İmdat Freni

dördüncü enternasyonal

Covid-19 Salgını: Hayatlarımızı Koruyalım, Onların Kârını Değil! – IV. Enternasyonal

Ekososyalizm, kapitalist toplumun bu küresel krizinin tek alternatifidir. Sağlık krizine tepki bu alternatife ulaşmak için diğer mücadele alanlarıyla birleşen bir seferberlik halinde olmalıdır. Birleşik bir ekososyalist, feminist ve işçi mücadelesinin hedefi bizi ve gezegeni öldüren kapitalist sistemden kurtulmak ve yeni bir toplum inşa etmek olmalıdır.

Koronavirüs salgını son derece endişe verici bir halk sağlığı sorunudur ve insanlık için sebep olacağı acı muazzam boyuttadır. Hâlihazırda Batı Avrupa’da sağlık sistemleri can çekişmektedir. Zaten zayıf veya çok kırılgan olan sağlık sistemlerinin 40 yıldır neoliberal politikalarla korkunç biçimde zarar gördüğü küresel Güney ülkelerinde kitlesel olarak yayılması halinde ölüm oranı son derece yüksek olacaktır.

Hâlihazırda yüzyılın en ciddi salgınıyla karşı karşıyayız. Her ne kadar kestirmek zor olsa da 1918-1919 yıllarında İspanyol Gribi adı verilen salgın sonucu gerçekleşen ölüm sayısı en başta genç yetişkinler arasında ciddi düzeydeydi. Birinci Dünya Savaşı’nı takip eden bu dönemde salgının etkileri bilhassa şiddetliydi. Covid-19 salgınının hızla yayılması, özellikle kapitalist küreselleşmenin getirdiği uluslararası ticaretteki artış, genele yayılan ticarileşme ve kâr yasasının üstünlüğü bağlamında neoliberal düzenin ve güvencesizliğin yükselişe geçmesinin sebep olduğu halkın direnme kapasitesinin zayıflamasıyla açıklanabilir.

Bu yeni Koronavirüs, 2019 Kasım ayında Çin’de tespit edildi. İlk aşamada tehlikeye dikkat çeken doktorlar ve bilim insanları susturuldu ve baskı altına alındı. Çin Komünist Partisi derhal harekete geçmiş olsaydı, salgın tehlikesinin daha en başta önü alınabilirdi.

Tehlikenin inkârı politikası Çin rejimine özgü değildir. Birleşik Devletler’de Donald Trump bu “yabancı virüsle” dalga geçti. Jair Bolsonaro, salgın Brezilya’yı da etkisi altına almışken “futbol maçlarını iptal etmenin çılgınlık olacağını” ilan etti ve Adalet ve Parlamento aleyhine bir gösteriye katılmak için sağlık yetkililerinin bütün yasa ve ilkelerine meydan okudu. Birleşik Krallık’ta Boris Johnson, başlangıçta “sürü bağışıklığını” (salgının serbest olarak gerçek sınırlarına ulaşmasını sağlamak için, nüfusun yaklaşık yüzde 70’inin enfekte olacağı şekilde virüsün yayılmasına izin vermek) savundu. Bu katı ve tehlikeli yaklaşımını değiştirmek zorunda kaldı. Belçika Başbakanı Sophie Wilmès, uzun bir süre tüm uyarılara kulaklarını tıkadı. Fransa Cumhurbaşkanlığı, ilk vakaların ortaya çıkmaya başladığı Ocak 2020’ye kadar stratejik stoklarını (koruyucu giysiler ve ürünler) yenilemedi. Doğu Avrupa’daki salgından az etkilenen ülkelerin hükümetleri ise kıtanın batısındaki sağlık krizinden ders çıkarmıyor. Avrupa Birliği, ağır hasar almış olan ve ülke içinde maske bile üretmeyen İtalya ile en temel dayanışmayı örgütleyemedi… Bu gecikmenin başlıca sebebi, hükümetlerin ekonomik faaliyeti ve malların dolaşımını tehlikeye atmak istememeleri ve halkların korunması için minimum kaynak ayırmalarıdır. Sermayenin emeğe saldırısında kemer sıkma politikalarını sürdürme arzusu, ekonomik durgunluk heyulası, halkların sağlığını korumaktan daha güçlüdür.

