İmdat Freni

LGBTİ+

Batılı Sömürgecilerin Dayattığı LGBTI+ Karşıtı Yasalar – Leslie Feinberg

Kendisini ırkçılık karşıtı bir beyaz, seküler bir Yahudi, işçi sınıfı üyesi, transgender, lezbiyen ve devrimci komünist olarak tanımlayan Leslie Feinberg trans özgürleşmesinin marksist kavranışı konusunda öncü çalışmalara imza atmıştır. Ünlü romanı Stone Butch Blues (1993) Sevici Türküsü–Bir Sevicinin Romanı (Artshop yay., 2007) adıyla türkçeye çevrilmiş olan Feinberg uzun yıllar ABD’deki bir Marksist örgüt olan İşçilerin Dünya Partisi üyesi olmuştur. 2014’te hayatını kaybeden Feinberg’in bu yazısı ilk kez, 2007 yılında, LGBTQ+ ve komünizm üzerine yazıların yayımlandığı ‘Lavanta ve Kızıl’ başlıklı serinin 112. bölümünde yayımlandı.[1] Aşağıda Türkçe çevirisini bulacağınız Leslie Feinberg’in analizi bugün de önemini korumaya devam ediyor.

Sınıflı toplumların anaerkil komünal grupları alaşağı ettiği yerlerde, yeni patriyarkal aile modellerine uymayan cinsellikler, toplumsal cinsiyet ifadeleri ve bedenler yasalar aracılığıyla cezalandırıldı. Kan bağının erkekler yerine kadınlar tarafından aktarıldığı sınıf öncesi toplumlarda önemli rol oynayan kadınlar, patriyarkal egemen sınıfın yükselişiyle birlikte toplumdaki statülerini kaybettiler. Egemen sınıf bu süreçte zenginliğin yasalarla erkek varislere aktarılmasını güvence altına aldı. Bunun sonucu olarak, gen aktarımında annenin belirleyici oldugu görüş yerine, babanın egemen olduğu bir aile birimine bağımlılık zorunlu kılındı.

Egemen sınıflar zamanla güçlerini arttırdı ve komşuları komünal toplumları silah zoruyla devirerek topraklarını genişletti. Aynı egemen sınıflar, orduları aracılığıyla ele geçirdikleri yerlerde yaşayan halklara, kendi yasal kodlarını ve toplumsal düzenlerini dayattı. Avrupalı ​​yönetici sınıflar ise tüm dünyaya eşcinsel ilişki karşıtı yasaları ihraç etti ve bu vesileyle sömürge imparatorluklarını kurdu. Avrupa sömürgeciliği, eşcinsel ilişki ve cinsiyet/toplumsal cinsiyet farklılıklarına karşı yasaları uygularken Engizisyon terörüne başvurdu. Yerli toplumların hukuki düzenlerinin şiddet yoluyla ‘yeniden yapılandırılması’, akrabalık ilişkilerini, aile/topluluk örgütlenmelerini, cinsellikleri, toplumsal cinsiyet ve cinsiyet rollerini etkiledi. Sonuç olarak bu yeniden yapılandırma süreci köleleştirmeye, sömürüye, baskıya ve kâra hizmet etti.

Kuşatma altındaki yerli halklar farklı anlamlarda çeşitlilik arz ediyordu. Gay Amerikan Yerlileri Tarih Projesi’nin ilk çalışması olan 1988 tarihli ‘Ruhu Yaşamak’ adlı kitabında görülebileceği gibi, Kuzey Amerika kıtasında, Avrupa uluslarına kıyasla, çok daha fazla cinsiyet/toplumsal cinsiyet rolüne yer açmış 135 yerli halk vardı.

Yerli yazar Geceyarısı Güneşi (Anishinabe) denemelerinden birinde farklı yerli topluluklardaki cinsiyet/toplumsal cinsiyet sistemlerine dair tarihsel materyalist bir görüş sunar. “Kuzey Amerika Yerlilerinde Cinsiyet/Toplumsal Cinsiyet Sistemleri” başlıklı yazısında Anishinabe şöyle diyor:  “Sosyal ve özellikle cinsel yaşam, toplumun ekonomik örgütlenmesine içkindir ki bu örgütlenme, çeşitli kültürel formları da ortaya çıkarır. Toplumsal cinsiyetin ve cinselliğin kültürel inşası, cinsel işbölümü, geçim kaynakları, toplumsal ilişkiler ve kadın-erkek ilişkileri göz ardı edilmeden ele alınmalıdır. Bu bağlamda ideoloji keyfi ve münferit bir güç olarak görülmemelidir aksine ideolojinin kendisi uygun toplumsal formları, belirli bir üretim tarzına uygun davranışları ve bireyleri yeniden üretmeye ve sürdürmeye hizmet eder.

Leslie Feinberg, Boston Pride, 2006

Ebu Garip’in Kökenleri

Avrupa sömürgeciliği, MS.1500 civarında başlayan Portekiz yayılmacılığı ile, iç sömürgeciliği ve karşı devrimci engizisyonunu tüm dünyaya ihraç etti. Doğrudan sömürge yönetimi, üç yüz yıl sonra, 1857 yılında Britanya`nin Hindistan egemenliğiyle doruk noktasına ulaştı. Queer Miras 1551 yılı için şöyle bir raporda bulunmuş: Portekizli misyoner Papaz Pero Correia, Brezilya`daki yerli kadınlar arasında eşcinsel erotizmin oldukça yaygın olduğunu belirtir ve hatta daha önce görev yaptığı Afrika’daki eşcinsel erotizm kadar yaygın olduğunu iddia eder. Papaz Correia, Brezilyalı yerli kadınların silah taşıdıklarını ve kadınlarla evlendiklerini de aktarıyor. 1646 yılında Portekizli sömürge lordları, hemcinsler arası ilişkilenmeye karşı yasalarını, erkekleri olduğu kadar kadınları da içerecek şekilde genişletti. Verilen ceza, ise, kazıkta diri diri yakma idi.

