İmdat Freni

queer

Marksist Feminist İddia Altında Bir TERFlik Savunusu – Başak Kocadost

LGBTİ+ ve feminist hareketin yıllar içinde artan gücü sayesinde, kendine devrimci, sosyalist vb. diyen oluşumların cinsiyetçi ya da LGBTİ+fobik olamayacağı kabulü radikal sol içinde yaygınlaşmaya başladı. Bunun sonucu olarak da açık cinsiyetçi ya da fobik söylemleri radikal soldan daha az işitir olduk. Bunun pratikte ne kadar içselleştirildiği ayrı bir tartışma konusu olsa da en azından fikri bir kazanımdan söz edebiliriz. Ancak son dönemde bu kazanımı feminizm adı altında geçersizleştirmeye çalışan, esasen çok da tanıdık olan LGBTİ+fobik söylemlerin yeni bir sürümüyle karşı karşıyayız. Yasemin Varlık’ın 2 Temmuz 2020 tarihli Daktilo1984’te yayınlanan Transaktivizm ve Neoliberal Temellük: Eralp’e Cevap başlıklı yazısı da bu pozisyona iyi bir örnek.

Okuyacağınız yazı ise Varlık’ın yazısının transfobik olduğunu göstermeye yönelik bir malumun ilamı değil. Bu yazının amacı; transfobinin yükseldiği zihin dünyasının ne kadınların ne de insanlığın özgürleşme projesine bir katkısı olamayacağını, böylesi bir siyasi aklın ezilenler lehine herhangi bir toplumsal dönüşüme imkan bırakmadığını göstermek. Varlık’ın yazısı sanki çok devrimci, çok feministmiş gibi sunulan bir yığın basmakalıp fikrin yanı sıra oldukça orijinal çarpıtma, Marksist feminist bir bakış iddiası altında bolca reaksiyonerlik içeriyor. Bu haliyle de bir cevabı hakkediyor. Yazıda öne sürülen belli başlı argümanları gruplayarak başlıklar altında ele alacağım. 

LGBTliler ya da varsa yoksa Transaktivizm

Öncelikle Varlık’ın yazısı boyunca birbirlerinden farklı kimlikler ve pozisyonlar, sanki hepsi bir ve aynı şeymiş, aynı anlama geliyormuş gibi birbirlerinin yerine kullanılıp duruyor. Trans aktivizm, kuir teori, akışkanlık, non-binary; hepsi aynı şeyi anlatıyor gibi. Sürekli harf ekleyip duruyorlar diyor bir yerde yazar ama hiçbir yerde LGBTİ+ demiyor. Yazının başlığında da transaktivizm geçiyor. Bazı insanlar cinsiyetini akışkan yaşadığını söylüyor, kendini öyle tanımlıyor. Kimileri ise iki cinsiyetin de kendini tanımlamadığını söylüyor. Harekete harfler de bu yüzden ekleniyor, hepsi aynı şey olmadığı için. Yazar ise inatla bu farklı pozisyonların hepsine birden trans aktivizm diyor. Onun derdi trans aktivistlerle; zaten onlar da hem non-binary hem akışkan hem de kuirler. Bu haliyle yazıdan çıkan; LGBTİ+ politika yok trans aktivizm var, o da eşittir kuir teori ya da feminizmi kuir teori işgal etti, bu da trans aktivizm ile oldu. Her halükarda trans aktivistlerin sanki hepsi kuir ya da kuir teoriyi savunuyor, üstüne bir de bu teori onlar eliyle feminizmi yerinden ediyor gibi bir anlam çıkıyor. Bu toptancı anlayış; trans aktivizmin sol liberalizmle eşlenmesi, dolayısıyla da trans aktivizmin neoliberalizmle kodlanmasıyla devam ediyor. Bu neoliberalizm konusuna sonra geleceğim, ancak öncesinde hatırlamakta fayda var. Bazı translar ikili cinsiyet sistemini kabul etmiyor, kendini kadın ya da erkek olarak tanımlamıyor. Ancak trans kadın aktivistler /feministler “kadınız” diye mücadele veriyorlar, cis kadınları merkezine alan bir feminizmle tartışıyorlar. Tabii ki bazı trans kadınlar kuir teoriyi savunuyor, birçok cis kadının da savunduğu gibi. Öte yandan birçok interseks ve trans bireyin de kuir teoriyi ve bizzat Judith Butler’ı eleştirdiğini de biliyoruz. Yani öyle Varlık’ın paketlediği gibi bir toptancı durum söz konusu değil.

Ancak bu arada dikkat çeken bir nokta şu ki trans aktivistler yazı boyunca her türlü musibetle özdeşleştiriliyorlar, ancak bir türlü feminist olamıyorlar. Keza yazının daha ilk cümlesi sürmekte olan tartışmayı “trans aktivistlerle feministler arasında süren” diyerek sunuyor. Trans kadın aktivistler feminist olamazken trans dışlayıcı bir pozisyon ise feminist olarak addedilebiliyor. İşte trans kadın aktivistler tam da kendilerini feminizmin öznesi görmeyen bu üstenci bakışla mücadele ediyorlar. Ayrıca Türkiye’de trans öz-örgütlerinin hangi ihtiyaç ve tartışmalarla kurulduğunu, ne temelde nasıl politika yaptıklarını merak edip bu tarihe göz atacak biri; böylesi “transaktivizm eşittir kuir teori, o da zaten neoliberalizm” gibi kolaycı şablonların gerçeği yansıtmadığını, bu basitleştirmelerin ancak kaba saba toptancı fikirleri güya bütüncül analiz diye yutturabilmek adına yapıldığını görecektir.

“Diğer feminizmler tamam da, şu kuir yok mu!”

Yazıda kuir teorinin feminizmin temel varsayımlarını, ön kabullerini yok saydığı ifade ediliyor. Bu ön kabullerin neler olduğu belirtilmese de iddia ediliyor ki siyah feminizm bu ön kabulleri başka alanlara yayarak genişletmiş, kuir teori ise bunları geçersiz kılmış. Öncelikle siyah feminizmin bu şekilde “zararsız”, bir dizi feminizmden biri olarak konumlandırılışı; onun beyaz feminizme karşı yürütmüş olduğu mücadelenin görünmez kılınmasının, eleştirel pozisyonunun nötralize edilmesinin bir aracı. Böylelikle de feminizm için açığa çıkardığı önemli soruların üzerinden atlanmış, gerektirdiği politik tartışma ve sorgulamalardan da yırtılmış olunuyor. Cinsiyet ve ırkın bir arada ele alındığı daha zorlu ve incelikli bir analiz yapılmasına da gerek kalmıyor. Yani siyah feminizmin bu depolitize edilmiş tanımı, tam da onu böyle tanımlayanlara yarıyor. Varlık’ın da böylesi işine geliyor ve ancak bu sayede içini boşalttığı siyah feminizmi kabul edebiliyor. Ancak hatırlayalım.

Siyah kadınlar beyaz kadınlardan farklı deneyimleri olduğunu, ancak var olan feminist teorinin/hareketin onların özgün sorunlarını ve deneyimlerini, yani onların kadınlık deneyimini kapsamadığını söyleyerek siyaset yaptılar, yapıyorlar. Yani feminist teorilerin ön kabullerini – artık ne ise o ön kabuller – ırk alanına filan yaymadılar. Var olan feminizmin kendi deneyimlerini mesele etmediğini, onların kadınlığını esas almadığını söylediler. Feminizmin dayandığı ve bu sayede var ettiği öznenin beyaz kadın olduğunu ifade ettiler. Feminizmdeki “kadın”ın sadece beyaz kadın olamayacağını savundular ve bu yüzden de hem bu beyaz kadınları hem de onları merkezine alan bir beyaz feminizmi eleştirerek teori ve politika ürettiler. Trans kadınlar da tam bunu yapıyor. Yazar ise böyle düşünmüyor. Ona göre “kuir teori diğer feminizmlerden farklı olarak, bir dizi feminizmden biri olarak kalmamış, feminizmin kolonlarını günbegün aşındırmış ve gelip merkeze oturmuştur”. Aslında yazarın kuir teoriye karşı duyguları –diyeceğim artık- biraz karışık. Ona göre büyük tehlike orası açık da, Varlık kolonları aşınan feminizme mi üzülüyor kendi yerinden edilmesine mi öfkeleniyor sanki biraz karışıyor. Yani feminizm gidiyor diye mi, yoksa elinden gidiyor diye mi kızıyor belli değil. O böyle “işgalci” olmasalar kuir aktivistlere de siyah feminizme verdiği gibi bir feminist köşe vermeye hazır oysa ki.

