Mağdurlar İçin Adalet Platformu ve HDP Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu, işlerinden KHK’lerle ihraç edilen kişilerin anlatımlarına ve neler yaşadıklarına ilişkin 1500 sayfalık rapor hazırladı. KHK’li, hakim, savcı, öğretmen ve akademisyenlerin de aralarında bulunduğu mağdurların söylediği ortak bir cümle var: Aç kaldım, aç…
15 Temmuz darbe girişiminin ardından yayımlanan OHAL kararnamelerinin üzerinden 3 yıl geçti. Kamudan ihraç edilenlerinin durumuyla ilgilenen ve Meclis’te bunu gündeme getiren HDP Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu ile Mağdurlar İçin Adalet Platformu’ndan Doç. Bayram Erzurumluoğlu, 3. yılında ‘OHAL’in Toplumsal Maliyetleri’ adlı raporun sonuçlarını kamuoyuyla paylaştı.
Gazete Duvar’dan Hacı Bişkin’in özel haberine göre, rapor 1500 sayfadan oluşuyor. 20 Temmuz 2019 ve 9 Eylül 20119 tarihleri arasında hazırlanan rapor, Türkiye’nin 81 ilinden 3 bin 104 kişi ve dünyanın 33 ülkesinden 201 kişinin katılımıyla hazırlandı. Gergerlioğlu yaptığı açıklamada, “Tüm toplumu etkileyen, sarsan bir kırımın, felaketin olduğunu görüyoruz. KHK’liler işlerinden ihraç edilmekle kalmadı. Özel sektörde de çalışmalarının önüne geçilen, sosyal yardımlaşma ödenekleri kesilen bir topluluktan bahsediyoruz” dedi.
ETKİLENENLER ANLATIYOR: SİMİT SATIYORUM
Raporun ilk bölümünde Kanun Hükmünde Kararnamelerle (KHK) işlerinden ihraç edilenlerin anlatımlarına yer verildi. Çoğu KHK’li ihraç edildikten sonra iş bulamadıklarını, sosyal ortamlardan uzaklaştıklarını belirtti.
Maddi ve manevi anlamda anlamda zorluk yaşayan KHK’liler yaşadıkları rapora şu sözlerle yansıdı: “Çalıştığım işyeri kapatıldı. Çalışma lisansım iptal edildi. Mesleğimi yapamıyorum. Simit satıyorum. Aç kaldım aç! Suçsuz yere mağdur edildim. Çocuklarımın rızkı gasp edildi. Ailemden ayrılıp yurt dışında yaşamak zorunda kaldım. 3 yıldır çocuklarımı göremiyorum. 2,5 yaşındaki çocuğumu hiç göremedim. Bir anda işsiz ve vasıfsız ilan edildik. Bir anlamda sosyal bir soykırım… Çalıştığım şirkete atanan kayyım tarafından işten çıkartıldım. İşten çıktıktan sonra e-devletteki çalışma bilgilerimde şüpheli yazıldı. Yeni doğan bebeğim ve çalışamayan eşimle birlikte işsiz ve ortada kaldık. Benim ailemin hayatı ve yaşama şansımız kalmadı. Yok olduk. Hangi birini yazayım bu alana sığmaz. Sivil ölüme mahkum edildim. Diri diri gömdüler. Polis kötü davranma konusunda hakikaten uzmanlaşmış. 19 Temmuz’da okula gittim. O bakışlar yetti hocam…”
Raporda anlatımları dikkat çeken 11 yıllık eski bir savcı şöyle diyor: “ByLock kullanmadığı tespit edildiğinden denilerek tahliye edildim. Çıktığımda kimse bana iş vermek istemedi. İş verirlerse devlet tarafından vergi müfettişleri gönderildiğini söyleyenler oldu. Şu an 150 tavuk aldım yumurta satarak geçinmeye çalışıyorum.”
Mağduriyetlerine dile getirenler arasında hakimler, savcılar, akademisyenler, polisler, öğretmenler, mühendisler ve daha birçok meslek örgütünden ihraç edilen kişiler var. Hepsinin ortak anlatımı: Aç kaldık, işsiz kaldık.
‘AVUKAT İTİRAFÇI OL DEDİ’
Raporda dikkat çeken başka bir konu ise gözaltına alınan kişilerin CMK tarafından atanan avukatlarla ilgili anlatımları oldu: “Avukat itirafçı olmam için baskı yaptı. Avukat uyuyordu ben ifade verirken. Avukat ve polisler psikolojik baskı uyguladılar. Avukat sadece oradaydı… Avukat ‘Ne biliyorsan anlat’ diyordu. İtirafçı olmamı istiyordu. Avukatın aleyhime ifade verdiğinin farkındaydım. CMK avukatı konu mankeni gibiydi. Avukat formaliteydi. Benim değil polisin tarafında idi. Ama tarafsızmış imajı veriyordu. Her şey göstermelikti. Beni görür görmez hadi itirafçı ol dedi.”
SORGU: EŞİN ELİMİZDE…
Raporda 15 Temmuz darbe girişiminin ardından gözaltına alınanların anlatımlarına da yer verildi. Bu kişiler işkence gördüklerini, aileleriyle tehdit edildiklerini ve kötü muameleyle karşılaştıklarını anlattı: “Eşin de elimizde, ona göre… Çocukların yetimhanede büyüyecek. Hapishanede çürüyeceksin. Bana cemaatten olmadığını ispat et. ‘İtirafçı olmazsan sen de terörist sayılırsın’ gibi baskılar yaşadım. Hâkim savcı ve polis sürekli küçük çocuğumun olduğunu hatırlatıp tehdit ettiler. Benim duyabileceğim şekilde konuşmazsa tutuklanır ve bebeği cezaevine alınmaz. Bebek annesizliğe alışsın şeklinde konuştular. Konuş ya da çocuğunu bir daha göremezsin.”
KHK’Lİ YAKINLARI NE YAŞADI?
Raporda detaylıca yer verilen bölümlerden biri de KHK’li yakınlarının yaşadıkları oldu. Bu bilgiler ise rapora şöyle yansıdı: “OHAL mağdurlarının çektikleri en büyük sıkıntılar, en yaygınından daha aza doğru, sırası ile şunlardır: Ekonomik Sıkıntılar, psikolojik sorunlar, itibarsızlık, toplumdan dışlanma, sosyal çevrenin dağılması, stres veya sıkıntılara dayanamayan aile fertlerinden en az birisinin hastalanması, yeni sağlık sorunlarının başlaması veya eski hastalıklarının nüksetmesi, ailenin bölünmesi…”
Aileler psikolog desteği alamadıklarını da raporda belirtti. Bunun gerekçesi ise maddi imkanlar olarak sıralandı.
GÖRDÜĞÜNÜZ MUAMELEYİ NASIL GÖRÜYORSUNUZ?
Raporda KHK’lilere ‘Toplumdan, yakın çevrelerinden gördüğünüz muameleyi nasıl değerlendiriyorsunuz?’ sorusu da soruldu. Yüzde 4’ü, ‘Şu ana kadar çevremden olumsuz bir tepki görmedim’, yüzde 3 ‘Yaşadıklarımı tamamen hak ettim, gördüğüm muameleye layığım’, yüzde 6.5 ‘Kişisel bir takım kusurlarım olabilir ama bu kadar cezalandırmayı da hak etmedim’, yüzde 86.5′ ise ‘Bana yaşatılanlar tamamen haksızlık ve zulümdür’ yanıtını verdi.
‘ALEVİ VE SOLCULAR YANIMDA DURDU AMA…’
Raporda KHK’lilere sorulan bir diğer konu ise, ‘Çevrenizde ne gibi sözler duydunuz?’ sorusu oldu. Bu soruya şöyle yanıtlar verildi: “Allah büyüktür, herkes bir gün ektiğini biçecek. Bir suçun olmasaydı devlet seni işinden etmezdi. Demek ki bir şeyler yapmışsın. Devlet bir yanlışlık yaptı, sabret düzelecek. Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır. Sen çok iyi birisin, diğerleri gibi değilsin. Kurunun yanında yaş da yandı… 40 yıllık komşumuza dedim ki artık bu hükümete oy vermeyin. Siz şahitsiniz ben ne zorluklarla okudum. Komşumuz; ‘Niye o mu attı sizi, adamın belki haber bile yok’ dedi. Bu cevaba gülsem mi, ağlasam mı bilemedim. Ablam sürekli; ‘Devletimiz işini bilir, suçsuz isen geri dönersin’, şeklinde konuşuyordu, birkaç imasına da denk geldim, ilişkilerim bozuldu ve artık görüşmüyorum. Akraba ve aile kelimeleri anlamını yitirdi. Ne kadar gaddar olabildiklerini gördüm. Alevi ve solcu olarak tanımladığım insanlar yanımızda iken, dindar olanlar ise çevremizden uzaklaştı.”
SONUÇ…
Raporun son bölümünde değerlendirmelere yer verildi: “Kamu güvenliği tehdit altında olan ülkelerin olağanüstü hal ilan ederek, belirli hak ve hürriyetleri sınırlandırmaları kabul edilebilen bir uygulamadır. Ancak bu tür uygulamaların, kamu güvenliğine karşı gelişen tehditlerin niteliğine uygun, temel insan hak ve hürriyetlerini yok saymayacak şekilde ölçülü, kapsam ve süre bakımından sınırlandırılmış olması da gerekmektedir. OHAL süreci, gelinen aşamada, kabul edilebilirlik sınırlarının çok ötesine geçmiş, sayıları 1.5 milyonu aşan Türkiye Cumhuriyeti yurttaşının bedensel ve ruhsal varlıklarının baskılanmasına ve hatta yok edilmesine yönelik bir tür adı konulmamış ‘sivil ölüm’ daha doğru bir ifadeyle ‘sosyal kırım’ programına dönüşmüş.”
OHAL’in olumsuz etkileri kendisini birçok alanda da gösterdi. Raporda bu etkiler şöyle sıralandı: Beyin göçü, finansal sermayenin kaçışı, sosyal kültürel güçte zayıflama, yeni üretim, modernizasyon, genişleme ve stratejik yatırımlarda kayıplar.
Achcar bu ters tepkiye (feministlerin kullandığı terimle ifade edecek olursak backlash) içkin çelişkileri hatırlatmakta özellikle haklıdır. Business as usual’a dönüş politikaları gerçekten de kendini tahrip etme ve ekonomileri zikzak çizen bir yolağa sürükleme tehlikesini barındırmaktadır. V şeklinde toparlanmanın iki dalı arasında garantili bir simetri mevcut değildir. Bir kez daha, “düşüş” homotetik tarzda meydana gelmemiştir: Dünya ekonomisinin tüm sektörleri ve bölgeleri aynı nispette etkilenmemiştir ve aynı orantılarda yeniden harekete geçmeyeceklerdir. Neoliberal politikaların yeniden canlandırılması eşgüdümlü bir şekilde gerçekleşmeyecek ki bu da şüphesiz yeni durgunluk biçimlerine yol açan zincirleme tepkimeleri tetikleyecektir. İlk örneği emek piyasası vermektedir. Unutmamak gerekir ki kârlılık da bundan nasibini almış, iktisatçı Eric Heyer’in açıkladığı gibi esaslı bir darbe yemiştir: “İşletmeler 40 milyar Avro zarara uğradılar. Bu da işletmelerin sekiz hafta zarfında François Hollande yönetiminin sağlamış olduğu Rekabet ve İstihdam Vergi Kredisi paketinin eşdeğerini kaybetmiş oldukları anlamına gelir. Bütün bu ekonomik çaba, devletin işletmelere bu transferi karantinada kaybolup gitmiştir. Bu, işletmelerin marj oranında 3 puanlık bir düşüşe tekabül eder ki bu devasa bir rakamdır.[1]”
Her şey, ücret payını işletme kârlılığını yeniden artırmaya imkân verecek başlıca düzeltici değişkenlerden biri hâline getirecek düzeneklere doğru yol alındığına delalet etmektedir. Kısmî işsizliğin azaltılması, istihdamı koruma anlaşmaları, çalışma saatlerinin uzatılması, hızlandırılmış otomasyon[2]; bu yönelimin bütün işaretleri şimdiden ortadadır. Demek oluyor ki istihdamsız bir toparlanma, yani çalışan sayısını azami ölçüde azaltarak ekonomiyi yeniden faaliyete geçirme hedeflenmektedir. Fakat bunun karşı etkisi tüketimin toparlanmasına bir fren olur: Gerçekten de bir yandan ücret payını dondurur, hatta azaltırken, “aynı zamanda” tüketimi yeniden başlatmak mümkün değildir. Tabii eğer tüketimleri “karantinada” iken gelirleri az çok korunmuş hane halklarının “zorunlu tasarruflarının” tüketime dönüşmesine bel bağlanmıyorsa. Talep tarafındaki bu durgunluk döngüsünden kaçınmanın tek yolu eşitsizlikleri, yeterli olacağına emin bile olmadığımız tarzda kalıcılaştırmak ve şiddetlendirmektir.
