İmdat Freni

Entelektüel Emeğin Proleterleşmesi – Ernest Mandel

Mexico Üniversitesinde verilen konferans, 1972

  • Entelektüel Emeğin Proleterleştirilmesi

Kapitalist üretim tarzının gelişmesinin üçüncü evresi olarak neokapitalizm, tıpkı kendisini önceleyen iki evre gibi teknolojik bir devrime dayanır. İlk teknolojik devrim buhar motorunu, ikincisi elektrik motorunu merkez alırken, bu devrimin ekseni otomasyon, elektronik ve nükleer enerjidir. Neokapitalizmin üretici güçlerin gelişmesinde yeni bir evreye imkân tanımış olması – ki bu gelişme 1966 – 67’den bu yana gitgide güdükleşmektedir – Birinci Dünya Savaşıyla açılan çağın genelde kapitalizmin çürüme çağı olarak nitelendirilmesini hiçbir şekilde yanlışlamaz. Üçüncü teknolojik devrim uluslararası kapitalizmin diriliğinin bir kanıtını oluşturmaz. Bu devrim yalnızca bilimin değil, aynı zamanda sınıflar mücadelesinin de ürünüdür.

Kapitalist üretim tarzının itici gücü kârın realizasyonu ve sermayeleştirilmesi yoluyla sermaye birikimidir. Bilimsel buluşlar ancak üretim sürecine uygulanmaları kârlı olduğu takdirde yeniliklere dönüşürler. Bu nedenle bilimin neokapitalizmde dolayımsız bir üretici güç haline geldiğini ileri sürmek yanlıştır. Bilimin uygulanması günümüzde, hiçbir zaman olmadığı kadar kârın buyruğuna tabi kılınmış durumdadır. Üçüncü teknolojik devrimin temelini oluşturan çok sayıda bilimsel buluş İkinci Dünya Savaşı öncesinde gerçekleştirilmiştir. Bu buluşların o zaman uygulanmamış olmalarının nedeni teknolojik engellerin varlığı değil, yetersiz kârlılıklarıdır. Emperyalizmin yirmi ya da yirmi beş yıllık durgunluğun [stagnasyonun] ardından, 1945’ten itibaren toparlanıp ayağa kalkmasına imkân tanıyan uluslararası işçi sınıfının faşizm, savaş ve “soğuk savaş” karşısında uğradığı büyük yenilgiler olmuştur. Bu yenilgiler kapitalistlerin artık-değer oranında ve bu sayede kâr oranında hatırı sayılır bir artışı olanaklı kılmıştır. Ekonomik büyümenin yeniden başlamasına imkân tanıyan ise kâr oranındaki bu artış olmuştur.

İşçi sınıfının otuzlu ve kırklı yıllardaki yenilgilerinin ürünü olan neokapitalizmin karşısına, uluslararası proletaryanın altmışlı yıllar boyunca vuku bulan ve 1968 devrimci patlamasının simgelediği yeni bir yükselişi çıkmaktadır. Ki bizzat bu yükseliş de nihayetinde, kendi mantığı gereği iktisadî ve toplumsal önceliklerin daimi bir tercihini, istihdamın ve maddi kaynakların dünya ölçeğinde toplumsal planlamasını gerektiren yeni teknolojik devrimin ürünüdür. Neokapitalizmin elinden sisteme içkin tüm çelişkileri derinleştirmekten başka bir şey gelmez. Meksikalılar olarak siz neokapitalizmin temel veçhelerinden birini, Latin Amerika, Asya ve Afrika ülkeleri ekonomilerine biraz olsun dengeli kalkınma sağlamaktaki yetersizliğini biliyorsunuz. Kuzey Yarımkürede maddi kaynakların giderek artan israfıyla Güney Yarımküre halklarının büyük çoğunluğunun paylaştığı sefalet, açlık, sağlıksız yaşam, okuryazar dahi olmama ve kronik işsizlik arasındaki tezat muazzam bir skandaldır. Emperyalist gelişme yarı-sömürge azgelişmişliğini belirlemekte ve beslemektedir. Üçüncü Dünya olarak adlandırılan ülkelerin yeni-sömürgeci sömürüye karşı neredeyse sürekli başkaldırısı emperyalist genişlemenin kaçınılmaz sonucudur.

Burada kapitalist üretim tarzının uluslararası ölçekte çürüme krizinin yalnızca bir veçhesi ele alınacaktır: kapitalist üretim ilişkilerinin ve özellikle entelektüel emeğin proleterleştirilmesinden kaynaklanan ve giderek artan çelişkilerin krizi. Tarihsel düzeyde, kapitalizmin gerilemesi beraberinde çağımızın karşılıklı olarak birbirini tamamlayan iki temel görüngüsünü getirmiştir: Üçüncü Dünya denilen kesimi geliştirmekte yetersizlik ve entelektüel emeği yani bilimi insanlığın hizmetinde üretim sürecine ahenkli ve yapıcı tarzda katmakta yetersizlik.

Kapitalizm üretimi ancak ve ancak kârın gerekleri doğrultusunda geliştirir. Rekabet kapitalist firmaların kâr oranlarını eşitleme eğilimindedir. Üretici güçlerin gelişmesi ortalama kâr oranını genel olarak azaltma eğilimindedir ve sermayelerin toplulaşması [temerküzü] büyük tekeller arasında aşırı-kârlar elde etmek için sürekli bir yarışa yol açar. Emperyalizmin klasik çağında yani XIX. yüzyılın son yirmi beş yılı ile XX. yüzyılın Birinci Dünya Savaşına kadar olan yıllarında, sömürge aşırı-kârları genel aşırı-kârın başlıca biçimi olmuştur. Sömürge aşırı-kârları günümüzde hâlâ varlıklarını sürdürmektedir ve mutlak rakam olarak çok sayıda tekel açısından 1939 öncesinden ya da hatta 1914 öncesinden de önemlidir. Buna karşın, bir yandan yarı-sömürge ülkelerin bu aşırı-kârları yaratmaya katkıda bulunmuş olan göreli yoksullaşması, diğer yandan anti-emperyalist devrimin ve bu devrimin sürekli devrime dönüşmesinin yaygınlaşması, sömürge aşırı-kârlarının emperyalist tekellerin toplam kârları içindeki göreli ağırlığını kaçınılmaz olarak azaltmak zorundadır. Günümüzde aşırı-kârlar arasında ilk sırayı teknolojik rantlara dayanan tekelci aşırı-kârlar almaktadır.

Neokapitalizm böylece kapitalist üretim tarzının teknolojik rant elde etmek için sürekli bir yarışla karakterize olan bir evresi olarak belirginleşmektedir. Kırklı yıllardan başlayarak ABD’de, 1948’den itibaren de geri kalan emperyalist ülkelerde teknolojik buluş/yenilikte bir hızlanmaya yol açan da bu yarış olmuştur. Teknolojik buluş/yenilikte bu hızlanmayla birlikte neokapitalizmin iki önemli veçhesi gerek iktisadî gerekse toplumsal düzeyde belirginleşir.

Bu hızlanma bir yandan makine ve donanımın kullanımdan daha çabuk kalkmasına yol açar. Bunların modası daha çabuk geçer. Buna karşın, emperyalist tekellerin bu kullanılmış makineleri Üçüncü Dünya ülkeleri olarak adlandırılan ülkelere ihraç etme olanaklarının baki kaldığı doğrudur. Yine de, keskinleşmiş tekelci rekabet çerçevesinde sabit sermayelerini her halükarda daha kısa zamanda amorti etmek mecburiyetinde kalacaklardır. Her tekelin bünyesinde amortismanların, yatırımların, maliyetlerin ve kârların daha titiz planlanması zorunluluğu da bundan kaynaklanır. Bu da burjuva devletlerinin bir iktisadî programlama çabası içinde olmasına, diğer bir deyişle tekellerin özel planlarının ulusal düzeyde eşgüdümünü sağlama girişiminde bulunmalarına yol açar. Devletin genel olarak iktisadî yaşama giderek artan bir müdahalesinin gerekliliği de aynı şekilde bundan kaynaklanır.

Diğer taraftan, teknolojik rant yarışı araştırma ve geliştirme harcamalarında muazzam bir artış anlamına gelir. Bu harcamalar ABD’de 1928’de 100 milyon dolardan, 1955’te 5 milyar dolara, 1959’da 12 milyar dolara ve 1970’te 21 milyar dolara yükselmiştir. Araştırma sektörüne sermaye yatırımlarındaki bu devasa artış, araştırma ve araştırma sonuçlarının teknolojik uygulamalarında çalışan personel sayısında, yatırımdaki artıştan aşağı kalmayan bir çoğalma anlamına gelir. Araştırma alanında çalışan Amerikan bilim insanı sayısının 1941’de 87.000 kişiden, 1967’de 387.000 kişiye ve 1970’te 500.000 kişiye yükselmesi bir tesadüf değildir.

Buna karşın, kapitalist rejimde, genelleşmiş meta üretimi rejiminde bu boyutta bir genişlemenin tekelci firmalarda yeni bir işbölümüne yol açması kaçınılmazdır. Sadece her büyük tekel bünyesinde araştırma/geliştirmede uzmanlaşmış bir bölümün ortaya çıkmasına tanık olunmakla kalınmamakta, dahası bu bölümler özerkleşebilmekte, buluşlarını ve keşiflerini en yüksek fiyatı ödeyenlere satan bağımsız laboratuarlara dönüşebilmektedirler. Böylece Marx’ın 1857 tarihli Grundrisse’de yer alan bir öndeyişi gerçekleşmiş olmaktadır. Marx Grundrisse’de kapitalizmin tüm bilimleri sermayenin tutsağı, buluşu ise bağımsız bir business haline getirme eğilimine işaret etmekteydi.

Neokapitalizmin vurguladığımız bu iki veçhesi, onun entelektüel emeği giderek daha da fazla proleterleştirme yönündeki karakteristik eğilimi üzerinde önemli sonuçlara sahiptir.

Teknolojik buluş/yenilikte hızlanma entelektüel emeğin üretim sürecine büyük ölçekte katılması anlamına gelir. Entelektüel emek kapitalizmin daha önceki evrelerinde büyük ölçüde toplumsal üstyapı alanıyla sınırlıyken, günümüzde gitgide toplumun altyapısına yönlendirilmektedir. Entelektüel emeğin üretim sürecine bu yeniden katılışı sadece hepsi üniversite eğitimine sahip ve büyük kapitalist firmalar tarafından istihdam edilen kimya mühendislerinin, fizikçilerin, iktisatçıların, sosyologların, hekimlerin, yöneticilerin daimi bir artışı biçimine bürünmez. Tüm bu üniversite mezunlarının faaliyetleri, kimilerinin diğerlerinden daha fazla olmak üzere, gerçek anlamda üretim sürecine bağlıdır.

Buna karşın, entelektüel emeğin [üretim sürecine] bu yeniden katılışı aynı şekilde sözcüğün en dar anlamında üretime katılan kişi sayısında da kendini açığa vurur (bunlar genellikle orta ve yüksek öğrenim görmüş ancak üniversite eğitimine sahip olmayan kişilerdir). Bunun en çarpıcı örneğine kuşkusuz emperyalistler-arası dünya ölçeğinde rekabetin son on yıl içinde tanık olduğu en büyük başarılardan birinde rastlanır: dünya talebinin %50’den fazlasını ele geçirmeyi başarmış olan Japon gemi inşa sanayiinin istihdam ettiği personelin yarısı üniversite ya da ön-lisans mezunlarından oluşmaktadır.

Ayrıca, bir yandan tekelci firma bünyesinde giderek artan planlamanın gerekleri, diğer yandan devletler düzeyinde iktisadî programlamanın gerekleri entelektüel emeğin yeniden-üretim alanlarında önem bakımından daha aşağı kalmayan bir artışına ve aynı zamanda statüsünün de kökten bir değişime uğramasına yol açmaktadır. Bu alanda faal entelektüel geçmişte serbest meslek sahiplerinin bir temsilcisi, bağımsız bir emekçiyken günümüzde bir ücretli haline gelmiştir.

Neokapitalizm üstyapının tüm alanlarının sistematik örgütlenmesi yönünde bir eğilim içermektedir. Yine burada da bilim, doğal bilimlerden ziyade hâlâ çoğunluğu itibariyle sınıf ideolojisi olan sosyal bilimler söz konusu olsa da, toplu biçimde işin içine girmektedir.

Firmaların yönetimi alanında bu saptama daha da aşikâr hale gelmektedir. Daha önceleri tek patron yöneticinin ya da bir anonim şirketin yönetim kurulunun yetki alanına tekabül eden ne varsa yapılanmış ve hiyerarşikleşmiş bir organizasyona dönüşmüştür. Yönetim faaliyetinin her alanı kendi uzmanlaşmalarını üretmektedir. Üretim mühendisleriyle üretim örgütlenmesi uzmanları, piyasa araştırması ya da marketing  [pazarlama] uzmanlarından farklı bir üniversite eğitimi almaktadır. Parasal faaliyet, bankacılık, finans uzmanlarının, yabancı para birimleri üzerinde sürekli spekülasyonun örgütleyicilerinin – ve her büyük çokuluslu şirket el altında böylesi uzmanlara sahiptir – bırakalım endüstriyel design [tasarım]da, biçimler estetiği vb. alanlarda çalışanları, uygulamalı araştırmanın çeşitli alanlarında çalışan bilim insanlarıyla pek öyle ortak bir yanı yoktur. Çalışma hekimlerinin, çalışma psikologlarının, “insan ilişkilerin”de sözümona uzmanların – firmalar bazen kendi psikiyatristlerine ve managers [yönetici] boş zamanlarını organize eden uzmanlara dahi sahiptir – tatmin etmek zorunda oldukları ihtiyaçlar, sermayenin yeniden-üretimi uzmanlarının, bir sonraki yavru-şirketi hangi ülkede, bölgede, şehirde kurmanın daha faydalı olduğunu saptamak, bu yavru-şirketle ana-şirket arasında ortaya çıkacak iletişim ve ulaştırma sorunlarını belirlemek, kapitalist rejimde bu tercihe yön vermesi gereken finansman ve kârlılık hesaplarını incelemek üzere dünyanın dört bir yanını dolaşanların faaliyetlerini belirleyen gerekliliklere karşıttır.

