahhüttünde bir netlik yok (zaten ne bekliyoruz ki?). Çin’e gelirsek, altı parametrede kırmızı üç parametrede turuncu kodu var.

Bu tahlil, ekososyalistler ve diğer aktivistlerin ithamlarını bütünüyle doğruluyor: ‘‘net sıfır’’ stratejileri, ki böyle bir strateji gerçekten varsa veya içi azıcık bile doluysa, eksiktir, en iyi ihtimalle bile oldukça yanlı stratejilerdir. Tüm bu ‘‘net sıfır’’ lafları, 1,5°C ısınmayı geçip geçmeyeceğimizi belirleyecek olan önümüzdeki sekiz yıl içerisinde büyük bir kısmı azaltılması gereken 19 ila 23Gt CO2 salımının akıbetini süresiz olarak rafa kaldırdı. Şurası net ki bir aldatmacanın içindeyiz ve bu aldatmacanın sebebi bir o kadar bariz: bütün kısıtlamalardan, bütün denetimlerden, bütün planlamalardan uzak duralım.

Biz hiçbir şeye karar vermeyelim, her şeye karar verecek Piyasa’yı yaratalım

IPCC’nin 5. Değerlendirme Raporu’nu açıkça şöyle belirtiyor: ‘‘İklim modelleri tam işleyen piyasalar ve rekabetçi piyasa davranışı varsayar.’’[27] Bu varsayım haliyle piyasa araçlarıyla bir piyasa yaratılmasını ön koşul olarak görür. Kyoto Protokolü mekanizmalarını devralmak isteyen Paris, kendi Madde 6’sına göre, ‘‘Yeni Piyasa Mekanizması’’ ilkesini benimsemişti. Kapitalistler arası bir dizi çatışma COP25’te (Madrid) bu ilkenin hayata geçmesini engelledi ve COP25 bu anlamda başarısız oldu. Şükürler olsun Glasgow’da bir anlaşmaya varıldı. Tüm taraflar (devletler, bölgeler, şirketler) kirletme haklarının alım satımını yapabilecekler. Bu hakları üretmek dünyanın her yerinde yapılacak temiz yatırımlarla, ağaç dikimleriyle, var olan ormanların korunmasıyla, CO2 tecrit ve tutulmu (KTT) ve yakalama ve kullanımıyla (KYK) mümkün olacak.

Çözülmesi gereken ihtilaflar arasında şunlar var: emisyon haklarının mükerrer sayımından (satıcı ve alıcı tarafında) nasıl kaçınılır? Kyoto kapsamında oluşturulan kirletme hakları bu yeni sistem (ki bu hakların çoğu gerçek salım azaltımına karşılık gelmiyor) kapsamına girebilecek mi? Güney ülkelerinin küresel ısınmadan kaynaklı ‘‘kayıp ve zararlar’’ını karşılamaya yardım mahiyetinde bu söz konusu hakların alım-satımı vergilendirilecek mi?[28] Her birini tek tek incelemek için yeterli alan yok. Genel anlamıyla ‘‘Madde 6’nın mekanizmaları o kadar büyük gedikler açıyor ki dünyayı 1,5°C yoluna sokmak için elde kalan son şansları da yok ediyor.’’[29] COP’un aldığı kararlar mükerrer sayımdan kaçınmaya yetmeyebilir. Kyoto haklarındaki –ki bu haklardan 2013 ve sonrası oluşturulanlar [yeni sisteme] dahil edilebilir olacak—uzlaşı sıcak hava tacirleri için bir zafer (sıcak hava yanlış [karbon salım] azaltımları demek). Özellikle de Bolsanaro Brezilyası’nda bu tacirlerden çokça var.

Bir sonraki adım temiz, sorumluluk taşıyan yatırımları sıralamak olacak. Avrupa Birliği’nin listesi (kendi jargonunda ‘‘Sınıflandırma’’sı) yıl sonuna kadar hazırlanacak. Riskler yüksek: ‘‘sınıflandırma’’ yeşil finansın önünü açacak. Ama esas soru baki kalıyor: nükleer enerji resme dahil mi? Nükleer enerjiyi ‘‘sürdürülebilir enerji’’ olarak tanımlamak büyük bir saçmalık. Nükleer teknoloji için sürdürülebilir olan tek şey [nükleer] atık ki kimse bununla nasıl baş edeceğini bilmiyor. On binlerce yıl boyunca ve hatta daha da uzun süre nükleer atık çevreyi kirletecek. Amma ve lakin…piyasa, muazzam. Mesela Çin 150 [nükleer] reaktör inşa etmeyi planlıyor. Marx’ın dediği gibi her şeyi alt üst eden kapitalist bir bakış açısından bakarsak [nükleerin vaat ettiği] para ödülünü … ‘‘sürdülebilir’’ bir kâr kaynağını… es geçmek gerçekten saçmalık olurdu. Fransa’nın başını çektiği on ülke, nükleer enerjinin bu Sınıflandırma’ya dahil edilmesi için kampanya yürütüyor. Almanya dahil beş ülkeyse karşı çıkıyor. Kim kazanacak? Bekleyip görüyoruz…[30]

İklim finansmanı: ey yoksul insanlar, yatırımcılara cazip görünmeye çalışın!

Bu canice mantık ‘‘iklim finansmanı’’ noktasında kendi zirvesini buldu. İklim finansmanının iki bileşeni var: kamu akımları ve özel akımlar. Kamu akımları da kendi içinde iki bileşene ayrılıyor: Yeşil Fonlar ve kayıp ve zararların tazmini. COP’ta tüm bunlar genel kurulun toplandığı bir güne sığdı: Finans Gününe Hoş Geldiniz!

Yeşil Fonlar hususunda, Hazine Şansölyesi (İngiliz Maliye Bakanı) özü itibarıyla İYİ TAMAM dediyse de Kuzey [ülkeleri] sözünü tutmadı. Ne yapalım, üzgünüz. Fonda şimdi 80 milyar var, 2023’te 100 milyar olunca hedefleri aşıyoruz ve bu aşım önceki dönemlerdeki [fon] açıklarını da telafi edecek. Bakan bey Yeşil Fon’da hali hazırda sadece 20 milyar hibe olduğundan bahsetmedi. Yani geri kalan miktar kredi [olarak dağıtılacak]. Anlaşma, 2025’ten itibaren küresel ısınmaya uyum finansmanını iki katına çıkarmayı vaat ediyor. Gelecek yıl bir BM komitesi senelik 100 milyar dolar hedefine yönelik ilerleme hakkında bir rapor verecek. Esas nokta şu ki Güney ülkeleri yeni bir borçluluk sarmalıyla tehdit ediliyor.

Kayıp ve zararlar meselesi açık ara daha fena. Somali örneğine bakalım. Tarihsel iklim değişikliğine %0,00026’lık bir katkı sundu…gelgelelim küresel ısınmayla ilişkilendirilebilecek mükerrer kuraklıklardan mustarip. 2020 yılında 2,9 milyon insan gıda güvencesizliğiyle karşı karşıyaydı. Uluslararası yardım son derece yetersiz. Kenya, Etiyopya, Sudan ve Uganda da aynı dramı yaşıyor.[31] Bu maliyeti kim üstlenecek? Gelecekteki felaketlerin maliyetini kim üstlenecek? Hristiyan Yardım (Christian Aid) STK’sı, mevcut politikalar değişmezse iklim değişikliğinin en yoksul ülkeler GSYH’sini 2050 yılına kadar %19,6 oranında ve 2100 yılına kadar ise yıllık ortalama %63,9 düşüreceğinin tahmin ediyor. Eğer sıcaklık artışını 1,5°C’de tutarsak bu düşüşler sırasıyla %13,1 ve %33,1 olacak.[32]  Kayıp ve hasarlar faturasıysa bir çırpıda birkaç bin milyara yükselecek. Zengin ülkelerce finansman ilkesi BM İklim Değişikliği Çerçevesi Sözleşmesi’nde güvence altına alınıyor ama emperyalist hükümetler açıkça buna itimat etmeyi reddediyor. Nokta.

Mucize çözüm için gözler özel finans çevrelerine dikilmiş durumda. Goldman Sachs’ta çalışmış, İngiltere Merkez Bankası başkanlığı yapmış, G20 Finans İstikrar Kurulu başkanı olmuş Mark Carney şimdiyse BM tarafından iklim finansmanına ‘‘özel elçi’’ olarak atandı. Carney COP’tan hemen önce, Glasgow Finans Allicance for Net Zero’nun (GFanz – Net Sıfır İçin Glasgow Finans İttifakı) birkaç ‘‘’yeşil finans’ bileşenini bir araya getirdi. GFanz önde gelen 19 finans şirketinin CEOları tarafından yönetiliyor; bu CEOlar arasında Bank of America’dan Brian Moynihan, BlackRock’tan Larry Fink, Citigroup’tan Jane Fraser, HSBC’den Noel Quinn, Santander’dan Ana Botín ve Aviva’dan Amanda Blanc var. Amaç ‘‘sahadan uzman isimlerin öncülüğündeki bu forumda finans şirketleri önemli ve kesişen konularda iş birliği yaparak net sıfır hedefleriyle uyum teşkil edecek finansmanı, ve tüm şirketler, oluşumlar ve ülkelerin destek çabalarını hızlandıracak ve bu sayede Paris Anlaşması hedeflerine ulaşılacak.’’[33]

COP’ta Gfanz günün yıldızıydı. Bu konsorsiyumun değeri 130 milyar dolar. Maliye Bakanı gezegeni ve iklimi kurtarmaya hazır ve nazır ‘‘sermayenin tarihi duvarı’’nı överek herkese göz dağı veriyordu. Tercümesi şu: ‘‘yeşil’’ yatırımları, temiz kömürü, yeşil hidrojeni, ağaç dikimini, var olan ormanların korunmasını, CO2 tecrit ve tutmayı (KTT) ve CO2 yakalama ve kullanmayı (KYK) finanse etmeye hazırlar. Çeşit çeşit yeşil boyama ayağınıza gelir yeter ki parasını çıkarsın. Çünkü vaziyet ortada: ‘‘Geleneksel finansal kar ve zarar hesaplarındaki gibi yatırımcılar netliğe sahip olmalı ki bu işlere girişsinler.’’[34] Ey yoksul insanlar, yatırımcılara cazip görünmeye çalışın…

Reclaim Finance (Finansı Geri Al) STKsı bu finansörlerin yeşil maskesini düşürdü. Kabaca: GFanz’ın temel ölçütü (BM’nin Sıfıra Yarış ölçütü) fosillerin adını anmıyor; [Glasgow Finans] İttifakı üyeleri dolaylı salımlarını azaltmak zorunda değiller (fosil sektör salımlarının %88’inden mesul ‘‘Saha 3’’denilen  salımlar); salımlarda mutlak ve azaltım gerekli görülmüyor, göreli azaltım yeterli; GFanz ortaklarının hiçbiri [karbon] denkleştirmeyi yasaklamak veya kısıtlamaya yanaşmıyor; Asset Owner Alliance’ın (Varlık Sahipleri İttifakı-GFanz’ın bileşenlerinden biri) 58 üyesinden 34’ünün fosillere yatırım yapmasının önünde hiçbir engel yok.[35]

COP21’den birkaç ay önce François Hollande Paris’teki iş çevreleri iklim zirvesini şu sözlerle açtı: ‘‘İş çevreleri temel bileşenlerdir çünkü verilecek taahhütlerin öngöreceği değişiklikleri tercüme işi onlara düşüyor: enerji verimliliği, yenilenebilir enerjilerin yükselişi, enerji tüketmeden hareket etme kabiliyeti [metinde aynen!], enerji depolama, yaşam alanlarının inşa şekli, şehirlerin organizasyonu ve gelişmekte olan ülkelerin sürece uyumlarının sağlanması ve geçişe katılımları.’’[36]

‘‘Karamsar olmak için çok geç’’ şiarıyla yukarıdaki beyanı yorumlarsak şöyle bir anlam çıkar: ‘‘Sevgili kapitalistler, biz politikacılar size gezegeni, şehirleri ve ormanları, toprağı ve okyanusları bununla da kalmıyor Güney ülkelerinin sizin sebep olduğunuz ve dayattığınınız felakete uyumlulaştırılması piyasasını sunuyoruz; alın her şey sizin olsun: verilen mesaj budur.’’[37]

Sermaye açısından COP’un laf salatasından ibaret olduğunu söylemek yanlış olur. Daha ziyade COP neoliberalizmin canavarca ilahlaştırılmasıdır. Glasgow zirvesi büyük bir adım attı doğru, ama dünyanın, dünyadaki ekosistemlerin ve canlıların topyekûn metalaştırılması yönünde bir adım. Finansın yararına, doğanın ve insanların pahasına.

Sonuç olarak

Tüm siyasi liderler (ya da neredeyse tümü) şunu kabul ediyor: aciliyet tavan yaptı, riskler ölçülemez hale geldi, kaybedecek tek bir saniye dahi yok. Ama yine de, bir COP’tan diğerine ‘‘mevcut en iyi bilimin’’ rehberliğinde mücadele etmemiz gereken zaman sürekli boşa harcanıyor ve uçuruma giderek daha hızlı koşuyoruz. Bu çarpık, sanrılı ve ürkütücü gerçeklik şu ya da bu görevlinin ahmaklığından ya da gizli güçlerin oyunlarından kaynaklanmıyor: aksine Kapitalizmin temel yasalarından kaynaklanıyor ve bu yasalar ‘‘Bilimin en iyisini’’ çürütüyor. Kâr için rekabete dayanan bu üretim biçimi ekonomik ölüm sopasını göstererek milyonlarca kapitalisti, her an milyonlarca yatırım kararı vermeye zorluyor ki makineler vasıtasıyla emeğin verimliliği artsın. Bu rekabetin sebep olduğu kâr oranında azalma eğilimi üretilen malların kütlesinde bir artışla, emek gücünün ve başka doğal kaynakların sömürüsünün artışıyla telafi ediliyor. Bu sistem kontrolden çıkmış bir otomat gibi çalışıyor. Jaurès’in dediği gibi, bir bulut gibi sadece savaşı değil aynı zamanda sınırsız kalkınma, eşitsizlikte sınırsız bir büyüme ve uçsuz bucaksız bir ekolojik yıkım ihtimalini beraberinde getiriyor.

Zorla tekrar etmemiz gerekiyor: Bu sistemin ömrünü uzatmakla gezegeni yaşama ve insanlığa elverişli bir çevre olarak muhafaza etmek arasında aşılmaz bir uzlaşmazlık var. 1914’te savaş patlak verdiğinde Lenin’in yaptığı gibi her şeyden önce ve güç dengelerinden bağımsız bir şekilde şu teşhisi yapmaya cesaret etmeliyiz: koşullar ‘‘nesnel olarak devrimcidir.’’ Glasgow COP ile giderek daha acil hale gelen uyarıların kısa özeti karşımıza çıkıyor: ya toplumsal hareketlerin birbirleriyle yakınsamaları nesnel koşullar ile sömürülen ve ezilenlerin (‘‘öznel faktör’’) bilinç ve örgütlenme seviyeleri arasındaki muazzam uçurumu kapatmaya başlamayı mümkün kılacak, yoksa bu [kontrolden çıkmış] otomat bizi daha önce benzeri görülmemiş bir barbarlığa sürükleyecek.

17 Kasım 2021

Dördüncü Enternasyonal, A l’Encontre and Gauche anticapitaliste websiteleri için yazılmıştır

Çeviri: Anıl Aşkın


[1] Bu söz 2010 yılında Cancun’da toplanan COP’ta verilmişti.

[2] https://www.ipcc.ch/sr15/

[3] https://www.pnas.org/content/115/33/8252

[4] . UEA, “2050’de Net Sıfır. Enerji Sektörü için Bir Yol Haritasi” https://www.iea.org/reports/net-zero-by-2050

[5] Sera gazlarının gigaton hesabı her biri CO2’ymiş gibi hesaplanıyor.

[6] ¨Glasgow’un 2030 güvenilirlik açığı¨ https://climateactiontracker.org/publications/glasgows-2030-credibility-gap-net-zeros-lip-service-to-climate-action/

[7] https://www.youtube.com/watch?v=iW4fPXzX1S0

[8] Financial Times, 4 Kasım 2021 “COP26: dünya fosil yakıtlara sırt çevirse bile petrol fiyatları giderek artıyor”

[9] Daniel Tanuro, Karamsar Olmak İçin Çok Geç: Ekososyalizm Ya Da Barbarlık [Trop tard pour être pessimistes. Ecosocialisme ou effondrement], Textuel, Paris, 2020

[10] https://ozone.unep.org/treaties/montreal-protocol-substances-deplete-ozone-layer/text

[11] https://public.wmo.int/en/media/news/scientific-assessment-confirms-start-of-recovery-of-ozone-layer

[12] Bir gazın radyasyon gücü o gazın Dünya tarafından yayılan, ve böylece gezegeni yaşanabilir kılmaya yarayan sera etkisine katkı sunan, kızılötesi radyasyonu tutabilme ve saçabilme oranıdır.

[13] Daniel Tanuro, Kigali İklim Anlaşması: HFK Ağacından CO2 Ormanına  «L’accord de Kigali sur le climat: de l’arbre des HFC à la forêt du CO2 », Politique la revue http://www.europe-solidaire.org/spip.php?article39236

[14] Kısa vadede metanın radyasyon gücü CO2’ninken 80 kat daha fazla. Ama metan atmosferde hızlıca azaltılabilir (oksijenle kimyasal bir tepkimeye girerse). Bir yüz yıl sonra, metanın radyasyon gücünün CO2’ninkinin 30 katı olacağı hesaplanıyor.

[15] https://ukcop26.org/the-global-forest-finance-pledge/

[16] ¨COP26 Küresel Ormansızlaştırma Taahhüdü Gerçekten Ormanları Kurtabilecek Mi?¨, Kieran Mulvaney, National Geographic, 5 Kasım 2021

[17] https://www.dhnet.be/actu/monde/vingt-deux-pays-dont-la-belgique-s-engagent-a-cooperer-pour-adapter-leurs-armees-au-changement-climatique-618e96749978e25ff06207d9

[18] Misal Fransa Petrol ve Gazın Ötesinde (PvGO) iş birliğine katıldığı için pek gururlu. Diğer on bir ülkeyle beraber (ki bunlar çok küçük üreticiler), Fransa petrol veya gaz çıkarmama sözü veriyor…kendi toprakları üzerinde. Kamu kaynaklarıyla kendi sınırları ötesinde yeni fosil yakıt tesisleri kurmama ve salım azaltımlarını planlama sözü veren Birleşik Krallık ve diğerleriyle iş birliğinden imtina ediyor. Fransa’nın bu ikinci iş birliğinde, Birleşik Krallık’ınsa ilk iş birliğinde olmamasını izah etmenin yolu bir yandan Paris ve Total arasındaki bağlara diğer yandan da Londra’nın Kuzey Denizi’ndeki fosil çıkarlarına göz atmak.

[19]Global Witness’ın COP’taki yüzlerce fosil silahşöre dair incelemesi için bakınız: https://www.globalwitness.org/en/press-releases/hundreds-fossil-fuel-lobbyists-flooding-cop26-climate-talks/. Şuna da bakınız ‘‘Glasgow’daki COP26 Müzakerecileri Emisyonları Azaltmak İçin Ellerini Taşın Altına Koyuyorlar Ama Petrol ve Doğalgaz Yöneticilerine Rahat Nefes Aldırıyorlar’’, Climate News, 12 Kasım 2021: ‘‘Royal Dutch ve Chevron (…) ulusal yetkilileri veya sanayi gruplarını temsilen oradaydı. Suudi Arabistan ve diğer petro-devletler kendi petrol şirketlerinden temsilcileri getirdi ve haliyle Kanada da benzer bir şekilde Suncor’dan, Kanada’nın katran kumundaki en büyük üreticisinden, bir temsilciyi getirdi.’’

[20] Financial Times, 11 Kasım 2021.

