İmdat Freni

admin

Deus Ex Machina. Bedenin Mekanikleşmesine Karşı Direnişler – Michael Löwy

Antik tiyatroda Olimpos’un tanrıları çatışmaları çözmek veya trajik çıkmazlara bir çözüm bulmak üzere gökten inerlerdi: Mekanik bir çark sistemi bu kurtarıcı müdahaleyi sahneye koymayı sağlıyordu. Gayet iyi bilinen deus ex machina ifadesi buradan gelir. Modern kapitalist medeniyette bu mizansenin doğası değişti; şimdi machina’nın kendisi deus rolünü oynuyor, gerçek bir ilahmışçasına diz çökerek tapınılıyor ona ve tüm zorluklara mucizevi bir çözüm getirmesi bekleniyor. Olabildiğince hoşgörüsüz bir tekno-bilimsel ruhban sınıfı tarafından ritüelleri ihtişamlı bir şekilde gerçekleştirilen makine dini çağında yaşıyoruz. Yeni deus machina, ataları Baal veya Moloch’la karşılaştırılamayacak ölçekte insanların kurban edilişine ihtiyaç duymaktadır. Ve tüm ilahlar gibi, insanları kendi suretine, yani makinenin suretine göre şekillendirmeyi amaç olarak koyar önüne. 

Dolayısıyla bu makine dininin ilk emri insanların Aygıtlara tabi kılınması ve son tahlilde bedenlerin ve ruhların tümüyle mekanikleşmesi. René Descartes’ı bu yeni tapıncın kurucusu olarak görebiliriz. Metafizik Düşünceler’inde “insanı çarklardan ve yaylardan meydana gelen bir saat” gibi gördüğünü yazıyordu. Mekanik rasyonalitenin Kartezyen ruhu daha iyi özetlenemezdi. Elbette 18. Yüzyılın Sanayi Devrimi metafizik spekülasyonlar aşamasından pratik çalışmalarınkine geçmeyi sağladı. “Liberal ve insancıl” müteşebbis Josiah Wedgwood’un güzel ve kuvvetli ifadeleriyle amaç “insanları hata yapması mümkün olmayan makinelere dönüştürmek”tir. Peki ulaşılabildi mi bu hedefe? Kısmen evet diyebiliriz sanırım. 

İngiltere’de şair Heinrich Heine şu gözlemde bulunuyordu: “Makineler insanlara, insanlar da makinelere benziyor”. Atalarımız olan Luddistler’in gayet iyi kavradığı gibi bu yeni makinelerin amacı insanların çalışmasını hafifletmek değil işçileri Üretim Aygıtının çarkları haline getirmekti. Zor Zamanlar’da Charles Dickens daha o zamanlardan mekanik döngülere zincirlenmiş işçilerin koşullarını tasvir ediyordu; fabrikadaki buhar makinelerinin pistonlarının hareketini tarif etmek üzere “melankoliden delirmiş bir filin kafası gibi tekdüze biçimde inip kalkan” bir ritimden söz ediyor. Güzel olmasına güzel bir imge, fakat hiçbir şekilde gerçekliğe uymayan bir mukayese: Hiçbir fil, ne denli delirmiş veya melankoliye kaptırmış olsa da kendini, mekanik hareketin sonsuz, bitmek bilmeyen o ezici tekdüzeliğini tekrar edemez… 

Bu yöndeki köleleştirmede, bu kez devasa sayılabilecek bir diğer adım Henri Ford tarafından atılır. Aldous Huxley’in tarif ettiği cesur yeni dünyanın iyi yurttaşlarının dualarında “Our Ford” olarak geçen Henri Ford hem iğrenç bir makineyi, insanların hayatları boyunca tutsak kalacağı tekerlekli bir demir kafesi kitlesel biçimde üretti, hem de işbirlikçisi Taylor ile birlikte bant sistemine dayalı üretim yöntemini, emekçileri Makinenin tekerrür eden hareketlerine bütünüyle tabi kılan bilimsel şaheserini icat etti.

Kaptan Ludd’un dostları uğursuz makinelere çekiç ve baltalarla saldırırken kültürel alanda insan yaşamının mekanikleşmesi kabusuna ilk isyan edenler romantikler olmuştur. Romantizmin liberter ve devlet-karşıtı ruhu, 1797’de “Alman İdealizminin En Eski Sistemi” adlı anonim (fakat muhtemelen Schelling tarafından kaleme alınmış) bir belgede ifade edilen şu inançtan ilham alıyordu: “Her devlet özgür insanlara mecburi olarak bir mekanik çarklar sistemi gibi muamele eder”. 

Hoffmann’ın Kum Adam’ının Opera Uyarlaması

Romantik yazarlar bedenlerin topyekûn otomatikleştirilmesi kabusunu iliklerine kadar hissediyorlardı. E.T.A Hoffmann Kum Adam’da, güzel Olympia’ya çılgınca âşık olan bir adamı anlatır. Fakat bu kişi, harikulade biçimde şarkı söyleyen ve dans eden Olympia’nın hareketlerinin ve sözlerinin “makinenin işleyişini anımsatan düzenli ve nahoş bir ritme sahip” olduğunu fark etmiyordu. Hikâye dramatik biçimde bu otomat-kuklanın, gözlerinin fiyatı hakkında tartışan iki şeytani yaratıcısı tarafından parçalarına ayrılmasıyla sona erer. Hoffmann hakkında bir değerlendirmesinde (1930) Walter Benjamin masallarının otomatik ile şeytani olanın özdeşliğine dayalı olduğunu, yazara göre modern insanın yaşamının “içindeki Satan tarafından yönetilen rezil bir suni mekanizmanın ürünü” olduğunu gözlemler. 

Benjamin içinse şeytandan ziyade ne boynuzu ne kuyruğu olan fakat kuvvetle muhtemeldir ki çatallı dile sahip bir başka efendi Aziz Mekaniğin iplerini çekiştirmektedir: Sermaye. Tamamlanmamış büyük eseri Pasajlar Kitabı’nda, hiç şüphesiz Marx’ın analizlerinden esinlenerek şöyle yazar: Makinelerin verdiği terbiye sonucu emekçiler “hareketlerini otomatın tekdüze ve kesintisiz hareketine uyumlandırmak” zorundadır. İşçi derin bir haysiyet kaybına uğrar ve “çalışması deneyime tümüyle kapalı” hale gelir. Deneyim yitimi, Benjamin’in gözünde, bireylerin robota dönüşümüyle yakından ilintilidir: Makineyle boğuşan emekçilerin anlamdan yoksun, tekrar eden ve mekanik hareketlerini Edgar Alan Poe ve E.T.A Hoffmann tarafından tarif edilen, kalabalık içinde yürüyenlerin otomatı andıran hareketlerinde de bulabiliriz. Her iki kesimin de davranışları tepkimeye dayalıdır, tıpkı “hafızalarını tümüyle tasfiye etmiş” çarklı kuklalar gibi. Otomat alegorisi, kapitalist sanayi medeniyetinde bireylerin yaşamının mekanik, tekdüze, boş ve tekerrüre dayalı karakterine dair keskin algı Benjamin’in son yazılarını kat eden büyük işrak[1] temalarından biridir.

Bedenlerin ve ruhların mekanikleşmesi aynı zamanda cyborg’ların, bedenleri “bilgisayara bağlanmış” insanların yaratımıyla “bilimsel” bir biçim alabilir. Kimi zaman da “asosyal” davranışları denetlemek için beyne elektrotların yerleştirilmesine dayalı deneylerle “tıbbi” bir şekle bürünebilir. Yetmişli yılların liberter esinli muazzam bir romanı olan Zamanın Kıyısındaki Kadın’da Amerikalı yazar Marge Piercy Meksika kökenli bir kadının isyanını anlatır. Zihinsel yolla gelecekte seyahat etme kabiliyetine sahip olan bu karakter akıl hastası olduğu iddia edilerek bir psikiyatri kliniğine kapatılır; beyin cerrahisine ve iradenin elektronik kontrolüne ilişkin bilimsel deneyler için bir denek haline gelecektir. Ancak laboratuvar şeflerinin kahve makinesine zehir dökerek kaçmayı başaracaktır…

Bireylerin çalışma süreçlerinde, “serbest zamanlarında”, toplumsal ve kültürel hayatlarında ve hatta duygusal ilişkilerinde makinelere tabi kılınmasına karşı, insanların mekanik kuklalara dönüşmesine karşı bazı sürrealistler tepki gösterir. Bu mücadelede gizli silah olarak kara mizahı kullananlara karşı özel bir yakınlık duyuyorum. Birçok örnek arasından bilhassa çarpıcı olan bir tanesini nakledeyim: Jan Svankmajer’in Sürrealist Medeniyet (1976) adlı derlemede yayınlanmış olan kısa metni “Gelecek Mastürbasyon Makinelerinin”. Zanaatkârane versiyonunda bu makine, erkekler için, doğal boyutlarda bir kadın biçimine sahiptir fakat “çok orijinal bir mekanizma”yla donatılmıştır: Mastürbasyoncu kişi penisini “vajinal orifis niyeti gören” bir gediğe “kendisinin harekete geçirdiği bir sarkaç sayesinde mastürbe edilmek amacıyla sokar”. Stadyumlarda, garlarda, otellerde vs. kamunun hizmetine sunulmuş olan otomatik versiyonunda ise mastürbasyon makinesi deliğinden içeri atılan bir madeni parayla çalışır ve tıpkı telefon kulübelerindeki gibi devam edebilmek için üç dakikada bir yenisini atmak gerekir. Bu muhteşem icat kişiyi “partnere dönük usanç verici adımları atmaktan ve kur yapma zorunluluğundan kurtarır”.

Hans Bellmer, “The Doll” (Bebek), 1949.

Sürrealistlerin bedenin mekanikleşmesine ilişkin (olumsuz) tutumunu şiirsel bir şeklî dönüşüm nesnesi haline gelmiş mankenlere -Chirico’nun “Tedirgin Edici Esin Perileri”- veya -Hans Bellmer tarafından erotik imalarla uzuvları farklı biçimlerde birleştirilmiş- oyuncak bebeklere yönelik hayranlıklarıyla karşılaştırmak ilginç olurdu. Bu iki figürde makineleşme değil söz konusu olan, Pygmalion mitindeki gibi heykelin canlı bir bedene sihirli dönüşümüdür. Ody Saban’ın ateşli pentürleriyle Virginia Tentindo’nun leziz heykellerini en büyüleyici ifadeleri arasında sayabileceğimiz şiirsel erotizm, makine tapıncının dondurucu soğukluğuna karşı sunulmuş par excellence sürrealist alternatiftir.

Bireysel ve kolektif serbest öznelliğin en üst ifadesi olan otomatik yazım[2], öznenin modern “otomasyon” süreci tarafından yıkıma uğratılmasına karşı radikal bir sürrealist misilleme değil midir? En azından ben öyle olduğunu düşünüyorum. Enfes beden, motor yağı değil de yeni şarabı içmeyi sürdürdükçe umut tükenmemiş demektir…[3]

Çeviri: Uraz Aydın

Ody Saban, Aşka Gülümsüyoruz, 1999

[1][1] Rasyonel olmayan, daha çok dini-mistik bir aydınlanmayı, bir içedoğuşu ifade eden illumination’ın Türkçesi için tasavvufta aynı anlamı taşıyan “işrak”ı kullanıyoruz. (Ç.N.)

[2] Bilincin veya iradenin herhangi bir biçimde müdahale edemediği, düşüncenin serbest akışının “otomatik” olarak aktarıldığı yazım (veya çizim) biçimi. Bu, sürrealizmin temel tanımıyla iç içe geçen bir kurucu pratik olarak görülebilir. André Breton Sürrealizm Manifesto’da (1924) sürrealizmi şöyle tanımlıyordu: “Kişinin, düşüncenin gerçek işleyişini sözel, yazılı ya da başka herhangi bir şekilde ifade etmeyi seçtiği katıksız ruhsal otomatizm; Estetik veya ahlaki kaygılardan arınmış olarak, mantık tarafından uygulanan hiçbir kontrolün geçerli olmadığı, düşüncenin kendini ortaya koyduğu bir düzlem”. (Ç.N.)

[3] Yazar burada Leziz Ceset adıyla anılan sürrealist oyuna gönderme yapar. Herkesin sırayla, diğerlerinden habersiz birer unsurunu ekleyerek (kim, nerede, ne zaman…) cümle oluşturmaya dayalı bu oyun ilk oynandığında ortaya çıkan ve oyuna da adını veren sonuç şöyledir: “Leziz ceset yeni şarabı içecektir”. (Ç.N.)

Lenin, Berman Ve Günümüze Dair Notlar – Yener Çıracı

Her şeyin bir şaşırma dürtüsü değil de kafa karışıklığı uyandırdığı dertli çağımızda, antik diyalektikçiler bize her şeyi “naif” (yani iddiasız) bir biçimde sorgulamayı, doğal tarihsel evrenle karşılaşıldığında şaşırma sanatını öğretmektedirler.