“Eyvah, feminizm elden gidiyor!”

Yazının nerdeyse tümüne de bu müphem “eyvah, feminizm elden gidiyor!” korkusu sirayet ediyor. Ancak feminizmin bir yere gittiği yok. Kuir teori; 1990lar itibariyle ortaya çıkmaya, 2000ler ile de daha geniş biçimde tartışılmaya başlandı. O günden bugüne de Polonya’dan Lübnan’a, Şili’den Türkiye’ye dünyanın çok çeşitli yerlerinde kadınlar; çeşitli taleplerle örgütlenmeye, kendi hayatları için güçlü biçimde mücadele etmeye devam ettiler, ediyorlar. Kuir teorinin yaptığı ise feminizm için önemli teorik soru(n)lar ortaya atmak ve bunlar üzerinden de feminist politikanın kapsam, tahayyül ve stratejileri üzerine bir tartışma açmaktı. Bu da hem eleştiren hem kendi üzerine düşünebilen, kadınların deneyiminden öğrenen, dönüşen, dönüştüren; gücünü de zaten buradan alan bir pratik olarak feminizm için verimli ve ufuk açıcı bir tartışma anlamına geliyordu.

Judith Butler da Cinsiyet Belası’nı bir çeşit feminizmin eleştirisi olarak yazdı; özcü, biyolojik indirgemeci, kimlikçi bir feminizmin eleştirisi olarak. Feminist siyaset yaparken yaslandığımız kadın kategorisinin kendisini de sorunsallaştırmamız gerektiğini, kimlik kategorilerinin her zaman normatif olarak tanımlandığından ve dolayısıyla dışlayıcı olduğundan hareketle sabit bir kadın tanımının, belli öznellikleri dışlayacağı ve feminizmin özgürleşme projesiyle çelişeceğini öne sürdü. Yani kadın kategorisinin evrensel, sabit, yekpare bir özne olarak inşasının, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin farkında olunmadan bir şeyleştirilmesine yol açabileceğini, bu haliyle de feminizmin var olan eşitsiz toplumsal cinsiyet sistemini yıkma amacıyla çelişeceğine dikkat çekti. Kadın kategorisinin de, feminizmin yıkmak istediği iktidar yapıları tarafından üretildiği ve sınırlandırıldığını öne sürerek feminist politikanın kimliklere değil, bu kimliklerin üretilme süreçlerine bakması gerektiğini ifade etti. Bu bağlamda da politikayı önceleyen bir özne gerekliliğine karşı çıktı; özne kategorisinin tam da biyolojik, verili, bir öze dayanmayan niteliğinin failliği mümkün kıldığını savundu.

Bu bağlamda da kadınlar kategorisine dayanılarak taleplerde bulunup siyaset yapmak ile bu kadınlar kategorisinin de parçası olduğu cinsiyet sistemini aşma tahayyülü arasında bir çelişki olup olmadığı, eğer var ise nasıl aşılabileceği üzerine kafa yoruldu, yoruluyor. Feminizmin öznesinin kimler olduğu üzerine teorik ve politik bir tartışma yürütüldü. Sadece LGBTİ+ hareket değil bu hareket dışından çok sayıda feminist de bu tartışmayla ilgilendi, üzerine düşündü. Yani tartışmaya açık olanlar, eleştirel düşüncenin bu şekilde gelişeceğini bilenler tartıştılar. Kuir teori; feminizme düşman işgalci güç olmadığı gibi bu teoriyi benimseyen aktivistler de öyle feminizme ya da zaten siyasete hiç gerek yok diye oturmadılar. Cinsiyetin aşılması, cinsiyete/ cinsel yönelime dayalı eşitsizliğin ortadan kalkması için cinsel farkın, farklılığın eşitsizlik anlamına gelmeyeceği bir dünyanın nasıl kurulacağından hareketle birtakım tahayyüller, ona uygun da stratejiler geliştirmeye çalıştılar, çalışıyorlar. Sonuç olarak feminizmin topyekun elden gittiği filan yok. Feminizm tartışıyor, değişiyor, dönüştürüyor, güçleniyor. Ancak biyolojik indirgemeci, özcü bir tip feminizmin tüm bu tartışmalarla eski yerinden olduğu da doğru. Varlık da yerinin burası olduğunu bildiğinden, artık orta yere oturup köşelere de istediğini yerleştiremeyeceğinden, “feminizm elden gidiyor” diyor. Kendi korkusunu bütün kadınların korkusu olarak sunuyor.

Korku siyaseti

Zaten yazı boyunca korkular, adeta malum LGBTİ+ düşmanı medyanın yayınları gibi üstümüze boca edilip duruyor. Bu, bolca komplo teorisi de barındıran bildiğimiz korku siyaseti dili. Kuir çanlar çalıyor, kadın erkek birbirine karışıyor, feminizmin sonu geliyor… Yazar kendi korkusunu sanki tüm kadınların korkusuymuş gibi sunuyor. Onun kendi konumunu kaybetme korkusunu, tüm kadınlar kendi korkuları olarak yaşasınlar istiyor. Onun dışında kimse bir irade gösteremesin, özgürlük arayışında olmasın, onun büyük tehlike diye sunduğu korkusunun arkasında herkes sıraya girsin istiyor. Yaklaşan felaketi bir tek o görüyor, herkesi de göreve çağırıyor. Otoriter muhafazakar iktidar da kendini aynen böyle var ediyor.

Varlık, kendini konumlandırdığı bu yerden, hangi translara ne koşullarda müsaade ettiğini de açıklıyor. “Hiçbir zaman erkek gibi hissetmemiş, erkeklik değerlerini benimsememiş” trans kadınlar onu “korkutmuyor”. Zaten aslında o trans kadınlara güveniyor da, işte o kadın kılığına bürünecek erkeklere güvenmiyor. Tam bir “kızım ben sana güveniyorum, ama çevreye güvenmiyorum” hali. Karşındakinin özgürlüğünü kısıtlamanın, iradesini yok saymanın koruma adı altında meşrulaştırılmaya çalışıldığı çok iyi bildiğimiz patronize eden bir yöntem. Tabii “kızım, vallahi senin iyiliğin için”.

Yaklaşan büyük felaket senaryosu dolu dizgin bir transfobi eşliğinde devam ediyor.  “Bakın, Batı’da başladı buraya da geliyor!”. “Yetişkin translarda beden geçişi için ücretsiz sağlık hizmeti talebi artık pek de konuşulmuyor” iftirası, “çünkü kostüme ve performansa yaslanmak mümkün” denilerek gerekçelendiriliyor. Toplumsal cinsiyet normlarına göre bedenlerini düzenlemeyen, o estetik değerlere göre kendine biçim ver(e)meyen ya da vajinoplasti ol(a)mayan kadınlar iktidarlarından, falluslarından vazgeçemeyenler oluyor. Transfobi dışında ne denir buna? Yazının burasından sonra zaten artık yazarın hızına da yetişilmiyor. “Bu yüzden, en başta ve hiç durmadan konuşulması gereken güvenlik meselesi kenara itiliyor. Çünkü, güvenlik kuir erkeklerin değil, kadınların ve trans kadınların sorunu” diyor. Artan güvenlik vurgusu ve güvenlikçi siyasetin neoliberalizmin şiarı olduğuna hiç değinmiyor tabii yazar. Arkasından trans erkeklere “kadın beden” demeler ve yine ağır transfobi derken BDSM’ye geliyoruz. Tabii hepsi yine kuir, bu BDSMcilerin de. Bu konu, belli ki apayrı bir yazıda en başından ele alınmayı gerektiriyor. Ben burada sadece olgusal bir düzeltmeyle yetineceğim. Varlık sayıyı yeterince vurucu bulmamış olacak ki BDSM pratiklerinde 10 yılda hayatını kaybeden 22 kadını, 1 yılda 22 kadın öldü olarak sunmuş.

