İmdat Freni

Marksizm

Otto Bauer ve Avusturya Marksizmi: Az Bilinen Bir Hikaye – William Smaldone 

Avusturyalı sosyalist Otto Bauer, çoğu zaman ihmal edilen sözde “Avusturya Marksist” okulunun diğer isimleri gibi, parlamenter demokrasiyi fethedebilecek ve daha sonra sosyalist bir cumhuriyet kurabilecek kitlesel bir işçi hareketi inşa etmeyi amaçlıyordu. Bu yolun başarısızlığı, bu geleneğin katkılarını tanımada başarısızlığa ve ortaya koyduğu stratejik sorulara -Otto Bauer ve Avusturyalı sosyalist liderlerin kendilerini içinde buldukları çıkmazları analiz etmek de dahil- yanıt bulmada başarısızlığa yol açmamalıdır.

***

Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi büyük bir tarihi dönüm noktası oldu. Bir zamanlar güçlü olan Rus, Alman, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorluklarının çöküşü, bu felaketli çatışmayı sona erdirirken, paradoksal bir biçimde yeni bir yangının yolunu açtı. Derinden yeniden şekillenen Orta ve Doğu Avrupa’da halklar, galip İtilaf Devletleri’nin dayattığı düzene meydan okumaya çalıştılar.

Bu mücadelede Almanya ve Sovyet Rusya’nın baskın rol oynaması ve bunun da II. Dünya Savaşı’na yol açması, bölgedeki küçük devletlerin tarihinin çoğu zaman arka planda kalmasına neden oldu. Dönemin büyük anlatılarının gölgesinde kalan ve büyük güçlerin siyasetinde salt birer piyon ya da ikincil oyuncu konumuna düşen bu ülkeler, uluslararası alanda büyük ölçüde bilinmiyor.

Bu az bilinen devletlerden biri de Birinci Avusturya Cumhuriyeti’ydi. Bir zamanlar 55 milyonluk büyük bir çokuluslu imparatorluğun güç merkezi olan Avusturya, 1918’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun dağılmasının ardından 6 milyona düşen vatandaşlarıyla, nüfusunun üçte birini eski imparatorluk başkenti Viyana’da yoğunlaştırdı. 1938’de Nazi Almanyası tarafından acımasızca ilhak edilmesinin dışında, bu cumhuriyet büyüleyici olmasına rağmen yabancı tarihçilerin pek ilgisini çekmedi.

Bu nedenle Otto Bauer’in klasik eseri Avusturya Devrimi’nin Walter Baier ve Eric Canepa tarafından çevrilmesi, Avusturya tarihi hakkındaki İngilizce literatüre değerli bir katkıdır. 1923 yılında yayımlanan bu kitap, cumhuriyetin ilk yıllarını Avrupa sosyalizminin önemli bir teorisyeni ve Avusturya’nın önde gelen isimlerinden birinin gözünden ele alıyor. Yazarının somut siyasi deneyimlerinden derinden etkilenen bu eser, güncel olayları anlamak için Marksist bir yaklaşıma olan bağlılığını yansıtır.

Otto Bauer’in Siyasi Hayatı

Otto Bauer (1881-1938) çok sayıda ilgi alanına ve yeteneğe sahip bir aydındı. 1881 yılında liberal ve zengin bir Yahudi ailede doğdu. Viyana Üniversitesi’nde hukuk okudu ve burada Sosyalist Öğrenci Birliği üyesi olarak, daha sonra “Avusturya-Marksist okulunun” kurucuları sayılan genç aydınların arasına katıldı. Görevleri “Marx ve Engels’in toplumsal kuramını derinleştirmek, eleştiriye tabi tutmak ve çağdaş entelektüel düşünceye yerleştirmekti.” Çeşitli disiplinlerdeki uzmanlıklarına rağmen, Karl Renner (1870-1950) (hukuk), Max Adler (1873-1937) (felsefe) ve  Rudolf Hilferding (1877-1941) (siyasi ekonomi) gibi arkadaşları, Marksist teoriye dogmatik olmayan bir yaklaşım benimsediler.

Bauer başlangıçta, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda büyük bir sorun olan “milliyetler sorunu” üzerinde yoğunlaştı. Bu imparatorlukta Çekler, Slovaklar, Hırvatlar, İtalyanlar, Ukraynalılar, Macarlar ve Polonyalılar gibi halklar, Alman kökenli Avusturyalıların egemen olduğu yarı-mutlakiyetçi bir sistemde kendilerine yer edinmeye çalışıyordu. 1907’de, henüz yirmi altı yaşındayken, imparatorluğun sayısız milliyetinin kültürel ve yasal haklarını garanti altına alırken, sosyal demokrasinin bölgeler arası ve etnik gruplar arası bir işçi hareketi inşa etme çabalarını teorileştirmeyi amaçlayan Milliyet Sorunu ve Sosyal Demokrasi adlı eserini yayınladı. Bu hırs başarısızlıkla sonuçlansa da, Otto Bauer’i döneminin en etkili sosyalist düşünürlerinden biri haline getirdi.

