İmdat Freni

Gündem

Sosyalistlerden ABD Halkının Mücadelesine Destek: “George Floyd için Adalet!”

Başlangıç Kolektifi, İşçi Demokrasisi Partisi, Sosyalist Emekçiler Partisi ve Sosyalist Demokrasi için Yeniyol, Istanbul’da Trump Towers’ın önünde yaptıkları basın açıklamasında “biz bu mücadeleleri kendi mücadelemiz olarak görüyoruz” diyerek Floyd’un öldürülmesinin münferit bir olay olmayıp ABD’deki kurumsal ırkçılığın bir sonucu olduğunu vurguladılar.

Basın açıklamasın tam metni şöyle:

George Floyd için Adalet! ABD halkının mücadelesiyle dayanışma!

25 Mayıs’ta Minneapolis şehrinde George Floyd’un polisler tarafından sekiz dakika boyunca boğazına bastırılarak vahşice katledilmesi, ABD’de eşi görülmedik bir kitlesel protesto dalgasını beraberinde getirdi. Sorumluların cezalandırılması talebiyle başlayan protestolar, kolluk güçlerinin sert müdahalesi ve ABD hükümetinin olaya karışan polisleri kollayan tavrı sonucunda bütün eyaletlere yayılan militan ve öfkeli bir karaktere büründü. Bu gösteriler, boyutları ve sokakları dolduran insanların kararlılığı bakımından 1960’ların büyük isyan dalgasıyla karşılaştırılabilir ve 2014’ten beridir devam eden Black Lives Matter hareketinin daha radikalleşerek büyüdüğünü göstermektedir. 

George Floyd’un öldürülmesi münferit bir olay değildir ve ABD’deki kurumsal ırkçılığın bir sonucudur. ABD’de bir siyahın polis tarafından öldürülmesi, bir beyaza göre üç kat daha olasıdır. Yetişkin siyah erkeklerin dörtte biri hayatlarında bir defa ya polisi şiddeti ile karşılaşmakta ya da basit bir gerekçeyle tutuklanmaktadır. Sağlık, eğitim ve konut hakkına ulaşmada maruz kaldıkları ayrımcılık her gün karşı karşıya kaldıkları ırkçı şiddetin bir parçasıdır. Amerikan kapitalizmi yoksul siyah halkı içererek değil; sürekli dışlayarak, hapsederek ve sömürünün en katmerlisine tabi tutarak ayakta kalmaktadır. 

İsyanın büyümesinin bir diğer nedeni de 100 binden fazla insanın ölümüne neden olan bir sağlık krizi ve sadece iki ayda 40 milyon insanı işsiz bırakan bir kapitalist kriz ortamı içinde ortaya çıkmasıdır. Koronavirüs pandemisi kapitalizmin bütün çelişkilerini ortaya sermiştir. Bu nedenle çoğunluğu genç, işsiz veya düşük ücretlerle çalışmaya mahkum edilmiş milyonlarca beyaz Amerikalı, bu eylemlerde yoksul siyah halkla birlikte yürümektedir. ABD egemen sınıfının iki partisinin de göstericileri eve dönmeye çağırmalarının nedeni isyanın ırkçılığa karşı olduğu kadar sınıf öfkesini de yansıtmasıdır. Bu öfkenin kurucu bir güce dönüşmesi durumunda tüm sistemi altüst etme potansiyeline sahip olacaktır. 

Amerika Birleşik Devletleri’nin tarihi yayılmacılığın, sömürgeciliğin, ırkçılığın tarihi olduğu kadar bunlara karşı direnen siyahların, azınlıkların, işçi ve emekçi sınıflarının da mücadele tarihidir. Biz bu mücadeleleri kendi mücadelemiz olarak görüyor, emperyalizmin bağrında ortaya çıkan bu büyük isyanı, hepimiz için umut ve esin kaynağı olarak değerlendiriyoruz. 

Ancak enternasyonal dayanışma burada da ırkçılığa ve faşizme karşı mücadeleyi gerektirir. Türkiye’nin şimdi bulunduğu topraklarda yaşamış ve hala yaşayan halkların, cinslerin, cinsel yönelimlerin, işçi ve emekçilerin, tüm ezilen ve sömürülenlerin de sistematik olarak ayrımcılığa maruz kaldığını biliyoruz. İktidarların ve sermayenin ayrımcılığı saklamaya, üstünü örtmeye dönük olarak kullandığı hiçbir yöntem bu ayrımcılıklara karşı birlikte mücadele etmemizi engelleyemeyecek. Bizler, dünyanın her yerindeki siyahlar ve beyazlar, Kürtler ve Türkler, LGBTİ+’lar, kadınlar, ezilenler, işçiler, göçmenler, kapitalizme karşı hep birlikte mücadele edeceğiz. 

Yaşasın halkların kardeşliği!

Yaşasın enternasyonal dayanışma!

İmzacı kurumlar:

Başlangıç Kolektifi

İşçi Demokrasisi Partisi

Sosyalist Demokrasi için Yeniyol

Sosyalist Emekçiler Partisi

China Miéville: “Gardiyanların Sevmediği Kaçışçılık Değil Kaçıştır”

Kendi tanımıyla “tuhaf kurgu” yazarı ve Marksist araştırmacı China Miéville, John Newsinger ile gerçekleştirdiği bu söyleşisinde, bilimkurgu ve fantastik edebiyatın ortaya çıkarttığı klasik soru(n)lara sıra dışı cevaplar verirken, bu alanlar ile politika arasındaki kurulabilecek yaratıcı ilişkilere dair zihin açıcı görüşler de sunuyor. Edebiyata haddini aşan işlevler yüklenmemesi gerektiğini belirten yazar, dünyayı değiştirecek olanın politik mücadele olduğunu söylerken, bir devrimci sosyalist olarak bu mücadelenin içerisinde yer almaya devam ettiğini vurguluyor. Miéville, Yordam Kitap tarafından yayımlanan kurgu kitaplarının ardından, Ekim Devrimi’nin hikâyesini anlattığı Ekim isimli kitabıyla büyük bir beğeni toplamıştı. –İmdat Freni

JN: Fantezi edebiyatı sosyalistlerin neden ilgisini çekiyor?

China: Fantezi ilgimi çekti çünkü onunla büyüdüm ve -korku ve bilim kurgu (BK) ile birlikte üç ayrılamaz biçimde bağlantılı türle birlikte- hala okumayı çok sevdiğim şeyler.

Genel olarak sosyalistler için, bana öyle geliyor ki üç ana sebep var. Birincisi kitle kültürü meselesi. Çok satanlar listesine bakın: Stephen King, J.K. Rowling ve Terry Pratchett neon ışıklarla tepede duruyor. Tolkien yüzyılın en popüler yazarlarından biri. Bence neden bazı sanatsal biçimler ve türlerin popüler olduğuyla ilgilenmeli ve onları anlamaya çalışmalıyız.

İkinci unsur da fantezi, BK ve korkunun ana akım eleştirmenler tarafından tamamen bayağı ve alt edebi görülüp aşağılanması. Bence sosyalistler, karşı kültürler, alt kültürler ve ‘kibar’ lezzete alternatif olanlara antenlerini yükseltmeliler. “Kalite”nin yarı resmi hakemleri bize ne zaman cılızca örtülmüş züppelikleriyle bir şeyin asaletlerinden aşağı olduğunu söyleseler bundan şüphe ederim. (Marjinalliğin otomatik bir kalite rozeti olduğunu söylemiyorum elbette.)

Son olarak ve en ilginç biçimde, radikal politika ile fantastik kurgu arasında garip bir yakınlık var gibi görünüyor. Bazı türden ciddi sol politikaları olan birtakım fantezi ve BK yazarları mevcut. Iain Banks bir sosyalist, Ken MacLeod ve Steven Brust Troçkist, Ursula Le Guin ve Michael Moorcock sol anarşist, ve William Morris’e ve daha öncesine uzanan birçok başkaları da var. Fantezinin muhtemelen sanattaki en yüksek noktası ve taraftarlarının birçoğu sistematik sosyalist siyaseti estetiklerinden ayrılmaz kabul ettiği bir hareket olan Gerçeküstücülüğe bakın. Tabii ki politik olmayan ya da sağcı olan çok sayıda mükemmel fantezi yazarı da var, ancak bence azınlığın boyutu en azından, yazım türüyle radikal ya da yıkıcı estetiğe yönelim arasında bir alâka olup olmadığı sorusunu sormayı gerektiriyor.

JN: Marksistler fantezi ve bilim kurgu hakkında neler söylediler?

China: Muhtemelen en etkili Marksist tutum, BK teorisyeni Darko Suvin’in Bilim Kurgu’nun Metamorfozları‘ndakidir(1979). [Suvin] İlerici burjuvazi projesinin özellikle emekleme dönemiyle ilintili olduğunu düşünerek BK’nin politik olarak arkasında yer alıyor. BK’nin akılcı/bilimsel bir zihniyete göre çalıştığını, ancak yaratıcı tahminlerde bulunabilmek için zaman ve mekâna yabancılaşmayı içerdiğini, yani “bilişsel yabancılaşma” ile karakterize edildiğini söylüyor. Bunun aksine fantezinin ise, “bilişsel olmayan yasaların ampirik ortama uygulanmasına adanmış bir tür, bir başka hortlaklı heyecan, alt-edebi bir mistifikasyon olduğunu” savunuyordu. “Bilim kurguyla ticari olarak aynı kategoriye yığılması çok büyük bir kötülük, azgın bir sosyopatolojik fenomen” idi.

Bugünlerde duruşunu değiştirdi ve fantezi konusunda daha açık fikirli, ancak ilk formülasyonu hala oldukça etkili. Sosyalistlerle konuşurken hâlâ fanteziye şüpheyle bakan ya da onu hor gören birçok insanla karşılaşıyorum çünkü içinde sihir, hayaletler ve de başka şeyler var ve Marksistler olarak bunlara inanmıyoruz. Edebiyatta bunları gerçekmiş gibi gösteren kuşkulu bir şey görüyorlar. Bana göre bu, sanatı yanlış anlamak demek. Hayalet öyküleri yazdım ben – Bu, hayaletlere bir an bile inandığım anlamına gelmiyor. Gerçek dünyanın doğrudan bir temsili gibi davranmayan bir hikâye yazıyorum ben. İnançsızlığın askıya alınması çok mühim.

Fantazi üzerine bildiğim kitap uzunluğundaki tek diğer çalışma, José Monleon’un Avrupa’da Bir Hayalet Dolaşıyor: Fantastiğe Sosyo-Tarihsel Bir Yaklaşım (1990) eseri. Fantastik olanı, Goya’nın en meşhur resimlerinden birinin başlığından alıntıyla, “aklın uykusunun canavarlar ürettiği” (1799) gerçeğinin bir yansıması olarak görüyor. Bence bu gerçekten faydalı bir başlangıç noktası. Goya’nın resminde, uyuduğu sırada arkasındaki türlü fantastik yaratık tarafından tehdit edilen bir adam var. Monleon, Goya’nın “akıl ve mantıksızlık arasında bir neden-sonuç ilişkisi kurduğunu” söylüyor ki bence haklı.

Kapitalizmin bilimsel düşünceyi erken benimsemesi, öncesinde yaşananlara kıyasla ilerici bir durumdu, bu temelde de bunun sistemik rasyonalitenin bir zaferi olduğu ve bu sebeple buna karşı çıkan güçlerin mantıksız ya da mantık dışı olduğunu iddia etmekte. Ancak aynı zamanda kapitalizmin, kesinlikle kaçınılmaz olarak, ona karşı koyabilen ve koyması gereken güçleri kustuğunu da biliyoruz. [Kapitalizm] çeşitli şekillerde yeniden ortaya çıkan, neredeyse aklınıza gelebilecek bütün insan dürtülerini bastırır. En temelde de işçi sınıfı ve onun özgürleştirici siyasi projesini kusar ve baskılar. Sınıf çatışmasının kendisine ters olduğunu iddia eder ama aslında ayrılmaz bir parçası. Monleon, “O halde devrim hayaleti, genel olarak mantıksızlığın, özellikle de fantastik olanın yeniden ortaya çıkışının temelini oluşturuyor gibi görünüyor.” şeklinde ifade ediyor. Dolayısıyla, fantezinin “mantıksızlığı”, kapitalizmin “rasyonelliğine” bir tür nevrotik karşıtlıktır. Kapitalizmin “mantığı” kendi canavarlarını üretmektedir.

Bu çerçeveyle, fantastiğin farklı zamanlardaki kendine has şekline anlam veriyor. Eski ve modern öncesindekilerin Gotik korkuları (eski kaleler, ormanlar, mezarlıklar vb.), Gotiğin tepe noktasına çıktığı 18. yüzyılın sonlarında kapitalizmin ürettiği isyanların, hâlâ kırsal ya da yeni yeni kentleşmiş olan ve isyanları belirsiz biçimde “moderni” hedef alan (Luddizm gibi) işçi sınıfının isyanları oluşunun bir yansımasıdır. Daha sonra 19. yüzyılda, işçi sınıfı protestosu daha programlı hale geldiğinde fantastik, “canavarlarını” daha ziyade şehrin kalbinde ya da bilimsel zihniyetin bir sonucu olarak buldu (Mary Shelley’nin Frankenstein‘ı mükemmel bir örnektir).