[21] https://www.e3g.org/news/explained-what-does-unabated-coal-mean/

[22] Belçika’da ısınma için kullanılan petrole verilen kamu teşviki, mesela, bütünüyle ‘‘verimsiz’’.

[23] Çin için 2060, Hindistan için 2070.

[24] Carbon Action Tracker, aynı yerde

[25] Climate Action Tracker, ‘‘Glasgow’un 2030 güvenilirlik açığı: net sıfır’ın iklim eylemine sözde bağlılığı. Onlarca net sıfır salım hedefleri alandaki faaliyetlerle örtüşmedi’’ https://climateactiontracker.org/publications/glasgows-2030-credibility-gap-net-zeros-lip-service-to-climate-action/

[26] Climate Action Tracker, “Net sıfır hedefi değerlendirmeleri”, https://climat…

[27] AR5, GT3, Bölüm 6, s. 422.

[28] Financial Times, 11 Kasım 2021

[29] CLARA (Climate Land Ambition and Rights Alliance -İklim Toprak Azmi ve Haklar İttifakı) basın bildirisi: https://globalforestcoalition.org/climate-land-ambition-and-rights-alliance-statement-on-closing-of-cop-26/

[30] https://www.francetvinfo.fr/monde/environnement/cop26/cop26-cinq-pays-europeens-denoncent-le-classement-par-l-ue-du-nucleaire-comme-investissement-vert_4841371.html

[31] https://www.oxfam.org/fr/changement-climatique-cinq-catastrophes-naturelles-qui-demandent-une-action-durgence

[32] https://mediacentre.christianaid.org.uk/climate-change-could-cause-64-gdp-hit-to-worlds-vulnerable-countries/

[33]https://www.globalcapital.com/article/299y63wwjw04h50dqpds0/sri/gfanz-becomes-new-oversight-body-for-climate-finance

[34]https://inews.co.uk/news/politics/cop26-rishi-sunak-unveils-130-trillion-commitment-to-help-developing-nations-fight-climate-change-1281644

[35] https://reclaimfinance.org/site/wp-content/uploads/2021/11/FINAL_GFANZ_Report_02_11_21.pdf

[36] https://www.elysee.fr/declarations/article/discours-lors-de-l-ouverture-du-sommet-des-entreprises-pour-le-climat-unesco/.

[37] Aynı yerde.

Estetiğin Huzursuzluğu: Sanat, Hafıza ve Temsil – Servet Kaplan

Ahmet Güneştekin’in 16 Ekim-16 Aralık 2021 tarihleri arasında gerçekleşen Hafıza Odası sergisi, bir kesim tarafından olumlu bulunurken büyük bir kesim tarafından da sert bir şekilde eleştirildi. Sergi, 1915’ten 2015’e dek sistematik şekilde büyük felaketlere maruz kalan Diyarbakır’ın tarihi Sur ilçesindeki Keçi Burcu’nda gerçekleşti. Elbette ki serginin tek anlatısı bu hafızaya dayanmamaktaydı. Fakat serginin düzenlendiği mekân olan Sur’un canlılığını koruyan hafızası sebebiyle sergi büyük tepki topladı. Pek çok kişi tarafından Güneştekin’in sergisi bir hafıza (h)alayına/defilesine/gösterisine dönüşmesi sebebiyle eleştirildi hatta hafıza ile alay edildiğini düşünenler bile oldu. Bu defileden, gösteriden ötürü sergi pek ‘renkli’ bulundu. Öyle ki serginin önemli bağlamlarından biri olan yüzleşme imkânının bugüne dek olduğundan pek de farksız olmayacak bir şekilde ‘ölümlere’ sırtını dönüp sadece fotoğraf çektirmek ile yetinenlerden beklenemeyeceği dile getirildi.

Serginin hafızaya olası katkısı ise sergi davetlileri arasında yer alanların ve açılışa çelenk gönderenlerin hafızalara kazınmış, silinmesi pek de mümkün olmayan geçmişin derin izlerini bir kez daha hatırlatmasıydı. Ayrıca tarihi Sur ilçesi ve Hevsel Bahçelerinin hemen yanı başındaki Keçi Burcu’nun sergi mekânı olarak seçilmesi serginin, Diyarbakır’da İstanbullular için açılmış bir sergi olarak değerlendirilmesine sebep oldu. Muhtemeldir ki bu turistik seyahatten dönen pek çok sergi katılımcısının dilinde de ‘bir başkadır benim memleketim’ şarkısı vardı.(1) Dolayısıyla serginin yarattığı huzursuzluğun sebebinin, sanatçının üretimleri ile yaratması muhtemel provokatif etkinin ötesinde burjuvazi, sermaye ile yapılan ‘suç ortaklığı’ olduğunu söylemek mümkün. Tüm bunlar benim bugüne dek sergi etrafında yapılan tartışmalar etrafında gördüğüm, okuduğum ve duyduğum eleştirilerden derlediklerimin kısa bir özeti. İlk bakışta bu eleştiriler, Güneştekin’in sanatsal üretimlerinin taşıdığı eleştirel ifadenin estetik değerini ölçen eleştiriler gibi görünmese de bana kalırsa hakiki bir estetik tartışmasının imkânını taşımaktadır. Dolayısıyla ben de bu yazıda tam da bu huzursuzluk -estetiğin huzursuzluğu- üzerinde durmaya çalışacağım.

Keçi Burcu’nda düzenlenen ilk sergi Hafıza Odası değildi elbette. Daha önce küratörlüğünü Ali Akay’ın yaptığı Minör Oluş: Dilin Gücü sergileri (1 ve 2 olarak) farklı yıllarda iki kez Keçi Burcu’nda gerçekleşti. Bu sergide yer alan önemli sanatsal üretimlerden biri de bana göre sanatçı Şener Özmen’e ait Welcome to Diyarbakır adlı fotoğraf çalışmasıydı. Özmen’in bu fotoğraf çalışmasında yıkılmış, harabe haldeki bir mekân içerisinde konumlandırılan renkli kıyafetli, egzotik görünümlü kadınlar izleyicileri karşılamak için hazır bulunmaktaydı. Bu çalışma özellikle sergiyi gezmeye gelecek olanlar tarafından ötekileştirilen kolonyal öznenin ve Kürt alanının, kendi “gerçekliğinden” uzak egzotik bir şekilde nasıl algılandığını ve göründüğünü, egemen temsilin çarpıklığını alaycı bir dille ele alıyordu.(2) Bu sergiyi ve Özmen’in bu fotoğraf çalışmasını, Ahmet Güneştekin’in Hafıza Odası sergisi üzerine düşünürken bir kez daha hatırladım. Bunun da en önemli sebebinin elbette sergi davetlileri ve izleyicileri etrafında dönen tartışmaların olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca Güneştekin’in işlerinin ‘renkli’ (sadece Çürüme işindeki renkli tabutlar değil İnsan Uçup Giden Bir Kuş Değildir işindeki eşarpların renkliliği de) bulunuşunun bir sebebinin de böylesi bir egzotizmle özdeşleştirilmesi olabilir mi diye sorgulamaktan kendimi alıkoyamadım.

Kolonyal tarih yazımının görme biçimi, bakışı, temsili en temelde iki şekilde tezahür eder: Canavarsı (Kürt’ün kuyruklu olarak algılanışında olduğu gibi) veyahut egzotik. Bu aklın ve/veya temsilin [rasyonalitenin, tarihin (resmi ve bundan da pek azade olmayan sanat tarihinin)] yerinden edilmesi (dekolonizasyonu) ise politik olduğu kadar estetik de bir müdahaledir. Estetik ve politika tam da temsil mantığının çelişkilerini açığa çıkarma, verili algılanış ile duyumsama biçimleri arasında bir bağlantı kopukluğu yaratma ve yeni duyu-anlam (sens/sense) olanaklarını açığa çıkarma imkânı ile birbiriyle yakından ilişkilidir.(3) Sanat esasen neyi görünür kıldığı kadar nasıl duyulur kıldığı ile görünürlük formlarını, temsil rejimini ters-yüz ederek estetik (ve de politik) bir deneyim sunar. Bu da esasen estetiği, güzelin bilimi olarak düşünmenin ötesinde duyulur/algılanır (aisthesis) olanın yeniden düzenlenmesi olarak düşünebilmeyi zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla Özmen’in Welcome to Diyarbakır adlı çalışması örtük olanı ve/veya saklı olduğu düşünüleni açığa çıkarmak, ortaya dökmek ya da en güzel ifadesiyle yaymak anlamında failleri ifşa etmesi ile politik-estetik bir dile sahip iken, Güneştekin’in sadece anlatılara yaslanan sanatsal üretimlerinin (yeniden üretimlerinin) ise gösterme, sergileme hatta ve hatta büyüleme anlamında bir tür teşhircilikten öteye gitmekte güçlük çeken ve mimesis yasalarına sıkı sıkıya bağlı (uyumlu, consensus içerisinde) olduğunu düşünmekteyim. Tam da bu sebeple Güneştekin’in Hafıza Odası sergisi ile ortaya çıkan ‘suç ortaklığı’ sadece sermaye ile sınırlı kalmayan en genelde temsili rejimle yapılmış bir suç ortaklığıdır.

 Şener Özmen, Welcome to Diyarbakır, 2003.

Sanat hiç olmadığı kadar politik bagajlar ile yüklü aktörlerden oluşmasına rağmen estetik bir deneyim sunabilmekte midir? Politik sanatın en büyük paradoksu sanıyorum ki tam olarak burada yatmaktadır. Bu da esasen politik sanatın öznesi, konusu ve nesnesi itibariyle taşıdığı birtakım sorunların sürekli gündemi meşgul etmesine neden olur. Özellikle tarihin sonunun ilan edildiği 90’lı yıllar ile birlikte tarih sahnesinden silinen, duyulur olmayan anonim öznelerin ve kırılgan grupların anlatılarının sanat alanında daha fazla görünür kılınmaya başlanması ile bu paradoks daha fazla dile getirilir oldu. Ayrıca sanatın ekonomik, ideolojik, resmi ve de tarihsel tahakküm biçimlerine tepki göstermesine yönelik talepler esasen sanatı yeniden politikleştirme isteğini de görünür kılıyor.(4) Fakat sorun şu ki bunu tam da bu gösteriye katılarak ‘güzelliğiyle’ beğeniyi cezp eden ve temsili rejim ile bağını sürdüren seyirlik nesnelerden beklemek ne kadar mümkün?

Estetik bir deneyim dönemin temsili rejimi ile uyumlu (consensus) ve tam da bu ihtiyacı karşılamaya yönelik imge üretiminden ziyade; bedenler, zamanlar, mekânlar ve imgeler arasında bir uyuşmazlık (dissensus) yaratılabilmesi ile mümkündür. Jacques Ranciere, Estetiğin Huzursuzluğu: Sanat Rejimi ve Politika adlı kitabında estetik bir deneyimi mümkün kılan anın tam da mimesis veya temsil denen düğümün çözülme anı olduğuna işaret eder. Ranciere’e göre mimesis yasaları en temelde bir yapma tarzı (poiesis) ile ondan etkilenen bir var olma tarzı (aisthesis) arasında kurallı bir ilişkinin var olduğunun varsayılmasıdır.(5) Bu üçlü ilişki (mimesis, poiesis ve aisthesis) sanatın ne olduğunu tanımlayan rejimi, temsili rejimi belirlemektedir. Ranciere’e göre güzel sanatların güvencesini meydana getiren bu üçlü ilişkinin bozulması ise estetiğin ta kendisidir. Temsili rejimde, sanatsal üretim koşulları ile birlikte ortaya çıkarılan eserin anlamı (sens/sense) ile bu eser ile karşılaşan izleyicide bırakacağı duyu (sens/sense) arasında bir mutabakat (consensus) olduğu varsayılmaktadır. Duyu ve anlam tarzlarının verili algılanış biçimleri arasındaki bağın önceden kurulması sayesinde ‘yasaların’ hem pratikte hem de sembolikte örgütlenmesi sağlanır. Dolayısıyla sanat, politik bir angajmana sahip bile olsa böylesi bir temsile meyil etme tehlikesiyle her zaman karşı karşıyadır. Ranciere tam da bu sorunun varlığına karşı şu soruyu yöneltir:

Şu veya bu etnik temizlik girişimine maruz kalmış kurbanların galeri duvarlarındaki fotoğraf temsillerinden ne beklemeli, cellâtlarına karşı isyan mı, acı çekenler için sonuçsuz kalacak bir sempati mi? Halkların çektiği acıları estetik bir gösteri fırsatına dönüştüren fotoğrafçılara karşı bir öfke mi? Yoksa bu halklarda aşağılayıcı mağdurluk durumundan başka bir şey görmeyen işbirlikçi bakışlar karşısında bir kızgınlık mı?(6)

Sorun tam da temsil edilecek durum için başvurulan ifadenin kendisinde yani poiesis ve aisthesis arasında var olduğu varsayılan kurallı ilişkide yatmaktadır: “Görüntü, davranış ve söz üretimi ile seyircilerin düşünce, duygu ve eylemlerini ilgilendiren bir durumun algılanışı arasında duyumsanabilir bir sürekliliğin bulunduğu varsayımında”.(7) Kurban esasen böylesi bir temsile, tertibe ya da daha sanatsal bir ifade ile söyleyecek olursak çerçeveye maruz bırakılarak bir kez daha kurban edilmektedir.(8) Güneştekin’in Hafıza Odası sergisi ile ortaya koyduğu mağduriyet anlatısı bana kalırsa tam da böylesi bir durumu gözler önüne seriyor.

Ahmet Güneştekin’in Hafıza Odası sergisi esasen şu ana dek temsili rejim ile sorunsallaştırmaya çalıştığım ana mesele olan tarihsel ve politik hegemonyanın neresindedir? Metnin tamamında bu sorunsal üzerine bir düşünme pratiği gerçekleştirmeyi amaçladığımı belirtmek ile birlikte bu soru etrafında belki de ele alınması gereken en önemli mesele olan, aynı zamanda serginin de odağında yer alan, hafıza kavramına yakından bakmak gerekmektedir. Bunun için de ilk olarak tarih ve hafıza arasındaki ilişkiye değinmek yerinde olacaktır. Enzo Traverso Geçmişi Kullanma Kılavuzu: Tarih, Bellek, Politika adlı kitabında geçmişin işlenme biçimi olarak tarih ve hafızanın, aynı kaygıdan doğduklarını ve aynı konuyu paylaştıklarını ifade eder.(9) Hafıza, yaşanmış deneyimlere dayanmaktadır. Bu yönüyle özneldir. Tarih ise nesneldir. Hafızanın geçmiş algısı tekilken tarih ise üslup ve kurallara uygun hale getirilmiş bir geçmiş yazımıdır.(10) Traverso’ya göre tarihin bir bilgi alanı olarak var olabilmesi için hafıza ile arasına mesafe koyması, onu “kendinde geçmiş” kabul ederek ondan kurtulması gerekmektedir.(11) Dolayısıyla yalnızca yazılı tarihi (resmi tarih) bulunanların bir hafızaya sahip olabileceği hâkim düşüncedir. Bu yönüyle tarih, devletlerin içkin rasyonelliğini yansıtan, Batı’nın en büyük tahakküm aygıtıdır.(12) Hafızanın tarihin boyunduruğundan kurtulabilmesi ise özellikle Avrupa-merkezci paradigmanın tartışılması, sömürgeciliğin çöküşü ve de madunların birer politik özne olarak ortaya çıkışı ile birlikte mümkün olmuştur.(13) Ayrıca 20. yüzyılda yaşanan savaşlar, soykırımlar, etnik temizlikler, politik ve askeri baskılar tarihselliğin çöküşüne işaret etmektedir. Hafıza kavramı tam da bu yaşanmış deneyimlerin bir anlatıya dönüşmesi ihtiyacından doğmuştur. Hafızanın taşıdığı böylesi bir potansiyele rağmen Traverso önemli bir uyarıda bulunacaktır. Traverso’ya göre hafıza, direnişin ve haklı bir mücadelenin anahtarı olabileceği gibi tahakkümün biçim değiştirerek sürmesine zemin hazırlayacak biçimde kötü kullanımlara da müsaittir.(14) Traverso’nun bu kötü kullanım ile ilgili uyarısı özellikle liberal düzenin (consensus’un) meşrulaştırılması için hafızanın araçsallaştırılabileceğine yöneliktir. Bunun için başvuracağı ifade ise bellek turizmidir.(15)

Bir süredir kendini bize ‘tarih’ olarak sunan bir hafıza ile karşı karşıyayız. Üstelik sanat tarihi de tüm bunlardan azade değil. Tarih sahnesinden silinen anonim özneler ile kırılgan grupların bireysel ve kolektif hafızaları ile sanat alanında kendilerine daha fazla yer bulmasıyla birlikte tarihsel bir kırılma anına işaret eden bir dönemin yaşandığı düşünülmekteydi. Fakat tüm taktik ve stratejileri belirleyen unsurlar üzerinde etkili olan bu kültüralist ortam içerisinde hafıza, tarihin (sanat) yazgısına bir kez daha teslim edildi. Açıkçası ben, Güneştekin’in tam da böylesi bir ortamdan neşet ettiğini düşünüyorum. Bana kalırsa Güneştekin “karşı-hafızayı” ortaya çıkarmadaki başarısızlığı sebebiyle bir hafıza anlatısı yerine böylesi bir tarihsel perspektif sunuyor. Tarihin hegemonyasına boyun eğmek zorunda kalan Güneştekin’in hafıza anlatısı, giderek tekilliğini yitirerek “karşı-hafızayı” ortaya çıkarabilme potansiyelini de kaybediyor. Tam da bu sebeple Güneştekin’in kayıpların isimlerinin yer aldığı sokak tabelalarından oluşan Kayıp Hafıza adlı çalışması, hem mimesis yasalarına hala sıkı sıkıya bağlı olması hem de tarihsel anlatı biçimiyle arasında bir uyuşmazlık yaratamaması sebebiyle bende ancak böyle bir etki bırakıyor. Ayrıca Hafıza Odası bana kalırsa depolanan, saklanan bir oda olarak müze (tarihin üzerinde hâkimiyet kurduğu alan) fikri ile de örtüşüyor. Güneştekin’in eserlerinde pek rastlamadığımız “karşı-hafızadan” söz edebilme imkânı ise ancak çağın taleplerine uymamak, onunla mükemmelen çakışmamak, bir bağlantı kopukluğu/irtibatsızlık ya da ihtilaf yaratmak ile mümkündür.(16)

Diyarbakır’da üretimlerini sürdüren sanatçılar (birilerinin yine sanat tarihsel bir refleksle Diyarbakır ekolü olarak önümüze sunduğu ve bu sunakta da öldüğünü ilan ettiği) ve Kürt alanından diğer sanatçıların, günlük yaşamın basit gibi görünen imgelerini (Kürt alanının hafızasını yansıtan yani kolektif imgelemini), ironik ve alegorik bir dile başvurarak ortaya koydukları politik-estetik ifade biçiminin aksine Güneştekin’in sanatsal üretimleri adeta tarihe (sanat tarihine) dikilmiş bir abide, anıtsal heykel olarak yükselmektedir.(17) Güneştekin, zamanı (ve de ölümü) plastikleştirdiği Hafıza Tepesi ya da daha önce Comtemporary İstanbul’da sergilenen Ölümsüzlük Odası gibi enstalasyonları ile bir deneyim alanı sunmanın ötesinde izleyiciyi ayartarak bir tür “her şeyi gördüm” biçiminde cezp etme yoluna başvurur. Bu yüzden de büyüklüklüleri ile değil ancak tekillikleri ile ‘ölçülebilir’ olacak acının tarifsizliğine Güneştekin’in işlerinde benim açımdan ne yazık ki rastlamanın pek mümkün olmadığını belirtmek isterim.

