İmdat Freni

ernestmandel

1968’de Ernest Mandel: Berlin – Jan Willem Stutje

Aramızdan ayrılışının 25. Yılında Ernest Mandel’i, yirminci yüzyılın ikinci yarısının en önemli Marksist düşünürlerinden biri olan, IV. Enternasyonal’in bu tarihsel simasını çeşitli yazıları ve hayatından, mücadelelerinden kesitlerle anıyoruz. Jan Willem Stutje, Mandel biyografisinden alınan bu bölümde Ernest’in 1968’de Berlin’de Rudi Dutschke ile deneyimlerini anlatıyor.

9 Ekim 1967’de, dünya Ernesto Che Guevara’nın öldürüldüğü haberini aldı. Gerilla savaşının zafere giden tek yol olduğuna olan inancıyla, Bolivya’daki mücadeleye katılmıştı. Bedeni uzaktaki bir köyde tahrip edilmiş bir şekilde bulundu. Bu bir devrimcinin, modern zaman savaşçı şefinin ölümüydü.  Sol yas tutuyordu, şairler sonu isyan çağrıları ile biten mersiyeler, ağıtlar yazdılar. Les Temps Modernes’in (Modern Zamanlar dergisinin) bir editörü  olan Gerhard Horst (André Gorz’un müstear adı)  ile yapılan bir mülakatta, Mandel, “şiddetli bir şok içindeyim, onu daha çok kişisel bir arkadaş olarak görürdüm” diyor.  La Gauche’da ise, “büyük bir dost, örnek bir yoldaş, kahraman bir militan”  diye anıyordu. Paris’in St-Michel bulvarında ve Berlin’in Kurfürstendamm’ında, Londra’da ve Milano’da, insanlar “Che, Che, Gue-va-ra!” diye bağırıyorlardı. Bölünmüş heceler, kurulu düzene karşı bir savaş narası oluşturuyorlardı. Ne Moskova, ne de Pekin, yalandan bile olsa bir sempati gösterisine dahi girişmediler. Üzüntülerini açıkça göstererek, İtalyan ve Fransız Komünist partileri halen daha az da olsa bir bağımsızlıkları olduğunu kanıtlamış oldular. 

Komünist Öğrenciler Birliğinden kopan ve 1966’da kurulan radikal bir grup olan Fransız Devrimci Komünist Gençlik örgütündeki Mandel’in destekçileri ölümünü kabullenmeyi reddetiler.  Daniel Bensaïd,  “Maoist mistisizme karşı Che bizim en iyi panzehirimizdi” diye anımsıyor.  Paris’in Latin Mahallesinde, Fransa işçi hareketinin mabedi olan Mutualité taşarcasına doluydu. Mandel, Havana’dan yeni dönen Maurice Nadeau ve Janette “Kübalı” Habel ile birlikte konuşuyordu. Che’yi, 1964’te tanımaya başladığı haliyle tasvir ediyordu.  “Sen açlık çeken herkes için düştün” şarkısına geçmeden ve koro yüksek sesle “Zamanı gelecek ve halk kazanacak…” şarkısına başlamadan önce, katılımcıların 1905 Rus Devriminin ağıt marşı olan “Şehitler Marşını” mırıldanmasıyla duygu zirveye doğru yükselmeye başladı. 

Berlin’de de insanlar çok derinden etkilenmişlerdi. SDS (Almanya Sosyalist Öğrenciler Federasyonu) eylemlerin yoğunlaştırılması çağrısı yaptı. Che, Rudi Dutschke’nin ilham kaynağıydı. SDS’den Şilili bir yoldaşı ve arkadaşı olan Gaston Salvatore ile birlikte Dutschke, Che’nin içinde “iki, üç, daha fazla Vietnam” çağrısı yer alan son açıklamasını İspanyolca’dan Almanca’ya çevirmişti. Che gibi Dutschke de, “devrim dışında bir hayat olmadığı” inancıyla yaşıyordu. Yeni doğan oğluna Hosea Che adını vermişti. Latin Amerika, Dutschke’nin peşini bırakmıyordu. 1968’de, Régis Debray, Castro ve K.S. Karol gibi figürlerin makalelerinin derlendiği, “Uzun Yürüyüş: Latin Amerika’da Devrimin Yolu” kitabına önsöz yazmıştı. Meschkat, Gisela’nın (ç.n. Mandel’in eşi) 1967 yazında Havana’dan kendisine gönderdiği mektupları kitapta basılı görünce şaşırmıştı. Onun bildiği kadarıyla Dutschke, bunları sadece okumak için izin istemişti.

Berlin 1968: Rudi Dutschke ile birlikte

1967 yazında, Mandel ve Dutschke yakınlaşırlar. Dutschke günlüğünde: “Gisela ve Ernest, Krahl (Adorno’nun öğrencisi Hans-Jürgen) vs ile örgütsel sorunlara dair tartışma ve Berlin’deki bir konferans için teorik ön-tartışmalar” diye not düşmüştü. Kısa süre öncesinde, Dutschke ve Krahl, Frankfurt üniversitesinin yemekhanesinde bir SDS konferansına örgütsel rapor başlığıyla bir rapor sunmuşlardı. Dutschke Berlin için neyse, Krahl da Frankfurt için oydu – tartışılmaz şef, teorisyen. SDS hızla büyüyordu, 2000 üye ve onun rahatlıkla birkaç katı kadar da sempatizan vardı, sadece üniversite öğrencileri değil ama aynı zamanda lise öğrencileri ve genç işçiler de katılıyorlardı. Üniversitelerin reformunu destekliyor ve Vietnam Savaşına karşı çıkıyorlardı, Yunanistan’daki diktatörlüğe ve “işkence imparatoru” İran’daki Şah Rıza Pehlevi’ye karşıydılar. Onların eylemlerine katılmak, 26 yaşındaki öğrenci Benno Ohnesorg’un hayatına malolmuştu. 2 Haziran 1967’de, Berlin’de polis tarafından vurularak öldürülmesi bir ay süren bir isyan başlatmıştı.

Bir zamanlar öğrencilerin sloganı “Pratik olmadan, teori olmaz” iken, şimdi sorun,  SDS’in hangi stratejiyi izleyeceği ve nasıl bir örgütün buna uygun olduğuydu. Mandel 1967 yazında bunu Dutschke, Krahl, Meschkat, Altvater, Semler, Rabehl ve diğer öğrenci liderleri ile tartıştı. Önlerindeki görev, “en iyi yoldaşları seçerek SDS içinde bir örgüt oluşturmaktı …. kadro oluşturmak … ve sosyal demokratik federasyon içinden öncüyü inşa etmekti.”

Dutschke, esnekliği sayesinde konumunu koruyabildi.  Meschkat’ın da, Mandel’e itiraf ettiği gibi “bu süreklilik için çok büyük bir tehlike ama aynı zamanda tartışmalar yoluyla adım adım bir anlaşmaya varabilmek için ise iyi bir fırsat” sağlıyordu. Mandel, Dutschke’yi Fransız JCR örneğini takip ederek, SDS’in Marksist kanadını bir devrimci sosyalist gençlik örgütüne dönüştürmesine ikna etmeyi amaçlıyordu.  JCR, Guevaristlerin, Troçkistlerin ve anti-Stalinistlerin, isyancı gençlik üzerinde kayda değer bir etkisi olan hibrid oluşumuydu. Aralarında Catherine Samary, Janette Habel, Henri Weber, Daniel Bensaïd, Pierre Rousset ve Alain Krivine’in de olduğu 200 veya en fazla 300 muhaliften oluşuyordu. Bu kişilerin hepsi, değişim rüzgârını arkalarında hisseden ve Mayıs 1968’de dünyaya kendi işaretlerini bırakacak olan sözcülerdi. Mandel, JCR’ın kuruluşunda bulunmuştu, 1965 kışında Briançon’a yakın Alplerde yapılan bir toplantıydı. Dağ geçitini kullanmak için polisten izin alacak olan son arabanın sürücüleri arasında yolcusu Ernest Mandel ile birlikte Krivine de vardı. Kar taneleri ve sis görüşü engelliyordu. Takım elbisesi ve şık ayakkabılarıyla Mandel, Krivine’e yolu göstermek için diz boyu karda arabanın önünde bir saat yürümek zorunda kaldı. Vardıklarında her ikisi de içlerine kadar sırılsıklam haldeydiler.

Aralık 1967’de, Dutschke ve Mandel’in “genç kadroların en akıllı ve en devrimcilerinden birisi” diye tarif ettiği Krivine arasında bir toplantı olmuştu. Bundan birkaç gün önce Dutschke, Mandel’in deyişiyle “ gizlice konuştuğumuz belirli konularla ilgili…bazı uzmanlarla”  buluşmuştu. Kastettiği, silah ve birliklerin sevkiyatını bloke ederek ve muhtemelen Alman limanlarından Vietnam’a askeri malzeme taşıyan gemileri havaya uçurarak Vietnam Savaşını sabote etme kararıydı. Milan’daki yayıncı Giangiacomo Feltrinelli, patlayıcıları sağlamıştı. Dutschke’nin on yıl sonra açıkladığına göre, bunu yürüten grubun Kızıl Ordu Fraksiyonuyla ( Bader-Meinhof Grubu) hiçbir ortak noktası yoktu.  Onların planladıkları eylem, “eşyalara karşı şiddetti, insanlara karşı değil” ve riskin çok yüksek olduğuna karar verdiklerinde dinamitleri sessizce denize attılar.

Almanya’daki olaylardan, Mandel’in beklentisi çok yüksekti. Kasım’da Mandel, Berlin’de 1500 öğrenciye Küba ve Latin Amerika ile ilgili bir konuşma yaptı. İki gün sonra hepsi ellerinde Ekim Devriminin 50. Yılı anısına kırmızı bayraklar taşıyan 4000 kişiye konuştu. Tepe noktası ise, 17 ve 18 Şubat 1968 tarihlerinde Berlin Teknik Üniversitesi merkez oditoryumunda yapılan Vietnam Kongresiydi, burada Mandel, Dutschke’nin yanı sıra en önemli konuşmacılardan biriydi. Bu iki gün boyunca Batı Berlin, uluslararası Sol Muhalefetin merkezi olmuştu, Almanya ve komşu ülkelerden 5000 katılımcı buraya gelmişlerdi.

Hatta daha önce Ekim 1966’da, Liege’de savaş karşıtları bir eylem düzenlemişlerdi, bu eylem resmi olarak Sosyalist Gençlik Öncüleri (Socialist Young Guard) tarafından düzenlenmişti ama aslında örgütleyen 4. Enternasyonal’di. Orada da, sokaklarda eylemlere katılan farklı ülkelerden binlerce sempatizan vardı – Maoistsler, troçkistler, genç Komünistler ve provolar. (ç.n.: provolar: Hollanda’da 1960’ların ortasındaki bir karşı-kültür hareketi)  Berlin 1967, entellektüellerin ve kültür dünyasının önde gelen kişilerinin desteği de eklenerek bu eylemlerin peşinden geliyordu.1 Salonda devasa bir bayrak asılıydı, Güney Vietnam Özgürlük Cephesi’nin pankartı ve altında Che’nin sözleri yer alıyordu: “Her devrimcinin görevi, devrimi gerçekleştirmektir.” İki gün sürecek olan hararetli konuşmalara uygun bir arkaplan oluşturmuşlardı.

Lahore doğumlu olan ama 1963’den beri Oxford’da yaşayan Tarık Ali, bir öğrenci lideri ve Troçkistti ve konuşmacılardan birisiydi. Konuşması sürekli olarak alkışlarla ve sloganlarla kesiliyordu. Platformda onun için çeviri yapan Mandel’in yanında oturuyordu. Kendi konuşmasında Mandel, dinleyicileri ABD’nin bir yenilgiyle karşılaşacağına temin ediyordu:  

Karl Marx’ın, sermayenin baştan tırnağa kadar her bir gözenekten kan ve pislik damlatarak dünyaya geldiğine dair açık görüşünü biliyorsunuz. …. Bugün bu kapitalizmin çöküşüne şahitlik ediyoruz … baştan tırnağa her bir gözenekten kan ve pislik akıtarak ….. Sermaye ölüm cezasına mahkumdur. Bizim görevimiz pasif bir şekilde bu durumu izlemek değildir … ama aktif bir şekilde mücadeleye dahil olmaktır.

Yetkililerin şiddetini ve Springer yayın kuruluşu tarafından yayımlanan bir dizi iftirayı lanetlerken, dinleyicileri onun kendilerini desteklediğini biliyorlardı. “Birkaç teknik nokta” dedi Mandel, harareti arttırırken:

Bilmiyorum sizler Zangakuren öğrencilerinin Amerikan uçak gemisi Enterprise’a karşı, kasklar ve beyzbol sopalarıyla donanmış olarak giriştikleri yürüyüşün fotoğraflarını gördünüz mü? … Size sadece geçen hafta onların örneğinin Paris’teki radikal gençlik tarafından da takip edildiğini söyleyebilirim ve Batı Berlin öğrencilerine de aynısını yapmayı öneriyorum. 2

Divan başkanının yanında oturan Dutschke’nin, masanın uzak köşesinde oturan Mandel ile konuşması boyunca göz teması kurup başıyla onaylaması, mutabık kaldıklarının bir göstergesiydi.  

Düzenleyiciler, kongrenin ardından bir eylem ile Berlin-Dahlem’deki Amerikan askeri üssüne bir yürüyüş düzenlemeyi planlamışlardı. Koridor, asker ve polisin olası müdahalesine dair söylentilerle çalkalanıyordu. Dinleyiciler tartışmalarda yer almak ile biber gazı ile nasıl baş edilebileceği ve polis coplarına karşı korunmak için nasıl giyinmeleri gerektiğine dair hararetli tartışmalar arasında gidip geliyorlardı: “Ve kasklarınızı da unutmayın!”  

JCR’ın (Devrimci Komünist Gençlik) kurucusu ve lideri Alain Krivine, Fransız öğrenci hareketini ve Paris’in radikal gençliğinin rolünü anlatmak üzere mikrofonu aldı. Hülyalı bakışları, öğrenci gözlüğü ve kravatıyla – anarşist alaycılığın bir nesnesi- Krivine’de romantik bir hava var gibiydi. Aslında, siyasete kesin bir yeteneği olan bir “hiperaktif pragmatist” idi.  

Krivine kongre gecelerini Dutschke’nin evinde geçiriyordu. Kongre başlamadan önceki akşam yaklaşık 300 Fransız katılımcıyla bir tartışma yürütmüşlerdi. Orada Fransız delegeleri Dutschke’yi tanıma imkânı bulmuşlardı, ‘Berlin’, “Burjuvazinin Korkusu”, kısa boylu, deri ceketli atletik bir yapıya sahip, düz ve cansız saçları gözlerinin önüne düşüyordu. O kadar hızlı konuşuyordu ki, çevirmen yakalamakta güçlük çekti. Dutschke eylemin rotasını karatahtaya çizmişti, tehlikeli bölgeleri,  güvenlik önlemlerini ve taktikleri açıklıyordu. Deneyimlerinden dolayı, JCR’ın uzmanlarına eylemcilerin güvenliğini sağlama görevi verildi.        

18 Şubat Pazar öğleden sonrası, çoğunluğu gençlerden oluşan yaklaşık 15 bin kişilik bir eylemci kitlesi, şehrin içinde son derece militan bir yürüyüş için bir araya geldiler. Kızıl bayraklar denizinin üzerinde, Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht, Che Guevara ve Ho Chi Minh’in devasa portreleri dalgalanıyordu. Zaman zaman bir kortej durup, uyum içinde yüksek sesle sloganlarını bağırarak tekrar hızlanıyorlardı. 1930’lardan bu yana Berlin böylesi bir gösteriye tanıklık etmemişti.

11 Nisan 1968 akşamı saat 5:23’de, Berlin’deki Alman Basın Ajansı tarafından aşağıdaki haber dağıtıma sunuldu: “Perşembe öğleden sonra, SDS teorisyeni kimliği belirsiz bir kişi tarafından vuruldu.”  Dutschke, yüzünden ölümcül olabilecek bir yara almıştı. Tetikçi, Josef Erwin Bauchmann, Münih’den vasıfsız bir ev boyacısıydı. Kurfürstendamm’daki SDS genel merkezinin yaklaşık 50 metre ilerisinde kurbanının gelmesini beklemişti. Tetiği çekerken öfkeyle, “Seni pis Komünist domuz” diye öfkeyle bağırmıştı.

Bir süredir, sağ çevreler şiddet dolu fantaziler kuruyorlardı. Springer yayıncılık tarafından cesaretlendirilen sağcı düşmanlık kişisel bir hal de alıyordu. Yirmi sekiz yaşındaki Dutschke, “1 Numaralı Halk Düşmanı” ilan edilmişti. Kendisinden hızlıca kurtulunmalıydı: “Dutschke’yi Gazlayın!” “Bu çeteye son!” “Siyasi düşman toplama kampına!” Aynı gün kendisine yönelik herhangi bir saldırıdan korkup korkmadığı sorulmuştu. Dutschke cevap verdi: “Korku değil. Böyle bir şey olabilir ama arkadaşlar erketede. Genellikle yalnız yolculuk yapmam. Tabii ki, bir nevrotik kişi veya bir meczup bir tür panik tepkisi içinde saldırabilir.” Birkaç saat sonra silah sesleri duyuldu. 

Dutschke ameliyat masasında yedi saat yattı. Cadı-avcısı Springer gazetelerinin dağıtılmasını engellemek için öğrenciler sokaklara çıktılar. Paris’ten Mandel, Tarık Ali’yi aradı. Ertesi gün, 2 bin kişi, Londra’daki Alman büyükelçiliğinin ve Springer İngiltere ofisinin önünde eylemdeydi. Brüksel’de gençler dayanışmalarını sloganlarla dillendirdiler “İki, Üç, daha fazla Berlin!” Pariste de benzer bir görüntü vardı, üçyüz, dört yüz kadar JCR üyesi Alman büyükelçiliğini kuşattılar. St-Michel Bulvarında polisle çatışma vardı. Paskalya Cumartesine gelindiğinde, Dutschke artık tehlike altında değildi, ama kafasındaki mermiler onda ciddi bir konuşma engeli oluşturmuştu. İyileşmesi yavaş ilerliyordu ve periyodik epilepsi ataklarıyla yaşamayı öğrenmesi gerekiyordu.

Saldırıdan önceki Dutschke’nin son günlük notu ise: “Paris… hakkında çok mutluyum. Yoldaşlar …. başardılar: Fransız sol eğilimlerini bir masa etrafında toplayabildiler. 1 Mayıs’ta orada bir konuşma yapacağım…” Mayıs 1968 tarihe Fransa’daki gelmiş geçmiş en büyük grev ve protesto eylemi olarak geçti ama mücadele Dutschke olmadan başladı.

Almanya’dan ayrılmak ve felaketin yaşandığı yerden uzaklaşmak istedi. Önce kısa bir süre İsviçre’de kaldı, burada psikolog Thomas Ehleiter ile tedavisi üzerinde çalıştı. Daha sonra İtalya’ya, Roma’nın Güneyine Marino’ya, besteci Hans-Werner Henze’nin daveti üzerine gitti. Siyaset onun umduğundan daha kısa bir süre içinde tekrar onu çağırdı. Berlin’den kötü havadisler vardı: “Christian [Semler] aradı, Rusların pis numaralarından bahsetti – Çekoslavakya işgal edilmişti. Prag’da, bunun mümkün olmadığını düşünürdüm ama öğrenciler çok daha gerçekçiydiler.” “Ne biçim köpekler, ne biçim barbarlar, ne biçim hainler.”

Dutschke’nin Henze’nin villasında kalışı basından gizlenememişti – ve bir kere öğrendiler mi, ondan sonra hiç huzuru kalmamıştı. Ağustos’ta, eşi Gretchhen ona bir vize ayarlayabilmek için ABD’ye gitti. Bu sırada Dutschke kimseye görünmeden Brüksel’e seyahat etti, burada Mandel’in Rue Jose Impens’deki evinde kaldı.  Gisela ve Ernest, Eylül’den Kasım’a kadar Kanada ve ABD’ye seyahat edecekleri için burası sadece ona kalan bir dinlendirici güvenli sığınaktı. Ernest yaklaşık yirmi beş üniversitede ders veriyordu. Gisela ise SWP’nin daveti üzerine, Avrupa öğrenci hareketleri üzerine konuşuyordu. Ernest annesinden Dutschke’nin bir kriz geçirdiğini öğrendi. Berlin’deki arkadaşları ona Kanada’nın vize vermeyi reddettiğini söylemişlerdi. Yetkililerin dinliyor olabilmesi ihtimalini görmezden gelerek, Dutschke Rue Josse Impens’deki evden, ABD’deki Gretchen’a ulaşmaya çalıştı. Ertesi gün, polis bir sınır dışı kararıyla beraber kapıya geldi. Anın stresi içinde Dutschke bir epilepsi krizi geçirdi. Arkadaşları testler için onu Berlin’e göndermeye karar verdiler. Mandel’e annesi: “Onu doktora arkadaşlarının götürdüğünü eşine söylemememiz konusunda beni ikna etmeye çalıştı; onun yerine oraya kadar kendisinin arabayı sürdüğünü söylememizi istedi. Lütfen bu hikayeye bağlı kal!!”  dedi. Ernest’e kaygılarını aktarmak için Rosa devam etti;

Yalnızlığını daha kolay hale getirmek için herşeyi yaptım … Ancak hastalanacağından biraz korktum. Dostların yardıına ihtiyacı olduğu bariz! Sevgili Ernest, evdeki ilk yıllarından itibaren bizim her zaman dostlarımıza yardım ettiğimizi görmüşsündür! ‘

Ölümünden sonra yayımlanan anıları,  Aufrecht Gehen: Eine fragmentarische Autobiographie (Yukarı doğru gitmek: Parçalı bir Otobiyografi) kitabında, Dutschke, Mandellerin evinde iki hafta kaldıktan sonra yetkililerin onu persona non grata ilan ettiğini söylüyordu.

 Jan Willem Stutje, Ernest Mandel: A Rebel’s Dream Deferredhttps://www.versobooks.com/blogs/3825-just-short-of-the-conscious-leap-ernest-mandel-in-1968 sitesinde yayımlanan kitap bölümünden çevrilmiştir.

Çeviri: Eyüp Özer

Entelektüel Emeğin Proleterleşmesi – Ernest Mandel

Mexico Üniversitesinde verilen konferans, 1972

  • Entelektüel Emeğin Proleterleştirilmesi

Kapitalist üretim tarzının gelişmesinin üçüncü evresi olarak neokapitalizm, tıpkı kendisini önceleyen iki evre gibi teknolojik bir devrime dayanır. İlk teknolojik devrim buhar motorunu, ikincisi elektrik motorunu merkez alırken, bu devrimin ekseni otomasyon, elektronik ve nükleer enerjidir. Neokapitalizmin üretici güçlerin gelişmesinde yeni bir evreye imkân tanımış olması – ki bu gelişme 1966 – 67’den bu yana gitgide güdükleşmektedir – Birinci Dünya Savaşıyla açılan çağın genelde kapitalizmin çürüme çağı olarak nitelendirilmesini hiçbir şekilde yanlışlamaz. Üçüncü teknolojik devrim uluslararası kapitalizmin diriliğinin bir kanıtını oluşturmaz. Bu devrim yalnızca bilimin değil, aynı zamanda sınıflar mücadelesinin de ürünüdür.

Kapitalist üretim tarzının itici gücü kârın realizasyonu ve sermayeleştirilmesi yoluyla sermaye birikimidir. Bilimsel buluşlar ancak üretim sürecine uygulanmaları kârlı olduğu takdirde yeniliklere dönüşürler. Bu nedenle bilimin neokapitalizmde dolayımsız bir üretici güç haline geldiğini ileri sürmek yanlıştır. Bilimin uygulanması günümüzde, hiçbir zaman olmadığı kadar kârın buyruğuna tabi kılınmış durumdadır. Üçüncü teknolojik devrimin temelini oluşturan çok sayıda bilimsel buluş İkinci Dünya Savaşı öncesinde gerçekleştirilmiştir. Bu buluşların o zaman uygulanmamış olmalarının nedeni teknolojik engellerin varlığı değil, yetersiz kârlılıklarıdır. Emperyalizmin yirmi ya da yirmi beş yıllık durgunluğun [stagnasyonun] ardından, 1945’ten itibaren toparlanıp ayağa kalkmasına imkân tanıyan uluslararası işçi sınıfının faşizm, savaş ve “soğuk savaş” karşısında uğradığı büyük yenilgiler olmuştur. Bu yenilgiler kapitalistlerin artık-değer oranında ve bu sayede kâr oranında hatırı sayılır bir artışı olanaklı kılmıştır. Ekonomik büyümenin yeniden başlamasına imkân tanıyan ise kâr oranındaki bu artış olmuştur.