1978’de Meksika’da kurulan Lambda Homoseksüel Kurtuluş Grubu’nun kurucu üyelerinden biri olan Max Mejía, İspanyol fatihlerin batı yarımküreye gelişiyle birlikte, eşcinselliğin doğaya karşı işlenen bir günah, ‘ruhun yozlaşması’ ve şeytanla ittifak olarak görülmeye başladığı bir söylemin inşa edildiğini yazıyor. Homoseksüellik, sıradan insanlar veya din insanları diye ayrım yapılmaksızın, her koşulda cezalandırılıyordu. Mejía sodomiyi özel bir Hint günahı olarak gören İspanyol fatihlerin, sodomitlerin (sodomiye başvuranların) peşlerine düştüklerini ve onları cezalandırdıklarını da aktarıyor. Mexico City San Lázaro’daki o akıllara kazınan auto-da-fé’de olduğu gibi, sodomitlerin kazıkta yakılması için adeta haçlı seferleri düzenlenmişti.

Vasco Núñez de Balboa, Panama’daki sömürge seferi sırasında kadın gibi giyinmiş erkekler gördüğünü ve onların Balboa sodomitleri olduğunu aktarıyor. Balboa’nun aktarımına göre, kralla birlikte kırk kişi köpeklerin önüne yem olarak atılmış. Bu da, ancak ve ancak, onurlu ve Katolik bir İspanyol fatihe yakışacak ‘güzel’ bir hareket olsa gerek! Küba’ya gelince, adadaki, İspanyol sömürge yetkilileri ‘sodomit’ olarak gördükleri kişileri hadım etti. İspanyollar ise Antilles ve Louisiana’yı işgal ettiğinde, kadın gibi giyinen ve toplumun saygı duyduğu erkeklerle karşılaştılar. Bu erkeklerin hermafrodit veya eşcinsel olduklarını düşünerek onları katlettiler. Zengin Hollandalı tüccarlara gelince, onlar da sodomiyi ve ‘doğal olarak görülmeyen cinsel suçları’ suç sayan Napolyon öncesi Roma-Hollanda ortak hukukunu, Endonezya’dan Güney Afrika’ya kadar, geniş bir coğrafyaya dayattılar. Hollandalı tüccarların 17. yüzyılda Afrika Burnu’na getirdikleri sömürge mevzuatı bugün hâlâ Namibya, Zimbabve ve Lesoto’daki yasaların temelini oluşturmaktadır.

Güneş Hiçbir Zaman İngiliz Sodomi Karşıtı Yasaları Üzerinde Batmadı

İngilizler, İrlanda halkına, erkekler arasındaki eşcinsel ilişkileri ölümle cezalandıran 1634 tarihli yasayı dayattı. 1885 tarihli İngiliz Labouchère Yasası ise feminen homoseksüel yazar Oscar Wilde’ı kürek cezasına mahkûm eden yasaydı. Hindistan, Malezya, Pakistan, Bangladeş, Myanmar, Singapur, Malezya ve Brunei’deki eşcinsel ilişkileri suç sayan yasaların baslığı da aynı; ‘Madde 377’. Çünkü yasayı yazan aynı sömürgeci güçtü: İngiltere. 

Sömürge tarafından hazırlanan mevzuat, yanıltıcı bir şekilde “Hint Ceza Kanunu” olarak adlandırılıyordu. Halbuki, Hindu hukuku, rızaya dayalı cinsel ilişkileri cezalandırmamıştı. Tarihçi Douglas Sanders’a göre 1860 yılına ait Hindistan Ceza Yasası’nın 377. maddesi, ‘doğadaki düzene karşı gelen cinsel ilişkileri’ suç haline getirmişti. İngilizler bu yasayı 1872’de Singapur, Penang ve Malacca’daki Boğazlar bölgesinde uygulamaya soktular. 19. yüzyılın sonlarında ise sözkonusu yasa Hong Kong, Fiji, Malay Yarımadası ve Burma’da da zorla yürürlüğe konuldu.

Korea Herald gazetesinde çalışan gazeteci Benjamin Jhoty, Asya’daki eşcinsellikler hakkında bilgi sunan utopia-asia.com‘dan alıntı yapıyor: “Asya’da, neredeyse baktığınız her yerde, birden fazla sayıda benzersiz eşcinsel geleneği görebilirsiniz. Kore, Singapur, Endonezya, Malezya ve Filipinler’de eşcinselliğin gerçek düşmanı, antik sömürge yasaları ve ‘dogal dünya’ kavramını çarpıtarak vatandaşlara zorbalık yapan homofobik Asya dışı dinlerdi.”