Güzel sanatın çoğulluğu uğruna sanatın kendi tekilliğini yitiren Güneştekin’in İnsan Uçup Giden Bir Kuş Değildir ve Yoktunuz eserlerinde izi silinenlerin izine rastlamak ne kadar mümkündür? Belli ölçütlere göre düzenlenen, “çerçevelenen” Güneştekin’in bu ve başka birçok eseri, sergilenişi sırasında iz bırakan hatırlama imgesini de silmektedir. Oysa estetik deneyim tam da silinmez izlerin birer iz olarak duyulur kılınmasıdır. Sanatın hakikate, adalete ve yüzleşmeye dair çağrısı esasen ancak böyle bir hafızayı ortaya çıkarabilmesi ile mümkündür. Kayıp hatıranın ‘canlandırılması’ veya duyulur kılınması tam da böyle bir çağrıdır. Dolayısıyla namevcudiyeti ile şimdiki zamanın ayarını bozan böylesi bir sanat-hafıza; bilinçdışı, ruhsallık, hayaletler, yas ile doğrudan ilişkilidir. “Çerçeveden firar edenin” ya da ona sürekli musallat olanın (mekânsız ve zamansız olanın) birer tekinsiz imge olarak deneyimlenmesidir. Bu da esasen Freud’un algıladıklarımızın ruhsal aygıtta bıraktığı izler olarak tanımladığı bellek izleri ile yakından ilişkilidir. Estetiğinin huzursuzluğu tam da bastırılanın geri dönüşüyle birlikte gündelik yaşamı sekteye uğratarak ona sürekli musallat oluşunda yatmaktadır. Bu anlamda estetiğin huzursuzluğu, “uygarlığın huzursuzluğu” ile de örtüşmektedir.

Dipnotlar

1- Hafıza Odası sergisinin bölge turizmine katkıda bulunduğunu ifade eden bizzat sanatçı Ahmet Güneştekin’in kendisiydi. Bkz.: https://www.tigrishaber.com/gunestekin-elestirilere-yanit-verdi-74418h.htm. Ayrıca sosyal medyada karşılaştığım bu bellek turizmine katılan bir sergi katılımcısının sergi izlenimlerine dair paylaşımında bir başkadır benim memleketim şarkısının sözlerine yer verilmişti. Şarkının hafızalarda bıraktığı ize dair ekstra bir şey söylemeye ihtiyaç olmadığını düşünmekle birlikte bu yazıda bu kolonyalist güzellemeye dair birkaç söz sarf etmeye çalışacağım.

2- Servet Kaplan, Kürt Alanında Çağdaş Sanat ve Siyaset İlişkisi Üzerine: Olağanüstü Hal Koşullarında Bir Sanat Deneyimi, yayınlanmış yüksek lisans tezi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Kültürel İncelemeler yüksek lisans programı, 2021.

3- Jacques Ranciere, Estetiğin Huzursuzluğu: Sanat Rejimi ve Politika, çev. Aziz Ufuk Kılıç, İstanbul: İletişim yay., 2016.

4- Jacques Ranciere, Politik Sanatın Paradoksları, Özgürleşen Seyirci içinde, çev. Burak Şaman, İstanbul: Metis yay., 2015, s.48-49.

5- Jacques Ranciere, Estetiğin Huzursuzluğu, s.13.

6- Jacques Ranciere, Özgürleşen Seyirci, s.51.

7- A.g.e. s.51.

8- İngilizcede to be framed hem “çerçevelemek” hem de “bir tertibe kurban gitmek” anlamlarına gelmektedir. Jacques Derrida’nın The Truth of Painting kitabından aldığı ilhamla Judith Butler Savaş Tertipleri adlı kitabında tam da bu kavrama başvurarak bir analize soyunmaktadır. Kitap her ne kadar estetik saiklerle yola çıkmasa da temsil meselesini, “görsel ve söylemsel bir çerçeveleme”, “editoryal bir süsleme” olarak ele alması ile böylesi bir imkânını da bize sunmaktadır. Çerçeveleme, neyin görüneceğinin ya da nasıl duyulur kılınacağının belirlenmesi üzerindeki etkisi ile politik olduğu kadar estetik ile de yakın ilişkilidir. Bkz.: Judith Butler, Savaş Tertipleri: Hangi Hayatların Yası Tutulur? çev. Şeyda Öztürk, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2015.

9- Enzo Traverso, Geçmişi Kullanma Kılavuzu: Tarih, Bellek, Politika, çev. Işık Ergüden, İstanbul: İletişim yay., 2019, s. 19.

10- A.g.e., s.19.

11- A.g.e., s. 22-19.

12- A.g.e., s.22.

13- A.g.e., s.26.

14- A.g.e., s.26.

15- A.g.e., s.10.

16- Sanat alanında özellikle 60’lı yıllardan sonra 90’lı yıllarda da tarihin süreklilik arz eden yapısına ve zamanın kronolojik olarak algılanışına dair yapılan tartışmalar gündemi önemli ölçüde meşgul edecekti. Tarihin seyrine bir müdahalede bulunma amacı taşıyan bu tartışmalarda, ister farklı zamansallıkların bir aradalığına (contemporary) ister eyleme gücüne (actual) gönderme yapsın Nietzsche’nin zamana aykırı (l’intempestif) kavramı referans alınmaktaydı. Bkz.: Friedrich Nietzsche, Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Sakıncası: Zamana Aykırı Bakışlar 2, çev. Mustafa Tüzel, İstanbul: İthaki yay., 2006.  Çağın taleplerine uymayan ve onunla mükemmelen bir tekabüliyet ilişkisi kurmayan Ranciere’in uyuşmazlık (dissensus) düşüncesi de esasen böylesi bir irtibatsızlığa dayanmaktadır.

17- Türkçede anıt, abide ve eser gibi sözcükler eş anlamlara sahip olmaktadır. Anıt ya da abideler özellikle tarihi bir olay veya şahsiyetin anısı yaşatmak için dikilen, sembolik değeri olan eserlerdir. Birer külte dönüşmeleri sebebiyle de sembolik iktidarın gösterenleridir.

Enzo Traverso: Solun Tarihsel Devamlılığındaki Kopuş, Sağınkinden Daha Derin

Le Monde Diplomatique-Cono Sur baskısından Micaela Cuesta, yazar Enzo Traverso ile bir söyleşi gerçekleştirdi. Söyleşide; neoliberalizmin kökenleri, bugünkü durumu ve yeni sağ-neoliberalizm ilişkisi, sosyal medyanın ve dijital araçların mücadele araç ve yöntemlerine etkisi gibi konular üzerinde duruluyor.

Söyleşiye neyle başlayacağını seçmek kolay değil, o nedenle kökenlere dair bir soruyla başlamak aklıma geliyor: içinde yaşadığımız bu zamanın kökenlerini nasıl açıklarsınız? Hangi zamansallıkları davet ediyor? Hangi genel özellikleri ve benzersizlikleri taşıyor?

Neoliberalizmin kökenleri çok eskiye dayanıyor. Entelektüel anlamda, 1930’lara oturtmamız gerekir. Kapitalizmin baskın biçimi olarak, Margaret Thatcher ve Ronald Reagan tarafından 1980’lerin başında uygulandığından (laboratuvarı olan Latin Amerika’da Pinochet ile bunun çok öncesinden deneyimlendi) en az 40 yaşında. Bu da, neredeyse iki neslin neoliberal tarihsellik rejimi ile yaşadığı anlamına geliyor. Gençler için neoliberalizm bir norm, gezegeni şekillendiren bir “yaşam biçimi”. Deneyimlenmiş başka ekonomik ve toplumsal modellerle karşılaştırabilmek için, bunun en az 70 yaşında olması gerekir. Özetle, neoliberalizmin birtakım ekonomi politikalarından çok daha fazlası olduğuna inanıyorum; kamu hizmetlerinin özelleştirilmesine, ekonominin finansallaştırılmasına, piyasaların kuralsızlaştırılmasına vb. hiçbir şekilde indirgenemeyeceğini düşünüyorum. Şüphesiz, savaş sonrası sürecin baskın kapitalizm biçimi olan “Refah Devleti”nin muzaffer alternatifi olarak görebiliriz, fakat bu basitleştirme olur. Pierre Dardot ve Christian Laval’in vurguladığı üzere, neoliberalizm, Weberyen anlamda bir “kendini hayatta idame etme” yolu, değerleri, davranışları ve genel ahlâkı reçete eden bir antropolojik modeldir. Bireysellik, rekabet ve özel çıkar arayışına dayalı varoluşun örgütlenmesini temel alan bir antropolojik modeldir. Herkes kendi yaşamını kendisinin “girişimcisi” olarak tasavvur etmelidir. Bazıları neoliberalizmi, zamanın yeni bir algılanışı ve temsili olarak tanımlamıştır; neoliberalizm “şimdici”dir çünkü ben sadece şimdiki zamanı bilirim; geçmişi ve geleceği şimdiye sıkıştırır. Değişmez bir toplumsal ve ekonomik çerçevede yenilenme ve kalıcı değişim değilse artık gelecek fikri yoktur; gelecek sadece bireysel “başarı” olarak düşünülebilir ve bu sebeple aynı zamanda özelleştirilmiştir. Bu antropolojik mutasyonu mümkün kılan, 20. yüzyıl devrimlerinin başarısızlığıdır. SSCB artık kimseye cazip gelmemektedir ve karşılaştırırsak, neoliberalizm daha fazla bireysel alanı sunuyor görünüyor (çoğunluk, Foucault bile buna inanmıştır), fakat SSCB’nin carlığı kapitalizme bir alternatifin mevcut olduğunu göstermişti. Bugün kapitalizm “doğallaştırılmıştır” ve bu, onun en büyük başarısıdır. Margaret Thatcher’ın tercih ettiği söylemsel kaide “Hiçbir alternatif yok” idi.

 Farklı yazarlara göre, neoliberalizm ile sembolik figürü büyük oranda Donald Trump olan ve sizin “Sağın Yeni Çehreleri”nde “post-faşizmler” olarak adlandırdığınız şey arasında bir bağlantı olabilir. Bu kitapta, Trump’ın başka şeylerin yanı sıra neoliberalizme bir tepkiden ortaya çıktığı anlayışındasınız. Sorum, Trump ve günümüz aşırı sağının diğer figürlerinin neoliberalizme bir tepki olarak değil de onun bir devamlılığı veya yan ürünü olarak düşünülüp düşünülemeyeceği. 

Trump hiç şüphesiz neoliberalizmin bir ürünü; İtalya’da Berlusconi’den başlayarak Brezilya’da Bolsonaro ve kendinden önceki birçok başkası gibi. Neoliberalizmin bir siyasi rengi yoktur, doğası gereği özel mülkiyete ve piyasaya saygılı bütün siyasi rejimlerle uyumludur (ve bunların içinde eriyebilir). Amerikan finansal elitleri dört yıl boyunca Trump’la çok iyi anlaştılar ve bugün Brezilya’da Bolsonaro ile aynısı oluyor. Ancak 2017 ya da 2020’de adayları Trump değildi. Ocak 2021’de Trump, faşist dürtülerini açık edip seçim sonuçlarını yeniden tartışmaya açmaya yönelerek açık biçimde yıkıcı olan bir hareketi destekleyince elitler onu terk etti. Bunu, demokrasi aşığı ya da ırkçılık karşıtı olduklarından yapmadılar, istikrara ihtiyaçları var ve ülkenin bir iç savaşa sürüklenmesinde çıkarları yok. Wall Street, Pentagon, orta batı eyaletlerindeki büyük şirketler ve Kaliforniya’daki çokuluslu yeni teknoloji şirketleri, Joe Biden’ın başkan olmasını engellemek için beyaz üstünlükçü bir hareketi asla desteklemeyecekti. Bugün Cumhuriyetçi Parti açık biçimde büyük zorluklarla karşı karşıya çünkü Trump’a olan sadakati, Amerikan müesses nizamının taşıyıcı kolonlarından olma şeklindeki geleneksel rolü ile neredeyse hiç uyumlu değil.

Avrupa’da neoliberal elitler Almanya İçin Alternatif Partisi’ni (AfD), Marine Le Pen’i, Matteo Salvini’yi ya da Vox’u desteklemiyorlar; onların temsilcileri Macron, Angela Merkel ve Mario Draghi. Avrupa Komisyonu’nu ve Avrupa Merkez Bankası’nı destekliyorlar; ulusal egemenliğe ve ulusal para birimine dönüşü talep eden aşırı sağı değil. Radikal sağa doğru devinimin güçlü olduğu doğru. Eğer bu hareketler iktidara gelirlerse neoliberalizme taahhütte bulunmaları ve programlarını gözden geçirmeleri gerekir: Polonya’da ve Macaristan’da olan bu, İtalya’da Lega per Salvini Premier partisinin Draghi hükümetine girmesiyle de bu gerçekleşiyor ve Marine Le Pen’in avrodan çıkmayı düşünmediğini açıklamasının ardından Fransa’da da olabilir. Fakat bu ufak bükülmeler, sağın neoliberalizme tâbi olmasının belirtisi, aksi bir durumun değil. Bir otoriter neoliberalizm biçimi, aşırı sağa ihtiyaç duymaz, Macron Fransa’sında polis şiddetindeki artışı gözlemlemek yeterli. Neoliberal temellerde “faşistleştirilmiş” bir gezegen göz ardı edemeyeceğimiz bir varsayım; teorik bakış açısından hiçbir şey buna karşıt değil. Fakat bugün, bu bana baskın varsayım gibi görünmüyor.

Amerika kıtasının bu tarafında, Güney’de, Trump’ımız yok ama Bolsonaro’muz var. İşaret ettiğiniz gibi, post-faşizmlerin başvurduğu mitler, klasik faşizminkiler ile mukayese edilemez; ikisinde de bir mitsel-ideolojik boyut olduğunu kabul etme konusunda benimle aynı fikirde olacağınızı düşünüyorum. Soru şu olacaktır: hangi “mitolojiler” ya da doğrusunu söylemek gerekirse hangi toplumsal söylem kırıntıları bu siyasi figürlerin yerleştiği ideolojik kalelerin inşasına hizmet ediyor?

Radikal sağın mitolojisi 19. yüzyıldan miras kalmıştır; muhafazakârdır ve klasik faşizmi karakterize eden “ütopik” sorumluluğa ya da geleceğe yönelik bir projeksiyona sahip değildir. Şu anda gezegenin geleceğini planlayanlar neoliberal elitler, aşırı sağ değil. Radikal sağ mitleri, geçmişe dönmektir. Neoliberal sapmadan önceki, 19. yüzyıldan kalma bir kapitalizm biçimiyle örtüşen milliyetçi, ırkçı ve yabancı düşmanı bir kültürü bünyesinde barındırır. Bunu söylemek, hiçbir suretle neoliberalizmi savunmak değildir. Microsoft, Amazon, Apple vb. çokuluslu şirketler küresel bir boyuta sahip. Stratejileri, dünyanın büyük kısmında, özellikle de Asya’da vahşi emek sömürüsü koşullarına ve yarı köleliğe yol açan emeğin uluslararası bölünmesini gerektiriyor. “Ütopik” neoliberal vizyoner Elon Musk bile kölelerin yerleştirildiği uydu gezegenlerde yerelleştirilmiş üretimle, bahçeye dönüştürülmüş bir dünya hayal ediyor. Aynı çokuluslu şirketler, Silikon Vadisi’ndeki şirketlerinde Hindistan, Pakistan, Afrika ya da Latin Amerika’dan gelen bilgisayar mühendisleri, mimarlar, tasarımcılar ve uzmanlaşmış teknisyenleri çok iyi koşullarda çalıştırıyor ve bunlara iyi maaşlar ödüyor. Ve hiçbir şekilde çalışanlarının cinsel yönelimleriyle ilgilenmiyorlar. Neoliberal kapitalizm çok ırklı, çok kültürlü ve inanç bakımından çoğulcu Amerika’dan korkmuyor, çünkü bu, Birleşik Devletler’in DNA’sıdır. Beyaz üstünlüğü, beyaz bir toplumun çok ırklı bir ülkede azınlığa dönüşmesi korkusu, küreselleşmiş kapitalizmden önce gelen çok eski bir ırkçı hayalettir.

2008 yılında Massimo Modonesi’ye verdiğiniz bir mülakatta şöyle demiştiniz: “Komünizme dair çalışmalarda, komünizm hatırasının kamusal alanda gölgede kalmasıyla paralel bir genişleme var.” Bununla ilgili olarak, bugün, belki de bu cehaleti temel alarak popülizmin rolünü oynamada (korku üretmek) başarısız olduğu her seferinde komünizmin bir heyula olarak rolünü yerine getirmeye çağrıldığını düşünüp düşünmediğinizi sormak istedim. Ve diğer yandan, bu durum nasıl parçalanabilir?

Massimo Modonesi, ortaya koyduklarıyla kafa patlatılmayı hak eden gerçek bir çelişkiyi yakalamıştı. Komünizmin kamusal alandan göreceli gözden kayboluşu ve tarihine ilişkin çalışmalardaki buna paralel artış, “hafıza mekânı”na dönüşümü gösteriyor. Kavramı ilk kullanan Pierre Nora’ya göre, “hafıza mekânları”, belleğin toplumsal bedende atmayı sona erdirdiği ve artık kolektif bilgi, pratik ve deneyimler dizisi olarak nesilden nesle aktarılmadığı zaman doğar. Komünizmin tarihselleştirilmesi, gerçek yaşamda ortadan kaybolması ile aynı zamana denk gelir. Bu, anti-komünist söylemin ortadan kaybolması anlamına gelmez: varlığını sürdürür ve çeşitli vesilelerle demagojik yöntemler ile harekete geçebilir; 2019-2020’de Bernie Sanders’a karşı kampanyayı düşünelim, İspanya sağının Podemos’a karşı kampanyasını vb., ancak genel olarak anti-komünizm, artık sağın hayali ve kültürünün asli bir unsuru değildir. Kültürel ve ideolojik “arşiv”inin bir parçası olarak herhangi bir anda tekrar aktifleştirilmeye hazır biçimde arka planda durur. Bu bakış açısından, bir mukayesenin taslağını çizmek ilgi çekicidir. Sahneden atılsa bile, komünizm yeni alternatif hareketlerin kültür ve tahayyülünde neredeyse tamamen yok iken anti-komünizm sağın ideolojik arşivinde varlığını sürdürür. Arap Baharı’nda, Wall Street’i İşgal Et hareketinde, İspanya’daki 15M hareketinde, Fransa’daki Nuit Debout (Çalışma kanunu reformlarına karşı Fransa’da 2016 yılında başlayan yaygın protestolar; ç.n.) protestolarında vb. bu işleviyle ilgili bir rol oynamadı. Aşırı sağ, repertuarına –milliyetçilik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, homofobi, kadın düşmanlığı vb.- bağlı kalarak bazı varyantları (İslamofobi, antisemitizmin yerini alma eğilimindedir) piyasaya sürüyor. Alternatif hareketler kendilerini yeniden keşfetmelidir, ancak komünist gelenekte kesinlikle var olan fakat baskın olmayan sömürgecilik karşıtı ve ırkçılık karşıtı bir kültür haricinde geçmişle herhangi bir süreklilik iddiasında bulunmazlar.

Bu bakış açısından, tarihsel devamlılıktaki kopuş, solda, sağdakinden daha derindir. Yeni alternatif hareketler, liberter bir geleneği yeniden keşfediyorlar; öğretisel anlamda anarşizm anlamında değil, bundan ziyade anti-otoriter hassasiyet, yerleşik geleneklere kayıtsızlık, yatay demokrasi, kolektif katılım, tüm hiyerarşilerin reddi olarak. Pratiklerinde, ekolojide, yeni haklar talebinde, toplumsal eşitsizlik eleştirisinde, sınıf, ırk, din ve cinsiyet ayrımcılığı eleştirisinde bir tür “biçimsel kesişimcilik” içinde aynı meşruiyete sahiptir. Bazen bu hareketler, gizlenmiş gelenekleri toprağa gömülü olduğu yerden çıkarır, örneğin Paris Komünü, 20. yüzyıl boyunca komünizmin ona verdiği imajın dışında, bir doğrudan demokrasi deneyimi olarak yeniden keşfedildi: Ekim Devrimi’nin henüz olgunlaşmamış bir habercisi şeklindeki imaj.