İşçi sınıfının otuzlu ve kırklı yıllardaki yenilgilerinin ürünü olan neokapitalizmin karşısına, uluslararası proletaryanın altmışlı yıllar boyunca vuku bulan ve 1968 devrimci patlamasının simgelediği yeni bir yükselişi çıkmaktadır. Ki bizzat bu yükseliş de nihayetinde, kendi mantığı gereği iktisadî ve toplumsal önceliklerin daimi bir tercihini, istihdamın ve maddi kaynakların dünya ölçeğinde toplumsal planlamasını gerektiren yeni teknolojik devrimin ürünüdür. Neokapitalizmin elinden sisteme içkin tüm çelişkileri derinleştirmekten başka bir şey gelmez. Meksikalılar olarak siz neokapitalizmin temel veçhelerinden birini, Latin Amerika, Asya ve Afrika ülkeleri ekonomilerine biraz olsun dengeli kalkınma sağlamaktaki yetersizliğini biliyorsunuz. Kuzey Yarımkürede maddi kaynakların giderek artan israfıyla Güney Yarımküre halklarının büyük çoğunluğunun paylaştığı sefalet, açlık, sağlıksız yaşam, okuryazar dahi olmama ve kronik işsizlik arasındaki tezat muazzam bir skandaldır. Emperyalist gelişme yarı-sömürge azgelişmişliğini belirlemekte ve beslemektedir. Üçüncü Dünya olarak adlandırılan ülkelerin yeni-sömürgeci sömürüye karşı neredeyse sürekli başkaldırısı emperyalist genişlemenin kaçınılmaz sonucudur.

Burada kapitalist üretim tarzının uluslararası ölçekte çürüme krizinin yalnızca bir veçhesi ele alınacaktır: kapitalist üretim ilişkilerinin ve özellikle entelektüel emeğin proleterleştirilmesinden kaynaklanan ve giderek artan çelişkilerin krizi. Tarihsel düzeyde, kapitalizmin gerilemesi beraberinde çağımızın karşılıklı olarak birbirini tamamlayan iki temel görüngüsünü getirmiştir: Üçüncü Dünya denilen kesimi geliştirmekte yetersizlik ve entelektüel emeği yani bilimi insanlığın hizmetinde üretim sürecine ahenkli ve yapıcı tarzda katmakta yetersizlik.

Kapitalizm üretimi ancak ve ancak kârın gerekleri doğrultusunda geliştirir. Rekabet kapitalist firmaların kâr oranlarını eşitleme eğilimindedir. Üretici güçlerin gelişmesi ortalama kâr oranını genel olarak azaltma eğilimindedir ve sermayelerin toplulaşması [temerküzü] büyük tekeller arasında aşırı-kârlar elde etmek için sürekli bir yarışa yol açar. Emperyalizmin klasik çağında yani XIX. yüzyılın son yirmi beş yılı ile XX. yüzyılın Birinci Dünya Savaşına kadar olan yıllarında, sömürge aşırı-kârları genel aşırı-kârın başlıca biçimi olmuştur. Sömürge aşırı-kârları günümüzde hâlâ varlıklarını sürdürmektedir ve mutlak rakam olarak çok sayıda tekel açısından 1939 öncesinden ya da hatta 1914 öncesinden de önemlidir. Buna karşın, bir yandan yarı-sömürge ülkelerin bu aşırı-kârları yaratmaya katkıda bulunmuş olan göreli yoksullaşması, diğer yandan anti-emperyalist devrimin ve bu devrimin sürekli devrime dönüşmesinin yaygınlaşması, sömürge aşırı-kârlarının emperyalist tekellerin toplam kârları içindeki göreli ağırlığını kaçınılmaz olarak azaltmak zorundadır. Günümüzde aşırı-kârlar arasında ilk sırayı teknolojik rantlara dayanan tekelci aşırı-kârlar almaktadır.

Neokapitalizm böylece kapitalist üretim tarzının teknolojik rant elde etmek için sürekli bir yarışla karakterize olan bir evresi olarak belirginleşmektedir. Kırklı yıllardan başlayarak ABD’de, 1948’den itibaren de geri kalan emperyalist ülkelerde teknolojik buluş/yenilikte bir hızlanmaya yol açan da bu yarış olmuştur. Teknolojik buluş/yenilikte bu hızlanmayla birlikte neokapitalizmin iki önemli veçhesi gerek iktisadî gerekse toplumsal düzeyde belirginleşir.

Bu hızlanma bir yandan makine ve donanımın kullanımdan daha çabuk kalkmasına yol açar. Bunların modası daha çabuk geçer. Buna karşın, emperyalist tekellerin bu kullanılmış makineleri Üçüncü Dünya ülkeleri olarak adlandırılan ülkelere ihraç etme olanaklarının baki kaldığı doğrudur. Yine de, keskinleşmiş tekelci rekabet çerçevesinde sabit sermayelerini her halükarda daha kısa zamanda amorti etmek mecburiyetinde kalacaklardır. Her tekelin bünyesinde amortismanların, yatırımların, maliyetlerin ve kârların daha titiz planlanması zorunluluğu da bundan kaynaklanır. Bu da burjuva devletlerinin bir iktisadî programlama çabası içinde olmasına, diğer bir deyişle tekellerin özel planlarının ulusal düzeyde eşgüdümünü sağlama girişiminde bulunmalarına yol açar. Devletin genel olarak iktisadî yaşama giderek artan bir müdahalesinin gerekliliği de aynı şekilde bundan kaynaklanır.

Diğer taraftan, teknolojik rant yarışı araştırma ve geliştirme harcamalarında muazzam bir artış anlamına gelir. Bu harcamalar ABD’de 1928’de 100 milyon dolardan, 1955’te 5 milyar dolara, 1959’da 12 milyar dolara ve 1970’te 21 milyar dolara yükselmiştir. Araştırma sektörüne sermaye yatırımlarındaki bu devasa artış, araştırma ve araştırma sonuçlarının teknolojik uygulamalarında çalışan personel sayısında, yatırımdaki artıştan aşağı kalmayan bir çoğalma anlamına gelir. Araştırma alanında çalışan Amerikan bilim insanı sayısının 1941’de 87.000 kişiden, 1967’de 387.000 kişiye ve 1970’te 500.000 kişiye yükselmesi bir tesadüf değildir.

Buna karşın, kapitalist rejimde, genelleşmiş meta üretimi rejiminde bu boyutta bir genişlemenin tekelci firmalarda yeni bir işbölümüne yol açması kaçınılmazdır. Sadece her büyük tekel bünyesinde araştırma/geliştirmede uzmanlaşmış bir bölümün ortaya çıkmasına tanık olunmakla kalınmamakta, dahası bu bölümler özerkleşebilmekte, buluşlarını ve keşiflerini en yüksek fiyatı ödeyenlere satan bağımsız laboratuarlara dönüşebilmektedirler. Böylece Marx’ın 1857 tarihli Grundrisse’de yer alan bir öndeyişi gerçekleşmiş olmaktadır. Marx Grundrisse’de kapitalizmin tüm bilimleri sermayenin tutsağı, buluşu ise bağımsız bir business haline getirme eğilimine işaret etmekteydi.

Neokapitalizmin vurguladığımız bu iki veçhesi, onun entelektüel emeği giderek daha da fazla proleterleştirme yönündeki karakteristik eğilimi üzerinde önemli sonuçlara sahiptir.

Teknolojik buluş/yenilikte hızlanma entelektüel emeğin üretim sürecine büyük ölçekte katılması anlamına gelir. Entelektüel emek kapitalizmin daha önceki evrelerinde büyük ölçüde toplumsal üstyapı alanıyla sınırlıyken, günümüzde gitgide toplumun altyapısına yönlendirilmektedir. Entelektüel emeğin üretim sürecine bu yeniden katılışı sadece hepsi üniversite eğitimine sahip ve büyük kapitalist firmalar tarafından istihdam edilen kimya mühendislerinin, fizikçilerin, iktisatçıların, sosyologların, hekimlerin, yöneticilerin daimi bir artışı biçimine bürünmez. Tüm bu üniversite mezunlarının faaliyetleri, kimilerinin diğerlerinden daha fazla olmak üzere, gerçek anlamda üretim sürecine bağlıdır.

Buna karşın, entelektüel emeğin [üretim sürecine] bu yeniden katılışı aynı şekilde sözcüğün en dar anlamında üretime katılan kişi sayısında da kendini açığa vurur (bunlar genellikle orta ve yüksek öğrenim görmüş ancak üniversite eğitimine sahip olmayan kişilerdir). Bunun en çarpıcı örneğine kuşkusuz emperyalistler-arası dünya ölçeğinde rekabetin son on yıl içinde tanık olduğu en büyük başarılardan birinde rastlanır: dünya talebinin %50’den fazlasını ele geçirmeyi başarmış olan Japon gemi inşa sanayiinin istihdam ettiği personelin yarısı üniversite ya da ön-lisans mezunlarından oluşmaktadır.

Ayrıca, bir yandan tekelci firma bünyesinde giderek artan planlamanın gerekleri, diğer yandan devletler düzeyinde iktisadî programlamanın gerekleri entelektüel emeğin yeniden-üretim alanlarında önem bakımından daha aşağı kalmayan bir artışına ve aynı zamanda statüsünün de kökten bir değişime uğramasına yol açmaktadır. Bu alanda faal entelektüel geçmişte serbest meslek sahiplerinin bir temsilcisi, bağımsız bir emekçiyken günümüzde bir ücretli haline gelmiştir.

Neokapitalizm üstyapının tüm alanlarının sistematik örgütlenmesi yönünde bir eğilim içermektedir. Yine burada da bilim, doğal bilimlerden ziyade hâlâ çoğunluğu itibariyle sınıf ideolojisi olan sosyal bilimler söz konusu olsa da, toplu biçimde işin içine girmektedir.

Firmaların yönetimi alanında bu saptama daha da aşikâr hale gelmektedir. Daha önceleri tek patron yöneticinin ya da bir anonim şirketin yönetim kurulunun yetki alanına tekabül eden ne varsa yapılanmış ve hiyerarşikleşmiş bir organizasyona dönüşmüştür. Yönetim faaliyetinin her alanı kendi uzmanlaşmalarını üretmektedir. Üretim mühendisleriyle üretim örgütlenmesi uzmanları, piyasa araştırması ya da marketing  [pazarlama] uzmanlarından farklı bir üniversite eğitimi almaktadır. Parasal faaliyet, bankacılık, finans uzmanlarının, yabancı para birimleri üzerinde sürekli spekülasyonun örgütleyicilerinin – ve her büyük çokuluslu şirket el altında böylesi uzmanlara sahiptir – bırakalım endüstriyel design [tasarım]da, biçimler estetiği vb. alanlarda çalışanları, uygulamalı araştırmanın çeşitli alanlarında çalışan bilim insanlarıyla pek öyle ortak bir yanı yoktur. Çalışma hekimlerinin, çalışma psikologlarının, “insan ilişkilerin”de sözümona uzmanların – firmalar bazen kendi psikiyatristlerine ve managers [yönetici] boş zamanlarını organize eden uzmanlara dahi sahiptir – tatmin etmek zorunda oldukları ihtiyaçlar, sermayenin yeniden-üretimi uzmanlarının, bir sonraki yavru-şirketi hangi ülkede, bölgede, şehirde kurmanın daha faydalı olduğunu saptamak, bu yavru-şirketle ana-şirket arasında ortaya çıkacak iletişim ve ulaştırma sorunlarını belirlemek, kapitalist rejimde bu tercihe yön vermesi gereken finansman ve kârlılık hesaplarını incelemek üzere dünyanın dört bir yanını dolaşanların faaliyetlerini belirleyen gerekliliklere karşıttır.

Tüm bu uzmanlar gerçek anlamda üretim alanında yer alan firmaların bünyesine doğrudan özümsenmiş durumdadırlar. Buna karşın, çağdaş kapitalizmde teknolojik buluş/yenilik ritminin hızlanmasından kaynaklanan iktisadî programlama ve örgütlenme gerekleri kaçınılmaz olarak kendilerini toplumsal faaliyetin, kısacası toplumun, tüm alanlarının programlanması ve örgütlenmesinin gereklerine dönüştürecek raddede yaygınlaşır.

Neokapitalizm aynı anda ücret maliyetlerini planlamaksızın tüm maliyetleri planlayamaz. Ücret artışlarının programlanması olmaksızın herhangi bir iktisadî programlama mümkün olmaz. Kapitalist rejimde her daim kapitalist kârın gereklerine boyun eğen bu programlamanın haklılığını [yerindeliğini] işçilere kabul ettirmek gerekir. O halde, büyük iletişim araçlarını, mass media’yı (televizyon, radyo, basın, reklam), öğretimi, hatta sendika bürokrasisini tekelci kapitalist denetime ve örgütlenmeye tabi kılmak gerekir. Bunların tamamı, proletaryayı [düzenle] bütünleştirmek ve burjuva toplumunun çözülmesini engellemek amacıyla, emekçilerin kanaatlerini, ihtiyaçlarını, umutlarını ve düşlerini mümkün mertebe manipüle edecek ve onları sermayenin genişletilmiş yeniden-üretiminin gereklerine göre yönlendirecek tarzda örgütlenmelidir.

Gelgelelim kapitalist rejimin sınırları burada kendilerini bir kez daha ortaya koyarlar: kapitalizmin kendi çelişkilerini aşmaktaki yetersizliği. Göreli ve geçici etkinlikleri kuşkuya yer bırakmayan tüm bu bütünleştirme teknikleri ancak ve ancak entelektüelleri durmadan daha da fazla ücretli emekçiye dönüştürme koşuluyla, yani ücretli yelpazesini inanılmaz biçimde genişletmek ve proletaryanın kütlesini ve vasıflarını kayda değer ölçüde artırmak koşuluyla uygulanabilir. Vasıflı entelektüel emeğin gerek üretim alanında, gerekse yeniden-üretim ve üstyapı alanında genişleme eğilimi – neokapitalizmin karakteristik eğilimi – aynı zamanda entelektüel emeğin giderek artan proleterleşmesi eğilimidir. Neokapitalizm kapitalizmin, ücretli sisteminin aynı zamanda bizatihi üretim alanının dışında da eşitlenmeye başladığı gelişme evresidir. Neokapitalizm bir sanayi-sonrası toplum olmak şöyle dursun, tüm insan faaliyetlerinin durmadan daha da yetkin endüstrileştirilmesi anlamına gelir.

Endüstrileştirmenin temel karakteristikleri şunlardır: makinalaşma, durmadan daha da karmaşık donanım mallarının kullanılması, işbölümü ve bunun sonucunda bireysel emeğin her türlü özel, özerk karakterinin ortadan kaldırılması, bireysel emeğin hem küçük parçalara ayrılması hem de giderek artan toplumsallaşması. Çevremize bir göz atacak olursak, toplumsal yaşamın bir dizi alanında İkinci Dünya Savaşı öncesi mevcut olmayan ya da çok az var olan bu görüngülerin son yirmi beş yıl boyunca ortaya çıktıklarını görürüz.

Emperyalist ülkelerde tarımın endüstrileştirilmesi iyi bilinir. ABD’de zirai makinalara yatırılan sermaye on yıl içinde ekilebilir arazilere yatırılan sermayenin değerini aşmıştır. Büro emeğinin makinalaşması da yine iyi bilinen bir olgudur: elektronik hesap makinaları, para sayma makinaları, banka çeklerinin sahte olup olmadığını denetleyen makinalar gitgide çoğalmaktadır. Ticarette, satış otomatlarının sayısı günbegün artmaktadır. Hazır gıdalar beslenmede yerlerini almışlardır. Hukuki danışmanlık firmaları özel avukatlık bürolarının yerini almakta, pratisyen aile hekimleri yerlerini polikliniklerde çalışan uzman ekiplere bırakmaktadır. Makinalaşma sinemayla, televizyonla ve yarın bir gün video-kasetlerle sanat alanına girmektedir. Aynı teknikleri kullanarak öğretime de nüfuz etmektedir.

Entelektüel emeğin proleterleştirilmesinin yanı sıra ücretliliğin, meta ve para ekonomisinin genelleşmesiyle karşılaşılmaktadır. XIX. yüzyılda kendini kâr yasalarından kurtarmış olan bir dizi kişisel hizmet kapitalist girişimlere dönüşmektedir. Bu alanda en tipik örnek yerini buzdolabına, çamaşır makinasına, kalorifere ve klimaya kaptıran hizmetçidir. Buna karşın, bu eğilim daha da ileri gitmektedir. Tıp hizmetleri, kültür hizmetleri, sanat hizmetleri gibi en soylu addedilen kişisel hizmetler aynı makinalaşmış üretim girdabına sürüklenmekte ve sonuna kadar ticarileşmektedir.

Neokapitalizmde tüm insan faaliyetlerinin genelleşmiş endüstrileşmesinin bu doğasından ötürü emeğin proleterleştirilmesinin daha önceleri özellikle modern büyük fabrikadaki kol emeğine tam oturan geleneksel özellikleri günümüzde gitgide artan bir oranda entelektüel emeği, yani dar anlamında üretim alanının içerisinde ve hatta dışarısında gerçekleştirilen her türlü ücretli emeği ilgilendirmektedir.

Entelektüel emeğin proleterleştirilmesi, bu emeğin uzmanlaşması, hatta küçük parçalara ayrılması, sonuna kadar atomize edilmesi anlamına gelir. Uzmanların ululanması çağında, böylesi bir vasfı kazanmak ancak bilginin gitgide daha da daralan alanlarında olanaklıdır. Bir bilimsel dalın ufacık bir kesimini derinlemesine bilmek ama buna karşılık bu dalın tamamına dair ancak muğlâk verilere sahip olmak, başka bilimsel sahalarda ise her türlü bilgiden yoksun olmak: entelektüel emeğin mahkûm edildiği yazgı işte bundan ibarettir. Dilimlenmiş, parçalanmış içinde yer aldığı toplumsal faaliyetlere dair her türlü bütünsel görüşü yitirmiş böylesi bir entelektüel emek olsa olsa yabancılaşmış bir emek olabilir. Entelektüel emeğin ücretlilik koşullarında proleterleştirilmesi bu emeğin kaçınılmaz olarak yabancılaşmasına yol açar.

Bunu en dolayımsız maddi düzeyde tanıtlamak mümkündür. Entelektüel emeğin proleterleştirilmesi bu emeğin bir piyasasının ortaya çıkması anlamına gelir. Entelektüel emek-gücü bu piyasada, tıpkı kapitalizmin kökenlerinden bu yana kol emek-gücünün başına geldiği gibi bayağı bir metaymışçasına alınıp satılır. Entelektüel emek-gücü daha ileride göreceğimiz üzere bu emek-gücünün değerinin oluşturduğu bir eksen etrafında piyasa yasalarına göre yani arz/talep yasasına göre dalgalanan bir piyasa fiyatına sahip olur.

Ayrıca, burjuva siyasal iktisadının bu proleterleşmenin reel gelişimini izlediğini ve yansıttığını teslim etmek gerekir. Bu ideolojinin, Profesör Schultz ile “beşeri sermaye” kavramını geliştiren, bu “sermaye”nin “entelektüel vasıf-kazanma üretim süreci”, yani üniversite eğitimi boyunca “katma değerini” hesap eden yeni dalları doğmuştur. Profesör Ballogh’a gelince, o da “üniversite üretiminin” “etkinliğini” ve “üretkenliğini” tahmin etmektedir. Başkaları, bilhassa Prof. Harry Johnson ile Prof. Kershaw özgül entelektüel vasıfların arz ve talebinden bu faaliyetlerin değişken “marjinal ürününü” çıkarsarlar.

Böylece, bilim emekçilerinin – kuşkusuz tartışmaya yer bırakmayan – gitgide artan öneminden kalkınarak çarçabuk bu sözümona “teknoyapı”nın neo-kapitalist toplumun bağrında fiilen başat bir konum işgal etmekte olacağını çıkarsayan Profesör Galbraith’tan başlayarak teknokrasinin tüm savunucularının ve dar kafalı eleştirmenlerinin kapıldıkları yanılsamayı henüz gerçekleşirken yakalamak mümkün olur. ABD’de on binlercesi işsizliğe mahkûm, entelektüel işsizliğin en fazla vurduğu merkez Seattle’da Japonya’dan gönderilen erzak yardımlarına (!) muhtaç olan, çocuklarını doyurmak için sosyal yardımla (Welfare) geçinmek zorunda kalan eski fabrika müdürleri de dâhil havacılık-uzay sektörü yöneticilerinin, bilim insanlarının ve mühendislerinin şu an yaşadıkları acılı deneyim kapitalist rejimin, genişleme yılları boyunca onca ideolog tarafından unutulan şu temel yasasını doğrulamaktadır: hiyerarşideki konumu ne kadar yukarda olursa olsun, vasıfları ne kadar geçerli olursa olsun bir kapitalist firmanın hiçbir ücretlisi işini koruyacağından emin olamaz. Kapitalist rejimde sermaye sahipliğinden – özel bir servetin parasından – ileri gelen dışında hiçbir yaşam düzeyi güvencesi mevcut değildir. İşte bu nedenle, “yöneticiler devrimi”nin savunucularının iddialarının tersine, tekellerin en üst mevkilerini işgal eden görevlilerin hatta en güçlü yöneticilerin tek bir temel güdüsü vardır: kendilerini konjonktürel dalgalanmaların güvencesizliklerinden ve bu dalgalanmalardan kaynaklanan istihdam güvencesizliklerinden koruyabilecek hisse ya da başka kapitalist mülkiyet biçimlerini satın almak.

Buna karşın, entelektüel emeğin yabancılaşması, entelektüel emek-gücünün metaya dönüşmesi kendisini sadece günümüzde entelektüeli de aynı şekilde vuran proleterin klasik var oluş güvencesizliğinde dışa vurmaz. Bu bizatihi kendinde entelektüellerin ideolojileri, ahlakları ve bilinçleri düzeyinde son derece önemli sonuçlara sahiptir.

Öğrenciler kapitalizmi bir başlarına yıkamazlar. Öğrencilerin toplumsal gücü bunu başarmak için kesinlikle yetersizdir. Buna karşın, geçmiş yenilgilerin ve bürokrasinin rolünün kısmen atalete sürüklemiş olduğu bir proletaryanın uyanışına hatırı sayılır bir katkıda bulunarak bazı tayin edici aşamalara katılabilirler. İşçi sınıfının bağrında devrimci kadroların yetiştirilmesinin hızlanmasına önemli ölçüde katkıda bulunabilirler.

Genelleşmiş meta üretimini, evrensel ticarileştirmeyi iktisadî programlamanın talep ettiği örgütlenmeyle ve tüm toplumsal faaliyetlerin denetimiyle büyük tekellerin himayesinde birleştirme yolunda bir girişim olarak neokapitalizm, kısmî teknokratik rasyonaliteyle [akla uygunlukla] tümel toplumsal-iktisadî irrasyonalite [akıl-dışılık] arasında kırma ve çelişkilerle dolu bir bileşim oluşturur. Uzmanların ululanması mantıkî olarak bunların faaliyetlerinin “niçini” sorusunu sormanın reddiyle bileşir. Bu soru herhangi bir tartışmaya izin vermeyecek kesinlikte “ideoloji”nin, “politikleştirme”nin ya da “değer yargıları”nın alanına ait sayılarak mahkûm edilmiştir. Neo-pozitivist felsefe bu özürcü ve insanlık-dışı bileşimin “yüceltilmiş” fikirler alanında en mükemmel ifadesidir.

Neo-pozitivizmin kökleri metaın, meta üretiminin, kâr için üretimin bizatihi doğasına uzanır. İnsan ilişkilerinin meta üretiminden kopan şeyleşmesi gerçekten de her kısmî ve parçalanmış faaliyetin kendinde bir amaç sayılma eğiliminde olması, insanın toplumsal faaliyetine içkin her türlü temel amaçlar ve araçlar diyalektiğinin bozulması anlamına gelir.

Tekelin kısmî rasyonalitesiyle tümel toplumsal irrasyonalite arasındaki bu çelişkinin en trajik örneği, Ford tröstünün sabık teknokrat şefi MacNamara yönetiminde ABD’nin silahlanma üretimini aklileştirmek amacıyla girişilen çabalar olmuştur. Pentagon ABD’nin en prestijli iktisatçıları içinden bir dizi akademisyeni nükleer silah sistemleri de dâhil farklı askerî sistemlerin gerek finansal bakımdan gerekse tahrip güçleri bakımından verimliliklerini mümkün en büyük kesinlikle hesaplamak üzere görevlendirmişti. Bu profesörlerden biri, Frederic Sherer bu çalışmalara hasredilmiş kitabının girişinde dehşet silahlarının üretimini daha etkin kılmanın, yani insanlığın muhtemel intiharını daha “rasyonel” ve “daha düşük maliyetli” kılmanın herhangi bir anlam ifade edip etmeyeceğini dürüst biçimde kendisine sormaktadır. Bu soruyu sormakla beraber yanıtsız bırakıp, tam da bu örnekte apaçık ortada olan amaçla araçlar arasındaki aslında o denli temel ilişkiye kafasını daha fazla takmaksızın çalışmalarının sonuçlarını yayınlar.

Bu uç örneğin yanında acaba daha kaç örnek vermek mümkün olabilecektir? Kimya endüstrisi sabunun yerine deterjanı koyduğunda elbette insan soyunu daha temiz kılmayı amaçlamamaktadır; belli tröstlerin kârlarını artırmak söz konusudur. Kimya endüstrisi, çamaşır makinalarının devreye sokulmasının yarattığı kısmî teknik sorunları çözerken, ırmakların, okyanusların ve hatta atmosferin, doğrudan maliyetleri artırmadığı için kendisini ilgilendirmeyen şimdiden yoğunlaşmış kirlenmesinden soyutlama yapmaktadır.