Lenin, Felsefe Defterleri

Neoliberal kapitalizmin derin bir krizde olduğu, proleterleşme ve mülksüzleşmenin sınırlarına dayandığı, doğanın sınırsız bir yağmasıyla iç içe geçen sermaye birikim sürecinin gezegeni tehdit eder boyuta geldiği yaklaşık on yıldır çeşitli biçimlerle tartışılıyor. Bununla birlikte Arap Baharı ile başlayan isyanlar, neoliberal kapitalizmin “olağan” biçimlerle sürdürülme sürecini bir kenara bırakıyor ve “olağanüstü” durumları (faşizmin yükselişi) olağanlaştıran bir sürecin kapısını aralıyor.

Doğal alanların yağmalanıp metalaştırmanın bir sonucu olarak ortaya çıkan Covid-19 pandemisi devletlerin ve sermayenin egemenliklerinin yeniden pekiştirip, sermaye birikimini akıl almaz boyutlara çıkarabileceği gibi[1] cılız da olsa dayanışma kanalları yaratmanın örneklerini ortaya çıkarmaktadır. Pandeminin ortaya çıkmasıyla yaşanan kısa süreli şokun ardından bugün büyük şirketler ve devletler için pandemi sürecinin nasıl kullanılacağı dair bir kafa karışıklığı belirtisi görünmemektedir. Aşısı olan bir hastalıktan her gün binlerce insan ölüyor, ilaç şirketleri ve patent sahipleri bu ölümler üzerinden servet biriktiriyor, ağırlıklı olarak hizmet sektörü olmak üzere toplumun bir bölümü acımasız ve sağlıksız koşullarda çalıştırılıyor, diğerleri ise eve kapatılarak tüketmeye sevk ediliyor. Aynı zamanda ülkemizde dahil olmak üzere on yıldan fazladır büyük isyan deneyimleri yaşayan devletler askeri, teknolojik ve biyopolitik her türlü egemenlik biçimini olası isyanları kuşatacak ve bastıracak bir biçimde yeniden yapılandırıyor.

Böylesi devrimci bunalım çağları, mevcut düşünselliği ya da teoriyi, günün çelişkilerine yanıt üretebilmesi için zorluyor. “Korku içinde geçmişin ruhlarını çağırmak” ve “eski oldukları için saygı duyulan giysilerle ve devralınan bir dille oynamak üzere, onların adlarını, savaş sloganlarını ve kostümlerini ödünç alanlar” tam da böylesi dönemlerde yeniden ortaya çıkıyor. Bu yüzden “bırakın ölüler kendi ölülerini gömsünler!” çıkışı bize bugünün çelişkilerini anlamayı ve aşmayı hedefleyen bir düşünsel sürecin adımları için zorluyor.

***

Kevin B. Anderson, Lenin üzerine yaptığı bir çalışmasında Felsefe Defterleri’nin ve özel olarak da Hegel okumanın Lenin’in teorisinde bir kopuşu beraberinde getirdiğini iddia ediyor. Hatta bu iddiasını Lenin’in “Batı Marksizmi” olarak bilinen Hegelci Marksistlere yolu açanlardan biri olduğunu söyleyecek kadar ileri götürüyor. İddiayı bir kenara bırakıp Lenin’in neden böyle bir çaba içinde olduğuna kısaca bakabiliriz.

“Büyük Savaş”ın patlaması, Avrupa’nın en örgütlü ve güçlü işçi partisi olan Alman Sosyal Demokratların Alman burjuvazisine savaş için destek vermesi, 2. Enternasyonal’in çöküşü gibi tarihsel olayla oldukça bilinir durumdadır. Az bilinen şeylerden birisi ise Lenin’in böyle bir cendere içinde kendini bir kütüphaneye kapatması, dışarıyla temasını sınırlandırması ve yaklaşık 8 ay boyunca diyalektik çalışmasıdır. Bu süre zarfında özellikle Hegel’in Mantık Bilimi üzerinde duracaktır.

Savaşın yarattığı büyük yıkım, bütün işçi sınıfı örgütlerinin emperyalizmin paylaşım savaşları altında zayıflaması ve dahası Enternasyonal’in çökmesi Lenin’i bugünün dünyasında aşina olduğumu anlamda güncel sorunlara gündelik olarak hızlıca yanıt vermeye çalışan bir aceleciliğe itmemiş görünmektedir. Aynı zamanda bütün bu karmaşanın ve devrimci bunalım çağının içinde “ölülere” de sığınmamış ya da bildiğimiz anlamda sığınmamıştır.

Anderson, Felsefe Defterleri’nin Lenin’in teorisinde diyalektik bir kopuşu beraberinde getirdiğini söyler. Buna göre bu kopuş, Lenin’in teorisinde üç ana ekseni ortaya çıkarır. Birincisi kapitalizmin en yüksek aşaması ve savaşın da temellendirilmesi açısından Emperyalizmin temellendirilmesi, ikincisi devrimci öznenin kapasitesini genişletecek biçimde ulusal kurtuluş üzerine yazıları ve son olarak siyasal iktidar hedefinin açık ve net bir şekilde ortaya konduğu “Devlet ve Devrim.” Her biri Lenin’in Marksist teoriye kattığı önemli eserlerdir.

Lenin, Marksist düşünce içerisinde en fazla efsanelere konu olan insanlardan biridir. Teorisini aynı zamanda devrim pratiğiyle birleştirmesi, teori içerisindeki otoritesini sarsılmaz bir biçimde sağlamlaştırmaktadır. Oysa tarihe biraz daha yakından bakıldığında Lenin’in düşüncelerinin gelişiminin lineer bir çizgide olmadığı, inişli çıkışlı ve daha da önemlisi kimi yerlerde eski düşüncelerini yeniden gözden geçirdiği görülecektir. Örneğin uzun yıllar örgüt teorisinde temel alınan “Ne Yapmalı”nın (1902) örgüt modeli ve kimi tartışmaları bizzat Lenin tarafından 1905’lerden itibaren pratikte değiştirilmeye başlanır. Bu değişimi sağlayan en temel etken ise 1905 devrimidir. Devrim, işçi sınıfının potansiyelini ortaya çıkardığı için Lenin, Parti’ye işçi sınıfının katılmasına ve tüm örgütü bu şekilde yeniden dizayn etmeye çalışır. Geriye sadece Lenin’in bu önerisi karşısında Bolşevik Parti içerisinde Lenin’e karşı çıkışlar, yeni döneme uygun olarak önerdiği yeni örgütsel biçimler ve Lenin’in önerisini “Ne Yapmalı”dan hareketle reddeden Bolşeviklerin tartışması kalır.[2] Lenin, kendi söylediklerini bile kimi zaman tersine çevirme özelliğiyle ünlüdür. Bu yüzden Marksizme ana ilke olarak “somut durumların somut tahlilini” yerleştirmeye çalışır.

Günümüzde, belki de Lenin’i istisna olarak kabul etmek gerekir. Yaşadığı dönem içerisinde işçi sınıfının ve devrimin çıkarlarını temel alması Lenin’in karmaşık süreçlerle baş etmesini ve kimi zaman şaşırtıcı ve kafa karıştırıcı durumlar olsa da (Lenin Alman Sosyal Demokratların Alman burjuvazisine destek verdiğine ilk anda inanmamıştır) yolunu bulmayı başarabilmiştir. Ancak bu sarsılmaz otoritedir ki Lenin’i bugün “geçmişin ölüsü” yapabilecek bir tehlikeyi barındırmaktadır.

Belki de ihtiyacımız olan günümüzdeki bu karmaşık bunalım çağında Lenin’in kıyafetlerini giymek ve sloganlarını benimsemek değildir. Onun geçmişle kurduğu yaratıcı ilişkiyi kurabilmektir. Örneğin Fransa’da İç Savaş ve Paris Komünü üzerine alıntı ve tartışmalarla dolu olan Devlet ve Devrim’in aslında Sovyetler üzerine konuşuyor olmasıdır. Ya da Emperyalizm öncesi kapitalizminin devrimci öznesi olarak kabul edilen işçi sınıfının yanına Emperyalizmle birlikte sömürgecilik karşıtı mücadeleyi, ulusal kurtuluş hareketlerini de eklemesiyle devrimci öznenin kapasitesini artırmaya çalışmasıdır. Belki de Lenin ile kuracağımız ilişki böyle yaratıcı bir biçimde olabilir. Bugünün dünyasını, dinamiklerini ve somut koşullarını görmeye çalışan, siyasal iktidar ve kapitalizm karşıtı potansiyel taşıyan her özne ve hareketten korkup geri çekilen değil de “şaşırma dürtüsü” ile ele almak vs.

***

Katı olan her şey buharlaşıyor!” Marshall Berman, Komünist Manifesto’nun en akılda kalıcı cümlelerinden olan bu çıkarımı, 1980’li yıllarda yazdığı kitabına isim olarak vermiştir. Avrupa’da “komünizm hayaletinin” dolaştığı ve 1848 devrimlerinin hemen öncesinde yazılan Manifesto, yeni bir dünyada mücadelenin nerede ve kimler arasında gerçekleşeceğini öngörür. Berman’ın kitabı ise işçi sınıfı hareketlerinin bin bir türlü yolla bastırıldığı, yeni bir sermaye birikim modeli olarak neoliberalizmin ortaya çıktığı, birkaç yıl sonra “Tarihin sonu”nun geldiği söylenen bir atmosferde, Reagan Amerika’sında geçer. Tüm bunların ve Marksizmin geri çekilmesiyle ortaya çıkan postmodernizme karşı Berman, modernizmin ve modernist düşüncenin hala devam ettiğini iddia eder. Berman’ın kitabı şöyle başlar:

Bugün, dünyanın her köşesindeki insanlarca paylaşılan haya­ti bir deneyim tarzı; başka bir deyişle uzay ve zamana, ben ve ötekilere, yaşamın imkânları ve zorluklarına ilişkin bir deneyim tarzı var. Bu deneyim yığınını modernlik diye adlandır­mak istiyorum. Modern olmak, bizlere serüven, güç̧, coşku, gelişme, kendimizi ve dünyayı dönüştürme olanakları vaat eden; ama bir yandan da sahip olduğumuz her şeyi, bildiğimiz her şeyi, olduğumuz her şeyi yok etmekle tehdit eden bir ortamda bulmaktır kendimizi. Modem ortamlar ve dene­yimler coğrafi ve etnik, sınıfsal ve ulusal, dinsel ve ideolojik sınırların ötesine geçer; modernliğin, bu anlamda insanlığı birleştirdiği söylenebilir. Ama, paradoksal bir birliktir bu, bö­lünmüşlüğün birliğidir: Bizleri sürekli parçalanma ve yeni­lenmenin, mücadele ve çelişkinin, belirsizlik ve acının girda­bına sürükler. Modem olmak, Marx’ın deyişiyle “katı olan her şeyin buharlaşıp gittiği” bir evrenin parçası olmaktır.

Bu paragraf Berman’ın düşüncesinin özünü oluşturur. Ona göre Modernizm, iç içe geçen katmanları, insanlığın gelişmesiyle yıkımı, birleşmeyle bölünmüşlüğünü aynı anda barındırır.

Bu iç içe geçmiş çelişkilerin günümüzde varlığını devam ettirmesi, Berman’ın tezinde öne sürdüğü temellerden biridir. Bununla birlikte Modernizmin gündelik bir deneyim olarak yaşanması da söz konusudur. Perry Anderson’ın kitabına yazdığı eleştiriye verdiği yanıtta öğrencilerinin ve tanıdığı insanların gündelik deneyimlerinden verdiği örnekler bu şekilde değerlendirilebilir. Berman, gündelik hayata dokunmayan bir teorinin etkisiz olduğunu düşünür.

Kitap, Modernizmi dönemlere ayırmakla birlikte Berman’ın üzerinde durduğu esas isimler 19. Yüzyıl düşünürleridir. Berman’ın bu yüzyılın insanlarını seçmesinin arkasında yatan sebep bu düşünürlerin Modernliğin karmaşıklığını, zenginliğini ve çelişkilerini kavramış olmalarıdır. Bir tarafta Avrupa’yı saran ve insanlığın kurtuluşunu saran Devrim vardır, diğer taraftan onun geri çekilmesiyle birlikte ortaya çıkan Gericilik. Diyalektiğin özünde bulunan “her şey karşıtına gebedir” ifadesi Berman’ın da kitabının ana temalarından biridir. Ve Berman 19. Yüzyıl düşünürlerinin hepsinin bu görüşü paylaştığını ve her şeyi olduğu gibi kavrama yeteneklerinin olduğunu düşünür.