Tüm bu uzmanlar gerçek anlamda üretim alanında yer alan firmaların bünyesine doğrudan özümsenmiş durumdadırlar. Buna karşın, çağdaş kapitalizmde teknolojik buluş/yenilik ritminin hızlanmasından kaynaklanan iktisadî programlama ve örgütlenme gerekleri kaçınılmaz olarak kendilerini toplumsal faaliyetin, kısacası toplumun, tüm alanlarının programlanması ve örgütlenmesinin gereklerine dönüştürecek raddede yaygınlaşır.

Neokapitalizm aynı anda ücret maliyetlerini planlamaksızın tüm maliyetleri planlayamaz. Ücret artışlarının programlanması olmaksızın herhangi bir iktisadî programlama mümkün olmaz. Kapitalist rejimde her daim kapitalist kârın gereklerine boyun eğen bu programlamanın haklılığını [yerindeliğini] işçilere kabul ettirmek gerekir. O halde, büyük iletişim araçlarını, mass media’yı (televizyon, radyo, basın, reklam), öğretimi, hatta sendika bürokrasisini tekelci kapitalist denetime ve örgütlenmeye tabi kılmak gerekir. Bunların tamamı, proletaryayı [düzenle] bütünleştirmek ve burjuva toplumunun çözülmesini engellemek amacıyla, emekçilerin kanaatlerini, ihtiyaçlarını, umutlarını ve düşlerini mümkün mertebe manipüle edecek ve onları sermayenin genişletilmiş yeniden-üretiminin gereklerine göre yönlendirecek tarzda örgütlenmelidir.

Gelgelelim kapitalist rejimin sınırları burada kendilerini bir kez daha ortaya koyarlar: kapitalizmin kendi çelişkilerini aşmaktaki yetersizliği. Göreli ve geçici etkinlikleri kuşkuya yer bırakmayan tüm bu bütünleştirme teknikleri ancak ve ancak entelektüelleri durmadan daha da fazla ücretli emekçiye dönüştürme koşuluyla, yani ücretli yelpazesini inanılmaz biçimde genişletmek ve proletaryanın kütlesini ve vasıflarını kayda değer ölçüde artırmak koşuluyla uygulanabilir. Vasıflı entelektüel emeğin gerek üretim alanında, gerekse yeniden-üretim ve üstyapı alanında genişleme eğilimi – neokapitalizmin karakteristik eğilimi – aynı zamanda entelektüel emeğin giderek artan proleterleşmesi eğilimidir. Neokapitalizm kapitalizmin, ücretli sisteminin aynı zamanda bizatihi üretim alanının dışında da eşitlenmeye başladığı gelişme evresidir. Neokapitalizm bir sanayi-sonrası toplum olmak şöyle dursun, tüm insan faaliyetlerinin durmadan daha da yetkin endüstrileştirilmesi anlamına gelir.

Endüstrileştirmenin temel karakteristikleri şunlardır: makinalaşma, durmadan daha da karmaşık donanım mallarının kullanılması, işbölümü ve bunun sonucunda bireysel emeğin her türlü özel, özerk karakterinin ortadan kaldırılması, bireysel emeğin hem küçük parçalara ayrılması hem de giderek artan toplumsallaşması. Çevremize bir göz atacak olursak, toplumsal yaşamın bir dizi alanında İkinci Dünya Savaşı öncesi mevcut olmayan ya da çok az var olan bu görüngülerin son yirmi beş yıl boyunca ortaya çıktıklarını görürüz.

Emperyalist ülkelerde tarımın endüstrileştirilmesi iyi bilinir. ABD’de zirai makinalara yatırılan sermaye on yıl içinde ekilebilir arazilere yatırılan sermayenin değerini aşmıştır. Büro emeğinin makinalaşması da yine iyi bilinen bir olgudur: elektronik hesap makinaları, para sayma makinaları, banka çeklerinin sahte olup olmadığını denetleyen makinalar gitgide çoğalmaktadır. Ticarette, satış otomatlarının sayısı günbegün artmaktadır. Hazır gıdalar beslenmede yerlerini almışlardır. Hukuki danışmanlık firmaları özel avukatlık bürolarının yerini almakta, pratisyen aile hekimleri yerlerini polikliniklerde çalışan uzman ekiplere bırakmaktadır. Makinalaşma sinemayla, televizyonla ve yarın bir gün video-kasetlerle sanat alanına girmektedir. Aynı teknikleri kullanarak öğretime de nüfuz etmektedir.

Entelektüel emeğin proleterleştirilmesinin yanı sıra ücretliliğin, meta ve para ekonomisinin genelleşmesiyle karşılaşılmaktadır. XIX. yüzyılda kendini kâr yasalarından kurtarmış olan bir dizi kişisel hizmet kapitalist girişimlere dönüşmektedir. Bu alanda en tipik örnek yerini buzdolabına, çamaşır makinasına, kalorifere ve klimaya kaptıran hizmetçidir. Buna karşın, bu eğilim daha da ileri gitmektedir. Tıp hizmetleri, kültür hizmetleri, sanat hizmetleri gibi en soylu addedilen kişisel hizmetler aynı makinalaşmış üretim girdabına sürüklenmekte ve sonuna kadar ticarileşmektedir.

Neokapitalizmde tüm insan faaliyetlerinin genelleşmiş endüstrileşmesinin bu doğasından ötürü emeğin proleterleştirilmesinin daha önceleri özellikle modern büyük fabrikadaki kol emeğine tam oturan geleneksel özellikleri günümüzde gitgide artan bir oranda entelektüel emeği, yani dar anlamında üretim alanının içerisinde ve hatta dışarısında gerçekleştirilen her türlü ücretli emeği ilgilendirmektedir.

Entelektüel emeğin proleterleştirilmesi, bu emeğin uzmanlaşması, hatta küçük parçalara ayrılması, sonuna kadar atomize edilmesi anlamına gelir. Uzmanların ululanması çağında, böylesi bir vasfı kazanmak ancak bilginin gitgide daha da daralan alanlarında olanaklıdır. Bir bilimsel dalın ufacık bir kesimini derinlemesine bilmek ama buna karşılık bu dalın tamamına dair ancak muğlâk verilere sahip olmak, başka bilimsel sahalarda ise her türlü bilgiden yoksun olmak: entelektüel emeğin mahkûm edildiği yazgı işte bundan ibarettir. Dilimlenmiş, parçalanmış içinde yer aldığı toplumsal faaliyetlere dair her türlü bütünsel görüşü yitirmiş böylesi bir entelektüel emek olsa olsa yabancılaşmış bir emek olabilir. Entelektüel emeğin ücretlilik koşullarında proleterleştirilmesi bu emeğin kaçınılmaz olarak yabancılaşmasına yol açar.

Bunu en dolayımsız maddi düzeyde tanıtlamak mümkündür. Entelektüel emeğin proleterleştirilmesi bu emeğin bir piyasasının ortaya çıkması anlamına gelir. Entelektüel emek-gücü bu piyasada, tıpkı kapitalizmin kökenlerinden bu yana kol emek-gücünün başına geldiği gibi bayağı bir metaymışçasına alınıp satılır. Entelektüel emek-gücü daha ileride göreceğimiz üzere bu emek-gücünün değerinin oluşturduğu bir eksen etrafında piyasa yasalarına göre yani arz/talep yasasına göre dalgalanan bir piyasa fiyatına sahip olur.

Ayrıca, burjuva siyasal iktisadının bu proleterleşmenin reel gelişimini izlediğini ve yansıttığını teslim etmek gerekir. Bu ideolojinin, Profesör Schultz ile “beşeri sermaye” kavramını geliştiren, bu “sermaye”nin “entelektüel vasıf-kazanma üretim süreci”, yani üniversite eğitimi boyunca “katma değerini” hesap eden yeni dalları doğmuştur. Profesör Ballogh’a gelince, o da “üniversite üretiminin” “etkinliğini” ve “üretkenliğini” tahmin etmektedir. Başkaları, bilhassa Prof. Harry Johnson ile Prof. Kershaw özgül entelektüel vasıfların arz ve talebinden bu faaliyetlerin değişken “marjinal ürününü” çıkarsarlar.

Böylece, bilim emekçilerinin – kuşkusuz tartışmaya yer bırakmayan – gitgide artan öneminden kalkınarak çarçabuk bu sözümona “teknoyapı”nın neo-kapitalist toplumun bağrında fiilen başat bir konum işgal etmekte olacağını çıkarsayan Profesör Galbraith’tan başlayarak teknokrasinin tüm savunucularının ve dar kafalı eleştirmenlerinin kapıldıkları yanılsamayı henüz gerçekleşirken yakalamak mümkün olur. ABD’de on binlercesi işsizliğe mahkûm, entelektüel işsizliğin en fazla vurduğu merkez Seattle’da Japonya’dan gönderilen erzak yardımlarına (!) muhtaç olan, çocuklarını doyurmak için sosyal yardımla (Welfare) geçinmek zorunda kalan eski fabrika müdürleri de dâhil havacılık-uzay sektörü yöneticilerinin, bilim insanlarının ve mühendislerinin şu an yaşadıkları acılı deneyim kapitalist rejimin, genişleme yılları boyunca onca ideolog tarafından unutulan şu temel yasasını doğrulamaktadır: hiyerarşideki konumu ne kadar yukarda olursa olsun, vasıfları ne kadar geçerli olursa olsun bir kapitalist firmanın hiçbir ücretlisi işini koruyacağından emin olamaz. Kapitalist rejimde sermaye sahipliğinden – özel bir servetin parasından – ileri gelen dışında hiçbir yaşam düzeyi güvencesi mevcut değildir. İşte bu nedenle, “yöneticiler devrimi”nin savunucularının iddialarının tersine, tekellerin en üst mevkilerini işgal eden görevlilerin hatta en güçlü yöneticilerin tek bir temel güdüsü vardır: kendilerini konjonktürel dalgalanmaların güvencesizliklerinden ve bu dalgalanmalardan kaynaklanan istihdam güvencesizliklerinden koruyabilecek hisse ya da başka kapitalist mülkiyet biçimlerini satın almak.

Buna karşın, entelektüel emeğin yabancılaşması, entelektüel emek-gücünün metaya dönüşmesi kendisini sadece günümüzde entelektüeli de aynı şekilde vuran proleterin klasik var oluş güvencesizliğinde dışa vurmaz. Bu bizatihi kendinde entelektüellerin ideolojileri, ahlakları ve bilinçleri düzeyinde son derece önemli sonuçlara sahiptir.

Öğrenciler kapitalizmi bir başlarına yıkamazlar. Öğrencilerin toplumsal gücü bunu başarmak için kesinlikle yetersizdir. Buna karşın, geçmiş yenilgilerin ve bürokrasinin rolünün kısmen atalete sürüklemiş olduğu bir proletaryanın uyanışına hatırı sayılır bir katkıda bulunarak bazı tayin edici aşamalara katılabilirler. İşçi sınıfının bağrında devrimci kadroların yetiştirilmesinin hızlanmasına önemli ölçüde katkıda bulunabilirler.

Genelleşmiş meta üretimini, evrensel ticarileştirmeyi iktisadî programlamanın talep ettiği örgütlenmeyle ve tüm toplumsal faaliyetlerin denetimiyle büyük tekellerin himayesinde birleştirme yolunda bir girişim olarak neokapitalizm, kısmî teknokratik rasyonaliteyle [akla uygunlukla] tümel toplumsal-iktisadî irrasyonalite [akıl-dışılık] arasında kırma ve çelişkilerle dolu bir bileşim oluşturur. Uzmanların ululanması mantıkî olarak bunların faaliyetlerinin “niçini” sorusunu sormanın reddiyle bileşir. Bu soru herhangi bir tartışmaya izin vermeyecek kesinlikte “ideoloji”nin, “politikleştirme”nin ya da “değer yargıları”nın alanına ait sayılarak mahkûm edilmiştir. Neo-pozitivist felsefe bu özürcü ve insanlık-dışı bileşimin “yüceltilmiş” fikirler alanında en mükemmel ifadesidir.

Neo-pozitivizmin kökleri metaın, meta üretiminin, kâr için üretimin bizatihi doğasına uzanır. İnsan ilişkilerinin meta üretiminden kopan şeyleşmesi gerçekten de her kısmî ve parçalanmış faaliyetin kendinde bir amaç sayılma eğiliminde olması, insanın toplumsal faaliyetine içkin her türlü temel amaçlar ve araçlar diyalektiğinin bozulması anlamına gelir.

Tekelin kısmî rasyonalitesiyle tümel toplumsal irrasyonalite arasındaki bu çelişkinin en trajik örneği, Ford tröstünün sabık teknokrat şefi MacNamara yönetiminde ABD’nin silahlanma üretimini aklileştirmek amacıyla girişilen çabalar olmuştur. Pentagon ABD’nin en prestijli iktisatçıları içinden bir dizi akademisyeni nükleer silah sistemleri de dâhil farklı askerî sistemlerin gerek finansal bakımdan gerekse tahrip güçleri bakımından verimliliklerini mümkün en büyük kesinlikle hesaplamak üzere görevlendirmişti. Bu profesörlerden biri, Frederic Sherer bu çalışmalara hasredilmiş kitabının girişinde dehşet silahlarının üretimini daha etkin kılmanın, yani insanlığın muhtemel intiharını daha “rasyonel” ve “daha düşük maliyetli” kılmanın herhangi bir anlam ifade edip etmeyeceğini dürüst biçimde kendisine sormaktadır. Bu soruyu sormakla beraber yanıtsız bırakıp, tam da bu örnekte apaçık ortada olan amaçla araçlar arasındaki aslında o denli temel ilişkiye kafasını daha fazla takmaksızın çalışmalarının sonuçlarını yayınlar.