Bence “Aklın uykusu” fikri, fantastiğin nasıl kapitalizmin akılcılığının kalbinde bu kadar inatla bulunduğunu görmede inanılmaz derecede faydalı. Hem fantastiği tarihselleştirmenize izin veriyor, hem de paradigma içinde fantastik ya da bireysel çalışmaların belirli biçimlerine yönelik daha spesifik analiz yapabilmeniz adına bolca alan bırakıyor. Monleon’un kitabını bu sebepten paha biçilmez buluyorum.

Fakat Monleon’la ilgili sorunlar var: Fazlaca tek taraflı ve fantastiğin “canavarca” olanına odaklanıyor. Daha da problematik biçimde, indirgemeci bir “baskın ideoloji” teorik paradigması kullanıyor ve fantezi edebiyatını bu temel üzerinde yargılıyor. Paradigması çok basit ve bu da fanteziye yönelik politik yargısının aşırı olumsuz olduğu anlamına geliyor. Fantezinin endişeleri yansıttığını düşünüyor fakat onu edebiyatın içine “yerleştirerek” radikal içeriğini silahsızlandırıyor: “egemen toplumun mantıksızlık imajını kontrol etme veya evcilleştirmesine izin veren bir yer değişikliği gerçekleşti.” Dolayısıyla, Gotiğin aşağı yukarı statükoyu doğrudan “savunduğunu” düşünüyor mesela.

1917’den sonra da savaş ve devrimde kapitalizm sözde ‘akılcılığını’ savunmak için kendi “vahşi irrasyonalizmine” döndüğünde, fantezinin “irrasyonalizminin” sınırlarını aştığı, genelleştirdiği ve nihayetinde irrasyonalist kapitalizmin tepkisel bir yansıması olduğunu düşünüyor. Bu, Lukacsyan bir duruş ve hem sanatsal hem de politik olarak cahilane. Kitabının son bölümünde biraz kaçamak cevaplar veriyor, ancak fantezinin kapitalist irrasyonalizm tarafından doğrudan, neredeyse besleyici bir şekilde sürdürüldüğünü ve sanki gerici bir burjuva projesinin parçasıymış gibi fantezinin de kapitalizmi sürdürdüğünü düşünüyor. “Fantastik” çok gerçek tehditleri “yansıtmıştır”; öte yandan, bu tehditlerin “doğaüstülük” ve canavarlığa dönüşebileceği bir alan da yaratmış ve böylece fantastiği sürdüren felsefi temellerin yeniden şekillendirilmesi ve sosyal evrimin gidişatının etkili bir şekilde yeniden yönlendirilmesine yardımcı olmuştur. Kitapların politiğini okuma biçimi fazlasıyla tek taraflı ve fantastik edebiyata hiç sahip olmadığı bir sosyal güç atfediyor. (Keşke olsa!)

Fantezinin kapitalizmin kustuğu gerginlikleri özellikle akut bir şekilde ifade etmesinin, onu ‘gerici’ ya da ‘ilerici’ olarak okumayı Monleon’un öne sürdüğünden daha zor hale getirdiğini düşünüyorum, ki kullanışlı bir özet olabilir fakat oldukça şematik kategorilerdir. Literatürü daha belirsiz ve karmaşık, irrasyonalizmle ilişkisi daha dolaylı ve fantastikteki eleştirel/yıkıcı alan Monleon’un iddia ettiğinden çok daha geniş.

JN: Neden fantezi edebiyatı genellikle küçük “m” ile muhafazakârmış gibi görünüyor? 

China: Fantezinin neden bu kadar muhafazakar göründüğünün hazır cevabı, uzun süredir büyük çoğunluğunun muhafazakâr oluşu. Basmakalıp ‘destansı’ veya ‘üst’ fanteziye bakarsanız, büyülü dünyalarda geçen ve oldukça aşağılık fikirleri olan bir janr görüyorsunuz. Feodalizm düzenini temel alıyorlar. Mesela bir krallığın hükümdarıyla ilgili bir problem varsa bunun sebebi, kralın bir krala kıyasla kötü bir kral olmasıdır. Köylüler ortadaysa, ezilmiş sefillerden ziyade büyük olasılıkla iyi ve basit insanlardır (kötü bir krallıksa başka). Güçlü erkekler düzgün vücutlu kadınları korurlar. Süper kahraman gibi baş karakterler, Nietzscheyen ıslak rüyalardaki karakterler gibi tarihe damgalarını vururlar fakat işler de aynı zamanda sosyal ajans yerine kader tarafından tayin edilir. Sosyal tehditler patolojiktir, içeriden doğmak yerine dışarıdan istila ederler. Ahlak mutlaktır ve karakterler -çoğu zaman tüm ırklar- sıraya girip üzerinde “iyi” ve “kötü” yazan güvercin deliklerine yuvarlanırlar.

Korkunç sayıda fazla kitap değişen seviyelerde bu stereotipe uysa da, burada genel olarak fanteziden değil, fantezi içinde belirli bir tarihsel akıştan, 1960’dan bu yana iyice büyüyen bir akımdan bahsettiğimizi hatırlamak önemlidir. Bu gelenek içinde birçok çalışmanın, daha muhafazakâr görüşlerini sorguladığı ve sarstığını da unutmamanız gerekir. Bununla birlikte, bu muhafazakârlığın kalesinin türün içinde çok güçlü olduğu doğrudur, bugünlerde çoğu insanın “fantezi” derken Tolkien sonrasındaki bu akımdan bahsettikleri de doğrudur.

İnsanlar siyasetin bir kısmını kapsalar bu harika olur, ama sanıyorum romanlarla ilk amacım bu olsaydı, bir sosyalist olarak kendim için ciddi bir hayal kırıklığına zemin hazırlıyor olurdum. Sosyalist siyaseti ileri götürebilmek için geleneksel politik faaliyet ve tartışmanın yerini başka bir şeyin alabileceğini düşünmüyorum. Acayip kurguları, hayalet öykülerini, korku çizgi romanlarını ve BK’yi tutkuyla seviyorum, ancak bunlar dünyayı değiştirmeyecekler. Bu yüzden romancı ve de aktif devrimci bir sosyalistim.

JN: J.R.R. Tolkien ve Mervyn Peake’in katkılarını nasıl değerlendirirsiniz?

China: Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi hiç şüphesiz şimdiye kadar yazılmış en çok etki eden fantezi kitabı. Yukarıda bahsettiğimiz bir tür epik kodlu, muhafazakâr ikincil dünya fantezisi için bir paradigma. Elbette Tolkien’den önce oldukça etkili olan yazarlar vardı, Robert E. Howard’ın Conan kitapları mesela, 1930’larda yazılmıştı ve politik olarak radikal oldukları da söylenemez, ancak Tolkien, çeşitli unsurları fanteziye taşıdı ve bu da onu merkeze oturttu. Yarattığı dünya için önceki yazarlardan daha ayrıntılı bir tarih, coğrafya, dilbilim, mitoloji vb. inşa etti ve anlatımını buna yerleştirdi. Tabii ki dünya yaratımı daha önce de vardı – Howard’ın Hyboria’sı, Fritz Leiber’in Nehwon’u, Clark Ashton Smith’in Zothique’i- fakat Tolkien, içsel olarak tutarlı bir ikincil dünya inşasını, kendisinin ”perili”, bizim de şimdi fantezi dediğimiz şeyin merkezi olarak gördü. 

İkincil dünyaya bazen takıntılı odaklanma 1960’lar sonrası fantezisinin tipik bir örneği. Alay etmesi kolay, ancak bence çok ilginç bir proje olabilir. Çoğu zaman büyük yaratıcılık ve mucitlik içerir ve fantezideki özellikle güçlü inançsızlığın ertelenişini etkilemek için güçlü bir yoldur. Bu yüzdendir ki fantezi hayranları tutarlılığın korunması konusunda genellikle çok nevrotiktir -kendi dünyalarında yolunu şaşıran ve kendileriyle çelişen yazarlar bundan paçayı sıyıramazlar. (Ben buna “İnek Eleştirisi” diyorum: ” (‘Geek eleştirisi’ olarak düşündüğüm şey: ‘Elfmoon beşlemesinin ikinci kitabında Redfang Dağlarının şehirden kuzeye doğru atla iki gün uzaklıkta olduğunu söylediniz ama dördüncü kitapta Bronmor’un oraya varması üç gün sürüyor…”)

Tolkien’in dünya görüşü kararlı bir şekilde kırsal, bir miktar burjuvazi, muhafazakâr, modernist, misantropik biçimde Hristiyan ve entelektüel karşıtıydı.  Bu, kurgusunda da kurgusal olmayan işlerinde de çok güçlü bir biçimde karşımıza çıkıyor. Michael Moorcock bunu Sihirbazlık ve Vahşi Romantizm(1987) adlı kitabında harika biçimde yazmıştır:

Aklın Surrey’si olan Shire’ın [başkahraman “hobbitlerin” yaşadığı yer] küçük tepe ve ormanları ‘güvenlidir” fakat Shire’nin ötesindeki bütün vahşi araziler “tehlikelidirler”… Yüzüklerin Efendisi, ahlaki olarak iflas etmiş bir orta sınıfın değerlerinin zararlı bir teyididir… Shire bir banliyö bahçesiyse eğer, Sauron [“kötü” karanlık lord] ve yardakçıları da eski burjuva öcüsüdür; bira şişelerini tel örgünün ötesine fırlatan beyinsiz futbol taraftarları- çetesidir; modern kentsel toplumun en kötü yönünün, korku dolu ve geriye özlem duyan bir sınıf tarafından bir bütün olarak temsilidir. Tolkien, Robot Çağı olarak adlandırıp karşı çıktığı şeye, elbette hiç var olmayan bir geçmişle karşı koyuyor. Modernliğe karşı sistematik bir muhalefeti yok, sadece “daha iyi günlere” yönelik korkuyla kelam ediyor. Kaosa ılımlılıkla karşı çıkıyor, bu yüzden moderniteye karşı “isyanı” aslında sadece homurtulu bir sessizlik.

Tolkien’e göre fantezi kurgusunun işlevi “teselli”. Peri Masalları Üzerine makalesini okursanız, onun için fantezinin merkezinde “mutlu son tesellisi” olduğunu görürsünüz. Böylesi mutlu bir sonun, “tekrarlayacağına asla güvenilemeyecek” “mucizevi” bir şey olduğunu iddia ediyor. Fakat bu olasılık iddiası aptalca çünkü hemen öncesinde “tüm peri masallarının [mutlu sonla] bitmesi gerektiğini, bunun en üstün işlevleri olduğunu” iddia ediyor. Diğer bir deyişle, “asla tekrarlamayacak olmaktan” çok uzak, yazar ve okuyucu, fantezi olarak nitelenebilmek için “teselli edici” mutlu bir sonun her hikâyede tekrarlanacağını bilir ve “teselli”nin bir tür politika olduğu bir fantezi teorisine sahip olursunuz. Bu tür bir fantezinin muhafazakâr olması şaşırtıcı değil. Tolkien’in makalesi, çoğu modern fantezinin tüzüğüne yaklaşabildiği kadar yakın ve Tolkien fanteziyi, okuyucuya meydan okumaktan ziyade onu sarıp sarmalayan edebiyat olarak tanımlamakta.

Tolkien’de okuyucunun, sistemik sorunların dış mihraklardan kaynaklandığı ve işlerin eski halinden memnun olan düzgün insanların sonunda kazanacağı fikri ile teselli edilmesi amaçlanır. Bu, edebi konfor gıdası şekilli fantezi. Ne yazık ki, Tolkien’in pek çok varisi -ki onun politik görüşlerini hiç paylaşmıyor bile olabilirler- bu fikirlerin çoğunu kendi fantezilerine yerleştiren pek çok mecazı sahiplendiler.

Peake kıyaslanamayacak kadar daha iyi. Yazıları dokulu ve bereketli, fikirleri karmaşık, karakterleri güvercin deliklerine girmeyi reddediyor. Gormenghast üçlemesindeki politik olaylar bazen trajik fakat asla basit değiller. Peake, ana akım eleştirmenlerin saygı gösterdiği az sayıdaki fantezi yazarından biri. Fantezi hayranları ona tapmasına rağmen Peake’in türe tam olarak oturmadığı ve çoğu fantezi yazarının aksine janr geleneğinde yazma anlayışına sahip olmadığı doğru. Aynı zamanda fantezinin hem içinde hem de dışında.

Bence yazılarına böylesi bir eşsizlik hissi veren şey de bu -Peake’in (janr içi ve dışında) kimlerden etkilendiğinin izini sürmek güç. Üstelik etkisi çok güçlü olmasına rağmen oldukça dağınık ve belirsiz süregeldi. Fantezi türüne kolayca ve tamamen özümsenen Yüzüklerin Efendisi‘nin yakınından bile geçmez örneğin.

Perdido Sokağı İstasyonu hakkında bugüne dek edilmiş en güzel laf, Yüzüklerin Efendisi yerine Gormenghast üçlemesinin türün en etkili çalışması olduğu alternatif bir dünyada yazılmış bir fantezi kitabı gibi okunduğunu söylemesiydi.