Özgürleştirici bir eylemin yararına bir kullanım/yeniden işlevlendirme hakkı ile özdeşleşmiş kavramları, yazarları ya da kategorileri ele alma çağrısı, solun belirli akımlarının karakteristik bir hareketidir. Bugün benzer bir harekete şahit oluyoruz gibi görünüyor ama tam tersi yönde işaret var: taraftar toplamak için solun kavram ve kategorilerini alan sağ. Onun tarafında yeni kalmış görünüyor; “devrim”, isyan, özgürlük ve hatta bazı durumlarda cumhuriyet. Soru şu: Eleştiri, en önemli unsuru olan kelama, yani sava bu kadar az değer biçiliyor görünürken nereye atfedilebilir?

Sağ ve sol arasında böylesine büyük bir “fikir alışverişi”nden bahsedilebileceği konusunda emin değilim. Sol, sağdan bazı analitik kategorileri ödünç almıştır. Walter Benjamin’den Mario Tronti’ye, çok iyi tanıdığınız yazarların “istisna hâli” ya da “siyasetçinin özerkliği” gibi kavramları kullanmalarını bir düşünün. Hatta bütün bir damar olarak Marksizm ve eleştirel teorinin Heideggerci ilişkisini, en başta da Herbert Marcuse’u göz önünde bulundurun. Onların tarafında, bazı aşırı sağ düşünürler (örneğin Alain de Benoit) Gramsci’yi kapsamlı biçimde kullanmıştır. Jacob Taubes’in Schmitt ile mektuplaşmasında savunduğu gibi, bu, azaltılamaz bir mesafeyi ima eden imkânsız bir “diyalog”dur. Bir diyalogdan öte, bu bir simetridir: hem faşizm hem de komünizm, liberal geleneğe bir kez daha farklı perspektiflerden ve zıt hedeflerle meydan okudu. O halde, kalıtımsal bir yaklaşımı benimsersek geçişler sabittir: Frankfurt Okulu tarafından detaylandırılmış araçsal rasyonalite kavramında Weber ve de Nietzsche’den izler ya da genç Lukács’ın Marksizm’inde romantizmin izlerini vb. bulmak zor olmayacaktır. Ancak, analitik kategoriler, değer veya ilkeler değildir. Ne sosyalizm ya da komünizm fikrini sağın değerleriyle inşa edebilirsiniz ne de bir faşist düzen fikrini solun değerleriyle. Sadece klasik liberalizmden ilham alan bir dünya görüşü sağın değerleriyle solun değerlerini karıştırabilir. Bu hatanın en açık örneği, siyasi düşünce tarihinin en muğlak ve aldatıcı kavramlarından olan totalitarizm kavramıdır. “Devrimci” retoriğin milliyetçilik tarafından benimsenmesi yeni değildir –geçmişi, faşizme ve “muhafazakâr devrim” dedikleri şeye kadar dayanır- fakat bu, değerlerle değil her halükârda politik eylemin biçim ve araçlarıyla ilişkilidir.

Benim bugünkü izlenimim, yeni sağın, eski “faşist devrimci” retoriğini terk ettiği ve solun fikirlerini sahiplenmediğidir. Liberal geleneğin dil ve söylemini –“değerler”i ne ölçüde yaptıklarını bilmiyorum- dönüştürüyor; demokrasi, cumhuriyet, özgürlük, kurtuluş, haklar vb. sloganları lügatına entegre ediyor. Bununla birlikte, söz konusu kavramlar 1848’de ya da 20. yüzyılın birinci yarısında hâlâ sahip oldukları yıkıcı anlamı yitirmişlerdir. Bunlar artık evrensel kavramlardır, herkesin sahip çıkabileceği kapsamda suiistimal edilmiş ve bitap düşmüşlerdir, çünkü artık bir anlamları yoktur. Yeni sağın bu kavramlara verdiği içerik muhafazakâr ya da gericidir: “demokrasi”, plebisiter mutabakat anlamına gelir; “kurtuluş”, dışarıdan gelen kültürlerin (İslam) etkilerine karşı savunma anlamındadır; hakların savunulması, Batı medeniyetinin fetihlerini tehdit edebilecek azınlıkların dışlanması demektir; “feminizm”, İslami gericiliğe karşı mücadeledir vb. Aşırı sağ, halk sınıflarında fikir ittifakı buluyorsa (her yerde oluyor; ABD’den Brezilya’ya, Almanya’dan İtalya’ya) bu, yeni bir dilin benimsenmesinden değil, solun bunları terk etmesinden, sol parti ve sendikaların zayıflaması ve bugün olmamasından, kolektif eylem, örgütlenme ve dayanışma hafızası ve kültürünün artık var olmamasındandır. Sol, kolektif kurtuluş kavramını somutlaştırmıştır; aşırı sağ ise bir günah keçisi aramayı öneriyor. Trump, Bolsonaro ve Le Pen’in seçim mutabakatı, solcu bir dili benimseme olgusunda değil, -bazı durumlarda- protesto oyunu sermayeye çevirme becerisinde yatar.

Son soru ile bağlantılı olarak; başka şeylerle birlikte kitaplarınız sayesinde de biliyoruz ki okuryazar kültürün gerilemesinin hararetinde entelektüelin rolü ve onun kamusal alandaki etkisi de gerilemiştir. Bu kültürün ürettiği dünya imgeleri, “videosfer”inkilerden farklılık gösterir. Bu bakımdan, hangi “dünya görselleştirmeleri” (geçmiş ya da bugünkü), hangi bilinçsiz düşünme biçimleri veya çağdaş “dijitosfer”imizde –yakın zamanlardaki bir röportajınızda yarı şaka yarı ciddi böyle adlandırdınız- hangi anlatılar hâkimdir?

Saf olabilirim ama ben “dijitosfer”in potansiyelleri konusunda epey iyimserim. Tabii ki benim bu değişimi kavrayışım çok tahmini, çünkü başka iletişim araçlarını tercih eden bir nesle aitim ve bu nesil, söz konusu yeni araçlara çok aşina değil, ancak bazı iri ölçekli gerçekler ayan beyan ortada. Sosyal ağlar, kamusal alanın bütün yapısını tamamen dönüştürdü, çünkü bir yandan şeyleştirmeyi tamamladılar –bütün ağlar çokuluslu şirketlere ait-, fakat diğer yandan da yıkıcı aygıtlar haline geldiler. Bu olgunun bir örneği, 2018 ve 2019 yıllarında Fransa’daki “sarı yelekliler”. Geleneksel kamusal alanın bütün araçları –basın, televizyon kanalları ve radyo- bu hareketi suçlu çıkarmak konusunda hemfikirdi: popülist, ilkel, şiddet içeren, kültürel anlamda gerici, temsili demokrasinin kurumlarına saygısız olacak düzeyde gerici vb. Sosyal ağlar sayesinde, bu kendiliğinden hareket kendi yapılarını, kolektif tartışmanın ileri düzeyde demokratik biçimlerini, bütün toplumsal sorunlara dair yatay tartışmayı yaratmayı başardı ve kendi gösterilerini örgütledi. Kamuoyu araştırmaları gösterdi ki, her şekilde suçlu çıkarılan bu hareket, nüfusun yüzde 70’inden fazlasının kendisi ile fikir birliğini elde etmişti. Bu örnek genişletilebilir: 2011’deki Tunus isyanından 2019’da Cezayir’deki “Hirak” protestolarına Arap Baharı, sosyal medyaya çok borçlu. ABD’deki Black Lives Matter hareketinin, Hong Kong’da ve son olarak Minsk ve Burma’daki hareketlerin taşıyıcısıydı sosyal medya araçları. Sosyal ağlar, Habermas’ın kavramı kullandığı anlamda, muhtemelen 21. yüzyılın kamusal alanının ayrıcalıklı ifade alanını oluşturmaktadır: aklın eleştirel kullanımının icra edilebileceği bir sivil toplum alanı. Neoliberalizm, “dijitosfer”i bir şeyleştirme ve yabancılaştırma alanı olarak destekler: vatandaş olma statüleri yerini tüketiciler olmaya bırakmış izole bireyleri birbirine bağlayan, piyasanın aracılık ettiği iletişim. Sosyal ağların yıkıcı kullanımı, bu şeyleştirme taşıyıcılarını, toplumsal ve politik alanın yeniden sahiplenilmesini hedefleyen seferberlik ve kolektif eylem taşıyıcılarına dönüştürdü.

Şu anda, şimdiciliğin damga vurduğu bir zamanda yaşadığımız tezini kabullenirsek pandeminin; ifade etme ve başkalarıyla birlikte olma – her ikisi de bu durumu aşan bir şeyi organize etmek için gerekli örnekler olan- zamanını ve imkânını elinden alan acil ve zorunlu bir durdurmayı gerektirdiği için, bu deneyimi tamamlamaya geldiğini teyit etmenin uygun olduğunu düşünüyor musunuz? 

Şimdicilik –şimdiye sıkıştırılmış dünya- zamanımızın ufku olmayı sürdürüyor, fakat pandemi aynı zamanda onun çelişkilerine de ayna oldu. Bir yandan neoliberalizmin zaferini kutladı. İlk defa insanlığın kaderi –küresel bir pandeminin çözümü, tüm dünyanın saat yönünü yavaşlattı-  kapitalizmin ellerine teslim edildi. Tüm devletler, aşı geliştirme ve üretme işini büyük çokuluslu şirketlere emanet etti; özel şirketlerin hizmetine sunuldular ve şu anda piyasadan satın aldıkları dozlar ile nüfuslarını aşılamaktan sorumlular.

Bu, ilkesel bir tercih, çünkü araştırmalar kamu finansmanı sayesinde olağanüstü bir ivme gördü, fakat bu finansman, bunları nasıl yöneteceğine karar veren özel şirketlere bağlandı. Marx’ın dediği şekliyle, kapitalizm tüm yasal-politik üstyapılar üzerindeki ontolojik üstünlüğünü göstermiştir, çünkü egemenlik ilkesinden vazgeçilmiş ve sermayenin denetimine boyun eğilmiştir. “Siyasetin özerkliği” aniden silinmiştir. Ancak bu, durumun sadece bir yüzü. Diğer yüz gösteriyor ki, pandemi küresel ölçekte yaygın bir anti-kapitalist bilinci ateşledi. İnsanlar, pandemiden ulusal çözümlerle çıkmanın imkân dâhilinde olmadığını, küresel krizin küresel bir yanıt gerektirdiğini, bu yanıtın da kamusal güçlerin yeninden etkinleştirilmesini beraberinde getirdiğini anladılar. Binlerce insanın sağlığı, yalnızca kendi kârlarıyla ilgilenen bir avuç çokuluslu şirkete emanet edilemez. Bütün ülkelerde tartışmalar, on yıllardır süren özelleştirmeler ve kamu harcamalarındaki kesintilerle zayıflatılan ulusal sağlık sistemlerinin yetersizliklerine –pandeminin ilk aylarında maske ve oksijen tüpü sıkıntısı vardı- odaklandı. Sonunda, uluslararası kamuoyu yeni bir küresel mutabakat talebini ifade ediyor. Biden’ın politikaları ve Avrupa Birliği’nin yeniden başlama planları, bu toplumsal talebe ilk ve çekingen bir yanıt olan yamuk gösteren ayna gibi.

Son olarak, Solun Melankolisi kitabınızda tipik bir karmaşık entelektüel siyasi operasyon olarak adlandırdığınız şeyin, şimdiki zamanda ne şekilde onu aşabilecek bir çatlak açabileceğini ve bugün engellenmiş gibi görünen diğer yönleri hayal etmemize yol açabileceğini düşünüyorsunuz?

Solun Melankolisi kitabımda, “iyileştirmeye” çalıştım, yani, solun duygusal yapısına her zaman ait olan ancak yine her zaman yerinden edilen, gizlenen ya da sansürlenen bir hissin meşruiyetini tanımaya. Tarihini yeniden inşa etmeye çalıştım ama ona, 20. yüzyılın yenilgilerinin ardından gerekli olan bir “yas özeni” dışında iyileştirici nitelikler atfetmeye asla çalışmadım. Bana öyle geliyor ki, solun melankolisi bugünün mücadelelerine eşlik edebilir ve yeni projelerin doğuşunu yüreklendirebilir, ancak kesinlikle onların yerine geçmez. İlki, solun kendini tanımasına ve yeni bir özdüşünümsel olgunluğa ulaşmasına yardım ediyorsa verimlidir, fakat yaratıcı erdemlere sahip değildir. Sol, kapitalizm olmaksızın ve kapitalizme karşı yeni bir gelecek fikri icat etmelidir. Önümüzdeki yol uzun, ancak çizgisel ve birikimsel bir süreç değil; beklenmeyen tersine dönüşlere, değişimlere ve hızlanmalara hazırlanmalıyız.

https://www.eldiplo.org/notas-web/la-ruptura-de-continuidad-historica-ha-sido-mucho-mas-profunda-en-la-izquierda-que-en-la-derecha/  adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.

Çeviri: Gerçeğin Günlüğü

Kaynak: http://gercegingunlugu.blogspot.com/2021/11/enzo-traverso-solun-tarihsel.html?m=1

Sosyalist Strateji ve Parti – Gilbert Achcar

Bu metin, Gilbert Achcar’ın Güney Afrika’daki Anti-kapitalist Gelecek için Diyaloglar adlı girişim için sunduğu “Marksizm, sosyalist strateji ve parti” başlıklı konuşmasının dökümüdür. Konuşmasında Achcar, Marx’tan günümüze parti anlayışlarının ve bunun günümüzdeki sosyalist strateji üzerindeki etkilerinin izini sürüyor. Bu transkript, Gilbert Achcar tarafından gözden geçirilmiş, düzenlenmiş ve tamamlanmış halidir. Konuşmanın orijinal video kaydına buradan ulaşabilirsiniz.

Beni bu toplantıya davet ettiğiniz için teşekkür ederim. Bir Senegalli olarak doğup büyüdüğüm kıta olan Afrika’dan yoldaşlarla bu konuları tartışmak benim için büyük bir şans.

Toplantının düzenleyicileri tarafından tanımlanan “Marksizm, sosyalist strateji ve parti” konusu oldukça geniştir. Çok sayıda vakayı ve çok çeşitli durumları kapsamalarına rağmen, bu konuların her biri tekildir. Herkesin bildiği gibi çokça “Marksizmler” vardır; her akım kendisinin tek gerçek ve özgün olanı olduğuna inanmakla birlikte… Ve kesinlikle birçok olası sosyalist strateji vardır, çünkü stratejiler normalde her ülkenin somut koşullarına göre belirlenir. Her yerde aynı olabilecek küresel bir sosyalist strateji olamaz. Aynı şekilde her vakit ve her ülke için geçerli olan tek bir parti anlayışı da yoktur diyebilirim. Stratejik ve örgütsel meseleler yerel koşullarla ilintilendirilmiş olmalıdır. Aksi takdirde, Lev Troçki’nin yerinde bir şekilde “bürokratik olarak soyut enternasyonalizm” dediği şeye sahip olursunuz ve bu her zaman çok steril olur. Bunu aklımızda tutalım.

Tartışmamız Marksist bir çerçeveye bağlı kaldığından dolayı, Marksizmin tarihi boyunca geliştirilen birkaç kavramı tartışıp, artık epeyce uzun diyebileceğimiz Marksizm deneyiminden dersler çıkararak birkaç sonuca varmaya çalışacağım.

Marx ve Engels, Komünist Manifesto ve Birinci Enternasyonal

Birleşik bir teorik ve pratik siyasal yönelim olarak Marksizmin doğuşunu, 1848’de çıkan Komünist Parti Manifestosu ile tarihlendirebiliriz. Bu, bizi, içinde bulunduğumuz 21. yüzyıl ile Marksizmin doğduğu zaman arasındaki koşulların devasa değişimi üzerine düşünmeye zorlayan uzun bir tarihtir. Marx ve Engels, Marksizmin politik bir hareket olarak bu kurucu belgesinden başlayarak, en başından itibaren çok fazla esneklik gösterdiler. Manifestoda, komünistlerin diğer işçi sınıfı partileriyle ilişkisi üzerine olan bölüm iyi bilinir ve oldukça önemli ve ilginçtir, çünkü bu bölüm, henüz başlangıç ​​aşamasında, doğmakta olan Marksist teoriye bağlı siyasi düşüncenin çerçevesini çizer. Bu bölüm, Marksist perspektifin erken dönem bir ifadesidir ve bu nedenle de kuşkusuz mükemmel değildir. Ancak yeni bir küresel siyasi perspektifin çizilmesi açısından çok önemli tarihi bir belgedir. Siyasi bir “manifesto” olarak düşünüldüğünde, eylemle oldukça ilintilidir.

İçinde şu ünlü satırları okuruz: “Komünistler bir bütün olarak proleterlerle nasıl bir ilişki içindedir? Komünistler, diğer işçi sınıfı partilerine karşı ayrı bir parti oluşturmazlar.” Bu elbette, belgenin başlığının bizzat Komünist Parti Manifestosu olduğu düşünüldüğünde, komünistlerin kendilerine ait bir parti kurmayacakları anlamına gelmez. Aslında, Almanca orijinalin daha doğru bir çevirisi şöyle olurdu: “Komünistler, diğer işçi sınıfı partileri karşısında özel bir parti değildir.” (“Die Kommunisten sind keine besondere Partei gegenüber den andern Arbeiterparteien.”) Burada asıl vurgulanan, Komünist Parti’nin işçi sınıfının diğer partilerinden farklı olmadığıdır. “Diğer işçi sınıfı partileri” ile ne kastedildiği birkaç satır sonra açıklığa kavuşur, ancak komünistlerin onlara “karşı” olmadığı fikri hemen ardından açıklanır.

“Onların”, yani komünistlerin, “proletaryanın bir bütün olarak çıkarlarından ayrı ve harici hiçbir çıkarları yoktur.” Bir başka deyişle, komünistler kendi gündemi olan kendine özgü bir sekt oluşturmazlar. Tüm proleter sınıfın çıkarları için savaşırlar. Onlar proletaryanın ayrılmaz bir parçasıdır ve kendi çıkarları için değil, proletaryanın sınıf çıkarları için savaşırlar. Bu gerçekten çok önemli bir konu, çünkü tarihten biliyoruz ki birçok işçi sınıfı partisi, belirli çıkarları temsil eden bloklar şeklinde, bir bütün olarak sınıftan koptu. Tarih böyle örneklerle yüklüdür.

Dolayısıyla komünistlerin, bir bütün olarak proletaryanın çıkarlarından ayrı ve harici çıkarları yoktur. Sınıfın özlemlerinden ayrı kendi sekter ilkeleri olamaz. O halde komünistlerin ayırt edici özelliği nedir? “Onlar, diğer işçi sınıfı partilerinden yalnızca bununla ayrılırlar” –  cümlesini iki nokta takip eder:

  1. Enternasyonalist bakış açısı ya da “Farklı ülkelerin proleterlerinin ulusal mücadelelerinde [komünistler] tüm proletaryanın ortak çıkarlarına işaret eder ve onları öne çıkarır” anlayışı. Proletaryanın milliyetten bağımsız çıkarları olan (“von der Nationalität unabhängigen Interessen”) küresel bir sınıf olduğu fikri Manifesto’daki komünistlerin alamet-i farikasıdır.
  2. İşçi sınıfı mücadelesinin nihai hedefinin – toplumun dönüştürülmesi ve kapitalizmin ve sınıf ayrımının ortadan kaldırılması – takibi. Burjuvaziye karşı mücadelenin çeşitli aşamalarında komünistler bu uzun vadeli perspektifi temsil ederler. Nihai hedefi her zaman akıllarında tutarlar ve parçalı mücadelelere veya kısmi taleplere saplanarak nihai hedefi asla gözden kaçırmazlar.