Hastanelerin ve sosyal güvenlik harcamalarının “verimliliği” hesaplandığında daha yüksek bir sağlık düzeyi değil, bütçe harcamalarının daha iyi bir kullanımı amaçlanmaktadır. Böylece büyük bir Fransız hekimin kısa süre önce ifşa ettiği, hastaneleri en iyi “finansal verimi” sağlayan uygulama olduğu için bir yatağı mümkün en uzun süre asgarî bir bakımla tek ve aynı kişiye tahsis etmeye zorlayan o absürd durum noktasına gelinir.

Buna karşın entelektüel emeğin bizatihi doğası bu mesleğe girenlerin, öğrencilerin [akademisyenlerin] ve uygulamacıların kendilerini tevekküle ve uyuşukluğa kaptırmadıkları ölçüde kendi alanlarındaki emeğin bu parçalanmasının ve bu yabancılaşmasının absürd veçhesine son derece duyarlı olmalarını gerektirir. Entelektüel emeğin muhtevasıyla icrası arasında kol emeğinin muhtevasıyla icrası arasında olduğundan daha yakın bir bağ mevcuttur. Emeğin nesnesiyle yakın bir ilgi ilişkisi olmaksızın bilimin belli alanlarında bir vasıf edinmek neredeyse olanaksızdır, sanatsal bir vasıf kazanmak ise pratikte mümkün değildir.

Yine de, entelektüel emeğin küçük parçalara bölünmesi ve makinalaştırılması emeğin tikel biçimi ve özgül nesnesi bakımından proleterleşmiş kol emeğini uzun dönemden bu yana karakterize eden aynı kayıtsızlığa neden olma tehlikesini taşımaktadır. Entelektüel gençlik, bizatihi muhtevaları itibariyle muhafazakâr olan ve kapitalist artık-değerin istihracını ve korunmasını konu alan alanlarda kapalı kalmadığı sürece bu bayağılaşmayı kabul edemez.

Günümüz dünyasında öğrenci isyanı iktisadî ve toplumsal köklerini gösteren, esas olarak entelektüel emeğin meta toplumunda proleterleştirilmesinin yabancılaştırıcı sonuçlarına yönelmiş evrensel bir görüngüdür.

Bu başkaldırının önce toplumsal bilimler fakültelerinden ve okullarından başlaması şaşırtıcı değildir. Bu daldaki öğrenciler bizatihi öğrenimlerinin muhtevası nedeniyle görevlerin küçük parçalara bölünmesine toplumsal görüşün parçalanmasına doğal bilimler öğrencilerinden daha az maruz kalmaktadırlar. Toplumun bütünsel bir görüşüne daha kolay sahip olabilir, kendi sefaletlerini ve tikelliklerini toplumsal sefaletin bütünsel çerçevesine oturtabilir ve hoşnutsuzluklarını toplumsal sorunlarla ilişkilendirebilirler.

Bu isyanı başlatan genel olarak toplumsal bilimler öğrencileri olsa bile, isyanın yegâne kahramanları bunlar değildir. Bu başkaldırı giderek öğrenci dünyasının tamamına yayılmaktadır ve birçok emperyalist ülkede felsefe, sosyoloji veya iktisaty fakültelerinde olduğu gibi doğal bilimler fakültelerine, hatta muhafazakârlığın geleneksel kaleleri tıp fakültelerine ve mühendislik okullarına dek ulaşmıştır.

Böylece neokapitalizmin bir başka önemli çelişkisinin özüne geliyoruz. Tüm insan faaliyetlerinin ve hatta üstyapı faaliyetlerinin ticarileştirilmesi yönündeki neo-kapitalist eğilime dikkat çekmiştik. Çağdaş kapitalizmin Herbert Marcuse gibi kötümser eleştirmenleri buradan kapitalizmin tüm toplumsal faaliyetleri, hatta antikapitalist isyan ve başkaldırıları kendi bünyesinde eritme yeteneğinde olduğu sonucuna vardılar. Fakat bu yargılar kapitalizmi ve onun da ötesinde her türlü meta toplumunu karakterize eden mübadele-değeriyle kullanım-değeri arasında bir birbirine karıştırmayı yansıtmaktadır.

Lenin bu çelişkiyi geçmişte ironik bir üslupla kapitalistlerin kâr tutkusu o raddededir ki sondan bir önceki kapitalist son kapitalistin asılacağı ipi devrime satacaktır diyerek ifade etmişti.

Burada kapitalizmin kendisini devrimle bütünleştirme yeteneğinin bir kanıtını görmek abartılı olacaktır. Bu ipin sondan bir önceki kapitalistin bir kâr elde etmesine imkân tanıyan mübadele-değeri bir şeydir ama son kapitalist muhakkak ki ipin mübadele-değerinden çok kullanım-değeriyle ilgili olacaktır.

Cep kitaplarının veya televizyon yayınlarının devrimci teoriyi tüketim nesnesine dönüştürmekteki rolleri de aynı tarzda yorumlanabilecektir. Şu an için bu teori burjuva sınıfının bir fraksiyonunu hiç kuşku yok zenginleştiren bir mübadele-değeri kazanmaktadır. Buna karşın, bu tikel metanın kullanım-değeri teoriyi yaymak, bilinci derinleştirmek ve antikapitalist tutkuyu ateşlemektir. Bu kullanım-değeri gitgide çoğalan yığınları zaptederek, kendi mübadele-değeriyle hiçbir alakası olmayan antikapitalist seferberliklere yol açan hatta bunları tetikleyen kendine özgü bir mantık kazanır. Bu çelişkiyi kavrayamamak meta toplumunun yüzeysel görünüşlerine aldanmak, uyuşukluğa ve yazgıya boyun eğmeye sürüklenmek ve çağdaş bilimle tekniğin birikmesine katkıda bulunduğu akıl almaz antiemperyalist, antikapitalist ve anti-bürokratik potansiyeli yakalayamamak anlamına gelir.

Neokapitalizmin kitlelerin manipülasyonu ve toplumsal hayatın totaliter örgütlenmesi sorunlarına bu denli önem atfetmesi tesadüf değildir. Bu onun Troçki’nin kapitalizmin çürüme çağında tarihin tayin edici etmeninin öznel etmen olduğu yolundaki ifadesinin doğruluğunu teslim etme tarzıdır.

Proletarya günümüzde burjuva toplumuna karşı birlik içinde, ortaklaşa ve bilinçli tarzda hareket etmesi koşuluyla son derece güçlü potansiyel bir toplumsal güç oluşturmaktadır. Proletaryanın nüfusun diğer tabakaları üzerindeki çekim gücü bu şekilde karşı konulmaz hale gelebilir ve emperyalist ülkelerde sosyalist yolun önündeki engelleri ortadan kaldırabilir. Bizi sosyalizmin dünya ölçeğinde gelişinden ayıran dar marjın farkına varmak için Fransa’da Mayıs 1968’deki genel grevin karşı konulmaz gücünü yakından incelemek gerekir.

Bu dar marj, bu etmenlere büyük bir önem atfetmemek tam bir sorumsuzluk olsa da, ne sömürücülerin muktedirliğine ne de onların baskı aygıtlarının gücüne dayanmaktadır. Sosyalizmin dünya ölçeğinde zaferinin önündeki başlıca engel aslında burada değildir. Bu engel daha ziyade işçi sınıfının bilincinin yetersiz gelişiminde, onun öncüsünün ve devrimci örgütünün zayıflığındadır. Aynı şekilde, bu zorlukların üstesinden gelebilmek için zaman ve deneyim gerektiğini eklemek de gerekir. Bu noktada öğrenci başkaldırısı önemli bir rol oıynayabilir ve oynamalıdır.

Öğrenciler kapitalizmi bir başlarına yıkamazlar. Öğrencilerin toplumsal gücü bunu başarmak için kesinlikle yetersizdir. Buna karşın, geçmiş yenilgilerin ve bürokrasinin rolünün kısmen atalete sürüklemiş olduğu bir proletaryanın uyanışına hatırı sayılır bir katkıda bulunarak bazı tayin edici aşamalara katılabilirler. İşçi sınıfının bağrında devrimci kadroların yetiştirilmesinin hızlanmasına önemli ölçüde katkıda bulunabilirler. Lenin’in döneminde Rusya öğrencilerinin ve entelektüellerinin yaptıkları gibi devrimci bir örgütün oluşumunu hızlandırabilirler. Öğrenciler günümüzde işçi sınıfına maruz kaldığı emek parçalanmasının ürünü olan dar görüşlülüğü ve korporatizmi aşmakta ve onun sınıf bilincinin en üst seviyesine yani siyasî ve devrimci sınıf bilincine daha çabuk erişmesinde yardımcı olabilirler. Bilimsel bilgileri sayesinde işçi mücadelelerini ve aynı şekilde üniversiteden ayrıldıktan sonra devrimci bir pratik izlemeye çalışan genç entelektüel kesimini yükseltebilirler.

Bu anlamda, bugün neokapitalizmin en büyük zaferi gibi görünen entelektüel emeğin proleterleştirilmesi onun yıkılışını hızlandırmaya katkıda bulunabilir. Kapitalizm entelektüel emeği proleterleştirerek proletaryaya sömürü ve baskıya karşı daha büyük bir bilinçli başkaldırı yeteneği bahşeder. Kendiliğinden ve basit olduktan sonra bilinçli hale gelen başkaldırı ise sosyalist devrimin müjdecisidir.

  • Burjuva Üniversitesinin Krizi

Burjuva üniversitesinin krizi öncelikle üniversite patlamasının bir sonucu olarak birdenbire ortaya çıkıvermiştir. Birkaç sene içerisinde üniversiteler olağanüstü bir öğrenci akınına tanık olmuşlardır. Devasa bilimsel bilgi üretim fabrikaları olan üniversitelere on binlerce, yüz binlerce öğrenci katılmaktadır. Roma Üniversitesinde yüz bin, Madrid Üniversitesinde elli bin ve burada Mexico’da bugün yüz bini aşkın öğrenci vardır. Sadece en karakteristik örnekleri vermek gerekirse, toplam üniversite öğrencisi sayısı ABD’de altı milyona, Japonya’da iki milyona, Fransa’da ve İtalya’da altı yüz bine İsveç ve Hollanda gibi kimi küçük ülkelerde yüz bine ulaşmakta ve burada Meksika’da üç yüz bine yaklaşmaktadır.

Neokapitalist toplumda üniversite patlaması çifte bir toplumsal-iktisadî dönüşümün sonucu olarak ortaya çıkmaktadır: entelektüel olarak vasıflı emek-gücü arz ve talebinin eşzamanlı büyümesi.

Entelektüel emek-gücü arzındaki artış yalnızca ekonomik değişimlerin değil, aynı zamanda sosyal-psikolojik düzeydeki, çalışma güdüleri düzeyindeki değişimlerin de sonucudur. Müthiş bireysel toplumsal yükselme çabaları eğilimini yansıtmaktadır. Bu çaba orta sınıflarda geleneksel olsa da, en azından Avrupa ülkelerinin çoğu gibi sınıf bilincinin görece yüksek olduğu ülkelerde proletarya içinde oldukça yenidir.

İkinci Dünya Savaşı öncesinde olgunluğa erişen işçi nesli çocuklarının üniversite öğrenimi görmesine açık biçimde düşman bir tavra sahip olmuştu. Bu nesil bunda kesin bir sınıf aidiyetinden kopuş tehlikesi algılamaktaydı. O dönemin emekçileri “çocuklarımızın anne babalarından utanç duymasını istemiyoruz” diyorlardı. Diğer pek çoğu da “çocuklarımızın sınıf düşmanları haline gelip babalarını, yoldaşlarını sömürmelerini istemiyoruz” diye ekliyorlardı.

Böyle bir alanda bu son yirmi yıl boyunca gündeme gelen kökten tavır değişikliğinin çok sayıda nedeni bulunmaktadır. Sınıf bilincinin göreli ve geçici gerilemesi, tapon zevkleriyle “tüketim toplumu”nun yükselişi, daha fazla boş zamana erişim ve bunların yanı sıra tek-hücreli ailenin hızlanan çözülüşü bu değişime hiç kuşkusuz katkıda bulunmuştur. Emekçilerin yaşam düzeylerindeki göreli yükselme ve entelektüellerin toplumdaki yerinin dönüşüme uğraması, kol emeğiyle entelektüel emek arasındaki gediği daraltan bu iki etmen de bu noktaya varılmasında önemli bir role sahip olmuştur. Vasıflı işçiler için istihdam arzı daha yavaş artarken, hatta durgun seyreder veya azalırken üniversite mezunları için istihdam arzının hızla artması emek-gücünün genel arzının yönelimi üzerinde bir baskı uygulamıştır. İşçi aileleri giderek, çocuklarına eksik-istihdamın sefaletinden, dönemsel eksik-istihdamdan ve marjinal bir proleter-altı kesimin (drop out) mevcudiyetinden kurtulabilen bir gelecek garanti etmenin yegâne yolunu çocuklarının öğrenimlerini uzatmakta görmeye başlamışlardır. Öğrenim alanında ayrımcılığa ve seçmeciliğe karşı mücadelenin ABD’nin siyah ve Meksikalı kitlelerinin siyasî uyanışında bu denli önemli bir rol oynamasının nedenlerinden biri işte burada bulunmaktadır.

Buna karşın, proletaryanın yüksek öğrenime karşı bu tavır değişikliğinin belirleyeni olan entelektüel emeğin proleterleştirilmesi nesnel bir görüngüdür. Bu proleterleştirme gerçekleştiği ölçüde bu öğrenimin ifade ettiği bireysel yükselme içinden çıkılan sınıfla otomatik bir kpuş, gerçek anlamda toplumsal bir kopuş anlamına gelmemektedir. Tersine bu, en azından tarihsel olarak, proletaryanın gerek sayısal olarak gerekse vasıf ve bilgi bakımından bir güçlenmesi anlamına gelebilir ve gelmelidir.

Sanayî işçilerinin üniversiteye giren oğul ve kızlarının sayısına ilişkin görüngünün boyutunu elbette abartmamak gerekir. Emperyalist ülkelerin çoğunda bu sayı hâlâ son derece düşüktür. Ki bu da işçilerin maruz kaldıkları toplumsal baskıyı ve uğradıkları ayrımcılığı açıkça göstermektedir. İşçiler aktif nüfusun yüzde 50’sini oluşturdukları halde emperyalist ülkelerin çoğunda üniversite öğrencileri arasında işçi çocuklarının oranı ancak yüzde 5’tir; bu yüzde ABD’de ve İsveç’te kayda değer ölçüde daha yüksektir. Entelektüel emek-gücü arzının büyümesi özellikle proletaryanın ayrıcalıklı tabakalarını ve köylü tabakalarını, büro çalışanı, teknisyen ve küçük memur çocuklarını kapsamaktadır.

Yine de, bu dönüşümün sonucu olan üniversite öğrenci çevresinin toplumsal değişimi tereddüde yer bırakmayacak biçimde derin ve geri-çevrilemez bir değişimdir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde öğrencilerin büyük çoğunluğu aristokrasiden, burjuvaziden ve en iyi ihtimalle orta ve küçük burjuvaziden gelmekteydi. Proletaryanın ayrıcalıklı tabakalarının oğul ve kızları asla üniversiteye kadar gelemiyorlardı. Günümüzde ise aristokrasinin, büyük ve orta burjuvazinin çocukları üniversite öğrencileri arasında bir azınlık (kimi ülkelerde küçük bir azınlık) haline gelmiş durumdalar.

Daha önce ilk bölümde çözümlediğimiz üzere, entelektüel emek-gücü talebinde meydana gelen değişimler neokapitalizmin içerdiği teknolojik ve toplumsal dönüşümlere yakından bağlıdır. Yine de, burada analizimiz boyunca sıklıkla karşımıza çıkacak çok önemli bir etmenin altını çizmek gerekir: neokapitalizmde entelektüel emeğin proleterleştirilmesi, en azından günümüze kadar geliştiği haliyle ilk evrede, kol emeğinin proleterleştirilmesinin kapitalizmin şafağında gerçekleştiği halden temel bir farklılık içerir. Kol emeğinin proleterleştirilmesi burjuvazinin işçi vasıflılığının özgül biçimine her zaman giderek artan kayıtsızlığı anlamına gelirken, bunun tersine entelektüel emeğin proleterleştirilmesi bu emek-gücüne talebin daima daha özgül bir talep haline gelmesini içerir. Buradan yalnızca entelektüel emeğin daha önce bahsettiğimiz parçalanması ve küçük parçalara ayrılması görüngüleri aniden belirmekle kalmaz, aynı zamanda bu emek-gücünün fiyatının şiddetle dalgalandığı birbirinden ayrı çeşitli entelektüel piyasaları da hâsıl olur. Bir mühendis “kıtlığı” bu meslek kategorisinin maaşlarını aniden artırabilir, buna karşın bir sosyoloji profesörü “fazlası” bu profesörlerin aylıklarında ve gelirlerinde bir düşüş yaratabilir. Elektrik teknisyenlerinin aşırı bolluğu ve işsizliği bir diş hekimi kıtlığıyla çakışabilir. Maden ve uçak mühendislerinin aşırı-üretimi, su ve köprü yol inşaat mühendislerinin şiddetli bir kıtlığıyla eşzamanlı olarak var olabilir.

Kapitalist rejimde konjonktürel dalgalanmaların araştırılmasında uzman olanlar geçmişte ünlü “domuz çevrimi”ni (hog circle) keşfetmişlerdir. Üretim talepteki ve fiyatlardaki dalgalanmalara her zaman gecikmeli tepki verdiğinden – zira domuz üretmek için belli bir biyolojik zaman gerekir – hiçbir zaman bir dengeye ulaşılamadan düzenli biçimde eksik-üretimden aşırı-üretime geçilir. Nezaketsiz kıyaslamalar yapmak istemesek de entelektüel vasıflılık çevrimi bu “hog circle”a çok yaklaşmaktadır. Tikel bir sektördeki kıtlık ücretlerde bir artışa yol açar ve bir öğrenci akınına tanık olunur. Gelgelelim bunlar öğrenimlerini ancak dört ya da beş yılın sonunda bitirirler ve kendilerini şimdiden doyuma erişmeyle karakterize olma rizikosu taşıyan bir entelektüel emek piyasasına sunarlar. Arz talebi aştığından işsizlik baş gösterir, ücretler düşer ve öğrenciler üretimin başka sektörlerine yönelirler. Fransa, Belçika, İngiltere ve ABD İkinci Dünya Savaşından bu yana bu tipte çok sayıda harekete tanık olmuşlardır.

Bunun öğrencinin toplumsal doğasına ilişkin sonuçları kayda değerdir. Öğrenim tercihleri, öğrencilerin bireysel tercihleri, yetenekleri ve özlemleriyle değil de gitgide daha da fazla piyasa yasaları, neokapitalizmin gereksinimleri tarafından belirlendiğinden öğrenciler giderek daha da yabancılaşmış çırak entelektüeller haline gelirler. Böylece, öğrenci isyanının yalnızca gerçek anlamında entelektüel emeğin yabancılaşmasının ürünü değil, aynı zamanda bizatihi öğrenci emeğinin yabancılaşmasının sonucu olduğu saptamasına varmış oluruz.

Öğrencilerin kesin toplumsal doğasının tanımlanması bir yandan Marksistler, diğer yandan genel olarak sosyologlar arasında sayısız anlaşmazlığa neden olmuştur. Öğrencinin değer üretmediği ve artık-değerden geçindiği için küçük burjuva olduğunu söylemek Marksist iktisat teorisinin bakış açısından vahim bir hatadır.

Neokapitalist çağın burjuva üniversitesi farklı bir işlevi yerine getirmek ve burjuva sınıfının başka ihtiyaçlarına cevap vermek zorundadır. Teknolojik buluş/yenilik yarışı, toplumsal yaşamın tüm alanlarının sistematik örgütlenmesi teknokratik uzmanların yetiştirilmesinde hep daha da belirginleşen bir uzmanlaşma gerektirmektedir. Bunun için, klasik liberalizmin yerini neopozitivist tavır alır. Böylece, burjuva kitle üniversitesi hakiki bir “diploma makinası”, hakiki bir uzmanlaşma fabrikası haline gelir. 

Marx her türlü üretken emeğin ücretli emek olması gerekmediğini, buna karşın her ücretli emeğin de zorunlu olarak üretken emek olmadığını açık biçimde savunmuştur. Pazar için geçimlik ürünler üreten ve kendi toprağının sahibi olan köylü değer üreticisi, dolayısıyla üretken bir emekçi olmakla birlikte ücretli olmadığından proletaryanın değil küçük burjuvazinin bir parçasıdır. Buna karşılık, bir otobüs şoförü değer üretmese de bir küçük burjuva değil ücretli bir proleterdir.

Öğrencilik durumunun iki veçhesi onun toplumsal doğasının dakik bir tanımını son derece güçleştirir. Bir taraftan öğrencilik durumu çok büyük ölçüde geçicidir [bir ara durumdur]. Genel olarak, olsa olsa üç ya da dört yıl hadi diyelim en kabadayısı altı ya da yedi yıl üniversite öğrencisi olunur. O zaman öğrencinin toplumsal doğasını toplumsal geleceğinden ziyade toplumsal kökenlerine bakarak mı tanımlamak gerekecektir? Üniversiteye giden ve ücretli sanayi teknisyeni olarak mezun olacak bir köylü çocuğu kökenleri bakımından küçük burjuvaziye geleceği bakımından proletaryaya aitmiş gibi görünmektedir. Hiç kuşkusuz, artık bir köylü olmamakla birlikte henüz bir proleter de değildir. Öğrencinin toplumsal doğasını tanımlamaktaki zorluk temelde burada yatar.

Diğer yandan, bir öğrencinin faaliyeti melez bir faaliyettir. Emeğin vasıflılaşmasının üretimi öğrencinin kendi kişisel faaliyetinin değil, profesörlerin etkinliğinin sonucu olduğundan öğrencinin şimdiden bir üretici olduğu söylenemez. Buna karşın, onun öğrenimin ve bilgilerin salt edilgen bir tüketicisi olduğunu iddia etmek de mümkün değildir. Yüksek öğrenimin ve üniversite öğreniminin özgül doğası, ilk ve orta öğrenimin edilgen tüketiminden farklı kendine özgü belli bir etkinlik, belli bir özerklik içerir.

Öğrenci işte bu nedenle hiç kuşkusuz en fazla çırak kategorisiyle benzeşir. İşte bu nedenle sıklıkla çırak-emekçi-entelektüel ifadesini kullanmaktayız. Bu formülü öğrenim ânına ve tikel vasıflara göre uygulamak mümkündür. Öğreniminin sonuna gelmiş bir tıp ya da mühendislik fakültesi öğrencisi, bazı durumlarda sözgelimi bir hekimin mübadele-değeri üreten emeği gibi bir emek söz konusu olmasa da, gitgide daha fazla toplumsal olarak faydalı ve gerekli emek tarafından soğurulur. Öğrenimlerine henüz yeni başlamış edebiyat fakültesi öğrencileri için elbette böyle bir durum söz konusu değildir.

Öğrenci faaliyetinin melez karakteri, kimi fakültelerin normal meta üretimine giderek artan özümsenmeleri incelendiğinde açık biçimde belirginleşir. Bu bazen, ABD’deki veya İngiltere’deki üniversite laboratuarlarının ordu için biyolojik silah üretiminde yer almaları gibi insanı dehşete düşüren bir özümsenmedir. Bu laboratuarlarda çalışan öğrenciler mevcut ya da gelecekteki üretime şimdiden katılmakla birlikte henüz emek-güçlerini satmak mecburiyetinde değildirler. Gerçek anlamda proletaryaya nazaran sahip oldukları göreli özgürlük onlara, başka şeylerin yanı sıra, proletaryada mevcut olmayan kalıcı, devamlı bir isyan yeteneği kazandırır.

Öğrenci çevresini bir çıraklar-emekçiler-entelektüeller çevresi olarak tanımlamamız başlıca üç etmenin karşılıklı ilişkileri anlamına gelir:

  • İlk olarak, entelektüelleri küçük-burjuva olarak tanımlamak geçmişte doğru olsa da, entelektüel emeğin değişime uğramış toplumsal doğası gereği bugün artık doğru olmaktan çıkmıştır. Öğrencilerin çoğunluğu müstakbel küçük-burjuvalar değil, müstakbel proleterleşmiş emekçilerdir.
  • İkinci olarak, öğrenci varoluşu karakteristikleri değişkenlik gösteren ve sıklıkla çelişkili süreksiz, geçici bir varoluştur. Bu varoluştan son ve kesin halini almış toplumsal davranış karakteristikleri çıkarsamak hatalı olacaktır. Öğrencilerin önemli bir bölümünün kendilerini proletaryayla ve yoksul köylülükle özdeşleştirebildikleri doğrudur. Burada son derece önemli bir değişim söz konusudur. 1848’den 1948’e dek öğrenciler Avrupa’da, Japonya’da ve kısmen ABD’de siyasi bakımdan sağa yönelen bir güç, gitgide daha işçi-karşıtı, anti-sosyalist bir güç olmuşlardır. Olaylara sıklıkla grev kırıcılar olarak müdahil olmuşlardır. On yıldan beri bu durum kökten biçimde tersine dönmüştür. Öğrenciler neredeyse her yerde grev ve grev çadırı örgütleyicileri olarak müdahil olmakta ve neredeyse hiçbir zaman grev kırıcılığına soyunmamaktadır. Bu bana terse çevrilmesi mümkün olmayan bir olgu gibi gözükmektedir.