Bu kısır döngü Avrupa ekonomisinin, hatta dünya ekonomisinin tamamını kapsayabilir. Ekonomilerde eş zamanlılığın yitimi aslında buna getirilecek yanıtların eşgüdümü meselesini gündeme getirir. Sağlık düzleminde, eşgüdümün neredeyse hiç olmadığı açıktır: Virüs sınır tanımıyor gibi görünse bile her ülke kendi meşrebince ve elinden geldiğince tepki vermiştir. Elimizde bir aşı (ya da aşılar) olduğunda bu sorun yakıcı bir biçimde yeniden gündeme gelecektir. Avrupa Birliği bugüne dek araştırmalar konusunda, kamu yararından başka ölçütlerle yönlendirilen özel şirketlerle ortaklıklara güvendiğine göre bu konuda ancak endişe edilebilir[3].
Ekonomini yeniden faaliyete geçmesiyle birlikte, tüm ülkeler çok eşitsiz başarı şanslarına sahip olarak metaların mübadelesindeki toparlanmadan mümkün en önemli bölümü elde etmeye çalışacaklardır. Kısa vadede en uygun araç “ücret maliyetini” düşürerek rekabette kazanmaktır: Rekabet edebilme kuşkusuz başka birçok etkene bağlıdır ama bunlarla süratli biçimde oynamak mümkün değildir. O zaman kendimizi, herkesin ya da hemen herkesin bu küçük oyunda kaybettiği sonuçta klasik bir konfigürasyon içinde buluruz: Zaten yakın geçmişte bu tür politikalar yüzünden devletlerin “bizzat kendilerinin sebep olduğu” krizlere tanık olunmuştur.
Bu arada, Avrupa bütçe politikalarının eşgüdümündeki, kuşkusuz utangaç, ilerlemeler açısından güçlü bir düzeltici mevcuttur. Sahne önünde ayak sürüyerek de olsa borçlarını karşılamak için birlikte ödünç almaya razı olan aynı ülkeler, sahne arkasında pazar payı kazanmak veya mevcut paylarını korumak için şiddetli bir rekabette karşı karşıya geleceklerdir. Bu rekabet pekâlâ, küreselleşmenin baltaladığı bir egemenliği yeniden kazanma ihtiyacından dem vuran korumacı bir eğilimle bileşik hâle gelebilecektir. Sınaî yatırımların geri göçü tematiği meşru olmakla birlikte, egemenlikçi yozlaştırmalara hizmet edebilmesi bakımından yine de önemli sorunlar çıkarmaktadır. Ankete katılanların ezici çoğunluğunun Fransa’nın tarımsal özerkliğinin, sınaî işletmelerin geri göçünün ve Fransa’daki ilaç laboratuvarlarında araştırma ve üretimin desteklenmesi yolunda görüş bildirdiğini gösteren yakın tarihli bir anket[4]bunun kanıtıdır. Birçok ülke korumacı önlemler almıştır ve Trump’ın Çin’e karşı başlatmış olduğu bilek güreşinin sertleşmesi beklenmektedir. Bu tür önlemler, meşru olmalarından, hatta uygulanabilir olmalarından bağımsız olarak dünya ekonomisinin dinamiği üzerinde durgunlaştırıcı bir baskı uygulayacak, öte yandan dünya ekonomisinin de çok farklılaşmış etkileri olacaktır.
Hücumcu rekabetçilik ile savunmacı korumacılık arasındaki bu paradoksal bileşim dünya ekonomisinin düzensizleşmesinin kalıcı bir etkenidir. Ama bu bileşim nihayetinde günümüzde çok sayıda ülkenin “yönetişimini” karakterize eden neoliberalizm-otoriterlik karışımıyla yeterince bağlamlıdır (insicamlıdır).
Finansal Konsolidasyon Bumerangı
Şu anda Avrupa ülkeleri, kamu borcunun, her halükârda krize bağlı ilave borçlanmanın toplumsallaştırılması ve parasallaştırılması yolunda adım adım ilerlemektedir[5]. Ama ortodoks argümanların geri dönüşünü beklemek gerekir. Çok düşük, hatta negatif faiz oranları nedeniyle bular günümüzde pek az yankıya sahiptir. Bazıları kendileri de pek inanmadan enflasyon korkuluğunu elinde sallayıp durmaktadır. Fransa Merkez Bankası’nın iki iktisatçısı (muhtemelen Guvernörleri François Villeroy de Galhau’nun yönlendirmesiyle sipariş üzerine) “sihirli para” diye bir şey olmadığını göstererek ve “enflasyonist sarmal” riski konusunda uyararak pedagojik bir çalışma yapmaya çalışmışlardır[6]. Ortodoksluğun savunucularının geleneksel olmayan politikalara karşı ellerinde kalan yegâne argüman budur.
Bu argümanı gülünç duruma düşürmeye yetecek aşağıdaki Şekli buraya almanın ayartısına dayanamıyoruz: Burada Avrupa Merkez Bankası’nın (AMB) 2010’dan beri birbiri ardına gelen tahminlerinin (kesikli çizgiler) sistematik olarak enflasyonda (kendi hedefi %2’ye doğru) bir artış öngördüğü ve bu tahminlerin hepsinin yanlış çıktığı görülmektedir.
Şu an için finansal piyasalar devlet iç borçlanma senetlerini satın alarak oyunu kurallarına göre oynamaktadır ki AMB de bu borçlanma araçlarını hemen onlardan satın almaktadır. Gelgelelim bu “piyasalar” salt soyutlamalar değildir: Bunlar, Adam Tooze’un hatırlattığı gibi “birbirine uzmanlaşmış enformasyon ve mübadele ağlarıyla bağlı, bir ölçüde önemli oyunculardan oluşan gizli bir gruptan[7]” müteşekkildir. Tooze ayrıca, bunların geçmişteki müdahalelerinden sert sözlerle bahseder: “serbest rekabetin muhafızları rolünü oynamaktan çok, yetkililerin zımnî onayıyla hareket eden paramiliter ölüm mangalarının rolünü oynadılar.” Geleneksel olmayan politikalara şu andaki bağlamda katlanılmaktadır. Ama şayet bunlar piyasaların bugün kabul ettiği sınırın ötesine geçecek olursa, o zaman “piyasa disiplininin” geri dönüşüne tanık olunacak ve devletler bir kez daha Wolfgang Streeck’in[8]“piyasalar halkı” (Marktvolk) olarak adlandırdığı şeye boyun eğmek zorunda kalacaklardır.
Avrupa bütçe ortoksluğundan önemli sapmalar, bu ortodoksluğun en inançlı savunucularının damağında kuşkusuz acımtırak bir tat bırakmış olmalıdır. Bunların çok ileri gittiklerinin, mümkün olur olmaz “konsolidasyon”, başka bir deyişle kemer sıkma politikalarına dönmek gerektiğinin farkına varmaları için ne kadar zaman geçmesi gerekecektir ki? Ortodoksluğa dönüşün hemen olmayacağını düşünmek mümkün olsa da bu, gelecekteki ekonomik yolak üzerinde asılı duracak yeni bir Demokles kılıcıdır.
Kapitalizmi Düzeltmek mi?
Bir normale dönüşe ilişkin tüm belirsizlikler bizi küresel salgının zaten gelmekte olan bir krizi tetiklemekten başka bir şey yapmamış olduğu fikri üzerinde yeniden durmaya götürür. Bu çözümlemenin eleştirilmesi mümkün olsa da bu analizde, toparlanmanın zaten daha önce son derece sağlıksız olan bir sistemden başlayarak gerçekleşmesi gerekeceğinden çok daha kaotik olacağı anlamına gelmesi bakımından bir doğruluk payı vardır. 2008 krizi daha o zamandan daha önceki krizlere getirilen yanıtların bir kriz olarak çözümlenebiliyordu. O halde cari kriz “bir kare krizdir”.
Acaba bu kriz kapitalizm açısından kendisini yenilemek için bir fırsat mı olacaktır? Tarihçi Walter Scheidel’e göre[9]eşitsizliklerin azalması olayları tarihsel olarak bir ilk şok tarafından tetiklenir. Bu ilk şok ise dört biçim alır: Savaş, devrim, bir devletin yıkılması ve ölümcül bir küresel salgın. Bunlar ona göre “eşitlenmenin dört atlısıdır”, kısaca (zenginler için) “Mahşerin Dört Atlısı”.
Acaba şu andaki küresel salgınla birlikte bu senaryonun mu içindeyiz? Kapitalizm İkinci Dünya Savaşından sonra, emek piyasasında daha büyük bir düzenlemeyle ve çeşitli biçimlerde bir refah devletinin kurulmasıyla kendisini dönüştürmüştü. Ancak o zaman hüküm süren durum ve koşullar birçok bakımdan kendine özgüydü: Üretim aygıtının bir bölümü tahrip olmuştu, finansal varlıklar çökmüştü, potansiyel üretkenlik artışları önemliydi ve toplumsal düzene yönelik bir iç veya dış tehdit söz konusuydu.
Günümüzde bu malzemeler, en azından şokun bu ilk evresinde bir araya gelmiş değildir. Şu an için egemenlerin kendi bakış açılarından görüldüğünde dahi, bu tehlikeli durumu atlatmak için belli bir noktaya kadar görece büyük tavizler vermekte çıkarları vardır. Muhtemel ahlaki düşüncelere (veya toplumsal kabul edilebilirlik derecesinin hesaba katılmasına) ek olarak, sistemin bütününün yeniden üretimini tehlikeye atmadan herkesi cepheye göndermek mümkün değildi.
Gerçek şu ki hükümetler ekonominin işleyişini kurala bağlayan dogmaları terk ederek neoliberal ideolojinin tamamını yıpratmış oldular. Kuşkusuz zamanın nişanesi olsa gerek, Olivier Passet bu düşünceyi (tırnak işaretleri olmadan) “ilerici” olarak adlandırmayı tercih etmektedir. Fakat bu düşüncenin “iflasına” da dikkat çekmektedir: “Etkin bir ekonomi tasarımımızı [sic] oluşturan ne varsa derinden sarsıldı: Hayır, mesafelerin ortadan kaldırılması, değer zincirlerinin uzatılması, gittikçe daha da artan iş bölümü ekonomik etkinliğin tartışılmaz Evveli ve Ahiri değildir, vb[10]”
Burada belki kapitalizmin sadece ekonomik bir sistem değil, aynı zamanda bir toplumsal ilişki olduğunu hatırlatmak gerekir. Başka bir deyişle bu, bir toplumsal tabakanın yararına işleyen bir sistemdir. Kapitalizmin mevcut işleyişini düzeltmek sadece onun gerçek anlamda ekonomik mekanizmalarını değişime uğratmak anlamına gelmeyecek, aynı zamanda son kertede hâkim sınıfların ayrıcalıklarını da hedef almak anlamına gelecektir.
Bu nedenle kapitalizmin direnişe geçeceğini öngörmek kolaydır. Ücretlerin artırılmasına, emek piyasasının düzenlenmesine ve çevresel kısıtlamalara direniş: Çünkü kâr oranını yeniden tatmin edici bir seviyeye getirmek gerekir. Yatırımların geri göçüne de direniş: Çünkü çok uluslu şirketlerin kârı çevre ülkelerin emek gücünün ve doğal kaynaklarının sömürülmesine bağlıdır. Kendimizi – bir an için – küresel salgınla karşı karşıya gelen burjuvazinin yerine koyalım. İşyerinde emek gücüne ihtiyacı olduğunu ama insanları da (siyaseten) cepheye gönderemeyeceğini keşfeder; maskeleri, testleri önceden temin etmemiş ve o kadar hastane yatağı ortadan kaldırmıştır ki karantinadan başka bir şey öneremeyecek durumdadır. O zaman duruma eşlik etmek için kurallarından ve tabularından kısmen feragat etmeye mecbur kalır.
Bir süre sonra, şokun çıkarları üzerindeki etkisinin ölçüsünü alıp, “bunun yarınları” için piyonlarını ileri sürer. Genel ilke kargaşa içinde alınan istisnai önlemlerin geçici olduğunu güçlü ve inançlı bir şekilde vurgulamaktır. Bunun yanı sıra “düzeltici” önlemler alınması gerekeceğini söylemek için nabız yoklanır.
Büyük İfşaat
Bu krizin en dikkat çekici özelliklerinden biri açığa çıkarma etkileri yaratmış olmasıdır. Toplumsal ve ekonomik hayatın asgari bir düzeyi için “elzem” olan işlerde istihdam edilenlerin, Macron’un onlardan bahsederken “bir hiçtir” dediği insanlar olduğunu keşfettik ya da yeniden keşfettik. Kadın erkek bu emekçilere lütfedilen ücretler ile toplumsal yararları arasında hiçbir mütekabiliyet olmadığını keşfettik ya da yeniden keşfettik. Ayrıca çok sayıda açgözlü işverenin, aralarından bazıları kısmi işsizliğe kayıtlı olduğu hâlde, ücretlilerini salgın tehlikesine maruz bırakmaya hazır olduğunu görmüş olduk.