Bu arada, Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin (SDAP) bir üyesi olan Otto Bauer, siyasi çalışma konusunda muazzam bir kapasite sergiledi. Bauer, 1907 yılında Parti’nin başlıca teorik dergisi olacak olan Der Kampf‘ı (Mücadele) kurdu. Ayrıca SDAP’nin amiral gemisi gazetesi olan  Die Arbeiter-Zeitung‘da  ( İşçi Gazetesi ) hemen her gün çok çeşitli konularda yazılar yazmaktaydı. 1914’te Parti Sekreteri oldu ve kendisini partinin yaşlanan lideri Victor Adler’in doğal halefi olarak kabul ettirdi. (1852-1918)

SDAP liderliği Ağustos 1914’te imparatorluk hükümetinin Sırbistan’a savaş ilanını desteklemeye karar verdiğinde (bu karar Birinci Dünya Savaşı’nı tetikledi), Bauer buna karşı çıkmadı. Esir alındı, Çar’ın devrilmesinden sonra serbest bırakıldı ve Eylül 1917’de Avusturya’ya döndü, bu dönemde devrimci Petrograd’da kaldı. Bu deneyimden dolayı radikalleşen, ancak Bolşevizme bağlı kalmayan Bauer, imparatorluğun çöküşünde etnik kökenlerin önemli bir rol oynadığı Viyana’ya döndü. Victor Adler’in ölümü üzerine fiilen Parti’nin başına geçti.

Kasım 1918’de Avusturya Geçici Ulusal Meclisi, Sosyal Demokratların çoğunlukta olduğu bir hükümet kurdu. Karl Renner (1870-1950) Şansölye, Bauer ise Dışişleri Bakanı oldu. Daha sonra yeni Avusturya Cumhuriyeti’nin doğuşuna yakından tanık oldu, ama aynı zamanda çok uzun vadeli sonuçları olan bir karara da tanık oldu: Zorla imzalanan  Saint-Germain-en-Laye Antlaşması. Bu antlaşma, Avusturya’nın, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun savaşı başlatma suçunu üstlenmesini gerektiriyor, ona ağır bir tazminat yükü yüklüyor ve yeni Alman Cumhuriyeti ile herhangi bir birleşmeyi yasaklıyordu.

Sadece sınırlarıyla kısıtlı bir Avusturya’nın ekonomik olarak sürdürülebilir olmadığına inanan Bauer, Almanya ile birliği dış politikasının temel direği haline getirdi. Ancak hükümetin antlaşmayı Eylül 1919’da onaylamasının ardından istifa etti ve kendini tamamen Parti işlerine ve parlamento siyasetine adadı.

Avusturya Devrimi

Bauer’in öyküsü, hem umut dolu hem de derin ekonomik ve siyasal krizlerle dolu olan Avusturya Demokratik Cumhuriyeti’nin ilk yıllarını konu alıyor ve yeni parlamenter düzenin sınırlarını hızla ortaya koyuyor.

Beş kronolojik bölüme ayrılan eserinin ilk bölümünde milliyetler sorunu ve bunun savaş ve devrimle bağlantısı ele alınıyor. Bauer, dört ayrıntılı bölümde, savaş öncesi Habsburg monarşisi ile onun otoritesi altındaki etnik gruplar arasındaki gerginliğin nasıl 1914’te savaşa ve dört yıl sonra da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çöküşüne yol açtığını analiz ediyor. Ona göre, Habsburglar’ı Sırbistan’a savaş açmaya iten şey, uzun süre Almanlar, İtalyanlar, Macarlar ve Türklerin egemenliği altında “kölelik, parçalanma ve tarihi sessizlik” durumunda tutulan Güney Slavlarının ulusal özlemlerinden duydukları korkuydu.

Çatışma başlangıçta İmparatorluk içindeki etnik ve sosyal bölünmeleri belirsizleştiriyor gibi görünse de aslında onlarca yıldır devam eden ulusal devrim sürecini hızlandırdı. 1918’e gelindiğinde, dört yıl süren büyük insan kayıpları, yoksunluklar ve askeri başarısızlıkların ardından İmparatorluk tüm meşruiyetini yitirmişti ve artık demokratik reform ve ulusal bağımsızlık güçlerini kontrol altında tutacak araçlara sahip değildi.

Alman Avusturyalılar için ulusal sorun farklı bir şekilde ortaya konuyor. Bauer, “Almanlığımız ile Avusturyalılığımız arasındaki çatışma, Germania-Avusturya’nın yakın tarihinin tamamında yaşanmaktadır” diyor. Farklı Alman-Avusturyalı toplumsal sınıfların iki yönelim arasında gidip gelmelerini analiz ediyor: Almanya ile birlik olmak ya da kendi egemenlikleri altında çok etnikli bir imparatorluğun varlığını sürdürmek.