Yine de, hep daha bilinçli isyanları sonucu müstakbel sınıflarına doğru sürüklenen öğrencilerin yanında, aynı zamanda ister bireysel ideolojik güdüleri gereği, ister bizatihi öğrenimlerin muhtevası nedeniyle barikatın öbür tarafında kalmaya mahkûm öğrenciler de mevcuttur. Kapitalist rejimde hem yargıç olup hem de aynı zamanda burjuva toplumunun baskıcı önlemlerine karşı ve mahpuslar lehine çalışmak pek mümkün değildir. Bir yandan iş zamanının ve akışlarının kronometresini tutma işine talip olup, bir yandan da sistematik biçimde iş akış temposunu düşürmeye çalışmak olmaz.

Öğrenci kitlesinin mustarip olduğu kaçınılmaz bölünmeleri anlamak için, burjuvazinin öğrenci hareketini bölme ve onun en azından bir bölümünü uzun vadede kendisiyle bütünleştirme yolunda sınırlı ancak reel imkânlarını anlamak için üniversite öğreniminin ve yüksek öğrenimin muhtevasının toplumsal olarak melez doğasını kavramak gerekir.

  • Son olarak, üniversitenin kitlesel düzeyde büyümesinden, hakiki bir üniversite patlamasından ve üniversitenin demokratikleşmesinden sonra, bizatihi öğrenci çevresi ne kökenleri ne de toplumsal gelecekleri bakımından türdeş olan bir kitleyi türdeşleştirme eğilimindedir. Özgül ve türdeş bir öğrenci çevresi yaratma yönündeki bu eğilim, bu çevre son derece parçalanmış durumda olsa bile, öğrenci isyanının patlamasına katkıda bulunmuş etmenlerden biridir. Burada istisna kuralı doğrular:  burjuvazinin öğrenci kitlesini parçalayarak üniversitenin bir kitle üniversitesi haline gelmesini kasten engellemeye kalkıştığı ülkelerden biri, aynı zamanda öğrenci isyanının mütevazı bir başlangıç eşiğini aşamadığı nadir ülkelerden biri olmuştur. İngiltere’den bahsediyorum.

Öğrenci çevresinin bu geçici türdeşleşmesinden mevcut üniversitenin öğrenci gereksinimlerine cevap vermekte yetersiz kalışının temel veçhelerinden biri doğar. Ayrıca bu öğrenci isyanının başlıca etmenlerinden biridir.

Burjuva üniversitesi bir zamanlar, burjuvazinin oğullarına, müstakbel burjuvalara veya bir sınıf olarak burjuvazinin müstakbel kadrolarına hizmet vermek için örgütlenmiş bir üniversite, burjuva öğrencilerin üniversitesiydi. Her şey mantıklıydı, her şey bu amaca uyarlanmaktaydı. Bütünün doğal bir insicamı vardı. Öğrencilerin doğrudan gereksinimlerini karşılamaya yarayan maddi bir altyapı mevcut değildi; öğrenci aileleri bu gereksinimleri karşılayabilmekteydiler. Tersine, öğrenim ihtiyaçlarını karşılayan çok büyük, kimi zaman epeyce zengin teknik bir altyapı mevcuttu. Toplumda yerine getirilmesi gereken toplumsal işlevler bu kaynaklara bağlıydı.

Öğrencilerin toplumsal [köken bakımından] seçimi radikal tarzda değişime uğradığında maddi altyapının yetersizliği kendisini çok sert bir şekilde hissettirdi. Çoğunlukla – aslında neredeyse hepsi – burslu öğrencilerin barınma, beslenme, boş zamanlarını değerlendirme ihtiyaçları vardı. Gelgelelim, burjuva üniversitesi bu gereksinimleri karşılamaktan tam anlamıyla acizdi. Teknik altyapı üniversitenin büyümesine uyarlanmadığından aynı şekilde teknik altyapı yetersizliği de kendisini hissettiriyordu. Öğrenci yabancılaşmasının bir başka biçiminin kökü işte buradadır: laboratuarlarda, amfilerde, ameliyathanelerde yer yetersizliğinden, kütüphanelerde kitap eksikliğinden kaynaklanan hakiki bir “hayat mücadelesi”. Sonuç olarak, ilk öğrenci patlamalarının kökeninde her zaman olmasa da sıklıkla kronik bir kaynak yokluğu, bir imkân yetersizliği bulunur.

Klasik burjuva üniversitesi müstakbel burjuvalar ve burjuvaziye müstakbel kapıkulları yetiştirmekle yükümlüydü. Bütünüyle bu toplumsal işleve yönelmişti. Kesin bilgilerin birikimi, – burjuva toplumuna yön veren değerlere uyarlanmış – yargıların oluşumundan ve özellikle de hâkim sınıfın ideolojisine uygun tepki verme yeteneğinin geliştirilmesinden daha az önem taşımaktaydı. Klasik liberal üniversite günümüzde miyopluktan mustarip teknokratların zaman zaman iddia ettikleri gibi burjuvazi için işe yaramaz değildi. Geçen yüzyılın [19. Yüzyıl] bir sanayicisi, bir bankacısı veya bir ihracatçısı açısından bu sanki-kendisi-burjuvaymışçasına yargılama/değerlendirme yeteneği ve özellikle de yeni ve bilinmeyen bir ortamda, daha önce karşılaşılmamış durumlar karşısında kendinden emin ve “ticari zihniyetle” tepki verme yeteneği, kimya, fizik ya da tarih yazımında [vakanüvislik] mevcut bilgilerin birikiminden çok daha faydalıydı.

Neokapitalist çağın burjuva üniversitesi farklı bir işlevi yerine getirmek ve burjuva sınıfının başka ihtiyaçlarına cevap vermek zorundadır. Teknolojik buluş/yenilik yarışı, toplumsal yaşamın tüm alanlarının sistematik örgütlenmesi teknokratik uzmanların yetiştirilmesinde hep daha da belirginleşen bir uzmanlaşma gerektirmektedir. Bunun için, klasik liberalizmin yerini neopozitivist tavır alır. Böylece, burjuva kitle üniversitesi hakiki bir “diploma makinası”, hakiki bir uzmanlaşma fabrikası haline gelir.  Yalnızca gitgide daha da parçalanmış değil, aynı zamanda gitgide daha da oynak/kararsız uzmanlıklar söz konusu olduğundan, bu durumdan, bizatihi kapitalist sınıf bakış açısından dahi, geleneksel üniversitenin derin bir krizi doğar. Geleneksel üniversitenin idarî yapıları, öğretiminin muhtevası, alışageldik usulleri ve örgütlenmesi artık ne büyük tekellerin ne de öğrenci kitlesinin gereksinimlerine uymaktadır.

Öğrenci isyanıyla büyük sermayenin genel bir teknokratik üniversite reformuna girişme eğilimi arasındaki hiçbir şekilde rastlantısal olmayan çakışma bundan ileri gelmektedir. Her iki hareket de kökten biçimde farklı gereklere yanıt verirler. Yine de, bunların birleşen çabaları liberal ve geleneksel eski burjuva üniversitesini hemen hemen ortadan kaldırmıştır.

Acaba bu, öğrenci isyanının nesnel olarak ya da hatta bilinçli olarak üniversitenin teknokratik reformunun gerçekleştirilmesine yardımcı olduğu anlamına mı gelir? Bu denli kötümser ve ayrıca biraz da kinik bir sonuç çıkarmak için henüz erkendir. Şu an için, her iki hareketin yolları kesişmekte ve bunlar zaman zaman birbirlerine destek vermektedirler. Ancak daha sık çatışma içine girmektedirler. Hatta birçok ülkede, bilhassa Fransa’da, Almanya’da, Belçika’da öğrenci hareketinin üniversitenin teknokratik reformunun yabancılaştırıcı sonuçlarına karşı mücadelesinde – yoldaşım Daniel Bensaïd’in güzel bir ifadesiyle – “ikinci bir soluk” kazandığı dahi söylenebilir.

Bu reformun amacı çok açıktır: burjuva kitle üniversitesini dönüştürmek, entelektüel emek piyasasına uyarlanmamış bir işletmeden bu gereksinimlere yani büyük firmaların ve tekelci evrenin devletinin gereksinimlerine mükemmel biçimde uygun bir fabrika yaratmak. Öğrencinin her türlü bireysel özlemini ve tercihini göz ardı edip, burjuvazinin ihtiyaç duyduğu entelektüel vasıfları piyasa dalgalanmalarına göre kendini düzelten oranlarda imal etmek söz konusudur. Bu teknokratik reformdan doğan iktisadî, finansal ve örgütlenmeye ilişkin teknikler de çok iyi bilinmektedir. Yine de hatırlatmak için zikredelim: üniversite yatırımlarının sistematik biçimde kârlı hale getirilmesi yani harcamaların farklı fakülteler ve farklı disiplinler arasında emek piyasasının “ihtiyaçları”na göre bölüştürülmesi; farklı üniversite dallarından diploma alanlar için öngörülebilir gelirler; üniversitenin kapılarını bir aday kitlesinin yüzüne kapatmaya ve öğrencilerin önemli bir bölümünü şayet öğrenimleri katı biçimde sınırlanmış bir süre sonunda istenen “başarı” ile taçlanmazsa öğrenimlerine ara vermeye mahkûm etmeye eğilimli gitgide daha da katı, gitgide daha da yaygın bir seçme; bazı meslek gruplarının ölçüsüz maddi ayrıcalıklarını (ABD’deki hekimler örneği inanılacak gibi değildir) korumak ve genişletmek amacıyla giderek daha da artan sayıda fakülteye dayatılan akıldışı şartlar. Üniversitenin büyümesini toplumsal ihtiyaçlara uyarlamak yerine, bu büyüme üniversitede mevcut teknik donanımın azamî finansal kârlılığına uyarlanmaktadır.

Tüm bu veçheler burjuva üniversitesinin teknokratik reformunun karşısında sadece öğrencilerin büyük bir çoğunluğunun maddi çıkarlarını değil aynı zamanda ve özellikle onların toplumsal-siyasî yönelimlerini ve emekçi kitlelerin büyük çoğunluğunun çıkarlarını bulmasına yol açmaktadır. Burada, neokapitalizmin, en azından üstyapı bakımından sistemin mümkün bir patlayışını yoğunlaştıran yeni bir çelişkisini bir kez daha vurgulamak önemlidir.

Teknolojik rant arayışının tahakkümü altında bulunan, teknolojik buluş/yenilik temposunda bir hızlanma ile karakterize olan neokapitalist toplum zorunlu olarak bilime büyüyen ve evrensel bir ilgi yaratmaktadır. Mesela çocuk oyuncaklarının gelişimini, bilim-kurgu yazının gelişmesini, uzay yolculuklarına duyulan dizginsiz tutkuyu gözlemlemek yeter. Çağdaş toplumsal gerçekliğin her düzeyinde bir doğal bilim kültüne [tapınmasına] rastlanmaktadır. Şu ya da bu vasat metayı satmak için güya kanıtlanmış bilimsel kalitelerine teknik göndermede bulunmayı çok büyük ölçüde kullanan reklamcılık bunu çok iyi örnekler.

Akla gelebilecek herhangi bir temel ideolojik harekette olup bittiği gibi aslında söz konusu olan tabi ki kâra susamış tekelci patronların bir komplosu veya şeytanî bir entrikası değil, elle tutulur bir toplumsal gerçekliğin insanların zihninde yeniden-üretimi, belli sınıf çıkarlarına göre oluşmuş zihinsel yapıların süzgecinden geçtiğinden bilimsel değil ideolojik olan bir yeniden-üretimidir.

Çağdaş gençliğin bilim tutkusu, bazı kötümserler ne derlerse desinler son derece sağlıklıdır. Gençlik bilimin ve tekniğin muazzam özgürleştirici potansiyelini [imkânlarını], aynı bilimin ve aynı tekniğin piyasa toplumunun ve kâr için üretimin tahakkümü altında büründüğü ürkütücü, tahripkâr ve köleleştirici biçimlerle hiçbir ilgisi olmayan potansiyelini bir çırpıda kavrar.

Buna karşın, bu aşırı-doygun bilimcilik ortamında bilimsel bilgiye ulaşma yollarının üniversitenin teknokratik reform tarafından sert bir biçimde tıkanması ve numerus clausus [kapalı sayı – üniversiteye kabul edilecek öğrenci sayısını sınırlayan bir yöntem] üniversite öğretiminin giderek derinleşen parçalanması ve küçük dilimlere bölünmesini pekiştirmektedir ki bu da olsa olsa en azından bir öğrenci kesiminin derin ve kalıcı tepkilerine yol açabilir. Mass media’nın çağrısı herkesi bilimin harikalarına cezp etmektedir. Ancak hemen arkasından önseçim yemin cazibesine kapılanların yarısına ya da daha fazlasına “harikalar size göre değil” demektedir.

Öğretimin teknokratik reformu böylece gençlikte, gereğinden fazla reklam yetişkinlerde ne yaratıyorsa onu yaratmaktadır: zorunlu olarak sürekli bir endişe haline değilse bile derin bir bilinç ve ahlak krizine yol açması gereken sürekli bir tatminsizlik ve yoksunluk iklimi.

Bu endişe iki yoldan birini seçebilir: bilinçlenmeye, devrimci etkinlik ve örgütlenmeye götüren isyan ki bu olumlu çıkış kapısıdır ya da olumsuz çıkış kapısı yani ahlak bozukluğu, uyuşturucu, suç işleme veya sinir zafiyeti. Fakat bunların her ikisi de neokapitalist eğitimin krizinin meşru çocuklarıdır. Burjuvazi eğer bu eğilimlerin sorumlularını bulmaya kalkışacak olursa, ne ajitatörleri ne de tanrıtanımaz komünizmin peygamberlerini suçlayabilecektir. Burjuvazinin dönüp aynada kendi suretine bakması ve şu doğruyu kabul etmesi gerekecektir: “Devrimcileri doğuran benim, aynı şekilde yeryüzünde yarı-feodal rejimin çürümesinden bu yana görülmedik boyutta bir ahlaki çöküntüyü ve toplumsal şiddeti yaratan da benim.”

Böylece, burjuva üniversitesinin öğrenci dünyasının gereksinimlerine temel uyumsuzluğuna karşı isyanın içerisinden üniversite öğretiminin tekelci kârların azamileştirilmesinin ihtiyaçlarına uyarlanmasına karşı bir isyan gelişmektedir. Bu ister doğal bilimler öğretiminin aşırı parçalı hale getirilmesine ve bu bilimlerin her türlü bütünsel toplum görüşünden toptan kopuşuna karşı bir isyan olsun; ister bu öğretimin parçalarının kullanımına ve özel firmaların bencil çıkarlarına veya insanlık dışı devlet projelerine hayâsızca tabi kılınmasına karşı bir isyan olsun; ister sosyal bilimlerin neopozitivist, ideolojik ve özürcü saptırılmasına karşı bir isyan olsun, öğrenci hareketine onu dar korporatist çıkarlar adına basit bir talep kampanyasından farklılaştıran daha genel ve daha derin bir anlam kazandıran işte budur.

Öğrenci hareketleri daha fazla bedava ya da ucuz yurt ve üniversite yemekhanesi talep ettikleri sürece, daha fazla laboratuar ve daha fazla kütüphane, yüksek düzeyde öğretimin teknik imkânlarına daha kolay ve daha özgür erişim talep ettikleri sürece işçi mücadelelerinin ekonomizminin eşdeğeri olarak adlandırılabilecek bir alanın sınırlarının dışına çıkamazlar. Bu mücadeleler ilericidir ve ilksel bir bilinçlenme ve örgütlenme düzeyine ulaşmak için kesinlikle gereklidirler. Gelgelelim, bu mücadeleler bizatihi kendilerinde öğrenci isyanını tümel bir devrimci özgürleşim hareketinin içerisine sokmak açısından yetersizdirler.

Bu bağlamda zaman zaman kesişen birbirine paralel iki yol önden giderler. Bunların biri öğrenci öncüyü işçi örgütlerinin ister yozlaşma, ister zayıflık nedeniyle yeterince üstlenmedikleri genel siyasi davaları sahiplenmeye iten aşırı politikleşmedir. Bu bakımdan, Fransa’daki öğrenci hareketi Fransız emperyalizminin Cezayir’de sürdürdüğü sömürge savaşına karşı mücadelede bir öncü rolü oynamıştır. Öğrenci hareketi tüm dünyada ve en başta ABD’de yankee emperyalizminin Hindiçin halklarına karşı saldırı savaşına karşı mücadelede bir tetikleyici rolü oynamıştır. Öğrenci hareketinin yüksek düzeyde ilerici bu politikleşmesi devrimci örgütlerin inşasına ve güçlenmesine yol açar. Bu soruna daha ileride döneceğiz.

Öğrenci hareketinin ekonomist ve korporatist çerçevenin dışına bu ilk çıkışı zorunlu olarak oldukça az sayıda bir öncüyle sınırlı kalır. Buna karşın, öğrenci isyanı özellikle üniversitenin teknokratik biçimlerine cevap verdiğinde potansiyel olarak aşırı politikleşmiş ve radikalleşmiş öncüden çok daha geniş öğrenci tabakalarını harekete geçirme eğilimindedir. Bu büyük öğrenci tabakaları açısından, her ne kadar bu tabakalar öğrenci kitlesinin tamamı içerisinde bir azınlıktan başka bir şey olmasalar da, ekonomizmden daha öteye, anlık taleplerin ötesine götüren çıkış yolu idareye ve öğretim biçimine muhtevalarıyla aynı ölçüde yabancılaştırıcı öğelere karşı mücadeledir. Özetle mücadele ABD’deki ve Japonya’daki yoldaşlarımızın ve Avrupa’da bizlerin adlandırmış olduğumuz gibi kızıl üniversite için mücadeledir.

Burjuva toplumunun bağrında sosyalist bir üniversite kurmaya kalkışmak kapitalist bir ekonominin ortasında işçi yönetiminde yalıtık sosyalist fabrikalar kurmaya kalkışmak kadar ütopik bir hedeftir. Üniversite kendi kaynaklarını üretmez, buna karşın toplum tarafından kullanımına sunulan kaynaklardan geçinir.

Bu toplum hâkim sınıf tarafından yönetilir. Bu sınıfın tahakkümü onun, tam da öğretim gibi üstyapı faaliyetlerini finanse eden toplumsal artık-ürünün denetimini elinde bulundurmasıyla karakterize olur.

Sonuç olarak, zaman içerisinde üniversitenin hâkim sınıfın denetiminden, bu sınıf üniversitenin varoluş imkânlarını üniversiteden geri almadan kurtulması mümkün değildir. Burjuva toplumu bünyesinde öğrenciler, teknik personel ve öğretim üyeleri tarafından yönetilen bir üniversite, öğrencilerin yönetimlerini gitgide daha da sefil imkânlarla gerçekleştirmek zorunda kalacakları yani kendi sefaletlerini yönetmek zorunda kalacakları bir üniversitedir.

Buna karşın, üniversiteyi burjuva toplumunun bağrında sürekli tarzda yönetmenin öğrenciler açısından olanaksızlığı kesinlikle üniversitenin burjuvazinin çıkarlarına tabi kılınmasıyla genel olarak ve sınırlı bir süre için olsa da arada sırada şaşırtıcı başarılar kazanarak savaşmanın imkânsızlığı anlamına gelmez. Ve hatta öğrenci hareketi tam da burjuva üniversite öğretiminin içeriğine, biçimine, örgütlenmesine ve yapısına karşı böylesi bir kavga aracılığıyla toplumun gözünde bir başkaldırı, amacı yalnızca mülkiyet biçimlerin değil, aynı zamanda üretim ilişkilerini, tüm insan emeğinin muhtevasını, örgütlenmesini ve yapısını değiştirmek olan yükselen genel toplumsal başkaldırının hedeflerini ilan eden ve önceden sezilmesini sağlayan bir isyan değeri kazanır.

Öğrenci hareketinin öncüsü kârlılaştırmaya, seçmeye, üniversite öğretiminin küçük parçalara ayrılmasına ve her türlü akla uygun ve insanî toplumsal amaçtan uzaklaşmasına başkaldırırken entelektüelleri olduğu kadar işçileri de, profesörleri olduğu kadar üretici köylüleri de ilgilendiren evrensel önemde değerler ilan eder. Öğrenci öncüsü maddi kaynakların kullanımının temel önceliklerinin piyasa ve satın-alma gücüne sahip talep aracılığıyla belirlenmesinin insanlık-dışı akıl-dışı olduğunu haykırır. Aynı şekilde bilgi tutkusunun, savunmanın, sağlığın, temel gereksinimlerin karşılanmasının, insanlığın ve doğanın korunmasının sağlanmasının, lüks metalar, bazıları kişinin akıl sağlığını doğrudan etkileyen gereksiz, yapay ve sağlığa zararlı metalar üretimi üzerinde önceliğe sahip olması gerektiğini haykırır. Öğrenci öncüsü üretime ve ekonomiye yön vermesi gerekenin piyasa değil, insan aklı ve ortaklaşmış emekçiler topluluğu tarafından demokratik biçimde kararlaştırılmış bilinçli hedefler olduğunu ilan eder.

Öncü, öğrenci emeği de dâhil emeğin özgürleşiminin, Marx’ın ünlü ifadesini zikredecek olursak, üreticilerin ortaklaşması sayesinde gerçekleştirilmesi yani iktisadî mecburiyet tahtında değil, aslında egemen küçük bir azınlığı zenginleştirmeye yönelik görünüşte mukadder yasaların tahakkümü altında değil, ortaklaşa kararlaştırılmış ihtiyaçların karşılanması için özgürce çalışan emekçiler tarafından gerçekleştirilmesi gerektiğini haykırır. Öncü, üretimin biçimiyle içeriği arasında kaçınılmaz diyalektik bir etkileşim olduğunu, dış zorlamanın baskısı altında gerçekleşen emeğin onu gerçekleştiren insanın gerçekleşmesine asla yol açmayacağını ilan eder.

Öğrenci hareketi taşıyıcısı olduğu evrensel tarihî önemin bilincine varmayı öğreniyorsa eğer; mümkün en geniş, en demokratik, en evrensel tarzda örgütleniyorsa; devletten, hâkim sınıflardan ve burjuva değerlerden bağımsızlığını kararlı biçimde koruyorsa, mecburen geçici olan bu başarılar çok daha geniş halk kitlelerinin mücadele yolunu aydınlatan bir ışık olacaktır. Eğer öğrenciler hocalarını seçmeyi başarırlarsa, bu altı aydan ya da bir yıldan fazla sürmese bile, mekanik ve saçma zorlamaları ortadan kaldırıp bunların yerine özgürce kabul edilmiş bir öz-disiplin yerleştirmeyi başarırlarsa, işçiler kendilerinin de kendi işletmelerinin efendileri haline gelebileceklerini, kendi yönetim komitelerini seçip emek sürecinin ezici ve insanı bitip tüketen hiyerarşisini ilga edebileceklerini ve kendi ortaklaşmış toplulukları aracılığıyla iktisadî üretimin ve bir bütün olarak toplumsal yaşamın hedeflerini ve muhtevasını belirleyebileceklerini daha çabuk kavrayacaklardır.

  • Teori ile Pratiğin Birliği

Öğrenci isyanı her şeyden önce kendiliğinden [spontane] bir hareket biçimini alır. Bu çalışmanın ilk iki bölümünde bu isyanın genelde entelektüel emeğin özelde öğrenci emeğinin klasik ya da teknokratik burjuva üniversitesinin krizi sonucu artan proleterleşmesi ve yabancılaşması içindeki köklerini açığa çıkarmaya çalıştık. Öğrenci isyanı tüm kendiliğinden hareketlerde olduğu gibi her zaman aniden beliriverir.  Bu ister üniversitenin öğrencilerin maddi ihtiyaçlarına uyumsuzluğuna bir tepki olsun, ister üniversite öğretiminin yapılarına ve muhtevasına bir tepki veya geleneksel siyasî örgütlerin yüzüstü bıraktığı, bir anda beliriveren siyasî ve toplumsal mücadeleleri sahiplenen bir hareket olsun öğrenci hareketi her daim anlık bir karaktere sahiptir.

Kendiliğinden öğrenci seferberliğinin bu anlık karakteri bu hareketin etkileyici sonuçları nedeniyle sıklıkla unutulur. Mayıs 68’de Paris’teki öğrenci isyanının o an için hedefinin polis tarafından tutuklanan birkaç öğrencinin serbest bırakılmasını sağlamak olduğunu hatırlatmaya gerek var mıdır? Bu hareket barikatlar gecesiyle, işçilerin öğrencilerle muazzam dayanışma gösterisiyle, ardından fabrika işgalleriyle genel grevle sonuçlandıysa eğer, bunun nedenini öğrenci çevresinin toplumsal doğasında bulmak mümkün değildir. Bu nedeni hareketi tetikleyen talebin doğasında bulmak ise daha da az olanaklıdır. Bu neden yeni bir kitlesel siyasî hareketin tikel bir toplumsal ve siyasî konjonktürde yerine getirebileceği ateşleyici işlevde saklıdır.

Aklı başında hiçbir kişinin, Bay Marcelin’in [68 Mayıs’ında atanan içişleri bakanı] hakikaten inanır göründüğü gibi, basit biçimde – tercihen yabancı – birkaç kışkırtıcının oyuncağı olduklarından ya da ülke – yine tercihen dış güçlerce hazırlanan – şeytanî bir komplonun kurbanı olduğundan, on milyon işçinin greve çıkıp fabrikalarını işgal ederek De Gaulle hükümeti gibi o denli istikrarlı bir hükümete meydan okuyarak Fransa’da devrimci-durum-öncesi bir durum yarattığına gerçekten inanması mümkün değildir. Böylesi bir boyuttaki toplumsal hareketler ancak ve ancak derin hoşnutsuzluklara yani uzun bir zaman zarfında biriken derin çelişkilere bağlanarak kavranabilirler. Bunların öğrenci isyanından itibaren patlak vermesi daha çok bu çelişkilerin uzun bir süre boyunca gün ışığına çıkmasını önleyen, bastıran, geciktiren etkisi bu çelişkilerden aşağı kalmayan güçlerin varlığını gösterir.

