LGBTİ+ Onur Haftası vesilesiyle Peter Drucker’ın 2017 yılında Kaos GL tarafından Ankara’da düzenlenen Homofobi ve Transfobi Karşıtı Uluslararası Toplantı’daki konuşmasını tekrar yayınlıyoruz.
“Uluslararası Homofobi ve Transfobi Karşıtı Gün”, 2005 yılından beri her yıl 17 Mayıs’ta çeşitli etkinlikler aracılığıyla dünyada LGBTİ’lere yönelik ayrımcı uygulamalara dikkat çekmeyi, LGBTİ haklarını iyileştirmeyi hedefliyor. Gün için 17 Mayıs tarihinin belirlenmesiyse Dünya Sağlık Örgütü’nün 1990 yılında eşcinselliği hastalık sınıflandırmasından çıkarttığı gün olmasından kaynaklanıyor. Eşcinselliğin hastalık olup olmadığı kararı bir kurumun tekelinde olmasa da sistem içinde bir kazanım olması açısından 17 Mayıs’ın sembolik bir anlamı bulunmakta. Türkiye’de de Kaos GL tarafından 2006 yılından beri her yıl 17 Mayıs haftasında “Uluslararası Homofobi Karşıtı Buluşma” başlığı altında çeşitli etkinlikler düzenleniyor. Bu yıl on ikincisi düzenlenen buluşmalarda bugüne kadar, “queer pedagoji; sporda homofobik, etnik ve cinsiyetçi ayrımcılık; LGBTİ mültecilerin sorunları; LGBTİ bireylere yönelik insan hakları ihlalleri; arzu politikaları; sosyal hizmetler; medyada temsil” vb. konular ele alındı. Türkiye’den pek çok araştırmacı, insan hakları savunucusu, örgüt yanında buluşmanın yurtdışından gelen konuşmacıları da alandaki tartışmaların ufkunun genişlemesine katkı sağladı. Buluşmanın bu yılki teması “Emeğin Queer Politikası” olurken katılımcılar yine alanın önemli isimlerinden sosyalist, gey aktivist ve yazar Peter Drucker ile International Socialist Review editörü ve aynı zamanda Türkçe’ye de çevrilen “Cinsellik ve Sosyalizm” kitabının yazarı olan Sherry Wolf oldu. Peter Drucker geçtiğimiz yıllarda da Yeniyol’un davetlisi olarak İstanbul’da bulunmuştu. Ankara’daki oturumda emek konusuna da değinilmekle birlikte konuşmacıların sosyalist kimliğinin daha baskın olmasından ötürü konuşmalar daha çok sosyalizm içinde LGBTİ varoluşu ekseninde ilerledi. Dile getirilen savunulardan biri sosyalizm içinde LGBTİ mücadelesini güçlendirmek ama bunun yanında LGBTİ hareketi de solla, sosyalizmle barıştırmak gerektiğiydi. Oturumun kolaylaştırıcılığını üstlenen Mutlucan Şahan, ilk konuşmacı Sherry Wolf’un ardından kendisine katıldığını belirtirken şunları söyledi: “İşçi sınıfı, kendi sınıf sorunlarının ötesinde bütün insanlığın sorunlarını önüne koymazsa gerçekten politik bir aktör haline gelemez. Bugün de LGBTİ mücadelesini de, cinsel özgürleşmeyi de kendi insanlık projesinin bir parçası haline getirmeyen, böyle bir öneri sunmayan herhangi bir sosyalist hareketin, bir işçi sınıfı mücadelesinin gerçekten dünyayı değiştirebileceğini düşünmek zor.” Toplantının ilgi çekici yanlarından biri de, dinleyiciler arasında sendikalı pek çok kişi olmasına ve toplantının bir sendika merkezinde gerçekleştirilmesine karşın, sendikaların kurumsal düzeyde bir katılım sağlamamasıydı. Düzenleyicilerden, sendikaların özellikle tek tek davet edilmediğini ama başka bir toplantı vesilesiyle kendilerine sözlü olarak haber verildiği bilgisini aldık. Türkiye’de yirmi küsur yıldır varlık gösteren bir hareketin, emek eksenli bir etkinliğinin bu kadar görünmez olması sendika cephesinde biz üyelerin de sendika yöneticilerinin de daha yapacak çok şeyi olduğunu gösteriyor.