Marx ve Nietzsche’nin paylaştıkları sesin kendine özgü ve dikkate değer yanı sadece yorulmak bilmez bir koşuşturma, yanıp tutuşan bir enerji, imgelem zenginliği değildir. Bu ses ani ve çarpıcı ton ve vurgu değişimleriyle, kendine dönmeye, tüm söylediklerini sorgulamaya ve yadsımaya; kendini uyumlu ya da uyumsuz seslerden oluşan geniş̧ bir diziye dönüştürmeye; elinden gelenin ötesine, daha geniş̧ bir menzile uzanmaya; her şeyin karşıtına gebe olduğu ve “katı olan her şeyin buharlaşıp gittiği” bir dünyayı dile getirip kavramaya her an hazırdır. Bu ses zaman zaman, kendini keşfetme ile kendini alaya alma, kendinden haz duyma ile kendinden kuşkulanma arasında gider gelir. Acıyı ve zorluğu bilen bir sestir, bunların üstesinden gelecek gücü̈ olduğuna da inanır. Büyük tehlike her yerdedir, her an başa gelebilir, ama en de­rin yaralar bile enerjiyle dolup tasmasını engelleyemez. İronik ve çelişkilidir, çok sesli ve diyalektiktir. Modem hayatı bizzat modernliğin yarattığı değerler adına mahkûm eder. Ya­rın ve yarından sonranın modernliklerinin, günümüz mo­dern insanını çökerten yaralan sağaltacağını umar – üstelik çoğu kez de umuda karşı çıkarak… 19. yüzyılın tüm büyük modernistleri -Marx ve Kierkegaard, Whitman ve Ibsen, Ba­udelaire, Melville, Carlyle, Stirner, Rimbaud, Strindberg, Dostoyevski ve daha birçokları- benzer ritimlerle ve bu min­valde konuşurlar.

Berman’ın kitabını yazmasında postmodernizm oldukça önemli bir rol oynar. Bunun yanında bir şekilde 21. Yüzyıl için düşünsel bakış açısı sağlamaya çalışır ve bunu da 19. Yüzyıl düşünürlerine dönüş yapılarak elde edilebileceğini iddia eder. Neden Berman için 19. Yüzyıl düşünürleri bu kadar önemlidir? Peki ya 20. Yüzyıl düşünürleri?

Berman’a göre 19. Yüzyıl düşünürleri modern hayata hem hayran hem de düşmandır. Aynı zamanda yorulmak bilmeden onun belirsizliği ve çelişkileriyle boğuşurlar. Bütün bu iç gerilimler, onların yaratıcılıklarının da kaynağıdır. Ama 20. Yüzyıldaki düşünürler öyle değildir. Onlar daha çok kutupsallıklarla ve bütüncülleştirmeyle, genelleştirmeyle uğraşır. Berman’a göre bu düşünürler ya Modernizmi körü körüne kucaklamıştır ya da bütünüyle aşağılamıştır. Berman’a göre her iki durumda da dünyayı değiştiren insan öznesi ortadan kalkmaktadır. İnsanı özne kılan ve yapma edimi veren 19. Yüzyıl düşünürlerinin aksine 20. Yüzyıl düşünürleri insan etkinliğine ve öznesine bütünüyle kapalı, değiştirilemez bir biçim ortaya çıkarır.

Berman’ın insan öznesini yeniden etkin kılma ve yaşadığımız dünyayı bütün çelişkileriyle görme isteği duyduğu için 19. Yüzyıl düşünürlerini bu kadar vurguladığı söylenebilir. Çünkü insanı öznellikten çıkaran gelenekler o kadar güçlüdür ki Berman’a göre bu durum Hegel ve Marx’ı sahiplendiğini söyleyen Yeni Sol’a bile sirayet etmiştir.

Berman bu geleneklere yol açan insanların başında Weber’i görmektedir. Weber’in -ister burjuva ister aristokrat ister devrimci- insana karşı çok az inanç beslediğini söyler. Bu yüzden onun tarzı bir tür muğlak liberalizmdir. Ve Weber çok sağda bir siyaset biçimi ortaya koymuştur. Berman bu sağcı siyasetin birçok düşünür tarafından benimsendiğini de belirtir. Bu siyaset biçimi o kadar güçlü bir haldedir ki Herbert Marcuse gibi Yeni Sol temsilcilerine kadar uzanır. Berman bunu şöyle aktarır:

Bu paradigmaya göre hem Marx hem de Freud miatlarını doldurmuştur: Sadece sınıfsal ve toplumsal mücadeleler değil, psikolojik çatışma ve çelişkiler bile “toptan yönetim” devletince ortadan kaldırılmıştır. Kitlelerin egoları, idleri yoktur, ruhları iç gerilim ve dinamizmden yoksundur: Düşünceleri, ihtiyaçları, hatta düşleri “kendilerine ait değildir”; içsel yaşantıları, ancak ve ancak toplumsal sistemin karşılayabileceği arzuları üretecek şekilde “toptan olarak yönetilmekte”, “programlanmaktadır”. “İnsanlar kendilerini metalarda tanırlar; ruhlarını otomobillerinde, müzik setlerinde, dubleks evlerinde, mutfak araç̧ gereçlerinde bulurlar.

Berman bu düşüncelerin modernliği seven ya da nefret edenlerce paylaşılan ortak şey olduğunu söyler. “Modernlik makinalarca oluşturulmaktadır ve modern insanlar sadece mekanik kopyalardır.” Berman bu düşüncesiyle Marcuse’un Hegel ve Marx’ın eleştirel geleneğinden koptuğunu düşünür.

Kısacası Berman’a göre 20. Yüzyıl düşünürlerinde “tek boyutlu” bir paradigma vardır ve bu paradigma insana özne olma, kendi hayatı üzerinde denetimsizliği beraberinde getiren bir paradigmadır. Ve 1960’ların genç radikaller kendi hayatlarının kontrolünü ele almak için mücadele ederken bile, bu paradigmada kendi içinde değişim göstermemiştir.

Berman, 20. yüzyılda modernliğe dair söylenebilecek son sözü olanın Foucault olduğunu düşünür. Ama onun söylediklerinin de Weber’in değiştirilemez paradigması ya da demir kafesinden çok daha kapsamlı bir kafes olduğunu söyler. Foucault’nun hapishanelere, tımarhanelere, hastanelere kafayı taktığını, buralardan iktidar tartışması yürüttüğünü ama onun teorisinde de herhangi boşluk ya da özgürlük alanı olmadığını belirtir.

İşte tüm bunlardan hareketle Berman, 19. Yüzyıl düşünürlerinin 21. Yüzyıl dünyası için söyleyeceklerinin olduğunu ve onların birbiriyle çelişkili şeyleri aynı anda gören gözlerine günümüz dünyasında ihtiyaç olduğunu düşünür.

***

Perry Anderson, Berman’ın kitabına dair bir eleştiri yazısı yazar. Başlangıçta kitabın hakkını teslim etmekle birlikte sonradan ne yaptığı kafa karıştırıcıdır. Öyle ki Berman bile bu eleştirileri nasıl değerlendirmesi gerektiğini düşünemez. Anderson bir dizi sanat eseri ve modernlik gelişmiyle Berman’ın tezine kimi yerlerde karşı çıkıyor gibi görünmektedir. İkisi de postmodernizme karşı Marksizmin savunulması konusunda ortaklaşır ama bu ortaklıkta kimi farklılaşmalar da söz konusudur. Ki Berman’ın Anderson’a yazdığı sonraki eleştirisi buna örnek verilebilir.

Eleştiriye geçmeden önce Anderson ve yöntemiyle ilgili kısa bir bahsin söz konusu olması, ikisi arasındaki tartışmaya biraz daha açıklık kazandırabilir. E. P. Thompson, bütünüyle polemiklerle dolu olan kitabı Teorinin Sefaleti’nde Perry Anderson’ı tarih incelemesinde “model” oluşturmakla daha özel olarak da Fransız Devrimi’nin model almakla suçluyordu. Buna göre Anderson İngiliz tarihini ele alıyor ancak İngiliz tarihini incelerken tarihsel gelişimi Fransız Devrimi’nin gelişim modeliyle inceliyordu. Yani İngilizleri incelerken kafasında Fransızlar vardı. Hatta Thompson, Anderson’ın İngiliz tarihini Fransız tarihine benzemediği için küçümsediğini söylüyordu. Anderson’ın tarihsel okuması Berman’a verdiği eleştiriye de yansımış görünmektedir. Bu yüzden Berman Anderson’ı eleştirdiği sonraki makalesine “Sokağı Okuyabilmek” adını vermiştir.

Berman’ın bir romantik olduğu söylenebilir. Bu yüzden umut etmek, yeni düşler keşfetmek onun için oldukça önemlidir. Çağlar boyunca ayakta kalmamızın, bunca yıkıma rağmen yaşamaya devam etmemizin arkasında da bu düşüncenin yattığını düşünmektedir. “İnsanlık, şimdiye dek tarihin yoluna diktiği duvarlar karşısında peşin bir mağlubiyeti kabullenmeye yanaşsaydı, tarihimiz çoktan so­na ermiş̧ olurdu.” Berman bu anlamda Anderson’un “soğuk” bir teorisyen olduğunu düşünür. Genel geçer teorilerin, yüksek bir perdeden konuşmaların kimseye yararı olmadığı görüşündedir. Bu yüzden cevap yazısı bütünüyle öğrencileri ve tanıdıklarının gündelik hayata tutunma, mücadele etme biçimleriyle örülüdür.

Anderson ile Berman arasındaki devrim fikri tartışmasının kritik ayrımı da tam olarak burasıdır. Anderson’a göre devrim en temelde siyasal iktidarın ele geçirilmesidir. Bu yüzden tanımını çok net sınırlarla çizer. Berman ise sıradan insanların, sokaktaki gündelik yaşamın değişim ve dönüşümünü ele alacak bir perspektifle bu tanımı genişletmeye çalışır. Anderson’ın siyaset deyince sadece tarihe damgasını vurmuş devrimleri gördüğünü söyler. Tıpkı “kültür deyince sadece başyapıtları görmesi gibi” diyerek de ekler. Ve son olarak Anderson’ı fildişi kulelerden teori yapmakla eleştirir. Araştırmaların gündelik ve gerçek hayattan kopuk bir şekilde, sayılara, kavramlara ve istatistiklerle incelenen bir nesneye dönüşmesini, sıradan insanların neler yaşadığını ve hissettiğini bilmeden teori üretmenin yeterli olmayacağını belirtir. Ve son olarak “sokağı okumayı bilmedikten sonra Kapital’i hatmetmiş olsak neye yarar?” diyerek makalesini bitirir.

***

Berman ve Anderson arasındaki tartışma aslında bir döneme damgasını vuran, özellikle 1990’lı yıllardan sonra ülkemizde de hızlıca görünür olan bir tartışmanın bir parçasıdır. Sovyetler Birliği çöktükten sonra devrim fikrinin kendisinde çok ciddi bir tahribat söz konusu olmuştur. Anderson’ın savunduğu çizginin bu kadar net olmasının sebebi yaklaşan postmodernizme karşı bir barikat çekmek ve Marksist siyaset biliminin sınırlarının korunmasına yönelik bir savunma geliştirmek olduğu söylenebilir. Bununla birlikte özellikle Sovyetler Birliği’nin bürokratik iktidar yapısı, siyasal iktidarın doğasına, yozlaştırıcılığına ve kötülüğüne dair hem duygusal hem de teorik bir geri çekilişin yolunu açmıştır. Bir başka deyişle siyasal iktidar fikrinden vazgeçiş, dünyayı değiştirmenin başka yollarını arama ve devrimi gündelik hayata yayan bir biçimi savunmayı beraberinde getirmiştir. Berman ve Marksist teoride bu fikriyatı geliştirmeye dönük önemli katkılar olmakla birlikte gündelik ve sıradan mücadelelerinin teorik halkası beklendiği gibi Marksizmle dolmamış, her ikisinin de eleştirdiği postmodern bir perspektifi egemen hale getirmiştir. Elbette ki bunun bu kısa yazıya sığmayacak bir dizi yapısal ve öznel sebepleri vardır.

Yaşadığımız dünya toplumsal çelişkilerle sınıfsal çelişkilerin büyük bir hızla iç içe geçtiği ve birbirinden ayrı düşünülemez hale gelmeye başladığı bir duruma doğru gitmektedir. Bu yüzden bu çelişkilerin ertelenmesi, ötelenmesi ya da görünmez hale getirilmesi artık mümkün değildir. Dolayısıyla sadece siyasal iktidara odaklanan, gündelik hayatın dönüşümü ve değişiminden uzak bir perspektifi benimsemenin yolu bir anlamda Berman’ın bahsettiği “fil dişi kuleler” benzetmesine çıkacaktır. Politik doğruculuk ya da haklı olmak, teorinin pratikte kanıtlanması için yeterli olmadığını defalarca göstermiş ve göstermeye devam etmektedir. Son 10 yıldır dünya genelinde kesintisiz bir ayaklanma çağında yaşıyoruz ancak yüksek teori buraya ne kadar etki ediyor bilmiyoruz. Bununla birlikte devrim fikrinin, siyasal iktidarı ele geçirme perspektifinden ayrılarak tahribata uğratılması, sıradan, gündelik olana yayılması yaygın kanının aksine dönüşüm için yeterli olmadığını gösterdiği söylenebilir. Çünkü son kertede bilinmektedir ki gündelik ve sıradan dönüşüm illa ki devlet ile karşı karşıya gelmektedir. Bu yüzden bir dönemin toplumsal hareketler içerisindeki hakim eğilimi “iktidar olmadan dünyayı değiştirme” fikri, hayatın doğal akışı ve pratik deneyimlerle gözden düşmüştür. Çünkü neoliberal kapitalizm krizine “olağanüstü durumları olağan durumlara dönüştürerek” başka bir deyişle devletleri güçlendirip faşizmi yükselterek cevap vermektedir. Dolayısıyla hayatın kendisi siyasal iktidarı hedefleyen bir mücadeleyi zorunlu kılmaya başlamıştır.