Marx’ın en büyük katkılarından biri onun meta fetişizmi çözümlemesidir. Antoine Artous bunun sentetik bir tanımını vermiştir: Bu, “insanların kendi aralarındaki toplumsal bir ilişkinin, kendisini şeylerin kendi aralarındaki bir ilişkiymiş gibi göstermesi olgusudur. Bu örnekte, mübadelenin onun aracılığıyla düzenlendiği metaların değeri, bu değer özgül üretim ilişkileri tarafından yaratıldığı hâlde, toplumsal olarak metaların sanki kendi doğal nitelikleriymiş gibi algılanır[11]”.
Marx “metanın fetiş karakteri ve bunun sırrı”nı, bunun “insanlar için şeyler arasındaki hayal ürünü bir ilişki biçimini alan, insanların kendilerinin belirli toplumsal ilişkisinden başka bir şey” olmadığını göstermek üzere Kapital’in 1. Cildinde ele alır (kutuya bkz.). Hemen biraz ileride değerlerin “toplumsal hareketi”nin (iktisadi dalgalanmalarını) “[üreticilerin] kontrol etmedikleri ama aksine kontrolüne tabi oldukları şeylerin bir hareketi biçimini” aldığını ekler. Birkaç pasajını aşağıdaki kutuda verdiğimiz bu gelişmeler günceldir. Bunlar, soyut ifadelerine rağmen krizin başlattığı konjonktürün meselelerinden birini aydınlatır. Kriz, toplumsal hayatın hakiki motorunun kadınların ve erkeklerin emeği olduğunu hatırlatmıştır. Ayrıca, elzem, yaşamsal faaliyetlerin büyük çoğunluğunun uzaktan çalışmayla yapılamayacağının da farkına varılmıştır.
Ama dahası da var. Bazı tüketimlerden, en azından geçici olarak, vazgeçilebileceği deneyimi, üretimin küreselleştirilmiş örgütlenmesinin kırılganlığının saptanması, eşitsizliklerin çırçıplak açığa çıkması, ekonomik yasaları saygısızca ihlal etmek zorunda kalınma ve edebilme tarzı; bütün bunlarmevcut toplumsal düzenin yararları ve değişmez karakteri ile ilgili dehşetengiz sorular sormaya katkıda bulunur. Özetle, örtünün bir ucu kaldırılmıştır ve Marx’ın sözcüklerini kullanacak olursak, insanlar şeylerin kontrolünü yeniden ele geçirmek isteyebileceklerdir.
Metanın Fetiş Karakteri ve Bunun Sırrı (Pasajlar[12])
O halde, meta biçimini alır almaz, emek ürününün anlaşılmaz bir karakter kazanması nereden kaynaklanıyor? Açık şekilde, bu biçimin kendisinden. İnsan emeklerinin eşitliği, emek ürünlerinin aynı değer nesnelliklerinin maddi biçimini alır; insan emek gücünün harcandığı süre boyunca harcanmasının ölçüsü, emek ürünlerinin değer büyüklüğü biçimini alır ve son olarak, üreticiler tarafından harcanan emeklerin toplumsal karakterinin ortaya çıkmasına aracılık eden üreticiler arası ilişkiler, emek ürünlerinin toplumsal bir ilişkisi biçimini alır.
Demek ki meta biçiminin esrarlı bir şey oluşunun nedeni, basitçe, insanlara, kendi emeklerinin toplumsal niteliğini, emek ürünlerinin nesnel nitelikleri olarak, bu şeylerin toplumsal doğal özellikleri olarak yansıtması ve dolayısıyla, üreticilerle toplam emek arasındaki toplumsal ilişkiyi de şeyler arasındaki, üreticilerin dışında var olan bir toplumsal ilişki olarak göstermesidir. Emek ürünlerinin metalar, yani duyusal olarak algılanamaz ya da toplumsal şeyler haline gelmesinin nedeni işte budur.
(…) Gerçekte, emek ürünlerinin değer olma nitelikleri, ancak bunların birbirlerinin karşısına değer büyüklükleri olarak çıkmaları ile kararlılık kazanır. Bu büyüklükler, mübadelede bulunanların iradelerinden, ön bilgilerinden ve eylemlerinden bağımsız olarak sürekli değişir. Mübadelede bulunanların kendi toplumsal hareketleri, onlar için, şeylerin bir hareketi biçimine sahiptir ve şeyleri denetlemek yerine, onlar tarafından denetlenirler.
Bunun Yarınlarında Mutlu Olacaklar mı?
Açığa çıkarma etkisi şunun gibi farkındalıklara yol açsa gerektir: “Yarın içinden geçmekte olduğumuz bu uğraktan dersler çıkarmamız, dünyamızın on yıllardır bağlı kaldığı ve kusurları apaçık ortaya çıkan gelişme modelini ve demokrasilerimizin zaaflarını sorgulamamız gerekecektir. (…) Bu küresel salgının ortaya koyduğu şey, piyasa yasalarının dışına çıkarılması gereken mal ve hizmetlerin olmasıdır.” Veya şunun gibi: “Belli bir küreselleşme fikri, mantığını ekonominin tamamına dayatan ve ekonomiyi sapkınlığa sürüklemeye katkıda bulunan finansal kapitalizmin sonuyla birlikte ömrünü doldurmaktadır. Hiçbir kuralla, hiçbir siyasi müdahaleyle engellenmemesi gereken piyasanın her şeye kadir olduğu fikri çılgınca bir fikirdi. Piyasaların her zaman haklı olduğu fikri çılgınca fikirdi”
Macron’a ait ilk demeç hiç kuşku yok tanıdık gelmiştir[13]. Ama bunun Nicolas Sarkozy tarafından 2008’de Toulon’da verilen söylevden[14]alıntılanan ikincisinden daha fazla bir etkiye sahip olacağını ciddi ciddi düşünmek mümkün müdür? Aslına bakılırsa, egemenler cenahında business as usual’a dönmeyi garanti altına almak için her şey yapılacaktır. Bireylerin kaderinin sistemin kaderine bağlı olduğunu, bu nedenle de faaliyetin eskisi gibi başlamasının istihdamın toparlanması için şart olduğunu göstermek için her şey yapılacaktır. Ve eğer ikna etmek yeterli olmazsa, istihdam şantajı gerisini halledecektir[15]. Üstelik bu normale dönme özlemi karantinaya bağlı travmaları unutmayı dileyen ve/veya gelir kayıplarını telafi etmeye ihtiyaç duyan, kısaca salgının açtığı her türlü yarayı sarmak isteyen çoğu kişi tarafından paylaşılmaktadır.
Peki, örtünün yeniden kapanmaması için ne gerekir? İlk olarak elbette krizden alınacak derslerden beslenen bir toplumsal dönüşüm perspektifi. Ki bu konuda öneriler eksik değildir; Başkan Mao’nun şiarı işitilmiştir: “Yüz çiçek açsın, yüz okul yarışsın!” Her şeye rağmen bu geliştirme çalışmasının kargaşa içinde yürütüldüğü, eşgüdümünün zayıf olduğu ve genellikle incir çekirdeğini doldurmayacak ya da teknik polemiklerde batağa sürüklendiği açıktır.
Bu tartışmalara – en azından burada – girmek yerine, burada görece yeni bir kuvvetler alt kümesi tarafından önerilen Krizden Çıkış Planı[16]ile başlatılan girişim üzerinde durmak istiyoruz. Bu plan, sendikaları (CGT, Solidaires, Köylü Konfederasyonu, FSU), ekolojist örgütleri (Greenpeace, Oxfam, Toprağın Dostları) veya Attac gibi alternatif- küreselleşmecileri bir araya getiren bir blok oluşumunu ana hatlarıyla betimler. Bu planın başlıca ilgisi sosyal hedeflerle çevreye ilişkin hedefleri bileştirmektir. Kriz, ekolojik geçiş için zorunlu yatırımları ertelemek (bütçenin istiap haddi doludur) veya istihdam adına düzenlemeleri gevşetmek için bahane olarak kullanılacağından, burada can alıcı bir konu söz konusudur.
Ama bu metnin ilgiye değer bir başka yönü de vardır, o da bir toplumsal dönüşüm projesinin farklı “katlarını[17]” eklemliyor olmasıdır: Hepsi bir “faaliyetlerin ekolojik ve toplumsal yeni koşullara uyumlulaştırılması” projesi içinde yer almak üzere karantinadan çıkış yöntemlerine ilişkin hemen alınması gereken önlemler ve daha yapısal toplumsal önlemler.
Bu çağrı elbette eksik, kimi zaman kaçamaklı ve kuşkusuz yeterince radikal değildir ama bu çağrının genel yönelimiyle hemfikir olmamak mümkün değildir. Her halükârda bu tür çalışmaları derinleştirmek gerekir. Acaba buna belki, bir Avrupa kolektifi tarafından ileri sürülen bir “Covid-19 Acil Durum Vergisi” gibi güçlü ve sentetik öneriler[18]eklemek mi gerekecekti? Ayrıca belki koşulluluk temasını bir enine eksen hâline mi getirmek gerekecektir? Devlet müdahalesinin itibarının iadesi için mücadele eden bir iktisatçı olan Mariana Mazzucato haklı olarak bu konu üzerinde ısrarla durmaktadır: Bu kez demektedir, “kurtarma önlemelerine mutlaka koşullar eşlik etmelidir. Devlet yine önemli bir rol oynadığından, enayi (patsy) yerine konmayıp, kahraman muamelesi görmelidir. Acil çözümler getirilmeli ancak bunlar uzun vadede kamu yararına hizmet edecek tarzda tasarlanmalıdır. Örneğin (…) bir kurtarma planından yararlanan işletmelerden işçi çıkarmamaları ve kriz geçer geçmez eğitime ve çalışma koşullarının iyileştirilmesine yatırım yapma garantisi talep edilmelidir.[19]”
Fransız hükümeti krizi, demokratik, parlamenter veya kurumsal denetimin her biçiminden özenle kaçınarak yönetmiştir. Yurttaşların çocuklaştırılmasını, Macron’un otoriter neoliberalizminin çok karakteristik bir özelliği olan bir baskıyla birleştirmeyi tercih etmiştir. Ama değişme özlemleri de karantinadan çıkabilir ki bu hükümetin korktuğu da budur. Radikal dönüşümleri dayatma yeteneğine sahip yeni bir toplumsal blokun oluşmasına tanık olma ihtimali, işte bu kontrolü yeniden ele alma iradesinde yatmaktadır.
[12]Karl Marx, Le Capital, Livre I, pp. 82-85. [Kapital, 1. Cilt, Almancadan Çevirenler: Mehmet Selik ve Nail Satlıgan, Yordam Kitap, İstanbul 2011, s. 82-85.
[17]Burada izninizle Sol Cephe [Front de Gauche] ile bağlantılı bir grup Fransız iktisatçıdan gelen, bizim de katkıda bulunduğumuz küçük bir yöntem metnine atıfta bulunuyoruz: « Transformation sociale : une fusée à trois étages », 28 Kasım 2011. Üç “kat” şunlardı: 1. Kontrolü yeniden eline almak: Kopuşu başlatmak, deneyimin meşruiyetini tesis etmek; 2. Makas değiştirmek: Dönüşümü kökleştirmek; 3. Yeniden yapılandırmak: Yeni bir gelişme tarzı başlatmak.
[18]Collectif, « Pour une taxe d’urgence Covid-19 », 12 Haziran 2020 (Eric Toussaint, Susan George, Catherine Samary, Miguel Urbán Crespo et al.).
Başlığı OECD’den ödünç alınan[3]bu katkı aslında (metaforu uydurmak adına) çok bıçaklı tıraş makinesine ilişkindir. Öncelikle eş zamanlı (senkronize) bir toparlanmanın menzil dışı olduğunu ve bu toparlanmanın alacağı biçimin ziyadesiyle toplumsal bir mesele olduğunu göstermeye çalışacağız.[4]
Virüs meyvenin içinde miydi?
Corona virüsü gelip sağlıklı bir bünyeye saldırmadı. Kapitalizm 2008 krizinden beri, alternatif bir modelin yokluğunda bir önceki krize yol açan ne varsa hemen hepsini yeniden üreten istikrarsız bir tarzda işlemekteydi. Yeni bir durgunluğun uyarı işaretleri birikmekteydi, küreselleşme artık ilerlemiyordu, üretkenlik artışları en düşük, özel firmaların borçluluğu ise en yüksek seviyedeydi vb. Bütün bunlar doğrudur, burada bunların üzerinde tekrar durmayacağız.