Tıbbi ve bilimsel araştırmalardaki hızlı gelişmelere rağmen SARS-CoV-2 virüsünün evrimini kestirmek için çok erken: Virüs güzel havaların Kuzey Yarımküre’ye ulaşmasına duyarlı olacak ve hastalık gerileyecek mi? Mutasyon geçirecek mi ve eğer geçirecekse şiddeti artacak mı veya azalacak mı? Hastalığın yayılması, koşulların uygun olduğu (Avrupa, İran ve Birleşik Devletler’i de içine alan) doğu-batı ekseninde gerçekleşti. Ancak bugün virüs kendini Kuzey’e dönmeden önce örneğin bir sonraki mevsim değişikliğinde çoğalabileceği Güney’de de gösterdi. Bir aşının geliştirilmesi zaman alacak.  Covid-19 hastalığının kısa vadede doğal yollarla yok olmasını beklemek sorumsuzluk olacaktır.

Virüs son derece hızla yayılıyor. Rutin teşhis testlerinin yokluğunda kanıtlanmış enfeksiyon vakalarının sayısının gerçekte etkilenen insan sayısına oranı belirsiz; fakat ortaya koyduğu tehlike son derece iyi biliniyor. Hastalıktan ölüm oranları ülkeden ülkeye değişebiliyor. Söylendiğine göre vakaların yüzde 80’i hafif şekilde atlatırken yüzde 20’si ağır; bunlardan yüzde 5’i çok ciddi, yüzde 2’si ise ölümcül. Ciddi tehlike altında olanlar yalnızca yaşlı ve en hasta olanlar değil. Gittikçe daha fazla genç insan kendini salgının patlama yaptığı yoğun bakım ünitelerinde buluyor.

Ana akım medya ve hükümetler ölüm oranlarının yaşa göre değişimine odaklanıyorlar; ancak sınıfsal farklılıklara veya koronavirüs salgını ölümlerinin gelir ya da refah seviyesine göre insanları nasıl etkileyeceğine dikkat çekmemek konusunda çok titizler. 70 yaşında ve yoksulken karantina ya da yoğun bakım ünitelerine erişim zengin olanınkiyle aynı olmuyor.

Halkta yeni koronavirüse karşı bir antikor yok. Ciddi düzeyde hasta olanların tedavisi ağır geçiyor ve gelişmiş teknolojiye sahip ekipman ve eğitimli, yetkin sağlık görevlileri gerektiriyor. Bunun karşılanmaması durumunda (ya da hastane sistemi ambale olmuşsa) tedavi edilebilecek olan pek çok hasta ölüyor ya da ölecek. Eğer zorlayıcı önlemler alınmazsa, 4 milyar insanın enfekte olması durumunda 80 milyon insan hayatını kaybedecek.

Dolayısıyla Covid-19 salgını, örgütlerimiz de dâhil olmak üzere tüm ilerici militan ağlar tarafından son derece ciddiye alınmalıdır. Salgın nerede gelişiyorsa kontrol altına alınması ve halkların sağlığının korunması için en sıkı önlemler alınmalı, bu durum kapitalist ekonominin işleyişini sürdürmesinin üzerinde bir öncelik haline getirilmelidir. Salgının muhtemel gelişme sürecinde tüm ülkeler ilk etkilenen ülkelerden dersler çıkarmalı, hükümetlerinin gerçek koruyucu önlemler almaları için baskı oluşturmalıdır.