Bunlar, işçi sınıfının bir kesimi, işçi sınıfı içinde bir grup veya parti olarak tüm sınıfın çıkarları için savaşan komünistlerin iki ayırt edici özelliğidir. Bunun hem pratik hem de teorik sonuçları vardır. Pratik düzeyde, komünistler “her bir ülkenin işçi sınıfı partilerinin en ileri ve kararlı kesimini” oluştururlar. Siyasi pratikte en kararlı olanlardır, çünkü hareketi her zaman ileriye, daha fazla radikalleşmeye doğru iterler. Teorik düzeyde, analitik perspektifleri sayesinde komünistler, çeşitli mücadeleler hakkında geniş ve kapsamlı bir anlayışa sahiptir. En azından oynamayı diledikleri rol budur.

“Komünistlerin acil amacı, diğer tüm proleter partilerinkiyle aynıdır.” Ortaklığa yapılan bu yinelenen vurgu önemlidir; biz komünistlerin -ki burada Marx ve Engels yazıyor- tek proleter parti değil, proleter partilerden biri olduğumuz fikri… Komünistlerin işçi sınıfının tek partisini teşkil ettiği ve başka hiçbir partinin sınıfı temsil etmediği şeklindeki sekter iddia, kesinlikle burada savunulan anlayış değildir.

Peki komünistlerin diğer proleter partilerle paylaştıkları acil amacı nedir? Bu soruya verdikleri cevap, Marx ve Engels’in diğer proleter partilerle ne demek istediklerinin iyi bir emaresidir. Bu amaç, “proletaryanın bir sınıfa dönüştürülmesi, burjuva egemenliğinin yıkılması ve proletaryanın siyasal iktidarı ele geçirmesidir.” Bu hedefler, iki yazarın proleter partilerle ne demek istediğini tanımlar. Ve “komünistler, diğer işçi sınıfı partilerine karşı ayrı bir parti oluşturmazlar” (veya diğerlerine nazaran özel bir parti) diyen baştaki cümleye ışık tutarlar. İşçi sınıfı partileri ile Marx ve Engels, bu amaçlar için savaşan tüm partileri kastetmiştirler: sınıfın siyasal inşası, burjuva egemenliğinin devrilmesi ve siyasal iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi.

Bunun ötesinde, Marx ve Engels’in siyasi biyografilerinin ve yazılarının açıkça gösterdiği şey, genel bir parti teorisine sahip olmadıklarıdır; böylesi genel bir teori geliştirmekle ilgilenmiyorlardı. Bunun nedeninin başlarken vurguladığım nokta olduğuna inanıyorum: parti, sınıf mücadelesi için, devrimci mücadele için bir araçtır ve bu araç farklı koşullara uyarlanmalıdır. Bütün zamanlar ve ülkeler için geçerli genel bir parti kavrayışı olamaz. Sınıf partisi, dünya çapında aynı modele sahip bir dini mezhep değildir. Her dönemin ve ülkenin somut koşullarına uyması gereken bir eylem aracıdır.

Bu mevcut koşullara uyarlama fikri, Marx’ın ve Engels’in siyasi tarihinde sürekli olarak yürürlükte idi. Çabucak fazla sekter buldukları, Blanquist bakış açısına daha yakın olan bir grupla erken siyasi angajmanlarından, Avrupa’nın 1848’de tanık olduğu devrimci dalganın ışığında 1850’de ifade ettikleri daha incelikle işlenmiş görüşe kadar… Almanya’ya odaklanan ünlü bir metinde, “Merkez Komitesinin Komünist Birliğe Çağrısı”nda, iki arkadaş, komünistleri, kendilerinin Komünist Manifesto’da ana hatlarını çizdikleri yaklaşımı aynen uygulayanlar olarak tanımladılar: devrimci süreci ilerletmek için çabalayanlar ve proletaryanın diğer sınıflardan ayrı örgütlenmesini savunanlar.

Bu amaçla işçi kulüplerinin kurulması çağrısında bulundular. Jakobenler gibi siyasi kulüplerin kilit aktörlerden olduğu Fransız Devrimi örneğini akıllarında tutuyorlardı. Aynı şeyi 1850’de Almanya için savundular; ancak bu sefer, sürekli olarak burjuva ya da küçük-burjuva demokratları aşmayı taktik edinmiş proleter kulüpler (bugün kitle partisi diyeceğimiz şeyi oluşturan)… Proletarya partisi, devrimci süreci ileriye götürmek, onu kesintisiz bir sürece dönüştürmek için bunu yapmalı idi: “sürekli devrim” o ünlü belgede kullandıkları terimdir.

Marx ve Engels daha sonra, Birinci Enternasyonal’in 1864’te kuruluşuna kadar, resmi olarak bir siyasi örgüte dahil olmadan zamanlarını geçirdiler. O dönemde kendilerine atadıkları rol, ulusal bir örgüte dahil olmaktansa, doğrudan uluslararası düzeyde hareket etmekti. Birinci Enternasyonal farklı akımlardan oluşan geniş bir yelpazeyi bir araya getirdi. Anarşistler ve tabii ki Marksistler ile birlikte bugün sol reformistler olarak adlandırabileceklerimizin de dahil olduğu yekpare olmayan bir yapıya sahipti. Anarşistlerin kendileri esas olarak iki farklı akımdan oluşuyordu: Fransız Proudhon’un takipçileri ve Rus Bakunin’in takipçileri. Böylece, dönemin arkaik dilinde resmi adı “Uluslararası Emekçiler Birliği” (International Workingmen’s Association) olan Birinci Enternasyonal’e çeşitli eğilimler ve işçi örgütleri katıldı.

Birinci Enternasyonal, Paris Komünü ile doruğa ulaştı. 18 Mart 1871’de başlayan ve yaklaşık iki buçuk ay sonra kanlı bir baskınla son bulan Parisli emekçi kitlelerin, işçilerin ve küçük burjuvazinin ayaklanması olan Paris Komünü’nün 150. yıl dönümünü bu yıl kutluyoruz. Bu trajik sonuç, gerileme dönemlerinde sıklıkla rastlanan, hizip içi çatışmalarda keskin bir artışın ardından Enternasyonal’i sona erdirdi.

İkinci Enternasyonal, Sosyal Demokrasi, Lenin ve Luxemburg

Sonraki aşama, Marx ve Engels’in İngiltere’den çok yakından takip ettiği Alman sosyal demokrasisinin ortaya çıkışıydı. Marx’ın ünlü metinlerinden biri, Almanya Sosyalist İşçi Partisi’nin 1875’teki kuruluş kongresinden önceki taslak programı üzerine bir yorum olan Gotha Programının Eleştirisi’dir.

Daha sonra, 1883’te Marx’ın ölümünden sonra, 1889’da Fransız Devrimi’nin yüzüncü yılında İkinci Enternasyonal kuruldu. Engels hâlâ faaldi; altı yıl sonra ölecekti. Böylece Marx ve Engels, yaşamları boyunca çok çeşitli örgüt türlerine katkıda bulundular. Enternasyonalleri düşünün, Birinci ve İkinci: İkinci, Birinci’de yer alan gruplardan oldukça farklı olan kitlesel işçi partilerini kapsıyordu ve daha dar bir siyasi görüş yelpazesini ihtiva ediyordu. Tartışmaya oldukça açık olmasına rağmen, anarşistler saflarında hoş karşılanmıyordu. İkinci Enternasyonal, 19. yüzyılın sonu itibariyle çoğu Avrupa ülkesinde yasal olarak yürütülmesi giderek mümkün hale gelen, sendikalardan seçimlere kadar tüm sınıf mücadelesi biçimlerinde yer alan kitlesel işçi partilerine dayanıyordu.

Kitle mücadelesine katılan bu işçi partileri, küçük bir aydın devrimci grubun darbe yoluyla iktidarı ele geçirebileceği ve iktidarı ele geçirdikten sonra kitleleri yeniden eğitebileceği fikrine dayanan Blanquism’in eleştirisinin bağlamında ortaya çıktılar. Fransız Devrimi ile gelişen radikal akımlardan birinden doğan bu bakış açısı, Marx ve Engels tarafından aldatıcı (illusory) olarak şiddetle eleştirilmiş ve onların derinden demokratik olan devrimci değişim anlayışlarının karşısına konmuştu.

Marx ve Engels’in yaşadıkları dönemden beri Marksizm, bildiğimiz gibi, çeşitli sürümlerden (avatars) geçti, ancak yirminci yüzyılda en baskın olanı tartışmasız Rus modeliydi. Daha spesifik olarak, bahsettiğimiz model, İkinci Enternasyonal’in bir seksiyonu olan Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin Bolşevik fraksiyonu tarafından geliştirilen Marksizmin bir çeşidiydi. Partinin 1912’de bölünmesinden sonra, hem Bolşevik hem de Menşevik kanat, 1914’te I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla kısa süre sonra krize girecek olan Enternasyonal’e bağlı kaldı.

Rusya’daki koşullar, elbette, Fransa ya da Almanya’nın ya da Enternasyonal’in geniş seksiyonlarının bulunduğu diğer çoğu ülkenin koşullarıyla karşılaştırıldığında oldukça istisnaiydi. Rusya, kısa dönemler dışında hiçbir siyasi özgürlüğe izin vermeyen çok baskıcı bir devlet olan çarlık tarafından yönetiliyordu. Rus devrimcileri siyasi polisten saklanarak çoğu zaman yeraltında çalışmak zorunda kaldılar.

Leninizmin bir parti teorisi olarak doğuşu bu çok özel koşulların ışığında düşünülmelidir. Bir parti teorisi olarak Leninizm, geçen yüzyılın hemen başında doğdu, ilk büyük belgesi Lenin’in Ne Yapmalı? (1902) kitabı idi. Bu kitap, büyük ölçüde tarif ettiğim koşulların meyvesi olan bir örgüt ve mücadele anlayışı sunuyordu: “komplocu” (conspiratorial) bir şekilde hareket eden profesyonel devrimcilerin yeraltı partisi. O zamanın koşullarında devrimcilerin faaliyet gösterebilmelerinin tek yolu buydu Rusya’da.

Yine de Lenin’in konuyla ilgili düşüncesinin evrimini incelediğimizde, 1905 Devrimi’nden sonra, işçi sınıfı kitlelerinin kendiliğinden radikalleşme potansiyelinin daha iyi bir değerlendirmesine yönelik bakış açısını değiştirdiğini görüyoruz. Başlangıçta işçilerin kendiliğinden eğilimlerinin ancak sendikacı bir perspektifin sınırları içinde kalacağı konusunda ısrar ederken, 1905’ten sonra işçi sınıfı kitlelerinin bazı anlarda herhangi bir örgütten daha devrimci olabileceğini anladı – kendi örgütü de dahil!

Ancak bu, Menşevikler ve Bolşevikler arasında 1905’ten önce parti anlayışı hakkında ortaya çıkan anlaşmazlığı çözmedi: Partinin üyeliği ne kadar büyük olmalı? Üyelik için hangi koşullar olmalıdır? Tüm parti üyeleri günlük siyasi faaliyetlere tamamen katılmalı mı, ya da aktif katılım düzeyleri ne olursa olsun üyelik aidat ödeyen destekçileri içermeli mi? Bu tartışma 1903’te kızışmıştı. Ancak yıllar sonra, 1912’de parti bölündüğünde, en ciddi ayrılık örgütsel olmaktan çok politikti -liberal burjuvaziye karşı tutum-. Bu, Ne Yapmalı?’da ifade edilen parti anlayışına çok eleştirel yaklaşan Troçki gibi birinin, siyasi olarak Bolşeviklere hala daha yakın olan tutumunu açıklıyor. Dolayısıyla, 1912’den sonra her iki kanada karşı uzlaştırıcı duruşunu, bu farklı konularda her biri ile hem hemfikir olduğu ve hem de aynı fikirde olmadığı için.

Aynı dönemde aslında Rosa Luxemburg Alman Sosyal Demokrat Partisi’ni Lenin’den daha fazla eleştiriyordu. Lenin partiyi bir model ve temel ilham kaynağı olarak görürken, Rosa Luxemburg parti liderliğini soldan eleştiren en önde gelen kişi idi. Lenin’in parti anlayışını da eleştiriyordu, çünkü işçi sınıfı kitlelerinin devrimci potansiyeline ve devrimci zamanlarda sosyal demokrat partinin liderliğini kuşatma yeteneklerine dair esaslı bir inanca sahipti.

Buraya kadarki kısa ve kısmi kuşbakışı, işçi partisi ve onun rolüne ilişkin kavrayışlarda karmaşık bir çeşitliliğin var olduğunu göstermeye yeterlidir. Bu gerçeklik, bu çeşitli görüşlerin sahiplerinin dayandığı farklı ülkelerin farklı koşullarının dikkate alınmasını daha da önemli kılıyor. Bolşevik partisi 1917’de büyük bir kitle partisine dönüştü. 1917’deki radikalleşme ve devrimci süreç sırasında parti, Rusya işçi sınıfının büyük bir kesimini ve Rus Devrimi’nin toplumsal tabanının diğer bileşenlerini kazandı: askerler, köylüler ve diğerleri. Parti, süregiden kitlesel radikalleşmeyi özümsemek için saflarını genişçe açtı. Burada, değişen koşullara intibak etmek için gerekli olan örgütsel biçim esnekliğinin yürürlükte olduğunu görüyoruz.

Genellikle Leninizme atfedilen “demokratik merkeziyetçilik” formülü aslında Lenin’den gelmedi. Tartışmada demokrasi ve eylemde merkeziyetçiliğin birleşimini işaret ederek Alman sosyal demokrasisinin örgütsel işleyişini özetlemektedir. Bu ifade tartışmayı engellemek için değildi. Aksine, ifadenin demokratik yarısına vurgu yapılmıştı. Çarlık Rusya’sının zorlu koşullarında bile, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin her kanadında her zaman birçok tartışma, açık anlaşmazlıklar ve örgütsel hiziplerin oluşumu vardı. 1917’de koşullar değiştiğinde, tartışmalar Rusya’nın kendi içinde açık hale geldi.

Ancak daha sonra – 1921’de, iç savaştan kaynaklanan zor koşullar bağlamında – Komünist Parti’de (Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin Bolşevik kanadının varisi) hizipler yasaklandı. Ölümcül bir hata olduğu daha sonra kanıtlanacak bir karar… Bu karar herhangi bir sorunu çözmedi; ancak partinin bir fraksiyonu, liderliğindeki bir grup tarafından partinin tam kontrolünü ele geçirmek ve her türlü muhalefeti ortadan kaldırmak için kullanıldı. Bu, Stalinist mutasyonun başlangıcıydı.

1924’te Stalin, Leninizmi yeniden tanımladı ve onu bir dizi dogma olarak kutsallaştırdı. Bu yaklaşım gayet merkeziyetçi ve demokratik olmayan bir parti anlayışını içeriyordu: parti ve liderlik kültü, çelik disiplin, hiziplerin ve dolayısıyla parti içinde örgütlü tartışmanın yasaklanması. İşte burada, “proletarya diktatörlüğünün” aygıtı olarak parti anlayışı dile getirildi; bu sadece Marx ve Engels’e değil, aynı zamanda Lenin’in Devlet ve Devrim’i (1917) gibi bir kitaba bile yabancı bir görüş idi. Bu kitapta, bu diktatörlüğün tanımında bile partiden bahsedilmiyor (bu bir bakıma aslında bir sorun, kitabın devrimden sonra partilerin haklarını ve rolünü tartışması gerektiğinden dolayı). Ancak kilit nokta, partinin proletarya diktatörlüğünü somutlaştırdığı fikrinin o dönemde ağırlıklı olarak Leninizm olarak kabul edilen şeyin bir parçası haline gelmesidir.

Gramsci, Mevzi ve Manevra Savaşı

Marksizmin çeşitli sürümlerinin gelişmesi gibi, çeşitli Leninizmler de olmuştur: az önce tanımladığım Stalinistlerin Leninizmi ve özellikle kendilerini Troçkist olarak adlandıran gruplar arasında diğer Leninizmler. Troçkist versiyonların bazıları aslında Stalinist versiyona oldukça yakındı; karşı tarafta ise, Leninizmi Rosa Luxemburg’un perspektifine oldukça yakın olan Belçikalı Marksist Ernest Mandel gibi birini buluyoruz.

Rus Devrimi’nden sonra gelişen oldukça ilginç bir yaklaşım, ünlü İtalyan Marksist Antonio Gramsci’ninkidir. Avrupa’da gelişen olayları değerlendirirken Gramsci, Rusya’nın koşulları ile Batı Avrupa’nın koşulları arasındaki farkı vurguladı. Burada yine başlangıç noktamıza dönüyoruz: koşullar, her ülkenin ve bölgenin somut durumu. Batı Avrupa’da liberal demokrasi, burjuva “hegemonyası”na eşlik etti. Burjuvazi, yönetmek için yalnızca güce değil, aynı zamanda halk çoğunluğunun rızasına da dayanıyordu.

Ve Gramsci’ye göre basitçe Rus deneyimini kopyalamak yerine bu temel fark hesaba katılmalıdır. Batı’nın kendine özgü koşullarında, işçi partisi bir karşı hegemonya kurmaya, yani burjuva ideolojik tahakkümden kopuşta çoğunluğun desteğini kazanmaya çalışmalıdır. Liberal demokratik koşullar altında, partinin seçimler yoluyla burjuva devletinin içindeki konumları ele geçirmesine izin veren bir mevzi savaşı vermelidir. Bu mevzi savaşı manevra savaşının başlangıcıdır, askeri stratejiden ödünç alınan bir ayrım… Bir mevzi savaşında, silahlı bir kuvvet mevzilere ve kalelere yerleşir, oysa manevra savaşında birlikler düşmanın topraklarını işgal etmek ve silahlı kuvvetlerini kırmak için harekete geçer. Bu nedenle, tipik Batı koşullarında, işçi partisi, uzatmalı bir mevzi savaşı tasavvur etmelidir, bir yandan gerektiğinde ve zamanı geldiğinde manevra savaşına geçmeye kendini hazırlarken…

Partinin Materyalist Kavrayışı, İnternet

Bütün bunlara, partinin materyalist kavrayışı diyeceğim şeyi eklememe izin verin. Marksistler için, sosyal ve siyasal koşulları değerlendirmenin başlangıç ​​noktası tarihsel materyalizmdir: belirli bir toplumun örgütlenme biçimleri, teknolojik araçlarına tekabül etme eğilimindedir. Bu aksiyom, tüm örgütlenme biçimleri için genişletilebilir: örgütlenme biçimleri maddi koşullara uyum sağlarlar. Kapitalist firmaların yönetim tarzları için gerçekten de durum böyledir. Aynı şey devrimci örgüt için de geçerlidir: türü ve biçimi, büyük ölçüde, mevcut teknoloji ve siyasi özgürlükler tarafından belirlenen literatürünü üretmek için kullandığı araçlara bağlıdır. Bu nedenle, bir parti esas olarak yeraltı matbaasına yaslanıyorsa, yüksek derecede merkezileşme ve gizlilik gerektiren komplocu bir organizasyondur. Yazınını açıkça ve yasal olarak basabiliyorsa, açık, demokratik bir örgüt olabilir (gereklilikten ziyade tercihinden dolayı komplocu ise, genellikle bir partiden çok bir sekttir). Bu bizi iletişimde büyük bir teknolojik devrim olan internete getiriyor. Bu teknolojik değişimin parti anlayışını etkilememesi gerektiği inancı, partinin dini benzeri dogmatik bir örgüt haline geldiğinin açık işaretidir.

Günümüzde, tüm örgütlenme biçimleri internetin varlığına oldukça şartlandırılmıştır. Tam da bu nedenle ağ oluşturma, daha önce olabileceğinden çok daha yaygın bir örgütlenme biçimi haline geldi. Sosyal medya gibi sanal ağların mümkün kıldığı ağlar, fiziksel ağların kurulmasını da kolaylaştırabilir. İnternet sayesinde hem bilgi paylaşımında hem de karar vermede çok daha demokratik bir işleyiş biçimi mümkün. Demokratik bir tartışma yapmanız ve karar vermeniz gerektiğinde her seferinde çok uzak mesafelerden insanları fiziksel olarak buluşmak için getirmenize gerek yok.