Beyan meselesi

Gelelim esas meseleye. Yazar diyor ki birkaç yıl öncesine kadar translar “bedenim cinsiyetimle uyumsuz” diyordu ve bedenlerini değiştiriyordu. Ama artık bedenlerini değiştirmiyorlar, sadece beyanlarını değiştiriyorlar. Trans aktivizm de bunu savunuyor ve bunu oturtmaya çalışıyor. Bu ise trans kadın konumunu “tutarsız ve müphem” bir yere götürüyor. Evet, translar uzman adında bir takım otorite, iktidar ve devletler onları olmadık süreçlere tabi tutmasın diye cinsiyetin beyana dayalı olmasını istiyorlar. Mesela Türkiye’de cinsiyet geçişi yapabilmek için iki seneye kadar psikiyatra gitmek, trans kadınlar için belirli cm. bir rahim derinliğine sahip olmak, yakın bir tarihe kadar üreme yetisinden mahrum olmak, yani bir dünya baskıcı işlemden geçmek gerekiyor. Cis kadınların hiçbirinde bu biyolojik özellikler aynı değilken, bazı kadınlarda rahim bulunmazken trans kadınlardan iktidarın belirlediği bir kadın tanımı uyarınca kadın olmaları bekleniyor ve buna zorlanıyorlar. Translar da bu şiddeti reddediyor. Devlete “cinsiyet hissini ve deneyimini kanıtlamayı” reddediyorlar. Esasen burada öncelikle sorulacak soru: Nasıl oluyor da bir Marksist feminist; kadının erkeğin ne olduğunun, nasıl olacağının daha çok yakın bir tarihe kadar eşcinselliği hastalık sayan adı uzman olanlarca, iktidar ve devlet tarafından belirlenmesini savunabiliyor?

Biyolojik cinsiyet diye bir şey yoksa bu insanlar yukarıda saydığımız onca çileyi niye çekiyor diye soruyor yazar. Bu insanlar onca çileyi öncelikle yazar gibiler onların beyanını esas almadığı, illaha devletten tasdik istedikleri için çekiyor. Ayrıca cinsiyet için beyan esas alınsa dahi, birçok trans kadın ve erkeğin bedenlerini toplumsal kadınlık ve erkeklik normlarına göre düzenlemesi şaşırtıcı olmayacaktır. Yani onca çileyi çekebilirler; aynı cis kişilerin ağda, heteroseksüel evlilik gibi birçok işkenceyi çekmesi gibi. Çünkü kadınların bir yandan toplumsal cinsiyet rollerine göre bedenlerini, hayatlarını düzenlemesi ile diğer yandan cinsiyetsiz bir toplumu, yani cinsiyetin kişiler arasında bir iktidar ilişkisi anlamına gelmediği bir toplumu düşlemesi arasında bir çelişki yok. Böyle bir çelişki varsa da tüm feministler için var, sadece trans aktivistler için değil. Tüm kadınlar zaten bu çelişkili konumda yaşıyor. Ya da başka bir örnek verelim. Sınırlara karşı çıkıyoruz; bu anlamda devletlerin verdiği vatandaşlık, mültecilik vb. pozisyonlarla da sorunumuz var. Ancak bir göçmenin mültecilik hakkını destekliyoruz. Yani hem ezilenlerin içinde yaşadıkları somut koşulları iyileştirmeye ve onları bu koşullar karşısında güçlendirmeye çalışıyoruz hem de aynı zamanda o eşitsiz koşulları ortaya çıkaran dinamikleri yıkma yolları üzerine kafa yoruyoruz. Bu çelişik gibi görünen iki hattın beraber nasıl izleneceğini tartışmak, bunun için stratejiler geliştirmek de tam da zaten siyasetin kendisi.

Yazıya dönersek trans aktivistlerin söylediği; kadınlığımız, erkekliğimiz için birtakım otoritelere onların kafasındaki makul kadınlık/erkeklik tanımlarına uyduğumuzu kanıtlamak zorunda kalmayalım, beyanımız kabul edilsin. Varlık ise kimsenin beyanına, iradesine bırakılmasın, otoritelere “cinsiyet hissi ve deneyimi” kanıtlansın diyor. Sonra da madem cinsiyet yok niye bunu kanıtlamak zorunda kalıyorsunuz diye soruyor. Yani beyanı zaten baştan kabul etmiyor, sonra bir de sanki daha özgürlükçü bir argüman sunuyormuş gibi o kadar zorlu süreçlere ne gerek var diye soruyor.

Anlaşılamayan kurgusallık

Halihazırda ikili cinsiyet sisteminin iliklerimize kadar hissettirildiği bir toplumda yaşıyoruz. Cinsiyetin olmadığını olgusal düzeyde söylememiz pek mümkün değil yani. Biz cinsiyet yoktur derken cinsiyetin toplumsal olarak kurulduğunu söylüyoruz, dolayısıyla da kurgusaldır diyoruz. Ama kurgusal bir anda uydurulmuş demek değil. Kurgusal demek, cinsiyetin uzun tarihsel süreçler ve iktidar ilişkileri içinde kurulmuş olması demek; aynı ırkların, milliyetlerin de kurgusal olduğu gibi. Örnek verelim. Irkın olmadığını söylüyoruz. Ama “Ben Kürdüm” diyene “Irk yok, Kürt diye bir şey yok” demiyoruz. Yani cinsiyetin kurgusallığından kastımız tarihsel olduğu ve bu tarihin de değiştirilebilir olduğu. O da çokça karikatürize edildiği gibi “bir performansla, bir beyanla altüst ederiz” gibi bir iddiayla olmuyor. Zaten bu yüzden de LGBTİ+ hareketi yıllardır örgütleniyor, hakkını arıyor, siyaset yapıyor. Yani tam da zaten yazarın bahsettiği basitlikte yaşanamadığı için, “insanlar doğar, büyür ve hayatlarını cinsiyet ve yönelim beyanlarına göre yaşar gider” olmadığı için insanlar mücadele ediyor, böyle bir hayatın olabilmesi için.

“Kadın Alanlar”… “Erkek Alanlar”…

Varlık bu kafa karışıklığından hareketle “‘patriyarkayı performatif eylemlerle distabilize etmek’ isteyen bir aktivizm kadın alanlarını değil erkek alanlarını cinsiyet nötr mekanlar olarak seçerdi…. Fakat trans aktivizm sadece erkek alanları, olduğu gibi erkeklere bırakarak kadın alanlarına göz dikmeyi tercih etti” diyor. Bu iki cümle arasında bir de “trans aktivizmin non-binary ideolojisiyle uyumlu olarak üçüncü bir alan talep edilebilirdi” diyor. Burada yine bir çarpıtmayla trans aktivizm ile non-binary’yi eşitliyor. Tekrar edelim: trans kadınlar vardır, trans erkekler vardır, trans non-binaryler vardır. Yani trans eşittir non-binary diye bir şey yok. Yazar belli ki ancak bu basitleştirilmiş eşleştirmelerle düşünebiliyor, meseleyi ise ya hiç anlamıyor ya da anlamamazlıktan geliyor. Tabii bir de trans aktivizmin kadın alanlara göz diktiği gibi transfobik bir iddia da söz konusu.