Bu uç örneğin yanında acaba daha kaç örnek vermek mümkün olabilecektir? Kimya endüstrisi sabunun yerine deterjanı koyduğunda elbette insan soyunu daha temiz kılmayı amaçlamamaktadır; belli tröstlerin kârlarını artırmak söz konusudur. Kimya endüstrisi, çamaşır makinalarının devreye sokulmasının yarattığı kısmî teknik sorunları çözerken, ırmakların, okyanusların ve hatta atmosferin, doğrudan maliyetleri artırmadığı için kendisini ilgilendirmeyen şimdiden yoğunlaşmış kirlenmesinden soyutlama yapmaktadır.

Hastanelerin ve sosyal güvenlik harcamalarının “verimliliği” hesaplandığında daha yüksek bir sağlık düzeyi değil, bütçe harcamalarının daha iyi bir kullanımı amaçlanmaktadır. Böylece büyük bir Fransız hekimin kısa süre önce ifşa ettiği, hastaneleri en iyi “finansal verimi” sağlayan uygulama olduğu için bir yatağı mümkün en uzun süre asgarî bir bakımla tek ve aynı kişiye tahsis etmeye zorlayan o absürd durum noktasına gelinir.

Buna karşın entelektüel emeğin bizatihi doğası bu mesleğe girenlerin, öğrencilerin [akademisyenlerin] ve uygulamacıların kendilerini tevekküle ve uyuşukluğa kaptırmadıkları ölçüde kendi alanlarındaki emeğin bu parçalanmasının ve bu yabancılaşmasının absürd veçhesine son derece duyarlı olmalarını gerektirir. Entelektüel emeğin muhtevasıyla icrası arasında kol emeğinin muhtevasıyla icrası arasında olduğundan daha yakın bir bağ mevcuttur. Emeğin nesnesiyle yakın bir ilgi ilişkisi olmaksızın bilimin belli alanlarında bir vasıf edinmek neredeyse olanaksızdır, sanatsal bir vasıf kazanmak ise pratikte mümkün değildir.

Yine de, entelektüel emeğin küçük parçalara bölünmesi ve makinalaştırılması emeğin tikel biçimi ve özgül nesnesi bakımından proleterleşmiş kol emeğini uzun dönemden bu yana karakterize eden aynı kayıtsızlığa neden olma tehlikesini taşımaktadır. Entelektüel gençlik, bizatihi muhtevaları itibariyle muhafazakâr olan ve kapitalist artık-değerin istihracını ve korunmasını konu alan alanlarda kapalı kalmadığı sürece bu bayağılaşmayı kabul edemez.

Günümüz dünyasında öğrenci isyanı iktisadî ve toplumsal köklerini gösteren, esas olarak entelektüel emeğin meta toplumunda proleterleştirilmesinin yabancılaştırıcı sonuçlarına yönelmiş evrensel bir görüngüdür.

Bu başkaldırının önce toplumsal bilimler fakültelerinden ve okullarından başlaması şaşırtıcı değildir. Bu daldaki öğrenciler bizatihi öğrenimlerinin muhtevası nedeniyle görevlerin küçük parçalara bölünmesine toplumsal görüşün parçalanmasına doğal bilimler öğrencilerinden daha az maruz kalmaktadırlar. Toplumun bütünsel bir görüşüne daha kolay sahip olabilir, kendi sefaletlerini ve tikelliklerini toplumsal sefaletin bütünsel çerçevesine oturtabilir ve hoşnutsuzluklarını toplumsal sorunlarla ilişkilendirebilirler.

Bu isyanı başlatan genel olarak toplumsal bilimler öğrencileri olsa bile, isyanın yegâne kahramanları bunlar değildir. Bu başkaldırı giderek öğrenci dünyasının tamamına yayılmaktadır ve birçok emperyalist ülkede felsefe, sosyoloji veya iktisaty fakültelerinde olduğu gibi doğal bilimler fakültelerine, hatta muhafazakârlığın geleneksel kaleleri tıp fakültelerine ve mühendislik okullarına dek ulaşmıştır.

Böylece neokapitalizmin bir başka önemli çelişkisinin özüne geliyoruz. Tüm insan faaliyetlerinin ve hatta üstyapı faaliyetlerinin ticarileştirilmesi yönündeki neo-kapitalist eğilime dikkat çekmiştik. Çağdaş kapitalizmin Herbert Marcuse gibi kötümser eleştirmenleri buradan kapitalizmin tüm toplumsal faaliyetleri, hatta antikapitalist isyan ve başkaldırıları kendi bünyesinde eritme yeteneğinde olduğu sonucuna vardılar. Fakat bu yargılar kapitalizmi ve onun da ötesinde her türlü meta toplumunu karakterize eden mübadele-değeriyle kullanım-değeri arasında bir birbirine karıştırmayı yansıtmaktadır.

Lenin bu çelişkiyi geçmişte ironik bir üslupla kapitalistlerin kâr tutkusu o raddededir ki sondan bir önceki kapitalist son kapitalistin asılacağı ipi devrime satacaktır diyerek ifade etmişti.

Burada kapitalizmin kendisini devrimle bütünleştirme yeteneğinin bir kanıtını görmek abartılı olacaktır. Bu ipin sondan bir önceki kapitalistin bir kâr elde etmesine imkân tanıyan mübadele-değeri bir şeydir ama son kapitalist muhakkak ki ipin mübadele-değerinden çok kullanım-değeriyle ilgili olacaktır.

Cep kitaplarının veya televizyon yayınlarının devrimci teoriyi tüketim nesnesine dönüştürmekteki rolleri de aynı tarzda yorumlanabilecektir. Şu an için bu teori burjuva sınıfının bir fraksiyonunu hiç kuşku yok zenginleştiren bir mübadele-değeri kazanmaktadır. Buna karşın, bu tikel metanın kullanım-değeri teoriyi yaymak, bilinci derinleştirmek ve antikapitalist tutkuyu ateşlemektir. Bu kullanım-değeri gitgide çoğalan yığınları zaptederek, kendi mübadele-değeriyle hiçbir alakası olmayan antikapitalist seferberliklere yol açan hatta bunları tetikleyen kendine özgü bir mantık kazanır. Bu çelişkiyi kavrayamamak meta toplumunun yüzeysel görünüşlerine aldanmak, uyuşukluğa ve yazgıya boyun eğmeye sürüklenmek ve çağdaş bilimle tekniğin birikmesine katkıda bulunduğu akıl almaz antiemperyalist, antikapitalist ve anti-bürokratik potansiyeli yakalayamamak anlamına gelir.

Neokapitalizmin kitlelerin manipülasyonu ve toplumsal hayatın totaliter örgütlenmesi sorunlarına bu denli önem atfetmesi tesadüf değildir. Bu onun Troçki’nin kapitalizmin çürüme çağında tarihin tayin edici etmeninin öznel etmen olduğu yolundaki ifadesinin doğruluğunu teslim etme tarzıdır.

Proletarya günümüzde burjuva toplumuna karşı birlik içinde, ortaklaşa ve bilinçli tarzda hareket etmesi koşuluyla son derece güçlü potansiyel bir toplumsal güç oluşturmaktadır. Proletaryanın nüfusun diğer tabakaları üzerindeki çekim gücü bu şekilde karşı konulmaz hale gelebilir ve emperyalist ülkelerde sosyalist yolun önündeki engelleri ortadan kaldırabilir. Bizi sosyalizmin dünya ölçeğinde gelişinden ayıran dar marjın farkına varmak için Fransa’da Mayıs 1968’deki genel grevin karşı konulmaz gücünü yakından incelemek gerekir.

Bu dar marj, bu etmenlere büyük bir önem atfetmemek tam bir sorumsuzluk olsa da, ne sömürücülerin muktedirliğine ne de onların baskı aygıtlarının gücüne dayanmaktadır. Sosyalizmin dünya ölçeğinde zaferinin önündeki başlıca engel aslında burada değildir. Bu engel daha ziyade işçi sınıfının bilincinin yetersiz gelişiminde, onun öncüsünün ve devrimci örgütünün zayıflığındadır. Aynı şekilde, bu zorlukların üstesinden gelebilmek için zaman ve deneyim gerektiğini eklemek de gerekir. Bu noktada öğrenci başkaldırısı önemli bir rol oıynayabilir ve oynamalıdır.

Öğrenciler kapitalizmi bir başlarına yıkamazlar. Öğrencilerin toplumsal gücü bunu başarmak için kesinlikle yetersizdir. Buna karşın, geçmiş yenilgilerin ve bürokrasinin rolünün kısmen atalete sürüklemiş olduğu bir proletaryanın uyanışına hatırı sayılır bir katkıda bulunarak bazı tayin edici aşamalara katılabilirler. İşçi sınıfının bağrında devrimci kadroların yetiştirilmesinin hızlanmasına önemli ölçüde katkıda bulunabilirler. Lenin’in döneminde Rusya öğrencilerinin ve entelektüellerinin yaptıkları gibi devrimci bir örgütün oluşumunu hızlandırabilirler. Öğrenciler günümüzde işçi sınıfına maruz kaldığı emek parçalanmasının ürünü olan dar görüşlülüğü ve korporatizmi aşmakta ve onun sınıf bilincinin en üst seviyesine yani siyasî ve devrimci sınıf bilincine daha çabuk erişmesinde yardımcı olabilirler. Bilimsel bilgileri sayesinde işçi mücadelelerini ve aynı şekilde üniversiteden ayrıldıktan sonra devrimci bir pratik izlemeye çalışan genç entelektüel kesimini yükseltebilirler.

Bu anlamda, bugün neokapitalizmin en büyük zaferi gibi görünen entelektüel emeğin proleterleştirilmesi onun yıkılışını hızlandırmaya katkıda bulunabilir. Kapitalizm entelektüel emeği proleterleştirerek proletaryaya sömürü ve baskıya karşı daha büyük bir bilinçli başkaldırı yeteneği bahşeder. Kendiliğinden ve basit olduktan sonra bilinçli hale gelen başkaldırı ise sosyalist devrimin müjdecisidir.

  • Burjuva Üniversitesinin Krizi

Burjuva üniversitesinin krizi öncelikle üniversite patlamasının bir sonucu olarak birdenbire ortaya çıkıvermiştir. Birkaç sene içerisinde üniversiteler olağanüstü bir öğrenci akınına tanık olmuşlardır. Devasa bilimsel bilgi üretim fabrikaları olan üniversitelere on binlerce, yüz binlerce öğrenci katılmaktadır. Roma Üniversitesinde yüz bin, Madrid Üniversitesinde elli bin ve burada Mexico’da bugün yüz bini aşkın öğrenci vardır. Sadece en karakteristik örnekleri vermek gerekirse, toplam üniversite öğrencisi sayısı ABD’de altı milyona, Japonya’da iki milyona, Fransa’da ve İtalya’da altı yüz bine İsveç ve Hollanda gibi kimi küçük ülkelerde yüz bine ulaşmakta ve burada Meksika’da üç yüz bine yaklaşmaktadır.

Neokapitalist toplumda üniversite patlaması çifte bir toplumsal-iktisadî dönüşümün sonucu olarak ortaya çıkmaktadır: entelektüel olarak vasıflı emek-gücü arz ve talebinin eşzamanlı büyümesi.

Entelektüel emek-gücü arzındaki artış yalnızca ekonomik değişimlerin değil, aynı zamanda sosyal-psikolojik düzeydeki, çalışma güdüleri düzeyindeki değişimlerin de sonucudur. Müthiş bireysel toplumsal yükselme çabaları eğilimini yansıtmaktadır. Bu çaba orta sınıflarda geleneksel olsa da, en azından Avrupa ülkelerinin çoğu gibi sınıf bilincinin görece yüksek olduğu ülkelerde proletarya içinde oldukça yenidir.

İkinci Dünya Savaşı öncesinde olgunluğa erişen işçi nesli çocuklarının üniversite öğrenimi görmesine açık biçimde düşman bir tavra sahip olmuştu. Bu nesil bunda kesin bir sınıf aidiyetinden kopuş tehlikesi algılamaktaydı. O dönemin emekçileri “çocuklarımızın anne babalarından utanç duymasını istemiyoruz” diyorlardı. Diğer pek çoğu da “çocuklarımızın sınıf düşmanları haline gelip babalarını, yoldaşlarını sömürmelerini istemiyoruz” diye ekliyorlardı.

Böyle bir alanda bu son yirmi yıl boyunca gündeme gelen kökten tavır değişikliğinin çok sayıda nedeni bulunmaktadır. Sınıf bilincinin göreli ve geçici gerilemesi, tapon zevkleriyle “tüketim toplumu”nun yükselişi, daha fazla boş zamana erişim ve bunların yanı sıra tek-hücreli ailenin hızlanan çözülüşü bu değişime hiç kuşkusuz katkıda bulunmuştur. Emekçilerin yaşam düzeylerindeki göreli yükselme ve entelektüellerin toplumdaki yerinin dönüşüme uğraması, kol emeğiyle entelektüel emek arasındaki gediği daraltan bu iki etmen de bu noktaya varılmasında önemli bir role sahip olmuştur. Vasıflı işçiler için istihdam arzı daha yavaş artarken, hatta durgun seyreder veya azalırken üniversite mezunları için istihdam arzının hızla artması emek-gücünün genel arzının yönelimi üzerinde bir baskı uygulamıştır. İşçi aileleri giderek, çocuklarına eksik-istihdamın sefaletinden, dönemsel eksik-istihdamdan ve marjinal bir proleter-altı kesimin (drop out) mevcudiyetinden kurtulabilen bir gelecek garanti etmenin yegâne yolunu çocuklarının öğrenimlerini uzatmakta görmeye başlamışlardır. Öğrenim alanında ayrımcılığa ve seçmeciliğe karşı mücadelenin ABD’nin siyah ve Meksikalı kitlelerinin siyasî uyanışında bu denli önemli bir rol oynamasının nedenlerinden biri işte burada bulunmaktadır.