Tarihçi Sanders bu hüküm veya buna yakın birçok hükümün şu anda Hong Kong hariç Asya’daki tüm eski İngiliz kolonilerinde yürürlükte olduğunu aktarıyor. Sanders şöyle devam ediyor: “Sri Lanka, Seyşeller, ve Papua Yeni Gine’de yasalar Hindistan Ceza Yasası’nın 377.maddesinden ibareler içerse de başka madde numaraları ile adlandırılmıştır. Paralel ifadeler, Afrika’daki eski kolonilerin ceza kanunlarında da yer almaktadır. 

Tarihçiler Kevin Botha ve Edwin Cameron, Hollandalı ve İngiliz sömürgeci güçlerine ait hukuk sistemlerinin, boyun eğdirdikleri Afrika topluluklarının geleneksel yasalarını önemli ölçüde etkilediğini yazıyor. 1899 tarihli İngiliz “Queensland Ceza Kanunu” 19. yüzyılda Kuzey Nijerya’da kabul edildi ve 1916 yılında yürürlüğe giren tek tipleşmiş federal kodun temelini oluşturdu. Hindistan Ceza Kanunu Kenya, Uganda ve Tanzanya’da kullanılmıştı, ancak bu kanunlar daha sonra Nijerya ceza yasasını temel alarak hazırlanan taslaklarla değiştirildi. Sudan, Hindistan Ceza Kanununu kullandı. 1960’ta Kuzey Nijerya, Sudan yasa kodlarına dayanan ayrı bir ceza yasası çıkardı.” 

Benzer yasalar ‘İngiliz’ Honduras’i (günümüzde Belize), Jamaika, Anguilla, ‘İngiliz’ Virgin Adaları, Cayman Adaları, Montserrat, Bahamalar, Tobago, Turks ve Caicos Adaları ve St. Lucia’da da zor yoluyla uygulamaya konuldu. İngilizler 1892’de Kanada’ya, bir yıl sonra Yeni Zelanda’ya ve ilki 1788, ikincisi 1899 yılında olmak üzere Avustralya’ya ‘sodomi’ karşıtı yasaları empoze ettiler.

Navaho yerli halkından “İki Ruhlu” bir çift, 1866

Sömürgeleştirilmiş Kuzey Amerika’da İdamla Cezalandırılan Suçlar

Sivil haklar tarihçisi Tom Head şöyle açıklıyor: ‘İspanyol, Fransız, Hollandalı ve İngiliz sömürgeciler 17. yüzyılda Kuzey Amerika’ya yerleşmek için geldiklerinde, yanlarında çeşitli cinsel eylemleri yasaklayan yasaların bir kataloğunu getirmişlerdi’. Detaylı bir biçimde üzerinde çalışılmış yasaların amacı, tek eşli ve aynı ırklar arası yapılan heteroseksüel evliliği zorunlu bir kurum olarak uygulatmaktı. Bu kurumun dışında kalan her türlü cinsellik, yasalara göre cezalandırılacaktı. 

‘Sodomi’ karşıtı en eski yasal mevzuat 24 Mayıs 1610 tarihinde Virginia Kolonisi’nde kabul edildi. Kısa süre sonra tüm kolonilere ve ABD eyaletlerine yayıldı. Tarihçi John D’Emilio’a kulak verelim: “Sodomi bütün kolonilerde ölümle cezalandırılan bir suçtu ve bu dönemde, örneğin, en az beş erkek idam edilmişti. Sodomi, kadınlar arası müstehcenlik, kamusal alanda açık saçıklık ve diğer eşcinsel arzular kırbaç ve para cezasıyla cezalandırılıyordu”. 

Amerikan Devrimi’nden sonra eyaletler ceza yasalarını Aydınlanma felsefesi ruhuyla yeniden düzenlemelerine rağmen, sodomi karşıtı yasaların ve ‘doğaya karşı işlenen suçlar’ başlığını tasıyan eşcinsellik karşıtı yasaların revizyonu çok uzun süre sonra gerçekleşti. Örneğin Kuzey Carolina eyaleti 1869 yılına kadar sodomi için ölüm cezasını kaldırmadı. D’Emilio’dan aktarmaya devam ediyorum: “Thomas Jefferson, ölüm cezasının yerine hadımı önerdi. Ayrıca, yasama organları ve mahkemeler zamanla, yasa tüzüklerini, erkekler arası oral seksi ve kadınlar arası seksi kapsayacak şekilde genişletti.” 

Amerikan devleti, eşcinsellik karşıtı ve ırklararası evlilik karşıtı yasaları, iç sömürge haline getirdiği Afrika ve Amerikan yerli halklarına karşı bir silah olarak kullandi. 1898 yılında Amerikan emperyalistleri askeri üstünlükleri sayesinde, bahsi geçen ülkelerde eşcinsellik karşıtı ve ırklararası evlilik karşıtı yasaları vahşice uyguladılar. Amerika Birleşik Devletleri 1898 yılında Porto Riko’yu kolonileştirdi ve Kaliforniya eyaletinin eşcinsel ilişki karşıtı yasasının adeta bir kopyasını, Porto Riko’da uygulamaya soktu. Ve, son olarak, 1938 yılında Amerika egemenliğindeki Küba’da gay karşıtı bir  “kamusal görünürlük yasası” yürürlüğe girdi.

Çeviri: Şahika Karatepe

Kaynak: Western, colonizing rulers imposed anti-LGBTQ+ laws

Görsel: Meenakshi Jha Banerjee


[1] “Lavanta ve Kırmızı” serisinin tamamı https://www.workers.org/book/lavender-red/

adresinden ücretsiz olarak indirilebilir.