Trans aktivizm, ya kadın ya da erkek alanlardan birini cinsiyet nötr olarak seçelim filan demiyor. Trans kadınların kadın olduğunu, dolayısıyla devlet diğer kadınlara ne yapıyorsa, nereye koyuyorsa onların da oraya konması gerektiğini söylüyor. Aslında bu da denilmiyor. Çünkü bizatihi bu senaryo, kendilerine kibarca trans dışlayıcı denilen TERF’lerin bir akıl yürütmesinin sonucu. Cinsiyet beyana dayalı olursa o zaman soyunma odaları, hapishaneler, spor müsabaka kategorileri gibi sadece kadınlara ait alanlara kendine kadın diyen erkekler girecek korkusu. Çünkü zaten bu insanların, iktidarın tanımladığı kadınlık ve erkeklik kategorileri ile bir problemleri yok. Dolayısıyla bu kategorilere uymayan insanların çektikleri de umurlarında değil. LGBTİ+ aktivistlerin  ise bununla bir sorunu var. Devletin cinsiyete onay verecek kurum olması ile problemleri var. Ayrıca yazar yine bu mesele için “her iki tarafı da tatmin edecek, kamu yararını gözeten çözümler aramak varken” diye serzenişte bulunurken de Marksistliğine bir halel gelmiyor tabii ki. Bu şekilde taraflar üstü sunulan “kamu yararı”; tam da egemen sınıfın kendi çıkarını sanki toplumun ortak çıkarıymış gibi gösterip yekpare bir kamu varmış gibi kullanıma soktuğu, dolayısıyla mevcut düzende çıkarı olanların işine yarayan bir kavram. Burada da trans haklarını sınırlayabilmek adına devreye sokuluyor.

Ayrıca verilen örnek alanlar düşünüldüğünde cezalandırmanın hapsetme, sporun rekabet demek olduğu bir dünyayı aşmaya dönük bir ufkun olmadığı da açık. İnsan beyanı ve iradesini yok sayıp devlet tasdiki istemeleri de bundan. Bu beyanı şüpheli hale getirmeye yönelik akıl yürütmesi de aslında tanıdık. “Kadının beyanı esas da peki ama ya kadın …” Bu, aynı zamanda devletsiz bir toplum tahayyül edememenin de bir semptomu. İşte “peki ama sosyalizmde hiç suçlu olmayacak mı?” vs. Hep bir muhayyel suiistimalci arayarak olası toplumsal dönüşümü geçersizleştirme, olan düzeni ise sağlamlaştırma çabası. 

Maddeci bir tını

Varlık yazıda bulaşık yıkama örneği üzerinden biyolojik indirgemeci olmadığını kanıtlamak, maddeci bir analiz yaptığını gösterebilmek adına hafiften maddeci bir tınısı da olan bir argüman atıyor ortaya. “Feminizm açısından maddi gerçeklik gökten düşmüş cinsiyet rollerinden değil, sömürü ilişkisi içinde oluşan eşitsizlikten oluşur. Üstelik beden de bu maddi gerçeklik içinde kurulur. Kadınların daha çok bulaşık yıkamasının sonuçları sadece toplumsal değildir… Sonuçta el, deneyimle yapılandırılır ve sosyal, cinsiyetli bir organdır” diyor. O zaman buradan hareketle yazara şu soruyu sorabiliriz: Hayatında hiç bulaşık yıkamamış ve hatta başka kadınlara yıkatmış üst sınıf kadınları da kadın saymayacak mıyız ya da mesela sıcak su olmadığından hep soğuk suda yıkamak zorunda kalmış olanlar daha mı kadın olacak? Birçok kadın “kadınlık görevlerini” başka kadınlara yaptırdığı için analize sınıf boyutunu da katıyoruz, o kadınları kadın olmaktan çıkarmıyoruz. Kadınların farklı sınıf ya da milliyetlere ait olması, bu farklı deneyimlere dayalı olarak da bedenlerinin farklı yapılanmış olması onların kadınlıklarında bir eksiklik olarak algılanmıyor, kadınlıklarına bir halel getirmiyorsa neden trans kadınlarınki getiriyor? Başka bir yerden şöyle de düşünebiliriz. Mesela günümüzde birçok (feminist) kadın doğurmuyor, delicesine temizlik yapmıyor, memesi var diye başı önünde yürümüyor, hanım hanımcık bir köşede sessiz oturmuyor ya da ne bileyim kıllarını almıyor vs. Yani kadınlık diye tarif edilegelen birçok bedensel deneyimi aslında yaşamıyor. Peki bu onların “erkekleştiği”, “erkek” olduğu anlamına mı geliyor? Biz bunlardan zaten kurtulmak istemiyor muyuz? Kadınlığımızı tarif eden şeyler bunlar olamaz demiyor muyuz? Peki şimdi bu deneyimlere sahip değil diye neden birilerini daha az kadın görüyoruz ya da hatta kadın olarak görmüyoruz? Bizim kadınlığımızın asla bir göstergesi sayılamayacak deneyimler, nasıl oluyor da başka kadınların kadınlığını ölçme kriterimiz olabiliyor?

“Kadının geleneksel özellikleri”?

Varlık bu sorulara kafa yormaktansa “Batıda” kadın konumunu işgal etmiş “kuir erkek kitlesi”nden bahsediyor. Yazara göre bu, “patriyarkanın erkeğe kazandırdığı bütün avantajları ve gücü koruyarak toplumda kadına tahsis edilen (bir kısmı geleneksel bir kısmı mücadeleyle kazanılmış) hak ve özellikleri temellük eden, iki cins arasında özgürce ve işine geldiği gibi seyahat edebilen bir öznellik”. Nedir bu “toplumda kadına tahsis edilen hak ve özellikler”? Bir kısmı mücadeleyle kazanılmış, bir kısmı da geleneksel imiş. Geleneksel olanlar hangileri acaba? Doğurmak mı mesela ki zaten hemen bir sonraki cümlede “tam da bu yüzden doğurganlık, regl vs. söz konusu olunca kıyametler kopuyor” diye yazıyor. Kıyamet kopmuyor, illallah geliyor.

1970lerden bu yana örneğin lezbiyen feministler, feminizmin daha ziyade heteroseksüel evlilik, boşanma, doğurma gibi meselelere odaklandığı ve de lezbiyenlerin deneyimlerini göz ardı ettiği saptamasıyla bir tartışma yürüttü; bu tartışmalar sonucu kendi öz örgütlerini kurdular. Bu, feminizm içinde hangi kadınların sorunlarının görünür kılındığı, hangilerinin dışarıda bırakıldığı üzerine bir tartışma idi. Kadın olmanın doğurganlığa, regl olmaya indirgenemeyeceği; farklı kadınlık deneyimleri olduğu söyleniyordu. Varlık ise feminizmin on yıllardır tartışma ve mücadelelerle genişlettiği bu tarihe bakmaya tenezzül etmeden 2020’de sanki ilk kez o çok enteresan bir şeymiş bulmuşçasına “geleneksel özellikler” diyor. Doğuran kadınların sorunlarını daha çok konuşalım filan da demiyor. Toplumda kadına tahsis edilen özellikler temellük ediliyor diyor. Bu artık bayağı anti-feminizm. Çünkü toplumun “geleneksel” olarak kadınlara “tahsis ettiği” özellikler; tam da feminizmin itiraz ettiği, kadın olmanın tanımı olarak sunulmasını kabul etmediği özellikler.

Dahası Varlık bir kadının başka kadınlara (burada trans kadınlara) kadınlık üzerinden tahakküm kurmasına da “cinsiyet temelli hak” diyebiliyor. Böylelikle J.K. Rowling’in aleni transfobisiyle tahakküm kurduğunu hem kabul etmiş oluyor hem de bir de üstüne “kadınların cinsiyet temelli hakları yoksa nereden ve nasıl tahakküm kuruyor” diye soruyor. Tahakküm kuruyor, çünkü kadınlığın esas öznesinin kendisi olduğunu sanıyor; kadın kimdir, kim değildir kendisi belirlemek; kadın saymadığını da dışarıda bırakmak istiyor. Nasıl erkeklerin kadınlar üzerinde kurduğu tahakküm “cinsiyet temelli hak” olarak adlandırılamazsa, bir kadının trans kadın üzerindeki tahakkümü de cis kadınların hakkı gibi sunulamaz. Tahakküm biyolojik bir öze dayanmaz, toplumsal güç ilişkileri ile dayandırılır.