Buna karşın, proletaryanın yüksek öğrenime karşı bu tavır değişikliğinin belirleyeni olan entelektüel emeğin proleterleştirilmesi nesnel bir görüngüdür. Bu proleterleştirme gerçekleştiği ölçüde bu öğrenimin ifade ettiği bireysel yükselme içinden çıkılan sınıfla otomatik bir kpuş, gerçek anlamda toplumsal bir kopuş anlamına gelmemektedir. Tersine bu, en azından tarihsel olarak, proletaryanın gerek sayısal olarak gerekse vasıf ve bilgi bakımından bir güçlenmesi anlamına gelebilir ve gelmelidir.

Sanayî işçilerinin üniversiteye giren oğul ve kızlarının sayısına ilişkin görüngünün boyutunu elbette abartmamak gerekir. Emperyalist ülkelerin çoğunda bu sayı hâlâ son derece düşüktür. Ki bu da işçilerin maruz kaldıkları toplumsal baskıyı ve uğradıkları ayrımcılığı açıkça göstermektedir. İşçiler aktif nüfusun yüzde 50’sini oluşturdukları halde emperyalist ülkelerin çoğunda üniversite öğrencileri arasında işçi çocuklarının oranı ancak yüzde 5’tir; bu yüzde ABD’de ve İsveç’te kayda değer ölçüde daha yüksektir. Entelektüel emek-gücü arzının büyümesi özellikle proletaryanın ayrıcalıklı tabakalarını ve köylü tabakalarını, büro çalışanı, teknisyen ve küçük memur çocuklarını kapsamaktadır.

Yine de, bu dönüşümün sonucu olan üniversite öğrenci çevresinin toplumsal değişimi tereddüde yer bırakmayacak biçimde derin ve geri-çevrilemez bir değişimdir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde öğrencilerin büyük çoğunluğu aristokrasiden, burjuvaziden ve en iyi ihtimalle orta ve küçük burjuvaziden gelmekteydi. Proletaryanın ayrıcalıklı tabakalarının oğul ve kızları asla üniversiteye kadar gelemiyorlardı. Günümüzde ise aristokrasinin, büyük ve orta burjuvazinin çocukları üniversite öğrencileri arasında bir azınlık (kimi ülkelerde küçük bir azınlık) haline gelmiş durumdalar.

Daha önce ilk bölümde çözümlediğimiz üzere, entelektüel emek-gücü talebinde meydana gelen değişimler neokapitalizmin içerdiği teknolojik ve toplumsal dönüşümlere yakından bağlıdır. Yine de, burada analizimiz boyunca sıklıkla karşımıza çıkacak çok önemli bir etmenin altını çizmek gerekir: neokapitalizmde entelektüel emeğin proleterleştirilmesi, en azından günümüze kadar geliştiği haliyle ilk evrede, kol emeğinin proleterleştirilmesinin kapitalizmin şafağında gerçekleştiği halden temel bir farklılık içerir. Kol emeğinin proleterleştirilmesi burjuvazinin işçi vasıflılığının özgül biçimine her zaman giderek artan kayıtsızlığı anlamına gelirken, bunun tersine entelektüel emeğin proleterleştirilmesi bu emek-gücüne talebin daima daha özgül bir talep haline gelmesini içerir. Buradan yalnızca entelektüel emeğin daha önce bahsettiğimiz parçalanması ve küçük parçalara ayrılması görüngüleri aniden belirmekle kalmaz, aynı zamanda bu emek-gücünün fiyatının şiddetle dalgalandığı birbirinden ayrı çeşitli entelektüel piyasaları da hâsıl olur. Bir mühendis “kıtlığı” bu meslek kategorisinin maaşlarını aniden artırabilir, buna karşın bir sosyoloji profesörü “fazlası” bu profesörlerin aylıklarında ve gelirlerinde bir düşüş yaratabilir. Elektrik teknisyenlerinin aşırı bolluğu ve işsizliği bir diş hekimi kıtlığıyla çakışabilir. Maden ve uçak mühendislerinin aşırı-üretimi, su ve köprü yol inşaat mühendislerinin şiddetli bir kıtlığıyla eşzamanlı olarak var olabilir.

Kapitalist rejimde konjonktürel dalgalanmaların araştırılmasında uzman olanlar geçmişte ünlü “domuz çevrimi”ni (hog circle) keşfetmişlerdir. Üretim talepteki ve fiyatlardaki dalgalanmalara her zaman gecikmeli tepki verdiğinden – zira domuz üretmek için belli bir biyolojik zaman gerekir – hiçbir zaman bir dengeye ulaşılamadan düzenli biçimde eksik-üretimden aşırı-üretime geçilir. Nezaketsiz kıyaslamalar yapmak istemesek de entelektüel vasıflılık çevrimi bu “hog circle”a çok yaklaşmaktadır. Tikel bir sektördeki kıtlık ücretlerde bir artışa yol açar ve bir öğrenci akınına tanık olunur. Gelgelelim bunlar öğrenimlerini ancak dört ya da beş yılın sonunda bitirirler ve kendilerini şimdiden doyuma erişmeyle karakterize olma rizikosu taşıyan bir entelektüel emek piyasasına sunarlar. Arz talebi aştığından işsizlik baş gösterir, ücretler düşer ve öğrenciler üretimin başka sektörlerine yönelirler. Fransa, Belçika, İngiltere ve ABD İkinci Dünya Savaşından bu yana bu tipte çok sayıda harekete tanık olmuşlardır.

Bunun öğrencinin toplumsal doğasına ilişkin sonuçları kayda değerdir. Öğrenim tercihleri, öğrencilerin bireysel tercihleri, yetenekleri ve özlemleriyle değil de gitgide daha da fazla piyasa yasaları, neokapitalizmin gereksinimleri tarafından belirlendiğinden öğrenciler giderek daha da yabancılaşmış çırak entelektüeller haline gelirler. Böylece, öğrenci isyanının yalnızca gerçek anlamında entelektüel emeğin yabancılaşmasının ürünü değil, aynı zamanda bizatihi öğrenci emeğinin yabancılaşmasının sonucu olduğu saptamasına varmış oluruz.

Öğrencilerin kesin toplumsal doğasının tanımlanması bir yandan Marksistler, diğer yandan genel olarak sosyologlar arasında sayısız anlaşmazlığa neden olmuştur. Öğrencinin değer üretmediği ve artık-değerden geçindiği için küçük burjuva olduğunu söylemek Marksist iktisat teorisinin bakış açısından vahim bir hatadır.

Neokapitalist çağın burjuva üniversitesi farklı bir işlevi yerine getirmek ve burjuva sınıfının başka ihtiyaçlarına cevap vermek zorundadır. Teknolojik buluş/yenilik yarışı, toplumsal yaşamın tüm alanlarının sistematik örgütlenmesi teknokratik uzmanların yetiştirilmesinde hep daha da belirginleşen bir uzmanlaşma gerektirmektedir. Bunun için, klasik liberalizmin yerini neopozitivist tavır alır. Böylece, burjuva kitle üniversitesi hakiki bir “diploma makinası”, hakiki bir uzmanlaşma fabrikası haline gelir. 

Marx her türlü üretken emeğin ücretli emek olması gerekmediğini, buna karşın her ücretli emeğin de zorunlu olarak üretken emek olmadığını açık biçimde savunmuştur. Pazar için geçimlik ürünler üreten ve kendi toprağının sahibi olan köylü değer üreticisi, dolayısıyla üretken bir emekçi olmakla birlikte ücretli olmadığından proletaryanın değil küçük burjuvazinin bir parçasıdır. Buna karşılık, bir otobüs şoförü değer üretmese de bir küçük burjuva değil ücretli bir proleterdir.

Öğrencilik durumunun iki veçhesi onun toplumsal doğasının dakik bir tanımını son derece güçleştirir. Bir taraftan öğrencilik durumu çok büyük ölçüde geçicidir [bir ara durumdur]. Genel olarak, olsa olsa üç ya da dört yıl hadi diyelim en kabadayısı altı ya da yedi yıl üniversite öğrencisi olunur. O zaman öğrencinin toplumsal doğasını toplumsal geleceğinden ziyade toplumsal kökenlerine bakarak mı tanımlamak gerekecektir? Üniversiteye giden ve ücretli sanayi teknisyeni olarak mezun olacak bir köylü çocuğu kökenleri bakımından küçük burjuvaziye geleceği bakımından proletaryaya aitmiş gibi görünmektedir. Hiç kuşkusuz, artık bir köylü olmamakla birlikte henüz bir proleter de değildir. Öğrencinin toplumsal doğasını tanımlamaktaki zorluk temelde burada yatar.

Diğer yandan, bir öğrencinin faaliyeti melez bir faaliyettir. Emeğin vasıflılaşmasının üretimi öğrencinin kendi kişisel faaliyetinin değil, profesörlerin etkinliğinin sonucu olduğundan öğrencinin şimdiden bir üretici olduğu söylenemez. Buna karşın, onun öğrenimin ve bilgilerin salt edilgen bir tüketicisi olduğunu iddia etmek de mümkün değildir. Yüksek öğrenimin ve üniversite öğreniminin özgül doğası, ilk ve orta öğrenimin edilgen tüketiminden farklı kendine özgü belli bir etkinlik, belli bir özerklik içerir.

Öğrenci işte bu nedenle hiç kuşkusuz en fazla çırak kategorisiyle benzeşir. İşte bu nedenle sıklıkla çırak-emekçi-entelektüel ifadesini kullanmaktayız. Bu formülü öğrenim ânına ve tikel vasıflara göre uygulamak mümkündür. Öğreniminin sonuna gelmiş bir tıp ya da mühendislik fakültesi öğrencisi, bazı durumlarda sözgelimi bir hekimin mübadele-değeri üreten emeği gibi bir emek söz konusu olmasa da, gitgide daha fazla toplumsal olarak faydalı ve gerekli emek tarafından soğurulur. Öğrenimlerine henüz yeni başlamış edebiyat fakültesi öğrencileri için elbette böyle bir durum söz konusu değildir.

Öğrenci faaliyetinin melez karakteri, kimi fakültelerin normal meta üretimine giderek artan özümsenmeleri incelendiğinde açık biçimde belirginleşir. Bu bazen, ABD’deki veya İngiltere’deki üniversite laboratuarlarının ordu için biyolojik silah üretiminde yer almaları gibi insanı dehşete düşüren bir özümsenmedir. Bu laboratuarlarda çalışan öğrenciler mevcut ya da gelecekteki üretime şimdiden katılmakla birlikte henüz emek-güçlerini satmak mecburiyetinde değildirler. Gerçek anlamda proletaryaya nazaran sahip oldukları göreli özgürlük onlara, başka şeylerin yanı sıra, proletaryada mevcut olmayan kalıcı, devamlı bir isyan yeteneği kazandırır.

Öğrenci çevresini bir çıraklar-emekçiler-entelektüeller çevresi olarak tanımlamamız başlıca üç etmenin karşılıklı ilişkileri anlamına gelir:

  • İlk olarak, entelektüelleri küçük-burjuva olarak tanımlamak geçmişte doğru olsa da, entelektüel emeğin değişime uğramış toplumsal doğası gereği bugün artık doğru olmaktan çıkmıştır. Öğrencilerin çoğunluğu müstakbel küçük-burjuvalar değil, müstakbel proleterleşmiş emekçilerdir.
  • İkinci olarak, öğrenci varoluşu karakteristikleri değişkenlik gösteren ve sıklıkla çelişkili süreksiz, geçici bir varoluştur. Bu varoluştan son ve kesin halini almış toplumsal davranış karakteristikleri çıkarsamak hatalı olacaktır. Öğrencilerin önemli bir bölümünün kendilerini proletaryayla ve yoksul köylülükle özdeşleştirebildikleri doğrudur. Burada son derece önemli bir değişim söz konusudur. 1848’den 1948’e dek öğrenciler Avrupa’da, Japonya’da ve kısmen ABD’de siyasi bakımdan sağa yönelen bir güç, gitgide daha işçi-karşıtı, anti-sosyalist bir güç olmuşlardır. Olaylara sıklıkla grev kırıcılar olarak müdahil olmuşlardır. On yıldan beri bu durum kökten biçimde tersine dönmüştür. Öğrenciler neredeyse her yerde grev ve grev çadırı örgütleyicileri olarak müdahil olmakta ve neredeyse hiçbir zaman grev kırıcılığına soyunmamaktadır. Bu bana terse çevrilmesi mümkün olmayan bir olgu gibi gözükmektedir.

Yine de, hep daha bilinçli isyanları sonucu müstakbel sınıflarına doğru sürüklenen öğrencilerin yanında, aynı zamanda ister bireysel ideolojik güdüleri gereği, ister bizatihi öğrenimlerin muhtevası nedeniyle barikatın öbür tarafında kalmaya mahkûm öğrenciler de mevcuttur. Kapitalist rejimde hem yargıç olup hem de aynı zamanda burjuva toplumunun baskıcı önlemlerine karşı ve mahpuslar lehine çalışmak pek mümkün değildir. Bir yandan iş zamanının ve akışlarının kronometresini tutma işine talip olup, bir yandan da sistematik biçimde iş akış temposunu düşürmeye çalışmak olmaz.

Öğrenci kitlesinin mustarip olduğu kaçınılmaz bölünmeleri anlamak için, burjuvazinin öğrenci hareketini bölme ve onun en azından bir bölümünü uzun vadede kendisiyle bütünleştirme yolunda sınırlı ancak reel imkânlarını anlamak için üniversite öğreniminin ve yüksek öğrenimin muhtevasının toplumsal olarak melez doğasını kavramak gerekir.