JN: Fantezi kaçışçı mı?

China: Bu, hem janr züppeleri hem de fanteziyi onaylamayan solcular tarafından fanteziye yönlendirilen olağan bir suçlama. Bu, fantezinin gerçek dünyayla ilgili olmadığı ve bu nedenle çok az değeri olduğuna dair basit bir görüş. Aynı zamanda fanteziyi savunmak isteyenlerin çoğu, türün kaçışçı olduğunu kabul ediyor ancak tüm kaçış projesini savunmaya çalışıyorlar.

Yine bu da Tolkien’den ileri geliyor. Peri Masalları Üzerine‘de şöyle diyor: “Bir adam kendini hapishanede bulup da dışarı çıkıp eve gitmeye çalışıyorsa neden küçümseyelim? Ya da bunu yapamayınca gardiyanlar ve hapishane duvarlarından başka konular hakkında düşünüp konuşuyorsa?” Fantezi yazarı Terry Pratchett bunu çok basit bir şekilde ifade ediyor: “Gardiyanlar kaçışçılıktan hoşlanmazlar.” Sorun şu ki, Michael Moorcock’un işaret ettiği gibi, gardiyanlar kaçışçılığı seviyorlar – sevmedikleri şey kaçış.

Kaçışçılıkla ilgili sorun, bir kitap okuduğunuzda veya yazdığınızda toplumun da koltukta sizinle birlikte oturmasıdır. Tarihinizden veya kültürünüzden kaçamazsınız. Dolayısıyla fantezi kitapları gerçek dünyayla ilgili değil diye “kaçtıkları” fikri saçmadır. Fantezi hâlâ sosyal gerçeklik filtreleriyle yazılmakta ve okunmakta. Bu yüzden bazı fanteziler (Swift’in Gulliver’in Gezileri gibi) oldukça doğrudan alegoriktir – ancak en sürreal ve acayip fantezi bile, kafa karıştırıcı ve net olmayan bir şekilde bile olsa, okuyucunun kendi gerçekliğine dönük farkındalığını yansıtmadan duramaz.

Mary Gentle’ın Rats and Gargoyles‘u gibi bir kitabı örnek alalım. Fantezi dünyasında geçiyor ve ırkçılık tartışmaları, endüstriyel çatışma, cinsel tutku vb. konular işliyor. Janrı yüzünden kitabın doğası gereği, hava geçirmez biçimde daha geniş toplumsal çatışmalardan kopmuş gibi görünen orta sınıf ailelerin iç çekişmelerini anlatan ve Iain Banks’in “Hampstead romanları” dediği şeylerden daha kaçışçı olduğunu söylemek cidden mantıklı mı? Sırf  “gerçek dünyayla” alakalıymış gibi davranmaları gerçek dünyayı daha dürüstçe yansıttıkları anlamına gelmiyor.

Tam olarak kitapları kafanızın içinde toplum varken okuyup yazdığınız için, Tolkien ve diğerlerinin arzuladığı “kaçış” başarısız olmaya mahkumdur. Aslında gerçek dünyayı en çok ihmal eden, onun ince örtülü ve son derece ideolojik versiyonlarına zincirli bu tür kaçışçı kitaplardır. Janrın çoğu fantezisinin sorunu, hiç de yeterince fantastik olmamasıdır. Kaçışçı ama kaçamıyor.

Yani hayır, genel olarak fantezinin doğası gereği kaçışçı olduğunu söylemenin saçma olduğunu düşünüyorum. Tolkien’den sonra janrdaki birçok fantezi kaçışçı, fakat bunun edebiyat türüyle hiçbir ilgisi yok.

Fantezi yazarı Terry Pratchett bunu çok basit bir şekilde ifade ediyor: “Gardiyanlar kaçışçılıktan hoşlanmazlar.” Sorun şu ki, Michael Moorcock’un işaret ettiği gibi, gardiyanlar kaçışçılığı seviyorlar – sevmedikleri şey kaçış.

JN: Edebi üretim ile devrimci siyaset arasında nasıl bir ilişki görüyorsunuz?

China: Bir roman yazdığımda bunu bir hikaye anlatmak ve okuyuculara sayfaları çevirtecek bir dünya tarif etmek için yapıyorum. Benim kitaptaki işim insanları sosyalizme ikna etmek değil – 700 sayfalık bir fantezi bunun için olağanüstü derecede verimsiz bir propaganda yöntemi olurdu. Fakat elbette politik bir kurgu yazarı olarak politik kurgu yazmam kaçınılmaz bir durum.

Kitaplarımda kesinlikle politik düşüncelere dalmaya çabalıyorum. Bu kadar muhafazakâr bir geleneğe sahip olan fantezide bunu yaparak, hem genel olarak politikayla hem de yazdığınız türün siyasetine dalış yapıyorsunuz. Kitaplarımda siyaset var çünkü bana göre bu, dünyalara doku kazandırıyor ve fikirleri araştırmayı da seviyorum. İnsanlar siyasetin bir kısmını kapsalar bu harika olur, ama sanıyorum romanlarla ilk amacım bu olsaydı, bir sosyalist olarak kendim için ciddi bir hayal kırıklığına zemin hazırlıyor olurdum. Sosyalist siyaseti ileri götürebilmek için geleneksel politik faaliyet ve tartışmanın yerini başka bir şeyin alabileceğini düşünmüyorum.

Acayip kurguları, hayalet öykülerini, korku çizgi romanlarını ve BK’yi tutkuyla seviyorum, ancak bunlar dünyayı değiştirmeyecekler. Bu yüzden romancı ve de aktif devrimci bir sosyalistim.

JN: Fantezinin devrimci sosyalizmle alakasına yönelik biraz daha açık olabilir misiniz?

China: Açıklamaya çalıştığım gibi, siyasetim de kurgu yazım gibi hayatımın merkezini oluşturuyor, fakat ikisi arasındaki ilişki her iki yönde doğrudan ve aracısız bir etki biçiminde değil. Yine de imkânsızı-fantastik olanı, insan aklı için kavramsallaştırma yeteneğinde temelden önemli ve radikal bir şey olduğunu düşünüyorum. Birçok fantezi ve BK teorisyeni buna idealist açıdan bakmaya çalışıyor. Eric Rabkin, “İnsanın ihtişamı, onun gerçeklikle sınırlı olmamasıdır. İnsan fantastik dünyalarda seyahat eder” diyor. Paradoks şu ki, aslında bu modelde gerçekliğe hapsolmuş durumdasınız, bu yüzden fantastiği düşündüğünüzde onu aşarsınız. Fantastik ve gerçeği ayıran bir model bu.

Fakat Marx’ın Kapital’deki argümanına bakın: “En kötü mimarı en iyi arıdan ayıran şey, mimarın balmumundan önce hücreyi zihninde inşa etmesidir. Her emek sürecinin sonunda, başlangıçta zaten işçi tarafından tasarlanmış olan bir sonuç ortaya çıkar, dolayısıyla teorik olarak zaten mevcuttur.” Başka bir deyişle, üretken insan eylemi gerçek-olmayanın bilinçliliğine dayanır. Dünyayı dönüştürebilmek için onun nasıl olmadığını bilmeniz gerekir.

Gerçek dünyada gerçek-olmayan; mümkün olan, henüz mümkün olmayan ve asla mümkün olmayan şeklinde ayrılır, ancak zihninizde bu ayrımlardan her zaman emin olamazsınız. Mümkün olup olmadığını bilmeksizin bir işi yapmaya kalkışabilirsiniz  – emin olduğunuz şey, arzulanan sonucun işe başladığınızda gerçek-olmayan olduğudur.

Bir başka deyişle, Marx’tan aldığım model, gerçek-olmayanın gerçekten ayrılmaması nedeniyle ana akım eleştirmenlerden farklıdır. Gerçek, gerçek-olmayana sürekli bir gönderme süreci ile şekillenir. Neyin mümkün neyin mümkün olmadığına yönelik anlayışımız, dönüştürücü kapasitemizi doğrudan etkiler. Bu kapasite genellikle gerçek ile mümkün gerçek-olmayan ya da henüz mümkün olmayan gerçek-olmayan arasındaki bir bilinç salınımıyla ilgilidir.

Fantezi farklı. Bir fantezi öyküsü anlattığınızda, imkânsız olduğunu bildiğiniz şeylerin sadece mümkün değil, gerçek de olduğunu iddia edersiniz. Bu şekilde imkânsızı yeniden tanımlayan (ya da yeniden tanımlıyor gibi yapan) bir zihinsel alan (sahte bir dünya ya da her neyse) yaratırsınız. Bu, psikolojik ve estetik açıdan radikal bir şeydir – Bize bir tür akıl hokkabazlığı yapma imkânı verir çünkü “imkânsız”ı yeniden tanımlarsanız gerçek-olmayanın kategorilerini değiştirirsiniz. Tartışmaya çalıştığım şey de şu: Marx’ın çapraz referans süreci tanımlaması sebebiyle farklı olarak, gerçek-olmayanı değiştirmeniz gerçekteki potansiyelleri düşünmenize olanak verir.

Bu süreci akıl hokkabazlığı olarak düşünüyorum, çünkü imkânsızı gerçekten yeniden tanımlamıyorsunuz (fantezinin beyanları tanımsal olarak imkânsızdır) fakat tanımladığınızı iddia ediyorsunuz (çünkü bu beyanların doğru olduğu iddia edilir). Bütün bunlar gerçeğin ardında varsayımlarda bulunmamdan ibaret. Okuduğum müddetçe acayip kurguya aşık oldum ve siyaset bilincim olduğundan beridir de solda yer aldım – yedi yıl önce beni Marksizme ve devrimci sosyalizme yönlendiren bir süreç bu. Hakkımdaki bu gerçeklerin birbiriyle bağlantılı olduklarına inanıyorum. Sebebini anladığımdan emin değilim fakat el yordamıyla kavramaya çabalıyorum.

Çeviri: Can Güler

Kaynak: http://pubs.socialistreviewindex.org.uk/isj88/newsinger.htm

Kapitalizmin Demir Yasalarını Terk Eden Sistem Karşıtı Bir Devrime İhtiyacımız Var – Michael Löwy ile Söyleşi

Bundan yıllar önce ekososyalist manifestoda küresel sermayenin kaotik dünyasında sayısız direniş noktasının kendiliğinden ortaya çıktığına dikkat çekmiş, bu direniş noktalarının çoğunun yapıları gereği içerik olarak ekososyalist olduklarını iddia etmiştiniz. Bu hareketlerin bir araya gelme ve “ekososyalist bir enternasyonal” kurabilme imkânları için çağrı yapmıştınız. Aradan geçen yaklaşık 15 yılda küresel sermaye düzeninin kaotik dünyasına karşı olan direnişler hem arttı hem de yayıldı. Özellikle 2019’un sonu ve 2020’nin başları isyanlarla geçti. Bugün ekososyalist bir enternasyonal fikrinin neresindeyiz? Bunun olanakları arttı mı?

Gerçekten de küresel sermayeye karşı sosyal-ekolojik direnişte bir artış var. Köylü, yerli topluluklar ve kadınlar bu mücadelenin ön saflarındalar, buna ilaveten gençlik de: Greta Thunberg’in çağrısının ardından milyonlar sokaklara çıktı. İklim adaleti konusunda böylesi uluslararası bir seferberlik emsalsizdir. Bu bize umut veriyor, ancak fosil oligarşisinin hala iktidarda olduğunu ve kendi felaket kuralını uyguladığını bilene kadar: Bir yenilik yok. Hızla felakete doğru ilerliyoruz…

Yaratma konusunda mütevazı ama ilginç girişimler oldu, “ekososyalist bir enternasyonal” değil -bu erken olurdu – ancak uluslararası bir ekososyalistler ağı. Bu yıl başlayan en son girişim, çok umut verici bir girişim olan Küresel Ekososyalist Ağdır.

Green New Deal özellikle ABD’li radikal muhalefet tarafından, ardından da ABD sınırlarını da aşarak birçok ülkede çokça tartışıldı. Green New Deal sizin için ne anlama geliyor? Green New Deal gezegeni kurtarmaya yeter mi?

Green New Deal’ın farklı versiyonları var.

Alexandra Ocasio-Cortez ve Amerika’nın Demokratik Sosyalistleri tarafından desteklenen versiyon en ilginç olanı. Bu önergenin kabul edilmesi “gezegeni kurtarmayacak” ama iktidardaki kapitalist elitin yerleşik çıkarlarına karşı ve ekolojik bir geçiş yolunda çok önemli bir adım olabilirdi.

Bununla beraber, küresel ısınma felaketini önlemek için, fosil enerjileri tamamen ortadan kaldıracak ve anti-kapitalist dönüşüm sürecine başlayacak giderek daha radikal önlemler almak gerekecektir.

Ekolojik çöküş üzerine çalışanlar için virüs elbette bir sürpriz değildi. Böyle felaketlerin kapitalist üretim yordamının mantığının doğal bir sonucu olması yıllardır ekososyalistler dahil olmak üzere ekoloji mücadelesi verenlerin sık sık dikkat çektiği noktalar. Yine de felaketler patlak verince bu bakış açısı unutulabiliyor ve komplolar egemenlik kurabiliyor. Bu yüzden üzerinden geçmekte yarar var. Virüsün kapitalizmin üretim mantığıyla olan ilişkisi nedir? Virüsün yayılımına sebep olan şey nedir?