Korumacı politikalar

Burada feminizm açısından tartışılması gereken diğer bir önemli husus da korumacı politikalar. Kadınlara özel korumacı politikaların yaşadığımız toplumdaki cinsiyet eşitsizliğinden dolayı kısa vadede gerekli olmakla birlikte feminizmin cinsiyet kategorilerini aşma hedefi ve özgürleşme projesi önünde bazı problemler ortaya çıkardığı kanısındayım. Yani kadınların sürekli korunması gereken varlıklar olarak ele alınması, onları bir yandan bu pozisyonda sabit tutuyor, ikincil konumlarını devam ettiriyor. Devlet de zaten kadınları korumacı yasaları patriyarkal sisteme balans olsun diye değil, kadınları korumaya muhtaç gördüğü için ve daha önemlisi kadınları aile kurumuna daha da mahkum kılmak için yapıyor. Kadınlar babaları, kocaları üzerinden sosyal hak elde ediyorlar.

Elbette kadınların mevcut eşitsiz koşullardaki somut durumunu göz ardı edemeyiz. Zaten bu yüzden de feminist hareket, heteroseksüel evlilikte kadının konumunda olduğu gibi kadınlar lehine bir iyileşme talep ediyor. Ancak aynı zamanda bizzat bu eşitsiz koşulları ortaya çıkaran dinamikleri yıkma ufkumuzun da olması gerekiyor. Bu eşitlik/farklılık çelişkisi diye de tabir edilen aslında bildiğimiz bir tartışmayla ilişkili ve ikisinden sadece birini seçmek zorunda değiliz elbette. Ancak korumacı politikalar ile özgürleşme ufku arasındaki gerilimi düşünmek, bunu nasıl aşacağımıza kafa yormak önemli. Bu noktada korumacı siyasetleri ne pahasına, neyin karşılığında, ne amaçla savunduğumuzu her zaman akılda tutmamız gerekiyor. Zaten eğer kadınları erkeklerden koruyacaksak öncelikle evlilik kurumuna karşı çıkarız. Kadınların ayrı tuvaletlere sevk edilerek erkeklerden korunması fikrinin benim feminist özgürlük tahayyülümde yeri yok açıkçası. Kadınlık pozisyonunun sürekli korunacak bir pozisyon olarak tutulmasının da özgürleştirici bir yanını göremiyorum. Bu demek değil ki mesela nafakaya karşı çıkalım ama nafakayı savunduğumuzdan daha fazla heteroseksüel evliliğe karşı çıkalım.

Aynı nakarat

Yazının temel iddialarından biri ise aslında çok bildik bir hikayeye dayanıyor. Sınıf siyasetinden, devrimci teoriden vazgeçilip söylem merkezli politikanın solun merkezine oturmasıyla, işte neoliberalizmle ve adeta neoliberalizmin ajanları olan trans aktivistler aracılığıyla kuir teori feminizmi temellük ediyor. Daha önce bu hikayenin feminist hareket, sonrasında LGBTİ+ hareketi versiyonlarını belirli sol gruplar tarafından bolca duymuştuk. Küçük burjuvalar, kapitalizmin artıkları, yok emperyalizmin oyunu vs. Bu hareketlerin sınıfsal sömürünün dışında ya da beraberinde başka tahakküm/ sömürü biçimlerini de mesele ettikleri, zaten cis hetero erkeklerin domine edegeldiği parti ve sendikalarda kendilerine yer bulamadıkları ve bu sebeplerle de kendi öz örgütlerini kurduklarından bahsedilmiyor; sınıfı böldükleri ya da zaten sınıftan kaçtıkları söyleniyordu. Tabii sınıfı bölen asla erkek egemenliği olmuyordu. Böylelikle erkeklerin kendi üzerlerine düşünmesine de gerek kalmıyordu. Kendi öz örgütlerini kuran feminist ve LGBTİ+lar zaten yeterince sosyalist, Marksist vs. olmadıkları için bunu yapıyordu. Aslında son yıllarda solcu cis hetero erkekler bile bu anlatıyı bir parça bırakmaya ve feminist eleştiriye kulak vermeye başladılar, daha doğrusu zorunda kaldılar. Ama ne hikmetse kendi bakışının Marksist feminist olduğunu iddia eden yazar, aynı serinin devamını bu sefer trans aktivizmle neoliberalizmi özdeşleştirerek yapıyor ve belli ki bu eski teraneyi devam ettirmeyi de çok akıllıca bir keşif sanıyor. 

Bu trans dışlayıcı pozisyona karşı yapılan eleştiriler de, yazarın da addettiği üzere “linç ettirme” ya da “cadı listeleri hazırlama” olarak addedilip bertaraf edilmeye çalışılıyor. Zaten tartışmanın en başından beri bu kavramlar, ortaya çıktıkları eşitsiz güç ilişkileri yok sayılıp içleri boşaltılarak TERFlerin sözüm ona mağduriyetlerinin anlatılabilmesi için pervasızca kullanılıyor. Linç, beyazların siyahlara uyguladığı sistematik şiddetti, cadı avı erkeklerin kadınlara. Ama şimdi her nasılsa ikisi de, TERFlerin kendilerine yapılan itirazlara karşı kullandığı bir mağduriyet zırhına dönüştürülebiliyor. Hadsizlik bununla da kalmıyor. Dünyanın neresinde olursa olsun işçiler, kadınlar, ezilenler haklarını kazanırken ve bu da pek tabii ki o mücadelelerin bir kazanımı olurken iş LGBTİ+ hareketine gelince her ne hikmet ise onlar hak kazanmış olmuyor, hak onlara teslim edilmiş oluyor,  çünkü zaten bunlar hak da değil, neoliberalizmin bir kandırmacası, ABD’nin bir oyunu. Bu devlet odaklı yukarıdan tarih anlatısına göre ileri kapitalist ülkelerdeki işçilerin kazanımları da yine kapitalizmin işine geldiğinden oluyor olmalıydı. Ama bu komplocu bakış LGBTİ+ hareketi söz konusu olunca devreye giriyor. Bu haliyle de malum medyanın söylemlerinden bir farkı kalmıyor.

Varlık zaten “zorunlu heteroseksüelliği” modernleşmenin bir “kazanımı” olarak görüyor. Bu önermenin anakronik, tarihçileri çileden çıkaracak karakterini bir kenara bırakalım.  “Şimdiyse neoliberalizm, modernleşmenin bütün kazanımlarını tek tek yıkarak ilerliyor ve bu süreçte zorunlu heteroseksüelliğin tasfiyesi pek de sürpriz değil” diye hayıflanıyor. Heteroseksüellik bir yerlerde tasfiye edildi ya da hali hazırda tasfiye ediliyor da bizim mi haberimiz yok? Bin bir mücadeleyle elde edinilen eşcinsel çiftlerin evlilik hakkının tanındığı bazı ülkeleri mi kastediyor yoksa yazar? Marksist feminist bakış iddiasında olan yazarın, bu yasaların geçmemesi için uğraşan (aşırı) sağ partilerin sözcüleriyle tam da aynı şeyi söylüyor olması manidar. “Fakat bu tasfiye, patriyarkadan özgürleşme anlamına gelmiyor” diye de ekliyor Varlık. Çünkü ona göre “heteroseksüel yasayla patriyarkanın hiçbir zorunlu ilişkisi yok”. Varlık’ın aralarında zorunlu bir ilişkinin olmadığını öne sürdüğü heteroseksizm ile patriyarkanın nasıl birbiriyle iç içe gecen, birbirinden beslenen ve hatta bağımsız olarak anlaşılamayacak sistemler olduğunu analiz eden koskoca bir feminist literatür var. Ancak bu yazının konusu olmadığından sadece şunu söylemekle yetinelim: heteroseksist aile yapısı kadınları patriyarkal sistem içinde tutarak erkek tahakkümünün yeniden üretilmesini sağlayan en güçlü kurum olmakla kalmıyor, dünyanın her yerinde eşcinsellerin ve lezbiyenlerin yaşamlarını değersizleştirmeye de devam ediyor. Bu ikisinin birbirinden bağımsız olduğunu varsaymak en basit bir akıl yürütmesinin dahi askıya alınması demek.