Kapsamlı Önleyici Planlar

Etkilenen ülkelerin çoğunda, hazırlık eksikliğinden dolayı hükümetler kıtlığı yönetmeye çalışıyor, kimi zaman da zorunluluğu erdem gibi sunuyor. Var oldukları yerlerde önleyici planlar güçlendirilmeli, bulunmadıkları yerlerde ise baştan aşağı tasarlanmalıdır.

Bu planlar, sağlık sisteminin bir bütün olarak yeniden organize edilmesini, bir salgın durumunda gerekli olan tüm kaynakların seferber edilmesini ve özellikle halihazırda ciddi ölçüde yetersiz olan sağlık hizmetleri personelinin hızla artırılmasını hazırlamalıdır.

Hastaneler birbirini izleyen bütçe kesintilerine maruz kalmış, zayıflamış, kimi zaman özelleştirilmiştir. Halbuki ağır bakım gerektiren salgın durumlarında bu mücadelenin temel direklerinden birini oluşturması gerekir bu hastanelerin. Özel bakım hizmetlerine, ilaç ve tıbbi malzeme üretimine, kamusal ve toplumsal denetim altına alınarak el konulmalıdır. İspanya devleti hükümeti özel hastane yataklarına el koyma inisiyatifinde bulundu örneğin.

Koruyucu kıyafetler, hidroalkolik jeller, virüs tarama kitlerini içeren stratejik stoklar oluşturulmalı. Burada sağlık personeli ve diğer asli alanlarda çalışanlar ile nüfusun en fazla risk altında olan kesimlerine öncelik verilmelidir.

Önleyici planlar arasında tıbbi ve bilimsel araştırmalar da bulunmaktadır. Bununla birlikte, burada yine, kemer sıkma mantığı nedeniyle araştırma finansmanı azaltılmış veya kesilmiştir, bilhassa da koronavirüsle ilgili olanlar. Bu alanda çalışan tüm özel şirketler millileştirilip kamusal ve toplumsal denetim altına alınmalıdır.

Güney Kore, salgının dinamiklerini anlamak ve mümkün olduğunca erken yanıt vermek için kitle tarama testlerinin kullanışlılığını göstermiştir. Ancak, bütçe kısıtlamaları nedeniyle, bu test stokları gerektiği ölçüde muhafaza edilmemiştir. Sonuç olarak, kaynakların azlığı dramatik durumlar yaratmıştır. Kıtlık durumunda, korunma araçları öncelikli olarak, kendilerini yetersiz ekipmanla donanmış bulabilecek olan bakım personeline ve yakınlarına ayrılmalıdır.

Kira, kredi ve su, gaz ve elektrik hizmetleri ödemelerinin askıya alınarak yaşam koşulları garanti altına alınmalıdır. Tüm tahliyeler derhal durdurulmalıdır. Evsizlere gerekli tüm ekipmanlarla barınma sağlamak ve insanları sağlıksız binalarda bırakmamak için boş konutlara el konulması alınacak acil önlemlerdir. Sokakta yaşayanlar kendilerini tecrit edemez ya da karantinaya alamaz.

Salgın tarafından tetiklenen ancak kapitalist ekonomide sorunların birikmesiyle hazırlanan ve gelmekte olan ekonomik ve toplumsal kriz, yeni bir zenginlik yoğunlaşması ve sosyal hakların yok edilmesi için bir fırsat olmamalıdır. Aksine, ilerici güçler, kaynakların yeniden bölüşümüne ve müştereklere dayanan çözümler aramalıdır.

Son olarak, salgının patlaması karşısında sosyal temas ve seyahati sınırlamak ve bu nedenle ekonomik aktiviteyi büyük ölçüde azaltmak için çok katı önlemler alınması gerekiyordu. Bu nedenle önleyici planlar, yoksullaşmanın artışını önlemek ve sağlık kriz zamanında kimsenin kendini yoksun bulmaması için topluma yönelik büyük yardım paketleri içermelidir. Bu hem maaşlı hem de serbest çalışanlar için geçerli olmalıdır. Bu kısıtlamaların maliyeti, şirket kârları ve gelirleri ile büyük servetler üzerinden alınan vergilerin artırılmasıyla desteklenmelidir.