Ama yine de Frédéric Boccara ile Alain Tournebise’in yaptıkları gibi “Corona virüs krizin hızlandırıcısıdır, sebebi değil” demek mümkün müdür? Onlara göre, “ivme artıran ya da hızlandıran etken (virüs) ile sebebi (finansal aşırı birikim) ayırt etmek[5]” gerekecektir. Hemen hemen aynı tutuma Michael Roberts’de rastlanır: “Bu felaket sona erdiğinde hâkim iktisat ile yetkililerin, kapitalist üretim tarzına içkin kusurlarla, toplumun sosyal yapısıyla hiç ilgisi olmayan dıştürel (exogène) bir krizin söz konusu olduğunu iddia edeceklerine eminim: Hep virüsün yüzünden! (…) Covid-19 da tıpkı bu finansal çöküş gibi gerçekte bir yıldırım çarpması yani büyümesi kendi içinde ahenkli olan kapitalist bir ekonomiyi vuran sözüm ona bir “şok” değildir.[6]” Eric Toussaint ise şunu söylemekteydi: “Hayır, borsa rayiçlerindeki düşüşün sorumlusu Corona virüsü değildir.[7]”
Öte yandan Marksizme sahip çıkan bu yazarlar kuşkusuz çok erken yazmışlardı (tarih Mart ayıydı). Ama bu refleks bu krizin özgüllüğünü hesaba katmaktaki zorluğu ortaya koymaktadır. Elbette, bir küresel salgının (pandemi) bizatihi mümkün olması üretimci tarımın ekosistemler üzerindeki etkilerine[8], kişilerin ve metaların gezegende bir uçtan bir uca yoğun dolaşımına göndermede bulunur. Ancak bu krizin “klasik” bir kriz olmadığı gerçeği değişmez. Dolayısıyla bu krizi ne klasik bir krizmiş gibi tahlil etmek, ne de bir önceki krizde yapılabildiği gibi “sonrası” için senaryolar öngörmek mümkündür.
Bu krizin daha önce görülmemiş başlıca ayırıcı niteliği bir sağlık kriziyle bir ekonomik krizin karantina şartlarında iç içe geçmesidir. Büyük Buhrandan (Çöküntü) sonra, IMF’nin terimini kullanacak olursak Great Lockdown[9], başka bir deyişle: Büyük Karantina. Geleneksel iktisatçıların pek sevdiği arz şoku ile talep şoku arasındaki sınıflandırma şayet vardıysa da anlamını yitirir. Bu ayrım ancak, iktisat öğrencilerinin çok aşina olduğu, bir arz eğrisinin bir talep eğrisini kestiği küçük klasik şema üzerinde akıl yürütüldüğü takdirde geçerlidir. Bu statik temsil sermayenin bir yeniden üretim süreci olan kapitalizmin gerçekliğine tekabül etmez ki bir “Nobel” iktisat ödülü sahibinin, Paul Krugman’ın[10]nasıl olup da arz ile talep arasındaki etkileşimleri “keşfeden” bir çalışmaya[11]hayranlık duyabildiğini gözlemlemek hayli tuhaftır.
Krizde … ve toparlanmada eş zamanlılık yitimi (desenkronizasyon)
Bu krizin temel ayırıcı niteliklerinden biri, ekonomiyi kırınıma uğratması, başka bir deyişle ekonominin farklı segmentlerini eşitsiz biçimde vurmasıdır. GSYH’deki gerilemenin küresel ölçümleri aslında çok farklılaşmış değişmelerin bir ortalamasından başka bir şey değildir. Bazı sektörler, özellikle temel ihtiyaç malları dışındaki perakende ticaret salt karantina önlemlerinden doğrudan etkilenirken, bazıları daha az etkilenmiştir. Fransız Ekonomik Konjonktürler Gözlemevi (OFCE) tarafından yapılan hesaplamalar[12]küresel ölçekte katma değer kaybının otel-lokanta işletmeciliği işkolunda %47’ye, tarımsal gıda endüstrisinde %7’ye ve kamu yönetiminde %3’e varacağını ortaya koymaktadır. Bir başka çalışma ise[13]faaliyetin en fazla gerilediği sektörlerin kaynaktaki, başka bir deyişle nihai talebe en uzak sektörler olduğunu belirlemektedir. Her şey sanki virüs nehrin akış yönünün tersine, denize döküldüğü yerden (“talep”) kaynağa (“arz”) geçerek, “kanalları (sektörleri) tırmanıyormuş” gibi cereyan etmektedir.
Demek ki hasar “hakkaniyetli bir şekilde” verilmemiştir. Örneğin, en fazla etkilenen hizmet sektörleri genellikle, uzaktan çalışmanın sıklıkla imkânsız olduğu, esnek sözleşmelerle düşük ücretli çok işgücü istihdam eden sektörlerdir. OECD’ye göre, işletmelerin üçte birinden fazlası üç aylık karantinadan sonra nakit sıkışıklığı sorunlarıyla karşı karşıya kalacaktır[14]. Destek önlemleri de (vergilerin ertelenmesi, borçların vadeye yayılması, ücretlerin kısmen üstlenilmesi) bu nedenle alınmaktadır. Ancak başka bir küçük nağme de duyulmaya başlar: Kriz ayakta kalmayı hak etmeyen “zombi” işletmeleri elemek için bir fırsat olmayacak mıydı? Hatta üç iktisatçı[15]bunların akıbetini bankaların tayin etmesini dahi önermiştir ki bu da onlara göre “zombi işletmeleri sübvanse etmeden, toplumsal olarak yaşayabilir işletmeleri koruyarak etkin bir elemeye” imkân verecektir.
Aynı çoktürellik (heterojenlik) ülkeler arasında görülür. OFCE’nin daha önce anılan çalışması GSYH’deki gerilemenin İspanya için %36’ya, Japonya için %12’ye vardığını göstermektedir. Ama burada değer zincirleri boyunca aktarımı hesaba katmak gerekir. Bir çalışma küresel tedarik zincirleri tarafından aktarılan şoklardan kaynaklanan GSYH azalmasını yaklaşık üçte bir olarak tahmin etmektedir. Bu azalma ortalama %31,5 olduğuna göre, “kendisi hiç karantina uygulamamış olan bir ülke, diğer ülkelerdeki karantinalar yüzünden GSYH’sinde ortalama %11 daralma yaşamış olacaktı[16]”. Ülke ülke akıl yürütmek işte bu nedenle mümkün değildir: Aşağıdaki infografik bu bakımdan özellikle aydınlatıcıdır. Fransa’da monte edilen araçların üretimine dahil edilen yabancı bileşenlerin kökenini ve değerini verir. “Eş zamanlı olmayan bir karantina-karantinanın kaldırılması bağlamında üretimi olanaksız kılan güçlü bir bölgesel bağımlılık (bileşenlerin %75’ten fazlası Avrupa’da üretilmektedir)” saptanmaktadır. “Zincirin bir noktasında üretimin durması üretimin geri kalanını felç etmekte ve sanayi, üretimde en ufak bir yavaşlamayı soğurmaya imkân vermeyen çok zayıf stok seviyeleriyle çalıştığı için bu çok daha hızlı olmaktadır.[17]”
Üst sıra soldan sağa: Egzoz borusu, hava yastığı, direksiyon, radyatör; alt sıra soldan sağa: tekerlek, vites kutusu, koruyucu tampon
Virüs ve kıtlıklar Güney’i vuruyor
Avrupa’da vaka sayısı da ölüm sayısı gibi gerilemekte. Ama aynı şey, dünyadaki yeni vaka sayılarını veren aşağıdaki Şekilde görüldüğü gibi, başka bölgelerin, özellikle Latin Amerika’nın ve Asya’nın bir bölümünün nöbeti bir bakıma devralmış olduğu küresel düzeyde geçerli değil[18].
Salgının yayılma alanının bu şekilde genişlemesi halihazırda zaten, hammadde fiyatlarının düşmesi, sermaye kaçışı, ulusal para birimlerinin çökmesi, borçlanmada artış gibi mevcut krizin daha da ağırlaştırdığı korkunç ekonomik zorluklarla karşı karşıya olan çok sayıda ülkeyi vurmaktadır. Sadece bir örnek vermek gerekirse, Afrika ülkeleri borçlarının faiz ödemelerine kamu sağlığına ayırdıklarından daha fazla harcama yapmaktadır. Bütün bunlara bir de faaliyetlerin kesintiye uğramasının tetiklediği ve özellikle enformel sektöre yönelik tamamlayıcı gelirlerin yokluğunun daha da vahim hâle getirdiği bir gıda krizi ve toplumsal kriz eklenmektedir. STK Grain’in dediği gibi, milyonlarca insan açlık ile Covid-19 arasında seçim yapmaya zorlanmaktadır[19].
Virüsün farklılaşmış saldırısı dengeli bir toparlanmayı, başka bir deyişle tüm sektörlerin aynı anda ve aynı tempoda yeniden faaliyete geçeceği bir toparlanmayı göz önüne almayı olanaksız kılmaktadır.
«Ciddi bir krizin boşa gitmesine asla izin verme»
«Ciddi bir krizin boşa gitmesine asla izin verme»(Never Let a Serious Crisis Go to Waste), Obama’nın Beyaz Saray Genel Sekreteri Rahm Emanuel tarafından 2008’de net bir şekilde ifade edilen kural buydu. Bu diyordu “daha önce yapamayacağınızı düşündüğünüz şeyleri yapma fırsatıdır”. Ki bu, iyi bir davadan dolayı zihnindeydi: “Sağlık alanında olsun, enerji, eğitim, maliye, düzenleyici reform alanında olsun, çok uzun zamandan beri ertelediğimiz onca şey şimdi gündemde[20]”. Milton Friedman hemen hemen aynı şeyi söylüyordu: “Gerçek değişmeyi yalnızca – gerçek veya algılanan – bir kriz yaratır. O kriz meydana geldiğinde atılacak adımlar dolaşımda olan fikirlere bağlıdır[21]”.
Gerçekten de hakiki bir büyük değişmeye tanık olmaktayız. Devletler ve kurumlar tüm ilkelerinden bir anda vazgeçtiler; hatta tepkilerinin krizin boyutuna yaraşır düzeyde olduğu dahi söylenebilir. Devletler ve kurumlar sanki hayatlarımız onların kârlarından daha değerliymiş gibi davrandılar. Alınan risk şu kışkırtıcı olumlama ile ölçülür ve bu olumlamanın, ardından gelenlerden bağımsız olarak alıntılanmayacağı umulur. Ama şu can sıkıcı konu üzerinde ısrarla durmaya devam edelim: Ekonominin çok büyük bir bölümünde faaliyet durduruldu, gelirler çoğunlukla korundu ve bütçe ortodoksluğunun tüm kuralları terkedildi. Kuşkusuz, bu olumlamaları mutlak saymamak görelileştirmek gerekir: Çok sayıda ücretli işe gitmeye az çok mecbur bırakılmış, güvencesiz emekçiler, bazı esnaf ve zanaatkârlar gelirlerinin dibe vurmaya yüz tuttuğunu görmüştür. Yine de gerçek şu ki krizin etkilerini telafi etmek için hatırı sayılır meblağlar dökülmüştür. Ayrıca söylemeye gerek yok, krizin yönetimi bilançosu ve tüm sonuçları çıkarılması gereken muazzam işlev bozukluklarını da görünür kılmıştır. Bununla birlikte gerçek apaçık ortadadır: “Kapitalizm” artık-değer kaynaklarını geçici olarak kurutmayı, yetkililer ise tükürdüklerini yalamak zorunda kalmayı kabul etmiştir.
Ancak heterodoks politikaların bu uygunsuz benimsenişinde madalyonun bir de öbür yüzü vardır: Sırası geldiğinde açığı kapatmak için her şey yapılacaktır. Tam da bu nedenle, alınan önlemlerin şiddetinin kapitalizmin vazgeçtiklerine eşdeğer boyutta olacağı bir tepkiye hazır olmak gerekir. Hatta kapitalizme bir kişilik atfetme riskini göze alarak, çekmek zorunda bırakıldıklarının “intikamını almak” isteyeceği dahi söylenebilir. Gerçekten de bir “V” toparlanma olacaktır ama bu daha çok neoliberal politikaların toparlanması olacaktır. Gilbert Achcar krizin yükünü emekçilerin sırtına yıkma girişiminden bahsetmekte tamamıyla haklıdır: “Bu daha ziyade, neoliberal hükümetlerin şu anda üstlenilen devasa borç yükünü, tıpkı Büyük Durgunluk ertesinde yaptıkları gibi, işçilerin sırtına yükleme girişimleri olacaktır ki bu da Adam Tooze’un uyardığı gibi halkın satın alma gücünü ve harcama eğilimini azaltarak dünyayı mevcut sürekli durgunluğun önemli ölçüde kötüleşmesine sürükleyecektir.[22]”
Türkçesi : Osman S. Binatlı
[1]Walter Benjamin, Paris, capitale du XIXe siècle : Le Livre des passages, cité par Razmig Keucheyan, La nature est un champ de bataille, 2018.
[20]Rahm Emanuel, « You never want a serious crisis to go to waste », The Wall Street Journal, video, 18 Kasım 2008. Bu ifade ironik tarzda Philip Mirowski tarafından dikkate değer bir çalışmasına başlık olarak seçilmişti, Never Let a Serious Crisis Go to Waste, 2013, kitabın altbaşlığı ise manidardı: «Neoliberalizm Finansal Erimekten Nasıl Kurtuldu?» (How Neoliberalism Survived the Financial Meltdown).
[21]Milton Friedman, Capitalism and Freedom, 1962.“Only a crisis—actual or perceived—produces real change. When that crisis occurs, the actions that are taken depend on the ideas that are lying around.”