Kabul edilmeyen ayrıcalıklar

Varlık’ın ayrıcalık meselesine yaklaşımının ne kadar sorunlu olduğunu da belirtmek gerekiyor. Feminizmin yada ırkçılık karşıtı hareketlerin, ezen gruplara ait bireylerin ekonomik, sosyal, kültürel vs. ayrıcalıklara sahip olmalarına yaptığı vurgu tam da ezme/ezilme, iktidar ve sömürü ilişkilerinin sonuçlarını görünür kılmak içinken, yazarsa bunu bir tehdit olarak algılıyor. Belli ki bu ayrıcalık meselesini hiç anlamamış, anlamamaktaki ısrarını da solculuktan sayıyor. Ona göre karşı tarafa “ayrıcalıklısınız” diyenler aslında kendileri ayrıcalık istiyor, sonra alınca da öbür tarafın tepesine çıkma niyetindeler. Oysa, feminist bakış açısıyla söyleyecek olursak, patriyarka erkeklerin ayrıcalıklarının yeniden üretilerek sürdürülmesini sağlayan dolayısıyla sosyal bir grup olarak erkeklerin çıkarlarına hizmet eden sistemin ta kendisi. Bir kadın olarak bunu tespit etmek, ayrıcalık istemek anlamına gelmiyor. Fakat ayrıcalıktan bahsetmek yapısal eşitsizliklerin kimi bireyleri maddi ve manevi birçok imkandan mahrum bırakıp diğerlerine bu imkanları altın tepside sunduğunu göstermeyi sağlıyor. Keza heteroseksüel olmak, vatandaş Türk olmak, iyi kabul edilen bir eğitim almış olmak söz konusu kişi her ne kadar sosyalist, feminist vs. olsa da bunları olmayanlara göre o kişilere kimi ayrıcalıklar sağlıyor. Bu kadar basit bir fikrin sanki neoliberalizmin karmaşık teorik bir buluşuymuş gibi sunulması komik.

Yazara göre “ayrıcalık kavramı… özgürlükleri bir grubun, bir diğerinin tarihsel kazanımlarını sorunsallaştırması olarak kodlayabiliyor. Ayrımcılık kavramı sadece ezilenleri piyasada dövüşmeye çağırıyor, kaynakları bölüştürmüyor”. Yazarın savunduğunun aksine, karşıdakini ayrıcalıklarının farkına varmaya davet etmek, karşıdakinin “tarihsel kazanımlarını sorunsallaştırma” filan değil. O zaman Türk olmaktan dolayı sahip olduğumuz ayrıcalıklar, biz Türklerin Türkler olarak tarihsel kazanımlarımızdan mı ileri geliyor ki, mesela bir Suriyeli göçmenin özgürlük talebi, biz Türklerin tarihsel kazanımlarını sorunsallaştırıyor olsun? Bu akıl yürütmeye göre bizim de Türkçü olmamız gerekiyor o zaman ya da Türklerin Suriyelilere göre bir ayrıcalığı olduğunu zaten hiç kabul etmememiz. Toplumda heteroseksüel olmanın sağlığa, eğitime, işe, sosyal haklara erişim konularında eşcinsel olmaya göre açık ayrıcalıkları var. Bu bir heteroseksüelin bir eşcinselden doğrudan bir çıkarı olduğu anlamına gelmiyor, ancak her heteroseksüelin heteroseksüel olarak heteroseksizmden çıkarı olduğu anlamına geliyor. Bu ayrıcalıkları inatla görmemek, tartışmaya açanları tehdit algılamak hatta onları ayrıcalık isteyenler olarak lanse etmeye çalışmak; ayrıcalıklı olan birinin elindekini de kaptırma korkusu olsa gerek. Bu, “ya kadın hakları var da, niye erkek hakları yok?” yollu erkeklerin komik sandıkları şakalarını andırıyor. Kendi ayrıcalıklarını asla görmeyen, aksine esas kendini mağdur gösteren bu bakış; biraz da “işçinin memurun hali yine iyi” diyen esnafı, “bizim temizlikçinin iki evi varmış” diye hayıflanan şirket çalışanını, “bu Suriyelilerin durumu bizden iyi vallahi” vs. diyenleri hatırlatıyor.

Varlık da bu ayrıcalık hususunda yine bir itibarsızlaştırma taktiği olarak olmadık şeyleri üst üste bindiriyor. “İslamcı kadınların görünürlük talepleri” ile baş örtüsü mücadelesinin kastedildiği anlaşılıyor. Yazara göre “küresel elit feministler”, gelecek tehlikeyi tahayyül edemedikleri için bu talebe destek verdi. “İslamcı kadınlar” ise sadece “sınıfsal yükseliş ve ayrıcalık” istiyordu ve korkulan (yazar içinse beklenen) oldu,  buradan üst sınıf dinci bir kadın tipi oluştu. Sonunda yazarın haklı çıktığı, çarpıtmalarla dolu bir korku siyaseti kıssası daha. Öncelikle başörtüsü yasağına karşı mücadeleye destek veren feministler tüm “İslamcı kadınları” işçi sınıfından sandığı için destek vermedi. Başörtüsü yasağının kadınların kamusal alana çıkmasına engel olduğu, bu kadınlara karşı açık bir cinsiyetçi uygulama olduğu için yasağa karşı çıktılar. Ayrıca baş örtüsü mücadelesini yürüten kadınların tümünün yine toptancı biçimde “sınıfsal yükselme peşinde İslamcı kadın” ilan edilmesini ne yapmalı? Baş örtüsü takan herkesin “İslamcı kadın” addedildiği bir paketle karşı karşıyayız. Bu anlayışa göre işçi eylemlerinde sıklıkla gördüğümüz türbanlı kadınlar da sınıf atlama derdindeki İslamcılar olsa gerek. Bu kadınlar feminist olamaz mı, başka ideolojileri savunamaz mı? Kaldı ki mücadeleyi yürüten kadınlar içinde Müslüman feministler de vardı, ama yazarımızın onları feminist sayacağına pek ihtimal vermiyorum. Peki neden tüm bunları anlatıyor Varlık? Kıssadan hisse şöyle: “şimdi de trans kadınları savunursak bu sefer de onlar sınıf atlama hevesiyle tepemize çıkacak”. O tabii yine yaklaşan tehlikenin farkında.

“İşleri karıştıran hep bu kuir!”

Zaten Varlık’a göre “olan bitene Marksist Feminist bir lensten bakınca tablo çok da karmaşık değil”. Ne farklı tahakküm ilişkilerinin nasıl iç içe geçtiği üzerine kafa yormuş ne de Kemalist bakış açısının ötesine geçip içinde bulunduğumuz zamanı kendi özgün şartlarıyla düşünmeyi denemiş. Kendinden emin, halinden memnun. Ah bir de kadın performansı sergileyen erkekler olmasa! Çünkü işleri karıştıran tek unsur trans aktivizmin beyana dayalı cinsiyet talebi. “Trans bireylerin bütün varoluşları şu günlerde kuir paradigmanın kavramsal dünyasına asimile edilmiş durumda, ki bu işleri fena halde zorlaştırıyor” diyor yazar. Yazar basitleştirilmiş toptancı dünyasında; sınıf, cinsiyet ve ideolojilerden sabit bloklar oluşturmuş, yerlerinden oynasınlar istemiyor; hem bu haliyle tablo hiç karmaşık da olmuyor.