Homomilliyetçilik ve Queer Direniş – Peter Drucker

LGBTİ+ aktivisti ve IV. Enternasyonal’de çeşitli düzeylerde görev alan Peter Drucker’ın Sapkın. Gey Normalleşmesi ve Queer Antikapitalizm kitabı geçtiğimiz yıl Ayrıntı yayınları tarafından Ege Acar’ın tercümesiyle yayımlandı. Aşağıda yer alan ve 2016 yılında Yeniyol’da yayımlanmış olan yazıda homomilliyetçilik, Islamofobi ve kesişimsellik konularını irdeleyen Drucker’in aralarında Queer bir Marksizme Doğru(?) ve Queer Cinsellik Emek ve Ulus ‘un da bulunduğu yazıları daha önce Yeniyol, KaosGL ve İmdat Freni sitelerinde yayımlanmıştı. Çeşitli defalar Türkiye’yi ziyaret etmiş olan Peter Drucker LGBTİ+ Onur Haftası vesilesiyle 2017 yılında Kaos GL tarafından Ankara’da düzenlenen Homofobi ve Transfobi Karşıtı Uluslararası Toplantıda da konuşma yapmıştı.

Queer’lerin İslamofobiye, yani İslam ve Müslüman korkusu ile nefretine karşı neden ve nasıl mücadele etmeleri gerektiği üzerine bir konuşma hazırlamış olarak ABD’de bulunuyorum. Ancak varışımın ertesi günü Paris bir dizi terör saldırısıyla sarsıldı. Bu yüzden hazırlamış olduğum konuşmanın tıpatıp aynısını yapmayacağım.

İslamofobi taraftarlarını iyice alevlendiren bu tür olaylardan söz etmeden İslamofobi üzerine konuşmanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Bugüne dair hedeflerimden biri de zaten bu anlamsızlığa bir anlam verme çabası olacak.

Tabii ki, Paris’te yüzlerce masum insanın öldüğü bu korkunç olayları anlamlandırma çabası, günümüzde İslam aleminin çektiği acılarda ve yaşadığı ölümlerde Paris’teki kurbanların ülkelerinin hiçbir payı olmadığı inancının yanlış olduğunu kabul etmeyi gerektiriyor. Akdeniz’den Avrupa’ya, bilhassa Suriye’de on binlerce insan ölmüş ve milyonlarca insan ülkesini terk etmiş durumda. Fransa hükümeti bütün bunlarda suç ortağı durumunda.

Diğer yandan, Fransız hava kuvvetleri ABD hava kuvvetleriyle birlikte Suriye hedeflerini bombalamış ve masum siviller de dahil olmak üzere insanları katletmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında dağılmasına destek olduğu Osmanlı Devleti çözüldükten sonra Fransa 20. yüzyılda on yıllar boyu Suriye’yi yönetti. Kaldı ki 1950 ve 1960’lı yıllarda da kanlı ve şedit bir sömürgeci savaşı nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan Cezayir’de sürdürdü.

Müslüman göçmenlerin Fransa’da maruz kaldıkları gündelik ayrımcılık, Fransa ile İslam dünyası arasındaki husumeti tarihsel belleklerde diri tutmakta – o husumet ki Fransızların ulusal destanı Chanson de Roland’daki Frenk şövalyelerin Müslümanlara karşı savaşını da, Suriye ve Filistin’in egemenliği için verilen haçlı savaşlarını da kapsıyor.

Şayet terörizmin anlam verilmez eylemlerini anlamlandıracaksak şu ilişkilerin tümünü göz önünde tutmalıyız: günlük olağan ırkçılık, sömürgecilik tarihi ile beraber jeopolitika ve ekonomi.

Siyah Canlar da Vardır

ABD üzerine konuşmak için hazırladığım konuşmamdaki daha umutlu ve müspet bağlantıların nazarını da yitirmek istemiyorum bir yandan. Tüm bunların dışında, özellikle de son haftalarda üniversite kampüsleri çapında yayılmaya başlamış olan “Siyah Canlar da Vardır”ın yarattığı bağlara odaklanmak istiyorum.

“Siyah Canlar da Vardır”ı başlatan beyaz olmayan queer kadınlar, Temmuz 2013’de kimliklerini ve maruz kaldıkları baskının tüm birikimini çözümlemelerine ve siyasetlerine taşımakta ısrar ettiler. Bunu bilhassa beni esinlendirip destek vermeye iten hepimiz için politik ve entelektüel bir başkaldırı olarak deneyimliyorum.

Hissediyorum ki, “Siyah Canlar da Vardır”ın canlandırdığı dayanışma ruhu, hem Suriye’nin bombalanması hem de Paris saldırılarının yarattığı bölünme ve şiddet ruhuna en iyi yanıt olacak. İşte bu dayanışma ruhuyladır ki konuşmamda emperyalist dünya düzeni çözümlemesi ve radikal cinsellik politikaları ile ekonomi politik arasında bir bağ kurmaya çalışacağım.

Bu, ayrıca yine bu yıl yayımlanmış olan “Sapkın: Gay Normalleşmesi ve Queer Anti-Kapitalizm” adlı kitabımda da gayret ettğim bir şey. Muhtemelen kitapta bugünkü konuşmamdan çok daha fazla şeye yer vermişimdir, ama yine de bugünkü konuşmamın ana odağı özellikle de benzer bağlantılar olacak.