Enfeksiyon araştırmasında uzman değilim, bu yüzden fazla bir şey söyleyemem, ancak komplo teorileri, esas sorunlar konusunda kamuoyunun dikkatini dağıtmak için sistemin en gerici figürlerinin (Trump; Bolsonaro) başka bir hilesi.

Virüs geldiğinde onu felaket durumuna çeviren birinci sorun, elbette -tüm neo-liberal hükümetler tarafından uygulanan- hastanelerin kapatılması, doktor ve hemşirelerin istihdamlarının reddedilmesi yoluyla kamu sağlığı sistemlerinin yok edilmesidir. Trump ve Bolsonaro gibi suçlular, ülkelerinde milyonlarca ölümün yaşanmasına istekliler ve kapitalist iktisadi faaliyetin sürekliliğine her ne pahasına olursa olsun öncelik veriyorlar.

Kapitalizmin sürdürülemezliği, ortaya çıkan yıkım süreçleriyle giderek daha keskin bir şekilde ortaya çıkıyor. Marksist ekolojik bakış açısıyla yeni bir toplumun inşası nasıl mümkün olabilir?

Kapitalizm sadece sürdürülemez bir sistem değildir: Gezegeni ve dolayısıyla insanlığı tarihte benzeri olmayan bir felakete iten yıkıcı bir sistemdir: küresel ısınma, sıcaklığın dayanılmaz seviyelere yükselmesi, buzların erimesi, deniz seviyesinin -Amsterdam, Venedik, New York veya Hong-Kong’un ortadan kaybolması ile birlikte- yükselmesi ve nehirlerin kuruması.

Marksist bakış açımızdan, yalnızca, kapitalizmin demir yasalarını terk eden bir sistem karşıtı devrim, dayanışma, özgürlük, demokrasi değerlerine ve Dünya Ana’ya saygıya dayanan yeni bir toplumun, ekososyalist bir medeniyetin yolunu açabilir. Çok geç olmadan bu mümkün olacak mı? Bilmiyoruz… Ama Bertolt Brecht’in söylediği gibi: “Savaşanlar kaybedebilir, ancak savaşmayanlar zaten kaybetmiştir.”

El Yazmaları tarafından gerçekleştirilen bu röportaj İngilizceden Türkçeye Hasan Durkal tarafından çevrilmiştir. El Yazmaları sitesinin editörlerine bu söyleşiyi tekrar yayınlamamıza için verdiklerin için teşekkür ediyoruz.

Aylardır Cevapsız Kalan Soru: Nadira’ya Ne Oldu? – Gizem Karaköçek

Nadira Kadirova, 23 yaşında Özbekistan vatandaşı bir genç kadın. Ölmeden dört yıl önce Türkiye’ye yerleşti ve yaklaşık bir yıl boyunca AKP milletvekili Şirin Ünal’ın Çankaya’daki evinde bakıcı olarak çalıştı. Daha başka bir dizi vakada gördüğümüz gibi Nadira Kadirova’nın ölümü de göçmenler, özellikle de göçmen kadınlar için güvencesiz çalışma koşullarının onları nasıl taciz ve şiddet karşısında çok daha korumasız hale getirdiğini bir kez daha gösteriyor. Davanın üzerinin tekrar tekrar örtülmeye çalışılması ise ülkedeki hukuk sistemine dair zaten bilinen bir gerçeği bir kez daha tasdik ediyor: yokluğunu. 

Nadira, 23 Eylül 2019’da AKP milletvekili, emekli general Şirin Ünal’ın evinde Ünal’a ait silahla ölü olarak bulundu. Kadirova’nın dosyası, avukatlarının da dile getirdiği gibi böylesine önemli bir dosyada yapılamayacak acemilikler yapılarak ve intihar olduğu belirtilerek kapatıldı. Kapatılmasına yönelik avukatları tarafından yapılan itiraz reddedildi. Savcılık tarafından yürütülen soruşturma neticesinde, intihar denilebilecek kadar bile araştırma yapılmadı, sorular cevapsız kaldı. Tüm bunların ışığında aydınlatılabilecek olan asıl soru Nadira’nın ailesi, avukatları ve kamuoyu tarafından hala sorulmaya devam ediliyor: Nadira’ya ne oldu?

Nadira ölmeden önceki gün Şirin Ünal’ın çalışanlarından biri olan arkadaşı Leyla’ya ”Ünal beni taciz etti intihar edeceğim!” demiş ve savcılık tarafından bu cümlede sadece “İntihar edeceğim!” kısmı üzerinde durulmuş, cinsel saldırı iddiası araştırılmamıştı. Bunun üzerine kendisi de Özbekistan vatandaşı olan Leyla, kim olduğunu bilmediği fakat Emniyet mensubu olduğunu belirten kişiler tarafından sokak ortasında sınırdışı edilmekle tehdit edildiğini Nadira’nın ailesiyle paylaşmıştı. Niçin Nadira’nın cinsel istismar nedeniyle intihar etmesi şüphesi üzerinde durulmadı ve gerekli araştırmalar yapılmadı? Ünal’ın çalışanı ve en önemli tanıklardan Hilal neden tehdit edildi? 

Nadira’nın hayallerine yönelik adımlar atmaya devam ediyordu hatta ölümünden bir gün önce İngilizce kursuna kayıt yaptırmıştı. Geleceğe yönelik planlarına devam eden bir kimsenin intiharı savcılık nezdinde neden şüphe oluşturmadı?

Cenazeyi teslim alan aile, intihar ettiği söylenen Nadira’nın bedeninde iki mermi bulunduğunu, mermilerden birinin böbrek kısmında diğerinin kalp hizasında olduğunu ve kafasında darbe izinin de mevcut olduğunu kamuoyuyla paylaşmıştı. Ayrıca adli tıp raporunda belirtilen ve biyolojik erkek bedeninden bulaşabilecek olan PSA bulgusunun DNA incelemesi yapılmadı. Üstelik savcılık tarafından herhangi bir açıklama yapılmadan önce Emniyet tarafından intihar olduğuna dair alelacele açıklama yapılması soru işaretlerini arttırdı. 

Olay gerçekleştiği esnada Nadira’nın abisiyle görüşme yapan ve evde olduğunu belirten Ünal, sonrasında ”Bana gelen bilgiler intihar yönünde.” diyerek kafa karışıklığına yol açmıştı. Hayatın doğal akışına uymayan bu açıklama Nadira’nın avukatı tarafından da eleştirilmiş ve Ünal’ın nerede olduğunun tespitinin yapılması gerekliliğinin altı çizilmişti. Kızıyla da aynı saatlerde telefon görüşmesi yapmış olan Ünal’ın yerinin tespit edilebilmesi oldukça kolay olmasına rağmen herhangi bir araştırma yürütülmemişti. Olay gerçekleşirken evde olduğu kayıtlara geçilen Ünal’ın kızını neden aradığı ise başka bir soru işareti. Ölüm raporunda belirtilen saat ve emniyetin arandığı saatin uyuşmamasıyla ilgili tatmin edici bir açıklamanın yapılmamış olması da şüpheleri arttıran bir başka konu. 

Nadira’nın ifade vermeye gelen arkadaşlarına ve kardeşine polisler tarafından “vebal alıyorsunuz” denmesi ve bu polisler için tanıkları şikayetlerinden ve beyanlarından vazgeçirmeye çalışması hakkında soruşturma başlatılmaması da üzerinde durulması gereken bir diğer nokta.

Adli tıp raporuna göre Nadira’nın vücudunda ketamin yani anestezik bir madde bulunmuş ve bu maddenin hastanede müdahale ederken mi enjekte edildiği yoksa ölümünden önce mi verildiği açıklanmamıştı.

Odasında bulunduğu söylenen intihar mektubunun Nadira’nın el yazısı örnekleriyle karşılaştırılması talebi reddedilmiş, gerekçe olarak Ankara’da böyle bir uzmanın olmadığı söylenmişti. Üstelik mektubu yazdığı söylenen kalem de parmak izi incelemesinden geçmemişti. Bu incelemelerin yapılacağı açıklansa da detaylı bilgi kamuoyuyla paylaşılmadı. 

AKP milletvekili Şirin Ünal konuyla ilgili olarak uzun bir süre açıklama yapmaktan kaçınmış ve sessizliğini “Nadira şizofrendi” iddiasıyla bozmuştu. Bu iddiaya karşı Nadira’nın abisi “madem psikolojik sorunları vardı neden 20 yıllık eşine bakmasına izin verdin? Neden meclisteki makam odana götürdün? Neden işten çıkarmadın?” sorularını yöneltti. Her şey gibi bu sorular da cevapsız kaldı. Yaşananları gün yüzüne çıkaracak ve anlatıldığı gibiyse Ünal’ı da temize çıkaracak olan detaylı araştırmanın yapılmamasına karşı Ünal’ın sessiz kalması ise başka bir soru işareti olarak kamuoyu zihninde yer etti. 

Konuyla ilgili mecliste verilen soru önergesi de cevapsız bırakıldı. O önergede yer alan “evde bulunan diğer kişilerin swap örnekleri neden alınmadı? Çekilen fotoğraflarda silahın içinde şarjör olup olmadığı neden araştırılmadı?” soruları da tıpkı diğer sorular gibi güncelliğini koruyor. 

Avukat Eren Keskin de geçtiğimiz günlerde Artı Tv’ye “tanıklarla konuştum, korkuyorlar ve açıklama yapmaktan imtina ediyorlar. Delillerin karartıldığını tespit ettim. Soruşturma en başından beri gizlilik kararıyla yürütüldü ve toplanan delillerin incelemesi de gizli yapıldı bu nedenle bilgi sahibi olamadık. Karşımızda eski bir NATO askeri, güçlü olduğu aşikar bir partinin milletvekili var. Böyle bir adamın karşısında kimsesiz, çaresiz, sigortasız çalıştırılmış göçmen bir kadın var. Taraflar arasında bir dizi eşitsizlik var. Nadira’nın elinde swap örneğine rastlanmadığını biliyoruz. İntihar ettiği söylenen birinde bu örneklere rastlanmaması şüphelerimizi besliyor. Gerekli incelemeler yapılmadan dosyanın kapatılacağını biliyorduk. Bu dosya da daha önce karşılaştığımız diğer dosyalar gibi failinin gizlenmeye çalışıldığı bir dosya.” açıklamasında bulundu. 

Aile, takipsizlik kararına karşı yapılan itirazın reddedilmesinin peşini bırakmayacağını söyleyerek bu süreçte yanlarında olan herkese teşekkür ediyor. İnsan hakları avukatları, son süreçte davaya müdahil olan 132 kadın avukat ve kadın örgütleri sormaya devam ediyor: Nadira’ya ne oldu?

Gazeteciliğin ve Küreselleşmenin Ölüm Raporunda Covid-19 Yazacak – Fatma Ateş

Koronavirüsün Wuhan’dan çıkıp dünyaya yayılmaya başlamasıyla birlikte dünya sıra dışı bir deneyime kapı araladı. Henüz bu deneyim algılanmaya çalışılırken salgın-sonrası dünya üzerine yorumlar gelmeye başladı. 

Türkiye’de son dönemde alışılagelen hız, bu olağan dışı günlerde de kendini göstermekten geri durmadı. Mevcut durum bize farklı eksenlerdeki akış üzerine çok fazla şey anlatırken, bu okumayı yapmadan “pandemi sonrası dünya” üzerine konuşmalar başladı.

Salgın günlerinde gazetecilik, salgın günlerinde küreselleşme vs. üzerine yazılıp çizilenler, konuşulanlar hayal kırıklıkları yaratıyor ve özellikle bu iki başlık hakkında birer parantez açma isteği.

Pandemi döneminde Türkiye’de gazetecilik: 

Türkiye’de uzun süredir bütünlüklü bir medya ile karşı karşıya değiliz. Ana akım medyanın yapı bozumuna uğraması ve merkezi kontrol sisteminin baskısı altında o liberal-mesleki değerlerini dahi unuttuğunu biliyoruz. Alternatif basının içinde bulunduğu ciddi yapısal sorunları tam da pandemi öncesi yeni yeni konuşmaya başlamıştık. Bu önemli tartışmalar da pandemi gündemi ile bıçak gibi kesildi. Diğer yandan uluslararası basın kurumları belli angajmanlarına rağmen, imkanlarının da daha geniş olması ve kadrolarında bulunan nitelikli gazetecilerin çalışmalarıyla Türkiye’de yoğun baskı altında gazeteciliğe devam ediyorlar. 

Sık sık Anadolu’ya seyahat eden bir insan olarak yakından gözlemliyorum ki, Türkiye’deki geniş kesimler hala haberi eski ana akım, şimdi yaygın medyadan almaya izlemeye devam ediyor. Peki bu medya organları neyi izliyor? 

Gazetecili 1. Sınıf ilk ders: Gazeteci kamu adına iktidar aygıtlarını izler, toplum adına kamu kurumlarındaki işleyişi gözetler. Gazetecinin gözü iktidar aygıtlarının üzerindedir. 