Sonuç olarak her iki yaklaşım da ayrı ayrı ele alındığında geldiğimiz bugünlerde başarısız sayılabilir. Yüksek teori ve politik doğruculuk ya da Berman’ın dediği gibi Kapital’i hatmetme tek başına kaldığında, öznesini yitirdiğinde zayıf durumdadır. Aynı şekilde gündelik hayata yayılmış her dönüşüm ve değişim mücadelesi siyasal iktidar hedefi olmaksızın gerilemeye ve yenilmeye açıktır. Bugün, ikisinin de gerekliliği reddedilemeyecek durumdadır. O halde her ikisini de içererek aşacak şekilde bir devrim fikri ve teorisi nasıl inşa edilebilir?

Kaynakça

  • Kevin B. Anderson (2014), Lenin, Hegel ve Batı Marksizmi, İstanbul; Yordam Yayınları, (Çev. E. Günçiner).
  • Marshall Berman (2013), Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, İstanbul; İletişim Yayınları (Çev. Ü. Altuğ, B. Peker).
  • Marshall Berman (2014), Marksizmle Maceram, İstanbul; İletişim Yayınları, (Çev. A. Ülçer)
  • Perry Anderson (2003), Tarihten Siyasete Eleştiri Yazıları, İstanbul; İletişim Yayınları, (Çev. S. Coşar)

[1] Forbes dergisinde yayınlanan en zenginler listesi ve pandemi dönemlerindeki servet artışına bakılabilir.

[2] Tony Cliff, Lenin Cilt 1: Partinin İnşası, İstanbul; Z Yayınları, sf. 187-188

Sapkın – Gey Normalleşmesi ve Queer Antikapitalizm – Peter Drucker’dan bir kitap

LGBTİ+ aktivisti ve IV. Enternasyonal’de çeşitli düzeylerde görev alan Peter Drucker’ın Sapkın. Gey Normalleşmesi ve Queer Antikapitalizm kitabı geçtiğimiz günlerde Ayrıntı yayınları tarafından Ege Acar’ın tercümesiyle yayımlandı. Aşağıda bu kitabının tanıtım yazısını sunduğumuz Drucker’in aralarında Queer bir Marksizme Doğru(?) ve Queer Cinsellik Emek ve Ulus ‘un da bulunduğu yazıları daha önce Yeniyol, KaosGL ve İmdat Freni sitelerinde yayımlanmıştı. Çeşitli defalar Türkiye’yi ziyaret etmiş olan Peter Drucker LGBTİ+ Onur Haftası vesilesiyle 2017 yılında Kaos GL tarafından Ankara’da düzenlenen Homofobi ve Transfobi Karşıtı Uluslararası Toplantıda da konuşma yapmıştı.

“Sekülerleşme yolunda farklı hızlarda gerçekleşen ilerlemeler de LGBT toplulukların daha hızlı ya da daha yavaş ortaya çıkmasında bir başka etkendi. ABD’de aşırı tutucu Protestanlar ile Latin Amerika’da Katolik Kilisesi’nin, sürecin Kuzey Avrupa’daki en seküler toplumların gerisinde kalmasında payı oldu. Bununla birlikte, Belçika ve İspanya gibi isimde Katolik olan ülkeler, isimde Lüterci İskandinavya’yı hızla yakaladı. İstanbul, Ankara ve İzmir gibi Türkiye kentleri örneği, İslam dünyasında LGBT kimliklerin ortaya çıkışında sekülerleşmenin (Türkiye örneğinde sömürge karşıtı devrimin bir sonucudur) önemini gösterdi. Bu ülkedeki ticari faaliyet alanlarının ve örgütlenme çabalarının, ta 1990’ların sonlarına değin, Kahire ve Karaçi gibi belli başlı metropollerde bile bir benzeri görülmedi.” 

Peter Drucker, Türkiye LGBTİ+ hareketini yakından takip ediyor. Drucker, bu kitapta queer’in bir tarihini sunarken aynı zamanda radikal queer’in radikal solla, yani anti-kapitalizmle harmanlanmasını öneren bir ütopya sunuyor. Queer tarihinin “homoseksüel” kavramı icat edilmeden önceki biçimlerini efeboli, kuşaklar arası cinsellik örüntüsü gibi kavramlara dayanarak ele alırken, bunlara efemine-egemen formasyon diyor. Liberalizm ve sömürgecilik rejimlerine dayanan ve “homoseksüel” kavramının icadına denk düşen dönemi ters-egemen formasyon olarak nitelendirirken, hareketin daha sonraki zaman zarfında geçirdiği evreleri Fordist ekonomi ile neoliberalizm temelinde sırasıyla şu formasyonlar üzerinden tarihselleştiriyor: gey-egemen formasyon ile homonormatif-egemen formasyon. Yazar, bu ekonomik yapıların gey/lezbiyen cemaati giderek gettolaştırmasına dikkat çekiyor. Homonormatif örüntünün homo-nasyonalizmle, yani özünde ırkçılıkla flörtünün ve gey/lezbiyen çiftlerin giderek daha çok heteroseksüel çekirdek aile modeline özenmesinin tehlikelerine işaret ederken, bu tip bir çekirdek aileleşme sürecinin yerine Poliamori/queer yoldaşlık idealini koyuyor. Drucker bu kapsamlı çalışmasında queer cinselliğinin merkez/çevre, sınıf ve ırkçılık gibi parametreler dışında ele alınamayacağını, bunların birbirleriyle girift biçimde iç içe geçtiğini gösteriyor. Cinselliği ele alırken sadece queer kurama değil, önde gelen sosyalist feminist Kollontay’ın aşk ve cinsellikle ilgili çekirdek aile karşıtı görüşlerine yer verirken, Kollontay’ın içinde yaşadığı Sovyet düzeni içerisinde nasıl dışlandığını da gösteriyor. Yazar, solun günümüzde hâlâ queer’i dışlamaya eğilimli olmasını eleştirirken, queerlerin de giderek marjinalleşmesi tehlikesine karşı anti-kapitalizm şemsiyesi altında birleşilmesi gerektiğini öne sürüyor. 

İki Müzisyen, İki Amerika: Mimaroğlu ve Oğur – O. Yiğit Özdemir

Bu yazı, iki çok farklı telden çalar gibi duran, yolları sanki Birleşik Devletler bandırası ve transatlantik bir seyahat dışarısında kesişmemiş gibi gelebilecek iki ayrı müzisyenin iki farklı Amerika deneyimini, Türk kimliğinin kaybı ve yeniden bulunması anlamında irtibatlandırmaya çalışacak.

Konu umman, aynı yolculuğun kendisi gibi. Sahi, Türk müzisyenler, ki onlara bu adı kendi jeopolitik konumlarından ötürü takıyorum -yoksa etnik aidiyetlerinden ötürü değil-, yani dünyanın onları o şekilde tanımış olması anlamında, ne zamandan itibaren Amerika’yla bir öyküsel birliktelik arayışında oldular?

Aslında Türkiye’de modern müziğin resepsiyonu, bilhassa da Caz, Blues ve elektronik müziğin tarihiyle ilgilenenler bilirler ki biraz da Amerikan askerlerinin balo resepsiyonlarının tarihidir. Trompetçi Muvaffak Falay daha henüz Kuş Adası’nda bir çocukken eline geçen enstrümanlar, o dönem ülkede yeni yeni kurulmaya başlanan bahriyeli bandolarının dolabından aşırmadır.

Caz müziğinin politik misyonerlik faaliyetleriyle ne kadar iç içe olduğu konusu bu yazının haritasının sınırlarını elbette ki aşar. O yüzden biz dosdoğru, iki farklı müzisyenin nasıl olup da Amerika’da kaldıklarına ve Birleşik Devletlerden ne ile döndüklerine ve dönmediklerine odaklanalım.

İki Amerika, iki bavul, iki Orient

Oğur dönmeden önce önemli ulusal Caz dergilerinin kapaklarında selamlanmıştı bile, onu Türkiye’ye geri savuran neydi sorusunu cevaplandıracak kadar Oğur’u tanımasam da, yurtdışında yaşayan ve bir müddet üreten sanatçıların kimisinin neden orada kalıp, göçü ve vaat edilen toprakları benimseyip, kimisinin neden sıla hasreti çektiği konusu Türkiyeli sanatçılara özgü bir konu değil. Edebiyat tarihi sürgün temasını boydan boya kat eden yazarların hayat deneyimleri ve birikimleriyle dolu. Kimisi Ithaka’ya geri iltica ediyor, çünkü kendisi de çoktan değişmiştir, kimisi ise Truva’da kalıyor.

Mimaroğlu ise zaten bir nevi Amerika’ya karşı bir Amerika fikriyle, hayat arkadaşı Güngör Mimaroğlu’nun kaydını tuttuğu üzere bir çeşit “dünya vatandaşlığı” fikriyle kıtaya adımını atıyor. Oğur’daki “dünyadan kayırılmışlık” hissi onda yok, o zaten sesini antenler vasıtasıyla herkese duyurmak üzere yola çıkmış.

Çok içeriden bir yerden Oğur’un yolunu Birleşik Devletler’e düşüren sebebin, bir anlamda “gurbette pişmek” isteği olduğu da söylenebilir. Sonra orada edinilen kabuklar, giysiler yurda dönüşle birlikte, fezaya gönderilen bir uzay aracı misali döküldüğünde, geriye “Erkan Oğur” kalıyor.

Ancak nasıl oluyor da, halk ozanlığını modern bir forma kavuşturan bir isimle, dijital müziğin “yerel” ve “kozmopolit” öncüllerinden Mimaroğlu aynı potada eriyebilir? İşte esaslı zor soru burada yatıyor. İki farklı Amerika kadar, iki farklı Doğu’nun da söz konusu olduğunu göreceğiz bu noktadan sonra.

Politik bir müziğin inşacısı olarak Mimaroğlu

Öyle ya, iki farklı hattan, iki farklı bilet koçanından, dolayısıyla iki farklı “konumdan” bahsettik. Peki Mimaroğlu politik müzik yaptığında, kendisini konumlandırdığı yer neresi? Aslına bakılırsa bu tam olarak endüstriyel bir toplumun kozmopolit bireyselliğinin konuşlandığı bir hat ve onun komünalist etiği ve politikası.

Bu ise koca bir parantezle birlikte gerçekleşebilir ancak, Mimaroğlu henüz İstanbul’dayken adeta dünyaya meraklı bir “Tanzimat beyefendisi”dir, işte tam olarak bu kimliğin hilafına ancak kozmopolit bir New Yorker’a dönüşür ve bir New Yorker da olarak bu müziği icra ve ifşa edebilir.

Eğer bu kimliği paranteze almasaydı, ondan beklenen şey ancak Oriental ezgileri dillendirmesi olacaktı. ‘Uzak diyarların’ bir müzisyeni, bir çeşit etnosantrik kültürelci özneye dönüşmesi gerekirdi. Aynı Putamayo Records’dan anonimleşmiş kayıtları çıkan pek çok Kübalı ve Arjantinli müzisyenin, ya da Avrupa’da başarısını eline alan Kürt müzisyenlerin başına geldiği gibi. O ise bireyselliğini talep ediyordu. İşte bu “birey”in hayatta kalabilmesi için, adını taşıyan belgeselin başında kendisiyle yaptığı röportajda belirttiği gibi tam “dört intihar” gerçekleştirmesi gerekmiştir.

Üstelik bu Oriental ezgiler çoktandır Amerika’nın popüler kültür neferleri tarafından Afganistan ve Hindistan’a yapılan Uzak Doğu seferleriyle haşhaşın yanında ganimet olarak getirilmişti. Bir de Mimaroğlu’nun orada “Türklük” pazarlamasına gerek yoktu. 

Dolayısıyla Birleşik Devletler’in bu ganimetlerden nasiplenmiş popüler kültürünü, ‘Doğu’ya Seyahat’ini iç bükey bir aynada, gerisingeri Amerika’ya kendi üçüncü dünyasını izleterek kat etmesi anlamında, Mimaroğlu gerçekten de, kelimenin politik anlamıyla devrimcidir. Mimaroğlu’ndan Türk, Yörük, Anadolu ya da Mezopotamya ezgilerini beklemek boşunadır. O tam da bunları askıya asarak kendi kozmopolit hırkasını üstüne giyebilir, ikisi birden adamı terletir.

Peki bu Mimaroğlu’nun özgül başarısı olmanın yanında, biraz da çağın getirisi midir? Evet, bu başarı biraz da politik dalgaların mendirekteki boyunun ölçüsüdür. Ancak ne fark eder? Çağı ve insanı bu kadar ayrıştırmak günümüzün çetrefil bir açmazı değil de nedir ki?

Postmodern bir dervişan

Öyleyse, Oğur’un portresi ebrunun üzerindeki bu yağı biraz akıttığımızda zaten kendiliğinden ortaya çıkıyor. Oğur, ABD’ye hakikaten de belli bir anlamda, son derece şahsi bir anlamıyla bir “başarı”, bir “ispat” öyküsü için gider. Tam da bu yüzden onu edindiği anda sıla hasreti bastırır, geri dönme gereği baş gösterir.