Öyleyse bu birbirinden çok farklı konular arasında bağ kurmaya çalışalım…

Bağlantılar

Bu konuşmayı hazırlar, meseleyle boğuşurken fark ettim ki yanıtlarım beni queer çalışmaların öncü ismi Gayle Rubin’le bir diyaloğun içine soktu. Bir bakıma benim kurmaya çalışacağım bağlantıları 1975’de, “The Traffic in Women” adlı ufuk açıcı makalesinde “cinsiyetin ekonomi politiği”, “cinselliğin, ekonominin ve siyasetin karşılıklı bağımlılığının tanınması”nda ele almış. Ama bu bağlantılar, 1982’de yine aynı derecede ufuk açıcı olan makalesi “Notes for a Radical Theory of the Politics of Sexuality”de [Cinsellik Politikasının Radikal Bir Teorisine İlişkin Notlar] bir kaç yıl önce kurduğu bağlantılarla çatışır haldedir. (1)

“The Traffic in Women” adlı makalesi sol feminizmden bir hayli etkilenmiş olsa da, 1982’den beri Rubin kendisinin cinsel özgürlük ve özellikle de lezbiyen S/M savunusuna karşı feminizm adına yapılan yıkıcı eleştirilerden yakınıyordu. “Notes for a Radical Theory of the Politics of Sexuality” makalesinde hem Marksist ortodoksiye hem de deli gömleği olarak gördüğü dar görüşlü feminizme karşı özgürleştirici bir kuram kuruyordu.

Her ne kadar Marksist bağlantılar kurmaya çalışsam da bugün Rubin’in 1982’deki savunusuna yakınım. Rubin’in yaklaşımını queer kuramın ön-kurucu momentlerinden sayabiliriz. Araştırma, çözümleme ve queer mücadele gündemleri için hayli verimli sonuçlar elde etmiştir. Gerçi günümüzde, 20. yüzyılın sonunda iyice yerleşen, ekonomik adalet, ırksal adalet, feminizm ve cinsel başkaldırı alanlarının ayrı ayrı bölümlere ayrılmasına karşı çıkan “Siyah Canlar da Vardır” kuşağı gibi yeni bir queer kuşağı olduğu gibi, bu kuşaktaki diğerleri de İslamofobiye karşı mücadeleyle yeni ve radikal bağlantılar kuruyor. 

Bu bağlantılara teorik bir düzeyde bakmaya çalışalım.

Kesişimsellik

Kuramsal olarak, Kimberlé Crenshaw ile Patricia Collins gibi Afrikalı-Amerikalı feministlerce düşünüldüğü haliyle kesişimsellik, baskıların bölümlere ayrılmasının üstesinden gelmek konusunda önemli bir araç olmuştur. Kesişimsellik kuramsal alanda sınıf, “ırk” ve toplumsal cinsiyet arasında bağıntılar kurar.

Cinsellik, Gayle Rubin’in 1982’deki çağrısından beri olan queer çalışmaların bütün zenginliğiyle birlikte buna dahil olabilir ve olmalıdır da. Ve yine inanıyorum ki, küresel neoliberal ekonominin kavrayışı da bunlara tamamen dahil olabilir ve olmalıdır da.

Ne yazık ki, kesişimsellik cinsiyet çalışmalarında kurumsal bir yuva bulduysa da, cinsiyet daha merkezi olarak kalmış; “ırk” zaman zaman silinmek üzere kalırken, sınıf ise genel olarak bu üçü arasında üvey evlat gibi olmuştur. Çok daha fazla göz ardı edilen engellilikten bahsetmiyorum bile. Ancak bunun, eğer kesişimsellik teorisi, mazisi 1970’lere uzanan Marksist-feminist ve ırkçılık karşıtı sentezi yenileyecek, arıtacak bir araç olarak kullanılacaksa, kaçınılmaz olduğunu sanmıyorum.

1970’lerin Marksist-Feminist ve ırkçılık-karşıtı sentezleri büyük ölçüde bir tepkiydi. O zamanlarda bile siyah kadınlar, liberal feministler, radikal feministler ve sosyalist kadınlar tarafından beyaz kadın deneyiminin tek boyutlu kategorilerinin kullanıldığını hissetmişlerdi. Buna karşılık Marksist Feministler “çifte zulüm” ve “üçlü zulüm”den bahserek bu duruma karşılık vermişlerdi.

Kesişimsellik kuramı, sınıf, “ırk” ve toplumsal cinsiyetin sadece örtüşmekle kalmadığını, bunların karşılıklı olarak birbirlerini kurduklarını ve ancak bu şekilde yeterince kavranabileceğini söyleyerek daha ileriye gider. Sanıyorum ki bu kavrayış, ırkçılık karşıtı Marksist-feminist çerçeveye de dahil edilebilir ve bu çerçeveyi derinleştirerek zenginleştirebilir.

Bu, sınıfın salt etkileşimden uzak yansız, tarafsız bir bileşenden ziyade kültürel ve topluluğa dair boyutunu da anlamamıza yardımcı olur. Sınıf ne kadar para kazandığın, ne iş yaptığın yahut nerede okula gittiğinden ziyade, nerede yaşadığın, kimlerle takıldığın ve hatta hangi müziği dinlediğinle de gayet alakalıdır. Ve tabii ki sınıf her zaman tabiatı gereği toplumsal olarak cinsiyetlendirilmiş, cinselleştirilmiş ve ırksallaştırılmıştır.