O halde, öğrenci isyanıyla emekçilerin büyük bölümünü içinde toplayan toplumsal güçler arasındaki bağ esasen aşağıdakinden ibarettir. Kendiliğinden öğrenci hareketi, yetersiz siyasî yapıların – ve hepsinden önce işçi hareketinin siyasî yapılarının – uzun süre gizledikleri yani toplumsal çelişkilerin ciddiyetine hiçbir şekilde tekabül etmeyen işin özüne dokunmayan reformlara kanalize etmeye çalıştıkları derin bir toplumsal rahatsızlığı açınlama ve ateşleme rolü oynamıştır.

Öğrenci hareketi neden bazı ânlarda çok daha büyük bir başkaldırı hareketinin açınlayıcısı ve ateşleyicisi rolünü oynayabilmektedir? Çünkü her şeyden önce, bu hareket o denli büyük boyutta bir kitle hareketidir ki bu hareketin eylemi toplumun bütünü üzerinde zorunlu olarak bir etki yaratmaktadır. Burada, neokapitalizmin gereksinimlerindeki, dolayısıyla bizatihi kapitalist üretim tarzının evrimindeki kökenlerine işaret ettiğimiz üniversite patlamasının ve bu öğrenci kitlesinin niteliksel büyümesinin yeni bir sonucunu karşımızda buluruz. Gösteri düzenleyen birkaç bin öğrenci görmezden gelinebilir. Ancak, Paris’in merkezinde barikatlar kuran otuz bin öğrenciyi yok saymak mümkün değildir.

İkinci olarak, çünkü bu kendiliğinden bir harekettir. Çağımızın temel sorunlarına uyum sağlayamadıkları açıkça ortada olduğu için gençlik nezdindeki itibarlarını yitirmiş geleneksel politik örgütler tarafından sınırlanmamakta, denetlenmemekte ve uzaktan kumanda edilmemektedir.

Öğrenci kitle hareketinin kendiliğindenliğinde muazzam bir özgürleşim potansiyeli kendini açığa vurmaktadır. Bu kendiliğinden özgürleşimci güç ortak bir paydadan, hareketi sürüklemiş olan anlık talepten yola çıkarak toplumun tüm katmanlarına yayılabilir. Emekçi halk tabakaları bir anda “kralın çıplak olduğunu”  keşfederler. Öğrenciler, halkın belli belirsiz hissettiği fakat henüz ifade etmeye cesaret edemediği bir şeylerin açıkça farkına varmasına olanak tanıyacak biçimde bunu yüksek sesle haykırırlar. Böylece siyasî yaşamın tüm baskıcı yapılanmaları sorgulanır hale gelir ve en radikal talepler toplumsal çelişkilerin derinliklerinden su yüzüne çıkarlar.

Son olarak, öğrenci hareketi siyasî bir kitle hareketidir. Hareketin doğrudan hedef aldıkları üniversite yetkilileriyle veya ikincil siyasî yapılarla sınırlı kaldığı sürece, ateşleyici gücü de sınırlı kalır. Hareket burjuva devletine yani bir bütün olarak burjuva toplumuna meydan okuduğu andan itibaren bu meydan okuma tüm ateşleyici gücünü kazanır. Örnek oluşturma rolü burada önemlidir. Buna karşın, bu rolün ve bu rolün uyguladığı çekim gücünün ötesinde, anlık talep düzeyinden yola çıkıp durmaksızın yayılan ve hareketi kapitalist topluma karşı toptan bir mücadele gücüne dönüştüren kitle hareketinin hızla politikleşmesi mevcuttur. Bu mücadele de kendi payına yüksek düzeyde merkezileştirici bir rol oynar. Kendisini, içerdiği her şeyle birlikte establishment [müesses nizam] kutbunun karşıtı siyasî ve toplumsal güçlerin neredeyse devrimci kutbuna dönüştürerek, başka memnuniyetsiz toplumsal tabakaların taleplerini kendine çekip içinde toplama eğilimindedir.

Bu konuda mass media’nın çelişkili rolü, çağdaş uygarlığın kimi kötümser eleştirmenlerinin sandıklarından çok daha karmaşık rolü vurgulanabilir. Normal olarak, televizyonun konformizmin ve neokapitalist toplumsal bütünleşmenin etkili bir gücü olduğu doğrudur. Ama televizyon gazetecileri ve teknisyenleri, 68 Mayısında Fransa’da olduğu gibi mücadelenin genel hareketi içerisine sürüklendikleri ölçüde televizyon kendisine tanınmamış bir boyut kazanmaktadır. Televizyonun olay görüntülerini çok geniş bir yarıçap içinde naklen yayınlama yeteneği onu bir haber aracından bir seferberlik aracına dönüştürmektedir. 68 Mayısı milyonlarca kişinin gelişmelerden bir hafta ya da ertesi gün bile değil, her saat başı hatta her on beş dakikada bir haberdar olduğu tarihteki ilk devrimci harekettir. Bu şekilde, televizyonda bir gösterinin başlangıç görüntülerini görüp koşup bu gösteriye katılmak mümkün olabilmiştir.

Ancak diğer yandan siyasî kitle hareketi olarak öğrenci hareketinin tüm gizilgüçlülüklerinin hareketin bizatihi gücünün kaynağından gelen bir sınırı vardır. Her türlü kendiliğinden kitle hareketi bizatihi doğası gereği süreksizdir. Hatta hareket politikleştikçe çoklu ve birbirini tutmayan hedefler içerisinde kendisini tüketme eğiliminde olur. Kitle hareketinin merkezcil çekim gücünün, merkezileştirici yapıların yokluğunun yerini uzun zaman doldurması mümkün olmaz. Birkaç gün içinde olmasa da, birkaç hafta zarfında biriktirilen sermaye durum bir dönemece vardığında buharlaşma eğiliminde olur.

Peki, bu neden böyledir? Kapitalist üretim ilişkilerinin yapısal karakterini iki temel neden açıklar. Devrimci Marksizm özellikle kapitalist toplumun bu temel yapısal karakteri konusunda sahip olduğu kavrayıştan ötürü reformizmin farklı varyantlarının karşıtıdır. Bu somut olarak şu anlama gelir: kâr ortadan kalktığında kapitalist bir ekonominin işlemesi artık mümkün olmaz. Öyleyse, eğer işçiler fabrikaları işgal edip öğrencilerle omuz omuza burjuva toplumunun geleneksel mekanizmalarını felce uğratırlarsa ortada yalnız iki çözüm yolu kalır: ya ekonominin kapitalist yapısı ayakta kalır ya da yeni üretim ilişkileri eskilerinin yerini alırlar. İlk durumda tüm iktisadî yaşam ve özellikle de üretim derin bir kargaşa içindedir hatta tamamen durabilir. İkinci durumda üretim yeni bir toplumsal temelde yeniden başlayabilir.

Ne var ki eğer tüm üretim durursa hiçbir halk uzun süre hayatta kalmayı başaramaz. Başka toplumlarda doğrulanmış olan bu temel kural, son derece karmaşık tekniğin üretim aygıtını düzeneklerinin her türlü devre dışı kalışı karşısında daha kırılgan hale getirdiği, aşırı işbölümünün her yurttaşı bütününde üretim aygıtına çok daha bağımlı kıldığı çağdaş toplumda on kat daha geçerlidir. Dolayısıyla, kapitalist yapıların yerine yeni iktisadî yapılar konulmadığı takdirde normalliğe yani kapitalist üretime dönüş belli bir süre sonra hemen hemen kaçınılmaz olur.

Bu, kitlelerin savaşkanlığının kaçınılmaz biçimde sıfıra müncer olacağı veya siyasî ve toplumsal güçler arasındaki ilişkilerin yeniden devrimci patlama öncesi hallerine dönecekleri anlamına gelmez. Sıklıkla, ekonominin kapitalist işleyişine bu geri dönüşün ardından üretim faaliyetine tüm bir dizi kargaşa dayatan çok sert siyasî ve toplumsal mücadeleler gelir. Böylece, bazen çok uzun süren devrimci-durum-öncesi evrenin başlaması münkün olur.

Ne var ki bir devrimci-durum-öncesi evre devrim değildir, zira bir toplumsal devrim tam da kapitalist üretim ilişkilerinin yerine yeni üretim ilişkilerinin konulması anlamına gelir.

Bundan, gerek devlete gerekse kapitalist sınıfa karşı bir dizi tayin edici zafer kazanmayan bir kendiliğinden kitle hareketinin en azından geçici olarak geri çekilmeye mahkûm olduğu sonucunu çıkarmak mümkündür. Bunun yanı sıra tüm çabaların bir merkezde toplanmış birkaç hedef üzerinde toplulaştırılması milyonlarca değilse de yüz binlerce kişinin eyleminde yalnızca kendiliğindenliklerinin yaratamayacağı bir eşgüdüm ve etkinlik derecesi gerektirir. Bu iki örgütlenme yapısı gerektirir. İlk sırada tabanda seçilmiş komiteler yapısı, ortak bir anlaşmayla büyük kitleleri harekete geçirme yeteneğinde işçi, öğrenci, köylü konseyleri [şuraları] gelir. İkinci sırada ise ilk yapıyı ulaşılacak hedeflere ve bu hedefleri gerçekleştirecek imkân tanıyan yollara ilişkin net bir perspektifle donatma yeteneğinde devrimci parti yapısı yer alır.

Burada, her kendiliğinden hareketin takılıp kaldığı ikinci ve kaçınılmaz sınıra geliyoruz. Kendiliğinden bir hareket tıpkı siklonun yerde ne bulduysa havaya kaldırması gibi birbirleriyle tamamıyla çelişkili binlerce tutku, umut ve fikir uyandırır. Tüm bu ideolojik ve ahlaki güçlerin karşılıklı etkileşimi sonucu ortaya çıkan ortak paydaların devrimin nesnel hedeflerine tam olarak tekabül etmesinin hiçbir garantisi yoktur. Toplumun sosyalist dönüşümü yüksek düzeyde bilinçli bir görevdir, insan soyunun karşısına çıkıp çıkabilecek en bilinçli görevdir. Bu görevi toplumsal evrimin yasalarını derinlemesine bilmeden, kapitalist çürümenin derin nedenlerini, yeni toplumun üzerinde inşa edilmesi gereken temelleri bilmeden yani bilimsel sosyalizmin getirdiği ne varsa bunlardan soyutlama yaparak gerçekleştirmeye kalkışmak kesin bir felakete doğru hızla ilerlemek anlamına gelir.

Çağımızda muzaffer bir sosyalist devrim temel iki gücün birleşmesinin sonucundan başka bir şey olamaz: bir taraftan muazzam enerjileri ve halk inisiyatiflerinin, bireysel inisiyatiflerin hesaba sığmaz bir zenginliğini açığa çıkaran her seferinde daha da çoğalan kitlelerin kendiliğinden hareketi; diğer taraftan devrimci bir parti, diğer bir deyişle; geçmiş faaliyetleri sayesinde kitlelerin güvenini şimdiden kazanmış ve bu kitleleri örgütleyip devrimin zaferiyle sonuçlanan bir harekete doğru sürükleyebilecek yüksek sayıda kadroda ete kemiğe bürünen bilimsel, devrimci bir program.

Öğrenci hareketi kendisini bu doğada bir devrimci siyasî partiye ikame etmekten özü itibariyle aciz olduğundan, harekete geçmesine yardımcı olduğu kitle hareketinin karşısına çıkan görevleri kendi başına çözmekte yetersiz kalır. Eğer öğrenci hareketi devrimci bir örgütün inşasıyla ya da güçlendirilmesiyle sonuçlanmazsa, emekçilerin tamamının özgürleşimine katkısında başarısızlığa uğramış olacaktır.

Yavaş yavaş öğrenci hareketinden gelişen öncü kendisini şu ya da bu şekilde modern dünyanın kilit sorunuyla karşı karşıya bulur. Bu sorun tüm beşerî bilimlerin gelişiminde iki yüzyıldan beri büyük ölçüde en ön planda yer almış olan ve çözümü Marksizmde bulunan teori ile pratik arasındaki ilişkiler sorunudur. Burada bu sorunun epistemolojik (yani bilgi teorisiyle ilgili) veçhesini incelemeyeceğiz. Bugün bizi öncelikli olarak ilgilendiren devrimci teori ile devrimci pratik arasındaki ilişkiler olacak.

Öğrenci isyanının ve genelde gençliğin her türlü radikalleşmesinin çağımızın karakteristiği olan psikolojik etmenlerinden biri başta üstyapıdakiler gelmek üzere toplumsal faaliyetlerin çoğuna damgasını vuran ikiyüzlülüğün tartışmasız reddidir. Siyasî güçler, ahlakî değerler, toplumsal kurumlar… Bunların hepsi gizli etmenlerin maskeleri, toplumu gerçekten işler halde tutan hakiki mekanizmaları keşfetmek için öncelikle sökülmesi gereken maskeler olarak belirirler. Büyük ilkelerin gerisinde kişisel bencilliğin taşkınlıklarına ve doymak bilmez kâr tutkusuna; soylu ideallerin gerisinde rüşvete, kariyer yapma arzusuna, iktidara ve ayrıcalıklara doymazlığa rastlanır.

Tüm bu ikiyüzlülüğün temelinde ilkelerle pratik arasında, pratikten kopmuş ilkelerle ilkesiz pratikler ve bunu itiraf etmeye cüret edenler arasında gitgide derinleşen bir uçurum vardır. Programlarla, ilan edilmiş ideallerle, ahlakın temelleriyle gündelik pratiği aşılmaz bir duvar, herkesin gözüne görünür bir duvar ayırıyor gibidir. Rüşvet köklerini hiç kuşku yok burjuva toplumunun bizatihi doğasından alır ve gerek geleneksel işçi hareketini gerekse de sosyalist denilen ülkelerde iktidarda olan bürokrasilerin pratiklerini derinden etkilemiştir.

Gençlerin bu ikiyüzlülüğe isyanı tamamıyla sağlıklı ve övgüye değerdir. Sömürüsüz ve baskısız bir topluma doğru yürüyüşte tersine çevrilmez yeni bir atılımın mümkünlüğünü yaratır. Bu isyan övgüye değer olmakta aşağı kalmayan, toplumsal pratiği, özellikle de siyasî pratiği ideallerle uyuşturma iradesiyle sonuçlanır. Buna karşın, eğer bu isyan devrimci pratikle teori arasındaki, bu iki etkinliğin tüm karmaşık diyalektiğini kapsayan birlik üzerinde kurulmamışsa verimsizleşme tehlikesini taşır.

Toplumun sosyalist dönüşümünün insanlığın bugüne dek tasarlamış olduğu en bilinçli girişimi oluşturduğunu söylemiştik. Başarı şansına sahip olabilmesi için bu girişim toplumsal faaliyetin tüm kesimlerinin bütünsel bir kavranışından, diğer bir deyişle beşeri bilimlerin sonuçlarının bir bütünleştirilmesinden yola çıkmalıdır. Marksizm bugüne dek bu bütünleştirmeyi başarabilmiş yegâne akımdır. Hem zaten bu bütünleştirmenin de bizatihi doğası gereği kesin olarak elde edilmiş bir sonuç sayılması mümkün değildir. Tersine bu bütünleştirme bir yeniden sorgulama ve sürekli bir zenginleştirme gerektirir.

Çağdaş toplumun bu bütünsel perspektifinden, onu çürüten çelişkilerinden ve onun dönüşümünün itici güçlerinden yola çıkmayan bir devrimci pratik ampirizme, dogmatizme ve kısır eylemciliğe sürüklenme tehlikesi taşır. Bunun mebzul miktarda örneği bulunmaktadır. Ayrıca, devrimci teorinin bir özümsenmesiyle yönlendirilip uygulanmayan her devrimci pratiğin kaçınılmaz biçimde, umutsuzca başkaldırmaya çalıştığı burjuva ideolojilerinin önyargılarına tutsak düştüğü apaçık ortadadır.

1968’de yoldaşlarım ve ben Batı Almanya’daki ve ABD’deki öğrenci hareketleri içerisinde, bu ülkelerin işçi sınıfının neokapitalist toplumla kesin olarak bütünleşmiş olduğunu, başkaldırmaktan aciz olduğunu ve bu nedenle de artık devrimci dönüşümün temel gücü olamayacağını söyleyen herkese karşı sert bir siyasî mücadele vermek zorunda kaldık.

Bu fikirleri savunan devrimciler gerçekten samimiydiler ve iyi niyetle hareket ediyorlardı. Ne var ki aslında neokapitalist burjuvazinin tipik bir ideolojisinin tutsağı olduklarının farkına varmıyorlardı. Söz konusu ideolojiye göre neokapitalizm güya tüm iktisadî çelişkilerini aşmayı başarmıştı ve emekçilere durmaksızın yükselen bir yaşam düzeyi garanti etme ve böylelikle her türlü sınıf bilincini kesin olarak bastırma yeteneğindeydi.

Neokapitalist dinamiği belirleyen iktisadî ve toplumsal yasaların bütünsel bir görüşü bu toplumun çelişkilerinin en zengin emperyalist ülkelerde dahi derinleşeceğini öngörmeye imkân tanımaktaydı. Emekçilerin bu ülkelerde dahi emeğin yoğunlaştırılmasına, iş akışlarının hızlandırılmasına, grev özgürlüğünün sınırlandırılmasına, üretici ve tüketici olarak artan yabancılaşmalarına karşı, tüm bunlar kapitalizmin işleyişinin kaçınılmaz sonucu olduğundan, başkaldıracaklarını öngörmek mümkündü. Dolayısıyla, yeni bir işçi mücadeleleri dalgasının ve hatta patlayıcı işçi mücadelelerinin bu ülkelerde de vuku bulacağını öngörmek olanaklıydı.

Kapitalist toplumun bütünsel bir görüşü olmadığında, diğer bir deyişle devrimci Marksizmin bir özümsenmesi olmadığında, toplumsal güçlerin somut analizi hatalı hale gelmekte ve bu güçlerin gelecekteki davranışlarına ilişkin kendisi de hatalı bir görüşe ve yanlış bir siyasî yönelime yol açmaktaydı.

Diğer taraftan, devrimci pratik olmadan devrimci teori de aynı ölçüde verimsiz kalmaya mahkûmdur. Çok sayıda ülkede güçlü kitle hareketleri ortaya çıkıp gelişirken ve başka ülkelerde yadsınması mümkün olmayan bir devrimci potansiyele sahip önemli işçi mücadeleleri vuku bulurken, kimilerinin yaptıkları gibi, önce uzun bir süre boyunca teorik analizi derinleştirmek gerektiğini söylemek, kendini şu ya da bu şekilde bu potansiyelin muzaffer bir sosyalist devrimle sonuçlanmasını engellemek için çalışan kim varsa onun suç ortağı haline getirmektir. Daha da beteri, “saf teorinin” fildişi kulesine çekilmek bu teoriyi her defasında daha da az devrimci olmaya mahkûm etmek anlamına gelir. Zira daimi bir pratik doğrulamanın dolayımı olmadığında teori gerçeklikle ilişkisini yitirme tehlikesi taşır. Soyutlamalar öznel, keyfî ve nesnel gerçeklikten gitgide uzaklaşmış hale, kısaca yanlış hale gelebilir. Toplumsal gerçekliğin bütünsel görüşü devrimci pratik boyutunu kapsar ve bu boyut dışarıda bırakıldığında teorik analiz bütünsel olmaktan çıkıp kısmî hale gelir. Kısaca teori olmaktan çıkıp ideoloji haline gelir.

Buna karşın, devrimci teoriyle devrimci pratiğin birliği bireysel olarak gerçekleştirilemez. Ne kadar deha sahibi olursa olsun hiç kimsenin Marksist yöntemin yardımıyla beşeri bilimlerin tüm verilerini özümsemesi, yüzü aşkın farklı ülkedeki sınıflar mücadelesinin gerçekliğini takip etmesi ve kavrayışlarını pratiğin en yüce sınavına tabi tutmak için mücadeleye şahsen katılması mümkün değildir. Bu birliğe ulaşmaya imkân tanıyan pratikleri, deneyimleri ve gerekli bilgileri bütünleştirmeye yalnızca devrimci örgüt muktedirdir.

Radikalleşmiş gençlik hareketi günümüzde gerçeklikle ilan edilmiş idealler arasında mevcut radikal kopuşu ifşa ederek, evrensel sömürü ve baskının maskesinden başka bir şey olmayan evrensel ikiyüzlülüğe isyan ederek henüz teori ile pratik arasındaki bu sentezi düşlemekten başka bir şey yapmamaktadır. Teorinin zorunlu kıldığı bu sentezin gerçekleştirilmesi ancak devrimci pratik içinde, toplumun devrimci dönüşümü içinde yapılabilir.

Öğrenci hareketinin toplumsal krizde açınlayıcı ve ateşleyici bir rol oynama yeteneği burjuva üniversitesinin kriziyle kapitalist üretim ilişkilerinin krizi arasındaki benzeşmeye sıkı sıkıya bağlıdır. Günümüzde emperyalist ülke toplumlarını bölen bütün büyük çatışmaların temelinde kapitalist üretim ilişkilerinin krizi vardır. Bu krizin başlıca özellikleri şunlardır: meta ekonomisinin krizi, özel mülkiyetin ve kârın krizi, işletmelerin bünyesinde otoriter ve hiyerarşikleşmiş yapıların krizi, toplumsal işbölümünün krizi, aslında küçük parçalara dilimlenmiş ve yabancılaşmış emeğin krizi.

Bu genelleşmiş krize devrimci sosyalist çözüm üretim ve mübadele araçlarının kolektif kamulaştırılmasına, bunların ortaklaşmış üreticiler tarafından yönetilmesine, emekçilerin demokratik biçimde merkezileştirilmiş özyönetimine yönelir. Bu çözüm aynı şekilde maddi kaynakların kullanımında önceliklerin bilinçli olarak seçimine, üreticilerin kendi işlerini yönetmek için boş zamana sahip olmalarını sağlamak amacıyla profesyonel işgününün kökten biçimde kısaltılmasına, meta ve para ekonomisinin ve toplumsal işbölümünün tedricen ortadan kalkmasına yönelir.

Buna karşın, bu krizin her veçhesini ve bu krize tekabül etmesi gereken çözümün her veçhesini inceleyecek olursak, bu çözümün insanın toplumsal hayatının, günümüzde ekonomik gelişim tarafından sert biçimde birbirinden ayrılmış olan ve acilen birleştirilme ihtiyacı içinde olan çeşitli yönlerinin tedricen yeniden bir araya getirilmesinden, birleştirilmesinden ibaret olduğunu fark ederiz. Böylece, teoriyle pratiğin yeniden birleştirilmesinin nesnel olarak toplumsallaşmış emekle bilinçli planlamanın yeniden birleştirilmesinde, teknikle sosyal bilimlerin, teknolojinin tabi olmak zorunda olduğu toplumsal hedeflerin başatlığını dikte eden birleşmesinde, toplumsal pratikle her bireyin özlemleri ve yeteneklerinin gerçekleşmesinin birleşmesinde yer aldığını keşfederiz. Komünist Manifesto’nun ünlü ifadesi, genelleşebilmek için bir kitle üniversite öğretimine ihtiyaç duyan otomasyonun çağında tüm anlamına kavuşmuştur: her bir kişinin gelişmesi herkesin gelişmesinin koşulu haline gelir. Nihayet, bu yeniden birleşme öğretimin ve işin insan yaşamı boyunca birleşmesinin zorunluluğunda bulunur. Bu, yüksek üniversite öğretiminin evrensel uzatılması, katı biçimde dört ya da beş yılla sınırlanmış bir etkinliğin fasılalı tarzda tüm yaşam boyunca uzayan bir etkinliğe dönüştürülmesi anlamına gelir.

Radikalleşmiş gençliğin ikiyüzlülüğe ve kinizme karşı giriştiği mücadelede her ne kadar kısmî olsa da, insanlığın varlığını sürdürmesi açısından en tehlikeli çelişkilerin, kapitalizmin ürünü olan çelişkilerin aşılması bakımından kesinlikle temele ve öze değgin gereksinimlerin yansıması vardır. Devrimci teori ile devrimci pratiğin birliği için mücadele insanların gündelik hayatlarında teoriyle pratiğin yeniden birleşmesi için, entelektüel emekle kol emeğinin yeniden birleşmesi için, yabancılaşmış ve yabancılaştırıcı emeğin ortadan kalkıp, tüm insanların evrensel insanî bir pratiğinin bunun yerini alması için mücadelenin bir hazırlık aşamasından başka bir şey değildir.

Öğrenci hareketinin kökenlerinde ve dinamiğinde, emekçi kitlelerin özgürleşimi için mücadeleyi başlatan nedenlerle özdeş değilse bile benzer nedenler bularak, öğrenci hareketinin öncüsünün ilkesiz oportünizm içinde ve geleneksel işçi örgütlerinin bozguncu reformizmi içinde uzun zaman takılı kalan işçi hareketinin ve antiemperyalist hareketin yeni bir yükselişini otomatik biçimde garanti etmesi gerektiğini söylemiyoruz. Öğrenci hareketinin böylesi işlevleri gerçekleştirmesinin mümkünlüğünü tasarlamaktan başka bir şey yapmıyoruz. Gerisi devrimci pratiğe yani doğru devrimci bir teorinin özümsenmesine ye da daha çok geliştirilmesine bağlıdır.