Kopuz ezgilerine blues trafiğiyle modern bir omurga vermek, bu geminin dümen tutan elleri için gerçekten de yorucu bir çaba olmamıştır. Döndüğünde Oğur gerçekten de küçük çaplı bir müzik tarikatı önderi, bir şıx muamelesi görecektir. Halk müziğine ondan sıkılmış dinleyiciler için, aynı Mercan Dede’nin yaptığına benzer bir şekilde postmodern bir twist katacak, başarıyı bir de kendi ülkesinde yakalayacaktır. Film müzikleri, müzik yapımcılığı, luthierolmak, bunlar ise 10 parmağında on marifet bir ustanın yüzüklerinden yalnızca bir kaçıdır.

Ancak bir röportajında, Oğur ağzından enstantane bir söz kaçırır. Ülkemizde de takipçileri ve taklitçilerinden geçilmeyen Jimi Hendrix’le ilgili fikri sorulduğunda -evet bir zamanlar müzik kanalları böyle röportajlar yapıyordu bu ülkede- ilginç bir şey söyler: “önemli sesler çıkarmış bir müzisyendi”. Gerçekten de sufice bir cevap olarak, zihnimizde yerini alır bu sözüyle de Oğur. Gerçekten de gök kubbenin altında hoş bir sada olabilmekten başka ne gibi bir kaderi olabilir ki müzisyenin?

Walt Whitman’ın dediği gibi “ben güzün nazikçe yağan yağmurum/…/ben geceleri parıldayan pamuktan yıldızlarım/mezarımda durup ağlamayın/ben orada değilim, ben ölmedim”.

Antiemperyalizmin Ahmakça Taklitlerinden Sakınınız! – Gilbert Achcar

Son otuz yıl, anti-emperyalizmin anlamı hakkında giderek artan bir siyasi kafa karışıklığına tanık oldu; ki bu kavram daha önce aslında çok da fazla tartışılmamıştı. Bu kafa karışıklığını açıklayabilecek iki temel neden var: İkinci Dünya Savaşı sonrası sömürgeciliğe karşı verilen mücadelelerin çoğunun zaferle sonuçlanması ve Sovyetler Birliği’nin (SSCB) çöküşü. Soğuk Savaş sırasında, ABD ve müttefik sömürgeci Batılı güçler, ulusal kurtuluş hareketlerine ya da rejimlerine karşı birçok kez doğrudan savaştılar, ayrıca daha sınırlı askeri müdahalelerde de bulundular ya da vekalet yoluyla savaşlar yürüttüler. Bu vakaların çoğunda, Batılı güçler büyük bir halk tabanı tarafından desteklenen yerel bir hasımla çatıştılar. Dolayısıyla bu tarz bir emperyalist müdahaleye karşı durmak ve hedef aldığı kesimleri desteklemek, ilericiler için bariz bir seçim gibi görünüyordu. Tek tartışma, bu desteğin eleştirel mi yoksa kayıtsız şartsız mı olması gerektiğiydi.

Soğuk Savaş döneminde antiemperyalistler arasındaki temel bölünme, komünist partilerin ve yakın müttefiklerinin “sosyalizmin anavatanı” olarak gördükleri SSCB’ye karşı tutumdan kaynaklanıyordu. Bu partiler, kendi siyasi konumlarını büyük ölçüde Moskova ve “sosyalist kampın” siyasi duruşuna uyumlu olacak şekilde belirliyorlardı; bu tavır o dönem “kampçılık” olarak tanımlanıyordu. Washington’la arasındaki küresel rekabet nedeniyle Moskova’nın Batı emperyalizmine karşı yürütülen mücadelelerin çoğuna verdiği destek, böyle bir tutum almayı kolaylaştırıyordu. Moskova’nın Avrupa’daki kendi egemenlik alanındaki işçi ve halk isyanlarına karşı yaptığı müdahalelere gelince, kampçılar bu konuda Kremlin’in avukatı rolüne soyundular ve Washington tarafından kışkırtıldıklarını iddia ettikleri bu isyanlara karşı çıkmayı seçtiler.

Demokratik hakların savunulmasının solun en önemli ilkesi olduğuna inananlar ise, Batı emperyalizmine karşı yürütülen tüm mücadelelerin savunulmasının yanı sıra, Sovyetler Birliği egemenliğindeki ülkelerdeki yerel diktatörlüklere ve Moskova’nın hegemonyasına karşı halk isyanlarını da desteklediler. Üçüncü bir kategori de 1960’lardan başlayarak SSCB’yi “sosyal-faşist” olarak niteleyen Maocular tarafından oluşturuldu ve bu kesimler SSCB’yi ABD emperyalizminden daha kötü olarak tanımlayarak bazı durumlarda işi -tıpkı Pekin’in Afrika’nın güneyinde yaptığı gibi- Washington’un yanında saf tutmaya kadar vardırdılar.

Bununla birlikte, Güney yarım küredeki halk hareketlerine karşı Batılı emperyalist güçlerin yürüttükleri savaşlarla belirlenen bu durum, SSCB’nin 1945’ten bu yana yürüttüğü bu tarzdaki ilk savaşla birlikte değişmeye başladı: Söz konusu savaş Afganistan savaşıydı (1979-89). Ayrıca, o zamanlar “emperyalist” olarak tanımlanan devletlerin marifeti olmayan iki savaş, Vietnam’ın 1978’de Kamboçya’yı işgali ve Çin’in 1979’da Vietnam’a saldırısı, küresel antiemperyalist solun pusulasının ciddi bir şekilde şaşmasına yol açtı.

Bir sonraki büyük komplikasyon ise, Saddam Hüseyin’in Irak’ına karşı 1991’de ABD öncülüğünde yürütülen savaş oldu. Burada söz konusu olan, diktatörlükle yönetilmekle birlikte yine de halk yanlısı bir rejim değil, Orta Doğu’nun en acımasız ve kanlı rejimlerinden biriydi: O kadar ki, kendi ülkesinde binlerce Kürt’ü [Halepçe’de] kimyasal silahlarla katletmişti ve bu olay Irak’ın İran’a karşı yürüttüğü savaş sırasında gerçekleştiği için buna göz yuman Batı’nın da suç ortaklığıyla yaşanmıştı. O zamana kadar antiemperyalist solun mensubu olan tanımış birkaç kişi, bu vesileyle ABD liderliğindeki savaşı destekleyerek saf değiştirdi. Gelgelelim, antiemperyalistlerin büyük çoğunluğu, bu savaşın Moskova’nın da onayını alan bir BM kararıyla yürütülüyor olmasına rağmen bu müdahaleye karşı çıktı. Nüfusunun çoğunluğu tüm haklarından yoksun bırakılmış göçmenlerden oluşan bir eski İngiliz sömürgesinin ille Kuveyt Emiri tarafından yönetilmesini savunmaya pek yatkın değildiler. Bununla birlikte, çoğu Saddam Hüseyin hayranı da değildiler: ABD öncülüğündeki emperyalist savaşa karşı çıkmakla birlikte, bir yandan Saddam’ı da acımasız bir diktatör olarak ifşa ettiler.

Çok geçmeden yeni bir komplikasyon daha çıktı ortaya. ABD öncülüğündeki savaş operasyonları Şubat 1991’de sona erdikten sonra, rejimin çökmesinden ve bunun İran’a yaramasından çekinen George H.W. Bush yönetimi, kasıtlı olarak dokunmadığı Saddam Hüseyin’in elit birliklerin diktatör tarafından Irak’ın güneyindeki halk ayaklanmasını bastırmak ve kuzeydeki dağlık bölgelerdeki Kürt isyanını ezmek üzere konuşlandırmasına göz yumdu. Hatta bu ikinci vakada rejimin helikopter kullanmasına da izin verdi. Bunun sonucunda büyük bir Kürt mülteci kitlesi sınırı geçerek Türkiye tarafına yöneldi. Bu göç akımını durdurmak ve mültecilerin geri dönmesine imkân tanımak amacıyla Washington bu kez Kuzey Irak üzerinde uçuşa yasak bir bölge ilan etti (no-fly zone: NFZ). Bu NFZ’a karşı neredeyse hiçbir antiemperyalist kampanya yürütülmedi, çünkü bunun tek alternatifi, rejimin Kürtlere yönelik acımasız baskısının sürdürülmesi olurdu.

NATO’nun 1990’larda Balkanlar’da yürüttüğü savaşlar da benzer bir ikileme yol açtı. Slobodan Miloseviç rejimine sadık Sırp güçleri, Bosnalı ve Kosovalı Müslümanlara karşı canice saldırılar düzenlemekteydiler. Oysa Washington, bu katliamları önleyecek ve eski Yugoslavya’da müzakere temelli bir çözümü dayatmayı sağlayabilecek tüm diğer yöntemleri kasıtlı olarak kenara atmıştı. Çünkü ABD’nin amacı, NATO’yu bir savunma ittifakı olmaktan çıkarıp müdahaleci savaşlara girişen bir “güvenlik örgütüne” dönüştürmekti. Bu dönüşümün bir sonraki adımı ise, 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında NATO’yu Afganistan müdahalesine dahil etmek oldu. Böylece ittifakın en başından beri Atlantik bölgesiyle sınırlandırılmış olan etkinlik alanı fiilen genişletilmiş oldu.  Daha sonra da 2003’te Irak’ın işgali geldi: Bu da tüm antiemperyalistlerin hep birlikte karşı çıktıkları ABD liderliğindeki son müdahale oldu.

Bu arada, Soğuk Savaş “kampçılığı” yeni bir biçime bürünerek hortladı: Artık SSCB’nin çizgisiyle hizalanmak değil, Washington’un düşman olduğu her rejim ya da siyasi güce doğrudan ya da dolaylı destek verilmesi söz konusuydu. Başka bir deyişle, “dostumun (SSCB) düşmanı benim düşmanımdır” mantığından, “düşmanımın (ABD) düşmanı dostumdur” (ya da en azından eleştiriden muaf tutmam gereken biridir) mantığına geçilmiş oldu. İlki bazı garip yakınlaşmalara yol açarken, ikinci mantık aslında zincirlerinden boşalmış bir kinizmin bahanesi oldu. Bu mantığı savunanlar, salt ABD yönetimine yönelik bir nefrete odaklanarak Washington’un küresel arenadaki tüm tavırlarına karşı sistematik bir muhalefete savruldular, o kadar ki, Rusya’nın kötücül, kapitalist ve emperyalist rejimi gibi (ki bu terimin tüm tanımlarına göre bu rejim emperyalisttir) ya da İran’ın teokratik rejimi gibi, hatta Miloseviç ve Saddam Hüseyin’in ardılları gibi tamamen gerici ve antidemokratik rejimlere bile gözü kapalı destek verir hale geldiler.

Bugün ilerici anti-emperyalizmin karşı karşıya olduğu sorunların karmaşıklığını göstermek için (neo-kampçılığın her şeyi basite indirgeyen mantığıyla asla içinden çıkılamayacak bir karmaşıklıktır bu) 2011 Arap Baharından doğan iki savaşı ele alalım: 2011’in başlarındaki halk ayaklanmaları Tunus ve Mısır cumhurbaşkanlarını defetmeyi başardığında, her iki ülke de Batı müttefiki rejimlere sahip olduğu için, kendini anti-emperyalist ilan eden tüm güçler yelpazesi tam bir birlik ve beraberlik içinde olanlara alkış tuttu. Ancak devrimci şok dalgası Libya’ya ulaştığında, ki hem Mısır hem de Tunus ile sınırdaş olan bir ülke için böyle olması kaçınılmazdı, neo-kampçıların tadı kaçtı. Son derece otokratik olan Muammer Kaddafi rejiminin Batılı devletler tarafından on yıllar boyunca haydut devlet ilan edildiğini hatırlayıverdiler. Belli ki bu rejimin 2003’ten bu yana çarpıcı bir biçimde ve tümüyle ABD ve çeşitli Avrupa devletleriyle olağanüstü bir işbirliğine yöneldiğinden bihaberdiler.

Kaddafi kendi çizgisinden hiç sapmadı ve gösterileri kanlı bir şekilde bastırdı. İsyancılar Libya’nın ikinci büyük kenti Bingazi’yi ele geçirdiler. Kaddafi ise onları “lağım fareleri” ve “uyuşturucu bağımlıları” olarak tanımladı ve hafızalarda yer edecek bir biçimde “ülke tüm kirlerinden ve pislikten tamamen arınıncaya kadar Libya’yı santim santim, ev ev, hane hane, sokak sokak, kişi kişi” temizlemeye yemin ettikten etti, ardında da bu kente karşı bir saldırı hazırlığı kapsamında silahlı kuvvetlerinin tüm yelpazesini kentin çevresine konuşlandırdı. Büyük çaplı bir katliam olasılığı çok yüksekti. Ayaklanmadan on gün sonra BM Güvenlik Konseyi (BMGK), Libya’yı Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne sevk eden bir kararı oybirliğiyle kabul etti.