  • Son olarak, üniversitenin kitlesel düzeyde büyümesinden, hakiki bir üniversite patlamasından ve üniversitenin demokratikleşmesinden sonra, bizatihi öğrenci çevresi ne kökenleri ne de toplumsal gelecekleri bakımından türdeş olan bir kitleyi türdeşleştirme eğilimindedir. Özgül ve türdeş bir öğrenci çevresi yaratma yönündeki bu eğilim, bu çevre son derece parçalanmış durumda olsa bile, öğrenci isyanının patlamasına katkıda bulunmuş etmenlerden biridir. Burada istisna kuralı doğrular:  burjuvazinin öğrenci kitlesini parçalayarak üniversitenin bir kitle üniversitesi haline gelmesini kasten engellemeye kalkıştığı ülkelerden biri, aynı zamanda öğrenci isyanının mütevazı bir başlangıç eşiğini aşamadığı nadir ülkelerden biri olmuştur. İngiltere’den bahsediyorum.

Öğrenci çevresinin bu geçici türdeşleşmesinden mevcut üniversitenin öğrenci gereksinimlerine cevap vermekte yetersiz kalışının temel veçhelerinden biri doğar. Ayrıca bu öğrenci isyanının başlıca etmenlerinden biridir.

Burjuva üniversitesi bir zamanlar, burjuvazinin oğullarına, müstakbel burjuvalara veya bir sınıf olarak burjuvazinin müstakbel kadrolarına hizmet vermek için örgütlenmiş bir üniversite, burjuva öğrencilerin üniversitesiydi. Her şey mantıklıydı, her şey bu amaca uyarlanmaktaydı. Bütünün doğal bir insicamı vardı. Öğrencilerin doğrudan gereksinimlerini karşılamaya yarayan maddi bir altyapı mevcut değildi; öğrenci aileleri bu gereksinimleri karşılayabilmekteydiler. Tersine, öğrenim ihtiyaçlarını karşılayan çok büyük, kimi zaman epeyce zengin teknik bir altyapı mevcuttu. Toplumda yerine getirilmesi gereken toplumsal işlevler bu kaynaklara bağlıydı.

Öğrencilerin toplumsal [köken bakımından] seçimi radikal tarzda değişime uğradığında maddi altyapının yetersizliği kendisini çok sert bir şekilde hissettirdi. Çoğunlukla – aslında neredeyse hepsi – burslu öğrencilerin barınma, beslenme, boş zamanlarını değerlendirme ihtiyaçları vardı. Gelgelelim, burjuva üniversitesi bu gereksinimleri karşılamaktan tam anlamıyla acizdi. Teknik altyapı üniversitenin büyümesine uyarlanmadığından aynı şekilde teknik altyapı yetersizliği de kendisini hissettiriyordu. Öğrenci yabancılaşmasının bir başka biçiminin kökü işte buradadır: laboratuarlarda, amfilerde, ameliyathanelerde yer yetersizliğinden, kütüphanelerde kitap eksikliğinden kaynaklanan hakiki bir “hayat mücadelesi”. Sonuç olarak, ilk öğrenci patlamalarının kökeninde her zaman olmasa da sıklıkla kronik bir kaynak yokluğu, bir imkân yetersizliği bulunur.

Klasik burjuva üniversitesi müstakbel burjuvalar ve burjuvaziye müstakbel kapıkulları yetiştirmekle yükümlüydü. Bütünüyle bu toplumsal işleve yönelmişti. Kesin bilgilerin birikimi, – burjuva toplumuna yön veren değerlere uyarlanmış – yargıların oluşumundan ve özellikle de hâkim sınıfın ideolojisine uygun tepki verme yeteneğinin geliştirilmesinden daha az önem taşımaktaydı. Klasik liberal üniversite günümüzde miyopluktan mustarip teknokratların zaman zaman iddia ettikleri gibi burjuvazi için işe yaramaz değildi. Geçen yüzyılın [19. Yüzyıl] bir sanayicisi, bir bankacısı veya bir ihracatçısı açısından bu sanki-kendisi-burjuvaymışçasına yargılama/değerlendirme yeteneği ve özellikle de yeni ve bilinmeyen bir ortamda, daha önce karşılaşılmamış durumlar karşısında kendinden emin ve “ticari zihniyetle” tepki verme yeteneği, kimya, fizik ya da tarih yazımında [vakanüvislik] mevcut bilgilerin birikiminden çok daha faydalıydı.

Neokapitalist çağın burjuva üniversitesi farklı bir işlevi yerine getirmek ve burjuva sınıfının başka ihtiyaçlarına cevap vermek zorundadır. Teknolojik buluş/yenilik yarışı, toplumsal yaşamın tüm alanlarının sistematik örgütlenmesi teknokratik uzmanların yetiştirilmesinde hep daha da belirginleşen bir uzmanlaşma gerektirmektedir. Bunun için, klasik liberalizmin yerini neopozitivist tavır alır. Böylece, burjuva kitle üniversitesi hakiki bir “diploma makinası”, hakiki bir uzmanlaşma fabrikası haline gelir.  Yalnızca gitgide daha da parçalanmış değil, aynı zamanda gitgide daha da oynak/kararsız uzmanlıklar söz konusu olduğundan, bu durumdan, bizatihi kapitalist sınıf bakış açısından dahi, geleneksel üniversitenin derin bir krizi doğar. Geleneksel üniversitenin idarî yapıları, öğretiminin muhtevası, alışageldik usulleri ve örgütlenmesi artık ne büyük tekellerin ne de öğrenci kitlesinin gereksinimlerine uymaktadır.

Öğrenci isyanıyla büyük sermayenin genel bir teknokratik üniversite reformuna girişme eğilimi arasındaki hiçbir şekilde rastlantısal olmayan çakışma bundan ileri gelmektedir. Her iki hareket de kökten biçimde farklı gereklere yanıt verirler. Yine de, bunların birleşen çabaları liberal ve geleneksel eski burjuva üniversitesini hemen hemen ortadan kaldırmıştır.

Acaba bu, öğrenci isyanının nesnel olarak ya da hatta bilinçli olarak üniversitenin teknokratik reformunun gerçekleştirilmesine yardımcı olduğu anlamına mı gelir? Bu denli kötümser ve ayrıca biraz da kinik bir sonuç çıkarmak için henüz erkendir. Şu an için, her iki hareketin yolları kesişmekte ve bunlar zaman zaman birbirlerine destek vermektedirler. Ancak daha sık çatışma içine girmektedirler. Hatta birçok ülkede, bilhassa Fransa’da, Almanya’da, Belçika’da öğrenci hareketinin üniversitenin teknokratik reformunun yabancılaştırıcı sonuçlarına karşı mücadelesinde – yoldaşım Daniel Bensaïd’in güzel bir ifadesiyle – “ikinci bir soluk” kazandığı dahi söylenebilir.

Bu reformun amacı çok açıktır: burjuva kitle üniversitesini dönüştürmek, entelektüel emek piyasasına uyarlanmamış bir işletmeden bu gereksinimlere yani büyük firmaların ve tekelci evrenin devletinin gereksinimlerine mükemmel biçimde uygun bir fabrika yaratmak. Öğrencinin her türlü bireysel özlemini ve tercihini göz ardı edip, burjuvazinin ihtiyaç duyduğu entelektüel vasıfları piyasa dalgalanmalarına göre kendini düzelten oranlarda imal etmek söz konusudur. Bu teknokratik reformdan doğan iktisadî, finansal ve örgütlenmeye ilişkin teknikler de çok iyi bilinmektedir. Yine de hatırlatmak için zikredelim: üniversite yatırımlarının sistematik biçimde kârlı hale getirilmesi yani harcamaların farklı fakülteler ve farklı disiplinler arasında emek piyasasının “ihtiyaçları”na göre bölüştürülmesi; farklı üniversite dallarından diploma alanlar için öngörülebilir gelirler; üniversitenin kapılarını bir aday kitlesinin yüzüne kapatmaya ve öğrencilerin önemli bir bölümünü şayet öğrenimleri katı biçimde sınırlanmış bir süre sonunda istenen “başarı” ile taçlanmazsa öğrenimlerine ara vermeye mahkûm etmeye eğilimli gitgide daha da katı, gitgide daha da yaygın bir seçme; bazı meslek gruplarının ölçüsüz maddi ayrıcalıklarını (ABD’deki hekimler örneği inanılacak gibi değildir) korumak ve genişletmek amacıyla giderek daha da artan sayıda fakülteye dayatılan akıldışı şartlar. Üniversitenin büyümesini toplumsal ihtiyaçlara uyarlamak yerine, bu büyüme üniversitede mevcut teknik donanımın azamî finansal kârlılığına uyarlanmaktadır.

Tüm bu veçheler burjuva üniversitesinin teknokratik reformunun karşısında sadece öğrencilerin büyük bir çoğunluğunun maddi çıkarlarını değil aynı zamanda ve özellikle onların toplumsal-siyasî yönelimlerini ve emekçi kitlelerin büyük çoğunluğunun çıkarlarını bulmasına yol açmaktadır. Burada, neokapitalizmin, en azından üstyapı bakımından sistemin mümkün bir patlayışını yoğunlaştıran yeni bir çelişkisini bir kez daha vurgulamak önemlidir.

Teknolojik rant arayışının tahakkümü altında bulunan, teknolojik buluş/yenilik temposunda bir hızlanma ile karakterize olan neokapitalist toplum zorunlu olarak bilime büyüyen ve evrensel bir ilgi yaratmaktadır. Mesela çocuk oyuncaklarının gelişimini, bilim-kurgu yazının gelişmesini, uzay yolculuklarına duyulan dizginsiz tutkuyu gözlemlemek yeter. Çağdaş toplumsal gerçekliğin her düzeyinde bir doğal bilim kültüne [tapınmasına] rastlanmaktadır. Şu ya da bu vasat metayı satmak için güya kanıtlanmış bilimsel kalitelerine teknik göndermede bulunmayı çok büyük ölçüde kullanan reklamcılık bunu çok iyi örnekler.

Akla gelebilecek herhangi bir temel ideolojik harekette olup bittiği gibi aslında söz konusu olan tabi ki kâra susamış tekelci patronların bir komplosu veya şeytanî bir entrikası değil, elle tutulur bir toplumsal gerçekliğin insanların zihninde yeniden-üretimi, belli sınıf çıkarlarına göre oluşmuş zihinsel yapıların süzgecinden geçtiğinden bilimsel değil ideolojik olan bir yeniden-üretimidir.

Çağdaş gençliğin bilim tutkusu, bazı kötümserler ne derlerse desinler son derece sağlıklıdır. Gençlik bilimin ve tekniğin muazzam özgürleştirici potansiyelini [imkânlarını], aynı bilimin ve aynı tekniğin piyasa toplumunun ve kâr için üretimin tahakkümü altında büründüğü ürkütücü, tahripkâr ve köleleştirici biçimlerle hiçbir ilgisi olmayan potansiyelini bir çırpıda kavrar.

Buna karşın, bu aşırı-doygun bilimcilik ortamında bilimsel bilgiye ulaşma yollarının üniversitenin teknokratik reform tarafından sert bir biçimde tıkanması ve numerus clausus [kapalı sayı – üniversiteye kabul edilecek öğrenci sayısını sınırlayan bir yöntem] üniversite öğretiminin giderek derinleşen parçalanması ve küçük dilimlere bölünmesini pekiştirmektedir ki bu da olsa olsa en azından bir öğrenci kesiminin derin ve kalıcı tepkilerine yol açabilir. Mass media’nın çağrısı herkesi bilimin harikalarına cezp etmektedir. Ancak hemen arkasından önseçim yemin cazibesine kapılanların yarısına ya da daha fazlasına “harikalar size göre değil” demektedir.

Öğretimin teknokratik reformu böylece gençlikte, gereğinden fazla reklam yetişkinlerde ne yaratıyorsa onu yaratmaktadır: zorunlu olarak sürekli bir endişe haline değilse bile derin bir bilinç ve ahlak krizine yol açması gereken sürekli bir tatminsizlik ve yoksunluk iklimi.

Bu endişe iki yoldan birini seçebilir: bilinçlenmeye, devrimci etkinlik ve örgütlenmeye götüren isyan ki bu olumlu çıkış kapısıdır ya da olumsuz çıkış kapısı yani ahlak bozukluğu, uyuşturucu, suç işleme veya sinir zafiyeti. Fakat bunların her ikisi de neokapitalist eğitimin krizinin meşru çocuklarıdır. Burjuvazi eğer bu eğilimlerin sorumlularını bulmaya kalkışacak olursa, ne ajitatörleri ne de tanrıtanımaz komünizmin peygamberlerini suçlayabilecektir. Burjuvazinin dönüp aynada kendi suretine bakması ve şu doğruyu kabul etmesi gerekecektir: “Devrimcileri doğuran benim, aynı şekilde yeryüzünde yarı-feodal rejimin çürümesinden bu yana görülmedik boyutta bir ahlaki çöküntüyü ve toplumsal şiddeti yaratan da benim.”

Böylece, burjuva üniversitesinin öğrenci dünyasının gereksinimlerine temel uyumsuzluğuna karşı isyanın içerisinden üniversite öğretiminin tekelci kârların azamileştirilmesinin ihtiyaçlarına uyarlanmasına karşı bir isyan gelişmektedir. Bu ister doğal bilimler öğretiminin aşırı parçalı hale getirilmesine ve bu bilimlerin her türlü bütünsel toplum görüşünden toptan kopuşuna karşı bir isyan olsun; ister bu öğretimin parçalarının kullanımına ve özel firmaların bencil çıkarlarına veya insanlık dışı devlet projelerine hayâsızca tabi kılınmasına karşı bir isyan olsun; ister sosyal bilimlerin neopozitivist, ideolojik ve özürcü saptırılmasına karşı bir isyan olsun, öğrenci hareketine onu dar korporatist çıkarlar adına basit bir talep kampanyasından farklılaştıran daha genel ve daha derin bir anlam kazandıran işte budur.