1914’te burjuvazi bu ikilemin çözüldüğünü düşünüyordu: Almanya ve Avusturya-Macaristan, vatansever ve savunmacı bir savaşta birleşmişlerdi. Bu tutuma, enternasyonalist taahhütlerine rağmen Rusya’nın zaferinden korkan işçi hareketi de katılıyor.

Ancak savaş çabasına verilen bu destek zamanla azaldı. Çatışma uzadıkça, özellikle işçi hareketi içinde savaş karşıtı duygular büyüdü. Bauer, SDAP’ın başlangıçta savaşa destek vermekten, ona karşı düşmanca bir tutum takınmaya ve en sonunda İmparatorluk halkları için kendi kaderini tayin hakkını savunmaya nasıl evrildiğini ayrıntılı bir şekilde anlatıyor.

Ekim 1918’in sonuna doğru Habsburg rejimi çöktü. İkinci bölümde Bauer, savaş çabasının çöküşünü ve Alman Avusturyası da dahil olmak üzere eski imparatorlukta yeni ulusal devletler yaratan halk isyanlarının zaferini anlatıyor. Bauer’e göre, ulusal, demokratik ve toplumsal bir devrimci süreç burada gerçekleşti.

Avusturya demokratik devriminin 12 Kasım 1918’de Geçici Ulusal Meclis’in kurulmasıyla sona erdiğini yazıyor. Ama toplumsal devrim bir süre daha devam etti. Savaş sonrası parlamento seçimlerinde yenilgiye uğrayana kadar iki yıl boyunca SDAP bu organda egemen oldu. Bauer’in “işçi sınıfı hegemonyası” olarak adlandırdığı bu dönemde devlet, işçilerin lehine önemli reformlar uyguladı:

• Sekiz saatlik iş günü

• Toplu sözleşme hakları

• İşyerinde işçi konseyleri

Ancak Avusturya toplumunun dönüşümü hem içeriden hem dışarıdan pek çok engelle karşı karşıyaydı. Birçok Sosyal Demokrat lider gibi Bauer de kendini sosyalist devrimci olarak görüyordu ancak devrimin getirebileceği kaos ve şiddetten korkuyordu.

Viyana olaylarını analiz ettiğinden Bolşevik coşkusunu paylaşmadığı açıkça ortaya çıkıyor. Radikalleşmiş askerler askeri disiplini bozduklarında, özel mülklere ve devlet erzaklarına el koyduklarında ve bir “Kızıl Muhafız” yaratmaya çalıştıklarında, Bauer bu eylemleri “Bolşevizmin devrimci romantizmi” olarak adlandırır. Askerlerin çoğunun eve dönmesinden memnun oldu ve çoğunluğu Sosyal Demokrat işçilerden oluşan Volkswehr adlı yeni bir ordunun kurulmasını destekledi. Ona göre, bu, “ülkeyi anarşi ve dış tehditlerin kaçınılmaz tehlikesinden kurtarıyor”du.

Otto Bauer’e göre, fabrika konseyleri gibi yeni kurumlarla güçlendirilen parlamenter çerçeve, sosyalizme doğru ilerlemenin temelini oluşturur. Toplumsal devrimin, askerlerin subaylarına karşı ayaklandığı Viyana garnizonunun kışlalarında başladığını, daha sonra cumhuriyet lehine harekete geçen işçi sınıfına yayıldığını düşünüyor. Bu hareketi, işçi sınıfını demokratik bir kültüre oturtmak için sosyal demokratların onlarca yıldır sürdürdüğü çabaların doruk noktası olarak görüyor. “Ulusal devrim,” diye yazıyordu, “proletaryanın işi haline geldi ve proleter devrim, ulusal devrimin itici gücü oldu.”

12 Kasım 1918 olayları, muhafazakâr kırsal kesimlerde bile geniş bir destek gördü. Ancak Bauer ısrar ediyor: Cumhuriyetin kan dökülmeden kurulmasını sağlayan, her şeyden önce birleşik solun ortak eylemiydi. İşçi konseyleri gibi kurumlar tarafından yapılandırılan parlamenter düzenin, Bolşevizmin “şiddetinden” kaçınarak kademeli bir sosyalist geçiş için istikrarlı bir çerçeve sunduğuna inanmaktadır.

Sosyal Demokratlar İktidarda

Otto Bauer, eserinin üçüncü bölümünde Sosyal Demokrat hükümetin (SDAP) işçilerin koşullarını iyileştirme çabalarını inceliyor ve yeni bir sosyalist ekonominin örgütlenmesine ilişkin düşüncelerini ortaya koyuyor.

Ancak bu hedeflerin önündeki önemli engelleri de göz ardı etmiyor:

• Avusturya’nın uluslararası alanda siyasi izolasyonu,

• Özellikle anti-sosyalist Katolik köylüler, kentsel burjuvazi ve sosyalistlerin kazandığı sanayi merkezleri arasındaki iç bölünmeler,

• Hızla artan enflasyon ve gıda, yakıt ve hammadde sıkıntısıyla belirginleşen akut ekonomik kriz.