Gelelim pandemi döneminde gazeteciliğe, “medya neyi izliyor?” dediğimizde gözümüzün önüne gelen sadece sokaktaki vatandaşın peşine düşmüş haber kanalları geliyor.

Virüs adımını Türkiye’ye attığından beri tüm haber kanalları kamera-mikrofon vatandaşın peşinde, “görüyorsunuz, sahil şeridindeler!”; “görüyorsunuz, yeşil alanlardalar!”; “görüyorsunuz, pazara bile gitmiş kuş beyinliler!” 

Bütünüyle tersine dönmüş bir durumda adeta iktidar aygıtları için vatandaşı takip eden bir gazetecilik ve normalmiş gibi bunu izleyen bir toplum. Bir tek muhabirin “Sayın bakanlarım görüyorsunuz, vatandaşlar …” diye hitap etmediği kaldı. Belki de ettiler ama ben kaçırdım. 

Kamuya, uluslararası kurumlara, ulusal kurumlara dair sorulması gerekenler uğultuda kayboldu gitti.

  • Kriz geliyorum derken hangi adımlarda hatalar yapıldı, nerelerde aksamalar oldu?
  • Kurumlar hangi aşamalarda virüsün tüm ülkeye yayılmasına engel olamadı, sorumlular kimdi?
  • Neden insanların bu kaos günlerinde adım atacakları yeşil alanlar bu kadar sınırlıydı?
  • Önlemler ve yöntemler insancıl mı? Alternatifi neler olabilirdi? 
  • Sağlık kurumlarında neler yaşanıyor? 
  • Diğer hastalıklar nedeniyle tedaviye erişemeyenler neler yaşıyor?
  • Dünya Sağlık Örgütü bu geliyorum diyen krizi nasıl görmedi? DSÖ’nün son beş yıllık gündeminde neler vardı? Uluslararası toplantılarına Türkiye’den kimler katıldı? 
  • TÜBİTAK, Kızılay vb. kurumlar bu sürece nasıl yakalandı? Neler yaptı?

… gibi yüzlerce soru yerine yurtdışındaki Türkiyelilere bağlanıp “Eee markete nasıl gidiyorsunuz? O koca Avrupa küçücük virüsten ne çekti be!” tadında yayınlar yapıldı. 

Medya yurt içi ve dışındaki yurttaşların ensesinden ayrılmadı ve o literatürdeki demokrasinin ve anayasal düzenin bekçi köpeği (“watchdog”u), parkların, bahçelerin ve pazarların “watchdog”u oldu çıktı. Vatandaşın nerede, ne yaptığını birer birer siyasilere anlattı. Siyasiler bundan Batı’dakiler perişan, bizdekilerin bir eli yağda bir eli balda sonucu çıkardı. Sonra malum Batı’ya yardımlar başladı. 

Batı deyince yukarda bahsettiğim ikinci parantezi açabilirim, Pandemi, küreselleşme ve uluslararası kurumlar: 

Yeni çağ ile birlikte tüm siyasi argümanların önüne dikilen ve bize artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını anlatan o büyülü ve işgalci kelime ‘Küreselleşme’ miti pandemiyle birlikte adeta dokunuverince yok olan deve dönüştü. 

Salgın günlerinde uluslararası işbirliği ve mekanizmalarındaki ‘yokluk’ küreselleşmenin, zavallı beyaz yakalıların ellerindeki üç kuruşla ya da çoğu zaman borçlanmayla, istedikleri an, istedikleri ülkeye uçuvermesinden ibaret bir yanılsamaya evrildi. Dünyanın artık küçük bir köy olduğu fantazisi, sınırların kapatılıp, uçuşların durdurulması sonrası ortaya çıkıvermeyen uluslararası çözüm mekanizmalarının aksine uluslararası siyasi sataşmalarla ve diplomasiden uzak, ulus vurguları ağır, düzeysiz üslupla karşımızdaydı. Sonuç şu ki küreselleşme uluslararası iş birliğini değil, popülist liderleri beslemişti. 

Bunun böyle olacağını en başından dile getiren küreselleşme karşıtlarının alternatif inşa çabaları, özellikle bir dönem sosyal forumlar olarak ortaya çıkan platformların çabalarının nerelerde, nasıl kesildiğini tartışmaya vakit kalmadı, gerek duyulmadı. Hız, dünya durduğu dediğimiz günlerde bile gündemi yüzeysellikle savurmaya devam etti, ediyor.

Dünyada çeşitli analistler, pandemi öncesi, uluslararası kurumların işlevlerini yitirdiklerini, ağırlıklarını kaybettiklerini telaffuz etmeye artık başlamıştı. Ancak onların ölüm raporunda da Covid-19 yazacak. 

AB’den DSÖ’ye tüm kurumlar sınıfta kaldı ve toplumlar bu kurumlara bakınca ihtiyaca tekabül etmeyen, devasa bütçelere sahip yapılarla karşılaştı. Diğer yandan yargı ve özgürlükler alanında çalışan uluslararası kurumların herhangi bir yaptırım gücü olmaksızın etkisizleştiğini en iyi ve erken gözlemleyen ülkelerden birinde yaşıyoruz. 

Medyadan uluslararası kurumlara, genişçe bir alanda ortaya çıkan bu devasa boşluklara iyice bakmadan pandemi sonrası dünyayı anlamamız ve daha iyi bir dünya yaratmamız mümkün değil. Bu mevcut lider ve toplum profillerimizle daha da güçleşiyor. Ancak ortadaki bu devasa boşluklara karşın, umut veren unsur, bir yandan irili ufaklı direnişler ve dayanışma pratikleri yeşerirken bir yandan da son dönemde tüm dünyada pasifize edilmiş olsa da eleştirel bilince hala sahip olmamız. O hazneye bakmadan yapılan pandemi sonrası dünya analizleri ortalığa saçıldı. Ama gelecek için fütüristlerden önce tarihçilere, bilim insanlarına ve araştırmacılara bir söz verelim. 

Dünya doğru bir gelecek için yeterince birikime sahip. Yeter ki onu değiştirme iradesini örgütleyelim!

Asri Zamanlar İçin Evde Akla Gelen Düşünceler – Enzo Traverso

Covid-19 hastalığının aniden ortaya çıkması her şeyi değiştirmeye başlıyor, fakat bu durum birçok düşünürün geçtiğimiz yıllarda çoktan tasvir ettikleri ve inceledikleri belli eğilimleri de doğruluyor: Ekonomi, toplum, siyaset ve hatta biyoloji arasındaki sınırların bulanıklaştığı bir küresel dünyada yaşıyoruz ve tam da burada pandemi, yaşamın tüm boyutlarını ele geçiriyor.  

Sınırların silikleşmesine rağmen toplumsal ilişkilerimizin genel çerçevesi bir değişikliğe uğramıyor. Aslında, basitçe ifade edecek olursak, salgın toplumlarımızdaki eşitsizlikleri genişletmeye başladı: Virüs öncelikle yaşlı, yoksul ve kendini güvence altına alamayanlar gibi en kırılgan toplumsal kesimlere daha sert bir darbe indirdi. Pandeminin ekonomik sonuçları artan kitlesel yoksulluk ve işsizlik oluyor. Son durum, kamusal sağlık hizmetlerinin kâr yaratan bir sektör olarak kabulü yerine, temel bir insan hakkı olduğunu elbette ki kanıtlıyor. Bu iddia, Bernie Sanders’ın seçim kampanyasının sacayağıydı ve hiç şüphesiz önümüzdeki yıllarda toplumsal mücadelelerin merkezi gündemlerinden birisi olacak.  

Bununla birlikte, pandemi krizi devletlerin biyopolitik iktidarını önemli ölçüde güçlendirmekte. Vatandaşlar ve yerleşimciler (mülteciler ve göçmenleri dahil ediyorum) olarak sağlımızı güvence altına almalarını talep edeceğiz ve geçtiğimiz on yıllarda hastanelerimizi giderek zayıflatan neoliberal politikalara elbette karşı çıkacağız. Sağlığı kâr etmeyen bir hizmet olarak gördükleri ve dolayısıyla asgari tıbbi donanımları tedarik etmeyi zül saydıkları içindir ki günümüzde en gelişkin tıbbi ve bilimsel araştırma merkezlerinin yer aldığı şehirler maske ve ventilatör gibi basit donanımlara vahim bir şekilde ihtiyaç duyuyorlar.

Yine de önümüzdeki meselenin bir diğer boyutunu göz arda etmeyelim: Biyoloji, ekonomi ve siyasetin iç içe geçmesi, hükümetlerimizi, yalın anlamıyla fiziksel yaşamlarımızı kontrol altına alan bir tür biyo-iktidar makinasına dönüştürmekte. Bugünlerde, gerekli görülen bir sınırlandırmayı bile isteye kabul ediyoruz, ancak şunun da farkında olalım, Foucault’nun tabiriyle “iyi çoban” –en azından iyi çobanın şu durumda Donald Trump olmadığı aşikâr–yalnızca bizi korumakla kalmaz, aynı zamanda bize hükmeder. Yeni bir tür “istisna halini” deneyimliyoruz –temel bazı haklara kaçınılmaz olarak sınırlamaların getirildiği şehirler bir nevi sıkıyönetim altında– ve bu durum çok yakın gelecekte ulusal toparlanma, toplumsal güvenlik ve kamu sağlığı vb. adına özgürlüklerimizi sınırlamak, toplumsal kalkışmaları engellemek veya sıkı tasarruf politikalarının uygulanması için bir emsal olacak. Giorgio Agamben, pandeminin ehemmiyetini azımsadı, yine de yapmış olduğu uyarı yerindedir.  

Pandemi politikalarının inşa ettiği antropolojik model –evden çalışma, izolasyon, kendini eve hapsetme– klasik liberalizmin özgürlük kavrayışıyla kayda değer bir biçimde örtüşüyor: “Negatif” özgürlük (tamamen bireysel alanla sınırlandırılmış haklar) “pozitif” özgürlüğe (kamusal alanda verilecek toplumsal mücadeleler) galebe çalıyor. Bu antropolojik model solun toplumsallığıyla ve kültürüyle taban tabana zıttır. Bu dönüşüm şu anlama geliyor, geçici bir süreliğine de olsa, alışılageldik kitlesel mobilizasyon biçimlerini ikame edebilecek yeni mücadele pratikleri türetmek zorundayız. 

Bu kriz, işlerimizi yalıtılmış bireyler olarak sürdürmeye zorlayarak, toplumlarımızın yaşam alışkanlıklarını sınıyor. Bu durum çeşitli tehditleri beraberinde getiriyor, örneğin evden çalışmanın ciddi anlamda yaygınlaştırılması, mesai mevhumunu askıya alıyor. Ayrıca, bazı hizmet ve mal üretimleri fiziksel etkileşim gerektirdiği içindir ki çeşitli sağlık ve toplumsal eşitsizlikleri birleştiriyor (salgın riskine eşitsiz bir biçimde maruz kalıyoruz). Başka bir deyişle, toplumsal eşitsizlikler, biyolojik eşitsizliklere tahvil edilebilir ve “iyi çoban”, “otoriter ve öjenik” bir çobana dönüşebilir hale geliyor. Tam da bu nedenle krizi, hayatta kalmamızı sağlayan ve fakat berbat ücretlere mahkûm edilen birçok temel işin –hemşire ve diğer hastane emekçileriyle sınırlı kalmamalı, çok ötesine geçmeli– eski itibarını iade etmek için bir fırsat olarak görmeliyiz. Bu fırsatın anlamı otobüs ve ambulans şoförlerini, kendiliğinden pencerelere çıkıp alkışa boğan halkın ifadesinde bulunmaktadır. 

Öyle gözüküyor ki, Albert Camus’un Veba romanı içinden geçtiğimiz bu olağanüstü zamanlarda en fazla rağbet gören edebi metinlerden biri oldu. Roman, Oran şehrini enkaza dönüştüren pandemiyi ve bir rahip portresini tasvir eder. Rahip Paneloux, pandemiyi günahkâr insanlığa tanrı tarafından gönderilen bir ceza olarak kabul eder. Gerici ve gayr-i insani muhafazakârlığın barındırdığı bu felsefi ve ahlaki duruş, sol tarafından elbette kabul edilemez fakat üzerinde düşünülmeyi hak ediyor. 

Covid-19’un, insanlığın deneyimlediği ne ilk ne de en vahim pandemi olduğu doğrudur. 14. Yüzyıldaki Kara Veba’nın Avrupa halklarının çoğunu kırıp geçirdiği ve 1920’lerde İspanyol Gribi diye tabir edilen salgının, Birinci Dünya Savaşı’ndan bile daha fazla ölüme yol açtığı herkes tarafından biliyor. AIDS üzerine uzmanlaşan tarihçi Mirko Grmek, hastalığın izini dünya tarihinde takip ederek, salgınların ne denli köklü demografik ve ekonomik sonuçlar getirdiğini önemle vurguluyor. Fakat salgının ekonomik, toplumsal ve ekolojik etkilerinin biyolojik boyutun çok ötesine geçtiğini hesaba katmakla beraber, Coronavirüs salgının bir tür “doğanın intikamı” olarak belirdiğini de kabul etmek gerekiyor. 