Geleneksel işçi ve antiemperyalist hareketinin başarısızlığı toplumsal olarak bürokratikleşme – bu örgütlerin yönetiminin örgütlerin savunulmasını kendi çıkar ve ayrıcalıklarının savunulmasıyla özdeşleştiren ayrıcalıklı tabakalar tarafından gasp edilmesi – kategorisiyle sınırlanabilir. İdeolojik bakımdan nihaî hedefin gerçekleştirilmesini kısmî kazanımların savunulmasına tabi kılan kısmî kazanımların savunulmasının diyalektiğiyle karşı karşıyayız. Sosyolojik açıklama ideolojik eleştiriyle örtüşmektedir. Meta üretiminin tahakkümünde kalmaya devam eden bir dünyada, toplumsal yaşamın tikel bir işlevini cisimleştiren her kurum özerkleşme ve daha genel bir hedefe ulaşmak için ikincil bir araç olduğunun bilincine varacağına kendisini bizatihi bir hedef olarak tasavvur etme eğilimindedir. Bürokratikleşmiş kitle örgütlerini ve aynı şekilde dünya devriminin kısmî zaferlerinden doğan devletlere de damgasını vuran işte bu yazgı olmuştur.

Siyasî pratiğin, açık ifadesi sosyal-demokrat, Stalinci ve yarı-sömürge ülkelerde ulusalcı-küçük-burjuva reformizm olan bu parsellenmesinden kaçınmak için her şeyden önce genel hedefe doğru yönelimi muhafaza etmek gerekir. Anlık ve kısmî hedefler aynı ölçüde önemli olsa da insanlığın özgürleşimi sürekli devrim sürecinin dünya ölçeğinde amacına ulaşmasını gerektirir. Tüm kısmî kazanımlardan, gericilik cenahından gelen tüm karşı-devrimci kalkışmaların geri çekilmesinden şimdiye dek elde edilenlerin savunulması ne kadar önem taşırsa taşısın, gözleri ulaşılacak ufka dikmek, her geçiş aşamasını, her kısmî tatmini, her eksik zaferi aşmak ve rotayı nihaî hedefe doğru çevrili tutmak gerekir.

Burada devrimci teori kesinlikle temel önemdedir zira proletaryanın özgürleşim hareketlerine özgü tavizsiz eleştirel ve öz-eleştirel işleve imkân tanıyan devrimci teoridir. Devrimci teori olmadığında nihaî hedefin gerçekleştirilmesi hep erişilmez bir geleceğe ertelenir.

Gelgelelim, ufka dikilmiş bir bakış aşılması gereken engellere dair berrak bir bilinçle atbaşı gitmediği takdirde boş bir bakışa dönüşebilir. Tıpkı oportünizm gibi dogmatizm de engellere takılıp kalmaya mahkûmdur. Dolayısıyla, günlük pratik içinde Marksizm denilen devrimin bu bilimini kavramak gerekir. Bu bilim olmaksızın devrimci teoriyle pratiğin birliği oluş halinde bir gerçeklik değil, olsa olsa fata morgana [ufukta bir serap] olur.

Öğrenci hareketinin öncüsü kendi kaçınılmaz sınırlarını aşamak için bilinçli bir çaba harcadığı takdirde, yeni devrimci örgütlerin inşasında ve güçlendirilmesinde bir role sahip olabilecektir. Entelektüelin ve öğrencinin kapitalist toplum içindeki özgül yerini anlamak, her türlü emeğin sermaye tarafından proleterleştirilmesini anlamak, kapitalizmle emperyalizmin ve bunlarla savaşan özgürleşim hareketlerinin doğasını anlamak, çağdaş devrimlerin diyalektiğini ve bunların içinde öznel etmenin oynadığı temel rolü kavramak, bireysel kariyer arayışını bu geniş özgürleşim hareketine yapılabilecek katkıya tabi kılmak, kendini evrensel bir devrimci pratikten kalkınarak işleyen devrimci proleter örgütlerin inşasına adamak… Bu açıklığa kavuşturma sürecinin aşamaları işte bunlardır. Amacı tüm sömürülenlerin kurtuluşu olan öncü bir devrimci örgüt inşa etmek hiçbir şekilde öğrenci kitlelerinin öz-örgütlenmesine, öz-eğitimine yardımcı olma kısmî görevini bir kenara bırakma anlamına gelmez. Bu sadece bu kısmî görevi daha genel bir perspektife oturtma anlamına gelir.

Zamanımızın erkeklerine ve kadınlarına, hayatlarını kendi halklarının ve tüm halkların kurtuluşuna adamaktan daha fazla tatmin sağlayabilecek bir faaliyet mevcut değildir. Çağımızda, sömürüsüz, baskısız, ne savaşa ne de şiddete yer olan bir dünya, herkes için bir bolluk ve refah dünyası, insanlığın tarih-öncesine son verecek ve insanlığın bütün muhteşem ortaklaşa gücünü ilk kez ortaya çıkartacak bir dünya: sınıfsız toplumun dünyasını, sosyalizmin dünyasını kurmaktan daha coşku verici bir görev yoktur.

Türkçesi: Osman S. Binatlı

Lenin ve Devrimci Parti (2) – Ernest Mandel

IV

İşçi sınıfının devrimci teorisyeni ve politikacısı olarak Lenin’in prestiji toplumdaki, devletteki ve partideki bürokratikleşme sürecinin çabuk farkına varması ve beraberinde ona müdahalesindeki umutsuzluk ile daha da arttı. Hem Lenin hem de Troçki’nin mistik iktidar düşkünü portreleri bertaraf edilmelidir[1]. Lenin’in benzersiz bir enerji yoğunluğuna, etkileyici bir kararlılığa ve bu kararlılığı destekleyen yüksek bir özgüvene sahip olduğu doğrudur. Bu karakterdeki bir insanın “Ben Rus işçi sınıfının önünde suçluyum” sözünü kullanması dramatik ve olağandışı bir kendi kendini analiz ile öz eleştiri çabasını gösterir[2].

Gerçekte Lenin’in yaşamının son iki yılı büyüyen bir umutsuzluğu yansıtır. Lenin, Rusya’daki ve Rusya Komünist Partisi’ndeki bürokratik yozlaşmanın bilincindeydi ancak bu mücadelede büyüyen bir yalnızlık duygusuna kapılıyor ya da çürümeyi durduramayacağı düşüncesi kafasına takılıyordu. Lenin’in son mücadelesi[3] üzerine ünlü kitabın yazarı Moshe Lewin’in dikkatimizi çekmesi gerektiği gibi, bu aslında Lenin’in, Stalin’in Gürcü azınlığa karşı kaba taktiklerine karşı mücadele verdiği Gürcü sorunu ile sınırlı değildi[4]. Lenin’in 1922 ve 23’teki konuşmaları artan bir oranda bürokratikleşmenin teşhiri ile doludur. Bu mücadeleyi inceleyen ve mücadelenin başarılı aşamalarını birleştiren böyle bir kitap uzun zamandır beklenmektedir.

Bu mücadele boyunca Lenin parti aygıtının kendisinin de bir bürokratik yozlaşma geçirmekte olduğu sonucuna vardı. Buna tek çözüm yolu olarak doğrudan üreticilerin – fabrika işçileri kadroları ve köy emekçileri kadroları – merkezi işçi önderliği ve Bolşevik parti önderliğinde daha fazla sayıda katılımlarının sağlanmasını gördü[5]. Burada, her şeye rağmen o dönemde parti aygıtının parti içi demokrasiyi boğma ve Bolşevik işçilerin görüşlerini ifade etmelerini önleme kapasitesinin Lenin’in tekliflerinin pratikte uygulanabilirliği üzerine ciddi bir şüphe düşürdüğünü eklememiz gerekir[6].

1922-23 yılları arasında işçilerin depolitizasyon ve durgunluk seviyeleri büyük oranda artmıştı. Lenin’in bilinçli kavrayışı ve parti çoğunluğunu saptıkları yanlış yoldan geri döndürme kapasitesi arasındaki anahtar bağ, aktif bir öncü işçi kitlesinin var olduğu ve kendisinin parti içinde yalnız olmadığı Nisan 1917’de ve 1918 Brest-Litovsk anlaşması sırasında mevcuttu. Fakat böyle bir bağ 1922-23’te artık mevcut değildi. Temelde, Lenin’in 1922-23’te ve Troçki’nin 1923’te bürokratikleşmiş parti önderliğine karşı yürüttükleri mücadelelerinde başarısızlığa uğramalarının nedeni buydu. Bu nedenle Stalin; Zinoviev, Kamenev ve Buharin’in de yardımıyla – öyle bir yardım aslında bir intihardan başka bir şey değildi – parti aygıtını kullanarak sağladığı parti üzerindeki kontrolünü pekiştirebildi. Böylece Stalin, Bolşevik Partisini yok edecek olan kanlı diktatörlüğüne giden yolda yürümeye başlayabildi[7].

Bu gelişmelerin ışığında, yeni kuşaklardan oluşan Sovyet kamuoyunda gelişen Lenin’in Bolşevik önderliğe karşı bilinçli olarak bir darbeye giriştiği tezi -bu tez her şeyden önce Jacques Sadoul’un Lenin ile ilişkilendirdiği bir cümleye dayanır- ciddi olarak savunulamaz hale gelir[8].

Bu süreci tersine çevirmede kritik dönem 1920-21 yılları idi. Bu amaca ulaşmada izlenecek hayati yol ise Sovyetlerde ve parti içinde demokrasinin sınırlanması değil aksine genişletilmesiydi. Lenin’in bu konuda özeleştiri yapmaya zamanı olmadı ancak Troçki ve Buharin’in vardı. Onlar da bunu yaptılar.

Gerçekten, güçlü bir parti aygıtının ortaya çıkması ile 1922-23’te Lenin onun bir tutsağı haline geldi. Neil Harding’in de anlattığı gibi, “artık parti aygıtı onu kontrol altında tutuyordu. Ona rejimini dikte ediyor, kitap ve dergilerin ona ulaştırılmasını engelliyordu [hatta parti dökümanlarına -E.M.]. Lenin kendi oluşturduğu ağın içinde tuzağa düşmüştü[9].”

V

Lenin hayatının en önemli politik kavgasında parti ve devletteki bürokratik yozlaşmayla mücadelede en etkili olacak yolu seçerken tereddüt etti. Alt tabakadaki parti üyelerine (Bolşevik İşçiler) Stalin’in aygıtına karşı yapılacak çağrılar, ne dereceye kadar parti önderliğine izlediği yanlış yoldan geri dönmesi için yapılacak çağrılarla birleştirilmeliydi? Bu çağrılar parti dışındaki işçilere bu mücadeleye katılmaları yolunda yapılacak ihtiyatlı çağrılarla hangi boyutta birleştirilmeliydi? Rusya Komünist Partisi içerisindeki bütün başarılı muhalefet hareketleri -Demokratik Merkezciler 1919, Troçkist Sol Muhalefet 1923, Birleşik Muhalefet 1926-27, Buharin-Rıkov Grubu 1927-30, Sol Muhalefet 1927- bu sorunla yüzyüze gelmişlerdi[10].

Bu problemi Lenin için -daha sonra Buharin için olacağı gibi- tam bir ikileme çeviren; parti diktatörlüğünün, işçi sınıfının uzun dönemdeki iddia edilen yapısal yetersizliğinin analizi yoluyla sosyolojik olarak meşrulaştırılmasıydı. 1920-21 yıllarındaki yazılarında beliren bu formülasyonlar onun bundan önceki düşünceleriyle çelişiyordu -sadece 1917-20 aralığındakilerle değil aynı zamanda 1905-1908 ve hatta daha erken dönemdekilerle bile.

“Proletarya Diktatörlüğü sınıfın tamamını kapsayan bir organizasyon aracılığıyla uygulanamaz, çünkü proletarya bütün kapitalist ülkelerde hâlâ öylesine bölünmüş ve yozlaşmıştır ki bütün proletaryayı içine alan bir organizasyon proletarya diktatörlüğünü doğrudan uygulayamaz. Diktatörlük sadece sınıfın devrimci enerjisine sahip bir öncü tarafından uygulanabilir. Bütün, tıpkı bir dişli çark düzeneği gibidir, öncüden sınıfın ileri kesimlerine ve ondan da diğer çalışan kesimlere uzanan aktarma kayışı olmadan çalışmaz.[11]

Bu saptamalar, konjonktürel analizlerin yapısal analizlerle ciddi olarak -teorik olarak doğrulanmadan- iç içe geçtiğini gösterir. Bu saptamalara Lenin’in 1921’den sonraki yazılarında ve konuşmalarında rastlanmaz ancak zihninden tam olarak uzaklaşmış oldukları da söylenemez. Bu teorik çelişki çözümlenmeden Gordion’un düğümünün kesilebilmesi mümkün değildi.

Köküne inildiğinde sorun aslında çok basitti. Rusya işçi sınıfının sınıf dışına düşmesinin (déclassé) ortaya çıkardığı özellikler o dönem Rusya’daki üretici güçlerdeki istisnai düşüşün bir sonucu muydu? – böyle bir durumda, meydana gelecek iyileşmelerle beraber bu durumun istikrarlı bir şekilde düzelmesi gerekirdi- Ya da bu özellikler proletaryanın -”norma1” kapitalizm koşulları altında bile sahip olduğu- geçmişteki burjuva toplumunun proletaryanın devrim sonrası politik davranışları üzerindeki öznel ve nesnel etkisi sonucu ortaya çıkan kalıcı özellikler miydi? İkinci önermenin kabulü aynı zamanda proletaryanın -en azından kısa vadede- kendi diktatörlüğünü hiçbir yerde ve hiçbir zaman uygulayamayacağının da kabulü anlamına gelir. Bu durumda diktatörlük sadece parti tarafından uygulanabilir.

Sorunu cesurca ve gerektiği gibi ortaya koyması ve bir çözüme doğru ilerlemesi, dürüst ve derinliğe sahip bir teorisyen olarak Lenin’in karakteristik özelliklerinden biriydi. Stalin, MaoZe Dung ve onların ardılları bunu yapacak cesarete ve dürüstlüğe hiçbir zaman sahip olmadılar. Ancak Lenin 1920-21’deki hatalı formülasyonundan 1922-23’de uzaklaşsa da hiçbir zaman ona karşı açık ve kesin bir karşı pozisyon almadı.

1923 yılıyla beraber Troçki ve Sol Muhalefet böyle bir karşı pozisyon aldılar. Onlar, Stalin’in izlediği yola karşı yürüttükleri amansız mücadelede -Sovyet Rusya’da ve Komintern içinde- Rusya’daki ve dünyanın diğer coğrafyalarındaki işçi sınıflarının devrimci potansiyeline karşı her zaman sarsılmaz bir inanç taşıdılar.

Bu söz konusu devrimci potansiyel şüphesiz kendini her zaman, her yerde, her gün, her ay ve her tartışmada göstermiyordu. Yükseliş ve düşüş dönemlerinden, savunmada kalmanın ve devrimci yükselişin yaşandığı dönemlerden geçiyordu. Fakat bu yükseliş belirginleştiğinde bir devrimcinin görevi, sürecin olgunlaşmasına katkıda bulunmak, çabalarını devrimci bir zafer için en uygun koşulların oluşturulmasına yoğunlaştırmaktır. Rus parti politikaları göz önüne alındığında bu koşullar, politik ve kültürel koşullar kadar ekonomik ve sosyal koşulları da kapsar. Troçki’nin ve Sol Muhalefet’in bugün IV. Enternasyonal tarafından da tamamen paylaşılan tavrının bu açıdan Marks ve Engels’in bu sorun karşısında takındıkları tavırlarla aynı olduğunu söylemek gereksizdir.

Marks ve Engels’in kapitalizm üzerine özgün düşüncelerinden biri de kapitalizmin bütün olumsuz etkilerine rağmen işçi sınıfında ahlaki değerleri de içeren ve kendisine yeni bir toplumun inşasında diğer sınıflarla karşılaştırıldığında benzersiz bir üstünlük veren potansiyel bir ekonomik ve politik güç ile mantalite geliştirdiğidir. “Devlet ve Devrim”in Lenini gibi Sol Muhalefet’in oluşturduğu platform da Marksizmin bu vazgeçilmez parçasının saf bir ürünü ve uygulamasıydı.

Lenin’in bu sorun üzerindeki 1921-22’deki yalpalamalarının nesnel bir sebebi vardı. Rus işçi sınıfı yeniden güçleniyordu, ancak bu güçlenme hangi boyutlarda hızlı bir militanlaşmaya dönüşebilirdi. Uluslararası kapitalizmin geçici konsolidasyonunda bir dönüm noktası yaşanıyordu ancak bu ne dereceye kadar kısa vadede devrimci fırsatlara götürecekti.

Lenin ikinci defa hastalanmayıp Rusya ve Almanya’daki trajik gelişmeleri izleyebilseydi muhtemelen Troçki’nin o yıl içinde ulaştığı sonuçlara ya da aynı olmasa da benzer sonuçlara ulaşırdı. Fakat bir teorisyen olduğu kadar pratik bir politikacı olarak da Lenin problemlere şu açıdan yaklaşıyordu: “Bu durum karşısında şimdi ne yapmalı? Bir sonraki atılacak adım nedir?” 1923’deki durumda bu bakış açısı onun cevabını şekilsizleştirmişti.

Bürokrasi kesinlikle zayıflatılmalıydı. Parti aygıtı zaten her hücresiyle bürokratize olduğundan bürokrasinin toplum üzerindeki etkisini kırmada kullanılamazdı, o da buna istekli değildi. İşçi sınıfı kısmi olarak da olsa demoralize olmuş ve déclassé bir halde bulunduğundan yeni bir yol için acil bir mücadeleye girmeye hazır değildi. Bolşevik işçiler de kısmen bu depolitizasyon ve demoralizasyon sürecine girmişlerdi ve durumu düzeltebilecek durumda değildiler (en azından kısa vadede). Böylece Lenin çaresizlik içinde hızlı bir tarihsel değişimin yegâne aracı olarak parti önderliğine yöneldi.

Fakat parti önderliği de her biri kendine özgü erdem ve zayıflıklara sahip bireylerden oluşuyordu. Lenin “Vasiyet”inde durumu sosyolojik olarak ortaya koyarken, kişisel değerlendirmeler ve kişisel bir öneri ile bitiriyordu: “Stalin’i genel sekreterlikten uzaklaştırmak.”

Lenin’in probleme yaklaşma biçiminde bir yanlışlık yoktu elbette. Bu yaklaşım hali hazırda ilerleyen bürokratikleşme sürecinin önemli bir özelliğiyle ilgileniyordu: Stalin’in parti aygıtı üzerindeki neredeyse sınırsız kontrolü ve bunun doğurduğu sonuçlar. Fakat bu öneri yetersiz olduğu kadar mantıksal olarak da belirsizdir.

Stalin’in parti üzerinde böyle bir kontrole sahip olduğu kabul edildiğinde birkaç düzine insan arasında yapılacak bir oylama bu gücü nasıl kırabilirdi? Bu sonuca ulaşabilmek için çok daha geniş ölçekteki güçlerin harekete geçirilmesi gerekmez miydi? Ayrıca böyle bir mantıksal çizgiye saplanma nedeniyle çok yanlış bir sonuca ulaşmak da mümkündür: eğer her şeyin parti önderliğinin etrafında döndüğü bir defa kabul edilirse bu kez bu önderliğin birliğinin sağlanması Sovyet iktidarının muhafazasında anahtar bir konuma gelir.

Lenin kendi konumundaki açık çelişkilerin farkında değildi. Vasiyet açıkça, yaklaşan XII. Kongre’ye ve partinin bütününe hitaben yazılmış bir mektuptu. Bu anlamda da mektup açıkça olmasa da Stalin karşıtı delegelere ve kararsızlık içindeki Politbüro’ya yapılmış bir çağrıydı. Lenin birkaç yüz işçi ve üretici köylünün Merkez Komite’ye entegrasyonunu teklif ettiğinde gerçekte yine merkezi parti önderliğinin dışındaki güçlere sesleniyordu.

Fakat yaklaşan Termidorla mücadelede partinin birliği sorununu en önemli kısa vadeli hedef olarak ortaya atarak eski Bolşeviklerin Stalin’den önce teslim olmalarının kavramsal temelini hazırlamış oldu.

Bu, her şeyden önce Lenin’in partisi ve hizbinin 1921 öncesindeki gerçek gelenekleriyle çelişiyordu. Bolşeviklerin önde gelen liderleri; tıpkı Lenin’in Nisan 1917’de yaptığı gibi; önderliğin yanlış olduğunu düşündükleri kararlarına karşı sık sık parti üyelerine çağrıda bulunmuşlardı. Parti önderleri teorik düşüncelerini açıklamakta – bu düşünceler Lenin ve parti çoğunluğu tarafından paylaşılmasa bile – hiçbir zaman tereddüt etmediler. Birçok kez, tamamen yanlış olduklarını düşündükleri çoğunluğun politik duruşuna karşı işçi sınıfına çağrılarda bulundular.

Lenin onları bu eylemlerinden dolayı birçok kez eleştirdi[12]. Fakat bu, hiçbir zaman parti içi baskıya ya da onları diğer Bolşeviklerin yardımıyla engellemeye kadar varmadı. Bu tavrın benzeri, Troçki Bolşeviklere katılma eğilimine girdikten sonra Lenin’in ona karşı olan tutumunda daha da fazla fark ediliyordu. Lenin 1923 başlarındaki Gürcü sorunu üzerinde Troçki’nin mücadelesine, kısa zaman önce aralarında sendikalar sorunu hakkında geçen tartışmaya rağmen destek vermişti.

Böylece, parti önderliği içindeki farklılıkları bastırma eğilimi hem Bolşevik geleneği ile hem de diyalektik mantığın kendisiyle bağdaşmıyordu. Troçki’nin “Yeni Yol”da Lenin’in vurguladıklarıyla tamamen uyumlu olarak belirttiği gibi “Parti Birliği ve Demokratik Merkeziyetçiliğin merkezci yönü son tahlilde parti önderliğinin (çoğunluğunun) doğru siyasal yönelimine tabidir.[13]” Bu önderliğin aldığı kararlar bir kez, proletarya için ölümcül sonuçlar doğurmaya başladığında izlenen yanlış yolu düzeltmek için her anlamda verilmesi gereken mücadeleyi reddetmek arzulanan amaçla çelişir[14]. “Parti birliğine zarar vermeyi reddetme” bir fetişizm haline gelir. Parti, proletaryanın kurtuluşu yolunda bir araç olmaktan çıkar ve amacın kendisi haline gelir.

Devrimci Sosyalistler, Sosyal Demokrasi’nin1914’teki emperyalist savaş öncesi sergiledikleri teslimiyet karşısında parti birliğini sorgulamayı red mi etmeliydiler? Ya da Stalin ve III. Enternasyonal’in 20. yüzyılda uluslararası işçi sınıfının karşı karşıya kaldığı en büyük felaket olan Hitler’in Almanya’da iktidara gelmesine yardımcı olan ultra-sol politikalarına karşı parti birliğini sorgulamayı geri mi çevirmeliydiler? Bu soruların cevabı bellidir.

Son tahlilde Lenin’in içine düştüğü ikilemin çözümü proletaryanın devrimci potansiyeli sorununa dayanır.

Eğer bu potansiyeli – en azından öngörülebilen bir gelecek için[15] – inkâr edersek bu bizi kaçınılmaz olarak sosyalizmin uygulanamaz bir sistem olduğu sonucuna götürür. Parti bürokrasisinin, ayrıcalıklarıyla kirlenmeden kalabileceğine ve onun en sonunda kendi yok oluşuna neden olacak eşitlikçi bir devlet inşasına istekli olduğuna inanmak tarihsel materyalizmin alfabesinin inkârıdır. Bütün kanıtlar bunun tersini işaret etmektedir. Parti aygıtı (parti bürokrasinin yönetimi) uzun vadede, sosyalizmin inşasında proletaryanın öz örgütlenmesinin ve öz eyleminin yerini tutamaz. Eğer öz örgütlenme ve öz eylem gerçekçi olasılıklar değilse o zaman sosyalizm de gerçekçi bir olasılık değildir. 1923-27 arasında Buharin bu düşünceye muhalif tezi şu şekilde formüle etti:

“Bu geçici dönem, işçi sınıfı çeşitli şekillerde yapısını değiştirdiğinde, kendi birikiminden; kültürel, ideolojik, teknik vs değişimler geçiren, bu birikim evreninden faklı bir yaşam biçimi olarak beliren kararlı insanları ön plana çıkardığı, bütün ülkeyi demir yumrukla yönetebilen ve işçi sınıfının çok farklı görevler yüklediği parti kadrolarının ortaya çıktığı dönemdir.[16]

Eğer bir insan proletaryanın militanlığında keskin düşüşler yaşandığı dönemlerde bile bu düşüşün geçici bir fenomen olduğuna inanırsa o zaman öncünün gündeminde karşı devrime karşı savaşın, işçi sınıfının militanlığının yeniden doğuşuna hizmet eden politikalarla birleştirildiği operasyonlar yer alır. Bu durumda da “parti birliği”, “parti önderliğinin birliği” değil, bu yeniden doğuşu mümkün kılacak politikalar için verilecek mücadeleye tabi olur. Troçki bürokratik dejenerasyona karşı savaşında önce Komünist Parti üyelerine, daha sonra da ülke içinde ve dışındaki işçi sınıfına yaptığı çağrılarda haklıydı. Buharin ve Eski Bolşevikler bu kritik adımı atmayarak hata yaptılar ve Sta1in’in terörist diktatörlüğüne giden yolu onun için düzelttiler[17]. Lenin bu mücadelede iki tarafın arasında ortada bir yerde durdu. Ancak biraz daha yaşasaydı hiç kuşkusuz Troçki’nin durduğu yere yönelecekti.