Bauer, sol hükümetin bu tuzakları nasıl aşmak zorunda kaldığını, Avusturya topraklarına göz diken komşularla savaştan kaçınmak, komünist devrimin yayılmasından endişe eden Batılı güçlerin müdahalesini savuşturmak ve  Mart 1919’da Sovyet Cumhuriyeti’nin kurulmasının başarılı bir karşı devrimle sonuçlanan bir çatışmayı tetiklediği Macaristan’daki devrimci huzursuzluktan uzak durmak zorunda kaldığını anlatıyor.

Bauer, bu patlayıcı ortamda işçi hareketinin görevinin Bolşevik tarzda bir “proletarya diktatörlüğü” kurmak değil, devrimin “freni” rolünü oynamak olduğuna inanmaktadır. Ona göre işçiler güçlerini dikkatli kullanmalı ve sosyal demokrasinin felaketle sonuçlanacak aceleci eylemleri önlemesi gerekiyor. Bu amaçla SDAP hükümetinin, Ulusal Meclis tarafından kabul edilebilecek reformlar önermek amacıyla işçi hareketinin başlıca sivil toplum kuruluşları olan sendikalar, işçi ve asker konseyleriyle sürekli diyalog halinde olduğunu yazıyor.

Ancak bu uzlaşma politikası tehlikeli ve istenmeyen bir politika oldu. Çileden çıkan işçiler hükümetin sunabileceğinden fazlasını talep ediyordu. Bauer yine de işçi sınıfının siyasal eğitimi ve toplumsal bilincinin yükseltilmesi açısından bu sürecin önemini vurgular. Ona göre SDAP, özellikle zor bir ortamda elinden gelen her şeyi yaptı.

Ancak Bauer, SDAP’nin ideolojik hegemonyasını dayatma yeteneğini abartıyor. “Salt entelektüel mücadeleler yoluyla [işçilerin] ufuklarını genişlettiklerini, entelektüel çevikliklerini keskinleştirdiklerini ve kendi kaderini tayin etme iradelerini güçlendirdiklerini” ileri sürmektedir. Diğer Avusturya Marksistleri gibi o da siyasal eğitimi sosyalist aydınların temel misyonu olarak görür. Ancak SDAP’nin daha sonra seçimlerde çoğunluğu elde edememesi, bu yaklaşımın sınırlılıklarını ve işçi sınıfı ile diğer toplumsal kesimleri sürdürülebilir bir şekilde kazanma konusundaki yetersizliğini ortaya koymaktadır.

Dördüncü ve beşinci bölümlerde Bauer, Avusturya toplumsal sınıfları arasındaki değişen güç dengesini ve bunların siyaset sahnesinde karşı karşıya gelme veya işbirliği yapma biçimlerini analiz ediyor. 1920 sonbaharında, SDAP’ın parlamento seçimlerini Hıristiyan Sosyalistlere (eski koalisyon ortağı) kaybetmesinden önce bile, köylülüğün ve burjuvazinin devrim şokundan kurtulduğu ve artık sosyalistlerle uzlaşmak istemediği açıktı.

Pan-Cermen milliyetçilerle aynı fikirde olmayan Hıristiyan Sosyalistler, parlamentoda mutlak çoğunluğa sahip değiller. Bauer, “sınıf güçlerinin dengesinin” işçi hareketinin SDAP, sendikalar ve diğer örgütler aracılığıyla iktidarı elinde tutmasını sağlayacağına inanmaya devam ediyor. Oysa 1922’de Hıristiyan Sosyalistlerin, uluslararası yüksek finans çevrelerinin de yardımıyla, köylülüğü, küçük burjuvaziyi ve bütün sanayi ve finans elitlerini bir araya getiren bir koalisyon kurmayı başardıklarını kaydetti. Burjuvazi daha sonra cumhuriyet üzerinde yavaş yavaş egemenliğini kurdu.

Ancak bu kontrol henüz tam olarak sağlanabilmiş değildi. Bauer, SDAP’nin Cumhuriyetçi orduda ve “Kızıl Viyana“da güçlü bir varlığını sürdürdüğünü, Partinin burada sürekli olarak mutlak çoğunluğu elde ettiğini ve geniş kapsamlı kentsel ve toplumsal reformlar uyguladığını belirtiyor. Bu kazanımların güçlenen bir burjuva hükümeti tarafından tehdit edilebileceğini biliyor, ancak SDAP’nin toparlanabileceğine inanıyor. Ona göre, sağ, sosyal demokratlara, çalışanları ve küçük esnafı kendi davaları etrafında toplama, burjuva hükümetini devirme ve işçi iktidarını yeniden ele geçirme fırsatı verecek olan ekonomik ve toplumsal krizleri çözmede başarısız olacaktı.

Bu radikal söyleme rağmen Bauer, burjuvazi cumhuriyetçi anayasayı ortadan kaldırmaya çalışmadığı sürece kitle eyleminin kullanılmasını reddetti. Zaferin parlamento siyaseti çerçevesinde elde edilmesi gerekirdi.