İlk basitleştirme; trans aktivist= non-binary=kuir teori = sol liberalizmin birbirinin yerine kullanılıp aynı şeylermiş gibi sunulması. Yani yazının ana konusu olan mesele dahi, sırf yarattığı hayali düşman istediğinden farklı bir yüze bürünmesin diye çarpıtılarak tarif ediliyor. Hadi kuir teori diye yekpare bir şey olduğunu kabul edelim. Trans aktivistlerin hepsi kuir mi? Hayır. Cis kadın kuirler yok mu? Var. Kuir teorinin feminizme, zaten çoğunlukla feminizmin içinden yönelttiği eleştiriler ile belli bir politik mücadele biçimi arasında zorunlu bir ilişki var mı? Yok. Peki niye bu ısrar? Toptancılık devam ediyor. Baş örtüsü mücadelesi = İslamcı kadın= dinci üst sınıf kadın ve bunlara özgürlük diye elini veren kolunu kaptırır akıl yürütmesi. Sonrasında trans aktivizm ve baş örtüsü mücadelesi arasında yapılan analoji üzerinden de translara potansiyel iktidar sahipleri olarak yaklaşalım diyor. Politik bilim kurgu janrında ödüle layık bir senaryo.

Ancak bu toptancılıklar kaba saba, güya bütüncül analiz yapmaya yarıyor da, gerçekliği anlamamıza hiç yardımcı olmuyor. Adeta “kadın kadınlığını erkek erkekliğini bilsin, biz de ağız tadıyla feminizmimizi yapalım” diyen yazar için, cinsiyet konumlarının başka iktidar ilişkileriyle beraber düşünülmesi gerektiği fikri pek kabul edilebilir görünmüyor. Yoksa keşke tabii fabrikada sömürülen işçi adam, aynı zamanda evde karısını döven adam olmasa, aynı adam Suriyeli işçiyi kendine tehdit de görmese, işler de karışmasa. Ama öyle değil. İşçi sınıfı arasında da milliyet, cinsiyet, alınan ücret, yapılan işe toplumsal olarak verilen değer vs. üzerinden farklılıklar var. Kadınların arasında da başkaca farklılıklar. Ne işçileri ne de kadınları bölen ise kendi aralarındaki bu farklılıklar değil, aksine bu farklılıkları görmeyi reddeden bakış. Biz bu farklılıkları yok sayınca yok olmuyorlar çünkü. Varlık ise bunlardan hiç bahsetmiyor. Zira onun basitleştirilmiş iktidar ilişkileri perspektifinden zaten bu sorunlar hiç görünmüyor.

Özetle Marksist feminist bir bakışla yazıldığı iddia edilen bu yazı, ne Marksist ne feminist ve pek tabii ki ne de Marksist feminist; yeri gelince Kemalist, her daim devletçi, güvenlikçi, gelenekselci ve reaksiyoner, devrimci bir ufkun olmadığı bir vasatlık. Böylesi komplocu, korku siyasetine dayanan, kadınların failliğini hiçe sayan devlet odaklı bir anlayış; kadınların özgürleşme, kendilerini gerçekleştirme mücadelesini anlayabilmekten de çok uzakta. Neyse ki feminizm kolonlarına yaslanıp sığındığımız bir mabet değil, her gün söküp yeniden kurmaya hem ihtiyacımızın hem de gücümüzün olduğu bir politik mücadele silahı, bize yol gösteren fikir ve pratikleri yazdığımız bir rehber. Bu anlamda trans kadınların yürüttüğü teorik/politik tartışma da yazarın bizi inandırmaya çalıştığının aksine feminizm için gerekli ve bir o kadar da öğretici. Çünkü kadın kategorisine dayanarak taleplerde bulunup siyaset yapmak ile bu kadın kategorisinin de parçası olduğu cinsiyet sistemini aşma tahayyülü arasındaki gerilim üzerine kafa yormak tam da feminizmin işi. Kadın kategorisinin kurgusallığı ile tarihsel özneler olarak kadınlar arasında çelişki gibi görünen cinsiyetin bu “iki anlamlılığı” feminizmi geçersizleştiren bir şey değil; tersine feminizmi öznesi üzerine düşünmeye, onu hem eleştirel hem de öz eleştirel olmaya zorlayan; dolayısıyla tam da gücünü aldığı hareket noktası.

Kaynak: https://www.kaosgl.org/gokkusagi-forumu-kose-yazisi/marksist-feminist-iddia-altinda-bir-terflik-savunusu

Feminizm, Dışlama ve Siyaset – Nurcan Turan

Son günlerde Türkiye’de feminist harekete yönelik çeşitli kanallardan sert eleştiriler yükselmekte. Belki daha doğru deyişle, Türkiye feminizmi kendi içinde sert bir tartışmaya başlamış durumda. Bu eleştirilerin ilki ve de en güçlüsü, transaktivistler tarafından cis yani doğuştaki cinsiyetiyle toplumsal cinsiyeti aynı olan feministlerin transfobisi ve dışlayıcılığı konusunda oldu. Bu tartışmayla birlikte ise queer ve postmodern feminizm ile kimlikçi ve liberal feminizm eleştirileri farklı kanallardan yürümeye başladı. Tartışmalar zaman zaman yaftalamalar üzerinden o kadar öfkeli ve yaralayıcı hale geldi ki birçok feminist fikir beyan etmemeyi, tartışmalara dahil olmamayı tercih etti, haklı olarak.

Batı feminizmi içinde ayrı bir çizgi ve örgütlü bir güç haline gelen transdışlayıcı feminizmin (TERF) temel argümanları olan trans kadınların hayatlarının bir dönemindeki erkek sosyalleşmesine bağlı olarak şiddet eğilimli olduğu ve cinsiyet karmaşası yaşayan ergenlere hormon verilmemesi gerektiği bir kısım akademisyen tarafından bilimsellik adı altında savunulunca öncelikle bu kişiler TERF ilan edilerek protesto edildi, sonrasında ise transdışlayıcılık ve transfobi eleştirisi feminizmin merkezi olarak görülen akademik feminizme genellendi, en sonunda ise bütün cis feministlere yöneltildi. Kendisini LGBTİ hareketinin en büyük ve doğal destekçisi konumunda gören feministler bir anda tarihsel olarak ne kadar transfobik, ırkçı, Kemalist, faşist, solcu erkeklerin iktidarından pay alma derdinde oldukları suçlamasıyla karşı karşıya kaldılar.

Feminist hareket, birinci dalgasının başlangıcından bu yana beyaz, batılı, orta-sınıf, heteroseksüel vb. deneyimler üzerinden hareket etmekle eleştirilip farklı kesimlerin deneyimleri ve bakış açılarıyla genişletilmeye çalışılmıştı ama bu kapsayıcılığın bir fiyasko olduğunu, kendi tarihsel-yapısal ırkçılığını, transfobi ve homofobisini aşmaya hiç niyetli olmadığını göstermek 2019’da Türkiye’de mümkün oldu!

Sanki homofobik ve transfobik bütün kurumlar ve yapılar iktidarlarını cis feministlere -en azından bir kısmına- delege etmiş gibi transların yaşadığı ayrımcılığın ve şiddetin neredeyse en büyük kaynağının cis feministler olarak lanse edilmesi, “katil dilli TERF” listelerinin sosyal medyada dolaşıma sokulması yalnız hedef alınan kişilerde değil birçok feministte haksızlığa uğramışlık duygusu yaşatmış olmalı. Devlet, erkekler, kurumlar yerli yerinde dururken sanki iktidarın merkeziymişçesine cis feministlerin baş düşman olarak seçilmesi, söyledikleri her sözün en hassas terazilerde tartılıp etiketlenmesi ister istemez bir öfke yarattı. Diğer yandan, en yakınındakilere yönelen bu şiddetli eleştiri, feminizmin merkezi, özneleri, dışlayıcılığı ve siyaset yapma tarzı üzerine düşünmek için de bir fırsat sunmuş oldu. Trans kadınlar üzerine fazla düşünme gereği duymamış (Türkiye’deki diğer özgürlükçü hareketler gibi) ve hatta zaman zaman onları eylem alanlarından atabilmiş, onlar hakkında bilirkişi konumundan yaralayıcı sözler üretebilen bir feminizmin belki de böyle bir sarsılmaya ihtiyacı vardı. 