Aynı şey dünya düzeni için de geçerli: W.E.B. Dubois’dan Cynthia Enloe’ye kadar ırkçılık karşıtı ve feminist aktivistlerle akademisyenler, emperyalist projenin nasıl derinden ve tabiatı gereği beyaz üstüncü ve ataerkil bir proje olduğunu göstermişlerdir. Yani bir bakıma kesişimsellik kuramı, düşünürlerin yüzyıldan uzun bir süre boyunca radikal bir dizi paradigma içerisinde kurmaya çalıştıkları bu bağlantıları kuramsallaştırıp açık seçik hale getirebilmiştir.

Cinsiyet ve Sınıf

Bana öyle geliyor ki ekonomi politik ve sınıfsal çözümlenin “ırk”, toplumsal cinsiyet ve cinsellik çalışmalarıyla olacak olan bir birleşimi, özellikle de bugün neoliberalizm altındaki queer topluluk için önemli olabilir.

Bunun sanırım 1978 yılında eşcinsel bir erkek olarak açılmamla ve aynı yıl sosyalist feminist olarak faaliyet yürütmemle de alakası var. Tabii 1990’lardan beri queer kuşakların rüştünü ispatlamış olmaları da bu durumla alakalı.

Bir yandan ekonomi politik ile kesişimsellik kuramının bileşimi, radikal queerlerin neden gayet düşük ücretli olmalarına rağmen, bir Marksist olarak benim birçok diğer insanla birlikte işçi sınıfı olarak düşünmeme karşın, kendilerini genellikle işçi sınıfıyla özdeşleştirmediklerini anlamamıza yardımcı olabilir. Diğer yandan da, kesişimsel çözümleme sınıf, “ırk” ve toplumsal cinsiyetin iç içe geçmiş esaslarını belirginleştirir ve de bununla birlikte queer yaşamları düzenler.

Zannederim özellikle de genç queerler bugün kendilerini işçi sınıfıyla özdeşleştirmekte sıklıkla başarısızlar. Çünkü önceki kuşaklarca (1950 ve 1960’lı yılların Fordist kuşakları -endüstriyel üretimde en yüksek maaşı alan kuşaktı bu) tecrübe edilen işçi sınıfı kimliği, çoğu zaman onların hayatlarının gerçeklikleriyle uyuşmuyor.

Ancak neoliberal kapitalizm altında işçi sınıfının gerçekliğinin bu ifadesi –ekonomik bakımdan, etnisitelere, ırklara ve milletlere bölünmüş; kutuplaşmış, parçalanmış ve bölünmüş bir işçi sınıfı ifadesi– bugün neden pek çok queerin güvenceli iş sahibi olmadığını ve akademik bile olsalar sendikalaşma oranlarının neden düşük olduğunu gösteren bir gerçeklik.

Queerlerin pek çoğu aslına bakarsanız son zamanlarda LGBTQ bireylerin ana akım hakim medya görünürlüğünü de sağlayan ve ABD’nin lezbiyen/gey politikalarını (İnsan Hakları Örgütünün egemenliğini belirgin şekilde kurduğu) belirleyen idari ve mesleki katmanlardan belirgin şekilde dışlanmış durumdalar.

Kuşe kağıda basılı eşcinsel dergilerindeki, tasarım kıyafetleri içinde gemi seyahatlerinde votka içen lezbiyen gey tasvirine karşıt olarak son çalışmalar göstermiştir ki, ABD’de eşcinsel erkekler heteroseksüel erkeklerden daha düşük maaş alırken, lezbiyen kadınlar ortalamada heteroseksüel kadınlardan yüksek maaş alıyor, ancak onların gelirleri de erkeklerin ortalama gelirinin altında. En alt gelir grubu olan trans ve intersex bireyleri anmıyorum. 

Yani pek çok queer arasında, onlara rol model olarak gösterilen lezbiyen/gey üst sınıflara yabancılaşma hissi yayılmakta ve artmakta. İşin tuhafı şu ki, bu üst sınıfa olan yaygın yabancılaşma hissi, pek çok sayıda queerin işçi sınıfı kimliğine de mesafe koymasına – ya da en azından kimi ayrıntısız, dar anlamlı kavramsallaştırmadan yola çıkarak işçi sendikası liderlerince propagandası yapılan “orta sınıf” tanımlandırmalarına mesafe koymasına– yol açıyor.

Homonormativite

Bugün dahi pek çok genç queer için “işçi” imgesi hâlâ beyaz, erkek ve heteroseksüel. Günümüz radikal queer teorinin kimi kilit kavrayışları ile iç içe geçmiş bir kesişimsel yaklaşım olmaksızın sınıfsal gerçekleri anlayamazsınız.

Bu da beni Lisa Duggan’ın bir on yıl kadar önce “hakim heteronormatif varsayımlara ve kurumlara karşı koymayan, onları sürdüren ve destekleyen” (2) eşcinsel bir zihniyet olarak tanımladığı kilit önemdeki “homonormativite” kavramına getiriyor. Kendisine, heteroseksüellerin norm, geriye kalan bizlerin ise hoş görülen bir azınlık olarak alındığı kapsayıcı hakim heteronormatif çerçeve içerisine lezbiyen/gey normlarının dayatılması ve 35 yıldır içinde yaşadığımız neoliberal toplum arasında kurduğu bağ için müteşekkirim.