Toplumsal Öz-örgütlenmenin Hayati Önemi

Yetkililerden halkın sağlığını ve toplumsal refahını korumaya yönelik gerekli bütün önlemleri almasını talep etmek zorundayız fakat sadece bunlara güvenmek kadar tehlikeli bir şey yoktur. Sosyal aktörlerin seferberliği zaruridir.

Emek hareketi gereksiz bütün üretimin ve taşımacılığın durdurulması, zaruri işyerlerinde maksimum sağlık güvenliği koşullarının sağlanması ve tam veya kısmi işsizlik durumunda işçilerin gelirlerinin ve sözleşmelerinin tamı tamına korunması için mücadele etmek zorundadır. Araba üretimi gibi gereksiz üretimlerin yapıldığı işyerlerinin kapatılması için grevler de bir yandan sürüyor, örneğin Bask’ın Vitoria şehrindeki Mercedes Benz fabrikasında olduğu gibi. Fransa’da hastane çalışanları veya İskoçya’da çöp toplayıcılar gibi asli işleri yapan işçiler daha iyi güvenlik koşulları talep etmek için harekete geçmiş durumda.   

Yerel örgütlerin birçok düzeyde hayati rolleri vardır. Kapanma dönemlerinde insanlar, özellikle her zamankinden daha fazla ev içi ve çocuk bakım yükü üstlenmek zorunda kalan kadınlar, içine düştükleri izolasyonu kırabilirler. Irkçılığa, yabancı düşmanlığına, LGBT+fobiye karşı gelerek güvencesizlerin, göçmenlerin, kağıtsızların ve ayrımcılığa uğrayan azınlıkların hakları olan korumadan dışlanmamasını sağlayabilirler. İzolasyonun şiddet uygulayan bir kocayla aynı evde ölümcül bir kapanma anlamına geldiği kadınlara yardım edebilirler. “Sosyal mesafelenmeye” saygı duyulmasını sağlayabilirler.   

İhtiyacı olanlara (yaşlılara, engellilere, karantinada olanlara) yardım için kurulmuş mahalle ve apartman düzeyindeki taban örgütlerinin birçok örneği Britanya, Hollanda ve Fransa gibi birçok ülkede ortaya çıkmaya başladı. İtalya’da, pratik yardımların yanı sıra, topluluklar balkonlarından topluca şarkı söyleyerek sosyal izolasyonu kırmak ve dayanışma göstermek için bir araya geliyor.

Toplumsal hareketler hangi önlemlerin etkili ve vazgeçilmez olduğunu bilmek ve bunların uluslararası paylaşımını desteklemek için bağımsız tıbbi ve bilimsel uzmanlığa dayanabiliyor olmalıdır. Doktorlar ve araştırmacılar da bunlarla ilişki içinde olmalıdır.     

Son olarak, toplumsal hareketlerin öz eylemleri demokrasinin yeri doldurulamaz bir garantörüdür. İktidarların otoriteryanizmi acil sağlık durumlarında etkililik adına daha da artabilir. Mümkün en geniş birleşik cephe ile bu egemen eğilime karşı durmak zorundayız.

Kapitalist Toplumun Küresel Krizi

Bir salgın toplum için önemli bir testi temsil eder. Kuzey İtalya’da Lombardiya’daki durum, egemen düzenin başına ne geldiğinin dramatik bir örneğidir. Lombardiya, en iyi hastane sistemlerinden birine sahip Avrupa’nın en zengin bölgelerinden biridir. Bununla birlikte, bu neo-liberal politikalar tarafından zayıflatılmıştır. Bu hastaneler, durumu son derece ciddi durumdaki hastaların akınına uğramış ve bir noktada Anestezistler ve Yaşama Döndürme Derneği hastaları sınıflandırmak ve sadece en yüksek yaşam beklentisi olanları tedavi etmek için karar almış ve diğerlerini ölüme terk etmiştir.