Herkese İş ve Gelir Güvencesi kampanyası çerçevesinde 11 Temmuz günü saat 18.00’de Kadıköy’de “Emekçiler için kaynak var” denilerek bir basın açıklaması gerçekleştirildi.
Covid-19 salgını süresince hükümetler ve patronlar tarafından uygulanan kriz politikalarına karşı kampanyanın katılımcıları “Herkese iş ve gelir güvencesi için kaynak var” diyerek iktidarın uyguladığı ekonomi politikalarına karşı olduklarını belirtti. Fiziksel mesafe ve hijyen koşullarına özen gösterilen basın açıklamasında halka destek çağrısında bulunuldu.
Basın açıklamasında;
14 Şubat’ta iflas başvurusunda bulunan Atlas Global’in ne birikmiş maaşlarını ne de diğer haklarını alabilen çalışanları adına Tamer Ercan konuştu. Direnişlerinin herkese örnek olması gerektiğini söyleyen Ercan, tüm işçi ve emekçilere “iş işten geçmeden önce örgütlenmenin önemli doluğunu” hatırlattı. Tekstil İşçileri Birliği adına söz alan Hüseyin Çiçek ise sömürüye, işsizliğe ve yoksulluğa karşı birleşme çağrısında bulundu ve talepler için ortak bir mücadelenin var olması gerektiğini vurguladı.
Zeytinburnu Belediyesi’ndeki işinden çıkarılan Kenan Güngör, aldığı sözde 20 yıldır taşeron olarak çalıştığını ve taşeron düzenlemesiyle “ihtiyaç yok” denilerek işinden çıkarıldığını belirtti. İşine dönmek için mücadele verdiğini söyleyen Güngör “KHK’ler gidecek, biz kalacağız” diyerek, yapılan bu adaletsizliğe karşı mücadelesini sürdüreceğini ifade etti. “3. Yılında OHAL’in Toplumsal Maliyetleri” adlı raporun 13 Temmuz’da Kadıköy’de yapılacak olan açıklamasına davette bulundu.
Lojistik sektöründe çalışan İlyas Şentürk “pandemi sürecinde tıpkı savaşta cepheye en önde sürülen, gözden çıkarılmış askerler gibi endişe içinde olduklarını” belirtirken, arkadaşları ile beraber kampanyanın yaygınlaşması için çalışacaklarını ifade etti.
Basın açıklaması öncesinde, 2 yıldan fazla bir süredir mücadelelerini yürüten Cargill işçileri adına Suat Karlıkaya’nın mesajı okundu. Karlıkaya mesajında “Şunu herkes bilmelidir ki, işçi sınıfı ‘Herkese iş ve herkese gelir’ şiarından vazgeçmeyecektir ve mücadelemizi birleştirerek yükseltmeliyiz,” diyerek işçi sınıfıyla beraber omuz omuza ilerleyeceklerini ifade etti.
Bu konuşmaların ardından okunan basın açıklamasında ise pandemiye, işsizliğe ve yoksulluğa karşı emekçileri yaşatacak acil taleplere vurgu yapıldı.
Basın açıklamasının bütünü şöyle:
Herkese İş ve Gelir Güvencesi için #Kaynak Var
COVİD-19 salgını, hükümetler ve patronlar tarafından krizin yükünü işçi sınıfı ve halk kesimlerinin sırtına yüklemek için kullanılıyor. Bu süreçte tüm dünyada milyonlarca insan işini kaybetti veya ücret kesintisi yaşadı. Tüm kıtalarda yoksul nüfusun geniş kesimleri açlıkla karşı karşıya kaldı. Salgından en çok etkilenenler emekçiler olurken, yine salgının derinleştirmiş olduğu ekonomik ve toplumsal krizin bedeli de dünyanın ezilen, sömürülen ve güvencesiz kesimlerinin üzerine yüklenmeye çalışılıyor.
Salgının başlangıcından bu yana AKP iktidarı patronlara “kalkan” olup kredi, vergi ve prim destekleri açıklarken; emekçilere daha fazla işsizlik, yoksulluk ve güvencesizliği reva görüyor. Ekonomik krizle birlikte temel tüketim maddelerinin fiyatlarındaki artış emekçilerin alım gücünü yerle bir etmiş vaziyette. Bugün ve bundan sonraki süreçte emekçilerin en yakıcı gündemi işsizlik olacaktır. Salgından önce ülke tarihinin en büyük işsizlik rakamlarına zaten ulaşılmıştı. KHK’larla binlerce emekçinin iş ve gelir güvencesi elinden alındı, 2018’de patlak veren kriz işsizliği derinleştirdi ve bugün Nisan 2020 verileriyle geniş tanımlı işsizlik 17 milyonu aşmış durumda. Buna, emekçilerin büyük çoğunluğunun asgari ücret ve civarında ücretlerle geçinmeye çalıştıklarını eklediğimizde istihdam ve gelirde yaşanan bu büyük daralmanın muazzam bir yoksullaşma ile sonuçlanacağı ortadadır.
Böylesi bir durumda iktidar, “işten çıkarmaları yasaklıyoruz” yalanının arkasına sığınarak ücretsiz izne meşruluk kazandırıp işçilerin 1170 TL’lik sefalet ücretine rıza göstermesini bekliyor. Diğer yandan da iş güvencesinin son dayanağı olan kıdem tazminatını ortadan kaldırmaya, “tamamlayıcı emeklilik sistemi” adı altında işçinin ücretinin bir bölümü olan kıdem hakkına el koymaya hazırlanıyor.
İşsizlik de insanca yaşayacak bir gelirden mahrum bırakılmak da emekçilerin, kadınların ve ezilenlerin kaderi değildir! Pandemiye, işsizliğe ve yoksulluğa karşı emekçileri yaşatacak şu acil talepler etrafında birleşik emek mücadelesini yükseltmeye davet ediyoruz:
Güvencemiz olan kıdem tazminatımıza dokunulmasın!
Geliri olmayanlara koşulsuz bir yaşam geliri sağlansın!
Çalışma saatleri ücretlerde kesinti olmaksızın kısaltılsın, herkes insana yaraşır koşullarda çalışabilsin!
İşsizlik sorununu çözmek ve herkes için insanca yaşamayı olanaklı kılacak bir yaşam geliri sağlamak için gereken kaynak, servetlerin vergilendirilmesinden sağlanmalıdır. Milyonlarca insan her gün işsizlik ve yoksulluğu tecrübe ederken pandemi koşullarında dahi patronların servetlerine servet katmalarının hiçbir meşru açıklaması olamaz. Türkiye’nin en zengin yüzde 1’lik kesimi ülke toplam servetinin yüzde 45’ine sahipken, milyonlar yoksulluk sınırı altında yaşamaya mahkûm edilemez. Emekçilerin gelirleri sürekli aşınırken ve borçla yaşamak zorunda bırakılırken, köprü ve otoyol geçiş garantisi adına patronlara her yıl milyarlarca lira aktarılmasına ve işsizlik fonunun sermayeye destek olarak kullanılmasına göz yumulamaz.
Herkese iş ve gelir güvencesi için “kaynak yok” bahanesi kabul edilemez:
En zengin yüzde 1’den servet vergisi alınsın!
Yap-işlet-devret (YİD) işletmelerinin tüm ödemeleri durdurulsun, tamamı derhal kamulaştırılsın!
İşsizlik fonu işçilerin denetimine geçsin ve sadece emekçiler yararına kullanılsın!
Bu somut talepler etrafında tüm emekçileri herkese iş ve gelir güvencesi sağlamak için birleşik mücadeleye çağırıyoruz.
Kaynak: Gazete Nisan https://www.gazetenisan.net/2020/07/kadikoyde-isci-ve-emekciler-icin-kaynakvar-aciklamasi/
Emekçiler için #KaynakVar Herkese İş ve Gelir Güvencesi kampanyası taleplerini açıklamak ve birleşik mücadele çağrısı yapmak üzere Cumartesi 11 Temmuz 2020 günü bir basın açıklaması düzenliyor.
Hayır, eşit değiliz!
Covid-19 pandemisinin yarattığı sağlık krizinin de, derinleştirdiği ekonomik krizin de karşısında eşit olmadığımızı biliyoruz. Koronavirüs kol gezerken ekmeğimizi kazanmak için ölümle burun buruna gelen de biz emekçileriz, bugün ekonomik krizin bedeli de yine bizlere yüklenmeye çalışılıyor. Salgının başlangıcından bu yana AKP iktidarı patronlara “kalkan” olup kredi, vergi ve prim destekleri açıklarken, emekçilere daha fazla işsizlik, yoksulluk ve güvencesizliği reva görüyor.
Ancak biz biliyoruz ki, tüm dünyayı sarsan ve daha da sarsacak bu işsizlik tufanı içinde herkese iş ve insanca yaşayacak bir gelir sağlamak mümkün.
Bunun için yeterli kaynak var!
Yeter ki bu kaynaklar patronlar için değil, nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan biz emekçiler için kullanılsın,
Uzun yıllardan beri Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda emek veren, Barış Meclisi’nin kurucularından ve sözcülerinden, halen de Barış Vakfı Genel Bakanlığı’nı yürüten Hakan Tahmaz İmdat Freni’nin sorularını yanıtlayarak ulusal ve bölgesel çerçevede Kürt meselesinin seyrine ilişkin gözlem ve değerlendirmelerini paylaştı.
1-2013 koşullarının yani Kürt meselesinde siyasal bir çözümün yeniden belirme ihtimali nedir? İçerde Kürt hareketinin sürekli kriminalizasyonuyla nereye kadar gidilebilir?
Cumhur İttifakı AKP ve MHP’nin siyasal yönelimi, angajmanları ve bölgesel gelişmeler yakın bir dönemde Kürt sorununun demokratik çözümüne, çatışmaların sona ermesine ilişkin ciddiye alınabilir bir gelişme olamayacağını gösteriyor.
Her şeyden önce AKP, 2015 sonrası tam anlamıyla her gün yeni bir sorun üreten bir parti oldu. MHP ile kurduğu ittifakla tek adam rejimi olarak adlandırılan “korku cumhuriyetini” otoriter rejim inşa etme sürecinde, bırakalım Kürt sorunu gibi büyük bir meselede açılım yapmayı, neredeyse bütün siyasi, sosyal, kültürel demokratik kazanımları ortadan kaldıran, düşünme, örgütlenme, ifade özgürlüklerini gasp eden politikalarla iktidarda kalmaya çalışıyor. Bugün toplumu kutuplaştıran, kendisini eleştirenleri ötekileştiren nefret söyleminden, ayrımcılıktan, cinsiyetçilikten ve dini ticarileştiren yöntem ve uygulamalardan medet uman, keyfiyete dayalı iktidar ittifakı bloğu ile karşı karşıyayız. Böylesi bir iktidarın barışa yönelmesi imkânsız gibi bir şey.
Çözüm sürecinin bitirilmesi salt Kürt meselesinde kırılma olarak tecelli etmedi. Devletin bekası ifadesinde anlamını bulan “Türklüğün yeniden ihya edilmesi”çok yönlü politikalarla gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Türkiye’yi sarsan siyasal, sosyal ve kültürel büyük kırılmalar oldu. İçeride otoriter yönetim, bölgede Kürt karşıtlığı hayata geçirildi. Kürt siyasal hareketine karşı geliştirilen siyasal kırım savaşı, bölgede Kürtlerin her türden kazanımına karşı tecelli etti. Suriye’de ve Irak’ta Kürtler kazanmasın da, kim kazanırsa kazansız siyaseti hayata geçirildi.
Ortadoğu’da Kürtleri yanına çekme veya yedekleme siyasetinin istenen neticeyi vermemesinin sonucu Kürt düşmanlığı şeklinde tecelli etti. Türkiye, bölge Kürtlerinin hamisi olma savaşını kaybetti. Kürt karşıtlığını yaygınlaştırma ve derinleştirme yoluna girdi. Türkiye için sorunun sadece PKK olmadığı ortaya çıktı. Erbil referandumuna bölgede ve dünyada en sert karşı çıkan devlet olarak, Suriye’ye askeri ve siyasi müdahalelerle, Afrin’de olduğu gibi Kürtçe tabelaların yerine Türkçe tabela asarak, okullarda Türkçe dersler vermekle ve kaymakam atamakla bunu dünyaya gösterdi.
Bütün bunlar Kürtler nezdinde tarihten gelen güvensizliğin daha da kronikleşmesine yol açtığı gibi yakın dönemde gündeme gelebilecek bir çözüm arayışını da muhatapsız kaldı.
Siyasal kırım politikaları sonunda HDP’nin sandıkta gücü ciddi olarak azalmadı ama siyasal etkisi ve siyaset üretme becerisi büyük ölçüde yok edildi. Abdullah Öcalan’ın ise 31 Mart seçimlerinde iktidar tarafından aleni ve başarısız bir şekilde araçsallaştırılma girişimiyle artık eski rolünü sürdürmesinin imkansızlığı görüldü. PKK silahlı yapısı büyük askeri kayba uğradı, hareket kabiliyeti sınırlandırıldı ama siyasal yenilgiye uğratılamadı.