Demokratik Sosyalizmin İkilemi

Olaylar Bauer’in umduğu gibi gelişmedi. Sosyal demokrasi asla iktidarı geri kazanamadı, Sosyal Hıristiyanlar ise 1934’te devrilen cumhuriyetin düşüşünü sistematik bir şekilde hazırladılar. Avusturya işçi hareketi silahlı direniş gösterse de, Bauer de dahil olmak üzere liderleri, ancak sonuç kesinleştikten sonra mücadele çağrısında bulundular ve bu da müdahalelerini etkisiz kıldı.

Bauer’in Avusturya Devrimi adlı yapıtı  ondan on yıl önce yayımlanmış olmasına rağmen, devrime ve devrimden ortaya çıkan sisteme ilişkin analizi onun siyasi vizyonunu şekillendirir. Bu, cumhuriyetin başarısızlığında önemli bir rol oynamış ve  Peter Gay’in (1923-2015) “demokratik sosyalizmin ikilemi ” olarak adlandırdığı durumu gözler önüne sermiştir.

Nüfusun %10’una denk gelen 600 bin üyeli bir partinin başına geçen ve parlamento seçimlerinde oyların %40’ından fazlasını alan Bauer, komünist rekabete karşı SDAP’nin birliğini korumak zorundaydı. Bu amaçla sık sık devrimci söylemlere başvurdu, sınıf mücadelesini yüceltti ve kapitalist toplumun kökten dönüştürülmesini istedi.

Ancak pratikte parlamento yoluna sıkı sıkıya bağlı kaldı ve başka stratejileri değerlendirmeyi reddetti. Cumhuriyet karşıtı sağın, vicdansız şiddete başvurmaya hazır olması karşısında sonuç kaçınılmazdı: Cumhuriyet yok olmaya mahkûmdu.

Çeviri: İmdat Freni Çeviri Kolektifi

Kaynak: https://www.contretemps.eu/otto-bauer-austro-marxisme-socialisme-vienne/

Orijinal Kaynak: https://jacobin.com/2023/03/otto-bauer-austro-marxists-socialist-revolution-democracy-book-review

Yahudi Marksizmi ve Siyah Marksizmi-Enzo Traverso

Son yirmi yıl içinde Amerikalı Yahudilerle Siyahlar arasındaki ilişkiler giderek bozuldu. Siyah elitlerin kimi tabakalarındaki antisemit eğilimler (Louis Farrakhan bunlar arasında en iyi bilineni) ile Amerika Yahudiliğinin geniş bir kesimindeki açıkça muhafazakâr yönelim, ırksal ayrımcılığa karşı ve yurttaşlık hakları için onlarca yıl boyunca sürdürülmüş olan ortak mücadeleleri hafızalardan silmiştir[1].

(…)

Burada Yahudi ve Siyah meselelerine ilişkin Marksist yaklaşımları karakterize eden ortak unsurlarla farklılıkları ele alacağız. Öncelikle her iki durumda da benzer bir ekonomisteğilimin altını çizmek gerekir: Yahudinin basit bir iktisadi kategoriyle özdeşleştirilmesine –“kast ve “sınıf-halk” kuramı- siyah meselesinin köleliğin mirasına indirgenmesi eşlik ediyor. Bu eğilim, köleliğe dayalı üretim biçimini kapitalist birikim sürecinde önemli bir evre olarak değerlendirirken bunun içerdiği kültürel ve siyasal boyutu hiçbir zaman kavramamış olan Marx’a kadar götürülebilir[2]. Okyanusu geçerek Afrika’dan Amerika’ya giden köle gemileri yalnızca emek gücü değil çeşitli dillerin, kültürlerin ve dünya görüşlerinin taşıyıcısı olan insanları da taşıyordu; bir başka ifadeyle Yeni Dünya’da kök salmaya yazgılı bir etnik-kültürel mirası taşıyorlardı. Marx siyah meselesinin yalnızca bir yönünü görürken -sanayi kapitalizminin bir gereği olarak köleliğin kaldırılması- bir diğerini tümüyle es geçiyordu: Siyahların bir tarihsel özne olarak kabulü. Siyahların özgürleşme davasına olan desteği ise kararlıydı, örneğin Kapital’de “siyah deri altındaki emek damgalanıp aşağılanırken beyaz deri altındaki emek özgürleşemez” yazıyordu[3]. Ne var ki iç savaşın çözmekten ziyade ortaya koyduğu bir siyah meselesinin var olabileceğine hiç ihtimal vermiyordu. Esasında kölelerin uğruna mücadele ettiği siyah kimliği karşısında, kendi Yahudiliği konusunda olduğu gibi kayıtsızdı. Bu zemin üzerinden giderek, Marksistler, Yahudiler gibi Siyahları da, Engels tarafından 1848’de tasarlanmış bilhassa kötü bir kategori içinde sınıflandırır: “Tarihsiz halklar” kategorisi.[4]