Bu, herhangi bir kazadan sonra ilk yardım çalışanlarının ilk önce tedavi edilecek çok sayıda kazazede arasından karar vermeleri gerektiğindeki gibi tek seferlik bir durum değil, farklı sağlık politikalarıyla kaçınılabilecek sistemik bir başarısızlıktır. Barış zamanında, kıtlıklar,  herkesin kurtarılmaya çalışılmasından vazgeçilen savaş tıbbının kullanılmasını gerekli kılıyor! Bu, dünyanın ekonomik ve tıbbi açıdan en gelişmiş bölgelerinden birinde gerçekleşen ve yarın Avrupa’nın başka bir yerinde de olabilecek korkunç bir dayanışma çöküşüdür.

Egemen Kapitalist Düzeninin Açık Bir Şekilde Kınanması

Sorun, Covid-19 salgınının yarın kendisini “normalleştirip normalleştirmeyeceği” değil, kaç ölüm ve ne kadar sosyal çalkantıya yol açacağıdır. Bu tekerrür eden bir sorudur, çünkü büyük salgın hastalıkların (SARS, AIDS, H1N1, Zika, Ebola …) geri döndüğü bir zamanda yaşıyoruz. Sağlık durumunun kronik krizi bugün küresel ekolojik krizle (küresel ısınma sonuçlarından biridir), kalıcı savaş durumu, neo-liberal küreselleşmenin istikrarsızlığı ve sermayenin finansallaşması, borç krizi, yüksek güvencesizlik ve sosyal dokunun parçalanması, gittikçe otoriterleşen rejimlerin yükselişi, ayrımcılık, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile birleşmiştir.

Sağlık kriziyle mücadele etmek, dengeli ekosistemlerin yeniden oluşturulmasına izin veren çiftçi-köylü tarım ekolojisine ve tarım ormancılığına karşı çıkan uluslararası ilaç lobileri ve tarımsal endüstriyel diktatörlük ile somut bir şekilde mücadele etmeyi gerektirir. Sağlıksız mega kentlere son vermek için bir kentsel reformun dayatılması gerekiyor. Genel olarak, bakım hizmetlerinden kâr edilmesi mantığına karşılık; sosyal statüleri ne olursa olsun tüm hastalar ücretsiz tedavi edilmelidir… Hayatlarımız, onların kârlarından daha değerlidir.

Ekososyalizm, kapitalist toplumun bu küresel krizinin tek alternatifidir. Sağlık krizine tepki bu alternatife ulaşmak için diğer mücadele alanlarıyla birleşen bir seferberlik halinde olmalıdır. Birleşik bir ekososyalist, feminist ve işçi mücadelesinin hedefi bizi ve gezegeni öldüren kapitalist sistemden kurtulmak ve yeni bir toplum inşa etmek olmalıdır.

18 Mart 2020

Marksizm, Karayipler ve Kriket Hakkında – C.L.R. James ile söyleşi – Tarık Ali

“Kapitalizm 1914-1918 savaşı sırasında sekiz milyon insanı öldürdükten sonra 1929’daki ekonomik buhranla dağıldı. Tekrar toparlamaya başlarken faşizm Almanya’da, İtalya’da ve birkaç yıl sonra İspanya’da muzaffer oluyordu. Ardından da İkinci Dünya Savaşı geldi. Bugün böyle bir savaşa girilmiyor çünkü nükleer silahların gücü göz önünde bulundurulduğunda bu tam bir intihar olur. Ama kapitalizme güvenmiyorum. Kesinlikle güvenmiyorum. Son elli yılda Marksizm hakkında hiçbir zaman ciddi şüphelerim olmadı. Kapitalizm istediklerimden hiçbirini sağlamıyor.”