Elbette bu kabul ediş, yukarda da belirttiğim üzere korumaya, kurtarmaya ve hatta yaslarını tutmaya çalıştığımız virüs taşıyıcıları ve hatta kurbanlarını damgalamak anlamına gelmemeli. Doğanın İsyanını -Horkheimer’dan ödünç aldığım bir tabir- bir metafor olarak görmeli ve yüzleşmekte olduğumuz durumu anlamak için vesile kılmalıyız: Bu isyan, devasa üretici güçleri yaratan ve onu tahribat araçlarına (öncelikle çevreyi yok eden, doğanın kendisini düzenleme ve ekolojik sistemlerimizin yeniden üretme kapasitesini mahveden) dönüştüren medeniyeti tehdit etmektedir. 

Şehirlerimizin sokakları terk edilmiş halde, üretim çarpıcı biçimde azalmış durumda ve doğa, kendisinden gasp etmiş olduklarımızı yeniden fethediyor. Salgını tanrının gazabı gibi kabul eden gerici siyasi teolojinin bu iddiasını seküler bir biçimde gözden geçirip doğanın hüküm verdiği bir ceza olarak yeniden yorumlayabiliriz.

Şimdiye dek, şaşırtıcı ve yüreklendirici bir kolektif dayanışma ve yardımlaşma dalgasına tanıklık ettik. Siyaset sahnesine Matteo Salvini gibi ırkçı ve göçmen düşmanı bir liderin egemen olduğu İtalya’da bile geçtiğimiz birkaç ay öncesine dek, Çinli, Kübalı ve Arnavut doktor ve hemşireler adeta birer kahraman gibi ülkeye buyur ediliyorlardı. İnsanlar küresel ve dayanışmacı bir çözüme olan ihtiyacı ve bir günah keçisi aramanın ölümcül derecede nafile bir mevzu olduğunu anladılar. Ancak, bu hissiyatın bir yıldan fazla süren ekonomik depresyon sonrası halen daha süreceğinden pek emin değilim. 

Onulmaz derecede arkaik kalma riskine rağmen, bu uzun sürecek değişim için hazırlık yapmalı ve şu kadim seçeneği belki de günümüze uyarlamalıyız: Ya sosyalizm ya barbarlık. Yüzyıl sonra bu sloganı desteklemenin naiflik olacağının farkındayım. Bildiğimiz üzere sosyalizm deneyimi barbarlığın bir veçhesine dönüşebiliyor, fakat tarihsel bir ikilemle karşı karşıya olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor: Ya 1980’lerden beri sürmekte olan neoliberal döngüyü sona erdiren 21. Yüzyıl için geçerli bir “New Deal” kuracak ya da neoliberal yönetişimin karakterize ettiği eşitsiz ve otoriter bir fecaat dönemle karşı karşıya kalacağız. 

Biraz farklı ve fakat daha az kabusvari olmayan bir faşizm veya totaliterlik yeniden türeyebilir. Geleceğin siyaseti, dünyayı kurtarmakla evrensel solunum (teneffüs) hakkının örtüştüğü bir yerde mücadelesini bulmalı. Achille Mbembe’nin yaptığı şu yerinde çağrıya kulak kesilmeli: Irktan, ekonomik statüden ve devlet egemenliğinden bağımsız olarak herkes için var olma hakkı! 

Çeviri: Deniz Ortak

-Bu metin, Verso Books sitesinde yayınlanan İngilizce aslından çevrilmiştir.

COVID-19 ve Sermayenin Çevrimleri – Rob Wallace, Alex Liebman, Luis Fernando Chaves ve Rodrick Wallace

Bu makale, Mayıs 2020 sayısının Mart ayına ait Aylık İnceleme’dir. Basılı sürüm, makale bitiminde bugünün tarihi olan 27 Mart 2020 ile aynı tarihi taşıyacaktır. Aylık incelemeyi, bir bütün olarak yayımlanmasından bir aydan fazla bir süre önce çevrimiçi olarak yayımlamak bizim için eşi görülmemiş bir durumdur ve mevcut acil durumun ispatıdır. Tüm dergi, 1 Mayıs’ta çevrimiçi olarak yayımlandığı zaman, makaleye ufak güncellemelerin ekleneceğini tahmin ediyoruz.- [Monthly Review] Editör Ekibi

Read More …

Toplumsal Yeniden Üretim ve Covid-19 Salgını Üzerine Tezler- Marksist Feminist Kolektif

“Bu salgın, bizleri kapitalizmin ötesine taşıyacak bir şekilde kâra karşı nasıl yaşamı destekleyeceğimize dair solun önüne somut bir ajanda koyacağı bir moment olabilir ve olmalıdır.” 

Tez 1: Kapitalizm yaşama değil, kârlılığa öncelik vermektedir: Bunu tersine çevirmek istiyoruz.

Bu salgın ve buna egemen sınıfın cevabı, toplumsal yeniden üretim teorisinin bağrındaki fikrin açık ve trajik bir resmini sunmaktadır: Yaşamımız, kâr etme önceliklerine kurban edilmektedir.

Kapitalizmin kendi yaşamını devam ettireceği kan olan kâr üretme becerisi, işçilerin günlük “üretimine” bağlıdır. Bu, tam olarak ve anında kontrol edemediği veya baskın olmadığı yaşamı devam ettirme süreçlerine bağlı olduğu anlamına gelir. Aynı zamanda birikimin temel mantığı, üretimin devam etmesini destekleyecek mümkün olan en düşük ücret ve vergilerle hayatın düzenlemesi üzerinedir. Bu kapitalizmin kalbindeki en büyük çelişkidir. Tam da toplumsal refahı sağlayanları; hemşireleri ve sağlık hizmetlerindeki diğer çalışanları, tarım işçilerini, gıda fabrikalarındaki işçileri, süpermarket çalışanlarını, kuryeleri, atık toplayıcıları, öğretmenleri, çocuk bakıcılarını, yaşlı bakım hizmetlerini sağlayanları aşağılamakta ve değersizleştirmektedir. Bunlar, kapitalizmin düşük ücretle ve çoğu zaman tehlikeli çalışma koşulları ile aşağılayıp damgaladığı ırksallaştırılmış, kadınlaştırılmış işçilerdir. Ancak şu anki salgın, toplumumuzun onlarsız yaşayamayacağını açıkça ortaya koymaktadır. Toplum, kârlılık için rekabet eden ve hayatta kalabilme hakkımızı sömüren ilaç şirketleri ile de ayakta kalamaz. Ve ‘piyasanın görünmez elinin’, mevcut pandeminin de gösterdiği gibi, insanlığın ihtiyaç duyduğu, küresel çapta bir sağlık altyapısı oluşturmayacağı ve işletemeyeceği açıktır.

Bu nedenle sağlık krizi sermayeyi, sağlık, sosyal bakım, gıda üretimi ve dağıtımı gibi yaşam ve yaşamı sürdürme çalışmalarına odaklanmaya zorluyor. Sağlık, eğitim ve diğer yaşamsal faaliyetlerin ticarileştirilmekten çıkarılmasını ve herkes tarafından erişilebilir hale getirilmesini, pandemi geçtikten sonra da bunun devam etmesini talep ediyoruz.

Tez 2: Toplumsal yeniden üretim işçileri yaşamın temelindeki işçilerdir: Kalıcı olarak böyle kabul edilmelerini talep ediyoruz.

Eksik istihdamla emtia üreten şirketlerin çoğu, kârlarının ve stok değerlerinin hızla düştüğünü görürken, kendilerinin insani kuruluşlara, topluluklara, hane halklarına ve bireylere bağlı olduklarını fark ettiler. Ancak, kapitalizmin hayatı öncelemeye nazaran kârlılığa öncelik verme ihtiyacı göz önüne alındığında, bu tür örgütler, topluluklar, hane halkı ve bireyler bu meydan okumayı karşılayacak kadar donanımlı değiller. Covid-19 yalnızca sağlık, toplu taşıma ve market işçileri, çeşitli toplum gönüllüleri ve diğerleri üzerindeki durumu kötüleştirmekle kalmadı; yıllar yılı kemer sıkma adına tüm temel sosyal hizmetlerin parçalanması da toplumsal yeniden üretimi sağlayan iş gücünün eskisinden çok daha küçülmesine ve toplumsal örgütlülüklerinin de gittikçe daha az kaynak bulabilmesine sebep oldu.

Onlarca yıl ihmal edilmiş bir krizi telafi etmek için birçok kapitalist devlet ve şirket önceliklerini ancak kısmi ve geçici olarak değiştiriyor. Hane halklarına çekler gönderiyorlar, güvencesiz işçilere işsizlik sigortası sunuyorlar, otomobil üreticilerinin otomobil üretmekten maske ve vantilatör üretmeye geçmelerini istiyorlar. İspanya’da devlet geçici olarak kâr odaklı özel hastaneleri devraldı; ABD’de sigorta şirketleri Covid-19 testi için ödemeleri yapmak durumunda kalıyor. Her şeyi bir kenara bırakırsak, bu durum bize siyasi bir irade olduğunda insanların ihtiyaçlarını gerçekten karşılayacak kaynakların ne kadar hazır ve bol olduğunu göstermektedir.

Toplumsal yeniden üretim sektörlerindeki hemşirelerin, hastane temizliği işçilerinin, öğretmenlerin, atık toplama işçilerinin, gıda üretenlerin ve süpermarket çalışanlarının yaptıkları işlerin temel hizmet olarak kalıcı bir biçimde tanımlanmasını ve ücretlerinin, sosyal yardımlarının ve sosyal konumlarının sürdürülebilirlikteki önemini yansıtacak şekilde iyileştirilmesini talep ediyoruz. 

Tez 3: Bankaları değil insanları kurtarın. 

Egemenler, kapitalist değerin tamamen çöküşünü ortadan kaldırma çabasıyla şirketleri kurtarmak için çok daha fazla kaynak ayırıyorlar. Ürettiğiniz kârların, toplumsal yeniden üretim emeğinin sağladığı emek gücü tarafından yapıldığını size hatırlatıyoruz. Otel ve restoran zincirlerinin, teknoloji ve havayolu şirketlerinin ve daha fazlasının CEO’ları milyonlarca işçiyi işten çıkarırken, büyük ölçüde kendi aşırı şişirilmiş maaşlarını ve haklarını koruyorlar. Çünkü kapitalist sistem, yaşam ve ücretli emek arasındaki çelişkinin, insanların yaşamlarından ziyade daima sermayenin yararına çözülmesini öncelemektedir.

Tüm finansal kaynakların ve teşvik paketlerinin kapitalist şirketleri çalışır durumda tutmak yerine yaşamı devam ettiren işlere aktarılmasını talep ediyoruz.

Tez 4: Sınırları açın, hapishaneleri kapatın.

Bu salgın, göçmenleri ve tutukluları çok sert vuruyor: Bunlar; uygun hijyenik şartlara ve sağlık hizmetlerine sahip olmayan hapishanelerde veya gözaltı merkezlerinde kapalı kalanlardır; belgesiz ve aynı zamanda sınır dışı edilme korkusuyla yardım talebinde sessiz kalanlardır; yaşamı var eden alanlarda (sağlık ve sosyal bakım hizmetleri, tarım, vb. ) çalışıp enfekte olma riski daha fazla olan, çünkü (yeterli veya herhangi bir koruyucu ekipmanı olmadan) işe gitmekten başka seçenekleri olmayanlardır; ailelerine ulaşmaya çalışan ve ülkeler arasında transit geçiş yapmakta olanlar ve seyahat yasakları ve yaptırımlar nedeniyle ülkelerinden ayrılamayanlardır.

Pandemi olsa da olmasa da Trump, enfeksiyon oranlarının ve ölümlerin hızla arttığı İran’a karşı yaptırımları korumaktadır. Ne Trump ne de Avrupa Birliği, İsrail’e Gazze’de abluka altındaki 2 milyon insanı en çok ihtiyaç duyulan tıbbi malzemelerden yoksun bıraktığı yaptırımları kaldırması için baskı yapacaktır. Pandemiye karşı bu ötekileştirilmiş eşitsiz tepki, kapitalizmin bel altı olan ırkçı ve sömürgeci zulme dayanmakta ve onu güçlendirmektedir.

Göçmenlik yasalarına göre sağlık hizmetlerinin öncelikli olmasını, pek çok suç için hapsedilenlerin derhal serbest bırakılmasını ve hasta tutsaklar için alternatif insani kısıtlı yerlerin bulunmasını, yaşamsal ihtiyaçları beslemek yerine disiplini hedefleyen gözaltı ve tutukevlerinin kapatılmasını istiyoruz.

