Son yıllarda hayatımıza giren bir kavram ortaklaşım ya da müşterekler… İngilizcede ‘commons’ dediğimiz bu kavram bize aslında tam olarak ortak kullandığımız şeyleri ifade ediyor. Bu müşterekler bazen yaylak, mera, kışlak gibi yerler olsa da bazen Gezi Parkı gibi kentsel mekanları da kapsamaktadır. Bu noktada müşterekler, sahiplikten ziyade aidiyeti tarif ediyor benim için. Dolayısıyla bu müşterekler, üzerine düşünülmeyi hak eden bir kavram…
Malum müşterekler üzerine düşünmeye başlayınca onunla bağlantılı başka kavramlar da aklımın bir yerlerinde uçuşmaya başladı. Tabii, müşterekler akla gelince çitleme hareketinin düşünülmemesini de imkânsız. Hatta müşterekleri tam anlamıyla kavrayabilmek için çitleme hareketine uzun uzadıya bakmak daha doğru olur fikrindeyim ancak ben onu başka bir yazıya bırakmakla birlikte hep aklımda olarak yazıma devam edeceğim. Zira, kolektifliğin yok olduğu, sahiplik üzerinden bir tüketim sürecinin başlamasını tarif ediyor çitleme hareketi. Bu çitleme hareketi, tam olarak ortak hareket güdüsünü, aidiyeti yok ediyor. Sermaye müşterekleri bu çitleme ile bir metaya dönüştürmek istiyor.
Kapitalizmin doğası gereği bunu istemesinde şaşırtıcı bir şey yok, bunun farkındayız. Sermaye tüketim hırsı ile bir canavar misali kente ve doğaya dair ne varsa onu birikim aracı haline getirme ve tahrip etme derdinde. Sermaye kenti ve doğayı pazarlamak için her türlü oyunu kurmakla meşgul. Marks’ın dediği gibi köylüler işçileştirilmekte ve köylünün daha önce yaşadığı yerler çiftçiye kapatılarak sermayenin özel mülkiyetine dönüştürülmekte. Bu noktada dikkatimi çeken detaylardan bir tanesi devletlerin kapitalist sermayeye payanda olarak bu çitleme hareketinin aracısı haline dönmesi. Hem de bunu ironik bir biçimde yapıyor devlet: Kamu Yararı…
Nedir bu kamu yararı? Bergama’dan bu yana, maden şirketlerine, HES’lere, RES’lere, termiklere karşı müştereklerini korumak için mücadele köylüler baktığımızda aslında gördüğümüz resim bizim kulağımıza Marks’ın sözlerini fısıldıyor. Köylüler işçileştiriliyor, yaşam alanları ellerinden alınıyor ve kimsenin adımını atamayacağı “özel mülklere” dönüştürülüyor. Bunu yaparken devlet hep aynı kavramı kullanıyor, kamu yararı.
Türk Dil Kurumu kamu yararını, “Devletin gereksinimlerine cevap veren ve bu ihtiyaçları karşılayan, topluma yarar sağlayan değerler bütünü, menafiiumumiye” şeklinde tanımlıyor. Bunu gördüğümde aklıma ilk gelen şey şu günlerde Rize’nin Çamlıhemşin ilçesinde Fırtına Vadisi için Cumhurbaşkanı tarafından yayınlanan “acele kamulaştırma kararı” oldu. Kamulaştırmada ilk gereklilik “kamu yararı” olması iken nasıl oluyor da Çamlıhemşin Fırtına Deresi kenarında bulunan alanlara; toplu konut, turizm, ticaret ve cami alanı yapımı için acele kamulaştırma kararı verilebiliyor? Çünkü artık devletin gereksinimleri, sermayenin ihtiyaçları ile kesişmiştir. Kamu bu kararın neresinde ve kararda yarar nerede? Bundan sonra kamu yararı sermayenin yararından başka bir anlam ihtiva etmez.
Bergama’da, Kaz Dağlarında, Gezi Parkında, Çamlıhemşin’de ve daha nice yerde sermayenin müştereklere el koymasının adı oldu kamu yararı ve acele kamulaştırma. Kamu yararı adeta adaletsizliğin, sömürünün bir diğer adı haline geldi. Kapitalizm vahşice ve tüm yıkıcılığı ile elimizde olan bizi biz yapan ne varsa tahrip edip saldırmaya çalışıyor. Doğa ve emek sömürüsünün bu kadar yaygınlaştığı bir dünyada krizler silsilesi kaçınılmazdır. Bu bağlamda kolektif bilinç gerçekleştirilerek krizler önlenebilir. Evet, bu çerçevede bir seçim yapma vaktinin geldiğini düşünmekteyim. Doğanın ve emeğin sömürüsünü reddedip alternatifleri düşünmeye başlamanın bir ayrımındayız.