İnternetin sunduğu olanak çok büyük ve henüz kullanımının başlangıcındayız. Bu olanak, yeni nesilde merkeziyetçiliğe ve liderlik kültlerine karşı var olan güçlü nefreti de besliyor. Yirminci yüzyılda hüküm süren modellerle karşılaştırıldığında, yeni nesil arasında böyle bir meydan okumanın varlığının oldukça sağlıklı olduğuna inanıyorum.

Ağ oluşturma, günümüzde oldukça revaçta. 1990’larda bu tür bir örgütlenmeyi savunan Zapatistalarla başladı. Bugün için en somut örneği, Black Lives Matter (BLM)’dir. Bu hareket birkaç yıl önce, çoğunlukla çevrimiçi bir platform ve ortak bir ilkeler dizisi etrafında bir ağ olarak başladı. Yerel birimler, merkezi bir yapısı olmayan hareketin yalnızca genel ilkelerine bağlıdır: önderlik eden bir merkez olmadan sadece yatay ağlar; hiyerarşinin yokluğu, dikey örgütlenmenin yokluğu. Modern teknolojiden önce böyle bir ölçekte varlığı mümkün olmayan, tam anlamıyla zamanımızın ürünü olan bir örgütlenme biçimi. Bu örgütlenme tarzının günümüzdeki varlığı örgütün materyalist kavrayışı için güzel bir örnektir.

Ağ oluşturma, Afrika kıtasında Sudan’da meydana gelen yakın tarihli bir başka önemli gelişmede de önemli bir konum teşkil ediyor. Aralık 2018’de başlayan Sudan Devrimi, her biri çoğunlukla gençlerden oluşan yüzlerce üyenin yer aldığı, çoğunlukla kentsel mahallelerde aktif yerel birimler olan Direniş Komitelerinin oluşumuna tanık oldu. Her büyük kentsel bölgede, her birinde yüzlerce katılımcı bulunan bu türden düzinelerce komite var. Önemli kentsel alanlarda on binlerce insan bu şekilde örgütleniyor. İşleyişi BLM’ninkine benziyor: müşterek ilkeler, müşterek hedefler, merkezi bir liderliğin yokluğu, sosyal medyanın yoğun kullanımı. Fakat, ilhamlarını BLM’den almadılar. Daha ziyade, dönemin bir ürünü; geçmişin merkezileştirilmiş deneyimlerine ve onların üzücü sonuçlarına yukarıda bahsedilen hoşnutsuzluğun yeni teknolojilerle birleşmesinin bir ürünü.

Ancak bahsettiğim bu durum, aynı fikirde olan, -Komünist Manifesto’nun komünistleri gibi- belirli görüşleri paylaşan ve bu düşünceleri yaymak isteyen insanların siyasi örgütlenmesine duyulan ihtiyacı ortadan kaldırmaz. Ancak, modern teknolojinin olanak tanıdığı niteliksel olarak daha yüksek örgütsel demokrasi derecesi, benzer şekilde düşünenlerin partileri için de geçerli olabilir.

Özetlemek gerekirse, en başta belirttiğim kilit nokta örgüt biçiminin, inşa edileceği yerin somut koşullarına bağlı olduğudur. Teknolojik boyutun yanı sıra zaman ve mekan da belirleyicidir. Kendi kendini “öncü partiler” ilan eden sekterliğe düşmekten kaçınmak çok önemlidir. Öncülük, beyan edilebilecek değil, pratikte kazanılması gereken bir statüdür. Gerçekten bir öncü olmak için, kitleler tarafından öyle görülmelisiniz.

Öncü parti inşa etmek isteyen Marksist devrimciler, Komünist Manifesto’da olduğu gibi, kendilerini farklı biçimlerdeki diğer örgütleri de kapsayan daha geniş sınıf hareketinin bir parçası olarak görmelidirler. Bir işçi sınıfı kitle partisi kurmayı ve nihayetinde –çoğunluğa görüşlerini ikna etmeyi başarırlarsa – ona önderlik etmeyi hedeflemeliler. Bu nedenle, eğer varsa kitlesel, anti-kapitalist işçi sınıfı partilerine katılmalı, yoksa da onları inşa etmeye katkıda bulunmalıdırlar. Kendi kendini “öncü parti” ilan eden bir parti kurarak ve üyeleri birer birer saflarına katarak bir kitle partisi inşa edemezsiniz. Bu iş böyle yürümüyor. Ayrıca, sosyalizm sadece demokratik olabilir. Bunu söylemek banal ama bu, değişim lehine toplumsal bir çoğunluk olmadan toplumu daha iyiye doğru değiştiremeyeceğiniz anlamına geliyor. Aksi takdirde, tarihin bize çok trajik bir şekilde gösterdiği gibi, otoriterlik ve diktatörlük üretimi ile karşı karşıya kalırsınız. Ve bu çok büyük bir bedelle gelir.

Son olarak vurgulamak istediğim nokta, burjuva kurumlarının ve bürokratik eğilimlerin yıpratıcı etkilerine karşı demokratik teyakkuzun gerekliliği hakkındadır. Dünyadaki tüm ülkeler değilse de çoğu, Gramsci’nin tarif ettiği ve burjuva devletinin seçim kurumları içinde bir mücadeleyi de içeren mevzi savaşına girmenin şu anda mümkün olduğu ülkelerdir. Bu mevzi savaşı, elbette, sendikalar ve grevler, oturma eylemleri, işgaller, gösteriler vb. çeşitli sınıf mücadelesi yöntemleri aracılığıyla dışardan bir mücadele ile birleştirilmelidir.

Mevzi savaşı sırasında devrimciler, burjuva kurumlarının çürütücü etkileriyle karşı karşıya kalırlar, çünkü seçilmiş yetkililer kapitalizmin yozlaştırıcı gücünden etkilenebilirler. Aynı şey, sendikalar ve diğer işçi sınıfı kurumları içinde geçerli olan bürokrasinin yozlaştırıcı gücü için de söylenebilir. Devrimciler, bu kaçınılmaz risklere karşı tetikte olmalı ve bu çürütücü etkinin hakim olmasını önlemenin yeni yolları üzerine düşünmelidirler. Bu da aklımızda tutmamız gereken tarih derslerinin önemli bir parçasıdır.

Tempest, 23 Ağustos 2021

Çeviri: Önder Akgül

Neo-Leninizm ve Stratejik Eşgüdüm İhtiyacı – Frédéric Lordon

Kapitalizmin doyumsuz genişleme dürtüsünün hızlandırdığı bir ekolojik kriz anında yaşadığımıza şüphe yok ancak ekolojik çöküşü önlemek için mücadele içindeki sol kendisini nasıl örgütlemeli? Frédéric Lordon, kapitalizme karşı stratejik, büyük ölçekli bir hedef geliştirmek ve sürdürmek için solun neo-Leninist bir konum benimsemesi gerektiğini savunuyor.

Aşağıdaki metin, Andreas Malm ile ACTA, Extinction Rébellion (PEPS) ve Le Monte-en-l’air kitapçısı (6 Haziran 2021) tarafından organize edilen bir tartışma vesilesiyle yapılan bir konuşmanın yeniden basımıdır ve bu toplantıyı mümkün kıldığı için minnettarım. -Frédéric Lordon.

Ekoloji konusunda Andreas’tan çok daha az bilgim olduğu için, konuşmalarımızın birbiriyle çelişkili olmaktan ziyade tamamlayıcı olacağına inanarak başka bir şeyden bahsedeceğim. Her durumda, çelişkili olmaları da pek mümkün görünmüyor. Bence gerçekte en az üç şey hakkında büyük bir görüş birliğine sahibiz – ve bunlar gayet de önemli meseleler! Birincisi nereden başlanacağı; ikincisi nereye gidileceğidir; ve üçüncüsü (bunu cevaplayabildiğimiz kadarıyla) oraya nasıl gidileceğidir. Tartışmasız biçimde suçun kapitalizmde olduğunu ve tek tutarlı siyasi hedefin ondan kurtulmak ve onu devirmek olduğunu ortaya koyan dünyanın içinde bulunduğu aciliyetten değilse nereden başlamalı? Bu konuda “biz” aramızda (radikal solun “biz”i veya özgürleştirici sol, kısaca anti-kapitalist sol) kolayca anlaşmaya varırız. Bundan sonra zorluklar meydana gelir: Nereye gidilecek, nasıl gidilecek? İşte farklılıklar burada başlıyor. Hemen söylemeliyim ki, ne Andreas ne de ben bu sorulara net ve ayrıntılı cevaplar verebilecek durumdayız – ki böylesi muhtemelen daha faydalı. Bana öyle geliyor ki, ikimiz de konunun esası hakkında anlaşmaya varmak için bunlara dair yeterli bir fikre sahibiz. Konunun esası dediğim de konuyu ele almanın belirli bir biçimi; ki bu biçim solda bir hayli anlaşmazlığa yol açıyor -eski ama sürekli güncellenen ve yeni içeriklerle donatılmış bir anlaşmazlık. Bu yaklaşıma bir isim vermemiz gerekirse Neo-Leninizm derdim. Ekoloji hakkında konuşamayacağım için bugün Neo-Leninizm ile ne demek istediğimizi açıklamaya çalışmak istiyorum.

Savaş Komünizmini Yeniden Tanımlamak

Andreas, kitaplarından birinde “savaş komünizminden” bahseder. Hiçbir okuyucunun bu ifadeyi birinci derecede -süngülü tüfek ve kızıl yıldızlı kalpak imgeleriyle- ele alacak kadar aptal olmayacağını umuyoruz. Savaş komünizmi fikrine bu zamanda ne anlam verebiliriz? Basitçe, anti-kapitalist bir hattın hayati aciliyetinin hissi, dünyevi bir acil durum olarak anti-kapitalist bir çizginin anlamı. O halde Neo-Leninizm, yeniden tanımlanan bir savaş komünizmi fikrinden inşa edilen bir pozisyonun ta kendisidir.

Ancak, ‘Leninizm’ ifadesi ağızdan çıktığı anda korku çığlıklarını tetikleyen refleksi nasıl engelleyebiliriz? Sadece France InterArte veya Télérama’da değil; solda da. 1917’nin yüzüncü yılı, Leninizm’in Çeka, Kronştadt, Moskova mahkemeleri ve Gulag anlamına geldiğini açıklayan bir kitap akınına şahit oldu. SSCB’nin böyleolduğunu herkes biliyor. Bütün bunlar, 1950’lerin Troçkizminden bu yana uzun ve derin bir şekilde düşünüldü. Öyleyse zaten ardına kadar açık olan bir kapıyı zorlamanın anlamı nedir? Kimse bunun tekrar başlamasını da tekrar denemek de istemiyor. Bu nedenle “savaş komünizmi”nde olduğu gibi, kendini kabul edilmiş imgelerden koparmak için asgari çabayı sarf etmek ve kendi zamanımız için tarihsel bir güncellemenin yolunu aramak gerekir. Leninizmin bugün 1917’de Rusya’da Lenin’in inisiyatifiyle ve onun adı altında yapılandan başka bir şey olarak anlaşılmasını istiyorsak, tanımlama veya kavramsallaştırmadan başka bir yol yoktur.

Genelliğini ortaya çıkarmak için ortaya çıkışının tarihsel koşullarından koparılmış bir Neo-Leninizm’in olası bir tanımı şu şekilde olabilir: Leninizm, 1) bir hedeften 2) büyük ölçekli [macroscopic] bir hedeften ve 3) uygun bir biçim altında stratejik eşgüdümün sağlanmasına ilişkin açık bir zorunluluktan meydana gelir. Bu “uygun biçim”in içerdiği sorunların büyüklüğünü vurgulamama gerek yok. Buradaki önemli nokta, bir zorunluluğun diğerine yol açmasıdır. Stratejik eşgüdüm zorunluluğu, onun için uygun olan biçim hakkında düşünme zorunluluğunu getiriyor. Bu konuda hiçbir fikrim olmadığını hızla söyleyip geçiyorum. Zamanım kısıtlı, sorun değil: bu konuda konuşmaktan kaçınmamı sağlayacak…

Zaten ilk iki noktayla ilgili konuşulacak malzeme var. Birincisi, Leninizm bir amaçtan meydana gelir. Bu kadarsıradan bir şey söylemek zorunda hissettiğimize inanmak zor ancak yine de zorundayız. Çünkü solda oldukça tuhaf bir siyasi çağ yaşıyoruz, burada bir amaç ortaya koyma gerekliliği artık hiç de aşikar bir hâlde değil ve hatta şüphe duyulacak bir şey olarak algılanıyor. Fransa’da çok dinamik ve çok ilginç, ancak her türden amacıdüşman olarak gören ve siyaseti yalnızca geçişsiz [intransitive] bir anlamda düşünen bir entelektüel ve politik akım var. Yani, hareket için hareket. Her şeyden önce de, kimse gelip ona yön vermeye [direction[1]] cesaret etmesin istiyor. 

Bu şüphe nereden geliyor? Bir yön vermenin diğerini gizleyebileceği gerçeğinden gelir. Arzulanır bir siyaseteişaret etmek olarak anlaşılan yön verme’den, mevcut operasyonları ele alma, komuta etme anlamındaki yön verme anlayışı her zaman için ortaya çıkabilir. Ve bu gerçekten de tehlikeli bir andır. ‘Leninizm’ göstereni, bu ikinci yön verme anlamına, yani yöneticilerin yön vermesi anlamına yapışık kaldı ancak Leninizm’de aynı zamanda birinci anlamın, yani arzu edilen anlamında, ne yapmak istediğimizi ve nereye gitmek istediğimizi söyleyen yön verme anlamının da olduğunu unuttuk.

Burada iki yazardan alıntı yapacağım. İlki, “geçmiş deneyimlerden çıkarılan ve onsuz eylemin amaçsızca dağıldığı bir çekül olarak hizmet eden stratejik bir hipotez” ihtiyacından bahseden Daniel Bensaïd’dir. İkinci yazar ise Andreas Malm: ‘İnsanlığın krizi devrimci liderliğin krizidir” şeklindeki eski Troçkist formülün güncellenmesi gerekiyor. Kriz, istikametin namevcut hâlidir.’

Açıkça söyleyebilirim ki: Bu iki ifadeye de derinden katılıyorum. Güçlü bir politik öneri olmadan, yani kapitalist öneriye karşı koyabilecek genel ve eklemlenmiş bir öneri olmadan kapitalizme karşı hiçbir mücadelenin mümkün olmadığını düşünüyorum. Ayrıca geçişsizliğe yapılan methiyelerin siyasi iktidarsızlığa varmayı sağlayan pasaport olduğunu düşünüyorum. İşte soldaki ilk kırılma çizgisi budur. Bir yanda anti-kapitalist bir siyasetin kurucu unsuru olarak bir yönelimin, yani bir önerinin zorunluluğunu sürdüren Neo-Leninist konum ile diğer yanda korkarım ki sonunda siyaset karşıtı olmaya mahkum geçissizlik fikri.

Diyalektik Jest

Bu kırılmayı üzülerek seyretmekten başka bir şey yapmak istiyorsak, sanırım kaybolmuş bir entelektüel jesti geri almalıyız: diyalektik jest. Burada kendini aşmanın ve sentezin görkemli bir süreci olarak Hegelci-Marksist versiyondaki diyalektiği kastetmiyorum. Diyalektiği karşıtlar arasındaki uzlaşmaz nesnel bir gerilim, bir sentezde çözülemeyen ve bu nedenle özgün bir biçim altında bağdaştırılma gerekliliğine çağrı yapan bir gerilim olarak düşünüyorum. Başka bir örnek: stratejik bir çizgi olmadan, buna hizmet edecek asgari bir örgütlenme olmadan devrimci süreç olmaz. Sadece isyan patlamaları olacak ve mağlup olacaklar. Bununla birlikte, asgari bir örgütsel biçimde koordine edilen stratejik bir hat olarak yön verme’den her zaman komuta etme anlamında, yani bir ayırma olarak ve nihayet bir müsadere olarak yön verme çıkabilir. Bu doğru. Ben bunu ifade ettiğimde, ikisini de kastediyorum. Her ikisi de doğrudur. Yani ikisiyle de uğraşmak zorundasın. Her ikisini de bir arada tutmanız ve onları sonsuza kadar kusurlu ve her zaman revizyona tabi olan bir formda tutmanız gerekir.

Bu, diyalektiğin Hegelci-Marksist olmayan versiyonudur, sentezi uzlaştırma vaadinden sıyrılmış ve kurumsal yapılarda karşıtların uyumlaştırılmasının, onların birlikte mevcudiyetlerinin düzenlenmesinin yalnızca kusurlu olasılıklarını bırakan bir versiyondur. Düzene sokulacak çatışkıların indirgenemez olmaları, bazı ‘aşkınlıklarda’ aşılamaz olmaları gerçeğinden, onları barındıran kurumların özünde kusurlu oldukları sonucunu çıkarır; yani sürekli bir sorgulama ve yeniden çalışmayı gerektirirler.

Bu arada şuna da değineyim, bu Castoriadis’in demokrasi anlayışından farklı değil. Demokrasi, sürekli olarak bize pazarlanan seçim salatası ve ‘özgür basın’ bileşimi değildir. Demokrasi, bir siyasi organın kendi kurumlarını kurma ve onları kalıcı olarak yeniden işleyebilmek için kontrol altında tutma kapasitesidir. Bu nedenle, bize “kurumları savunmamız gerektiğini” açıklayan ‘demokrat’ bir özenti görür görmez kiminle uğraştığımızı biliriz – bir sahtekâr. ‘Kurumların savunması’ demokratik bir fikir değil, bu polis için, Paris Polis Müdürü  Didier Lallement veya Macron gibiler için bir fikirdir; Sarı Yeleklileri ezmek için gönderildiklerinde Çevik Kuvvet ekiplerinin beyinlerinin doldurulduğu fikir buydu: ‘kurumların son kalesi sensin’, ‘kurumları savunmak zorundasın’, anti-demokrasinin par excellence formülleri.

O halde, her şeyden önce siyasetin kurucu unsuru olarak amacın haklılığını eski konumuna geri getirmek. Ancak Neo-Leninizm bu asgari gerekliliğin çok ötesine geçer. Bir hedefi onaylıyorsa, aynı zamanda onun büyük ölçekli olma karakterini de onaylar. Bu, komünizmin ancak bir toplumsal oluşum, yani büyük bir insan grubu ölçeğinde tasarlanabileceği anlamına gelir. Neo-Leninizm kesinlikle yerel deneyimlere ilgisiz değildir, ancak düzenleyici bir ilke olarak bunların özel bir konuma sahip oldukları iddiasını reddeder. Muhtemelen ‘neo’ ön ekinin en kullanışlı olduğu nokta burasıdır. ‘Vintage’ Leninizmin yerel özerklikleri -bizzat ezmeye çalışmadığı zamanlarda- umursamadığını kabul etmemek zor. Tarihsel Leninizmin acı verici dersleri arasında tüm özerk yerel yaşamın yok edilmesi, totaliter devlet merkezileşmesinin feci bağıntılarından biriydi -bir daha ne yapılmaması gerektiğine dair bir tür model. Dolayısıyla Neo-Leninizm, yerel deneyimlere ilgi göstermekle yükümlü olacaktır; bu ilginç şeylere kibarca saygı göstermesi gerektiğinden değil, kendi canlılığının bir kaynağı olarak ilgilenmelidir. İşte o zaman onları mümkün olduğu kadar başarılı kılmaya dönük rasyonel görevinin farkına varacaktır. Neo-Leninizm bütün bunlara rağmen, toplumsal bir oluşumu komünlerden oluşan bir takımadadan başka bir şey olarak görür. Neden ? Çünkü yalnızca yeterli büyüklükte ve bütünleşmeye sahip bir grup, asgari düzeyde gerekli bir işbölümünü sürdürebilir.