Tez 5: Silahımız dayanışma: Sermayeye karşı kullanalım

Salgın, bütün dünyaya kriz durumunda çalışan insanların çeşitli ve yaratıcı hayatta kalma stratejileriyle her daim nasıl geçinebildiğini göstermiştir. Pek çoğu için bu en yakın aile ve arkadaşlara yaslanmak anlamına gelmiştir. Fakat bazıları karşılıklı yardım inisiyatifleriyle sorunun üstesinden gelmektedir. Evsizler ve kapitalist toplumun bir yük olarak görüp reddettiği insanlar için destek, başkalarına yaşama hakkından daha azını sunmayan toplumsal yeniden üretim gönüllülerinin muazzam inisiyatiflerinden gelmiştir. Birleşik Krallık’ın dört bir yanında mahalleler, en korunmasız kesimlerle irtibatta olabilmek ve gıda ve ilaç alabilmelerini sağlamak için Whatsapp grupları oluşturmaktadır. Okullar ücretsiz yemek hakkına sahip çocukları olan yoksul ailelere yiyecek kuponları göndermektedir. Gıda bankaları ve hayır kurumları gönüllü sayısının arttığına tanık olmaktadır. Acil bir ihtiyaç olarak toplumsal yeniden üretim müşterekleri ortaya çıkmaktadır. Fakat aynı zamanda geçmişten dersler de aldık: Kapitalist hükümetlerin toplumsal yeniden üretim müştereklerini devletin sorumluluklarından kaçmasının aracı olarak kullanmalarına izin vermeyeceğiz.

Sosyalist feministler olarak daha fazlasını zorlamaya, insan yaşamının iyileştirilmesi için gerekli olan her şey üzerinde kamu hükmü talebi için birlikte çaba göstermeye ihtiyacımız vardır. Bu, eşitsiz biçimde etkilenmiş ve eşitsiz kaynaklara sahip farklı topluluklar arasında dayanışma inşa etmek anlamına gelmektedir. Bu, en çok marjinalleştirilmişlere destek vermek, toplumsal kaynağı olanların – sendikalar, sivil toplum örgütleri, halk örgütlenmeleri – olmayanlarla paylaşmalarını ve onları desteklemelerini savunmaktır. Bu, devletin toplumsal yeniden üretim işini toplumsal varlığın temel taşı olarak tanımasını talep etmektir.

Hükümetlerin halktan ders almalarını ve sıradan insanların birbirine destek ve dayanışma göstermek için yaptıkları şeyleri politika düzeyinde tekrarlamalarını talep ediyoruz.

Tez 6: Ev içi şiddete karşı feminist dayanışma

Covid-19’un yayılmasını önlemek için pek çok ülke tarafından alınan eve kapanma önlemleri, bir yandan bütünüyle gerekliyken, diğer yandan istismara dayalı bir ilişki içinde yaşayan milyonlarca insan için ciddi sonuçlar doğurmuştur. Salgın süresince mağdurlar şiddet uygulayan partnerler veya aile bireyleriyle ev içinde kalmaya zorlandığından, kadınlara ve LGBTQ’lara yönelik ev içi şiddet vakaları katlanmıştır. Ev içi istismarın özgün durumunu dikkate almayan “evde kal” kampanyaları, şiddete karşı sığınak ve hizmetlerden bütçelerin çekilmesi anlamına gelen ve yıllardır süregiden azgın neoliberalizm bağlamında bilhassa endişe vericidir.

Hükümetlerden şiddetle mücadele hizmetlerde yıllardır uyguladıkları bütçe kesintilerini derhal geri çekmelerini ve destek hatlarını sürdürmek ve geniş ölçüde görünür kılmak zorunda olan aktörlere kaynaklar sağlamalarını talep ediyoruz.

Tez 7: Toplumsal yeniden üretim işçilerinin toplumsal gücü vardır: Bu gücü toplumu yeniden örgütlemek için kullanabiliriz.

Bu salgın, bizleri kapitalizmin ötesine taşıyacak bir şekilde kâra karşı nasıl yaşamı destekleyeceğimize dair solun önüne somut bir ajanda koyacağı bir moment olabilir ve olmalıdır. Bu salgın, kapitalizmin ücretli ya da ücretsiz, hastanelerde ve altyapı işlerinde, hane içinde ve topluluklarda toplumsal yeniden üretim işçilerine ne kadar ihtiyaç duyduğunu hâlihazırda bizlere göstermiştir. Bunu ve bu işçilerin ellerinde tuttukları toplumsal gücü kendimize sürekli hatırlatalım. Bu, toplumsal yeniden üretim işçileri olarak bizlerin, ulusal bağlamda, bizi ayıran sınırlarda ve yerkürenin her yanında elimizdeki toplumsal güce dair bilinci geliştirmemiz gereken andır.

Eğer biz durursak dünya durur. Bu anlayış yaptığımız işe saygı duyan politikaların temeli olabilir; aynı zamanda kâr elde etmenin değil hayatı var etmenin toplumlarımıza yön verdiği, yenilenmiş bir antikapitalist gündemin altyapısını inşa edecek politik eylemin de temeli olabilir.

3 Nisan 2020

Çeviri: Meriç Dıraz, Sanem Öztürk

Marksist Feminist Kolektif, Tarihsel Materyalizm Konferansı’nda Marksist Feminist Akım’ın örgütleyicileri olan Tithi Bhattacharya, Svenja Bromberg, Angela Dimitrakaki, Sara Farris ve Susan Ferguson’dan oluşmaktadır.

Tekalif-i Milliye Değil Servet Vergisi, Sadaka Değil Yaşam Ücreti – Eyüp Özer

Muhtemelen bu yazıyı okuyan herkesin cep telefonuna, geçtiğimiz günlerde ‘Biz Bize Yeteriz’ başlıklı yardım kampanyasına 10 TL katkıda bulunulmasına dair kısa mesaj gelmiştir. İçinden geçtiğimiz dönemin milyonlarca kişiyi işsizliğe, yoksulluğa, açlığa sürüklediği ve toplumun geneline bir destek sunulması gerektiği herhalde kimse tarafından reddedilmiyordur. Malum, almadan vermek de Allah’a mahsustur ama kimden alınıp, kime ne kadar verileceği gayet dünyevi ve siyasal bir tercihtir. 

Neyi Bildirir Sayılar

“Biz Bize Yeteriz” sloganının ima ettiği eğer Türkiye’nin yeterli kaynaklarının olduğu ise bu konuda çok haklı, Türkiye’deki servet gerçekten de burada yaşayan herkese yeter. İsviçre Bankası Credit Suisse yıllık olarak Dünya Servet Verikitabı[1]adında bir rapor yayınlar, bu rapora göre; Türkiye’nin en zengin yüzde 1’lik kesimi ülke toplam servetinin yüzde 42,5’una sahip ve Türkiye’nin toplam serveti ise 1355 milyar ABD Doları yani 1,355 trilyon ABD Doları, buradan yola çıkıp kısa bir hesap yaparsak en zengin yüzde 1’in serveti,575 milyar 875 milyon ABD Doları eder. Bir nefeste okuyabilene helal olsun.

Çok sıfırlı sayılar aslında manasızdır, bir yerden sonra trilyon ile katrilyon arasında hiçbir fark yokmuş gibi gelmeye başlar. Ama yine de affınıza sığınarak bu basit hesabı biraz daha sürdürelim.Türkiye’nin erişkin nüfusu 55 milyon 540 bin kişi. Bu servete sahip olan kişi sayısı sadece 94 000, bu serveti geriye kalan 55 milyon erişkine dağıtsanız kişi başına 10470 ABD Doları yani 70150 TL eder ve bu sadece en zengin yüzde 1’in varlığı. 

En zengin yüzde 1’lik kesimden alınacak sadece ve sadece yüzde 30’luk bir servet vergisi ise, 55 milyonluk Türkiye’nin erişkin nüfusunun tamamına 21 bin TL gelir desteği sağlama imkânı yaratır.

Türkiye’de servet vergisinin mümkünlüğüne dair bir başka hesabı ise, en zengin 100 kişi üzerinden yapabiliriz. Forbes dergisine göre, 2020 yılında Türkiye’de en zengin 100 kişinin serveti geçen yıla göre 5 milyar 225 milyon dolar artarak 100 milyar 400 milyon dolara çıktı. Basit bir hesapla yani 679 milyar 708 milyon TL, bu servet hepsi hepsi 100 kişiye ait, yani iki otobüse sığacak kadar insan. Çok değil sadece iki otobüs dolusu insandan ve yine servetlerinin çoğu falan değil sadece dörtte biri kadar servet vergisi alındığında, 10 milyon kişiye, kişi başına 16 992,70 TL gelir desteği sağlanabilir. 

10 Nisan 2020 itibariyle, COVID-19 salgını nedeniyle Türkiye’de ölen insan sayısı 1006’ya çıktı ve muhtemelen bu sayı daha da artacak. Bu 100 kişinin servetinin toplamda dörtte biri, hayatını sürdürmek için hayatını riske atarak çalışmak zorunda olan binlerce kişinin hayatından daha mı önemlidir? Hükümet Koronavirüs krizi ile mücadele için bir milli birlik havası yaratıp, yardım kampanyaları ile herkesin aynı gemide olduğunu vurgulamaya çalışırken, bizim önümüzde ise bir servet vergisi uygulaması ile servetin yeniden bölüşülmesi talebini yükseltme görevi duruyor.

Muhtemelen bundan 2 ay önce konuşuyor olsak, servet vergisi de tüm yurttaşlara bir gelir sağlanması da hiç gerçekçi olmayan tartışmalar olarak görünürdü. Ancak virüsün hızlandırdığı kriz, bir yandan da her şeyi yeniden tartışılabilir hale getirdi.  Daha önce pek de tartışılmaz olan herkese bir yaşam geliri talebi, şu anda Türkiye’de ve Dünya’da işçi sınıfının temel taleplerinden birisi halini aldı. 

Kısa Çalışma veya Gelir Desteği Değil, Herkese İnsan Onuruna Yakışır Bir Temel Gelir

Hükümetin taslağını basına sızdırarak tartışmaya açtığı ve birkaç gündür herkesin işten çıkarma yasaklandı mı, yasaklanmadı mı diye tartıştığı düzenleme tam da böyle bir gerçekliğe oturuyor. Öyle ya da böyle, Hükümetin önce kısa çalışma fonunun kullanımını ve kapsamını genişletip, ardından işten çıkarmayı “yasaklayarak/erteleyerek” yerine ücretsiz izne çıkarılan herkese bir gelir desteği sağlaması uygulamaları ile kesenin ağzını açması (işsizlik sigortası fonundan bile olsa) hiç de alışık olduğumuz neoliberal düzene benzemiyor. Belki de biraz da bu yüzden bu olanları anlamakta zorlanıyor, karşısında afallıyoruz. 

Birçok ülkede de hükümetler aslında benzerini yaptı. Hükümetler, buna AKP de dahil kapitalizmi mevcut krizden neoliberal politikalarla kurtaramayacaklarının farkında olduğu için herkes kesesinin ağzını biraz daha açmak zorunda kalıyor. Şu ana dek pek de sosyal politika önerileri ile anılamayacak olan liderlerden İngiltere’de Boris Johnson maaşlara belirli bir miktara kadar devlet garantisi getiriyor, Trump ‘Helikopter Para’ denen düzenleme ile tüm yurttaşlara doğrudan 1200 dolar sağlayacak gelir desteği gibi bir önleme başvurmak zorunda kalıyor. Avrupa’da pek çok ülke Türkiye’de de olduğu gibi, kısa çalışma desteği veya gelir desteği gibi ücret garantisi yöntemleriyle durmakta olan ekonomiyi biraz olsun canlandırmaya çalışıyorlar.

Artık ücret desteği (kısa çalışma, gelir garantisi vs. gibi farklı isimler altında) bir nevi bu krizde her ülkenin uyguladığı dönemin alamet-i farikası oldu. Hatta Financial Times, “Kısa Çalışma, tüm Avrupa’nın almak istediği en büyük Alman ihraç ürünüdür[2]başlığıyla yaptığı haberinde Almanya Federal Çalışma Ofisinin kısa vadede 2,35 milyon işçinin yani 2008-2009 krizindekinden 1 milyon daha fazla kişinin kısa çalışma desteğinden faydalanacağını öngördüğünü aktarıyor. Gerçekten de başlığa uygun bir şekilde, kısa çalışma, şu günlerde Almanya’nın Avrupa’ya yaptığı en büyük ihracat ürünü olabilir. Birçok ülke bizde şimdi tartışılan, ekonomik kriz nedeniyle yapılacak olan işten çıkarmaları bir süreliğine yasaklama yoluyla erteleyerek, onun yerine ücretsiz izin getirilip, bir miktar gelir desteği sağlanması düzenlemesine benzer olarak, “teknik işsizlik” adı altında yeni düzenlemeler getiriyorlar. Teknik işsizlikten kasıt, çalışma süresini sıfır saate kadar indirmeye imkân veren, ücretin bir kısmının ise çeşitli fonlardan kamu tarafından sağlanmasını garanti altına alan bir uygulama yani aslında ücretsiz izin uygulaması. Bu oran ülkeden ülkeye değişse bile temel olarak bizdeki ücretsiz izin artı devlet ücret desteği mantığına çok yakın bir mantık işliyor. Çok temel bir farkla Türkiye’de sağlanan ücret desteği, değil açlık/ yoksulluk sınırı, akla hayale gelebilecek herhangi bir sınırın altında.  

İsveç’de işçi ücretlerinin yüzde 90’ını, Slovenya’da yüzde 80’i, Romanya’da yüzde 75’i, Estonya ve Fransa’da yüzde 70’i, Belçika’da yüzde 65-70’i devlet tarafından garanti altına alınıyor. Yunanistan ise 800 Euro’luk sabit bir gelir desteği sağlıyor. [3]

Fransa Renault’yu kamulaştırmayı, Almanya Daimler’i kamulaştırmayı tartışıyor. Bunların nedeni aniden özel sermaye karşıtı ya da sosyalist olmaları değil veya kapitalizmin sonunun gelmesi de değil. Birincisi bu ani duruşun neden olduğu yoksulluğun sosyal etkilerini kontrol etmeleri gerekiyor; ikinci olarak da bir şekilde iç talebi canlandırmaları gerekiyor.