Dünyanın birçok ülkesinde çözüm sürecine benzer müzakere süreçlerinde de ciddi kırılmalar yaşanmıştır. Ancak yeni bir müzakere için kapalı devre ilişkiler sürdürülmüş, kontak noktaları tespit edilmiş, asgari düzeyde diyalog zeminleri korunmuş. Bizde ise çözüm süreci sonrası çok başka şeyler oldu. Şehirler yıkıldı, sokaklar mezarlığa dönüştürüldü, barış talep edenler işinden oldu, cezaevine konuldu. Barış yasaklandı.
AKP ve MHP ikilisine son iki yıl içinde Ergenekoncuların eklenmesiyle bölgesel nitelik kazanan Kürt sorununun çözümü uzun bir dönem ötelendi. Türkiye’nin Kürt sorununun çözümünün merkezi böylece İran, Rusya, ABD gibi ülkelere doğru kaymaya başladı. Artık Suriye’de normalleşme nasıl gelişirse ve kimler etkin ve belirleyici olursa Kürtlerin geleceğinin belirlenmesinde de ve doğal sonucu olarak da Türkiyelilerin geleceğinin de belirlenmesinde etkin olacak gibi görünüyor. Artık Kürt sorunun nabzı Suriye’nin çözüm sürecinde atacak gibi duruyor.
HDP, Eş Genel Başkanlığı Mithat Sansar’ın çözüm sürecinin yeniden başlatılması çağrısını, HDP’nin demokratik siyasette tutunma çabası ve barışın toplumsal zemini diri tutma çabası olarak anlamlandırmak gerek. Bunun ötesinde bir anlam yüklemeye çalışmak boşa çaba olur. HDP, siyasi oyun kurucu özelliğini yitirmiş, ancak sandık gücünü farklı nedenlerden dolayı büyük ölçüde koruyan bir parti. Buna rağmen Türkiye’nin siyasal krizinin demokratik zeminlerde ve demokratik bir yaklaşımla çözüm arayışlarına ciddi ve önemli katkı sunabilir durumda. Bunu muhalefet güçlerinin sağlıklı değerlendirmesi Türkiye’nin normalleşmesini hızlandıracaktır. Aynı zamanda 2013 yılındakine benzer bir çözüm sürecinin siyasal ve toplumsal zemininin yaratılmasının önünün açılmasına katkısı olacaktır. Barış veya çözüm için yeni bir siyasal odağın belirmesi muhalefetin yöneliminin Kürt sorununu kapsayan bir biçimde tanımlamasıyla mümkün olacaktır. Muhalefet Türkiye’de, Suriye’de, Irak’ta ve Libya’da barışı birlikte savunabilirse inandırıcı alternatif olabilir.
2-ENKS ile PYD görüşmelerinde ABD başta olmak üzere tarafların beklentisi ne?
Suriye meselesinin çözümü konusunda 2019 yılında beklenen ilerleme istenen düzeyde sağlanamadı. Astana görüşmelerinde de İran, Türkiye ve Rusya top çevirdiler. Suriye görüşmelerinde masada olan ülkeler kendi pozisyonlarını güçlendiremese de, diğer tarafı frenleme savaşı sürdürdüler. Türkiye’nin Kürt karşıtlığı politikası Suriye görüşmelerinde çok açık görünür oluyor. Kürtleri tehdit olarak gören Türkiye, sınır boylarını kontrol altına alma ve tampon bölge arzu ve girişimleri Kıbrıs konusunu akıllara getirmekte. Türkiye’nin tehdit algısını ve Suriye emelini paylaşan bir başka devlet yok. Başka bir ifadeyle Kürtlerin en az kazanımla çıkması konusundaki tutumunu paylaşan başka bir ülke yok. Aksine diğer ülkelerin her biri Kürtlerle ilişkilerini kontrollü bir biçimde canlı tutmaya, PYD’ye bir tür partner gibi davranmaya çalışıyorlar. Ancak ABD de Rusya da Türkiye’yi sert bir biçimde karşılarına almamaya özen gösteriyor. Bu çerçevede ABD ve Rusya arasındaki bilinen hamle yarışları Türkiye’yi tatmin edecek bir sonuç doğurmadı, istemleri hep havada kaldı.
Suriye krizin çözümde Kürtlerin kendi aralarındaki çelişkiler ve çekişmeler Kürtleri yıprattı, güçlerini, masadaki etkilerini azalttı. Daha da kötüsü, uluslararası ve bölgesel güçler bu çelişki ve çekişmeyi araçsallaştırarak bundan yararlandılar.
Türkiye’nin Rusya ve ABD‘nin de rızasıyla yaptığı siyasi ve askeri müdahale karşısında PYD’nin direnç gösterememesi bütün Kürtlerin kaybına yol açtı. ENKS Suriye Kürt bölgesinde etki alanını genişletmek amaçlarken, PYD pozisyonunu güçlendirmek, özerk yapıları kurumsallaştırmak istiyor.ABD’nin, bu iki Kürt gücü bir araya getirerek PYD’yi dizayn etme niyeti taşıdığı çok açık. Böylece, PYD’nin, PKK ile kurumsal ilişkisinin olabildiğince zayıflamasına yol açmayı ve Türkiye’nin rıza gösterebileceği bir PYD/Kürt bileşimi ortaya çıkarmayı murat ediyor. Bu ne kadar gerçekleşebilir kestirmek zor. Türkiye’nin ENKS ile PYD arasındaki ilişkileri bozmak ve görüşmelerin başarıyla sonuçlanmasını engellemek için KDP ve diğer Kürt siyasal güçler üzerinde müdahalede bulunduğu haberleri geliyor. Bu da Türkiye’nin ABD himayesinde başlayan süreçten rahatsız olduğunu gösteriyor.
PYD, Suriye Kürt bölgesinde inisiyatifini bütünüyle elden kaçırmadan ve yarattığı özerk kurumsallaşmayı mümkün olduğunca koruyarak bugünün koşullarında Kürtler için en iyi sonuca ulaşmak için ABD ile işbirliğini sürdürüyor. Bu ilişkinin uzun vadede ciddi handikaplar doğuracağı kesin ancak PYD’nin sıkışıklığını aşması kendisi için zorunluluk. Bu konuda başka bir tercih yapma şansları da yok. Kürtler arası işbirliğini geliştirmek ve ortak çözüm yolları üretmek Kürtlerin öncelikli sorunu. Bu konudaki gelişmelerin düzeyi hâlâ fazla iyimser olmamıza elvermiyor.
3-Irak Kürdistanı’nda yürütülen operasyonlar Suriye’deki gibi “kalıcı” bir yöneliş kazanabilir mi? Bu operasyonlar ABD’nin hilafına mı yönetiliyor?
Türkiye hedefinin Irak’ta da 30 km derinlikte bir “tampon bölge” kurmak olduğu anlaşılıyor. Görebildiğimiz kadarıyla Türkiye’nin, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetim bölgesinde PKK’ye askeri operasyon yapmasına karşı bölge veya uluslararası çevrelerde ciddi bir karşı duruş söz konusu değil. Bağdat ve Erbil yöneticilerinin yarım ağız operasyon karşıtı demeçleri dışında ciddiye alınabilecek veya caydırıcı bir tutum takınan yok. ABD’nin oluru var mıdır çok net değilse de, ciddi bir karşı duruşu söz konusu değil. Irak, ABD ve Türkiye arasında gizli bir mutabakattan söz ediliyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan ile ABD Başkanı Donald Trump PKK konusunda benzer siyasal tutuma sahipler. Bu nedenle PKK’nin varlığına yönelik askeri veya siyasi operasyonlar aralarında ciddi bir sorun yaratabilecek bir konu değil.
Burada sorun Türkiye’nin askeri operasyonları sürdürebilme kapasitesidir. Sıkışmış ve kriz içinde olan ekonominin askeri operasyonların ağır faturasını daha ne kadar kaldırabileceği önemli. Bu noktada Suriye’deki gibi kısmi sonuç dahi elde edilemeyen operasyonların “kalıcı” bir yöneliş kazanma olasılığı çok zayıf. Tampon bölge hayali gerçekleşemez.
Operasyonlarda PKK’nin büyük askeri kayıp verdiği bir gerçek. Ama askeri operasyonların siyasal sonuçlarının buna paralel ölçüde olmaması iktidar için büyük bir handikap oluşturmakta. Ancak Cumhur İttifakını bir arada tutan konulardan biri de PKK’ye karşı askeri operasyonlar ve Kürt sorununda izlenen siyaset olduğunu biliyoruz. İttifakın devamı için Recep Tayyip Erdoğan’ın ekonomik olanakları sonuna kadar zorlayarak ve siyasi risk ve gerilimleri göze alarak güvenlikçi politikalarda, askeri operasyonlarda ısrar etmekten başka çaresi yok.
Demokratik muhalefetin alternatif çözüm gücü olabilmesinin yolu bu türden güvenlikçi politikalar karşısında takınacağı tavır ve yaklaşımdan geçiyor. Kürt sorununun çözümüne hizmet eden politikalar geliştirmek, Irak’ta, Suriye’de, Kıbrıs’ta, Libya’da ve tabii ki Türkiye’debarışa bizi yaklaştıracak politikaları birlikte ve cesaretle savunmak inandırıcı siyasal çözüm odağı olmanın en önemli gereklerinden biridir.
4-Libya’ya kadar uzanan bir satranç tahtasında mı ele almak gerekir artık bu meseleyi?
Yukarıda da söz ettiğim gibi Türkiye barış sorunu veya başka bir ifadeyle Kürt sorununun çözümü artık her yönüyle bir Ortadoğu sorununa dönüşmüştür.Irak’ın işgaliyle Ortadoğu’nun yeniden dizayn hareketi, bölgede bütün taşları yerinden oynatmıştır. Vekalet savaşları dönemi başlattı. Akdeniz ve Ortadoğu sadece emperyalistlerin iştahlarını kabartmadı, Türkiye, İran ve İsrail gibi bölge devletlerini de fırsatı değerlendirmeye yöneltti. Türkiye’nin, Libya politikasını da bu çerçeve değerlendirmekte yarar var. Türkiye Libya konusuna askeri müdahalede bulunarak, aynı zamanda Libya konusunu Ortadoğu sorunun tam içine çekmiştir.
Ancak Türkiye, birçok cephede askeri operasyon yapabilecek ve herkesle didişerek kendine yol açabilecek güçte bir ülke olmadığı gibi bu türden askeri güçle ancak sorunlarını ağırlaştırabilir. Yeni Osmanlıcılık hayallerine kendini fazla kaptırmanın bedeli bir çok alanda bir de tepelenme sonucu doğurabilir. Başta Rusya ile olmak üzere birçok ülke ile yeni bir gerilim ve çatışma alanı yaratması Türkiye’nin başını her platformda ağrıtacak ve elini zayıflatacaktır.
Nitekim Suriye’deki kimi cihatçı silahlı grupları Libya’ya sevk ederek Suriye sorununu büyütmüştür. Türkiye, Kürt sorununun dallanıp budaklanmasına sebep olan politikalarla kendi ayaklarıyla çıkmaz sokağa girmiştir. Türkiye, bu satrancın kazananı olmaz.
Her yıl bir araya gelen bağımsız gönüllülerin yer aldığı Onur Haftası Komitesi tarafından gerçekleştirilen İstanbul LGBTİ+ Onur Haftası, bu yıl 28’inci kez kutlanıyor. “Ben Neredeyim” temasını edinen Onur Haftası bu yıl 22-28 Haziran tarihleri arasında kutlanacak. Korona virüsü pandemisi sebebiyle etkinlikler dijital olarak gerçekleşecek. Programın bütününe şuradan ulaşabilirsiniz.
ATÖLYE, PANEL VE FORUMLAR YAPILACAK
Onur Haftası’nın programında bu yıl da atölye, panel, söyleşi, forum ve parti gibi etkinlikler yer alıyor. Yapılacak etkinliklerin bazıları şöyle:
-Pandemi sürecinde evde kalma çağrıları ile evlerin LGBTİ+’lar için ne kadar güvenli olduğunu ele alacak olan Atanmış Aile Evlerine Sığanlar, Sığınanlar, Sığamayanlar” atölyesi,
-HIV mücadele ve aktivizminin konuşulacağı “HIV’e Dair Güncel Yaklaşımlar Paneli”,
-‘Diğerleri’nden ne kadar haberdarız diyerek ortaya çıkan “Mülteci LGBTİ+’lar LGBTİ+ Hareketinin Neresinde?” paneli,
-Farkı alanlardan lubunya deneyimlerine odaklanan “Neredeyiz? Her yerdeyiz!” söyleşisi,
-Güvenli alan üzerine konuşulacak “Nerede Güvendeyiz?” atölyesi, drag kültürüne dair tüm merak edilenleri ele alacak “Drag Queen” atölyesi,
-Mülteci ve göçmen LGBTİ+’ların hikayelerine odaklanacak “Yollardayım”: Queer Sığınma ve Göç Hikayeleri” söyleşisi,
-LGBTİ+lar ve yaşlılık üzerinde duracak “40+ LGBTİ+’ler Neredeler?” paneli,
-Cis-merkezci bir toplum ve mücadele zemininde trans öznelerin deneyimlerine yer verecek “Peki Translar Nerede? paneli,
-Barınma hakkı ve direniş olanakları arasındaki bağın öznelerin hikayeleri ve tanıklıkları ile sunulacağı “Dışlanma Mekanlarından Direniş Alanlarına: Kentsel Barınma Hakkının İzini Sürmek” paneli,
-Normal varsayılan pratiklerin dışında kalan AroAsların dayanışma ihtiyaç ve olanaklarını tartışacak “Aromantik Aseksüel(AroAs) Dayanışma Tüm Kuirlerin Dayanışmasıdır” söyleşisi.