VI

Bu sorunlar, yüzyılımızda sosyalizm içinde ve hatta insanlığın kaderinde çok önemli bir yer işgal etmektedir. Bu rolleri, onları günümüzde devrim ve karşıdevrimin başlamakta olan oyununda en önemli oyuncular haline getirmiştir. “Her ne pahasına olursa olsun parti birliğini koruma” dogması temelde “Parti daima haklıdır” olarak ifade edilen bir başka dogmaya dayanmaktadır. Lenin’in ne düşüncelerinde ne de yazılarında izine rastlanmayan bu dogma şüpheyle de olsa genelde Stalinist partiler tarafından kabul edilmiştir. Bu dogma ilk olarak Tito, Komintern’in emirlerine uymayı reddettiğinde tartışmaya açıldı. Bu, aynı zamanda Tito’nun Yugoslav Komünist Partisi içindeki otoritesinin de tartışmaya açık olduğu anlamına geliyordu.

Mao, Stalinist dogmanın sorgulanmasını, parti azınlığının çoğunluk karşısında haklı olabileceğini belirterek açıkça formüle etti. (Ancak bu “bilgelik” Mao’nun kendisini kazara Komünist Partisi’ndeki azınlık grubunun içinde bulduğu zaman ortaya atılmıştı.) Mao böylece tarihin temel dersinin “İsyanın her zaman doğruluğu kanıtlanır” (buna politik hatalar yapmış olan parti önderliğine karşı olan isyan da dahildir) olduğu sonucuna vardı. Öğrenci gençliğe bürokratikleşmiş parti aygıtı ve önderliğine karşı çağrıda bulundu.

Fakat bu yüce prensip pratikte oldukça sınırlandırılmıştı. “Mao Zedong’un düşüncelerine ve liderliğine karşı olanlar dışında, bütün isyanların doğruları kanıtlanır.” Mao için, Liu Şaoşi ve Deng Xiaoping tarafından yönetilen aygıta karşı ayaklanan gençliğe çağrıda bulunmak devrimci bir tavır, Liu Şaoşi ve Deng Xiaoping tarafından Mao’nun aygıtına karşı işçilere çağrı yapmak ise karşı-devrimci bir tavırdır.

Marksist düşünce tahrif ediliyor. Politik aktörlerin sınıfsal niteliğine artık üretim ilişkileri değil ideolojiler (yanlış sosyal bilinç) karar veriyor. Sınıfın öz eylemi ile proletaryanın partisi önderliği arasındaki gerçek iletişim yerine, büyük oranda bürokratikleşmiş ve ayrıcalıklı ideolojik parti aygıtının proletarya ile beraber tanımlandığını görüyoruz. Var olan proletaryanın proleter karakteri ideolojik nedenlerle inkâr ediliyor. Bu tip bir Marksizm ile fazla uzağa gidilmez. Dünyanın en kalabalık ülkesindeki muzaffer devrimin lideri olarak Mao’nun tartışılmaz tarihsel otoritesine rağmen bu durum Çin’de de uzun sürmedi.

Bu sorun Grenada’da daha küçük ancak daha az trajik olmayan bir boyutta ortaya kondu. New ]ewel Movement içinde Bernard Coard’un liderliğindeki neo-stalinist hizip –Sovyet bürokrasisinin üstü kapalı desteğini de alarak – kitlelerin popüler lideri Maurice Bishop’ı azınlık konumuna düşürerek, ona parti birliğinin sağlanması adına baskı yaptı. Bishop tereddüt etmeden parti üyelerine ve Coard’un aygıtının etrafında toplanmış parti dışındaki kitlelere çağrıda bulundu. Aygıt buna silahlarını kitleler üzerine çevirerek, Bishop’ı öldürerek ve dışarıdan gelebilecek bir karşı devrimci saldırının kolay zaferine zemin hazırlayarak yanıt verdi.

Bishop parti birliğini – parti önderliğinin birliğini değil – devrimin ve kitlelerin çıkarlarına tabii kılarken tamamıyla haklıydı. Politikalarına yapılabilecek tek eleştiri – her ne kadar onun koşulları 1920 başlarındaki Rusya koşullardan farklı olsa da – kitlelerin gücünü zamanında kurumsallaştıramaması ve böylece Coard’ın zaferini kolaylaştırmasıdır[18].

Fidel Castro, parti birliği, parti çoğunluğu hakkındaki düşüncelere prim vermeden Bishop’ı destek1edi. Ancak, Küba’da glasnost problemiyle karşı karşıya geldiğinde Stalinizm, Maoizm ve Grenada trajedilerinden gerekli sonucu çıkaramadı ve birdenbire “ne pahasına olursa olsun partinin birliğinin sağlanması”[19] doğmasına geri döndü. Bu, bizce Küba’daki bürokrasiye karşı savaşta yardımcı olmayacaktır.

Stalinistler, Neo-Stalinistler ve onların ardılları şimdilerde bunca olandan sonra Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin liderlerinin nihayet bürokrasiye karşı daha geniş bir mücadeleye başladıklarını ve bürokrasinin geçmiş suçlarını (özellikle, Stalin ve Brejnev dönemindeki “her ne pahasına olursa olsun Komünist Partisinin birliğinin sağlanması gereği” hakkındaki dogma adına yapılanları) teşhir ettikleri gerçeğini vurguluyorlar. Partinin her zaman haklı olmayacaksa, bu durumda en azından partinin öz eleştiri ve uzun vadede kendi bünyesinde reform yapma kapasitesini göstermesi gerekirdi.

Bu argümanın tutarsızlığı açıktır. Birincisi, parti önderliği yaşanan felaketlerden sorumludur. Yarım yüzyıldan daha uzun bir süre boyunca korkunç suçlar işlemiştir. Ve bugün gerçeği itiraf edenler ve bu gerçeğin 50, 40, 30 yıl önce farkına varanları yargılayanların sadece parti birliği düşüncesinden dolayı, yaşanan felaketleri önlemek adına hiçbir şey yapmamaları mı gerekiyordu?

Bugün, SSCB’de her şey tersine döndü. Tartışmaların 1920’lerde ortaya çıkan sorunlara kadar – Lenin’in 1922’de ortaya koyduklarından başlamak üzere – uzanmasına tanık olmak Demokratik Merkeziyetçiler, İşçi Muhalefeti ve daha sonra Troçki ve Sol Muhalefet tarafından ortaya atılan konuları kapsamasa da heyecan verici. Bu zengin tartışmada ve özellikle tartışmanın henüz başında aynı çelişkiler aynı acı değerlendirmelere götürüyor[20].

Devrimci Marksistlerin bu tartışmanın sonuçlarından revizyonist fikirlerin ve baskıların geçici ağırlığı ne kadar çok olursa olsun çekinecek hiçbir şeyi yoktur. İşçi sınıfının gücü – Sovyet işçi sınıfından başlamak üzere – bugün 1920’lerin sonlarındaki ile karşılaştırılamayacak kadar büyüktür. Materyalistler olarak biliyoruz ki bu tartışmaların sonuçlarına karar verirken bu güç arka planda kalan bir faktör olmayacaktır. Büyük Rosa Luxemburg’un ünlü bir sözünü başka bir şekilde kullanmak gerekirse; bu anlamda gelecek her yerde Lenin ve Troçki ile birlikte olacaktır.


[1] Troçki’nin “Hayatım” adlı kitabının (Yazın Yay.) sonuna benzer (s. 582): “Mevcut durum ve akli denge arasında bir bağlantı kurma yönündeki filisten çabalar karşısında sadece şaşkınlığımı ifade edebilirim. Böyle bir bağlantıdan haberim yok ve böyle bir bağlantıya sahip olmadım. Hapishanedeyken elimde bir kalem ya da kitapla devrim sırasındaki kitle toplantılarında olduğu gibi bir tatmin duygusuna sahiptim. Güç mekaniği sihirli bir tatminden çok ortadan kalkmayan bir yük olarak algıladım.”

[2] V.I. Lenin, “Ulusal Sorun ya da Otonomi”, Tüm Eserleri (Moskova: Progress Publishers, 1971), 36. cilt, s. 605. İngilizce çevirisi daha yumuşaktır: “Rusya işçi sınıfı önünde ihmalkârım…”

[3] Moshe Lewin, Lenin’in Son Mücadelesi, Yücel Yay.

[4] Yakın zamanlarda V.V. Shuravlyov ve A.P. Nemarokov tarafından yapılmış, 12 Ağustos 1988’te Pravda’da yayınlanmış bir çalışma. Bu soruna Lenin’in müdahalesi hakkında önemli yeni bilgiler ekliyor ve Troçki’nin rolünü şimdiye kadar olduğundan daha olumlu bir şekilde ortaya koyuyor.

[5] Bakınız, “Kongreye Mektuplar”, V.I. Lenin, Tüm Eserleri, cilt 36, s. 605-606, 609-610.

[6] Bin tehditle bağlı olduğu yaşanan realiteyi kavrayan parti yaşayan bağımsız kollektivite haline gelmeyi hatırı sayılır boyutta engelliyor. Bunun yerine partinin giderek artan bir şekilde ve şimdilerde pek az gizlenebilen bir şekilde sekretaryal hiyerarşi ve sessiz halk, yukarıdaki profesyonel parti memurları ve genel hayata dahil olamayan partili yığınları arasında bölündüğünü gözlüyoruz. Bu, her parti mensubunun bildiği bir gerçektir. Merkez komitenin ya da taşra komitelerinin aldığı kararlardan memnun olmayan, kafalarında bir şekilde şüphe kalmış, partideki birtakım düzensizliklerin, hataların farkına varan parti üyeleri bunlardan bahsetmeye parti toplantılarında hatta karşılıklı konuşmalarda bile konuştukları kişi tamamen güvenilir olmadıkça cesaret edemiyorlar. Parti içi serbest tartışma ortamı pratikte ortadan kalkmış ve parti kamuoyu sindirilmiş durumda. Bugünlerde Rusya Komünist Partisi merkez komitesinin ve taşra komitelerinin üyeleri parti ve partili yığınlar tarafından seçilmiyor. Tam tersine sekretaryal hiyerarşi daha sonra daha da büyük oranda partinin yönetici toplulukları haline gelen konferans ve kongre üyelerini büyük oranda atıyor. (“46 Platformu, 15 Ekim, 1923”, Naomi Allen, Sol Muhalefetin Mücadelesi 1923-25 (New York: Pathfinder Press, 1975) s.399.

[7] Mikhail Gefter, “Staline est mort hier”, in Iuoi N. Afasaniev, ed, Sakharov et 33 intellectuels soviétiques en lutte pour la Prestroika: La seule issue (Paris: Flammorion, 1989), s. 84. Bu cümle “Lenin’e Dışarıdan Mektuplar”da (Moskova: Msyl Editions, 1966) Jacques Sadoul tarafından atfedilmiştir.

[8] Başlangıçta parti Sovyetler içerisinde politik mücadele serbestisini korumayı istedi ve bunu umdu. İç Savaş, bu hesapta acımasız değişiklikler yaptı. Muhalif partiler birbiri ardına yasadışı ilan edildi. Sovyet demokrasisi ruhuyla bağdaşmayan bu önlemin Bolşevizmin liderlerinin prensiplerinin bu şekilde olmasıyla bir ilgisi yoktu. Bu önlem tamamen bir öz savunma refleksi olarak alınmıştı. Azımsanmayacak sayıda Bolşevik’i de etkileyen Kronstadt İsyanı günlerinde Mart 1921’de 10. Parti Kongresi çareyi parti içi hizipleri yasaklamakta buldu. Böylece devlette hâkim olan politik rejimi parti içi hayatına transfer etti. Bu hizipleri yasaklama önlemi de yine durumdaki ilk ciddi iyileşmede kaldırılmak üzere alınmıştı. Muhalif partilerin yasaklanması hiziplerin yasaklanmasını getirdi. Hiziplerin yasaklanması da partinin yanılmaz liderlerinden farklı düşünmenin yasaklanmasıyla sona erdi. Partinin bu monolitizmi daha sonra bütün pervasızlıkların ve yıkımın kaynağı olacak şekilde bürokrasinin yaptıklarından dolayı cezalandırılmayacağından emin olmasıyla sonuçlandı. (Lev Troçki, İhanete Uğrayan Devrim, Yazın Yay., s. 109).

[9] Neil Harding, Lenin’in Politik Düşüncesi (Londra: Macmillan, 1983), cilt 2, s. 327.

[10] Devrim’in Vicdanı, Sovyet Rusya’daki Muhalefet (Cambridge: Harvard University Press, 1960) kitabı ile Rusya Komünist Partisi içindeki muhalefeti en iyi anlatan hâlâ R. V. Daniels’tir.

[11] V.I. Lenin, Tüm Eserleri, cilt 32, s. 21

[12] Bu özellikle Kamenev ve Zinovyev’in Ekim Devrimi’nin arifesinde kamuoyu önünde ayaklanmaya karşı çıkışlarında söz konusudur. Fakat Lenin “Vasiyet”inde partiden açıkça Kamenev ve Zinovyev’in bu disiplinsizliklerinden dolayı suçlamamasını ister. Bir kere Zinovyev ve Kamenev Birleşik Muhalefet’e katılınca ne Stalin ne de Buharin bu tavsiyeyi dinlediler.

[13] Lenin bu konuyu “Sol Komünizm”de ve diğer yazı ve konuşmalarında geliştirmiştir.

[14] Bu, sekterlerin ve hizipçilerin Marksizmden ayrıldıkları noktaydı. Gospel of St. John gibi içtenlikle sözün başta söylendiğine inanıyorlardı. Bundan dolayı burada yanlış bir cümle, orada yanlış bir analiz olduğunu düşündükleri şeyden bir felaketler dünyası ortaya çıkacaktı. Canavarın adı “Revizyonizm”dir. Bunun tarihsel materyalizmden kaderci bir tarihsel idealizme dönüş olduğunu anlamazlar. Başlangıçta eylem gerçek sınıf mücadelesidir. Olayları etkileyebilmek amacıyla çok küçük gruplar tarafından uygulandığı için ve kararlı bir şekilde pratiğe dönüştürülemediğinden dolayı gerçek sınıf mücadelesinde yaygın bir etkiye sahip olmayan her revizyonizmle ayrılmalarla değil argümanlarla savaşılmalıdır. Rosa Luxembourg, Lenin, Troçki ve diğer bütün ciddi Marksistler 1898-1914 yılları arasında II. Enternasyonal içinde Bernstein’ın revizyonizmine karşı bu şekilde davrandılar. Yine Torçki 1923-1933 arası Komintern’de bu şekilde davrandı ve bunlar doğruydu da. Bir ayrılmayı haklı göstermek için sınıf mücadelesi içinde ciddi yenilgilere – işçi sınıfının tarihi partilerinin ihanetine – gerek vardır.

[15] Gorbaçov yanlısı liberal entelektüellerin bugün kapitalizm ve emperyalizm ile derinleştirilmiş barış içinde bir arada varolma ve yardımlaşma fikrini yeni sosyalist devrimlerin olanaksızlığı üzerine oturtmaları dikkat çekicidir.

[16] N. Bukharin, Discours sur la Révolution proletarienne et la Culture, s. 48-50

[17] “Etkisiz kamuoyuna çağrıların uzağında Buharin, Tomski ve Rıkov Stail ile birlikte kendi ölümcül çatışmalarını küçük bir özel arena ile sınırlandırmak üzere dolaplar cevirdiler. (Orada partinin arkasında hançerlenmek üzere) Ve bu genel durumda Stalin’in kritik zaferi anlatılmalıdır” (Stephen F. Cohen, Bukharin and the Bolshevik Revolution, Oxford University Press, 1980, s. 325) Ayrıca bakınız, Mikhail Gefter, “Staline est mort hier” (Stalin dün öldü), s.91: “Et le Boukharine de 1928? Qu’est-ce qui primait pour lui en derniere instance? Défendre la NEP contre Staline, ou bien fut-ce au prix de sa propre capitulation, preserver l’unité du parti?” (Peki ya 1928’deki Bukharin? Neticede onun için önemli olan neydi? Stalin’e karşı NEP’i savunmak mı, ya da kendini feda etmek pahasına partinin birliğini savunmak mı?)

[18] Grenada trajedisinin mükemmel bir analizi Laurent Beaulieu tarafından ortaya konmuştur: “Three Years After: Lessons of Grenada”, International Marxist Review, n.s 2, no:3 (Yaz 1987), s. 57-89

[19] Bu koşullar altında parti içindeki güveni ve arkasındaki birliği güçlendirmek her şeyden önemlidir. Ben partinin, bizim partimizin arkasındaki birlikten ve yorumdan bahsediyorum. Partiler hata yapabilirler, zayıf yanları olabilir ve bizim yapmamız gereken onları düzeltmek ve hataların üstesinden gelmektir. Ancak kim partideki inançlarımızı yok etmeye çalışırsa aynı zamanda özgüvenimizin ve gücümüzün temellerini oymaktadır

[20] Yakın zamanda Sovyetler Birliği’nde Boris Yeltsin sorunu 1923-1928 tartışmalarındaki bürokrasi argümanlarının birçok traji-komik ifadelerinin ortaya çıkmasını sağladı. Gerçekte, Moskova Komünist Partisi birinci sekreteri Yeltsin’in Politbüro’nun muhafazakâr üyesi Yegor Ligaçev aleyhinde konuşması ve hatta Gorbaçov’u eleştirmesi Moskova aygıtı tarafından “partiye karşı işlenmiş korkunç bir suç” olarak tanımlanmış ve onun görevinden alınmasına neden olmuştu. Gerçekte daha sonra Boris Yeltsin, Ligaçev’i kamuoyu önünde eleştirdi ve bu cinayetle eşdeğer tutuldu.

Lenin ve Devrimci Parti (1) – Ernest Mandel

Giriş

Paul Le Blanc’ın kitabı Lenin’in devrimci bir parti hakkındaki düşüncelerinin başlangıçtan Ekim Devrimi’nin hemen sonrasına kadar olan dönem içerisindeki gelişiminin mükemmel bir analizini yapıyor. Lenin’in düşünceleri, diyalektik olarak; onun “Ne Yapmalı”da[2] bile terk etmediği işçi sınıfının öz örgütlenmesi ve öz eylemliliği hakkındaki Marksist görüş ile bağlantılıdır.

Lenin’in düşüncesinde bu iki ana argüman arasında dinamik bir denge söz konusudur. Lenin sadece büyük bir teorisyen değil aynı zamanda pratik bir politikacıydı. Birçok yazısı sıklıkla, en azından kısmen konjonktürel koşullar tarafından belirlenen acil görevler üzerinedir. Kantarın topunun bir yöne doğru fazlaca kaydığı anlar olmuştur. Ancak Lenin her şeyden önce ilkeli bir politikacı olarak tartışmanın ve eylemin bir önceki aşamasının bilançosu çıkarılabilir hale gelir gelmez kantarın topunu ters yöne doğru itmeyi bilmiştir.

Bu dengeye aslında kitle hareketlerinin iniş ve çıkışları yön vermiştir. Marcel Liebman’ın oldukça ikna edici bir şekilde ortaya koyduğu gibi Lenin’in tipik özelliği devrimci durumlarda işçi sınıfının öz örgütlenmesini vurgulamak için kendi yolundan ayrılmasıdır[3]. Bu, en çok merkezine sovyetlerin oturduğu “Devlet ve Devrim”‘de göze çarpar. Bu kitapta partinin lider rolü bir kez bile vurgulanmamıştır.

Paul Le Blanc, Lenin’in “devrimci parti” kavramının temellerini doğru ve eleştirel bir bakış açısıyla inceliyor. Kendisinin de kitabının sonuç bölümünde belirttiği gibi benzer bir analizi daha önce ben de yapmıştım[4]. Devrimci bir partinin inşası (bu reel bir ihtiyaç olmasına rağmen) örgütsel ihtiyacın – yerel, bölgesel, sektörel aktivitelerin ve işyeri aktivitelerinin merkezileşmesi problemi ve bunları bir politik bir araç etrafında toplama – ilk sırasında değildir. Örgütsel merkezileşme ihtiyacının arkasında, teoride ve pratikte korkulan tarihsel bir problem bulunmaktadır. Bu, tartışmanın başlamasının üzerinden 90 yıl geçmesine rağmen Lenin’in parti kavramına muhaliflerin bir alternatif ortaya koyamadıkları bir problemdir. Bu; sınıf bilincinin gelişiminin temeli olarak verilen mücadele ve yaşamın merkezileşmesi problemidir.

Başka bir deyişle: Mevcut durumdan (İşçi sınıfının; yaşam koşulları, çalışma koşulları, militanlık düzeyi, politik geçmişi, tarihsel temeli ve diğer benzer faktörler temelinde günden güne parçalanması) kaynaklanan bir öncü parti ihtiyacı. Bu ihtiyaç, işçi sınıfının öz bilincinin homojenliği ve birliğinin sağlanması sürecine karşılık gelir. Sınıfın kitle eyleminin süreksiz karakteri dikkate alındığında bu birleşmenin sınıfın büyük bir azınlığını içeren sendikalarda ve siyasal partilerde sürekli bir şekilde gerçekleşmesini beklemek aldatıcı olur. Yalnızca bir öncü böyle bir birliği sürekli eylemin daha yüksek niteliği temelinde gerçekleştirebilir[5].

Ancak öte yandan gerçek bir proleter devrimi gerçekleştirmek ve sınıfsız toplumu inşa etmek, işçi yığınlarının kesintisiz eylemlerinin sıra dışı seviyelerine erişme kapasitelerine bağlıdır. Devrimci bir öncü parti ile işçi yığınlarının yüksek öz eylemliliği ve öz örgütlenme kapasitesi arasındaki diyalektik ilişki son tahlilde kesintisiz öncü militanlığı ile kesintili ancak daha az gerçek olmayan kitle eylemi arasındaki dinamik gerilimi yansıtır.

II

Bazı genel mütalaaları dışında Paul Le Blanc’ın kitabı Ekim Devrimi’nden sonra bitiyor. SSCB’deki sonraki gelişmeler ışığında tarihçiler arasında ve uluslararası işçi hareketi içinde on yıllardır tartışılan merkezi sorunlara değinmiyor.

Lenin, sovyet örgütlenmesi ve öncü parti arasındaki ilişkiler hakkındaki düşüncesini 1918, 1920, 1921’den sonra Sovyet Rusya’da ortaya çıkan dramatik koşulların baskısı altında değiştirdi mi? Sovyetlerin tedrici olarak güç kaybetmesi Lenin’in başlangıçtaki parti düşüncesinin bir sonucu muydu? Lenin başlangıçta kısmen de olsa bu güçsüzleşmenin korkunç işaretlerinin farkında değil miydi? Sonradan ısrarlı bir şekilde (belki de çok geç kalarak) bu duruma tepki gösterdi mi? Bu, Rusya’nın gelişiminde herhangi bir değişikliğe yol açmayan ancak Lenin’in hayatını trajik bir biçimde sonuçlandıran bir tepki miydi?

Bu kısa önsöz Paul Le Blanc’ın kitabına eklenecek en azından birkaç bölümde ne olması gerektiğinin tam karşılığı değildir. Biz sadece tarihçiler, sosyalistler ve komünistler arasındaki merkezi sorun hakkındaki tartışmaya verilmesi gereken cevabın genel çizgilerini geliştirebiliriz.

Rusya’nın ekonomik ve kültürel altyapısı iç savaşın yol açtığı yıkımdan ve dış emperyalist müdahaleyle tecrit edilmesinden sonra hızla kötüleşmişti[6]. Üretici güçlerdeki korkunç düşüş, kendisini işçi sınıfının 1919-20’deki daha az korkunç olmayan sayısal ve endüstriyel düşüşünde göstermişti. Bu durum proletaryanın siyasal eylemliliğinde hissedilir bir düşüşe yol açtı. Temelde işçiler Sovyetlerden, Bolşevik komploları sonucu çıkarılmamıştı. Sovyetleri, Kızıl Ordu’da savaşmak ve kırsaldaki patates tarlalarına bakmak amacıyla kendileri terk etmişlerdi.

Bu olumsuz gelişme, 1920’den sonra dünya devrimci hareketindeki geri çekilmenin etkisiyle ivme kazandı. Bu geri çekilme, izlenen bilinçli bir yol ya da – faşizmin iktidara geldiği İtalya hariç – büyük bir yenilgi değildi. İngiliz işçi hareketi Rusya’ya karşı savaşta İngiltere’nin Polonya ve Fransa yanında aktif müdahalesini genel grev tehdidiyle önleyebilecek kadar güçlüydü hâlâ. Tarihteki en başarılı genel grev karşı devrimci Kapp darbesinin önlendiği Almanya’da gerçekleşmişti. Devrimci bir zafere ulaşma şansı – en azından Almanya ve Avusturya’da – hâlâ mevcuttu. Ancak 1918-1919’da çok yakın görünen, devrimin en azından birkaç Orta Avrupa ülkesine sıçraması öngörüsü, artık en iyimser tahminle orta vadeli bir perspektife dönüşmüştü.