Herkesin az veya çok parçası olduğu hegemonik bir feminist siyaset yapma biçimi olsa da bazı transaktivistlerin düşündüğü ve bazı feministlerin de kendilerini yerleştirdiği gibi bir feminist merkez var mı gerçekten? Son tartışmalarda görüldüğü üzere kendini feminist olarak tanımlayan kadınların içeriden eleştirileri feminizme saldırı olarak görülebiliyorsa ortada otantik feminizmi temsil ettiğini düşünen bir kesim var demektir. Peki neresidir bu merkez, sınırları nasıl belirlenir? Müslüman feministler, laikçi feministler, Kürt feministler, çeşitli versiyonlarıyla sosyalist feministler, projeci feministler, liberal feministler, akademik feministler, ayrılıkçı-farkçı feministler, queer feministler, trans feministler… Kimler dahildir bu merkeze? Türkiye’de bundan 20 yıl önce bir feminist merkez tarif etmek mümkündü belki ama artık hareketin dallanıp budaklandığı, çoğullaştığı, birçok alana ve harekete sirayet ettiği günümüzde bir merkez iddiasında bulunmak– eleştirmek veya sahip çıkmak adına- Joan Scott’ın dediği gibi kayıp nesneyle (örn. kadın kategorisi, kadın homososyalliği) melankolik bir özdeşleşmeden başka bir şey değildir. 

Feminizm kendi demokratik iddiaları gereği kendi kurduğu feminist merkezleri kendi elleriyle dağıtmak ve parçalamak durumundadır.  “Hangi kadınların sorunları öncelikli ve asıl sorunlar olarak ele alınıyor ve hangi kadınlar bütün kadınlar hakkında konuşma hakkını ve fırsatını yakalıyor” soruları feminizmin her daim sorduğu ve her daim de sorması gereken sorulardır. Bu sorular unutulduğunda, transların deneyimleri erkek egemenliğinin öne sürdüğü ahlakçılığa benzer bir tutumla (“belirli yaşın altındaki insanlara hormon vermek ahlaki değildir çünkü cinsiyet kimliği sonradan değişebilir”) yok sayılabilir veya içeriden herhangi bir eleştiri feminizme bir saldırı olarak yorumlanabilir.  

Bu sorular yalnızca feminizm ve feministler için değil bütün toplumsal hareketler ve özneleri için sorulabilir, sorulmakta.  Zira feminist hareket dahil hiçbir özgürlükçü hareket sınıfsal, cinsel, ırksal, coğrafi, kültürel vs. iktidar ilişkilerinden bağımsız değil. Kimin kimler adına, nasıl konuşabildiği son derece siyasi bir konudur ve eşitlikçi bir siyaset yaptığını düşünen herkes de kendi içindeki iktidar ilişkilerinin sorgulanmasına açık olmak, eleştirildiği alanları ilk elden neoliberal kimlikçilerin birer düşmanlığı olarak değil bir genişleme, çoğalma ve dönüşme vesilesi olarak görmek durumundadır.  Sosyalist ve feminist hareketin tarihi biraz da bu tür eleştirilerle dönüşmenin tarihidir. Çok yakın zamana kadar “yeni toplumsal hareketleri” küçük burjuva sapma veya liberal bir kimlik hareketi olarak gören Türkiye sosyalist hareketinin büyük çoğunluğunun bugün nasıl, eklektik bir biçimde de olsa, feminist, ekolojist, anti-homofobik olabildiğine bakıldığında tanınma mücadelelerinin toptan çöpe atılamayacağı görülür.

Fobiler Cehenneminde Siyasetin Kaybı

Her hareket içindeki dışlamalar, ayrıcalıklar, fobiler neredeyse sonsuz biçimde sorunsallaştırılabilir. Sosyalist hareketin kadın farkını dışlaması, LGBTİ+ hareket içerisindeki L, G, B, T, İ arasındaki hiyerarşiler, trans hareket içerisindeki sınıfsal farklar, transfobi, homofobi, solfobi… Sorun, hareketler içindeki ayrıcalıkların, dışlamaların, fobilerin vs. sorunsallaştırılması değil elbette.  Sorun, özgürlük ve eşitlik mücadelesini “içerideki kadın-eşcinsel-trans düşmanlarını, ayrıcalıklıları ve işbirlikçileri” teşhis etmekle başlatıp deşifre etmekle sınırlandıran, sürekli olarak kendi ezilmişliğini kanıtlamaya odaklanmış, ezilmişlikler arasındaki bağları ve ilişkiselliği görmeyen bir kimlik siyasetinin egemen olmasında. Ki böyle bir siyaset transfobi ve mizojini arasında bağ değil hiyerarşi kurar, ücretsiz kürtaj hakkı talep eden yoksul cis kadınla cinsiyet uyum ameliyatları için seks işçiliğine mecbur olan yoksul trans kadın arasında dayanışma değil karşıtlık kurar. Kaçınılmaz olarak bir cadı avına dönüşmeye ve sonunda da kendini parçalamaya mahkumdur.  

Belirli siyasetlerle veya bakış açılarıyla değil de öznelerle mücadele edilmesi kısa vadede dar çevrelerde bazı kazanımlar sağlasa da uzun vadede getireceği şey izolasyon ve daralmadır. Öyle veya böyle iktidara bulaşmayan özne olamayacağı için her hareket ve grup namütenahi bir biçimde hiyerarşik parçalara bölünebilir. Birlikte siyaset yapmak için bütün fobilerinden, dışlamalarından arınmış tertemiz özneler talep etmek esasında imkânsız bir tanrı-özne talep etmektir. 

1977 yılında ABD’de Combahee River Collective adlı siyah feminist bir grup etkileyici bir bildiri yayınlar. Bütün kadınlar adına konuşan beyaz batılı kadın hareketinin ırkçılığını ve bu ırkçılığın aşılması için herhangi bir çaba gösterilmemesini eleştirirler. Siyah, Üçüncü Dünyalı ve işçi sınıfı kadınları başından itibaren feminist hareketin içindedirler ama büyük gerici güçlerin yanı sıra feminist hareket içindeki elitizm ve ırkçılık bu kadınları dilsiz ve görünmez kılmıştır. 

Collective, yalnız beyaz kadın hareketine değil siyah özgürleşme hareketinin cinsiyetçiliğine karşı da sert bir tutum alır. Ama cinsiyetçiliğe karşı tüm kadınlarla, ırkçılığa karşı siyah erkeklerle birlikte mücadele edeceğini beyan ederek özcü ve ayrılıkçı bir mücadeleyi reddeder.  Zira onlara göre, ırksal, cinsel, heteroseksüel ve sınıfsal tahakküm sistemleri birbirinden koparılamaz ve herhangi bir tahakküm sistemi diğer tahakküm sistemleri ortadan kalkmadan çözülemez. Hem beyaz kadınla hem de siyah erkekle çelişki ilişkileri olsa da esas karşıtlığı bunlarla değil beyaz heteroseksüel erkekle kurarlar. Bu çerçevede sosyalist olduklarını ve neden kapitalizme, emperyalizme ve patriyarkaya karşı eş zamanlı ve birlikte bir mücadele yürütülmesi gerektiğinin altını çizerler.

Bugün geldiğimiz noktada kaybedilen her şeyden önce Combahee River Collective’in koyduğu kapsayıcı, kendi kurtuluşunu insanlığın kurtuluşunda gören ve daralmayı değil çoğalmayı önüne koyan, ölümü değil dönüşümü hedefleyen bir siyasi perspektif. Özneleri kendi yaralarına ve mağduriyetine melankolik bir tutkuyla bağlayan neoliberal kimlik cehenneminden çıkma görevi eşitlik ve özgürlük talep eden herkesin önünde duruyor.