Onur Haftası’nda ayrıca şu etkinlikler de gerçekleşecek: “Kesişimsel Öznellikler/Politikalar: LGBTİ+ ve Alevi Dünyalarını Birlikte Düşünmek” paneli; “Lezbidüşlerden Tarih Yazmak” ve “Eğlence Sektöründe Kadın Olmak” söyleşileri; “Bedenimdeyim”, “Bi+lemezsin”, “Atanmış aile evinde neredeyim?”, “Öğrenci LGBTİ+ Buluşması”, “Akışan Kimliklerimiz ve İlişkiler”, “Yoga”, “Şiir Atölyesi”, “Oryantal ile Beden Farkındalığı Arttırma”, “Ne-Be? Na-Bilinir? Nasıl-Bilinmez? Non Binary?”, “Açılma Sohbeti”, Trans+ Buluşması” atölyeleri; “Pandemi Sürecinde Beden ve Mekân” etkinliği; “Tariz Alıkıyoruz” isimli oyun; “Trans Kadınlar ve Trans Erkekler Buluşuyor”, “Aktivist (işçi) olarak Ben Neredeyim?”, “Vegan Forum”, “Kuir Sinemacılar Toplaşıyor!: Karantina” forumları ve her yıl gerçekleştirilen “Ben Neredeyim” Tema Forumu.
HORMONLU DOMATESLER SAHİPLERİNİ BULACAK
Bu yılki Onur Haftası’nda her yıl olduğu gibi halk oylamasıyla kazananı belirlenen Hormonlu Domates LGBTİ+Fobi Ödülleri 16. kez sahiplerini bulacak. Yıl boyunca homofobik, bi+fobik, transfobik, interfobik, artıfobik söylem ve eylemlerin “ödüllendirileceği” 16. Hormonlu Domates LGBTİ+Fobi Ödül Töreni, 26 Haziran Cuma günü saat 20:00’da online olarak gerçekleşecek.
ONUR YÜRÜYÜŞÜ DE ONLINE YAPILACAK
Son beş yıldır İstanbul Valiliği tarafından yasaklanan Onur Yürüyüşü, komite tarafından alınan kararla online platformlar üzerinde Taksim’de buluşma kararı aldı. Detayları henüz açıklanmayan yürüyüşün, korona virüsü tedbirleri kapsamında online olarak yapılacağı belirtildi.
20 Haziran Dünya Mülteci Günü vesilesiyle Birlikte Yaşamak İstiyoruz İnisiyatifi tarafından yayınlanan bildiride Corona virüsü kriziyle birlikte göçmenlerin hayatlarının daha da kırılganlaştığı vurgulanırken insan haklarından faydalanmanın, mülteci/göçmen/kaçak göçmen ayrımlarıyla statüye bağlı olmaktan çıkarılması ve eşit olarak herkese sağlanması gerektiği belirtildi.
Bu açıklamayı okurlarımızla paylaşıyoruz:
İltica bir haktır
Sınırsız, sömürüsüz, sürgünsüz bir dünya!
20 Haziran Dünya Mülteci Günü, ülkesindeki zulüm tehdidinden, şiddet ve çatışmadan kaçan milyonlarca insanın cesaretini, gücünü ve azmini kutlamak amacıyla ortaya çıktı. Bizler de mültecilerin/göçmenlerin gösterdikleri hayat mücadelesininin farkındayız ve beraber adil bir toplumda yaşamak istiyoruz. Çünkü biliyoruz ki mülteci/göçmenlerin haklarına erişebilmeleri sadece mültecileri/göçmenleri değil hepimizi ilgilendiriyor. Kişilerin ten rengine, kimliklerine, hukuksal statülerine ya da ekonomik koşullarına göre insan haklarına erişebildiği, ırkçılığın sıradanlaştığı toplumlarda yaşamanın bedelini sadece mülteciler/göçmenler değil her birimiz farklı şekillerde ödüyoruz.
Geçmişte olduğu gibi bugün de mülteciler/göçmenler ayrımcı ve ırkçı söylemlerin ve saldırıların hedefi olmaya devam ediyorlar. İşsizliğin, ücret eşitsizliğinin, yüksek kiraların mağduru iken nedeni olarak gösteriliyorlar. Öldürüldüklerinde bile haber değeri taşımıyor ancak bir suçun faili olarak lanse edilmek istendiklerinde haber, sosyal medyada nefret paylaşımlarının öznesi olabiliyorlar. Bizzat İçişleri Bakanlığı tarafından suça karışma oranları toplumun geri kalanına oranla çok düşük olduğu açıklansa da potansiyel suçlu olarak etiketleniyorlar. Neredeyse tamamı uluslararası fon kuruluşları tarafından sağlanan çok yetersiz yardımlarla geçimlerini sağlamak zorunda kalan mülteci/göçmenler toplumun büyük kesimi tarafından bir “yük” olarak görülürken, iş piyasasına dahil olup, ayakları üzerinde durabilmeyi başaranlara da mevcut işleri yerel halkın elinden “çalan kişiler” olarak bakılmaktadır.
Medyada “kaçak” göçmen haberlerininin altında botlarda, hudut kapılarında gördüğümüz kişilerin insan olduğunu, birilerinin annesi, kardeşi, arkadaşı olduğunu tekrar hatırlamalıyız artık. Sosyal medyada yükselen ırkçı nefret söylemlerini kınıyor, tüm siyasi partileri ve hak örgütlerini ırkçılığa ve insan hakkı ihlallerine karşı mücadele etmeye çağırıyoruz.
Türkiye, 1951 Cenevre Mülteci Hakları Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafi çekince nedeniyle, mülteciliğin tanımında yer alan zulüm tehdidinden, şiddet veya çatışmadan kaçsalar bile Avrupa dışından gelenlere mültecilik statüsü vermiyor. Suriye’den gelenlere verilen Geçici Koruma Statüsü, mültecilik statüsü altında verilen haklara kıyasla çok kısıtlı kalıyor. Suriyeli göçmenler dışındaki göçmenlerin ise uzun süredir Uluslararası Koruma Statüsü başvurusu kabul edilmiyor. Bu da özellikle Afganistan’dan ve Afrika’nın çeşitli ülkelerinden gelen göçmenleri kayıtsız ve dolayısıyla eğitim, sağlık, çalışma gibi haklara erişemez halde bırakıyor.
Corona virüsüyle birlikte “hepimiz virüse karşı eşitiz” denilse de virüs, dezavantajlı grupların kırılgan hayatlarını daha da kırılgan hale getirdi. Kayıtsız göçmenler ölümle karşı karşıya kaldıkları hallerde bile sağlık hizmetlerine erişemediler. Sınır dışı edilme riski sebebiyle zaten bulundukları illerde adeta hayalet gibi hayatlarını sürdürmek zorunda kalan kayıtsız göçmenler pandemi sürecinde kaçak olarak çalıştıkları işlerde de çalışamadıkları ve yardımlardan yararlanamadıkları için daha da zor durumda kaldılar. Sokağa çıkma yasağı döneminde kaçak çalışmak zorunda kalanların da bazı işverenler tarafından hayatlarını riske atmaları pahasına işe gelmeleri istendi. Mültecilere/göçmenlere ait kaçak sağlık kuruluşlarının haberleri yapılırken, bu kuruluşların neden ortaya çıktığını kimse sorgulamadı. Yunanistan’a geçişlerine engel olunmayacağı Türkiye hükümeti tarafından duyurulduktan itibaren Pazarkule sınır kapısında 1 ay zorlu koşullarda beklemelerinin ardından sağlık tedbirleri gereği bulundukları yerden alınıp insanlık dışı koşullara sahip Geri Gönderme Merkezleri’ne kapatılan mültecilere/göçmenlere bu salgın döneminde ne olduğu pek fazla merak uyandırmadı.
Hem Türkiye hükümeti hem de AB tarafından politik manevraların aracı olarak kullanılan mülteci/göçmenlerin sömürülmelerine son verilmelidir. İnsan haklarından faydalanmak, mülteci/göçmen/kaçak göçmen ayrımlarıyla statüye bağlı olmaktan çıkarılmalı, eşit olarak herkese sağlanmalıdır. Sosyal yardımların sadaka şeklinde keyfi dağıtılması sistemsel bir sorunken, mültecilerin bu toplumun bir parçası olarak bu yardımların dışında tutulması da tıpkı sağlık hizmetlerine erişimde yaşanan sorunlar gibi bir hak ihlâlidir.
Hem Türkiye’de hem de dünyada daha eşit ve adil bir toplumda yaşamak istiyorsak mülteci/göçmen hakları mücadelesinin hepimizin mücadelesi olduğunu savunmalıyız. Bu yüzden bu çığlık ABD’deki “Black Lives Matter” hareketinden Türkiye’deki mültecilere/göçmenlere kadar, sistematik olarak ezilen, yok sayılan, görmezden gelinen kesimlerin çığlığıdır!
Sosyalist Emekçiler Partisi, İşçi Demokrasisi Partisi, Başlangıç Kolektifi ve Sosyalist Demokrasi için Yeniyol yayınladıkları ortak deklarasyonla pandemiyle derinleşen işsizliğe dikkat çekerek, çalışma saatlerinin kısaltılması, servet vergisi, kamulaştırma ve geliri olmayanlara bir yaşam gelirinin sağlanması gibi taleplerin etrafında birleşik mücadele çağrısında bulundu.
Deklarasyonun bütünü şöyle:
COVİD-19 ile Mücadele Kapitalizmle Mücadeledir:
Herkese iş ve gelir güvencesi için birleşik mücadeleye!
COVİD-19 salgını, kapitalist hükümetler ve büyük patronlar tarafından krizin yükünü dünyadaki işçi sınıfı ve halk kesimlerinin sırtına yüklemek için kullanılıyor. Küresel ölçekte halihazırda milyonlarca insan işini kaybetti veya ücret kesintisi yaşadı. Tüm kıtalarda yoksul nüfusun geniş kesimleri açlıkla karşı karşıyalar. Salgından en çok etkilenenler emekçi kesimler olurken, yine salgının derinleştirmiş olduğu ekonomik ve toplumsal krizin bedeli de dünyanın ezilen, sömürülen ve güvencesiz kesimlerinin üzerine yüklenmeye çalışılıyor. Kapitalistler ve onların iktidarları için en önemli mesele ise milyarlarca insanın sağlığı ve onurlu yaşamı değil, kendi servet ve kârlarını muhafaza etmek. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi!
Salgının başlangıcından bu yana AKP iktidarı patronlara “kalkan” olup kredi, vergi ve prim destekleri açıklarken, emekçilere daha fazla işsizlik, yoksulluk ve güvencesizliği reva görüyor. Dört kişilik bir aile için açlık sınırı 2,438.24, yoksulluk sınırı ise 7,942.17 TL iken ekonomik krizle birlikte temel tüketim maddelerinin fiyatlarındaki artış emekçilerin alım gücünü yerle bir etmiş vaziyette. Buna 13 milyonu aşkın kişinin işsiz olduğunu eklediğimizde karşımıza çıkan şu: ülke nüfusunun yarısından fazlası yoksulluk sınırının altında bir gelirle yaşamaya mahkûm ediliyor! Böylesi bir durumda iktidar “işten çıkarmaları yasaklıyoruz” yalanının arkasına sığınarak ücretsiz izne meşruluk kazandırıp işçilerin 1170 TL’lik sefalet ücretine rıza göstermesini bekliyor. İşsizlik de insanca yaşayacak bir gelire sahip olamamak da emekçilerin, kadınların ve ezilenlerin kaderi değil! Bu AKP iktidarının politik tercihlerinin bir sonucu!
Biz biliyoruz ki, emekçilere insanca yaşayacak bir geliri sağlamak için kaynak yaratmak mümkün. Ancak krizi yaratanlar, faturasını da biz emekçilere ödetmeye çalışıyor. Kamu yararına yeterli kaynak ayrılmazken kapitalistler kendi servet ve kârlarını korumanın peşindeler. Türkiye’nin en zengin yüzde 1’lik kesimi ülke toplam servetinin yüzde 42,5’una sahipken iktidar yoksulluk sınırı altında yaşayan yüzde 50’ye İBAN gönderip, bağış istiyor! 13 milyonu aşkın işsiz varken işçilerin ürettiği değerle oluşan ve 130 milyar TL’nin biriktiği işsizlik fonu hazine bonosu olarak Merkez Bankası’na veriliyor. Emekçiler yoksullaşırken bankalar 2020 yılının ilk üç ayında 15 milyar TL kâr elde ediyor, hükümet köprü ve otoyol geçiş garantisi adına patronlara 18,9 milyar TL ayırıyor.