Öğrenci hareketleri daha fazla bedava ya da ucuz yurt ve üniversite yemekhanesi talep ettikleri sürece, daha fazla laboratuar ve daha fazla kütüphane, yüksek düzeyde öğretimin teknik imkânlarına daha kolay ve daha özgür erişim talep ettikleri sürece işçi mücadelelerinin ekonomizminin eşdeğeri olarak adlandırılabilecek bir alanın sınırlarının dışına çıkamazlar. Bu mücadeleler ilericidir ve ilksel bir bilinçlenme ve örgütlenme düzeyine ulaşmak için kesinlikle gereklidirler. Gelgelelim, bu mücadeleler bizatihi kendilerinde öğrenci isyanını tümel bir devrimci özgürleşim hareketinin içerisine sokmak açısından yetersizdirler.

Bu bağlamda zaman zaman kesişen birbirine paralel iki yol önden giderler. Bunların biri öğrenci öncüyü işçi örgütlerinin ister yozlaşma, ister zayıflık nedeniyle yeterince üstlenmedikleri genel siyasi davaları sahiplenmeye iten aşırı politikleşmedir. Bu bakımdan, Fransa’daki öğrenci hareketi Fransız emperyalizminin Cezayir’de sürdürdüğü sömürge savaşına karşı mücadelede bir öncü rolü oynamıştır. Öğrenci hareketi tüm dünyada ve en başta ABD’de yankee emperyalizminin Hindiçin halklarına karşı saldırı savaşına karşı mücadelede bir tetikleyici rolü oynamıştır. Öğrenci hareketinin yüksek düzeyde ilerici bu politikleşmesi devrimci örgütlerin inşasına ve güçlenmesine yol açar. Bu soruna daha ileride döneceğiz.

Öğrenci hareketinin ekonomist ve korporatist çerçevenin dışına bu ilk çıkışı zorunlu olarak oldukça az sayıda bir öncüyle sınırlı kalır. Buna karşın, öğrenci isyanı özellikle üniversitenin teknokratik biçimlerine cevap verdiğinde potansiyel olarak aşırı politikleşmiş ve radikalleşmiş öncüden çok daha geniş öğrenci tabakalarını harekete geçirme eğilimindedir. Bu büyük öğrenci tabakaları açısından, her ne kadar bu tabakalar öğrenci kitlesinin tamamı içerisinde bir azınlıktan başka bir şey olmasalar da, ekonomizmden daha öteye, anlık taleplerin ötesine götüren çıkış yolu idareye ve öğretim biçimine muhtevalarıyla aynı ölçüde yabancılaştırıcı öğelere karşı mücadeledir. Özetle mücadele ABD’deki ve Japonya’daki yoldaşlarımızın ve Avrupa’da bizlerin adlandırmış olduğumuz gibi kızıl üniversite için mücadeledir.

Burjuva toplumunun bağrında sosyalist bir üniversite kurmaya kalkışmak kapitalist bir ekonominin ortasında işçi yönetiminde yalıtık sosyalist fabrikalar kurmaya kalkışmak kadar ütopik bir hedeftir. Üniversite kendi kaynaklarını üretmez, buna karşın toplum tarafından kullanımına sunulan kaynaklardan geçinir.

Bu toplum hâkim sınıf tarafından yönetilir. Bu sınıfın tahakkümü onun, tam da öğretim gibi üstyapı faaliyetlerini finanse eden toplumsal artık-ürünün denetimini elinde bulundurmasıyla karakterize olur.

Sonuç olarak, zaman içerisinde üniversitenin hâkim sınıfın denetiminden, bu sınıf üniversitenin varoluş imkânlarını üniversiteden geri almadan kurtulması mümkün değildir. Burjuva toplumu bünyesinde öğrenciler, teknik personel ve öğretim üyeleri tarafından yönetilen bir üniversite, öğrencilerin yönetimlerini gitgide daha da sefil imkânlarla gerçekleştirmek zorunda kalacakları yani kendi sefaletlerini yönetmek zorunda kalacakları bir üniversitedir.

Buna karşın, üniversiteyi burjuva toplumunun bağrında sürekli tarzda yönetmenin öğrenciler açısından olanaksızlığı kesinlikle üniversitenin burjuvazinin çıkarlarına tabi kılınmasıyla genel olarak ve sınırlı bir süre için olsa da arada sırada şaşırtıcı başarılar kazanarak savaşmanın imkânsızlığı anlamına gelmez. Ve hatta öğrenci hareketi tam da burjuva üniversite öğretiminin içeriğine, biçimine, örgütlenmesine ve yapısına karşı böylesi bir kavga aracılığıyla toplumun gözünde bir başkaldırı, amacı yalnızca mülkiyet biçimlerin değil, aynı zamanda üretim ilişkilerini, tüm insan emeğinin muhtevasını, örgütlenmesini ve yapısını değiştirmek olan yükselen genel toplumsal başkaldırının hedeflerini ilan eden ve önceden sezilmesini sağlayan bir isyan değeri kazanır.

Öğrenci hareketinin öncüsü kârlılaştırmaya, seçmeye, üniversite öğretiminin küçük parçalara ayrılmasına ve her türlü akla uygun ve insanî toplumsal amaçtan uzaklaşmasına başkaldırırken entelektüelleri olduğu kadar işçileri de, profesörleri olduğu kadar üretici köylüleri de ilgilendiren evrensel önemde değerler ilan eder. Öğrenci öncüsü maddi kaynakların kullanımının temel önceliklerinin piyasa ve satın-alma gücüne sahip talep aracılığıyla belirlenmesinin insanlık-dışı akıl-dışı olduğunu haykırır. Aynı şekilde bilgi tutkusunun, savunmanın, sağlığın, temel gereksinimlerin karşılanmasının, insanlığın ve doğanın korunmasının sağlanmasının, lüks metalar, bazıları kişinin akıl sağlığını doğrudan etkileyen gereksiz, yapay ve sağlığa zararlı metalar üretimi üzerinde önceliğe sahip olması gerektiğini haykırır. Öğrenci öncüsü üretime ve ekonomiye yön vermesi gerekenin piyasa değil, insan aklı ve ortaklaşmış emekçiler topluluğu tarafından demokratik biçimde kararlaştırılmış bilinçli hedefler olduğunu ilan eder.

Öncü, öğrenci emeği de dâhil emeğin özgürleşiminin, Marx’ın ünlü ifadesini zikredecek olursak, üreticilerin ortaklaşması sayesinde gerçekleştirilmesi yani iktisadî mecburiyet tahtında değil, aslında egemen küçük bir azınlığı zenginleştirmeye yönelik görünüşte mukadder yasaların tahakkümü altında değil, ortaklaşa kararlaştırılmış ihtiyaçların karşılanması için özgürce çalışan emekçiler tarafından gerçekleştirilmesi gerektiğini haykırır. Öncü, üretimin biçimiyle içeriği arasında kaçınılmaz diyalektik bir etkileşim olduğunu, dış zorlamanın baskısı altında gerçekleşen emeğin onu gerçekleştiren insanın gerçekleşmesine asla yol açmayacağını ilan eder.

Öğrenci hareketi taşıyıcısı olduğu evrensel tarihî önemin bilincine varmayı öğreniyorsa eğer; mümkün en geniş, en demokratik, en evrensel tarzda örgütleniyorsa; devletten, hâkim sınıflardan ve burjuva değerlerden bağımsızlığını kararlı biçimde koruyorsa, mecburen geçici olan bu başarılar çok daha geniş halk kitlelerinin mücadele yolunu aydınlatan bir ışık olacaktır. Eğer öğrenciler hocalarını seçmeyi başarırlarsa, bu altı aydan ya da bir yıldan fazla sürmese bile, mekanik ve saçma zorlamaları ortadan kaldırıp bunların yerine özgürce kabul edilmiş bir öz-disiplin yerleştirmeyi başarırlarsa, işçiler kendilerinin de kendi işletmelerinin efendileri haline gelebileceklerini, kendi yönetim komitelerini seçip emek sürecinin ezici ve insanı bitip tüketen hiyerarşisini ilga edebileceklerini ve kendi ortaklaşmış toplulukları aracılığıyla iktisadî üretimin ve bir bütün olarak toplumsal yaşamın hedeflerini ve muhtevasını belirleyebileceklerini daha çabuk kavrayacaklardır.

  • Teori ile Pratiğin Birliği

Öğrenci isyanı her şeyden önce kendiliğinden [spontane] bir hareket biçimini alır. Bu çalışmanın ilk iki bölümünde bu isyanın genelde entelektüel emeğin özelde öğrenci emeğinin klasik ya da teknokratik burjuva üniversitesinin krizi sonucu artan proleterleşmesi ve yabancılaşması içindeki köklerini açığa çıkarmaya çalıştık. Öğrenci isyanı tüm kendiliğinden hareketlerde olduğu gibi her zaman aniden beliriverir.  Bu ister üniversitenin öğrencilerin maddi ihtiyaçlarına uyumsuzluğuna bir tepki olsun, ister üniversite öğretiminin yapılarına ve muhtevasına bir tepki veya geleneksel siyasî örgütlerin yüzüstü bıraktığı, bir anda beliriveren siyasî ve toplumsal mücadeleleri sahiplenen bir hareket olsun öğrenci hareketi her daim anlık bir karaktere sahiptir.

Kendiliğinden öğrenci seferberliğinin bu anlık karakteri bu hareketin etkileyici sonuçları nedeniyle sıklıkla unutulur. Mayıs 68’de Paris’teki öğrenci isyanının o an için hedefinin polis tarafından tutuklanan birkaç öğrencinin serbest bırakılmasını sağlamak olduğunu hatırlatmaya gerek var mıdır? Bu hareket barikatlar gecesiyle, işçilerin öğrencilerle muazzam dayanışma gösterisiyle, ardından fabrika işgalleriyle genel grevle sonuçlandıysa eğer, bunun nedenini öğrenci çevresinin toplumsal doğasında bulmak mümkün değildir. Bu nedeni hareketi tetikleyen talebin doğasında bulmak ise daha da az olanaklıdır. Bu neden yeni bir kitlesel siyasî hareketin tikel bir toplumsal ve siyasî konjonktürde yerine getirebileceği ateşleyici işlevde saklıdır.

Aklı başında hiçbir kişinin, Bay Marcelin’in [68 Mayıs’ında atanan içişleri bakanı] hakikaten inanır göründüğü gibi, basit biçimde – tercihen yabancı – birkaç kışkırtıcının oyuncağı olduklarından ya da ülke – yine tercihen dış güçlerce hazırlanan – şeytanî bir komplonun kurbanı olduğundan, on milyon işçinin greve çıkıp fabrikalarını işgal ederek De Gaulle hükümeti gibi o denli istikrarlı bir hükümete meydan okuyarak Fransa’da devrimci-durum-öncesi bir durum yarattığına gerçekten inanması mümkün değildir. Böylesi bir boyuttaki toplumsal hareketler ancak ve ancak derin hoşnutsuzluklara yani uzun bir zaman zarfında biriken derin çelişkilere bağlanarak kavranabilirler. Bunların öğrenci isyanından itibaren patlak vermesi daha çok bu çelişkilerin uzun bir süre boyunca gün ışığına çıkmasını önleyen, bastıran, geciktiren etkisi bu çelişkilerden aşağı kalmayan güçlerin varlığını gösterir.

O halde, öğrenci isyanıyla emekçilerin büyük bölümünü içinde toplayan toplumsal güçler arasındaki bağ esasen aşağıdakinden ibarettir. Kendiliğinden öğrenci hareketi, yetersiz siyasî yapıların – ve hepsinden önce işçi hareketinin siyasî yapılarının – uzun süre gizledikleri yani toplumsal çelişkilerin ciddiyetine hiçbir şekilde tekabül etmeyen işin özüne dokunmayan reformlara kanalize etmeye çalıştıkları derin bir toplumsal rahatsızlığı açınlama ve ateşleme rolü oynamıştır.

Öğrenci hareketi neden bazı ânlarda çok daha büyük bir başkaldırı hareketinin açınlayıcısı ve ateşleyicisi rolünü oynayabilmektedir? Çünkü her şeyden önce, bu hareket o denli büyük boyutta bir kitle hareketidir ki bu hareketin eylemi toplumun bütünü üzerinde zorunlu olarak bir etki yaratmaktadır. Burada, neokapitalizmin gereksinimlerindeki, dolayısıyla bizatihi kapitalist üretim tarzının evrimindeki kökenlerine işaret ettiğimiz üniversite patlamasının ve bu öğrenci kitlesinin niteliksel büyümesinin yeni bir sonucunu karşımızda buluruz. Gösteri düzenleyen birkaç bin öğrenci görmezden gelinebilir. Ancak, Paris’in merkezinde barikatlar kuran otuz bin öğrenciyi yok saymak mümkün değildir.

İkinci olarak, çünkü bu kendiliğinden bir harekettir. Çağımızın temel sorunlarına uyum sağlayamadıkları açıkça ortada olduğu için gençlik nezdindeki itibarlarını yitirmiş geleneksel politik örgütler tarafından sınırlanmamakta, denetlenmemekte ve uzaktan kumanda edilmemektedir.

Öğrenci kitle hareketinin kendiliğindenliğinde muazzam bir özgürleşim potansiyeli kendini açığa vurmaktadır. Bu kendiliğinden özgürleşimci güç ortak bir paydadan, hareketi sürüklemiş olan anlık talepten yola çıkarak toplumun tüm katmanlarına yayılabilir. Emekçi halk tabakaları bir anda “kralın çıplak olduğunu”  keşfederler. Öğrenciler, halkın belli belirsiz hissettiği fakat henüz ifade etmeye cesaret edemediği bir şeylerin açıkça farkına varmasına olanak tanıyacak biçimde bunu yüksek sesle haykırırlar. Böylece siyasî yaşamın tüm baskıcı yapılanmaları sorgulanır hale gelir ve en radikal talepler toplumsal çelişkilerin derinliklerinden su yüzüne çıkarlar.