Bingazi halkı dünyaya seslenerek koruma altına alınmak için adeta yalvardı, ancak ülkeye yabancı askerlerin girmesini istemediğini de vurguladı. Arap Birliği bu talebi destekledi. Dolayısıyla BMGK Libya için uçuşa yasak bölge (NFZ) ilan edilmesine izin veren bir karar aldı ve sivillerle sivil bölgelerin koruması için “gerekli tüm tedbirlerin” alınmasını istedi. Bununla birlikte, Libya topraklarının herhangi bir yerinde yabancı bir işgal gücünün ne şekilde olursa olsun konuşlanmasının söz konusu olmaması gerektiğini de belirtti. Ne Moskova ne de Pekin bu kararı veto etti: Her ikisi de çekimser kaldılar çünkü önceden ilan edilen bir katliamın sorumluluğunu üstlenmek istemediler.

Batılı antiemperyalistlerin çoğu, BMGK kararını 1991 yılında Irak’a yapılan saldırıyı onaylayan karara benzettikleri için kınadılar. Bunu yaparken Libya örneğinin aslında Kuveyt’i özgürleştirme bahanesiyle Irak’a yapılan genel saldırıdan çok, Kuzey Irak’a [Kürtleri korumak amacıyla] dayatılan NFZ’a benzediği gerçeğini göz ardı ettiler. Öte yandan, BMGK kararı açıkça kusurluydu, çünkü NATO güçlerinin Libya iç savaşına uzun süreli müdahalesine izin verecek bir yoruma da açıktı. Bununla birlikte, yaklaşan katliamı önlemenin alternatif bir yolu olmadığından, Moskova ve Pekin’i çekimserliğe iten nedenlerden ötürü onlar da ilk aşamasında NFZ’a neredeyse hiç karşı çıkamadılar.

NATO’nun Kaddafi’yi hava kuvvetlerinin ve tanklarının çoğundan mahrum etmesi için birkaç gün yetti. İsyancıların elinde Kaddafi’nin kalan cephaneliğine karşı koymak için gereken silahlar olsaydı, doğrudan dış müdahale olmadan da mücadelelerini sürdürebilirlerdi. Gelgelelim NATO, onları doğrudan kendi müdahalesine bağımlı halde tutmayı tercih etti, çünkü bu sayede onları kontrol edebileceğini umuyordu.  Sonunda isyancılar Kaddafi’nin devletini tamamen dağıtmak suretiyle NATO’nun planlarını hüsrana uğrattılar ve böylece Libya’daki mevcut kaotik durumu yarattılar.

Daha da karmaşık olan ikinci vaka ise Suriye vakasıdır. Orada Obama yönetimi hiçbir zaman bir NFZ dayatmak niyetinde olmadı. BMGK’ne sunulacak bu yönde bir tasarıyı Rusya ve Çin’in veto etmesi kaçınılmaz olduğu için, bunu yapabilmenin tek yolu, George W. Bush yönetiminin Irak’ı işgal ederken yaptığına benzer şekilde uluslararası yasallığın ihlal edilmesiydi (oysa o zamanlar senatör olan Obama bu işgale karşı çıkmıştı). Dolayısıyla Suriye savaşında Washington düşük profilli bir çizgide kalmaya özen gösterdi. Ne zaman ki sözde İslam Devleti (İŞİD) Irak sınırını aşarak büyük bir saldırı başlattı, ABD müdahalesini ancak o zaman yoğunlaştırdı, ardından da doğrudan müdahalesini İŞİD’le mücadeleyle kısıtladı.

Bununla birlikte, Washington’un Suriye savaşı üzerindeki en belirleyici etkisi doğrudan askeri müdahalesi olmadı. Bu zaten Batı emperyalizminin dışında bir şey görmemeye yeminli neo-kampçıların dışında kimsenin gözünde en önemli unsur değildi. Aksine ABD’nin asıl etkisi, bölgesel müttefiklerine Suriyeli isyancılara uçaksavar silahlar teslim edilmesini yasaklamasıydı. Bu kararı da esas olarak İsrail’in muhalefeti nedeniyle aldı. Bunun sonucunda da Esad rejimi tüm ihtilaf süresince havada dilediği gibi at oynattı ve hatta helikopterler tarafından salınan yıkıcı varil bombalarının kapsamlı kullanımına başvurabildi. Bu durum, Moskova’yı da 2015’ten itibaren Suriye ihtilafına doğrudan hava kuvvetlerini dahil etmeye teşvik etti.

Antiemperyalistler Suriye konusunda acı bir şekilde bölündüler. ABD’deki United National Antiwar Coalition ve US Peace Council gibi neo-kampçılar, özel ve tek taraflı bir “antiemperyalizm” anlayışı adına sadece Batılı güçlere odaklandılar. Bunu yaparken de Rus emperyalizminin diğerleriyle kıyaslanamayacak derecede önemli müdahalesini, dahası İran destekli İslami köktendinci güçlerin müdahalesini ya desteklediler ya da görmezden geldiler (bir de Birleşik Krallıktaki Stop the War Coalition örneğinde olduğu gibi, çekingen bir biçimde buna değinmekle birlikte, aleyhinde kampanya yapmayı reddettiler). Bu makalenin yazarı da dahil olmak üzere, ilerici ve demokrat antiemperyalistler ise katil Esad rejimini ve onun yabancı emperyalist ve gerici destekçilerini kınadılar. Buna ek olarak da Batılı emperyalist güçlerin çatışmaya doğrudan müdahale etmelerine karşı çıkmakla birlikte, Suriye halkının kaderine kayıtsız kalmalarını kınadılar. Bir yandan da Suriye muhalefeti içindeki gerici güçleri destekleyen Körfez monarşilerinin ve Türkiye’nin olumsuz rolünü de ifşa ettiler.

Gücünü arttırmakta olan İŞİD’in, Suriye topraklarında faaliyette olan tek ilerici silahlı güç olan Suriyeli sol milliyetçi Kürt hareketini tehdit etmesi, durumu daha da karmaşık hale getirdi. Washington, İŞİD’e karşı bir yandan bombardımanlar yoluyla, bir yandan da Irak’ta İran’a bağlı milisler ve Suriye’de Kürt sol güçleri gibi yerel güçlere hiç yüksünmeden destek vererek savaştı. İŞİD, Kürt güçlerinin elindeki Kobanî şehrini ele geçirmeye kalktığında, Kürt güçlerini ABD’nin bombardımanları ve hava yoluyla onlara silah yollaması kurtardı. Antiemperyalistlerin hiçbir kesimi Washington’un bu bariz müdahalesini kınamaya yönelik belirgin bir tavır almadı. Çünkü apaçık ki bunun alternatifi, Türkiye’de tüm solun geleneksel olarak desteklediği sol milliyetçi bir hareketle bağlantılı olan bu [Kürt] gücün ezilmesi olacaktı.

Daha sonrasında Washington, Kürtlerin liderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) desteklemek, silahlandırmak ve eğitmek için Suriye’nin kuzey doğusunda bölgeye kara gücü konuşlandırdı. ABD’nin bu rolüne karşı çıkan tek çatlak ses, Kürt halkının en büyük kesimini ulusal düzeyde ezen NATO üyesi Türkiye’den geldi. Antiemperyalistlerin çoğu, 2011’de Libya konusundaki tutumlarının aksine sessiz kalmayı yeğlediler (bu da çekimser kalmaya eşdeğerdi). Sanki Washington’un bir halk ayaklanmasına destek vermesi sadece bu ayaklanmayı sol güçler yönettiğinde hoş görülebilirmiş gibi.  Ve Donald Trump, Türk başkanının baskısıyla ABD askerlerini Suriye’den çekme kararını açıkladığında, Judith Butler, Noam Chomsky, merhum David Graeber ve David Harvey dahil olmak üzere Amerikan solunun önde gelen birçok ismi, ABD’nin “SDG’ye askeri desteği sürdürmesini” talep eden bir bildiri yayınladı (ancak bunu yaparken, ABD’nin kara gücüyle doğrudan müdahalesinin yine de söz konusu olmaması gerektiğini belirttiler). Neo-kampçılar arasında bile çok az kişi bu açıklamayı kamuoyu önünde kınadı.

Anti-emperyalizmin son dönemde yaşadığı komplikasyonları bu şekilde kısaca gözden geçirdiğimizde, üç yol gösterici ilke ortaya çıkmaktadır:

– Birincisi ve en önemlisi: Kızıla boyadıkları diktatörlere methiye düzenlerin yaptığının tam tersine, gerçekten ilerici tavır almak demek, halkların kendi kaderini demokratik olarak tayin etme haklarını esas alır. Bu da emperyalist bir gücün yaptığı her şeye her ne koşulda olursa olsun sistematik biçimde karşı çıkarak yapılamaz. Antiemperyalistler “kafalarını çalıştırmayı” öğrenmek zorundadır.

– İkincisi: İlerici bir antiemperyalizm, istisnasız tüm emperyalist devletlere karşı çıkmayı gerektirir, birilerine karşı diğerlerinin saflarında yer almayı değil.

– Son olarak da: Emperyalist bir gücün müdahalesinin özgürleştirici bir halk hareketine fayda sağladığı istisnai durumlarda bile -ve bu müdahale bu tür bir hareketi kanlı bir katliamdan kurtarmak için mevcut tek seçenek olduğunda bile- ilerici antiemperyalistler, söz konusu emperyalist güce karşı tümüyle kuşkucu  bir tavır takınılmasını savunmalı ve yapacağı müdahalenin, kurtarıyormuş gibi yaptığı kesimlere kendi egemenliğini dayatma kapasitesini kısıtlayacak biçimler ve sınırlar içinde kalmasını talep etmelidir.

Yukarıdaki ilkeler üzerinde uzlaşabilen ilerici antiemperyalistler arasında devam edebilecek olan görüş ayrılıkları/tartışmalar, esasen taktik meselelerle ilgilidir. Buna karşılık, neo-kampçılarla neredeyse hiç tartışma mümkün değildir: Geçmiş yüzyıldaki öncüllerinin geleneğine uygun olarak, onların her zamanki davranış biçimi hakaret etmek ve iftira atmaktan ibarettir.

Çeviri: Yiğit Bener

Bu yazı ilk olarak artigercek.com sitesinde yayımlandı.

Not: Gilbert Achcar, Londra Üniversitesi SOAS’ta (Londra Üniversitesi Oryantal ve Afrika Çalışmaları Okulu) öğretim üyesidir. Türkçede yayımlanan eserleri: Marksizm, Oryantalizm, Kozmopolitanizm; Barbarlıklar Çatışması; Tehlikeli güç: ABD’nin Dış siyaseti ve Orta-Doğu; Kaynayan Orta-Doğu: Marksist Aynada Orta-Doğu; Halk İstiyor: Arap İsyanı Üzerine Radikal Bir İnceleme; İsrail’in Hizbullah’a Karşı Savaşı. Bu makale ise The Nation’ın internet sitesinde 6 Nisan 2021’de yayımlandı ve Türkçeye Yiğit Bener tarafından çevrildi.

“Çalışma Hakkımızı Alacağız Fişlerinizi Yırtacağız!”: Kent Emekçileri Dayanışması’ndan Açıklama

Kamuya atanacaklar için güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasını zorunlu hale getiren kanun teklifinin kapsamı genişletilerek AKP ve MHP oylarıyla yasalaşmasının üzerine Kent Emekçileri Dayanışması bir açıklama yayınladı. “Milyonlarca genç işsizken kamuya kendiniz gibi iş takipçisi pudra şekercileri doldurmanıza izin vermeyeceğiz” denilen açıklamada en büyük güvenlik sorununun halkın geçim derdi olduğu vurgulandı.

Açıklamanın bütününü aşağıda yayımlıyoruz.

Dün TBMM Genel Kurulu’nda, AKP’nin ve ortaklarının defalarca çıkarmaya çalıştığı fişleme kanunu teklifi (tam adı “Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Kanun Teklifi”) kabul edildi. 

 Fişleme Kanunu’nun temeli, 15 Temmuz sonrası OHAL sürecinde çıkarılan 29 Ekim 2016 tarihli 676 sayılı KHK ve 6 Ocak 2017 tarihli 680 sayılı KHK ile atılmıştır. Yapılan iki düzenleme ile kamuda ve kamu iktisadi teşebbüslerindeki kadrolu ve sözleşmeli personel istihdamında, güvenlik soruşturması ve/veya arşiv araştırılması getirilmiştir. Anayasa Mahkemesi güvenlik soruşturması ve arşiv araştırmasını masumiyet karinesi ihlali ve kişisel verilerin korunması hakkına aykırı olduğu gerekçesiyle yürürlükten kaldırmıştır. 

 AKP’nin topluma dayattığı mevcut düzenlemede, ise arşiv araştırması, memuriyete alım ve kamu atamalarında genel bir usul olarak getirilirken; güvenlik soruşturması, milli güvenliği ilgilendiren kurumlarda işe alımlarda yapılacak bir uygulama olarak düzenlenmektedir. 

 Burada sorumuz şudur: Kimin güvenliği? Milyonlarca insan işsizken, kamuda çalışmayı, yandaşlarına pazarlayanların mı?   

Üniversiteli işsiz oranı yüzde 30’a dayanmışken kısıtlı kadrolara bile kendi “pudra şekerci” insanları atayabilmek için kurulmuş bir düzen bu

 Uyarıyoruz! En büyük güvenlik sorunu halkın geçim derdidir! Hep söylediğimiz gibi: Ekmek Yoksa Barış da Yok! 