Tüm bu kısmi sosyal düzenlemeler, özellikle Avrupa’da kimilerinin tartıştığı gibi kapitalizmin sonunu getirmiyor veya kapitalistler aniden işçi sınıfının çıkarına önlemler almaya başlamıyorlar.  Tekrar hatırlamak gerekir ki,  kapitalizmin devamı, bazen tek tek sermayedarların verebileceği kayıplar pahasına da olsa, sermaye sınıfının esas çıkarıdır. Esas olan “bu politikaların bir şekilde, üretim araçlarındaki özel mülkiyet ve emek güçlerini satmaya zorlanan işçilerin sermayenin egemenliğine tabi kılınması gibi kurumları sürdürdüğünü ya da yıktığını, pekiştirdiğini ya da zayıflattığını belirleyebilmektir.”[4]

Sanılanın aksine çok sayıda işçi bu 1170 TL’lik, aslında hiçbir şeye yetmeyecek gelir desteğini bile memnuniyetle karşıladı. Sosyal medyada sık sık dillendirilen ücretsiz izin zorunlu hale gelmiş oluyor görüşünü dile getirenler, şu anda zorunlu olmadığını mı düşünüyor? Ücretsiz izni kabul etmezseniz, tek seçeneğiniz tazminatı alıp işten ayrılmak, böyle tercih mi olur, böyle gönüllülük mü olur? Son bir ayda işsizlik maaşına başvuranların sayısı yüzde 72 arttı ki üstelik bu sayı sadece işsizlik sigortasına hak kazanabilmiş olanlar. Sırf bu rakam bile herkesin kısa çalışmadan faydalanabildiğini varsaymanın ne kadar hatalı olduğunu gösteriyor. 

Geçtiğimiz günlerde Uluslararası Para Fonu, IMF, 1929 Buhranından sonraki en büyük ekonomik çöküşle karşı karşıya kalındığını duyurdu. [5]Muhtemelen pek çoğumuz şu anda yaşanan ve daha da büyüğü gelmekte olan işsizlik ve yoksulluğu anlayamıyor ya da bunun farkında değil. Hayatımızda benzerini daha önce görmediğimiz bir kriz ve yoksulluk önümüzde bizi bekliyor, hem de sadece bizde değil, Dünya genelinde.

Dolayısıyla aslında geçici bir süre için bizde ve her yerde hükümetlerin bir dizi sosyal devlet önlemini hayata geçirmesinde şaşılacak bir şey yok. Bu nedenle, şu anda Hükümetin yaptığı her düzenlemede şaşkınlaşmamız gerekiyor ve bu düzenlemelerin dayandığı gerçekliği anlayıp, o talebi genişletmek gerekiyor. Bunun yerine, “aslında yok öyle bir şey” derseniz, bu desteklerden faydalananlar gözünde inandırıcılığınız kalmaz, dahası onlarla herhangi bir mücadele ortaklığı sürdüremezsiniz. 

Belki çoğu kişi farkında değil ama zaten Mart ortasından itibaren, şu anda muhtemelen sayısı milyona yakın insan ücretsiz izinde; otellerde, AVM’lerde, mağazalarda, restoranlarda, fast foodcularda, kafelerde, ufak çaplı imalathanelerde çalışanlar ya patronları kısa çalışmaya başvurmadığı için ya da kendi sigorta gün sayıları yeterli olmadığı için kısa çalışmadan faydalanamıyorlar. Yani sıfır gelirle bir aydır çalışmıyorlar, bu kişilere 1170 TL gelir verilince, maalesef yaptığımız garip teknik tartışmaların hiçbir manası kalmayacak. 

Dolayısıyla bu rakamın hiçbir hayati harcamaya yetmeyeceğini vurgulayarak, herkese bir temel gelir talep etmek gerekir ancak kendi çevremizi memnun etmekten başka bir faydası olmayacak şekilde “taslak kaldırılsın”, ya da “bu aslında işçi sınıfına zararlıdır” derseniz, bu kısıtlı gelir desteğinden faydalanacak yüz binlerce kişinin gözünde bir inandırıcılığınız olmayacağı gibi bu kişilerle bağ kurmanız da zor olur. Onun yerine bu rakamın düşüklüğü üzerinden Hükümete yüklenirsek, o zaman bu gelir desteğinden yararlanacak insanlarla talebimizi ortaklaştırma imkânı buluruz.

Diğer teknik tartışmaların çekiciliğine kapılmadan, Türkiye’de yaşayan herkese insan onuruna yakışır bir yaşam sürebilecekleri bir temel gelir sağlanması ve bunun için kaynağın en zengin yüzde 1’lik kesimden alınıp, geri kalan yüzde 99’a dağıtılacak bir servet vergisi olduğu taleplerini yükseltmek, şu anda her zamankinden daha gerçekçi ve daha inandırıcı olduğu gibi aynı zamanda bu salgının daha da büyük bir işçi katliamına dönüşmesini engelleyerek, hayat kurtarır.


[1]https://www.credit-suisse.com/media/assets/corporate/docs/about-us/research/publications/global-wealth-databook-2019.pdf

[2]https://www.ft.com/content/927794b2-6b70-11ea-89df-41bea055720b

[3]https://fra.europa.eu/sites/default/files/fra_uploads/fra-2020-coronavirus-pandemic-eu-bulletin-1_en.pdf

[4]Ernest Mandel’in Faşizme Karşı Mücadele için yazdığı Giriş bölümü

[5]https://www.bbc.com/news/business-52236936

Altta Kalanın Canı Mı Çıksın? Covid-19 günlerinde Koç Üniversitesinde Taşeron Çalışma ve Örgütlülük – Sinan Aybars

İlk Koronavirüs vakası 11 Mart’ta ülkede tespit edildikten sonra Koç Üniversitesi’nde alınan tedbir ve uygulanan denetimler bizlere ülkedeki çalışma ilişkilerine dair emsal teşkil eden bir işyeri rejimini gösteriyor. 

İçinden geçmekte olduğumuz zorlu günlerde, üniversitedeki çalışma hiyerarşisinin, emekçiler arasındaki eşitsizliği nasıl açıktan ele verdiğini; yönetimin aldığı kararlar üzerinden takip etmek mümkün. Fakat okul yönetiminin kasten yok saydığı taşeron işçilerinin devam eden öz örgütlülüğü ve üniversite bileşenlerinin desteği sayesinde kısa sürede yönetime baskı uygulayarak, yakın zamanda birtakım kazanımlar elde edildi. Yine aynı vaka, dayanışmanın sağlayacağı olumlu ihtimalleri bize hatırlatmak açısından ümitvar bir örnek olarak önümüzde duruyor. Bu değerlendirme, sürecin nasıl ilerlediğini, üniversite bileşenlerinin mücadelesini ve elde edilen sonuçların kısa bir dökümünü sunuyor. Ek olarak, okuldaki işçi mücadelesinin noksanlarına ve neler yapılabileceğine değiniyor. 

İlk vaka açıklandıktan sonra Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK)’nün aldığı kararlar uyarınca 14 Mart’ta okulun bir sonraki duyuruya kadar kapandığı ilan edildi. Yönetim, aldığı önlemleri üniversite kamuoyuyla paylaştı. Buna göre, öğretim üyeleri ve idari personelin evlerinden çalışmalarına izin verildi. Kampüse gelmesi mecburi çalışanlar için ise detaylı tedbirler alındığı duyuruldu. Kurumun ne denli cömert davrandığına ilişkin ufak bir detay paylaşalım: Sosyal mesafenin sağlanması adına idari personel ve öğretim üyelerine kampüse erişim için tek kişilik araçlarda ulaşım sağlanacağı ve masrafın üniversite tarafından karşılanacağı iletildi.  Tabii, yüce gönüllü okul yönetimi, bu olağanüstü dönemin çalışma verimine yapacağı olumsuz etkiyi ve yaratacağı tahribatları da gözetti. Gün aşırı gönderilen e-postlarda, bir dizi öz-bakım (self-care) önerilerini sıraladı, rehberlik ve psikolojik danışmanlık hizmetini, çalışanlar ve öğrenciler için seferber ettiğini duyurdu. 

Peki, üniversitenin itibarına halel getirmeyecek, ince düşünülmüş bir dizi uygulama; okulun genel temizlik ve servis işlerinden sorumlu taşeron işçilere ne ölçüde sirayet etti? Bırakın çalışma koşullarını düzenleyecek herhangi bir kararı; salgının ilk günlerinde işçilere maske dahi verilmedi.  

Bu noktada, Koç Üniversitesi’ndeki bir yapıdan, özel taşeron işçilerinin örgütlülüğü açısından eşine az rastlanır bir örnekten bahsetmek gerekiyor. Taşeron işçilerinin direnişi sonrasında okuldaki bileşenlerin kurduğu, 2013 yılından beri faal olan bir oluşum mevcut. Taşeron İşçi Komisyonu, bir tür işçi konseyi gibi harekete ediyor. Yaklaşık 30-40 işçinin katılımıyla gerçekleşen aylık toplantılar, demokratik esaslara uygun işliyor, işçilerin sorunlarını tespit ediyor ve üniversite yönetimiyle müzakere ederek, çalışma koşullarını düzeltmek için mücadele ediyor. İlk günlerde komisyon, sürece müdahil oldu ve kampüste çalışan işçiler için asgari tedbirlerin alınmasını sağladı. 

Takip eden günlerde salgın daha akut bir hale ulaşınca, iş bilir yönetim ve taşeron firma, zincirinin en zayıf halkası için sessiz sedasız şu tedbiri uygun gördü:  İşçiler kendilerini sakınmak mı istiyorlar? O halde, birikmiş yıllık izinlerini kullanacak veya ücretsiz izne çıkacaklardı. Kısa sürede kayda değer sayıda işçi izne ayrıldı. 

Yönetimin açıktan yaptığı bu hak gaspına karşı çıkan Koç Üniversitesi Dayanışmasındaki öğrenciler ve asistanlar inisiyatif alarak, okul nezdinde bir kampanya başlattılar. İşçilerle görüşerek, görselde yer alan talepleri netleştirdiler. Okul içerisinde sınırlı tutulan bir imza kampanyası başlattılar. Kamuoyundan destek almak için geniş bir sosyal medya kampanyası örgütlediler. Düzenli olarak işçilerle irtibat halinde kalarak, sürece dair bilgilendirdiler. 

Kampanya okulda ve kamuoyunda karşılık buldu, kısa sürede ciddi destek sağlandı. Öğrenci ve asistanlardan alınan imzalar rektörlüğe iletildi. 30 Nisan’da, kampüsteki personelin esas patronu ve taşeronun üst işveren temsilcisi genel sekreter, işçilerle bir toplantı yaptı ve 1 Nisan’dan itibaren uygulanacak yeni vardiya sistemini anlattı. Son duruma göre, firmada üç yılını dolduran işçiler, idari izne ayrıldılar. Kalanlar ise 20’şerli gruplara ayrılıp, dönüşümlü olarak, haftada iki tam gün mesai yapıyorlar. Taşeron işçilerin ücret ve yan haklarında (yol ve yemek) herhangi bir kesinti olmuyor. Servis sayısı artırıldı, işçiler en fazla 6-7 kişiyle seyahat ediyorlar. Servislerde, mesai esnasında, yemek molalarında sosyal mesafe uygulanıyor. Eldiven, maske ve dezenfektan sağlanıyor ve giriş-çıkışlarda işçilere ateş ölçümü yapılıyor.

Üniversite bileşenlerinin sağladığı basınç, okul tarafından muhatap alınan komisyonun faaliyetleri ve işçilerin öz-örgütlülüğü sayesinde bu kazanımlar elde edildi. Elbette, yeterli olmadığını biliyoruz. Hâlihazırda, vardiya sistemi eşitsiz bir biçimde uygulanıyor. İşçiler tarafından da pek çok kez dile getirildi. Ücretli izin herkes için sağlanmalıydı. İlk vakadan 1 Nisan’a kadar yaklaşık 20 gün geçti ve üniversite bu kararları almakta fazlasıyla gecikti. Salgının işçilere sıçrama riskinin önüne tam olarak geçilmiş değil. Vebali, firmanın ve üniversite yönetimin üzerindedir. Herhangi bir işçinin salgına maruz kalması durumunda, Koç Üniversitesi Dayanışması var gücüyle devreye girecek ve yönetimden hesap soracaktır. Yine de belirtmekte fayda var, üniversite bileşenlerinin müdahil olma kapasitesi tahmin edeceğiniz üzere sınırlı. Önümüzdeki zorlu görevler belli: Dayanışma artırılmalı, ücretli çalışanların birliği sağlanmalı, işçiler öz-örgütlülüklerini güçlendirmeli ve tabii emeğin kurumsal örgütü sendika, işyerini örgütlemeli. Ancak bu sayede elde edilen kazanımlar korunacak ve genişletilecektir.