Komünizm Bir Üretim Tarzı Olmaz Zorunda

Tabii ki, kapitalist iş bölümünden önemli ölçüde daha düşük seviyede bir iş bölümü olacaktır bu -dünyaya ilişkin acil durum bunu dayatıyor- ama yine de yerel-komünal bir iş bölümünün gerçekleştirebileceğinden çok daha yüksek olacak. Başka bir deyişle, kapitalizmden çıkmak, üretim tarzı kategorisini reddetmek anlamına gelmez. Komünizm bir üretim tarzı olmak zorunda kalacak, çünkü insanlar her zaman kendi maddi yaşam araçlarını kolektif olarak üretmek ve bu üretimin araçlarını üretmek zorunda kalacaklar. Üretim tarzı zaten buna ilişkindir. Komünler ve yerel deneyler bu üretim tarzına ve onun iş bölümüne mükemmel bir şekilde dahil olur ancak hiçbir şekilde onun bütünü teşkil etmez.

Şimdi gelelim sol içindeki ikinci ayrım çizgisine: bir amacın iddia edilmesi ile geçissizliğin anti-politikası arasındaki ya da başka bir deyişle, istikamet ihtiyacını ortaya koymak ile yön verme gerekliliğinin tümüylereddedilmesi arasındaki ayrımın ardından bu ikinci ayrım çizgisi, bir yanda küresel büyük ölçekli alternatif öneriyi, diğer yanda yerel özerklik ilkesinin öz yeterliliğini ayırır. Tıpkı geçişsizliğin iktidarsızlığa dönüşmesi gibi, yerelliğin özel oluşu da “kaçışçılığa” dönüşür. Kaçışçılık, günümüz solu içinde çok güçlü ve cezbedicidir: Kaçarız, terk ederiz, kapitalizmi arkamızda bırakırız – kendimizi ondan ayırırız. Laf kalabalığı yapmak istemem ama şunu vurgulamak lazım: Kapitalizmi geride bırakırsak, hâlâ arkamızda bir yerlerde kalır.

Kaçışçılığın yalnızca varsayılan bir çözüm olarak, engellerin büyüklüğü karşısında bir teslimiyet çözümü olarak başarılı olduğunu düşünmeye başladım. Yani kapitalizmi yıkma fikri radikal bir imkansızlık olarak insanların kafasına yerleştiğinde -Fredric Jameson’ın tabirine herkes aşinadır- aslında projeden vazgeçildiğinde, geriye tek çözüm kalıyor. Ancak bu gezegendeki durumun nasıl olduğunu biliyoruz, onu terk ederek bundan kaçınmak artık bir seçenek değil. Ayrıca kulübelerdeki ya da ağaçlardaki  yaşamın cazibesi -çünkü tüm bunlar hakkında çok fazla güzelleme duyuyoruz- bir üretim tarzı oluşturmaz. Çok daha basit bir şekilde söylemek gerekirse: ağaçtan düşer ve kötü şekilde bacağınızı kırarsanız, bir yosun lapası veya bir kök kaynatarak işin içinden çıkamazsınız. Muhtemelen General Electric markalı bir görüntüleme makinesi bulunan yerel bir hastaneye gideceksiniz.

Buradaki soru görüntülemeyi General Electric’e bırakıp bırakmayacak oluşumuz. Kaçışçılık başka seçenek bırakmaz. Komünizm ise ‘hayır’ diyor. Ve bu, bir üretim tarzının büyük ölçekli amacıdır. Ama üretici güçler sorununu tamamen yeni bir tarihsel rejime sokan bir üretim tarzıdır bu. Neo-Leninizm kesinlikle üretici güçler sorununa ilgisiz değildir. Bunların belli bir seviyede tutulması gerektiğini bilir, sadece ağaç dostlarına değil, mühendislere, teknisyenlere ve bilim insanlarına da ihtiyaç vardır. Ama aynı zamanda maddi üretimin şimdiye kadar gezegene ne yaptığını ve bunu ne kadar uç noktalara taşıdığını da biliyor. Bu nedenle Neo-Leninizm, çelişkisiz olarak, üretimciliğe kökten düşman bir üretici güçler komünizmi olarak kavranabilir. Üretimcilik, bir geçişsizlik rejimine (üretim için üretim) ve bir mutlakiyetçilik rejimine (insan faaliyetinin bütününü içine alan maddi üretim) giren üretimdir. Bu nedenle, eğer bir üretim tarzıysa, neo-Leninizm, etrafında örgütlendiği yeni dayatmaları ve yeni hedefleri hiçbir şekilde gözden kaçırmaz: dünyanın içinde bulunduğu durumun dayatmaları ve insan yaşamının gayrı-maddi güçlerinin gelişimine ilişkin hedefler.

Çev: Bartu Şanlı

Kaynak: versobooks.com

Başlık ve ara başlıklar İmdat Freni tarafından konmuştur.


[1] Yazar direction sözcüğünü iki anlamda kullanıyor hem istikamet hem yönetim. İki anlam arasındaki geçişi aynı sözcükle sağlayabilmek için yön verme ifadesini tercih ettik (İmdat Freni).

Sokakta, Mahallede, İşyerinde Yoksullaştırmaya karşı Emeğin Birleşik Kampanyasını Örelim! – Yeniyol’un Sözü

Saray Rejimi tüm toplumu, en kırılgan kesimlerin en ağır biçimde etkileneceği kahredici bir felaketin eşiğine kadar getirmiş durumda.

İşçi sınıfının kazanımlarına yirmi senedir saldırıp, sermaye sınıfını güçlendirirken, diğer yandan da bürokrasi ve yandaş sermayeyi kapsayan ve yağma harekatıyla kendisine bağlı zenginleşmiş bir kast oluşturan rejim sınıfsal karakterini usulen bile gizleme zahmetine katlanmıyor artık. Oylarını eriten siyasi ve ekonomik krizle birlikte bu saldırıları ve talan operasyonlarını, ideolojik perdelerin arkasına daha az saklama ihtiyacı duyarak, açıkça pervasızlaştırıyor. 

TL’nin döviz karşısında değersizleşmesini neredeyse teşvik eden faiz kararları, işçi sınıfının kölelik koşullarına mahkûm edilmesinin AKP’nin temel hedefi olduğunu ortaya koydu. Özelleştirmelerle, grev yasaklarıyla, polis şiddetiyle emekçilere aralıksız bir şekilde saldıran iktidar, bu son hamlesiyle, halkın bizzat asgari yaşam koşullarına karşı topyekûn bir taarruz başlatmıştır. Doların halihazırdaki durumuyla emekçilere reva görülen asgari ücret, ucuz emek ve vahşi sömürü konusunda dünyaya örnek olan Çin’den bile geriye düşmüş, en ucuz emek cennetlerinden Vietnam’la eşitlenmiştir. 

Emeğe Topyekun Saldırı

AKP, bugüne kadar kamu iktisadi teşebbüslerinden akarsularına, koylarından dağlarına, hazine arazilerine kadar ülkeyi baştan sonra yağmalamış, sıra işçinin emekçinin alın terinin son damlalarına gelmiştir. 

Saray rejimi uzun bir süre boyunca milliyetçi-muhafazakâr sağ seçmeni hedefleyerek oluşturduğu ideolojik söylemini, artık özensiz ve biçimsiz bir şekilde ve sadece kendi kemik seçmen tabanını gözeterek kotarmaktadır. Erdoğan ve AKP kurmayları, dövizdeki bu tırmanışı bir yandan dış güçlerin saldırılarına bağlarken, diğer yandan yüksek dövizin istihdam ve büyüme için olumlu olduğunu söylemekte; emir alan troll’ler ise “1 dolara ülkemizi satmayız” saçmalıklarıyla sosyal medyayı doldurmaktadır. 

AKP’nin böylesine pervasız adımlar atması ve bunun altını güçlü bir propaganda ile doldurmaya dahi çalışmaması, elleri ceplerinde 2023 seçimlerini bekleyen düzen muhalefeti için titizlikle değerlendirilmesi gereken göstergelerdir. 

Emeğe karşı başlatılan bu topyekûn saldırının sonuçları emekçilerin hayatında birkaç gün içinde kendini göstermektedir. En temel gıda maddelerinden ulaşıma, kiradan faturalara kadar neredeyse bütün kalemler işçi sınıfının yaşamını gözle görülür bir şekilde ve çok kısa bir sürede fakirleştirmektedir. Durum buyken, emeği odağına alan bir siyasi özneleşme süreci, her zamankinden daha kaçınılmaz bir şekilde kendini dayatmaktadır. 

Acil Yaşamsal Talepler Ekseninde Bir Kampanya

Sol kamuoyunda bir süredir devam eden ve çeşitli örgütlerin görüşmelere başlamasına evrilen solun strateji ve birlik tartışmaları son derece değerli. Bu görüşmelerin, seçim ittifakıyla sınırlı olmaması, birleşik, bağımsız ve politik bir sınıf odağını yaratma hedefiyle sürmesi; bunun yanında seçimlere de emek temelli bir üçüncü ittifak ile hazırlanılması gerekmektedir. 

Ancak sosyalistler olarak şu anda önümüzde duran görev, işçi sınıfına karşı başlatılan bu taarruza karşı, yaşamsal bir dizi talep etrafında örgütlenen, solun geniş kesimlerini kapsayan ve emekçileri bu taarruza karşı bütünleşik bir özne haline getirmeyi hedefleyen bir kampanya örgütlemektir. 

-Asgari ücretin insanca yaşamayı sağlayacak bir seviyeye çekilmesi 

-İşsizlere iş yaratılması için ücretler düşürülmeden çalışma saatlerin azaltılması

-Elektrik, su, ısınma, ulaşım gibi temel ihtiyaçların ücretsiz ve kamusal hale getirilmesi

-En zengin kesimlerden alınacak bir servet vergisiyle tüm yurttaşlara asgari bir yaşam gelirinin sağlanması gibi talepleri içerecek bir faaliyet yalnızca merkezi eylemlerle sınırlı kalmayıp emekçilerin çalışma ve yaşam alanlarında adım adım inşa edilmelidir.

Böyle bir faaliyet, hem soldaki birleşik zemin tartışmalarına pratik bir katkı sağlayacak, hem halihazırda yaşanan siyasi ve ekonomik krizin sorumlusunun temelde kapitalizm olduğu gerçeğini yayacak, hem de düzen partilerinin AKP sonrası için hazırladığı ve emeğinin haklarının dışlanacağı aşikâr olan restorasyon dönemine bir sınıf siyaseti devredecektir. 

Erdoğan rejiminin son bulması önemlidir. Ancak bu sonda işçi sınıfının ve sosyalistlerin güçlü bir imzasının bulunması, gelecek için, çok daha önemlidir.

Sosyalist Demokrasi için Yeniyol

Görsel Kaynağı

25 Kasım Vesilesiyle Bir Kez Daha Haykırıyoruz: Şiddetle Mücadelemiz Sürecek!

Bu yıl da 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele Günü’nde kadın cinayetlerini, en temel hakkımız olan yaşama hakkımızın elimizden alınışını, her gün eksilişimizi konuşarak söze başlamak zorunda bırakılıyoruz. Pandeminin ağırlaştırdığı yoksulluk katmerlenirken, en temel ihtiyaçlar lüks haline gelirken, ücretli emek alanında kadınlar gittikçe daha fazla güvencesizleşirken, ayrımcılık ve şiddet artarken, krizde ilk gözden çıkarılan kadınlar iken, ev içi ücretsiz kadın emeği bir yandan ağırlaşıp bir yandan değersizleşirken kadınlara yönelik şiddet biçimlerinin de arttığını ve derinleştiğini görüyoruz.

Kadınları şiddet ve yoksulluktan korumaya yönelik politikalar geliştirmek şöyle dursun, kazanılmış haklarımıza saldırıların hız kazandığı bir yılı geride bırakıyoruz. İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilme kararı uzun zamandır sürdürülen kadın düşmanı politikaların sadece bir adımı. Kadınların istihdama katılmasının önünde eğitim hakkının ihlal edilmesinden kreş hakkının gasp edilmesine kadar türlü türlü engel varken, milyonlarca kadın güvencesiz çalışırken ve işsizlik ödeneğine erişimde bile bir cinsiyet uçurumu varken kadınların nafaka hakkını tartışanlarla cebelleşiyoruz. Yaşam hakkımız elimizden alınırken 6284’ü savunmak zorunda bırakılıyoruz.

Kadına yönelik şiddet çok farklı biçimlerde artmaya devam etse de şiddetin en yaygın biçimlerinden biri, ev içi ücretsiz emek üzerinden gerçekleşiyor. Ev içi şiddet, kadınlara yüklenen “sorumlulukların” yerine getirilmemesi halinde kadınları disipline etmenin bir yöntemi olarak varlığını sürdürüyor. Öte yandan biliyoruz ki şiddet asla evin içiyle sınırlı değil; makbul ve makbul olmayan kadınlık halleri üzerinden şiddet her alanda meşrulaştırılıyor. Dahası, şiddete maruz kalan kadınların koruma mekanizmalarına erişimleri gün geçtikçe daha da zorlaşıyor.

Biz kadınlar şiddetin hiçbir biçimine alışmayacağız. Kazanılmış haklarımıza, mücadelemize saldırıların devam ettiği bu 25 Kasım’da da kadınlara yönelik şiddetle mücadelemizi sürdürmeye devam edeceğimizi duyuruyoruz! Artık kadınlar kırsalda, şehirde, okulda, fabrikalarda, sokaklarda şiddetin psikolojik, cinsel, ekonomik ve fiziksel tüm hallerine karşı dayanışıyor ve mücadele ediyor. Birbirimizden aldığımız güçle dayanışmamız daha da büyüyecek, mücadelemiz tüm ülkeyi ve dünyayı saracak. Mücadelemizle aydınlattığımız dünyada özgür kahkahalarımız yankılanacak. Kadın dayanışmasıyla her türlü saldırının, şiddetin karşısında dimdik durmaya devam edeceğiz. Bugün bize reva görülen bu düzeni, bize reva görenlerin başlarına geçireceğiz. Yaşıyor olmanın bile direnmek olduğu bir sistemde, en özgür ve mutlu halimizi var etmek için ne gerekiyorsa yapacağız.

Hayatlarımız Bizim!

Sokaklar Bizim!

Yeniyol’dan Kadınlar

Ortadoğu’da ‘İklim Değişikliği’ için Hiç Vaktimiz Yok – Vicken Cheterian

20 bin kadar delege ve ‘dünya lideri’, bazıları özel jetleri ile, iklimimizi nasıl koruyacağımızı tartışmak üzere Glasgow’a gitti. 31 Ekim ile 12 Kasım tarihleri arasında 26. Birleşmiş Millet İklim Değişikliği Konferansı için buluşacaklar. Glasgow zirvesinin amacı sera gazı emisyonunu azaltarak bu yüzyıl içinde sıcaklık yükselmesini 1,5 °C sınırları içinde tutabilmek.  

ABD Başkanı Joe Biden, Hindistan Başbakanı Narendra Modi ve Yunanistan Başbakanı Kyriakos Mitsotakis’in de içinde bulunduğu birçok dünya lideri zirveye katılırken, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin gibi bazı liderlerse katılmamayı tercih ettiler. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise Glasgow’a yapacağı seyahati son anda iptal etti. 

Ne var ki Ortadoğu’da bizim iklim değişikliğini tartışmak için hiç vaktimiz yok. Biz çok daha acil sorunlarla meşgulüz. Şu anda din savaşlarının ortasındayız, birçok kentimiz harap halde, ekonomilerimiz ise, eğer çoktan iflas etmediyse, çökmek üzere. Başka yerlerden gelen mülteciler eski yaşam tarzımızdan artakalanları tehdit ediyor. O kadar çok sorun var ki, “iklim değişikliği”ni tartışma lüksünü nasıl karşılayabiliriz? 

İklim değişikliği bizim sorunumuz değil, zengin ülkelerin sorunu. 

Ortadoğu’da bu kadar çok sorunla karşı karşıya olmasak belki biz de iklim değişikliğini ve iklim değişikliğinin hayatlarımız üzerindeki etkilerini tartışabilirdik. Amma velakin hayır, şimdi değil, biz bitmez tükenmez bir şekilde kendi kendimizi tüketmekle meşgulüz.

İklim değişikliğinin, özellikle de dünya yüzeyindeki ani ısınmanın Ortadoğu’yu, zengin ülkelerden daha fazla ilgilendirdiğini fark etmişsinizdir. Arap Yarımadası, Kuzey Afrika, Mezopotamya ve Orta Asya dünya üzerindeki en kurak bölgelerden bazıları. Her şeyden önce, daha geniş bir alanda yer alan Ortadoğu’da çok daha az su var ve kuzeyiyle güneyindeki diğer bölgelerden daha sıcak. Ne var ki haberler daha da kötüleşiyor; bilimsel tahminler 2050’ye kadar dünya yüzeyindeki ortalama ısınmanın 2 °C düzeyinde olacağını öngörüyorsa da, Ortadoğu bölgesinde ısınma riskinin bunun iki katına yani 4°C dereceye kadar çıkabileceğini tahmin ediyorlar. 

İklim değişikliği olmasa da bölgedeki su kaynakları büyük risk altında. Bunun en aleni kanıtı yok olan göller ve içdenizler. Aral Gölü felaketi oldukça iyi bilinir; Sovyet planlamacılar Orta Asya’daki kurak ovalarda pamuk üretebilmek için Ceyhan ve Seyhan nehirlerinin yönlerini değiştirerek Aral’ı gözden çıkardılar. İran’da tarım arazilerinin sulanması nedeniyle, Urmiye Gölü’nde su seviyesi 1995’ten beri düşüyor. Gölün yüzey alanı 1997’de 5.000 kilometrekare iken 2013’te onda birine, sadece 500 kilometrekareye indi ve daha da inmeye devam ediyor.  Her ne kadar yılda 7 cm ile daha az da olsa, Hazar Denizinde de su seviyesi düşüyor. Bu yüzyılın sonunda su seviyesi 10 metre kadar düşebilir, bunun da ekolojik ve ekonomik anlamda vahim sonuçları olacaktır. Devam etmekte olan felaketlere bir diğer örnek de son kırk yılda su seviyesi 40 metre azalan Lut Gölü (Ölü Deniz).  Ortadoğu’da mevcut olan ve yenilenebilir sudan çok daha fazlasını tüketiyoruz.  

Su sıkıntısı ülkeler arasında büyük sorunlara sebep oluyor. Örneğin Fırat ve Dicle nehirlerine bağımlı olan Irak’ı ele alalım; Türkiye’deki dağlardan Irak’a akan bu sular 1970’lere oranla %40 azaldı.  Bunun sebebi büyük oranda Türkiye’de 1990’ların başında başlayan ve 22 barajdan oluşan devasa bir proje olan “Güneydoğu Anadolu Projesi”dir. Bu sistem şu anda suları Türkiye’nin güneyinde tutmakta, Suriye ve özellikle de Irak’a akan suları her geçen gün azaltmakta. Bağdat da benzer şekilde İran’la ihtilafa düşmüş durumda; hatta yakın zamanda Bağdat, Irak’a doğru akan Karkheh, Alvand, Karun ve Sirvan nehirlerinin akışını tamamen kesen Tahran’ı Uluslararası Adalet Divanı’na götürmekle tehdit ediyor. Irak tarımı için bunun sonucu felaket; 1970’lerde Irak’taki ekilebilir arazi alanı 6 milyon hektar iken şu anda sadece 3,75 milyon hektar

Bu arada, yiyecek talebi de artmakta. Irak’ın nüfusu 1970’de sadece 10 milyonken 2021’de 41 milyon olduğu tahmin ediliyor. Irak, Ortadoğu’da nüfus patlaması yaşayan tek ülke değil. Dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan Yemen’de nüfus on yıl önce 23 milyondu, şu anda nüfusu 30 milyonun üzerinde. 2011 yılında Arap Baharı patlak verdiğinde Mısır’ın nüfusu 82 milyondu, 2020’de Mısır’da nüfus 102 milyonu aştı. Cemal Abdülnasır’ın sloganlarından biri Mısır’ı tarımsal üretimde kendi kendine yeten bir ülke yapmaktı. 2011’e gelindiğinde Mısır, nüfusunun ihtiyacı olan yiyeceğin yarısını hanidir ithal etmekte, bu durum ülkeyi uluslararası piyasalardaki dalgalanmalara karşı savunmasız bırakmaktaydı.