Duggan, gey normlarının dayatılması ile birlikte hakim heteronormatif toplum çerçevesinin sınıfsal bir boyutu olduğunu gösterdi. Eşcinsel normallik, orta-sınıf geylerle bir takım yerleşik ve müreffeh işçi sınıfından gey tabakaların ve daha az olmakla birlikte lezbiyenlerin neoliberal düzende güvenli bir mevki edinmek için benimsedikleri yolları gösteriyor.

Bununla birlikte homonormativitenin merkezi bir toplumsal cinsiyet boyutu da var. Bu yüzden neoliberal kapitalizm, tıpkı genel olarak kapitalizm gibi, toplumsal olarak cinsiyetçidir ve cinsiyetleşmiştir. Bakım ve aile kurumu ile sabahları insanların işe gitmesini ve üretimin sürmesini sağlayan, uygun hale getiren toplumsal üretim ve yeniden üretim şeklidir.

Bazı lezbiyenler ve geyler, geçici ve eleştirel bir yaklaşımla bizim de desteklediğimiz taleplerden olan eşcinsel evlilikler ve evlat edinme aracılığıyla mevcut kapitalist aile kurumuna entegre olmaktalar. Bu aileye entegrasyon, lezbiyen ve geyler tarafından da bir derece normalleştirilen bir toplumsal cinsiyet konfor alanına ihtiyaç duyar.

Homonormativetin ayrıca, bütün sınıf ve toplum ilişkilerinin giderek ırksallaşması bağlamında çok önemli bir de ırksal boyutu var. Milyonlarca insanın resmi ekonomiden dışarı, işsizliğe ve hapse itildiği bir dönemde, normalleşen lezbiyen ve geyler (yapabildiklerinde) kendilerini beyaz olarak tanımlıyor.

Daha da ötesinde, normalleştirilmiş LGBT bireyler, memleketleri küresel neoliberal ekoniminin dışına atıldığı zaman hakim ulus-devletlere daha fazla dahil oluyorlar. Bu Jasbir Puar’ın lezbiyen/gey haklarının emperyalist ve İslamofobik ideolojilerin hizmetinde araçsallaştırıldığı “homomilliyetçilik” tanımının maddi temelini oluşturur. (3)

İslamofobi

Zannediyorum Puar’ın homomilliyetçilik kavramı, neoliberal dünya düzeni çözümlememize, onu 21. yüzyıl gerçeklerini yansıtacak şekilde güncelleyerek, cinsel bir boyut da katmamıza olanak sağlayacak. Homomilliyetçilik, ABD gibi bir ülkenin LGBT haklarında yol gösterici olduğu inancını teşvik edip, ABD’nin müdahale ve işgallerinin Orta Doğu gibi bölgelerde LGBT haklarını bir şekilde ilerlettiği inancını parlatıyor. Bu ABD’li lezbiyen ve geylerin iyi vatanseverler olması gerektiği anlamına geliyor.

Halbuki, ABD, Suudi Arabistan ve Irak gibi Orta Doğu’nun korkunç derecede homofobik rejimlerini destekliyor. Buna rağmen homomilliyetçilik hala çok yaygın ve ABD militarizminin kamuoyu desteğinin artmasına yardım ediyor.

ABD militarizmi gerçekte kimin çıkarlarına hizmet ediyor? Arjantinli Marksist iktisatçı Claudio Katz, soğuk savaş sonrası militarizmi, son 35 yıldır sahip olduğumuz küresel ekonomik düzen olan küresel neoliberalizmin silahlı bileşeni olarak analiz ediyor.

Orta Doğu petrolleri ve Orta Doğu’dan geçen deniz yolları neoliberal dünya ekonomik düzeni için hayati öneme sahip. Yani günümüz jeopolitik düzeninde dünyanın bu bölgesindeki hakimiyet için askeri ve siyasi mücadele kilit önemde.

1990’da George H.W. Bush’un ABD’nin Orta Doğu’daki askeri varlığını, ABD birliklerini, Suudi Arabistan’a konuşlandırması bunu doğruluyor. 2003 yılında George W. Bush Irak’ı işgal ettiğinde de bu doğrulandı. Ve yine 2011’de Barack Obama Arap başkaldırıları olduğu bir dönemde Arap coğrafyasında ABD gücünü korumaya uğraştığında da doğrulandı. Ve genel olarak bu, ABD’nin gücünün sürekli olarak tehdit altında olduğu dünyanın bu bölgesindeki az sayıdaki güvenilir küçük ortaklarından biri olan İsrail’e desteğine de zemin oluşturuyordu.

1950 ve 1970’lerden beridir ABD ve öteki emperyalistler Orta Doğu’daki ekonomik güçlerini, kendilerine Marksist yahut daha ziyade “Arap sosyalist” diyen (Mısır’ın Nasır’ı gibi), genel olarak sosyalizmden ilham alan hareketlerden koruyorlardı. Gelgelelim 1979’daki İran devriminden bu yana, bölgede emperyalist tahakkümle mücadele eden güçler ekseriyetle İslami hareketler.

Bu, Müslüman halkları ve ülkeleri açıkça veya alttan alta şeytanlaştıran bir ideoloji olan İslamofobinin ardındaki maddi gerçekliktir. Bugün İslamofobi, anti-komünizmin yerini alarak ABD imparatorluğunun başlıca ideolojisi olmuş durumda.