C.L.R. James artık yaşlı bir adam. Biraz güçsüzleşmiş görünüyor ancak konuşmaya başladığı andan itibaren bu izlenim yitip gidiyor. Neredeyse otuzlu yılların tartışmalarına ve polemiklerine ışınlanmış gibi oluyorsunuz.

James seksen yıl kadar önce Antillerde doğdu. Britanya’ya otuzlu yıllarda geldi ve hızla spor yazarı ve tarihçi namı edindi.

Onu son olarak Roundhouse’ta 1967’de “Kurtuluşun Diyalektiği” konferansında dinlemiştim. Amerikalı siyah lider Stokely Carmichael’la sert bir tartışmaya girişmişti. “Belirleyici olan ırktır” demişti Carmichael. “Hayır” diye sakince yanıtlamıştı James, “sınıftır”.

Aynı yıl James IMG’nin [Uluslararası Marksist Grup/IV. Enternasyonal] Birmingham’da Malcolm X’in anısına düzenlediği bir toplantıda söz almıştı.

C.L.R. James 17 yıl boyunca Troçkist ve Dördüncü Enternasyonal üyesi olmuştu. Troçki’yle sohbetleri Johnson müstear ismiyle yayınlanmıştı. Örgütten ayrılışı SSCB’nin sınıf karakteri konusundaki anlaşmazlıktan kaynaklanmıştı.

Şu anda, klasik eseri The Black Jacobins’in gözden geçirilmiş bir baskısının da dahil olduğu bir dizi metninin Allison and Busby’den yayınlanması vesilesiyle Londra’da bulunuyor. Geçen hafta kendisiyle otel odasında buluştum. Söyleşi için koyduğu tek koşul kriket maçı başlamadan önce bitirmemizdi, çünkü tek bir dakikasını bile kaçırmak istemiyordu.[1]

Tarık Ali: Gençliğinizde sizi etkileyen başlıca eserler hangileriydi? Okuduğunuz ilk kitaplar nelerdi ve nasıl bir etkileri oldu üzerinizde?

C.L.R. James: Karayipler’den ayrılmazdan önce üzerimde en kayda değer etkisi olan eser William Makepeace Thackeray’inkidir. Gurur Dünyası’nı ilk okuduğumda dokuz yaşındaydım. Dokuz kez daha okudum o zamandan beri. Bir edebiyat klasiği olduğundan bihaberdim. Annemde Shakespeare’in eserleri, Gurur Dünyası ve John Halifax, Gentleman[2] başlıklı bir başka kitap vardı. Rafın üzerinde duruyorlardı ve Antil kırsalında aylak aylak yaşadığımdan hepsini okudum. Thackeray, aristokrasiye karşı bitmek bilmez eleştirileriyle, müesses nizama karşı ruh halimin gelişiminde Marx’tan daha büyük bir rol oynamıştır.

T.A. : Geçen onlarca yılın ardından fikirlerinizin değiştiğini düşünüyor musunuz? Yoksa sizin için önemli olan konularda hala aynı şekilde uzlaşmaz olmayı sürdürüyor musunuz?

C.L.R. : Fikirlerim değişmedi. Troçkist hareketi 1951’de terk ettim fakat o zamandan beri bağımsız bir Marksistim. Herhangi bir devlete tabi değilim. Hiçbir zaman Moskova’ya gitmedim. Bununla birlikte Çin’deki çeşitli gelişmelere karşı çok daha fazla sempati duyuyorum. Herhangi bir siyasal örgüte bağlı değilim.

T.A. : Kendi bakış açınızdan dünya siyasetini nasıl değerlendirirsiniz? Otuzlu yıllardan beri durum birçok kez değişti.

C.L.R. : Dünya siyasetine dair bakış açım Lenin’in 1919’da söylediğine sık sıkıya bağlı. Bir çatışmalar dönemine girdiğimizi söylüyordu: Emperyalist, milliyetçi, sivil çatışmalar… Ve tabii ki bir devrimler çağına girdiğimizi de.