Aşağıda Dördüncü Enternasyonal üyesi Peter Drucker’ın konuşmasının tam metnini bulabilirsiniz.
Beni davet ettiğiniz için teşekkür ederim. Burada olmak bir onur. Türk halkıyla, özellikle Türk LGBTİQ bireylerin bu zor zamanlarında, sizlerle dayanışma içinde bulunma şansı elde ettiğim için de memnunum. Söyleyeceklerimin karşı karşıya geldiğiniz büyük zorluklarla mücadelenizde yardımcı olmasını umuyorum.
Buraya 24 yıl boyunca Batı Avrupa’da yaşamış biri olarak geliyorum. Aynı zamanda LGBTİQ hareketinin enternasyonalist bir hareket olması gerektiğine inanıyorum. Farklı ülkelerde durumlarımız birbirinden çok farklı, ama inanıyorum ki kaderlerimiz birbiriyle bağlantılı. Uluslararası dayanışma hayati bir mesele; ve benim için, uluslararası dayanışma, queer bireyler ve dünya genelindeki tüm çalışanlar arasındaki bir kimliklendirme üzerine, uluslararası emek hareketiyle ortak bir kimliklendirme üzerine kurulu.
Tarihin bu döneminde queer ve emek mücadelelerini bir araya getirmek, özellikle Batı Avrupa’da kolay ya da kendiliğinden olan bir şey değil. 20. yüzyılın son on yılıyla 21. yüzyılın ilk yılları, özellikle pek çok Avrupa ülkesinde LGBTİ bireyler için, yasal ve sosyal olarak tanınma ve haklar bakımından gelişme yıllarıydı. Bunlar aynı zamanda, küresel emek hareketini zayıflatan, küresel neoliberal düzenin zirve yaptığı yıllardı. Eşcinsel erkekler ile kapitalist öznellik arasında -lezbiyenlerle daha az, trans ve interseksüel bireyler ile daha da az olmak üzere- bir ilişki var gibiydi. Eşcinsel erkeklerin satın aldıkları şeyler ile takıldığımız işletmeler, topluluk duygumuzun büyük bir kısmını oluşturdu. Bu sebeple, örneğin, queer teorisyen Michael Warner, “şehirli eşcinsel erkekler buram buram emtia kokuyor” diye yazmıştır. Aynı zamanda LGBTİQ bireylerin emek hareketinden ayrışması söz konusu olmuştur ki pek çok kadın ve queer de bu hareket tarafından geleneksel olarak marjinalleştirildiklerini algılamıştır. Dürüst olmak gerekirse bu algı gerçeğe dayanmaktaydı. Son yıllarda pek çok ülkede gelişme kaydedilmesine rağmen ana akım emek hareketinde başından beri ve hala bolca cinsiyetçilik ve heteronormativite bulunmakta.
2008’de ekonomik krizin patlak vermesi neoliberalizmi sarsıp tahrif etmişti. Bir iki yıl, birkaç ay boyunca pek çok ülkede, hatta ana akım medyada, küresel kapitalizm ve zayıf yönleri üzerine bazı araştırma soruları sormak mümkün olmuştu; ve geçerli sebepleri vardı.