Bu koşullar altında Rusya’da Sovyetlerin iktidarını korumak – en azından ülke içindeki ve uluslararası alandaki koşullar işçi sınıfını yeniden aktifleştirecek şekilde değişene dek – Bolşevik Partisi’nin gücünü muhafaza etme sorununa dönüştü. Şliyapnikov ve Kollontay önderliğindeki İşçi Muhalefeti bile parti çoğunluğuna karşı sundukları alternatif programın geçerliliği üzerine kuşkuların oluşmasına neden olan bu gerçekliğin farkındaydı[7].

Parti kadrolarının inisiyatifini işçi sınıfının bir bütün olarak doğrudan yönetimini ikame eden Bolşeviklerin ikameci anlayışı Troçki tarafından sergilendi ancak bu, tamamen dönemin nesnel koşullarının bir sonucuydu ve Troçki’nin kendisi de buna karşı çıkmadı[8]. Gerçekte, partinin ya da parti merkez kadrolarının işçi sınıfı adına yürütmeyi ele alması en azından başlangıçta işçi sınıfının az ya da çok zımni onayıyla gerçekleşti.

III

İç savaşın şiddetlendiği, dış müdahalenin ve Polonya savaşının patlak verdiği mevcut koşullarda alternatif bir yolun mümkün olabilirliği sağlıklı olarak tartışılamaz. Her şekilde bu daha çok akademik bir tartışmadır. İşçi sınıfının sayısal gücünün üçte iki oranında azaldığı ve kişi başına düşen günlük kalori miktarının olması gerekenin yarısı kadar olduğu koşullarda işçi sınıfının doğrudan yönetimi için çok az nesnel imkân mevcuttur.

Gerçek dönüm noktası 1921 yılı oldu. İç savaş sona ermiş, karşı devrim yenilgiye uğratılmış ve yabancı askeri müdahale başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Üretici güçlerdeki düşüş NEP’in (Yeni Ekonomi Politikası) uygulanmaya başlanmasıyla tersine dönmüştü. İşçilerin tüketimi artıyor ve ücretli işçi sayısı hızla yükseliyordu.

Bu hassas dönemde aralarında Troçki’nin de bulunduğu Bolşevik önderliği – şüphesiz Lenin’in baskı ve uyarıları altında – bugün geriye dönüp baktığımızda İsaac Deutscher’in de belirttiği gibi trajik bir hata olarak niteleyebileceğimiz bir karar aldı[9]. Bolşeviklerin, güçler arasındaki sosyal ilişkilerin evriminden hareketle geniş bir Sovyet ve proleter demokrasisinin gündemde olduğu bir sırada işçi sınıfının yeniden aktifleşmesini teşvik edecek kararlar alması gerekiyordu. Bunun yerine sınırlı bir demokrasi yönünde karar alarak bütün muhalif Sovyet örgütlerini (Menşevikler, Anarşistler), Bolşevik Partisi içindeki hizipleri – parti içi eğilimleri yasaklamasalar da – yasakladılar.

Bu politik gerilemenin nedenleri şu temellere dayandırıldı: öncelikle, iç savaşın kazanılması ve üretici güçlerin NEP uygulamaları altında yeniden güçlenmesi nedeniyle devrimin politik iktidarının kaybı tehlikesi azalmamış aksine artmıştı. İnanılmaz bir enerjiyle bu gücün kazanılması ve onun korunmasına konsantre olan ancak bu süreçte üretici güçlerin zayıflamasının etkisiyle sınıf dışına düşen (déclassé) proletarya artık bir gevşeme eğilimine girecek ve bu iktidarı korumaya bir önceki dönemde olduğundan daha gevşek bir şekilde sarılacaktı. Kapitalist güçler – kulaklar, NEP’in ortaya çıkardığı kişiler – işçilerin iktidarını zayıflatma yolunda böylece yeni fırsatlar yakalayacaktı. Ancak bu tehlike pek çok insanın ölümüne yol açacak açık savaş tehlikesine göre daha az belirgindi ve bu yüzden daha öldürücüydü. Tehlikeye karşı diktatörlük güçlendirilmeliydi. Mevcut koşullarda bu da ancak gücün parti kadrolarında yoğunlaştırılmasıyla mümkündü.

Bu meşrulaştırma en azından üç politik-teorik hata içeriyor.

Birincisi, Sovyet iktidarının yok edilmesinde kulakların Kolçak, Denikin ya da Pilsudski’den daha tehlikeli olduğu savı doğru değildi. Böyle bir imha, istikrarlı bir sosyo-ekonomik gelişimin yanında aktif, organize bir politik gücü gerektirir. Kulaklar, sosyal olarak çok dağınık ve politik olarak da demoralize bir durumda olduklarından en azından kısa vadede böyle bir rol oynamaları mümkün değildi. Uzun vadeli perspektif açısından ne olabileceğine gelince; bu yalnızca ve öncelikle kulaklara bağlı değildi. Bu, kulaklar ile kentsel burjuvazi (dış yardım ve baskılarla beraber) arasındaki sosyo-politik etkilere, kent proletaryasına ve köylülüğe (yine dışsal reaksiyonlarla beraber) ve son olarak da tarafların orta köylülüğü kendi yanlarına çekebilme kapasitelerine bağlıydı.

İkincisi; işçi sınıfı henüz nötralizasyon ve gevşeme konumundan (depolitizasyon ve hareketsizleşme) uzakta iken parti içi demokrasiyi ve Sovyet demokrasisini kısıtlayan her adım işçi sınıfının gücünü zayıflatarak sözü edilen bu eğilimi güçlendirdi.

Üçüncüsü; sınıfın iktidarının parti kadroları tarafından fiili olarak uygulanan politik iktidar şeklinde ikameci tanımlanması, partinin hızlanan büyüyen bir bürokratikleşme sürecine girmesine neden odu. Parti aygıtı hızla büyüdü (1919’daki birkaç yüz tam gün çalışan memur düzeyinden 1922’deki 15000 düzeyine).

Stalin’in genel sekreter seçilmesi de şüphesiz bu süreci hızlandırdı. Ancak sürecin nesnel temeli iyi anlaşılmalıdır. Tek parti rejimi altında, işçi sınıfının politik hayatındaki gerileme kaçınılmaz olarak partiyi ve onun işçi üyelerini de etkiler[10]. İktidarın, ücretli memurlar tarafından uygulanması (Stalin tipi ilkesiz manevralarla her türlü tahmini boşa çıkaracak şekilde) en mantıklı geçici çözüm haline gelir. İşçilerin iktidarı = partinin iktidarı = parti kadrolarının iktidarı = parti önderliğinin iktidarı formülü, işçilerin iktidarı = partinin iktidarı = parti önderliğinin iktidarı = parti aygıtının iktidarı = bürokrasinin iktidarı haline gelir. Parti bürokrasisi hızla devlet bürokrasisi ile kaynaşır ve kendini onunla beraber tanımlar[11]. Parti, öncü rolünden hızla uzaklaşarak bürokrasinin kendi totalitarizmi içerisindeki bir aracı haline gelir[12].

Şüphesiz Lenin, Troçki, Buharin, Zinovyev, Rakovski, Şliyapnikov, Kamenev ve Piyatakov böyle bir şeyi istemiyorlardı. Onlar bürokrasi için değil işçi sınıfı için ve onun adına yönettiklerine içtenlikle inanıyorlardı. Hepsi de tehlikeyi (Termidor tehlikesini) birbirinden farklı zamanlarda da olsa gördüler: – Lenin 1922 başlarında, Troçki ondan kısa bir süre sonra 1922-23’te, Zinovyev 1925-26’da, Buharin ise 1927 -28’de – Fakat aynı zamanda onlar tehlikenin farkına vardıklarında – özellikle tehlikenin oldukça dağınık bir şekilde ve açık bir karşı müdahale planı olmadan farkına vardıkları için – bürokratikleşme süreci işin başında ortaya çıkar çıkmaz yok edilemeyecek kadar ilerlemişti. Bütün bunlar trajik 1922 yılının tarihsel bilançosudur.


[1] Paul le Blanc’ın “Lenin ve Devrimci Parti” kitabına (Humanities Press – 1990) Ernest Mandel’in önsözü. Sosyalist Demokrasi İçin Yeni Yol dergisinin Kasım 1999 tarihli (yeni dizi 2 numaralı) sayısında yayınlanmıştır.

[2] Temelde başarıları, en iyi temsilcilerinin Sosyal Demokrat Parti’yi kurduğu işçi sınıfının, objektif ekonomik nedenlerden dolayı kapitalist toplum içindeki diğer herhangi bir sınıftan daha fazla bir organizasyon kapasitesine sahip olmasında yatıyordu. Bu koşul sağlanmadan profesyonel devrimcilerden oluşan bir organizasyon bir oyuncaktan, maceradan ve basit bir tabeladan fazla bir şey ifade etmezdi. “Ne Yapmalı?”, savunduğu organizasyonun kendiliğinden mücadeleye hazırlanan gerçek devrimci sınıfla bağlantısı olmadan hiçbir şey ifade etmeyeceğini tekrar tekrar vurgulamaktadır (V.I. Lenin, Tüm Eserleri, Moskova: Foreign Languages Publishing House, 1962, 13. Cilt).

[3] Marcel Liebmann, Lenin Döneminde Leninizm, Belge Yay.

[4] Ernest Mandel, Leninist Örgüt Teorisi, Yazın Yay.

[5] Bu ancak öncünün işçi sınıfının tarihsel belleğini cisimleştirme fonksiyonu yaşanan sınıf savaşı içindeki etkileşimlerle bütünlenirse ve yeni tecrübelerden çıkarılacak sonuçlarla zenginleştirilirse mümkün olabilir.

[6] Ancak 1905 Devrimi’nin de açıkça gösterdiği gibi siyasi olarak Rus İşçi Sınıfı geri olmak bir yana dünya üzerindeki en gelişmiş işçi sınıfıydı.

[7] Burada Sliyapnikov’un yarı alaycı bir şekilde Lenin’in bir konuşmasına müdahale ederek söylediği sözleri (“Yoldaş Lenin, proletaryanın olmadığı bir durumda proletarya diktatörlüğünü uyguladığınız için sizi kutlarım”) not etmek gerekir.

[8] Leon Troçki, Nos tâches politiques (Paris: Belond, 1970).

[9] Isaac Deutscher, Silahlı Sosyalist (Deutscher’in Troçki üzerine üçlemesinin ilk cildi) (Ağaoğlu Yay.) 14. Bölüm

[10] “Ancak ülkede bir bütün olarak politik yaşamın bastırılması ile Sovyetlerdeki politik yaşam da kaçınılmaz olarak kötürüm kalacaktı. Genel seçimler, sınırsız basın ve örgütlenme özgürlüğü, fikirlerin serbestçe kavgası olmadan bütün kamu kurumlarında hayat ölür, ortada içinde sadece bürokrasinin aktif bir element olarak yaşamını sürdürdüğü bir görüntü kalır.” Rosa Luxembourg, Rus Devrimi BDS Yay.

[11] Christian Rakovsky, “The Professional dangers of power” (1928), SSCB 1923-30 arasında muhalefetteki seçilmiş yazılarından (Londra: Allison-Busby, 1980) s.124-136.

[12] “Moskova’yı içindeki sorumlu pozisyonlardaki 4700 komünist ile beraber ve dev bürokratik makinayı, bu devasa yığını ele alırsak şu soruyu sormamız gerekir: Kim kimi yönetiyor? Doğrusunu söylemek gerekirse ben kendim komünistlerin bu yığını kontrol ettikleri konusunda şüpheliyim. Aslında onlar yönetmiyor, yönetiliyorlar. Küçükken tarih derslerinde bize söylenenlere benzer şeyler meydana geldi: bazen bir ulus bir başka ulusu mağlup eder, üstün gelen ulus galip, altedilen ulus ise mağluptur. Bu hepimiz için basit ve anlaşılabilirdir. Ancak bu ulusların kültürlerine ne olur? Bu alanda işler o kadar basit değildir. Eğer galip gelen ulusun kültür seviyesi mağlup ettiği ulustan daha yüksek bir seviyede ise kendi kültürünü o ulusa empoze eder, fakat tersi bir durum söz konusu ise o zaman da mağlup olan ulus galibe kendi kültürünü empoze eder. RSFSR’nin başkentinde buna benzer bir durum meydana gelmedi mi? 4700 komünist (neredeyse bir tümen ve hepsi en iyilerden) yabancı bir kültürün etkisi altında kalmadılar mı?” (V.I. Lenin, Tüm Eserleri’nden, “Merkez Komitenin Rusya Komünist Partisi II Kongresi’ne sunulan politik raporu, Mart 27, 1922 (Moskova: Progress publishers, 1966) 33. cilt, s. 288.

Ekim Devriminin Tarihsel Anlamı ve Kapsamı – Ernest Mandel

Ekim 1917 ayaklanmasını başaran Petrograd işçileri ve denizcileri; II. Sovyetler Kongresi’nde iktidarı ele geçirme kararını veren ve çoğunluğu oluşturan delegeler; Lenin ve Troçki’nin önderliği altında muzaffer sosyalist devrimi tasarlayan ve gerçekleştiren Bolşevik parti militanları ve yöneticileri insanlık tarihinde yeni bir dönemi açtı: Kapitalizmden sosyalizme geçiş dönemi. Bu dönemi tüm insanlık adına açtılar çünkü yarım yüzyıl önce Rusya’da başlayan toplumu dönüştürme çabasını tüm dünya düzeyinde tamamına erdimek gerekmektedir.
 
Daha o zamanda Rosa Luxemburg’un ifade ettiği gibi bu girişimin temel tarihsel meziyeti burada yatmaktadır: belirleyici anda, şimdiye dek sosyalizme sahip çıkan partilerin tereddüt ettiği noktada (Komün’ün ilanı sırasında Parisli sosyalist gruplar haricinde) bir tek onlar hamle etmeye cüret etti. Kapitalizmin alaşağı edilmesi meselesini kuramsal spekülasyonlar alanından çıkarıp tarihsel gerçekliğinkine sokan onların bu gözüpekliğidir.
 
Bu amaçla Rus proletaryası, bünyesinde sağlam bir çoğunluğu elde etmiş Bolşevik partisinin yönetimi altında ve köylülüğün kayda değer bir kısmının desteğiyle marksist teorinin önemli bir meselesini pratiğe geçirebilmiştir: eski burjuva devleti aygıtının parçalanması, onun yerine genel oyla seçilmiş ve hem yasama hem yürütme işlevlerini yerine getiren işçi, asker ve köylü konseylerine dayalı yeni tipte bir devletin konulması.
 
Tarih, marksist teorinin ve Bolşevik pratiğin bu konuda haklı olduğunu tümüyle doğrulamıştır. Ekim 1917’den beri kapitalizmin başarılı biçimde yıkıldığı her yerde bu ancak baskıcı devlet aygıtının ve hepsinden önce burjuva ordusu ile polisinin ve egemen sınıflardan gelen yahut onlara bağlı yüksek bürokrasinin parçalanmasıyla mümkün olmuştur. Sosyalist olduğunu söyleyen partilerin bu belirleyici sıçramayı yapmayı reddettiği her yerde kapitalizm muhafaza edilmiş ve büyük zayıflık hatta görünür çöküş anlarının üstesinden gelerek tekrar konsolide olmuş ve saldırıya geçebilmiştir.
 
Alman kapitalizmi, üstüste gelen halk ayaklanmaları ve iki muzaffer genel greve rağmen 1918-1923 arası, savaş sonrasının fırtınasını kat edebildiyse eğer, bu Alman sosyal-demokrasisinin 1918-1919’da Reichswehr’i ve burjuva devletini kasten kurtarmış ve muhafaza etmiş olmasındandır.
 
Leon Blum gibi ılımlı bir gözlemci dahi 1933’da bunu açıkça kabul etmiştir: Hitler’in iktidara gelişi, Kasım 1918’de proletarya diktatörlüğünü gerçekleştirmeyi reddetmiş olmasından dolayı tarihin sosyal-demokrasiye kestiği cezadır. Fransız kapitalizmi 1944-1947 savaş sonrası krizinden sağ çıkabildiyse bu Fransız Komünist Partisi’nin ve İşçi Enternasyonali Fransız Seksiyonu’nun (SFİO/sosyal-demokrat parti) aynı hatayı tekrarlamasından dolayıdır. De Gaulle’cü kişisel iktidar ve büyük sermayenin güçlenişi –FKP genel sekreteri- Maurice Thorez’in 1944 sonundaki politikasının ürünüdür: tek ordu, tek polis, tek devlet (De Gaulle’ünki).

Uzun Bir Devrimler Silsilesinin Başlangıcı

 
O zamandan beri Ekim 1917’nin örneği birçok ülkede takip edilmiştir. Muzaffer sosyalist devrimler Sermaye’nin hükümranlığına 1945’te Yugoslavya’da, 1949’da Çin’de, 1954’te Kuzey Vietnam’da, 1959’da Küba’da son vermiştir. Bu zaferlerin göreli olarak azgelişmiş ülkelerde meydana gelmesi bir tesadüf değildir.
 
Dünya emperyalizminin öncelikle en zayıf kesimlerinde yıkılması mantıklıdır. Emperyalist ülkelerde kör bir şovenizm şeklini alarak devrime karşı seferber edilen milliyetçi duygu, yabancı sermayenin ulusu tahakküm altında tuttuğu ve yerel egemen sınıfların bu duygunun güçlenişini sağlamaktan aciz kaldığı yerlerde devrimci bir güç halini alır.
 
Ekim devrimi yeni bir üretim biçimi sayesinde, göreli azgelişmiş bir ülkenin çeyrek yüzyıl içerisinde büyük bir sınai güç haline gelebileceğini pratikte göstermiştir. Sosyalizmin kapitalizme üstünlüğü bundan böyle ekonominin büyüme oranı, çelik ve çimento tonu, 10 bin kişi başına hekim ve hastane yatağı gibi verilerle ifade edilmektedir.
 
Sovyet örneği, 1917’de Rus halkının karşılaştığı sorunlara benzer meselelerle karşı karşıya bulunan tüm halkları derinden etkilemek durumundaydı. Çin devriminin zaferi ve sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki halkların evrensel özgürleşme hareketi, tarihsel açıdan ve güncel biçimi altında sosyalist Ekim devriminin ürünüdür. Şüphesiz bu hareket Rus devriminin zaferi olmaksızın da meydana gelecekti, fakat Ekim bunu onlarca yıl hatta bir yarım yüzyıl kadar hızlandırmıştır.
 
Bolşevikler Rusya’da iktidarı öncelikle ülkelerinin ekonomik gelişimini veya üçüncü dünya halklarının özgürleşimini hızlandırmak için almadılar. Marksizmin geleneksel kaynaklarıyla bolca beslenmiş örnek birer enternasyonalist olarak kendi devrimlerini dünya sosyalist devrimine, özellikle de orta ve batı Avrupa devrimine basit bir girizgâh olarak tasarlıyorlardı. Ve Lenin’in çeşitli kereler yazdığı gibi, Alman, İtalyan, Fransız ve İngiliz işçilerinin kendi devrimlerini, göreli olarak daha düşük sayıda olan ve teknik ve kültürel kalifikasyon bakımından daha az gelişmiş olan Rus proletaryasından çok daha etkin biçimde yapacağına ve sosyalist toplumlarının inşasına çok daha yetkin biçimde başlayacaklarına kesinlikle iknaydılar.
 
Bu umut söndü. Nesnel açıdan ütopik olmasından kaynaklı değildi bu: çeşitli kereler Batı ve Orta Avrupa’da devrimci durumlar meydana geldi ve bunlar vesilesiyle hem toplumsal ve siyasal krizin derinliği hem de emekçi kitlelerin cüretkâr atılımı iktidarın emekçiler tarafından fethini mümkün kılıyordu: 1918-1919’da, 1920’de, 1923’de Almanya’da; 1920’de, 1945-46’da, 1948’de İtalya’da; 1936’da, 1944-46’da Fransa’da; 1936’da İspanya’da, 1945’te Britanya’da… ve atladıklarımız var.
 
Fakat tüm bu anlarda eksik olan, Ekim zaferini mümkün kılmış olan Bolşevikler gibi bir önderlik: tarihsel fırsatların kaçmasına izin vermemek için yeterince berrak görüşlü, yeterince kararlı ve kitleler içinde yeterince etkisi olan bir önderlik. Sosyal-demokrasinin kapitalizmin yıkılması yoluna başkoymayı reddetmesi, genç komünist partilerin olgunluk eksikliği ve Sovyet diplomasisinin her daim dalgalı ve geçici ihtiyaçlarına artan oranda tabii oluşları bu zafer fırsatlarını kaçırılmış fırsatlara dönüştürdü.

Stalinizmin Nedenleri ve Sonuçları

 
İlk muzaffer sosyalist devrim böylece kendini göreli azgelişmiş bir ülkede yalıtılmış buldu. Bir yandan SSCB’nin ekonomik ve sosyal politikası her ne olursa olsun yaşam seviyesi, doğal olarak, Batılı emekçilerinkinin altındaydı. Bu hem daha düşük bir başlangıç noktasından yola çıkmalarından, hem de mevcut kaynakların önemli bir kısmını ekonomik ve kültürel gelişimin ihtiyaçlarına, sanayileşmenin ihtiyaçlarına ayırmaya dönük gereklilikten kaynaklanıyordu. Bunun Batı’daki emekçilerin tutumu üzerinde olumsuz bir etkisinin olmaması düşünülemezdi – özellikle de Stalin Batı’dakinden daha az gelişmiş ve sosyalizmin inşasını tamamlamış olmaktan uzak olan bir ekonomiyi “sosyalist” hatta “komünizm yolunda” diye adlandırma hatasına düştüğünde. Öte yandan bu zor maddi koşullar altında Sovyet işçileri her geçen gün iktidarı doğrudan yürütme kanallarından uzaklaşıyorlardı –ki Marx ve Lenin temel eserlerinde bu konunun önemini vurgulamışlardı. İktidara giderek ayrıcalıklı bir bürokrasi tarafından el konuluyordu.
 
Daha 1921’de Lenin Sovyet devletini bürokratik olarak deformasyona uğramış işçi devleti olarak nitelendirir. Bu bürokratik deformasyon, Stalin döneminde gerçek bir yozlaşmaya dönüşür. Çeşitli görüşlerin, eğilimlerin, partilerin çatışmasını ve ekonominin bizzat işçiler tarafından yönetilmesini içermesi gereken sovyet demokrasisi giderek boğulur. Sol muhalefetin yenilgisinin ardından Bolşevik partinin bünyesinde bile demokrasi ortadan kaldırılır. Emekçilerin siyasal hakları had safhada kısıtlanır.
 
Hükümet ardı ardına değerlendirmelerinde ve kararlarında hata yapar. Bunlar Sovyet halkına, kolaylıkla kaçınılabilecek devasa bedellere mal olur. Ekim devriminin başlıca yöneticileri – onun dolaysız örgütleyicisi olan Troçki başta olmak üzere- ve Leninist merkez komitenin çoğunluğu Stalin tarafından katledilir. Birkaç gün önce Sovyet basını Stalin terörünün resmi bilançosunu çıkarttı: 1934 ve 1938 yılları arasında öldürülen Bolşevik parti mensubu sayısı 700 bini geçiyor…
 
Bu geriletici dönüşüm Batılı işçileri elbette ki soğutur. Sosyalizmi Stalinist terörle –haksız biçimde- özdeşleştirirler. Fransız devriminin eserini diktatörlüğe ve Napolyon savaşlarına yol açtığı için reddetmek ne kadar yanlışsa Stalin diktatörlüğüne yol açması nedeniyle Ekim devrimini mahkum etmek de bir o kadar yanlıştır. Bununla birlikte her iki durumda da yabancı tepki ve saldırı bu büyük devrimlerin aldığı trajik yönelimde büyük bir sorumluluk taşımaktadır. Her iki örnekte de devrimin eseri, zorbalığın en beter aşırılıklarının üstesinden gelindikten uzun zaman sonra da varolmaya ve meyvelerini vermeye devam etmektedir.
 
Sovyetler Birliği’nin sosyalist demokrasi yolunda tekrar diriltilişi şimdiden başladı. Yeni ekonomik ve uluslararası koşullar da bu yönelimin lehine işliyor. Bürokratik yöneticiler iktidarlarını ve ayrıcalıklarını muhafaza edebilmek için bu süreci yönlendirmeye çalışıyor fakat işçiler er ya da geç tekrar iktidarın doğrudan yürütmesini ellerine alacaktır.
 
Çözmeleri gereken sorunlar çok sayıda ve karmaşık olacaktır. Fakat bizim gerçekleştirmemiz gerekenin esas kısmı orada çözülmüştür: büyük üretim araçlarının kolektif mülkiyeti. Ekim devriminin temel kazanımı hala mevcut, en karanlık yılların üstesinden geldi ve İkinci Dünya Savaşı’nda SSCB’nin zaferi sonrasında da ülkenin şaşırtıcı bir gelişimini sağladı.
 
Sovyet halkının bu kazanımı tüm insanlığın kazanımıdır. Bu nedenle Ekim devriminin ellinci yıldönümü tüm insanlık için bir bayram günüdür.