Bund Toplantısı

En azından yirmili yılların sonuna kadar Amerikan işçi hareketi Siyahları Amerikan radikal geleneğinin özgül bir bileşeni olarak kabul edemedi. Yahudi meselesine Marksist yaklaşım da bundan farklı değildi. Avrupa’da işçi hareketi ve sosyalist düşünce Yahudi özgürleşmesine [Yahudilerin 18. Yüzyılın sonundan itibaren yurttaşlık haklarının kabulü] dair Aydınlanma’dan miras aldıkları bir kavrayışa sahiptiler. Onu bir asimilasyon olarak, “daha üst bir medeniyete” kavuşmak için Yahudiliğin terki olarak kavrıyorlardı. Asimilasyon, toplumun bir çeşit “ilerleme” göstergesi olarak algılanıyordu. Bu perspektifte, Kautsky’ye göre Yahudiler, Yahudiliklerini terk edip, geçmişlerini unutup, tarihlerini inkâr ettikleri takdirde işçi hareketinin tümüyle bir parçası olabilirlerdi. Kısacası “ilerici Yahudiler” ile “gerici” Yahudilik arasında gerçek bir ikiliği kuramlaştırıyordu[5]. Daha da karikatürleştirilmiş bir haliyle bu aynı bakış ilk Amerikalı sosyalistlerin -çoğu Alman mültecilerdi- siyah meselesi karşısındaki tutumuna yön veriyordu. Normalde Siyahları, sosyalist yönetici Victor Berger’in tanımı itibariyle, bir “aşağı ırk” olarak değerlendiriyorlardı[6]. Renkli nüfus için yurttaşlık haklarını talep edip ayrımcı yasaları teşhir ederken söylemleri fazlasıyla paternalist bir tonlama kazanıyordu. Genç Eugene Debs’e göre (daha sonra fikrini değiştirecektir) sosyalizm siyahların kendi “hayvanlıklarını” aşma imkânı sağlamıştır[7].Knights of Labour(Emek Şövalyeleri-KoL) ve Industrials Workers of the World(Dünya Sanayi İşçileri-IWW) gibi iki radikal eğilimli sendika Siyahları dışlamıyordu. Hatta ilki, KoL, 19. Yüzyılın sonunda binlercesini örgütlemeyi başarmıştı. Ne var ki onların enternasyonalizmi hiçbir zaman Siyahların Amerikan toplumunun bünyesinde maruz kaldıkları özgül tahakkümün kabulüne kadar varmıyordu. İlk başlarda Komünist Partinin yönelimi IWW’nunkine çok yakındı. Amerikan KP’sinin ilk on yılına dair yazdığı tarihte James P. Cannon’un altını çizdiği gibi bu parti siyah meselesine “miadı dolmuş bir kuramla, yanlış veya kayıtsız bir yönelimle ve radikal yahut devrimci eğilimli birkaç Siyahın bireysel katılımıyla” yaklaşıyordu[8]. Siyahları aynı zamanda ezilen bir toplulukdeğil de yalnızca sanayi işçi sınıfının bir parçası olarak değerlendirdikleri dönemde komünistler Peder Marcus Garvey’in esinlediği kitlesel seferberlikleri dışarıdan gözlemlemekle yetiniyorlardı. Komintern’in altıncı kongresi, 1928’de Amerikalı Siyahlar için kendi kaderini tayin hakkı talebini savunmaya başladığında önemli bir dönemeç meydana gelmiş oldu. Bir anda komünistler Siyahların Kurtuluşuhareketi içinde dönüşür ve kısa zamanda Siyah nüfus içindeki hegemonik güç haline gelirler. Hemen hemen aynı dönemde SBKP Yahudi meselesi hakkında yeni bir yönelim alıp Sibirya çölündeki Birobican’da özerk bir Yahudi devleti kurma tasarısını geliştiriyordu[9].