 Fişleme Kanunu, AKP ve ortaklarının kamuyu çitleme harekâtının en dışlayıcı adımlarından biridir. Kamusal alanı otoriter, tekçi, faşizan bir anlayışla şekillendirme arzusunun net ifadelerinden biridir. 

 Kanuna son anda eklenen bir düzenleme ile kamuya atanacak öğretmenlerin de güvenlik soruşturması geçirecek olması tam bir aymazlık, pervasızlık örneğidir.  

 12 Eylül Darbesi’yle topluma giydirilmeye çalışılan deli gömleğinin terziliği misyonunu, bugün AKP ve ortakları devralmıştır. 12 Eylül’de bile varlığı bilinmesine rağmen açıktan kabul edilmeyen uygulama şimdi yasalaşmıştır. 

Fişleme Kanunu, eşit vatandaşlık ilkesinin kağıt üzerindeki son kalıntılarının da köküne kibrit suyu dökerek bu misyonu sürdürmektedir. Bu zihniyet “pudra şekerciler” dışındaki herkesin kamuda çalışma hakkını elinden almaktadır. O kamu ki; bu ülkenin emekçilerinin yarattığı değer ile ayakta durmaktadır.  

 Pandemi sarsıntılarıyla katmerlenen ekonomik kriz koşullarında milyonlarca insan bir yandan halk sağlığı mücadelesi bir yandan geçim mücadelesi vermektedir. Es kaza iş bulabilenler nakdi sefalet ücreti ile ücretsiz izindeyken; pandemiye işsiz girenler ve kayıt dışı çalışanlar açlıkla sınanmaktadır. Kod-29 uygulaması zulüm halini almıştır. 

 Bu koşullarda, bir de Fişleme Kanunu ile çalışma hakkımızın elimizden alınmasına izin vermeyeceğiz! Kamuda çalışma kriterinin iktidara yandaşlık olmasını kabul etmeyeceğiz! 

 Demokratik, meşru mücadele yürüten arkadaşlarımız hakkında tuttuğunuz bütün fişleri yırtıp atacağız!

İşten Çıkarma Yasağının İstisnası Kural Olurken: Kod 29 – Deniz Ateş

Tam da pandeminin başlarında, herkes işini ve gelirini kaybetme korkusu yaşarken, bir işi olanlar ise yaşamlarını tehlikeye atmak ile gelirlerini tehlikeye atmak arasında bir tercih yapmaya zorlanırken, 17 Nisan 2020’de Hükümet büyük bir coşkuyla işten çıkarmaların pandemi dönemince yasakladığını duyurdu.

Ancak kısa süre içerisinde müjdenin aslında pek de müjde olmadığı anlaşıldı. Önce işten çıkarma yasağı ile birlikte gelen zorunlu ücretsiz izin uygulaması ile işten çıkarılmasak bile günlük 39,24 TL’lik “gelir” desteği ile yaşamımızı sürdürmek zorunda olacağımız açıklandı. Dolayısıyla her ne kadar kağıt üzerinde işsiz olmasanız bile aslında açlıkla imtihan edilecektiniz. Bir de tabii bu “müjdenin” istisnası vardı, iş kanunun “Ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan haller ve benzerleri” başlıklı 25/II maddesi bu işten çıkarma yasağının istisnası olarak tanımlanmıştı. Bu madde ile anılan durumlar arasında, işyerinde hırsızlık, taciz, işyerinde uyuşturucu almak vb. yer almakta. Türkiye’de yıllardır işçileri tazminatsız olarak işten çıkarıp herhangi bir gelirleri olmadan yıllarca mahkemelerde sürdürmenin bir aracı olarak kullanılan 25/2 maddesi pandemi ile birlikte artık, patronların elinde işçilere karşı yeni bir silaha dönüştü. Son günlerde bu madde ile işten çıkarmalara verilen kod nedeniyle Kod 29 adıyla gündemde olan bu madde kapsamında işten çıkarılırsanız tazminatınızı alamayacağınız gibi, işsizlik sigortasından da faydalanamıyorsunuz, ta ki yıllar süren mahkemenin sonucunda aslında böylesi bir ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırı bir durum olmadığını ispatlayana kadar.

DİSK – AR tarafından yayınlanan bir araştırma 2020 yılında 177 bin kişinin bu şekilde işten çıkarıldığını ortaya koyuyor. Yani bu sözde istisna artık patronlar için işten çıkarmanın kuralı haline geldi. Ancak böylesi bir pandemi döneminde, işten çıkarma yasağına böyle bir istisna bırakılınca bunun patronlar tarafından sınırsız ve kuralsızca kullanılacağını tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok. Patronların işyerlerinde sömürüye karşı en ufak bir ses çıkaran, sendikalaşma çabasına giren, kendisinin veya arkadaşlarının uğradıkları haksızlıklara karşı sesini çıkaran işçileri tazminatını kaybetmekle tehdit etmesinin ve yıllarca sürecek mahkeme süreci boyunca herhangi bir gelirden mahrum bırakmalarının yolu olan Kod 29 iptal edilmelidir.

Her ne kadar pandemi sürecinde görünürlüğü gitgide artmış olsa da, bir işçinin henüz ispatlanmamış bazı suçlamalar ile önce cezalandırılıp sonra suçlamanın araştırılması şeklinde özetleyebileceğimiz akla mantığa aykırı bu uygulama tamamen ortadan kaldırılmalıdır. Eğer bir kişi misal işyerinde hırsızlıkla suçlanıyorsa, bundan dolayı herhangi bir yaptırıma uğramadan önce bu suçlamanın ispatlanması gerekmez mi? Kod 29 özetle “her işçi aksini ispatlayana kadar suçludur” demektedir.

25/II ve Kod 29 iptal edilsin!

Tüm işçilere insanca bir yaşam sürdürmeye yetecek bir yaşam geliri!

 
 

Alan Watts, Hippi İlahiyatçı – Jean-Michel Palmier

1973 Kasım’ında Kaliforniya’da hayatı son bulan Alan Watts ile Amerikan düşüncesinin en tuhaf simalarından biri yitip gider. Üniversitelerde bulabildiğimiz düşünceden bahsetmiyorum; kaldı ki Doğu felsefesine muazzam bir şekilde hâkim olduğundan çeşitli üniversitelerde ders vermiştir. Benim sözünü ettiğim sokaklarda, San Francisco’nun entelektüel kenar mahallelerinde, Bowery’nin berduşları, Greenwich-Village’ın bitnikleri ve hippileriyle, kendilerini buralara ait hissetmeyenlerle birlikte yaşayan bir filozof. 

The Joyous Cosmology’nin yazarı 1915’te İngiltere’de doğar ve 1938’de ABD’ye gelir gelmez ilahiyat doktoru titrini alır. Savaştan önce Doğu dinleri tarihi hakkındaki çalışmalarıyla birlikte uluslararası bir üne kavuşmuştur. ABD’yi darmaduman edecek, gençliği sistemin “mutsuz bilinci” haline getirecek ahlaki krizle birlikte Watts’ın öğretisini yüzbinlerce kişi takip edecekti. Bir kez rock’n roll fırtınası dindikten sonra, ki kimileri bunu haklı olarak Amerikan yeni solunun doğum belgesi olarak görür, Bob Dylan’ın hüzünlü ve melankolik baladları gibi Alan Ginsberg’in haykırarak ve soluk soluğa okunan şiirleri hissiyatın gelişiminde yeni bir aşamaya damgasını vuracaktı. Jack Kerouac’ın romanları, sırtlarında gitarları, ceplerinde şiirleri ve şarkılarıyla, paranın değil ama “kendi Amerika’larının fethine” çıkanların destanını harikulade biçimde aktarır. Onlara göre de Batılı insanın kalbinde, hayatında çürümüş bir şeyler vardı ve yeni bir hayatı fethedebilmek için “Amerikan rüyasından” koşar adım uzaklaşmak lazımdı. Tüm bir kuşağı dünyanın yollarına döken, Doğu’ya yönelten bu sürgünü veya haccı gerekçelendirmeye katkıda bulunarak Watts çoğu kez bunları doğrudan esinlemiştir. Bunca gencin onda bir peygamber veya mesih görmüş olması boşuna değil. 

Doğu’nun Bilgeliği

Watts’ın dehası, Doğu’nun verdiği ilhamı ve binyıllık bilgeliğini modern dile tercüme etmeyi başarmasında ve buradan yola çıkarak Amerika’nın gündelik hayatının bir eleştirisini şekillendirmiş olmasında yatıyor. Tüm eserleri aynı temayı ele alıp derinleştirir: Batılılar, teknik medeniyetleriyle birlikte hayatın anlamını yitirdiler. Hassasiyetlerini öldürdüler ve kendilerini çevreleyen dünyaya, bir insana, ağaca, güneşin batışına, bunları sanki ilk kez görüyorlamışcasına bakmasını bilmiyorlar artık. Dolayısıyla Watts doğaya dönüşü, evrenle barışmayı, tüm biçimleri altında kaçışı ve yeni bir yaşam sanatının oluşturulmasını salık veriyordu. Altmış yaşındaki bu peygamber, sadece diğerlerine, yaşamlarına, değerlerine ironik bir bakışla bakan ve sorduğu sorulara verilen cevapları anlamayan bir çocuktu esasında. 

Bu mistik peygamber, aynı zamanda görüşlerini desteklemek için Vergilius kadar Tao Te Ching’ten de alıntılar yapan bir şairdi. Tüm dünyada tercüme edilmiş eserleri, ölümünden sonra da uzun zaman boyunca büyüsünümuhafaza edecek, hâlâ hayal kurmayı bilenler üzerinde bu çekim gücünü saklayacaktır.

Le Monde, 1973 sonu

Orjinali bu kaynakta

Çeviri: U. Aydın

Ulusal Edebiyat: Bir Varoluş Krizi – O. Yiğit Özdemir

“En büyük şiir Birleşik Devletler’in kendisidir… Damarları şiirle dolu bu ulusun, bu ulus şairlerini bekliyor…”

Walt Whitman

Şairlerin ulusları yarattığı, onlara sur borusundan ruhlarını üflediği sıkça karşımıza çıkan bir mecazdır. Kimi zaman bu şairlerin yerini, şiir yazamayan, ancak şairane duyguları tehlikeli bir biçimde milliyetçi düşüncelerle melezleyen teorisyenler de alabilir.

Buna en yakın örnek, herhalde Ziya Gökalp. Gökalp’in teşkilat sorunlarıyla ilgilenen Talat Paşa’ya Selanik’te “Teşkilat… Bu o kadar önemli değil. Teşkilat kalıptır, binadır, hendesedir. Bu kalıbın içine hangi ruh üflenecek”[1] demesinde olduğu gibi, kitleleri harekete geçirecek fikirler, idealler de imal eder kimileri. Gerçekten de milliyetçiliğin kökenine indiğimizde, şairane bir şekilde yüceltilmiş aşağılık duygusundan başka bir şey bulmak zordur.

Peki, öyleyse yeryüzünde yaşayan milyarlarca insanı ortak bir amaç uğruna seferber edebilmek için, düşman icat etmek, ya da var olan düşmanlıkları körüklemek mi gereklidir illa? Her ulusal edebiyatın kendisiyle beraber ilişkilendiği, aynı anda hem benzerliğin, hem de farklılığın rekabetini örgütlediği, su yüzüne çıkarttığı ve gerektiğinde beraber soluk alıp (Bifo’nun altını çizdiği gibi –con-spirare) gerektiğinde okyanusun derinliklerine ittiği başka uluslar vardır. Derrida’nın dekonstrüksiyon için söylediklerini, pekâlâ uluslar için de söyleyebiliriz: her daim “birden çok”.

Bir ulusun varlığı bir diğer ulusun kimlik ve kişiliğine bu kadar içten, narin ve nazik iplerle bu kadar hayatiyetle bağlıysa, o halde Walt Whitman’ı coşa getiren sebepler üzerinde durmak ve kozmopolit ve neo-liberal solun bu türden konulardaki alerjik parantezini kapatarak bakmak gerekiyor. Ulusları yapan şairlerse, onlara bu bilinci, diğer uluslarla, insanlığın genel havuzunda beraber yüzüldüğü, bu koşuya beraber durulacağı bilincini de aşılayan, yine dizeleri ve çileli yaşamlarıyla, şairlerdir.

II. Misyoner edebiyat, misyonsuz edebiyat, edebiyata içkin görevler

“Geleceğin şairleri! Geleceğin söylevcileri, şarkıcıları

            çalgıcıları!

Bugün doğrulayamaz beni, ne istediğimi, neden yana

            olduğumu bilemez, anlatamaz bugün,

Ama siz, yeni bir döl, katışıksız, atletik, bu toprağın

            Yetiştirdiği çocuklar, gelmiş geçmiş döllerin en büyüğü

Kalkın! Çünkü siz doğrulayacaksınız beni.”

Geleceğin ŞairleriWalt Whitman

Whitman’ın şöhretlenmesi, biraz da İç Savaş yıllarından sonra, Lincoln’lü yıllarda, 1866 senesinde William O’Morris’in onun hakkında yazdığı kısa tanıtıcı kitapla, The Good Gray Poet ile olur. Gerçekten de Whitman’ın, Rusların Mayakovski’si gibi ulusal bir şair olarak taçlandırılması ise, demokrasi davasının Amerikan topraklarında, son derece pragmatik sebeplerle yeşerdiği 20. yy’da gerçekleşecektir. Kendisine açılan müstehcenlik davalarından çok sonra.