Neoliberalizm ile ilgili iki şeyi vurgulamak önemlidir. (1) Neoliberalizm, dünyadaki hemen hemen her hükümet tarafından tesadüfen kabul edilen bir dizi politika değildir. 1970’lerin başında başlayan kârlılığın krizinden kökenlenmişti ve kârlılığın yeniden tesis edilmesine yönelik o krize bir yanıttı ve hâlâ da öyledir. Bu anlamda, neoliberalizm hakkında ciddi bir biçimde konuşmak, kapitalizmden söz etmeyi gerektirmektedir. (2) Neoliberalizm, hayati olan en az bir konuda başarısız olmuştur: Neoliberal politikalar, temel kapitalist ülkelerde 1950’ler ve 1960’larda hakim gelen büyüme ve birikim oranlarını geri getirememiştir. Aynı zamanda bazı gelişmekte olan ekonomilerde (BRICS ve Türkiye gibi diğer bazı ülkelerde) bir süreliğine gözlenen yüksek büyüme oranlarını sürdürebilme yetisine sahip olduklarını da kanıtlayamamışlardır. Tam tersine, neoliberalizm, başta ABD ve Batı Avrupa’da, birkaç yıl gecikmeli olarak da dünyanın geri kalanında ortaya çıkan 2007-2008 krizinin kökeninde yer almıştır.
2008’deki krizin patlak vermesi, queer solu da dahil, sol için umut veren bir an gibi görünüyordu. Kriz öncesinde, ana akım lezbiyen/gey hareketi, en müreffeh ve saygın lezbiyen/gey bireylere evlenme, evlat edinme ve orta sınıf kariyer sahibi olma izni vermek suretiyle onları neoliberal toplumlara entegre etme görevine soyunmuştu. Kriz, bunun da ötesine giderek, emek ve solla ittifak etmek suretiyle queer kurtuluşu için bir gündemin derinleştirilmesi imkânını artırdı. Bu, 21. yüzyılın en umut verici queer girişimlerini inşa etmek anlamına gelebilirdi. HIV ve AIDS’le yaşayan insanlara tedavi sağlama mücadelesinde sadece Güney Afrika hükümetini değil, Dünya Ticaret Örgütünü bile zorlayıp başarıya ulaşan Güney Afrika’daki Tedavi Eylem Kampanyası gibi. Queer evsizler için konutlandırma mücadelesi veren, New York’ta Ekonomik Adalet için Queerler gibi. Trans ve interseks bireyler ile toplumsal cinsiyet queerlerinin yükseliş hareketleri gibi.
Ne yazık ki, bu umut dönemi fazla uzun sürmedi. Ekonomik başarısızlıklarına rağmen, neoliberalizmin diğer yönlerden başarılı olduğu ortadaydı. Örneğin, daha iyi ücret alan işçilerle kötü ücretli işçileri; kalıcı sözleşmeli işçilerle de güvencesiz sözleşmelere sahip olan ya da kayıt dışı sektörde çalışan işçileri birbirine düşürerek ayrıştırma konusunda. Dahası, küresel neoliberal ekonomik yeniden yapılanma, farklı bölgeler ve kıtalardaki emekçi sınıfları birbirleriyle doğrudan rekabete sokarak, emek örgütlenmesinin temel birimlerini zayıflattı, uluslararası emek dayanışmasının ve emekçilerin sınıf kimliği bilincinin zayıflamasına neden oldu. Bunun sonucu olarak da, emek hareketi ve emek hareketine dayalı siyasal güçler, neoliberal politikalara meydan okumak ve kapitalizmi daha genel bir çerçevede zorlamak için krizden faydalanma konusunda yetersiz durumdadırlar.