Bana öyle geliyor ki, kesişimsel bir yaklaşım (ekonomi politikten ve günümüz queer teorisinin kilit temel kavramlarından haberdar kesişimsel bir yaklaşım), homomilliyetçiliğin bu temel emperyal ideolojinin açıkça bir lezbiyen/gey biçimi olduğunu anlamamızı sağlıyor.

Kesişimsel bir çözümleme çerçevesinde homomilliyetçilik, homonormativitenin sınıfsal boyutu, toplumsal cinsiyet boyutu ve ırksal boyutunun yanı sıra dördüncü bir boyutu, emperyal bir boyutu olarak anlaşılabilir.

Homonormativetin ırkçı boyutu misali, homomilliyetçilik de maddi bir temele dayanıyor: ABD ve dünya genelinde sermayenin bakış açısıyla kullanılıp atılan insanlara dönmüş olan milyonlarca insanın marjinalleştirilmesi. Bu ABD’de milyonlarca tutuklu ve işsizin, daha çok da beyaz olmayanların, Orta Doğu’da ve giderek artan bir şekilde Avrupa’da çoğunluğu Müslüman olan ülkelerden milyonlarca sığınmacının yüz yüze kaldığı bir gerçeklik.

Queer’in Anlamı

Şimdi, tıpkı İslamofobi ve homomilliyetçiliğin maddi temeli olduğu gibi, İslamofobi ve homomilliyetçiliğe karşı queer muhalefetin de maddi bir temeli var. Ancak öncelikle “queer” ile ne kastettiğime açıklık getirmeme izin verin.

“Queer” hâlâ sıklıkla LGBTİ’leri belirtmek için kullanılan kaba, saygısız bir tabir. Ama bunun dışında kendine has çağrıştırdığı özel bir anlamı da var. Kültürel, toplumsal ve siyasal olarak zannediyorum ki “queer” faydalı bir şekilde de tanımlanabilir ve homonormativitenin karşısında bilinçli ya da bilinçsizce kendini queer olarak tanımlayanlar tarafından öyle tanımlanmıştır da.

Şayet bunu yaparsak, queeri ekonomi politik bağlamında çözümlemeye başlayabiliriz – cinsel öz-kimliklendirmeler ve toplum içindeki konumlarına dair herhangi bir birebir mütekabiliyet kurmadan ve indirgemeciliğe kapılmadan. Böylesi birebir mütekabiliyet söz konusu olmasa dahi bu, aradaki karşılıklı ilişkiyi görmek açısından hayati önemde kullanışlı da olabilir.

Kendilerini queer olarak tanımlayan LGBTİ bireyler ve özellikle toplumsal konumları gereği –kaynaklara ulaşım ve orta sınıf yaşam biçimine olan mesafeleri nedeniyle–  queer olanlar arasında karşılıklı ilişkiler var. Ayrıca toplumsal cinsiyet ihtilafları ve queer öz-kimliklendirme arasında da karşılıklı bir ilişki söz konusu: geleneksel olarak maskülen olmak zorunda olan erkekler ve feminen olmak zorunda olan kadınlardaki isteksizlik ve gönülsüzlük.

Ve tabii queer öz-kimliklendirme, beyaz olmayan LGBTİ’ler arasında gerekli şekilde geniş kesimlerce başvurulmuş durumda olmamasına rağmen – Barbara Smith’ten Cathy Cohen’e pek çok kişi beyaz queer aktivistlerin kaçırdığı imkanları değerlendirip analiz etmişlerdir- zannediyorum beyaz olmayan queer kadınların “Siyah Canlar da Vardır”daki önderliği, ırk ve cinsel temelli başkaldırı arasındaki hakiki yakınlığı göstermiş oldu. Queer öz-kimliklendirme bilhassa İsrail’in pinkwashing’i ve İslamofobi gibi homomilliyetçilik biçimlerine muhalefette bir hayli görünür oldu.

Sonuç olarak farklı queer direniş biçimlerini daha geniş bir resimde buluşturabiliriz. Ticari bir gettonun queer reddi, ikili cinsiyete karşı transların ve genderqueerlerin başkaldırısı, beyaz olmayan queer kadınların “Siyahlar canlar da vardır” önderliği, pinkwashing ve İslamofobi’ye queer eleştirisi… Tüm bunlar Alan Sears’ın “muhalefetin altyapısı” olarak tanımladığı kavramı yeniden inşa etme potansiyelini gözler önüne seriyor.

Tüm bunlar eşit olmayan ve adaletsiz küresel düzene direnişte queerlerin sahip olduğu rolü ortaya koyuyor. Bu şekilde, queer ve anti-kapitalist queer bir gökkuşağı politikasının temelinin atılmasına yardım edebiliriz. Ve nihayetinde küresel toplumu dönüşüme uğratacak yeniden şekillenmiş projede yer alabiliriz…  

Çeviri: M. Efe Fırat-Çağan Orhon

Notlar

1- Her iki makale de Gayle Rubin, Deviations (Duke University Press, 2011) içerisinde yer alıyor. 

2- Lisa Duggan, “The New Homonormativity”, Russ Castronovo ve Dana Nelson edisyonu, Materializing Democracy (Duke University Press, 2002), 179.

3- Jasbir Puar, Terrorist Assemblages: Homonationalism in Queer Times (Duke University Press, 2007), xxiv, 38-9.