Son olarak, öğrenci hareketi siyasî bir kitle hareketidir. Hareketin doğrudan hedef aldıkları üniversite yetkilileriyle veya ikincil siyasî yapılarla sınırlı kaldığı sürece, ateşleyici gücü de sınırlı kalır. Hareket burjuva devletine yani bir bütün olarak burjuva toplumuna meydan okuduğu andan itibaren bu meydan okuma tüm ateşleyici gücünü kazanır. Örnek oluşturma rolü burada önemlidir. Buna karşın, bu rolün ve bu rolün uyguladığı çekim gücünün ötesinde, anlık talep düzeyinden yola çıkıp durmaksızın yayılan ve hareketi kapitalist topluma karşı toptan bir mücadele gücüne dönüştüren kitle hareketinin hızla politikleşmesi mevcuttur. Bu mücadele de kendi payına yüksek düzeyde merkezileştirici bir rol oynar. Kendisini, içerdiği her şeyle birlikte establishment [müesses nizam] kutbunun karşıtı siyasî ve toplumsal güçlerin neredeyse devrimci kutbuna dönüştürerek, başka memnuniyetsiz toplumsal tabakaların taleplerini kendine çekip içinde toplama eğilimindedir.

Bu konuda mass media’nın çelişkili rolü, çağdaş uygarlığın kimi kötümser eleştirmenlerinin sandıklarından çok daha karmaşık rolü vurgulanabilir. Normal olarak, televizyonun konformizmin ve neokapitalist toplumsal bütünleşmenin etkili bir gücü olduğu doğrudur. Ama televizyon gazetecileri ve teknisyenleri, 68 Mayısında Fransa’da olduğu gibi mücadelenin genel hareketi içerisine sürüklendikleri ölçüde televizyon kendisine tanınmamış bir boyut kazanmaktadır. Televizyonun olay görüntülerini çok geniş bir yarıçap içinde naklen yayınlama yeteneği onu bir haber aracından bir seferberlik aracına dönüştürmektedir. 68 Mayısı milyonlarca kişinin gelişmelerden bir hafta ya da ertesi gün bile değil, her saat başı hatta her on beş dakikada bir haberdar olduğu tarihteki ilk devrimci harekettir. Bu şekilde, televizyonda bir gösterinin başlangıç görüntülerini görüp koşup bu gösteriye katılmak mümkün olabilmiştir.

Ancak diğer yandan siyasî kitle hareketi olarak öğrenci hareketinin tüm gizilgüçlülüklerinin hareketin bizatihi gücünün kaynağından gelen bir sınırı vardır. Her türlü kendiliğinden kitle hareketi bizatihi doğası gereği süreksizdir. Hatta hareket politikleştikçe çoklu ve birbirini tutmayan hedefler içerisinde kendisini tüketme eğiliminde olur. Kitle hareketinin merkezcil çekim gücünün, merkezileştirici yapıların yokluğunun yerini uzun zaman doldurması mümkün olmaz. Birkaç gün içinde olmasa da, birkaç hafta zarfında biriktirilen sermaye durum bir dönemece vardığında buharlaşma eğiliminde olur.

Peki, bu neden böyledir? Kapitalist üretim ilişkilerinin yapısal karakterini iki temel neden açıklar. Devrimci Marksizm özellikle kapitalist toplumun bu temel yapısal karakteri konusunda sahip olduğu kavrayıştan ötürü reformizmin farklı varyantlarının karşıtıdır. Bu somut olarak şu anlama gelir: kâr ortadan kalktığında kapitalist bir ekonominin işlemesi artık mümkün olmaz. Öyleyse, eğer işçiler fabrikaları işgal edip öğrencilerle omuz omuza burjuva toplumunun geleneksel mekanizmalarını felce uğratırlarsa ortada yalnız iki çözüm yolu kalır: ya ekonominin kapitalist yapısı ayakta kalır ya da yeni üretim ilişkileri eskilerinin yerini alırlar. İlk durumda tüm iktisadî yaşam ve özellikle de üretim derin bir kargaşa içindedir hatta tamamen durabilir. İkinci durumda üretim yeni bir toplumsal temelde yeniden başlayabilir.

Ne var ki eğer tüm üretim durursa hiçbir halk uzun süre hayatta kalmayı başaramaz. Başka toplumlarda doğrulanmış olan bu temel kural, son derece karmaşık tekniğin üretim aygıtını düzeneklerinin her türlü devre dışı kalışı karşısında daha kırılgan hale getirdiği, aşırı işbölümünün her yurttaşı bütününde üretim aygıtına çok daha bağımlı kıldığı çağdaş toplumda on kat daha geçerlidir. Dolayısıyla, kapitalist yapıların yerine yeni iktisadî yapılar konulmadığı takdirde normalliğe yani kapitalist üretime dönüş belli bir süre sonra hemen hemen kaçınılmaz olur.

Bu, kitlelerin savaşkanlığının kaçınılmaz biçimde sıfıra müncer olacağı veya siyasî ve toplumsal güçler arasındaki ilişkilerin yeniden devrimci patlama öncesi hallerine dönecekleri anlamına gelmez. Sıklıkla, ekonominin kapitalist işleyişine bu geri dönüşün ardından üretim faaliyetine tüm bir dizi kargaşa dayatan çok sert siyasî ve toplumsal mücadeleler gelir. Böylece, bazen çok uzun süren devrimci-durum-öncesi evrenin başlaması münkün olur.

Ne var ki bir devrimci-durum-öncesi evre devrim değildir, zira bir toplumsal devrim tam da kapitalist üretim ilişkilerinin yerine yeni üretim ilişkilerinin konulması anlamına gelir.

Bundan, gerek devlete gerekse kapitalist sınıfa karşı bir dizi tayin edici zafer kazanmayan bir kendiliğinden kitle hareketinin en azından geçici olarak geri çekilmeye mahkûm olduğu sonucunu çıkarmak mümkündür. Bunun yanı sıra tüm çabaların bir merkezde toplanmış birkaç hedef üzerinde toplulaştırılması milyonlarca değilse de yüz binlerce kişinin eyleminde yalnızca kendiliğindenliklerinin yaratamayacağı bir eşgüdüm ve etkinlik derecesi gerektirir. Bu iki örgütlenme yapısı gerektirir. İlk sırada tabanda seçilmiş komiteler yapısı, ortak bir anlaşmayla büyük kitleleri harekete geçirme yeteneğinde işçi, öğrenci, köylü konseyleri [şuraları] gelir. İkinci sırada ise ilk yapıyı ulaşılacak hedeflere ve bu hedefleri gerçekleştirecek imkân tanıyan yollara ilişkin net bir perspektifle donatma yeteneğinde devrimci parti yapısı yer alır.

Burada, her kendiliğinden hareketin takılıp kaldığı ikinci ve kaçınılmaz sınıra geliyoruz. Kendiliğinden bir hareket tıpkı siklonun yerde ne bulduysa havaya kaldırması gibi birbirleriyle tamamıyla çelişkili binlerce tutku, umut ve fikir uyandırır. Tüm bu ideolojik ve ahlaki güçlerin karşılıklı etkileşimi sonucu ortaya çıkan ortak paydaların devrimin nesnel hedeflerine tam olarak tekabül etmesinin hiçbir garantisi yoktur. Toplumun sosyalist dönüşümü yüksek düzeyde bilinçli bir görevdir, insan soyunun karşısına çıkıp çıkabilecek en bilinçli görevdir. Bu görevi toplumsal evrimin yasalarını derinlemesine bilmeden, kapitalist çürümenin derin nedenlerini, yeni toplumun üzerinde inşa edilmesi gereken temelleri bilmeden yani bilimsel sosyalizmin getirdiği ne varsa bunlardan soyutlama yaparak gerçekleştirmeye kalkışmak kesin bir felakete doğru hızla ilerlemek anlamına gelir.

Çağımızda muzaffer bir sosyalist devrim temel iki gücün birleşmesinin sonucundan başka bir şey olamaz: bir taraftan muazzam enerjileri ve halk inisiyatiflerinin, bireysel inisiyatiflerin hesaba sığmaz bir zenginliğini açığa çıkaran her seferinde daha da çoğalan kitlelerin kendiliğinden hareketi; diğer taraftan devrimci bir parti, diğer bir deyişle; geçmiş faaliyetleri sayesinde kitlelerin güvenini şimdiden kazanmış ve bu kitleleri örgütleyip devrimin zaferiyle sonuçlanan bir harekete doğru sürükleyebilecek yüksek sayıda kadroda ete kemiğe bürünen bilimsel, devrimci bir program.

Öğrenci hareketi kendisini bu doğada bir devrimci siyasî partiye ikame etmekten özü itibariyle aciz olduğundan, harekete geçmesine yardımcı olduğu kitle hareketinin karşısına çıkan görevleri kendi başına çözmekte yetersiz kalır. Eğer öğrenci hareketi devrimci bir örgütün inşasıyla ya da güçlendirilmesiyle sonuçlanmazsa, emekçilerin tamamının özgürleşimine katkısında başarısızlığa uğramış olacaktır.

Yavaş yavaş öğrenci hareketinden gelişen öncü kendisini şu ya da bu şekilde modern dünyanın kilit sorunuyla karşı karşıya bulur. Bu sorun tüm beşerî bilimlerin gelişiminde iki yüzyıldan beri büyük ölçüde en ön planda yer almış olan ve çözümü Marksizmde bulunan teori ile pratik arasındaki ilişkiler sorunudur. Burada bu sorunun epistemolojik (yani bilgi teorisiyle ilgili) veçhesini incelemeyeceğiz. Bugün bizi öncelikli olarak ilgilendiren devrimci teori ile devrimci pratik arasındaki ilişkiler olacak.

Öğrenci isyanının ve genelde gençliğin her türlü radikalleşmesinin çağımızın karakteristiği olan psikolojik etmenlerinden biri başta üstyapıdakiler gelmek üzere toplumsal faaliyetlerin çoğuna damgasını vuran ikiyüzlülüğün tartışmasız reddidir. Siyasî güçler, ahlakî değerler, toplumsal kurumlar… Bunların hepsi gizli etmenlerin maskeleri, toplumu gerçekten işler halde tutan hakiki mekanizmaları keşfetmek için öncelikle sökülmesi gereken maskeler olarak belirirler. Büyük ilkelerin gerisinde kişisel bencilliğin taşkınlıklarına ve doymak bilmez kâr tutkusuna; soylu ideallerin gerisinde rüşvete, kariyer yapma arzusuna, iktidara ve ayrıcalıklara doymazlığa rastlanır.

Tüm bu ikiyüzlülüğün temelinde ilkelerle pratik arasında, pratikten kopmuş ilkelerle ilkesiz pratikler ve bunu itiraf etmeye cüret edenler arasında gitgide derinleşen bir uçurum vardır. Programlarla, ilan edilmiş ideallerle, ahlakın temelleriyle gündelik pratiği aşılmaz bir duvar, herkesin gözüne görünür bir duvar ayırıyor gibidir. Rüşvet köklerini hiç kuşku yok burjuva toplumunun bizatihi doğasından alır ve gerek geleneksel işçi hareketini gerekse de sosyalist denilen ülkelerde iktidarda olan bürokrasilerin pratiklerini derinden etkilemiştir.

Gençlerin bu ikiyüzlülüğe isyanı tamamıyla sağlıklı ve övgüye değerdir. Sömürüsüz ve baskısız bir topluma doğru yürüyüşte tersine çevrilmez yeni bir atılımın mümkünlüğünü yaratır. Bu isyan övgüye değer olmakta aşağı kalmayan, toplumsal pratiği, özellikle de siyasî pratiği ideallerle uyuşturma iradesiyle sonuçlanır. Buna karşın, eğer bu isyan devrimci pratikle teori arasındaki, bu iki etkinliğin tüm karmaşık diyalektiğini kapsayan birlik üzerinde kurulmamışsa verimsizleşme tehlikesini taşır.

Toplumun sosyalist dönüşümünün insanlığın bugüne dek tasarlamış olduğu en bilinçli girişimi oluşturduğunu söylemiştik. Başarı şansına sahip olabilmesi için bu girişim toplumsal faaliyetin tüm kesimlerinin bütünsel bir kavranışından, diğer bir deyişle beşeri bilimlerin sonuçlarının bir bütünleştirilmesinden yola çıkmalıdır. Marksizm bugüne dek bu bütünleştirmeyi başarabilmiş yegâne akımdır. Hem zaten bu bütünleştirmenin de bizatihi doğası gereği kesin olarak elde edilmiş bir sonuç sayılması mümkün değildir. Tersine bu bütünleştirme bir yeniden sorgulama ve sürekli bir zenginleştirme gerektirir.

Çağdaş toplumun bu bütünsel perspektifinden, onu çürüten çelişkilerinden ve onun dönüşümünün itici güçlerinden yola çıkmayan bir devrimci pratik ampirizme, dogmatizme ve kısır eylemciliğe sürüklenme tehlikesi taşır. Bunun mebzul miktarda örneği bulunmaktadır. Ayrıca, devrimci teorinin bir özümsenmesiyle yönlendirilip uygulanmayan her devrimci pratiğin kaçınılmaz biçimde, umutsuzca başkaldırmaya çalıştığı burjuva ideolojilerinin önyargılarına tutsak düştüğü apaçık ortadadır.

1968’de yoldaşlarım ve ben Batı Almanya’daki ve ABD’deki öğrenci hareketleri içerisinde, bu ülkelerin işçi sınıfının neokapitalist toplumla kesin olarak bütünleşmiş olduğunu, başkaldırmaktan aciz olduğunu ve bu nedenle de artık devrimci dönüşümün temel gücü olamayacağını söyleyen herkese karşı sert bir siyasî mücadele vermek zorunda kaldık.