Yine de, neoliberal politikalar büyük ölçüde gözden düşüyor ve neoliberal politikaları uygulayan merkez sağ ve merkez sol partileri de aynı durumdalar. Dolayısıyla bu politikalar ve partiler giderek artan bir saldırıyla karşı karşıya kaldı. Ancak saldırılar emekten ya da radikal soldan değil, artarak milliyetçi ve popülist sağdan geliyor. LGBTİQ topluluklarına yönelik sonuçları ise değişken olmakta. Kuzey ülkelerinde sağ, Jasbir Puar’ın tarif ettiği homomilliyetçilik (LGBTİ haklarının emperyal ulusun hizmetinde araçsallaştırılması) ile heteroseksizmin daha geleneksel sağ kanat biçimleri arasında bölünmüş durumda. Bunu, Birleşik Devletler’de Trump’ın, Fransa’da Le Pen’in ve yaşadığım ülke olan Hollanda’nın en sağının çelişkili cinsel politikalarında görmekteyiz. Öte yandan, Güney ülkelerinde sağ, çoğunlukla dinle ilişkisi olan tehdit altındaki ulusal kültürleri savunmak adına sıklıkla LGBTİ’ye saldırmakta.
Küresel Kuzey’den gelen biri olarak, heteronormativitenin sadece küresel Güney’in bir sorunu olmadığını söylemenin benim için önemli olduğunu düşünüyorum. Yaşadığım yer olan Hollanda’da, bugünün toplumundaki aşırı sağ ve gerici güçler, LGBTİ karşıtı tutumlarından dolayı göçmenleri suçlamaktalar. Göçmen karşıtı ırkçılıklarını özellikle İslam eleştirisi olarak gizlemekteler. Farklı ülkelerdeki sağcılar LGBTİQ’lara yönelik az ya da çok düzeyde gerici tutuma sahip olabilirler. Bunlar, Trump gibi sadece evlilik eşitliğini ortadan kaldırmayı istediğini söyleyenlerden, eşcinselliği, insanları yüksek binaların tepesinden aşağı atarak cezalandıran DAEŞ’e kadar uzanan bir yelpazede yer almaktalar. Ancak açıkçası, geniş bir tarihsel perspektiften bakıldığında, Hıristiyanlık ya da Yahudilik adına vaaz edilen cinsel baskıcı ideolojiler, İslam adına vaaz edilen sağ kanat ideolojilerinden evla değiller. Bütün büyük tek tanrılı dinlerin geleneksel olarak, erkek egemen bir ailenin kalıcılığına dayanan bir cinsellik görüşü mevcut. Cinsel kurtuluş, herhangi bir dinin eleştirilmesinden gelmeyecektir. Bu, kamu politikalarının herhangi bir dine dayandırılmaması gerektiğini ısrarla vurgulayan laik demokratik bir siyaset için savaşmayı gerektirmektedir. LGBTİQ bireyler için bu, hayati önem taşımaktadır; bir ölüm kalım meselesi anlamına gelebilmektedir.
Küresel sağ kanat saldırısı LGBTİ topluluklarının önüne yeni zorluklar çıkarıyor. Bu durum, queerin hem emek hem de ulusla ilişkisini yeniden gözden geçirme ihtiyacını ortaya koyuyor. Modern sosyalist hareketin yapıtaşı olan bir belgede, Karl Marx ve Friedrich Engels, ulus meselesine gayet kompleks ve diyalektik bir tutumla yaklaşmıştır. Konuyla ilgili en meşhur ifadeleri “işçilerin vatanı yoktur” şeklindedir. Fakat aynı belgede geçen aynı pasajda “Proletarya … ulusa önderlik eden sınıf durumuna gelmek, kendini ulusun kendisi kılmak zorunda olduğu ölçüde, kendisi de ulusaldır” demiş, “insanın insan tarafından sömürüsü ortadan kaldırıldığı ölçüde, bir ulusun başka bir ulus tarafından sömürüsünün de ortadan kaldırılmış olacağı” sonucuna varmışlardır.
Bu, nüanslı ve karmaşık bir pasaj. Hem ulusal egemenliğin yabancı sermayenin tahakkümüne karşı savunusu için, hem de kapitalist ulusun kendine tabi kılma eğiliminde olduğu işçiler, azınlıklar ve hatta kadınlar ile queerlerin savunusu için bir temel oluşturuyor.