Stalinist SSCB’deki rezil başarısızlığına rağmen – Troçki tarafından haklı olarak bir “bürokratik fars” olarak tanımlanır- Birobican, Yahudi diasporasının ulusal bir boyut da kazanabileceğinin kabulünü simgeliyordu. Daha Çarlık Rusya’sında Yahudi işçi hareketinin talep ettiği ve savunduğu bir gerçekliğin gecikmiş kabulüydü. Bu, Yahudi meselesine ilişkin Marksist yaklaşımların çoğulluğuna bakmayı gerektiriyor. Bir şekilde klasik Marksizmin tutumunu teşkil eden ve daha yukarıda anılan asimilasyoncu kavrayışın yanı sıra ulus-esaslı olarak tarif edilebilecek başka yönelimler de mevcuttu. Hem çevrede hâkim olan antisemitizmin, hem Yahudilerin iktisadi ve toplumsal marjinalleşmesinin, hem de Yidiş kültüründeki yenilenmenin sonucu olarak Yahudiliğin özgül bir ulusal kimlik olarak billurlaştığı Doğu Avrupa’da Marksist yaklaşım kompleks bir hal kazanıyor ve çeşitleniyordu. İçinde Yahudilerin varlığı hiç de ihmal edilebilir olmayan (Martov, Troçki, R. Luxemburg vs.) Rus ve Polonyalı sosyalistler, asimilasyonun gecikmişliğini Slavların toplumsal geriliğiyle açıklayarak Kautsky’ci şemayı tekrar öne sürüyordu. Öte yandan Yahudi işçi hareketi bünyesinde Yahudi Marksizmi (judéo-marxisme) olarak adlandırılabilecek ve özgünlüğü Yiddishkeit’ın [Doğu Avrupa Yahudi kültürü]ulusal boyutunun altını çizmeye dayanan bir düşünce akımı teşekkül etti[10]. Birbirine çoğunlukla sertçe karşı çıkan iki ayrı eğilim mevcuttu. Bir yanda başlıca kuramcısı Vladimir Medem olan ve Doğu Avrupa Yahudileri için bir ulusal kültürel özerklik projesine sahip olan Bund vardı. Diğer yandaysa Filistin’de bir Yahudi ulusal teşekkülün yeniden oluşturulmasını tasarlayan ve Ber Borokhov tarafından yönetilen Siyonist sosyalistler vardı. Aralarındaki ayrımların ötesinde bu iki hareket de asimilasyonculuğu (yani bir programatik hedef veya bir ilerleme göstergesi olarak kavranan asimilasyonu) reddediyor ve Ostjudentum’un [Doğu Avrupa Yahudiliği]ulusal gerçekliğine bağlı kalıyordu.

 ABD’de, 1929 büyük buhranına kadar siyah radikalizmi milliyetçi veya dini biçimler almıştı. Birinci Dünya Savaşından sonraki en tipik görünümü Marcus Garvey tarafından kurulan UNIA (Universal Negro Improvement Association and African Communities League)olmuştur. Komintern’deki yaklaşım değişikliği, o güne dek işçi hareketinin sınırlarında kalmış olan radikal siyah entelijensiya ile Marksizmin karşılaşmasının koşullarını yaratmış olur. Tarihçi Cedric Robinson’a göre bu karşılaşmanın ürünü, bir siyah Marksizminin doğumu olmuştur. C.L.R. James, George Padmore ve W.E.B. Du Bois burada ele alınan dönem itibariyle bu siyah Marksizminin başlıca temsilcileriydi. Cedric Robinson’a göre bu akımın belirleyici bir karakteristiği klasik Marksizmin Avrupa-merkezci geleneğinin eleştirisi olmuştur. Ona göre “siyah Marksizmi, Batı radikalizminin, temsilcileri Siyahlardan müteşekkil bir çeşidi değil”.[11]

Elbette ki ırksal tahakküme bir yanıt oluşturuyordu fakat o zamana dek üzeri örtülü kalmış bir kültürel kimliğin yeniden keşfinden ve ona sahip çıkılmasından ayrılmaz bir yanıttı bu. Eğer Yahudi-Marksizminin kültürel köklerini temsil eden Yidiş diliolmuşsa siyah Marksizminin kökleri ise Afrika mirasınauzanıyordu. Siyah entelektüellerin Marksizme katılımı çoğu kez Leninist tipteki bir sömürgecilik karşıtlığına eklemlenmiş bir panafrikanizmbiçimini alıyordu.

Siyah geçmişini yeniden sahiplenme iradesi Marksist tarih yazımının iki temel eserini vermiştir: W.E.B. Du Bois’nın Black Reconstruction(1935) ve C.L.R. James’ın The Black Jacobins(1938) çalışmaları. İç savaşa dair tüm geleneksel anlatıları tersine çevirerek Du Bois ilk kez olarak Siyahları, Amerikan tarihinin merkezine yerleştiriyor ve üstelik birer figüran olarak değil aktör olarak. Kölelerin mücadelesini Rus devriminin bir ön görünümü olarak görüyor ve köleliği çağın gerisinde kalmış bir üretim biçimi olarak değerlendirmeyi reddediyordu. Bu onun için dünya kapitalist sisteminin senteziydi; bu nedenle kapitalizmi “bir tarihsel ilerleme gücü” olarak tanımlamayı reddediyordu”[12]Siyah Jakobenler, 1791 ile 1803 arasında Saint-Domingue kölelerinin Toussaint Louverture tarafından yönetilen devriminin tarihidir. James bu çalışmanın gelişimini şu şekilde aktarır: “Afrikalıların (veya Yeni Dünya’daki torunlarının), daimî olarak başka halkların sömürüsünün ve vahşetinin nesnesi olmaktansa, kendi ihtiyaçları ölçüsünde geniş ölçekte eyleme girişen ve kendi kaderleriyle birlikte başka halklarınkini de şekillendirdiği bir kitap yazmaya karar vermiştim”.[13]

Siyah Marksizmiyle Yahudi Marksizmi arasındaki paralellik şimdi daha net görünüyor: her ikisi de yalnızca sınıfındeğil -Yahudi veya Siyah proletarya- aynı zamanda ulusunda taleplerine tercüman oluyorlardı. Marksizmi bir ulusal kurtuluş tasarısı geliştirmek için sahipleniyorlardı. Yazar Richard Wright Marksizmi “siyah deneyiminin kendine bir ev, bir değer ve bir işleyiş kodu” bulduğu yer olarak görüyordu[14]. Varşovalı genç bir Yahudi işçi olan Hersch Mendel Bund’un Marksizminde “uluslararası sosyalizm ile Yahudi ulusal meselesi arasında bir sentez” görüyordu[15].