Bu fikirleri savunan devrimciler gerçekten samimiydiler ve iyi niyetle hareket ediyorlardı. Ne var ki aslında neokapitalist burjuvazinin tipik bir ideolojisinin tutsağı olduklarının farkına varmıyorlardı. Söz konusu ideolojiye göre neokapitalizm güya tüm iktisadî çelişkilerini aşmayı başarmıştı ve emekçilere durmaksızın yükselen bir yaşam düzeyi garanti etme ve böylelikle her türlü sınıf bilincini kesin olarak bastırma yeteneğindeydi.

Neokapitalist dinamiği belirleyen iktisadî ve toplumsal yasaların bütünsel bir görüşü bu toplumun çelişkilerinin en zengin emperyalist ülkelerde dahi derinleşeceğini öngörmeye imkân tanımaktaydı. Emekçilerin bu ülkelerde dahi emeğin yoğunlaştırılmasına, iş akışlarının hızlandırılmasına, grev özgürlüğünün sınırlandırılmasına, üretici ve tüketici olarak artan yabancılaşmalarına karşı, tüm bunlar kapitalizmin işleyişinin kaçınılmaz sonucu olduğundan, başkaldıracaklarını öngörmek mümkündü. Dolayısıyla, yeni bir işçi mücadeleleri dalgasının ve hatta patlayıcı işçi mücadelelerinin bu ülkelerde de vuku bulacağını öngörmek olanaklıydı.

Kapitalist toplumun bütünsel bir görüşü olmadığında, diğer bir deyişle devrimci Marksizmin bir özümsenmesi olmadığında, toplumsal güçlerin somut analizi hatalı hale gelmekte ve bu güçlerin gelecekteki davranışlarına ilişkin kendisi de hatalı bir görüşe ve yanlış bir siyasî yönelime yol açmaktaydı.

Diğer taraftan, devrimci pratik olmadan devrimci teori de aynı ölçüde verimsiz kalmaya mahkûmdur. Çok sayıda ülkede güçlü kitle hareketleri ortaya çıkıp gelişirken ve başka ülkelerde yadsınması mümkün olmayan bir devrimci potansiyele sahip önemli işçi mücadeleleri vuku bulurken, kimilerinin yaptıkları gibi, önce uzun bir süre boyunca teorik analizi derinleştirmek gerektiğini söylemek, kendini şu ya da bu şekilde bu potansiyelin muzaffer bir sosyalist devrimle sonuçlanmasını engellemek için çalışan kim varsa onun suç ortağı haline getirmektir. Daha da beteri, “saf teorinin” fildişi kulesine çekilmek bu teoriyi her defasında daha da az devrimci olmaya mahkûm etmek anlamına gelir. Zira daimi bir pratik doğrulamanın dolayımı olmadığında teori gerçeklikle ilişkisini yitirme tehlikesi taşır. Soyutlamalar öznel, keyfî ve nesnel gerçeklikten gitgide uzaklaşmış hale, kısaca yanlış hale gelebilir. Toplumsal gerçekliğin bütünsel görüşü devrimci pratik boyutunu kapsar ve bu boyut dışarıda bırakıldığında teorik analiz bütünsel olmaktan çıkıp kısmî hale gelir. Kısaca teori olmaktan çıkıp ideoloji haline gelir.

Buna karşın, devrimci teoriyle devrimci pratiğin birliği bireysel olarak gerçekleştirilemez. Ne kadar deha sahibi olursa olsun hiç kimsenin Marksist yöntemin yardımıyla beşeri bilimlerin tüm verilerini özümsemesi, yüzü aşkın farklı ülkedeki sınıflar mücadelesinin gerçekliğini takip etmesi ve kavrayışlarını pratiğin en yüce sınavına tabi tutmak için mücadeleye şahsen katılması mümkün değildir. Bu birliğe ulaşmaya imkân tanıyan pratikleri, deneyimleri ve gerekli bilgileri bütünleştirmeye yalnızca devrimci örgüt muktedirdir.

Radikalleşmiş gençlik hareketi günümüzde gerçeklikle ilan edilmiş idealler arasında mevcut radikal kopuşu ifşa ederek, evrensel sömürü ve baskının maskesinden başka bir şey olmayan evrensel ikiyüzlülüğe isyan ederek henüz teori ile pratik arasındaki bu sentezi düşlemekten başka bir şey yapmamaktadır. Teorinin zorunlu kıldığı bu sentezin gerçekleştirilmesi ancak devrimci pratik içinde, toplumun devrimci dönüşümü içinde yapılabilir.

Öğrenci hareketinin toplumsal krizde açınlayıcı ve ateşleyici bir rol oynama yeteneği burjuva üniversitesinin kriziyle kapitalist üretim ilişkilerinin krizi arasındaki benzeşmeye sıkı sıkıya bağlıdır. Günümüzde emperyalist ülke toplumlarını bölen bütün büyük çatışmaların temelinde kapitalist üretim ilişkilerinin krizi vardır. Bu krizin başlıca özellikleri şunlardır: meta ekonomisinin krizi, özel mülkiyetin ve kârın krizi, işletmelerin bünyesinde otoriter ve hiyerarşikleşmiş yapıların krizi, toplumsal işbölümünün krizi, aslında küçük parçalara dilimlenmiş ve yabancılaşmış emeğin krizi.

Bu genelleşmiş krize devrimci sosyalist çözüm üretim ve mübadele araçlarının kolektif kamulaştırılmasına, bunların ortaklaşmış üreticiler tarafından yönetilmesine, emekçilerin demokratik biçimde merkezileştirilmiş özyönetimine yönelir. Bu çözüm aynı şekilde maddi kaynakların kullanımında önceliklerin bilinçli olarak seçimine, üreticilerin kendi işlerini yönetmek için boş zamana sahip olmalarını sağlamak amacıyla profesyonel işgününün kökten biçimde kısaltılmasına, meta ve para ekonomisinin ve toplumsal işbölümünün tedricen ortadan kalkmasına yönelir.

Buna karşın, bu krizin her veçhesini ve bu krize tekabül etmesi gereken çözümün her veçhesini inceleyecek olursak, bu çözümün insanın toplumsal hayatının, günümüzde ekonomik gelişim tarafından sert biçimde birbirinden ayrılmış olan ve acilen birleştirilme ihtiyacı içinde olan çeşitli yönlerinin tedricen yeniden bir araya getirilmesinden, birleştirilmesinden ibaret olduğunu fark ederiz. Böylece, teoriyle pratiğin yeniden birleştirilmesinin nesnel olarak toplumsallaşmış emekle bilinçli planlamanın yeniden birleştirilmesinde, teknikle sosyal bilimlerin, teknolojinin tabi olmak zorunda olduğu toplumsal hedeflerin başatlığını dikte eden birleşmesinde, toplumsal pratikle her bireyin özlemleri ve yeteneklerinin gerçekleşmesinin birleşmesinde yer aldığını keşfederiz. Komünist Manifesto’nun ünlü ifadesi, genelleşebilmek için bir kitle üniversite öğretimine ihtiyaç duyan otomasyonun çağında tüm anlamına kavuşmuştur: her bir kişinin gelişmesi herkesin gelişmesinin koşulu haline gelir. Nihayet, bu yeniden birleşme öğretimin ve işin insan yaşamı boyunca birleşmesinin zorunluluğunda bulunur. Bu, yüksek üniversite öğretiminin evrensel uzatılması, katı biçimde dört ya da beş yılla sınırlanmış bir etkinliğin fasılalı tarzda tüm yaşam boyunca uzayan bir etkinliğe dönüştürülmesi anlamına gelir.

Radikalleşmiş gençliğin ikiyüzlülüğe ve kinizme karşı giriştiği mücadelede her ne kadar kısmî olsa da, insanlığın varlığını sürdürmesi açısından en tehlikeli çelişkilerin, kapitalizmin ürünü olan çelişkilerin aşılması bakımından kesinlikle temele ve öze değgin gereksinimlerin yansıması vardır. Devrimci teori ile devrimci pratiğin birliği için mücadele insanların gündelik hayatlarında teoriyle pratiğin yeniden birleşmesi için, entelektüel emekle kol emeğinin yeniden birleşmesi için, yabancılaşmış ve yabancılaştırıcı emeğin ortadan kalkıp, tüm insanların evrensel insanî bir pratiğinin bunun yerini alması için mücadelenin bir hazırlık aşamasından başka bir şey değildir.

Öğrenci hareketinin kökenlerinde ve dinamiğinde, emekçi kitlelerin özgürleşimi için mücadeleyi başlatan nedenlerle özdeş değilse bile benzer nedenler bularak, öğrenci hareketinin öncüsünün ilkesiz oportünizm içinde ve geleneksel işçi örgütlerinin bozguncu reformizmi içinde uzun zaman takılı kalan işçi hareketinin ve antiemperyalist hareketin yeni bir yükselişini otomatik biçimde garanti etmesi gerektiğini söylemiyoruz. Öğrenci hareketinin böylesi işlevleri gerçekleştirmesinin mümkünlüğünü tasarlamaktan başka bir şey yapmıyoruz. Gerisi devrimci pratiğe yani doğru devrimci bir teorinin özümsenmesine ye da daha çok geliştirilmesine bağlıdır.

Geleneksel işçi ve antiemperyalist hareketinin başarısızlığı toplumsal olarak bürokratikleşme – bu örgütlerin yönetiminin örgütlerin savunulmasını kendi çıkar ve ayrıcalıklarının savunulmasıyla özdeşleştiren ayrıcalıklı tabakalar tarafından gasp edilmesi – kategorisiyle sınırlanabilir. İdeolojik bakımdan nihaî hedefin gerçekleştirilmesini kısmî kazanımların savunulmasına tabi kılan kısmî kazanımların savunulmasının diyalektiğiyle karşı karşıyayız. Sosyolojik açıklama ideolojik eleştiriyle örtüşmektedir. Meta üretiminin tahakkümünde kalmaya devam eden bir dünyada, toplumsal yaşamın tikel bir işlevini cisimleştiren her kurum özerkleşme ve daha genel bir hedefe ulaşmak için ikincil bir araç olduğunun bilincine varacağına kendisini bizatihi bir hedef olarak tasavvur etme eğilimindedir. Bürokratikleşmiş kitle örgütlerini ve aynı şekilde dünya devriminin kısmî zaferlerinden doğan devletlere de damgasını vuran işte bu yazgı olmuştur.

Siyasî pratiğin, açık ifadesi sosyal-demokrat, Stalinci ve yarı-sömürge ülkelerde ulusalcı-küçük-burjuva reformizm olan bu parsellenmesinden kaçınmak için her şeyden önce genel hedefe doğru yönelimi muhafaza etmek gerekir. Anlık ve kısmî hedefler aynı ölçüde önemli olsa da insanlığın özgürleşimi sürekli devrim sürecinin dünya ölçeğinde amacına ulaşmasını gerektirir. Tüm kısmî kazanımlardan, gericilik cenahından gelen tüm karşı-devrimci kalkışmaların geri çekilmesinden şimdiye dek elde edilenlerin savunulması ne kadar önem taşırsa taşısın, gözleri ulaşılacak ufka dikmek, her geçiş aşamasını, her kısmî tatmini, her eksik zaferi aşmak ve rotayı nihaî hedefe doğru çevrili tutmak gerekir.

Burada devrimci teori kesinlikle temel önemdedir zira proletaryanın özgürleşim hareketlerine özgü tavizsiz eleştirel ve öz-eleştirel işleve imkân tanıyan devrimci teoridir. Devrimci teori olmadığında nihaî hedefin gerçekleştirilmesi hep erişilmez bir geleceğe ertelenir.

Gelgelelim, ufka dikilmiş bir bakış aşılması gereken engellere dair berrak bir bilinçle atbaşı gitmediği takdirde boş bir bakışa dönüşebilir. Tıpkı oportünizm gibi dogmatizm de engellere takılıp kalmaya mahkûmdur. Dolayısıyla, günlük pratik içinde Marksizm denilen devrimin bu bilimini kavramak gerekir. Bu bilim olmaksızın devrimci teoriyle pratiğin birliği oluş halinde bir gerçeklik değil, olsa olsa fata morgana [ufukta bir serap] olur.

Öğrenci hareketinin öncüsü kendi kaçınılmaz sınırlarını aşamak için bilinçli bir çaba harcadığı takdirde, yeni devrimci örgütlerin inşasında ve güçlendirilmesinde bir role sahip olabilecektir. Entelektüelin ve öğrencinin kapitalist toplum içindeki özgül yerini anlamak, her türlü emeğin sermaye tarafından proleterleştirilmesini anlamak, kapitalizmle emperyalizmin ve bunlarla savaşan özgürleşim hareketlerinin doğasını anlamak, çağdaş devrimlerin diyalektiğini ve bunların içinde öznel etmenin oynadığı temel rolü kavramak, bireysel kariyer arayışını bu geniş özgürleşim hareketine yapılabilecek katkıya tabi kılmak, kendini evrensel bir devrimci pratikten kalkınarak işleyen devrimci proleter örgütlerin inşasına adamak… Bu açıklığa kavuşturma sürecinin aşamaları işte bunlardır. Amacı tüm sömürülenlerin kurtuluşu olan öncü bir devrimci örgüt inşa etmek hiçbir şekilde öğrenci kitlelerinin öz-örgütlenmesine, öz-eğitimine yardımcı olma kısmî görevini bir kenara bırakma anlamına gelmez. Bu sadece bu kısmî görevi daha genel bir perspektife oturtma anlamına gelir.

Zamanımızın erkeklerine ve kadınlarına, hayatlarını kendi halklarının ve tüm halkların kurtuluşuna adamaktan daha fazla tatmin sağlayabilecek bir faaliyet mevcut değildir. Çağımızda, sömürüsüz, baskısız, ne savaşa ne de şiddete yer olan bir dünya, herkes için bir bolluk ve refah dünyası, insanlığın tarih-öncesine son verecek ve insanlığın bütün muhteşem ortaklaşa gücünü ilk kez ortaya çıkartacak bir dünya: sınıfsız toplumun dünyasını, sosyalizmin dünyasını kurmaktan daha coşku verici bir görev yoktur.

Türkçesi: Osman S. Binatlı