Tüm bu tablo, herkese iş ve gelir güvencesinin sağlanmasının, pandemi süresince ve krizin sonuçlarının derinleşerek devam edeceği salgın sonrasında da ezilenler, sömürülenler ve güvencesizler için en can yakıcı mesele olduğunu bizlere göstermektedir. İşsizlik sorununu çözmek ve emekçiler için insanca yaşamayı olanaklı kılacak bir yaşam geliri sağlamak mümkün. Bunun yolu kapitalizme, onun sömürü politikalarına ve yarattığı sosyal eşitsizliğe karşı acil talepler etrafından emekçilerin birleşik mücadelesini örmekten geçiyor.
Herkese iş güvencesi!
İşten çıkarmalar gerçekten yasaklansın! Ücretsiz izin uygulamasına derhal son verilsin!
6 saat iş günü uygulansın! Çalışma süresi haftalık 30 saat olsun! Ücretler düşürülmeksizin çalışma saatleri kısaltılarak işler tüm çalışabilen nüfus arasında paylaştırılsın!
İş yerlerinde iş sağlığı ve güvenliği önlemleri işçiler tarafından denetlensin!
Herkese gelir güvencesi! Emekçiler için kaynak var!
İşsizlik fonu işçilerin denetimine geçsin ve sadece emekçiler yararına kullanılsın!
En zengin yüzde 1’den yüzde 20 oranında servet vergisi alınsın!
Özel sektör finans ve bankacılık kuruluşlarının kârlarına ek bir COVİD vergisi uygulansın!
Yap-işlet-devret (YİD) işletmelerinin tüm ödemeleri durdurulsun, tamamı derhal kamulaştırılsın!
Emekçilerin denetiminde bir acil durum fonu oluşturulsun!
Acil durum fonunda toplanacak tüm bu kaynaklar emekçilerin denetiminde kamu yararına kullanılsın! Asgari ücret insanca bir yaşam sürmeye yetecek seviyeye çekilsin! Emekli maaşları ve tüm ödenekler en az asgari ücret seviyesine çekilsin!
Geliri olmayanlara, herhangi bir başka koşula bağlı olmaksızın insanca yaşamayı olanaklı kılacak bir yaşam geliri sağlansın!
“Bana bir kapitalist gösterin, size kan emicinin kim olduğunu göstereyim” diyen Malcolm, İngiltere’deki Asyalılar gibi, Müslüman olmayan, ancak ırkçılığın muhatabı olan herkesle dayanışma göstermiştir. Irkçılığın kapitalizmle olan kan bağına vurgu yapan Malcolm, bu nedenle devlet için büyük bir tehlike arz etmeye başlamış, FBI’ın sıkı gözetiminde olmasına rağmen konuşma yaparken, kalabalık bir salonda katledilmiştir.
George Floyd’un ırkçı bir polis tarafından katledilmesinin ardından başlayan eylemler neredeyse ABD’nin tüm eyaletlerine yayıldı. Afrikalı kölelerin gemilere zorla doldurularak, ciddi bir kısmının henüz Atlantik’te hayatını kaybetmesine neden olan, uzun yolculuklar sonunda bu yeni kıtaya taşınmasıyla başlayan ırkçı zulüm tarihi, bu cinayetle birlikte kendisini capcanlı hissettirdi. Bu eylemler, baskı ve zulüm tarihinin hafızasıyla ilişkili bir şekilde bir öfke patlaması halini aldı.
Irkçılığa karşı sokağa çıkanlar dünyanın birçok yerinden vicdanlı insanlar tarafından desteklenirken, kendi siyasi çıkarlarına bir malzeme sağlamadığı sürece bu tür eylemlere ilgisiz olan AKP cenahı da, eylemler henüz dünyanın diğer ülkelerine yayılmadan, eylemlere destek sunan bir söylem geliştirdi. AKP’liler tarafından yazılan yazıların ve yapılan paylaşımların temel figürü ise Malcolm X oldu. Bu hafta iktidar mahfilinde yer alanların bu eylemlere yönelik tepkilerini ve Malcolm X’in, gerçekten yerli ve milli İslamcılar tarafından oturtulan yerde mi olduğunu tartışalım derim.
Hapishaneden liderliğe
Malcolm Little, 1925’te yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Anne ve babası, siyah özgürlük hareketinin efsanevi lideri Marcus Garvey’in örgütünde çalışan militan insanlardır. Bu nedenle Malcolm’un çocukluğu, ailesine yönelen Ku Klux Klan terörüyle geçer. Evleri yakılır, anne ve babası sürekli saldırıya uğrar. Ergenliğinin sonuna doğru Malcolm, Harlem’e gider. İlk dönem ayakkabı boyacılığı, seyyar satıcılık gibi işlerle uğraşsa da, kısa süre sonra ABD kapitalizminin ürettiği suç çemberinin içerisinde bulur kendini, 19 yaşında hapse girer.
Hapishane’de, Wallace D. Fard tarafından kurulan İslam Milleti adlı örgütle tanışır ve dindar bir Müslüman olur. Dini kitapların yanı sıra dilbilim ve retorik üzerine çalışarak kendisini geliştirir. Köle sahiplerinin atalarına verdiği ismi reddetmek için Little soy ismini X ile değiştirir. Hapishaneden çıktığında kendisini tamamen İslam Milleti’nin faaliyetlerine adar. Söylev yeteneği ve karizmatik kişiliği ile kısa sürede örgütün lideri Elijah Muhammed’in sağ kolu olur. Özellikle 50’lilerin sonunda Malcolm X’in etkisi, Muhammed’i aşmaya başlar. Bu dönem bir ayrışma ortaya çıkar. Malcolm, daha sert ve daha politik bir mücadele hattını savunur ve vaaz ederken, Muhammed politikadan uzak durmaya çalışır, ırkçı şiddet karşısında artan radikalizmi dizginlemek için çabalar.
Malcolm otobiyografisinde bu dönemi şöyle anlatır: “Şu Müslümanlar sert konuşuyorlar, ama işin ucu Müslümanlara dokunmadıkça bir şey yapmıyorlar”. Kennedy suikastı sonrasında Muhammed yas ilan edip, örgüte sessizlik emri verirken, Malcolm, Kennedy’nin ettiğini bulduğunu demeye getirir ve örgüt tarafından ceza alır, bunun üzerine İslam Milleti’nden istifa eder. Yaklaşık bir yıl sonra ise, İslam Milleti üyeleri tarafından, FBI’ın ve polisin sistemli göz yummasıyla katledilir. Öldürüldüğünde 39 yaşındadır.
Özgün bir İslam anlayışı
Malcolm Little’ın Malcolm X olmasında İslam Milleti’nin ve İslam’ın rolü çok büyüktür. Ancak İslam Milleti’nin İslam anlayışı, “heretik” olarak tanımlanabilecek düzeyde, İslam’ın birçok mezhebinden tamamen farklıdır. Örgütün kurucusu Fard’ın ortaya koyduğu, ardından Muhammed’in geliştirdiği bu anlayışa göre, siyahlar Allah’ın seçkin kullarıdır ve beyazlardan üstündürler. Bazı kafir bilim adamlarının (Yakup) günahları sonucunda ortaya çıkan beyaz şeytanlara karşı mücadele eden siyah Müslümanlar, tamamen siyahlardan oluşan bir ülke kurmak zorundadırlar. Elijah Muhammed, sadece bir örgüt lideri değil, bir peygamberdir.
İslam’ın bu özgün yorumunun temel nedeni dinin hayattan çıkmasıdır. Siyahlar, beyaz egemenliğe karşı verdikleri mücadelede, dini alanı da dönüştürmüştür. Siyah İsa’nın keşfedildiği, Hıristiyanlığın benzer bir özgünlükle yorumlandığı siyah kiliselerden, Etiyopya İmparatoru Haile Selassie’nin (Ras Tafari) peygamber ilan edildiği, Hıristiyanlık ile Musevilikten birçok temayı aynı potada eriten Rastafaryanizme kadar birçok cemaat ya da başlı başına din, siyah mücadelesinin dinamikleri sonucu ortaya çıkmıştır. İslam Milleti de, beyaz ve sömürgeci güçlerle özdeşleşen Hıristiyanlığa karşı İslam’ın tercih edildiği, ancak siyah bir İslam’ın da icat edildiği bir örnektir.
Bizim yerli ve milli İslamcılarımızın anlatmayı sevdiği hikâye, Malcolm’un bu heretik İslam’a karşı Sünni İslam’ı savunduğu için örgütten ayrıldığı, sonrasında Hacca giderek ümmetin evladı olduğu yönündedir. Oysa, Malcolm’un örgütten ayrılmasının başat nedeni, radikal, şiddet kullanmaktan imtina etmeyen ve politik bir siyah hareketini savunması, Muhammed’in bunun karşısında durmasıdır. Yani ayrım dini değil politiktir.
Malcolm’un örgütten ayrıldıktan sonra Hacca gittiği bir gerçektir. Ancak bu tarihten itibaren Malcolm rotasını tamamen Afrika’ya yönlendirmiş, ümmetçilik değil Pan-Afrikanizm doğrultusunda politikasını şekillendirmiştir. İslam Milleti gibi güçlü bir örgütten ayrıldıktan sonra İslam içi bir arayışa girmek politik bir tercihtir. Malcolm, ayrılık sonrası kurduğu Müslüman Cami Hareketi’ni değil, bundan sonra kurduğu Afro-Amerikan Birlik örgütünü büyütmeye çalışmış, başta sivil haklar hareketi ve Marksist yapılar olmak üzere diğer hareketlerle işbirliği geliştirmiştir. Onun bu dönemini dini arayışları değil, politik arayışları belirlemiştir.
“Bana bir kapitalist gösterin, size kan emicinin kim olduğunu göstereyim” diyen Malcolm, İngiltere’deki Asyalılar gibi, Müslüman olmayan, ancak ırkçılığın muhatabı olan herkesle dayanışma göstermiştir. Irkçılığın kapitalizmle olan kan bağına vurgu yapan Malcolm, bu nedenle devlet için büyük bir tehlike arz etmeye başlamış, FBI’ın sıkı gözetiminde olmasına rağmen konuşma yaparken, kalabalık bir salonda katledilmiştir. Malcolm’un mirası da, ABD’de Sünni bir Müslüman hareketinde değil, Kara Panterler Partisi gibi radikal siyasi oluşumlarda cisimleşmiştir. KPP’nin militanlarından Mumia Ebu-Cemal’in dediği gibi, bu gençler kendilerini Marksist-Leninist ve Malcolmist olarak tanımlamıştır (Biz Özgürlük İstiyoruz, çev. Mehmet Harmancı, Agora Kitap, 2004, s.77).
Adalet, eşitlik ve özgürlük
Dünyadaki olayları kendi siyasetine yaradığı noktada destekleyip, lanetleyen yerli ve milli İslamcılığımız için Malcolm X, neredeyse baştan kurgulanmış, ABD’li bir Müslüman imgesidir. Oysa Malcolm, beyaz üstünlükçü bir sisteme kafa tutarken, diğer yandan dini kullanarak kendisini zengin eden, siyahları ekonomik ve cinsel olarak sömüren dinbazlara karşı da mücadele etmiştir. Onun sözleri “selam ve dua ile” değil “adalet, eşitlik ve özgürlük” sloganlarıyla son bulmuştur.
AKP’lilerin ABD’deki ırkçılığa, baskıya, adaletsizliğe karşı başlayan eylemleri desteklemesi tamamen araçsal, gündelik siyasal bir söylem geliştirmek amacıyladır. On kişilik basın açıklamalarının bile polis şiddetiyle dağıtıldığı, ifade özgürlüğünün tutuklama silahıyla darmadağın edildiği, seçilmiş belediye başkanlarının idari kuvvetle makamlarından alınıp hapse atıldığı, KHK’lar ile yüz bini aşkın insanın apartheid benzeri bir sistemle sivil ölü haline getirilmek istendiği, polis şiddetinin açıkça teşvik edildiği bir ülkenin muktedirleri, bu tür eylemleri kendi suçlarını meşrulaştıran, normalleştiren, aklayan bir fırsat olarak görmektedir.
Eylemlerin arkasında dış güçleri ve komplocu örgütleri arayan, toplumun kültürel kutuplaşmasını derinleştirmek için elinden geleni yapan, eline İncil’i alıp kilise önünde poz veren, destekçilerini sokaklara davet eden Trump’ın mı, yoksa “nerede eşitlik, özgürlük ve adalet için mücadele eden varsa onların yanındayım” diyerek isyan kuşağına ilham olan Malcolm X’in mi iktidar mahfillerinin yakınına düştüğü, cevabı çok zor olmayan, bir sorudur.
Dünyanın dört bir yanında, çıkarlar değil ilkeler doğrultusunda sokaklara çıkanların yoldaşlığı, kanlı bıçaklı görünenler dahil, bütün muktedirleri tek bir kampta toplayacaktır, er ya da geç.