Bu gerçekten de bütün ABD’li şairlerin kendisini Avrupa şiiriyle yan yana görmek üzere aportta beklediği yıllarda, zahmetsizce yazılmış görünen ‘zor’ dizeleri bize armağan eden şairin tüm şiirlerinin, manifesto havasında yükselen bu sesin yalnızca ABD’li yurttaşlar nezdinde yükselmediğini söylemek gerek. Whitman gerçekten de uluslararası öneminden ötürü, ABD’ye bir demokrasi payesi biçiyordu. Onun popüler tabirle bir “erime noktası” (melting pot) olarak kabul gördüğü 1950’li yıllarda tahtına oturmuş olması bizleri şaşırtmasın.

Turgenyev’in Batılı bir toplum tahayyülünü, kuşak çatışmasını işlediği yıllarda yazıyordu bu dizeleri Whitman. Marx ise 1861’de gerçekleşen Amerikan İç Savaşı’nı Kapital’de “çağımızın şimdiye kadar gerçekleşen en önemli olayı” diyerek selamlar. Gerçekten de Amerikalıların değil, ancak Gündüz Vassaf’ın tabiriyle “Amerikalılara bırakılamayacak kadar değerli” olan “Amerika”nın gelecekte sözünü söyleyebileceği bir aşırılık, bir fazlalık vardır ulus tahayyülünde.

Geçtiğimiz sene Amerikan başkanı Donald Trump milliyetçi bir konuşma yaparak elinde tuttuğu İncil’i göstericilere salladığında, The Atlantic bu durumun sebebi ayaklanmaya şu şekilde yer veriyordu “1968 olaylarından beri gerçekleşen en büyük isyan”. Ulusun harcını döken, emeği ve gözyaşıyla ona değer ve gelecek biçen herkesin söz söyleme hakkının garanti altında olduğu söylenen Amerika Birleşik Devletleri’nde milyonlarca insan sokağa dökülmüş, onları zapturapt altına almak için füzeleri ve tümenleri taşıyan yüzlerce askeri kamyon otobanları işgal etmişti.

O halde, burada ulusal edebiyat tartışmasında bir “niyet”le karşı karşıyayız. Gerçekten de varoluşsal bir çatlaktır bu. Ulus gibi yapay bir şeyi övmek, ki aslında ancak yapıntı şeyler bu kadar göğe çıkartılabilir, çoktan gerçekleşmesi imkânsız bir vaatte bulunmak gibidir. Yalnız bu, şu şekilde de anlaşılması gereken bir mefhum: bu vaat, her daim geleceğe ertelenen, süreç içerisinde anlamlanan bir utkudur.

Zehirli insanlar, ırkçı kuramlar, Nihal Atsız gibi menşei belirsiz haydutların zehirlediği ulusal şiir ve edebiyat damarını, gerçekten ulusu kurucu bir ütopya etrafında birleştirecek şairler geldiğinde kalınlaştırmak gerekecektir. Her ülkenin dünyaya vermek zorunda olduğu moral, teknik, estetik bir renk, bir doku vardır. Bunu yapamayan yapılar, er ya da geç, arkalarında bıraktığı tahribatla silinir gider.

III. Bir malzeme: Tarih

“Neslimin en iyi zihinlerinin delilikle parçalandığını gördüm”

UlumaAllen Ginsberg

“Amerika çocukken bir komünisttim üzgün değilim

Ne zaman fırsatını bulsam marihuana çekerim

Evimde günlerce kıpırdamadan oturur ve dolaptaki gülleri izlerim.”

AmerikaAllen Ginsberg

Ginsberg’in Amerika adlı şiirinde verdiği tarih 1956, arkasında Vietnam karşıtı gösterilerin heybeti yok belki henüz, belki tam da bu yüzden daha gerçek, tek başına, Amerika’yla baş başa ve karşı karşıya. Bir boğanın matadoruyla yüzleşmesi gibi bir yüzleşme tonu hâkim şiire.

İlk dize ise sanki Whitman’ın gelecekteki şairlere dair beklentilerinin bir yankısı, en büyük zihinlerin ölümüne, acı çekerek istila edilmesine bir ağıt. Uluma’nın bu ilk ve en meşhur dizesi, savaş sonrası, baby boomer  adıyla bilinen şöhretli kuşağın tepkilerinin kaynama noktasında bir kızıl termometre.

Yeniden denemek konusunda bir söz alamayacak kadar savaş yorgunu, bitkin ve gerçek bu dizeler. Dolayısıyla, onda emin olduğumuz şey, hiçbir şeye zorlanamamak için büyük bir savaş veriyor olması.

McCarthy’ci histerinin tüm Batı dünyasında ve elbette Menderes hükümetiyle de Türkiye’de pek çok yazarı, şairi, sanatçıyı, oyuncuyu, entelektüeli, kısacası kendisine karşı sindirilemeyecek lokma olarak gördüğü pek çok değerli düşünce insanını tasfiye ettiği günler, o günler. Kızıl korkusunun (Red Scare) tahmin edilenden fazla yayıldığı, Amerika isminin kapitalizmle, SSCB isminin sosyalizmle özdeşleştirildiği, dünyanın bu ikisi arasındaki askeri, sınaî ve kültürel rekabete, ama soğuk ama sıcak sahne olduğu günlerde, Ginsberg bu dizeleri yazıyor.

Tarih her zaman beklendiği opaklıkta seyretmez, hatta çoğu zaman Marx’ın tabiriyle “kötü tarafından seyrettiği” bile söylenebilir. Yine de şairlerin umudu ve umutsuzluğu, ona kaldığı yerden devam etmekte bize ihtiyaç duyduğumuz “mutlu ölümü” (Camus) verebilir. Gerçekten de, ulusal edebiyatın varoluş krizi burada yatar, Whitman’ın da sık sık söylediği gibi tek bir insandaki bütün insanlarda, insanlıkta, bütün insanlıktaki tek bir insanda ve onun “varoluş krizinde”.

IV. Bir diğer çatlak: ekolojik kriz

“Ancak sizin Agora Tanrıçanızla, bu tam da en önemli soru. Geçimlik sağlamak –ancak nereye kadar? Bir araya toplamak –ancak ne kadar? Her daim biriktirmek mi demek istiyorsunuz –hiçbir zaman harcamamak?”

TrafikJohn Ruskin

Doğayla kurduğumuz temellük ilişkisinde sorunlu bir ilişkilenme tarzı olduğunu ilk söyleyen Marx değildi elbette, ancak bunun bir “varoluş krizi” yaratacağını, bu temellük tarzının çok geçmeden “metabolik bir çatlağa” dönüşeceğini söyleyen o oldu.

O halde ulusların tarihini, doğayla nasıl düğümlemeli ki hem insan, hem de doğanın kurtuluş umudu için bir muştu barındıran, coğrafyanın kadere düğümlendiği çehresindeki izlerde belli olan, yeni bir var olma kipini edebiyatta da tanımlayabilelim? Doğayla insanın çatışması olarak soyutlanan şey, aslında doğayı temellük etme tarzımızdaki olası kırılmalarla birlikte “kurucu yabancılaşma”yla dağlanmış öznelliğimizde, hâlihazırda içerisinde olduğu doğayı esirgesin, çevresi sükûnetin sularından da içebilsin.

Edebiyat doğal değildir, elbette, ulusal edebiyat ise çoğu zaman doğallaştırılmış bir sanayi savaşları tarihçesidir. Ancak yine edebiyatın doğayı kat etmesi son derece mümkün. İnsan Hegel’in tabiriyle her daim “doğanın yarası” olarak kalacaksa da, en azından ulusal mizacını yonttuğu söylem tarzını dönüştürebilme becerisine sahip.

Sanıyorum gelecekten gelen şiirin kendisini imha etmeden sunabilmesi, dille kurduğu bu ölüm kalım ilişkisindeki dramatikleştirmeyi taşıması ve aşmasından geçiyor. Bu da sermayenin –ya da Ruskin’in deyimiyle Geçim Tanrısının- dil ile kurduğu ilişkiyi kırılmaya uğratmakla, bu türden bir edebiyatla mümkün.


[1] https://www.gazeteduvar.com.tr/kitap/2019/02/07/ziya-gokalpin-kurt-sorunu

Kamu Yararı: Müştereklerin Gaspına Giden Bir Yol – Semih Gönen

Son yıllarda hayatımıza giren bir kavram ortaklaşım ya da müşterekler… İngilizcede ‘commons’ dediğimiz bu kavram bize aslında tam olarak ortak kullandığımız şeyleri ifade ediyor. Bu müşterekler bazen yaylak, mera, kışlak gibi yerler olsa da bazen Gezi Parkı gibi kentsel mekanları da kapsamaktadır. Bu noktada müşterekler, sahiplikten ziyade aidiyeti tarif ediyor benim için. Dolayısıyla bu müşterekler, üzerine düşünülmeyi hak eden bir kavram…

Malum müşterekler üzerine düşünmeye başlayınca onunla bağlantılı başka kavramlar da aklımın bir yerlerinde uçuşmaya başladı. Tabii, müşterekler akla gelince çitleme hareketinin düşünülmemesini de imkânsız. Hatta müşterekleri tam anlamıyla kavrayabilmek için çitleme hareketine uzun uzadıya bakmak daha doğru olur fikrindeyim ancak ben onu başka bir yazıya bırakmakla birlikte hep aklımda olarak yazıma devam edeceğim. Zira, kolektifliğin yok olduğu, sahiplik üzerinden bir tüketim sürecinin başlamasını tarif ediyor çitleme hareketi. Bu çitleme hareketi, tam olarak ortak hareket güdüsünü, aidiyeti yok ediyor.  Sermaye müşterekleri bu çitleme ile bir metaya dönüştürmek istiyor.

Kapitalizmin doğası gereği bunu istemesinde şaşırtıcı bir şey yok, bunun farkındayız. Sermaye tüketim hırsı ile bir canavar misali kente ve doğaya dair ne varsa onu birikim aracı haline getirme ve tahrip etme derdinde. Sermaye kenti ve doğayı pazarlamak için her türlü oyunu kurmakla meşgul. Marks’ın dediği gibi köylüler işçileştirilmekte ve köylünün daha önce yaşadığı yerler çiftçiye kapatılarak sermayenin özel mülkiyetine dönüştürülmekte. Bu noktada dikkatimi çeken detaylardan bir tanesi devletlerin kapitalist sermayeye payanda olarak bu çitleme hareketinin aracısı haline dönmesi. Hem de bunu ironik bir biçimde yapıyor devlet: Kamu Yararı…

Nedir bu kamu yararı? Bergama’dan bu yana, maden şirketlerine, HES’lere, RES’lere, termiklere karşı müştereklerini korumak için mücadele köylüler baktığımızda aslında gördüğümüz resim bizim kulağımıza Marks’ın sözlerini fısıldıyor. Köylüler işçileştiriliyor, yaşam alanları ellerinden alınıyor ve kimsenin adımını atamayacağı “özel mülklere” dönüştürülüyor. Bunu yaparken devlet hep aynı kavramı kullanıyor, kamu yararı.

Türk Dil Kurumu kamu yararını, “Devletin gereksinimlerine cevap veren ve bu ihtiyaçları karşılayan, topluma yarar sağlayan değerler bütünü, menafiiumumiye” şeklinde tanımlıyor. Bunu gördüğümde aklıma ilk gelen şey şu günlerde Rize’nin Çamlıhemşin ilçesinde Fırtına Vadisi için Cumhurbaşkanı tarafından yayınlanan “acele kamulaştırma kararı” oldu. Kamulaştırmada ilk gereklilik “kamu yararı” olması iken nasıl oluyor da Çamlıhemşin Fırtına Deresi kenarında bulunan alanlara; toplu konut, turizm, ticaret ve cami alanı yapımı için acele kamulaştırma kararı verilebiliyor? Çünkü artık devletin gereksinimleri, sermayenin ihtiyaçları ile kesişmiştir.  Kamu bu kararın neresinde ve kararda yarar nerede? Bundan sonra kamu yararı sermayenin yararından başka bir anlam ihtiva etmez.

Bergama’da, Kaz Dağlarında, Gezi Parkında, Çamlıhemşin’de ve daha nice yerde sermayenin müştereklere el koymasının adı oldu kamu yararı ve acele kamulaştırma. Kamu yararı adeta adaletsizliğin, sömürünün bir diğer adı haline geldi. Kapitalizm vahşice ve tüm yıkıcılığı ile elimizde olan bizi biz yapan ne varsa tahrip edip saldırmaya çalışıyor. Doğa ve emek sömürüsünün bu kadar yaygınlaştığı bir dünyada krizler silsilesi kaçınılmazdır. Bu bağlamda kolektif bilinç gerçekleştirilerek krizler önlenebilir. Evet, bu çerçevede bir seçim yapma vaktinin geldiğini düşünmekteyim. Doğanın ve emeğin sömürüsünü reddedip alternatifleri düşünmeye başlamanın bir ayrımındayız.