Mümkünse, bunu Türkiye’yi örnek vererek birkaç kelimeyle göstermek isterim. Hepinizin bildiği üzere, bugün bir araya geldiğimiz şehir, Osmanlı imparatorluğunu bölme ve boyunduruk altına alma amacı güden Batı Avrupa’nın emperyal teşebbüsüne karşı Türk ulusal direnişinin başkenti olarak çağdaş tarihini başlatmıştır. O yılların enternasyonal sosyalist hareketin en radikal kanadı, söz konusu emperyal teşebbüse karşı Türk devrimini desteklemiştir. Batı Avrupa’dan gelen birisi olduğumu yineleyerek, şunu söylemeyi önemli görmekteyim ki, bugün hala queerlerin, emekçilerin ve ilericilerin, eski emperyal küstahlığı anımsatan tutumlara karşı Batı Avrupa’da Türkiye’yi savunması gerekmektedir. Örneğin bugün, daha düşük yaşam standartlarıyla yaşayan on milyonlarca Müslümanın Avrupa Birliği’ne entegre edilmesi girişimine daima karşı çıkmış olan Batı Avrupalı sağcılar, Türkiye’deki baskı ortamını başından beri haklı olduklarının bir kanıtı olarak göstermekteler. Zenginlerin milliyetçiliği ile yoksulların milliyetçiliği arasındaki çatışmada, enternasyonalistlerin zenginlerin milliyetçiliğini açıkça reddetmesi gerekmektedir. Demokrasi ve insan hakları savunumuzun, Batı Avrupa sağcılarının ikiyüzlü söylemiyle hiçbir ortak noktası olmadığının da altını çizmemiz gereklidir.
Aynı zamanda, ulusal egemenliği ve itibarı savunmak hiçbir şekilde belli bir ulusal projenin sınırlamalarını kabul etmek anlamına gelmemektedir. Örneğin bana göre, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişin cinsel özgürleşme adına bir kazanç olduğu konusu net değildir. Elbette Osmanlı tipi toplumsal cinsiyet düzeni kesinlikle ataerkil bir nitelikteydi ve cumhuriyet, kadınların kendi bağımsızlıklarını elde etmelerine yönelik tam bir feminist bakış açısını reddetse bile, kadınlara birtakım kazançlar sağlamıştır. Fakat cumhuriyet, Batı Avrupa modellerini cinsel mevzuatına yedirirken, cinsel çeşitlilik konusunda bazı yönlerden, en azından erkekler arasında, imparatorluğa göre daha az tolerans göstermiş olabilir. Kendisini etnik açıdan homojen bir devlet olarak tanımlarken, cumhuriyet, dilsel ve kültürel çeşitliliğe karşı daha az toleranslı olduğunu da kanıtlamıştır. Cinsel azınlıklar ve ulusal azınlıklar, kendisini etnik temelde değil, evrensel, toplumsal, insani değerler temelinde tanımlayan bir cumhuriyet uğruna savaşmada doğal müttefikler olmalıdırlar; ve bana göre, söz konusu evrensel değerlerin savunulabilmesi için en iyi temel ve en güçlü çimentoyu sağlayan şey- kendisini meydana getirenlerin cinsel, kültürel ve insani çeşitliliğine tam anlamıyla kucak açabiliyorsa- emek hareketinin ve sosyalist hareketin ta kendisidir.
Savunduğum şey ikili bir gündem: bir taraftan emeği ve sosyalizmi queerleştirmek; diğer taraftan da queerler arasında sınıf siyaseti ve sosyalizmi yeniden canlandırmak. Bunun, ulus ile yeni bir queer ilişkisi kurulmasını ve yeni bir queer enternasyonalizmini mümkün kılacağına inanıyorum.
Teşekkür ederim.
Çeviren: Can Güler
(Bu yazı Yeniyol’un Mayıs-Haziran 2017 tarihli 22. sayısında yayınlanmıştır)