Yalnızca birkaç araştırma hipotezi formüle etmeyi amaçlayan bu karşılaştırmalı analiz bize en azından bir paradoksun varlığını keşfetmeyi sağladı: Yahudi ve Siyah örnekleri ulus olgusuna dair Marksist yaklaşımın temelinde yatan bir zayıflık olduğunu kanıtlıyor, bilhassa da ulusal tahakkümün özgüllüklerini kavramadaki yetersizliği veya bu konudaki gecikmesi itibariyle. Fakat öte yandan bu etnik azınlıkların radikalleşmiş entelektüellerinin Marksizmde kendi ezilmişliklerini açıklamayı, kültürel kimliklerinin oluşum sürecini anlamayı ve nihayet hem toplumsal hem ulusal bir kurtuluş projesi tasarlamayı sağlayan bir araç bulmuş oldukları da şüphe götürmez. Bu teşebbüsün sonuçlarını sorgulayabiliriz elbette. Ne var ki ezilen uluslar hümanist ve evrenselci boyutuyla Marksizmi bir özgürleşme silahı olarak kullandılar. Marksizmin ayakta kalma ve zenginleşme ihtimali, kapitalist düzene yönelik her türden muhalefet biçimiyle -feminizmden ekolojiye ve yeni ulusal kurtuluş mücadelelerine- sembiyoza girme, hiyerarşik ve önceden tasarlanmış şemalar dayatmaktansa bu hareketler tarafından yeniden şekillendirilme ve bir anlamda dönüştürülme kapasitesine bağlıdır. Yahudi ve Siyah meseleleri, bu perspektifte, yalnızca Marksizmin verimliliğini ve eksikliklerini tespit etmek için değil aynı zamanda onun yenilenmesi için de birer laboratuvar olarak kavranabilir. 

Çeviren: Uraz Aydın


[1]Enzo Traverso’nun « Juifs et Noirs : Deux histoires parallèles » [Yahudiler ve Siyahlar : İki Paralel Tarih] başlıklı yazısının Yahudi Marksizmi ve Siyah Marksizmi altbaşlığını taşıyan son bölümünü aktarıyoruz. Enzo Traverso, Pour une critique de la Barbarie moderne, Editions Page deux, Lozan, 1997.

[2]Bkz. Cedric Robinson, Black Marxism, The Making of the Black Radical Tradition, Zed Press, Londra, 1983, ss. 173-174.

[3]Karl Marx, « Le Capital », Œuvres, Economie, I, La Pléiade-Gallimard, Paris, 1965, s. 835.

[4]Bkz. Roman Rosdoslky, Zur nationalen Frage. Friedrich Engels und das Problem der « geschichtslosen » Völker, Olle &Wolter, Berlin, 1979.

[5]Karl Kautsky, Rasse und Judentum, Dietz Verlag, Stuttgart, 1921, s.93. Ayrıca Bkz. Enzo Traverso, Marksistler ve Yahudi Sorunu, Yazın yayıncılık, çeviri : Ayşe Tekin, 2001. 

[6]Bkz. Philip S. Foner, American Socialism and Black Americans. From the Age ou Jackson to Wordl War II, Greenwood Press, Westport, Londra, 1977, s. 105.

[7]Ibidem, s. 111-112.

[8]James P. Cannon, I primi dieci anni del Partito comunista americano, Jaca Book, Milano, 1977, s. 266.

[9]Bkz. Henri Sloves, L’Etat juif de l’Union soviétique, Les Presses d’Aujourd’hui, Paris, 1982. 

[10]Bkz. E. Traverso, Marksistler ve Yahudi Sorunuop.cit.

[11]C. Robinson, Black Marxism, op.cit., s. 97.

[12]W.E.B. Du Bois, Black Reconstruction in America, Russel and Russel, New York, 1963, s. 358. Du Bois’nın Amerikan marksizmindeki yeri konusunda bkz. Paul Buhle, Marxism in the USA, Verso, Londra, 1987, ss. 169-170.

[13]C.L.R. James, Les Jacobins noirs’ın1980 baskısına önsöz. James’in biyografisi için bkz. P. Buhle, C.L.R. James. The Artist as Revolutionary, Verso, Londra, 1988 ve Fransızca E. Traverso, « C.L.R. James (1901-1989). Hommage à l’auteur des Jacobins noirs », L’homme et la société, 1989/3, s. 115-121.

[14]Alıntılayan C. Robinson, Black Marxism, op.cit, s. 423

[15]Hersch Mendel, Mémoires d’un révolutionnaire juif, Presses universitaires de Grenoble, 1982, s.73.