Ülkenin iç kısmında su kaynakları gittikçe azalırken, deniz suyundaki yükselme kıyı bölgeleri tehdit diyor. Bu yüzyılın sonunda iklim değişikliği nedeniyle deniz seviyesindeki yükselmenin 3 ila 5 metre arasında olacağı tahmin ediliyor; bu durumda İstanbul’un bazı bölgeleri tehlike altındayken Mısır’ın 5 milyon nüfuslu İskenderiye kenti “batma” tehlikesiyle karşı karşıya.  

Halihazırda iklim değişikliği ile ilintili tüm bu riskler ve kaynakların tükenmesi Ortadoğu liderlerinin dikkatlerini çekmediyse, bunun nedeni çoğunu korkutan bir mesele: Karbonsuz ekonomiye geçiş. Pek çok ülke, diktatör, onların komşuları ve müttefikleri hidrokarbon ihracatından gelen petro-dolarlara güveniyor. Sadece Suudi Arabistan her gün günde 9,5 milyon varil petrolü topraktan çekiyor. Küresel petrol üretimi şu anda günde 96 milyon varil, bunun üçte biri Ortadoğu’da üretiliyor. Ortadoğu’nun bütün ekonomisini hidrokarbon endüstrisi etkiliyor, hatta petrol üretmeyen ülkeler bile büyük oranda kendi ekonomilerine yatırım yapılan petro-dolarlara bağımlılar. Hidrokarbon endüstrisinin yarattığı büyük paralar olmasaydı, bölgedeki bütün bu inşaat patlaması da olmazdı.

Ortadoğu bir yandan karbon temelli endüstrileşmenin yan etkilerini yönetirken, hidrokarbon bağımlılığını azaltacak yeni dönüşüme nasıl ayak uyduracak? Şu anda bu sorular Ortadoğu’da ciddiye alınmıyor çünkü bölgenin uğraşması gereken bir sürü acil sorunu var. 

(Agos için çeviren: Bürkem Cevher)

Görsel: Aral Gölü

Rusya’da Yeni Bir Sosyalist Hareket -Mikhail Lobanov ile Söyleşi

Röportaj: Ilya Budraitskis

Rusya’nın son seçimlerinin büyük kazananı, neredeyse oyların yüzde 20’sini alan Komünist Parti oldu. Parti bugün Vladimir Putin’in hükümranlığına karşı çıkan yeni bir demokratik sosyalist eylemci dalgası tarafından dönüştürülmektedir.

Rusya’da 17-19 Eylül tarihleri arasında yapılan parlamento seçimleri Başkan Vladimir Putin’in Birleşik Rusya Partisi için başka bir göstermelik zaferdi. Ancak en dikkat çekici sonuç, oyların yüzde 19’unu alarak ikinci gelen Rusya Federasyonu Komünist Partisi’ne (RFKP) verilen destekti [Bkz İmdat Freni’nde yayımlanan “Kremlin Düşüşte Mi?” yazısı].

Putin müttefiklerini destekleyen alışılagelmiş sahtekârlığa rağmen, RFKP özellikle var olan düzene karşı kendisine oy vermeyi tek fırsat olarak gören büyük kentlerdeki gençleri yeni seçmen olarak kazanmayı başardı. RFKP’nin resmi programı, doksanlardan beri Stalinizm, milliyetçilik ve sosyal demokrat paternalizmin bir karışımı olarak kök tutmuştu. Bununla birlikte, son birkaç yılda, RFKP içinde onu daha çok demokratik hakları, sosyal eşitliği ve ekolojiyi savunma söylemlerine doğru dönüştüren genç yerel liderler kuşağı ortaya çıktı. 

Bu açıdan seçimin en çarpıcı yönlerinden biri Moskova Devlet Üniversitesi’nde otuz yedi yaşındaki matematik öğretmeni olan Mikhail Lobanov’un kampanyasıydı[1]. Mikhail, RFKP tarafından aday gösterildi, ancak kendisini bağımsız bir demokratik sosyalist olarak konumlandırdı. Putin’in Birleşik Rusya adayını on binin üzerinde oyla (yüzde 12’lik bir farkla) mağlup ettiği halde daha sonra yapılan oy sayımı onun parlamentoya seçilmesinin reddedilmesi adına manipüle edildi. Her şeye karşın, Lobanov gibi adaylara verilen halkın oyu radikal sol için gerçek bir ilerlemedir ve bu ilerlemeler günümüz Rusya’sının zorlu politik ortamında bile halkın hoşnutsuzluğunu dile getirme potansiyelini gösteriyor. Örnek olarak Rus Sosyalist Hareketi eylemcileri ve geleneksel olarak RFKP’yi eleştiren diğer bazı radikal sol gruplar Lobanov’un seçim kampanyasında önemli rol oynadılar. 

Moskova’da solcu bir politik yazar olan Ilya Budraitskis[2], seçim sonuçları hakkında Mikhail Lobanov ile Jacobin için konuştu.

IB: Bize biraz politik geçmişinizden bahsedin.

ML: Okulda, sadece bilimsel kitaplarla karıştırılmış tarihi romanlar olsa bile tarih kitaplarını okumaktan zevk alırdım. Üniversitede zaten bir matematik öğrencisi olarak boş zamanlarımı kütüphanede ve kitapçılarda harcadım ve okuduğum romanlar vasıtasıyla Marx, Lenin ve Troçki okumam gerektiğine karar verdim. Örneğin Moscow State Universitesi’ndeki [MSU] [Troçki’nin] İhanete Uğrayan Devrim’ini ödünç aldım.

2006’da MSU’ya bağlı Sosyalist Hareket “Vpered”in [“İleri”, o dönem Dördüncü Enternasyonal’in Rusya seksiyonu] eylemcileri tarafından düzenlenen Marksist bir öğrenci seminerine katıldım. Sonraki bir buçuk yıl boyunca Vpered ile eğitimin ticarileştirilmesine ve işçi haklarının savunulmasına karşı çeşitli eylemlerin parçasıydım. Parti toplantıları Rusya Emek Konfederasyonu’nun tuttuğu ofisteydi ve bu sayede Rus bağımsız sendikalarını tanıdım.

IB: Moskova Devlet Üniversitesi’nde bir grup eylemci nasıl ortaya çıktı?

ML: Bizler üniversite içerisinde mücadele alanları arıyorduk. 2009 yılında yönetim yurtlara erişim kurallarını sıkılaştırmak istedi. Bir protesto kampanyası başlattık, bin yedi yüz imza topladık ve sonunda bu yeni kuralları iptal ettirmeyi başardık. Üç haftalık kampanyanın sonucunda yaklaşık otuz kişiden oluşan çekirdek bir üniversite eylemci kadrosu kurduk. Ne var ki günlük sorunları çözsek de bunun bizi bir başka örgütsel aşamaya taşımakta yetersiz kalacağı açıktı. 

Sonra üniversitenin Komünist Parti şubesi ile hem öğretmenleri hem de öğrencileri içeren işbirliğine başladık. 2011 senesinde yönetim yurt kurallarını tekrar sıkılaştırmaya karar verdi ve biz gerçekten çok güçlü ve başarılı bir protesto kampanyası düzenlemeyi başardık. Yaşananlar yüzlerce insanı doğrudan ilgilendirdi ve çekirdeğimiz büyüdü. Tam o sıralarda, Putin’in Birleşik Rusya Partisi lehine düzenlenen Duma [parlamento] seçimlerinin ardından geniş çaplı protestolar başladı. Üniversite kademesinde bu, kendi İnsiyatif Grubu’muz ile (resmi) iktidar partisiyle yakından bağlantılı Moskova Devlet Üniversitesi Öğrenci Konseyi arasında bir mücadeleyle sonuçlandı. Biz de parlamento seçimlerinin bağımsız gözleminin bilfiil içinde yer aldık ve MSU’nun ana binasındaki sandıkta idari kadro seferberliğine karşın Birleşik Rusya’yı ağır bir şekilde mağlup ettik. Ayrıca 2011–2012’nin Moskova’daki tüm protesto mitinglerine aktif olarak katıldık ve protestolara gelen ama herhangi bir politik güce katılmaya hazır olmayan birçok öğrenci bizimle beraber oldu.

Bu deneyim, diğerlerinin yanı sıra, Emek Konfederasyonunun “Üniversite Dayanışması” sendikasının yaratılması sorununu gündeme getirmesine önayak oldu. Böylece diğer üniversitelerdeki öğrenci ve öğretmen gruplarına sendika kanalıyla yardım etmeye başladık. Ayrıca müteahhitlerin ilgisini çeken MSU binalarının etrafındaki parkı korumaya yönelik kampanyalarla aktif olarak ilgilendik. Bu sayede yerel meclis üyeleri ve mahalle sorunlarıyla aktif olarak bağlantılı olan sakinlerle temas kurduk. Özellikle Ramenki bölgesinde ortak etkinlikler düzenledik. Üniversite yetkilileri bu faaliyetlerden dolayı 2013 ve 2018 yıllarında olmak üzere iki kez beni işten çıkarmayı denedi.

IB: Bu yıl aday olmaya nasıl karar verdiniz?

ML: Bu on ila on beş yıl boyunca, RFKP’nin üniversite şubesi de dâhil olmak üzere çok geniş bir iletişim ağı gelişmiştir. Hemen hemen her yerel seçimde RFKP adaylığına katılmaya davet edildim. Ancak federal yasalarla yönetilen ve Rusya Devlet Duması tarafından kabul edilen bütçeye bağlı olan kendi ana yükseköğretim müfredatımdan saptığı için reddettim. 2020’de, üniversitedeki RFKP üyeleriyle yapılan iletişimden, bana Devlet Dumasına aday göstermeye hazır oldukları açıktı. MSU bölgesine gidip kurduğum bağlantıları harekete geçirirsem kazanabileceğimi hissettim. Bende bu kampanyanın coşku uyandırabileceğine dair bir his vardı. Ancak daha önce yaptıklarımızdan farklı bir şey olduğundan dolayı bunun nasıl gerçekleştirileceği ve seçimlerde ne gibi özel önlemler alınması gerekeceği konusunda kesin bir fikre sahip değildim. Yine de sezgilerim bunun işe yarayabileceğini söylediğinden, denemeye karar verdim.

Birkaç ay boyunca ilk adımlar hakkında tartışmalar yaptık, oturumlar düzenledik; solda seçim tecrübesine sahip çok az sayıda insan vardı. RFKP’nin böyle bir tecrübesi var ama çok kendine mahsus. İnsanlardan para istemeyi değil, bunun yerine parti fonlarına güvenmeyi ve belki de başka sponsorlar aramayı tavsiye ediyor. Biz farklı bir biçimde davranmamız gerektiğini anladık.

IB: Seçim bölgeniz nasıl görünüyor?

ML: Rusya’nın tamamı, her birinde ortalama beş yüz bin seçmen bulunan 225 bölgeye ayrılmıştır. Seçim bölgemiz Moskova’nın batısındadır. Önceki seçimlerde oldukça protesto odaklı bir bölge olarak görülüyordu ve RFKP daha önce burada oldukça iyi iş çıkarmıştı. Ne yazık ki aynı zamanda Rusya Birleşik Demokrat Partisi Yabloko’nun  liberalleri orada da her zaman gerçek bir güç oldular ve bu sefer güçlü bir aday çıkardılar. Bölgede bir üniversite var, bu nedenle, tamamen istatistiksel olarak, bu bölge Moskova’dakinden daha yüksek sayıda MSU mezunlarına ve çalışanlarına sahiptir. MSU markasının bu semtte kendinden bir şeyler kattığı hissi vardı. Ben bir matematikçiyim, politikacı değil ve bu olumlu bir rol oynayabilirdi.

Sanıyorum, şubat ayında, ana rakibimizin kim olacağını biliyorduk. Birleşik Rusya’nın Rus televizyon talk show sunucusu Yevgeny Popov’u sahaya çıkaracağı açıklandı. O, Kremlin’in “düşman” Batılı ülkeler ve “korkunç” Ukrayna hakkındaki tutumlarını yayınlayan, insanların dikkatini iç sorunlardan dış çatışmalara kaydırmaya ve uluslar arasındaki nefreti körüklemeye çalışan bir TV propagandacısıdır. Onun tavırları küstahça, ancak birçok insan bundan gerçekten hoşlanıyor, böyle insanlarla tanıştım.

IB: Kampanya nasıl organize edildi? RFKP’ye ne kadar bağlıydı?

ML: Şaşırtıcı bir şekilde, ne olursa olsun RFKP’nin sıkı bir politik kontrolü yoktu, programımızı partiye danışmadan kendimiz yazdık. RFKP, toplam kampanya bütçemizin yüzde 15’inden daha azını sağladı. Adaylara nasıl kampanya yürüteceklerinin öğretildiği eğitimler, toplantılar düzenledi. Sözgelimi bize kitle fonlamasına girmememiz söylendi; insanlar zaten bize para vermezdi ve bu sorunlara neden olabilirdi. Ancak bu tavsiyeyi dikkate almadık ve kampanya sırasında yaklaşık 6 milyon ruble (80.000 dolardan fazla) topladık.

Birleşik Rusya’nın veya liberal muhalefetin harcadıkları ile karşılaştırıldığında, bu hiç de fazla sayılmaz. Bununla beraber, politik motivasyon önemli bir rol oynadı, eylemcilerin çoğu sosyalist görüşlere bağlıydı ve herkes Birleşik Rusya’yı gerçekten yenebileceğimizi umut ediyordu. Bu nedenle seçim bölgesinin farklı bölgelerinde çeşitli bölümlere ayrılan kampanyamıza yaklaşık iki yüz eylemci katıldı.

IB: Seçim programınızdan bahsedin…

ML: Ana sloganımız şuydu: “Gelecek sadece seçilmiş birkaç kişi için değil, herkes içindir.” Rusya’da tüm politik ve iktisadi kaynaklara el koyan ve geleceğini yalnızca kendileri için inşa eden bir avuç insan var. Gelirin, politik gücün herkes lehine yeniden dağıtılmasını istiyoruz. Bu merkez eksen etrafında, seçim bölgesinin ve ülkenin genel sorunlarına ilişkin ayrıntılı talepler ortaya koyduk. Önemli noktalar arasında Moskova’nın vahşi ticari gelişimine karşı mücadele, zorunlu çöp geri dönüşümü, okulların ve hastanelerin kapatılmasına karşı çıkma ve elbette işçi hakları ve güçlü sendikalara duyulan ihtiyaç yer alıyor.

Bu gündemle seçmene gittik ve görünüşe göre çeşitli sorunlarla şevkle uğraşan, herkesi ikna etmeye, kaynak toplamaya, örgütlenmeye çalışan bir aday ve ekibine de iyi bir imaj kazandırdık. Ekip, çeşitli görevlerle coşkuyla ilgilendi, herkesi ikna etmeye, fon bulmaya, kendilerini organize etmeye çalıştı. Bu insanlarda karşılık buldu. Matematikçi bir akademisyen adayın, halka açık kampanyalarda, sendikalardan bahsetmesi, yeşil alanları savunması yankı yarattı. 

İnsanlar bunu beğendi, ancak aynı zamanda bir ikilemle karşı karşıya kaldılar: Rusya’da birçok kişi oylamayı yetkililere karşı protesto için bir fırsat olarak görüyor. Onlar için, fikirleri ne olursa olsun bir muhalefet adayının kazanması önemlidir. Çok yoğun kaynaklara sahip liberal adayın benim bölgemdeki kampanyası, pek çok insanın gözlemlemeyi tercih edip son anda karar vermesine yol açtı.

IB: Sonuç ne oldu?

ML: Birleşik Rusya adayını oyların üçte birinden fazlasını alarak yendik. Söz konusu aday çok pahalı bir kampanya yürüttü, afişleri her yerdeydi ve yerel yönetimden tam destek aldı. Buna karşın onu kolayca yendik. Ancak ertesi sabah açıklanan elektronik oylama sonuçlarıyla durum tersine döndü.

IB: Sayısal olarak sandıklardan ne kadar, elektronik oylamadan ne kadar aldınız?

ML: Ben sandıktan kırk altı bin, elektronik oylamadan yirmi bin oy aldım, TV propagandacısı Popov sandıkta otuz dört ila otuz beş bin ve elektronik oylama ile kırk beş ila kırk altı bin oy aldı. Ancak elektronik oylamanın sonuçlarına inanmıyoruz: Yetkililerin çıkarlarına doğrultusunda hile yapılmıştı.

IB: Alexei Navalny’nin destekçileri tarafından önerilen Putin karşıtı taktiksel bir oy olan “Akıllı Oylama” tarafından desteklendiniz. Bu strateji hakkında genel olarak ne düşünüyorsunuz? Navalny’nin kendisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

ML: Akıllı oylama büyük Rus kentlerinde iyi çalışan bir araçtır. Stratejiyi, Birleşik Rusya’yı yenme olasılığı en yüksek olan muhalefet adayına oy verme diye özetlemek mümkündür. Muhalefetin seçmenleri, görüşleri ne olursa olsun bu adaya oy vermeye teşvik edilir. Navalny ile aramızda büyük ideolojik farklılıklar var, elbette ben radikal soldayım. Navalny sağdaydı, ancak son yıllarda yönünü değiştirdi, bu da medyada çok fazla etkisi olduğu için memnuniyetle karşılanıyor.

Destekçilerinin asgari ücret, sendikaların övülmesi gibi toplumsal konuları gündeme getirmeye başlaması olumlu etki yaptı. Yine de farklı pozisyonlarda duruyoruz ve üstelik Navalny’nin çevresi Navalny’nin kendisinden daha sağcı. Şu anda cezaevine düşen Navalny’nin bu durumunu gözlemleyebilirsiniz. Önemli olan politik faaliyetlerinden dolayı hapse atılmış olmasıdır. Onunla dürüst bir tartışma çerçevesinde ideolojik pozisyonlarımızı karşı karşıya getirmenin gerekliliğine inanıyorum.

IB: Seçimlerden sonra politik planlarınız neler? Kişisel olarak siz ve Rus solunun, kampanyacılarınız için stratejinin ne olması gerektiğini düşünüyorsunuz?

ML: Şimdilerde kurduğumuz takımı nasıl tutacağımızı düşünüyoruz, çünkü çok önemli bir çap kazanmıştı. Bundan sonra daha zor olacak ama daha fazla eylem talebini görüyoruz. Katılanların büyük başarıları vardı: Bu bir zaferdi ve herkes bunu bir zafer olarak algılıyor. Sadece teoride mümkün görünen şeyi başardık, bu da çok şey yapabileceğimiz anlamına geliyor. Devlet Dumasının kaynaklarına güveniyorduk, bir kampanya yürütmek ve kolektifi Devlet Duması temelinde tutmak istedik. Ancak seçimdeki sahtekârlık nedeniyle işe yaramadı.

IB: Tekrar katılacak mısınız?

ML: Takımda yerel seçimlerde kendini denemek isteyenler var. Bu konuda daha dikkatliyim, çünkü enerji kaybı olabilir. Birkaç seçim bölgesinde belediye seçimlerini kazandığımızda kendimizi nasıl konsolide edebiliriz diye düşünmeliyiz. Ben daha çok enerjimizi üniversitelerde sendikal hareketin ve özyönetimin gelişimine nasıl yönlendirebileceğimizle ilgileniyorum. Seçimler de iyi bir fikir olabilir ancak tek yapmamız gerekenin bu olduğu hissinde değilim. Nihayetinde son seçimi öncelikle insanlara inandığım fikirleri anlatmak için bir fırsat olarak gördüm.

Çeviri: İmdat Freni Tercüme Kolektifi

Bu makale ilk olarak Jakoben’de İngilizce olarak yayınlandı ve Contretemps için Christian Dubucq tarafından çevrildi


[1] 2021 genel seçimlerinde Rusya Federasyonu Komünist Partisi tarafından desteklenen bağımsız solcu.

[2] Moskova’da yaşayan solcu bir siyasi yazardır. Halen Moskova Sanat Dergisi, Openleft.ru ve LeftEast’in yayın kurulu üyesidir.