Yıkılmakta olan, derin bir kriz geçiren eski toplumları gözlemlerken, tek çıkış yolunun yeni bir sosyalist toplum inşa etmek olduğunu düşünüyorum. Bu açıdan kanaatlerim IV. Enternasyonal’e katıldığım 1934’ten beri değişmedi.

Marx, insanlığın karşı karşıya bulunduğu seçenekleri ortaya koyan ilk kişi olmuştur: Ya sosyalizm ya barbarlık. Ben de bu bakışa inanıyorum. Geçen yarım yüzyılın bizlere çok sayıda barbarlık örneği sağladığını düşünüyorum. Bir yorum yapabilir miyim? Tartışma veya polemik yaratmak istemiyorum ama Soljenitsin’i okudunuz mu?

T.A.: Evet.

C.L.R.: Peki bu durumda SSCB’nin bir işçi devleti olduğunu hala nasıl söyleyebiliyorsunuz, ha?

T.A.: Fakat Soljenitsin’in yazdıkları, Troçki ve savunucularının otuzlu yıllarda zaten bildiği meseleler değil miydi?

“İhtiyara” göre tasfiyeler ve davalar buzdağının yalnızca görünen yüzüydü. Kolektifleştirme sırasında nüfusun geniş kesimlerine karşı işlenmiş suçların farkında değil misiniz?

C.L.R.: Tabii ki tüm bunları biliyordum, bunlar hakkında düşünüyor ve yazıyordum. Ancak Soljenitsin’in somut tarifi ve verdiği ayrıntılar her zaman şaşkınlık yaratıyor. Tüm bunlarda herhangi bir sosyalizm unsuru nasıl görülebilir?

T.A.: Çin’i nasıl tanımlarsınız bugün?

C.L.R.: Bugün için bir şey söylemem zor ancak Mao’nun ölümüne kadar kültür devrimine hep olumlu yaklaşmıştım. Mao kendisi için en önemli şeylerin Çan-Kay-Şek ve Japon emperyalizminin yenilgisiyle büyük proleter kültür devrimi olduğunu söylemişti. Bana göre bu proletaryanın iktidara erişmesi için yapılmış bir girişimdi. Mao bu sürece samimi olarak çok önem veriyordu. Kitlelerin devleti yönetmeye ve sosyalist bir toplumu inşa etmeye daha fazla katkıda bulunmasını sağlamaya çalışıyordu. Ölümünden beri bunlar geriledi; artık böyle bir sonuca ulaşılma şansı olduğunu düşünmüyorum.

T.A.: Peki bu görüşü -ki katılmıyorum ama mesele bu değil- Mao’nun Stalin’e bakışıyla ve Kruşçev’in 1956-1957’de aldığı sınırlı destalinizasyon tedbirlerinin ardından Çin’de Stalin kültünün desteklenmesiyle nasıl bağdaştırabiliyorsunuz?

C.L.R.: Bunlar ayrıntı; ama bununla birlikte Mao’nun Stalin’e yönelik benim tümüyle karışışında bulunduğum bir bakışı vardı ama buna rağmen her zaman Stalinist Rusya’nın tuzaklarından kaçınmasını bildi.

T.A.: Fakat Mao devrinde sosyalist demokrasi yoktu, kitlelerin, iktidarın çizgisiyle tümüyle uyum içinde olmadıkları takdirde hiçbir hakları yoktu.

C.L.R.: Anlıyorum ancak Stalin Rusya’sının kaçamadığı barbarlığa düşmemek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Ama Çin’in demin size Rusya ile ilgili sorduğum soruyla ne alakası var?

T.A.: Esasında çok alakası var. Bana göre Lenin ve Troçki döneminde olsun, Stalin veya Brejnev döneminde olsun Çin ve Sovyet üretim biçimleri arasında hiçbir niteliksel fark yoktu ve hiçbir zaman olmamıştı. Başka bir dizi farklılığa rağmen bu iki ülkedeki üretim biçimi aynıydı. Mao’nun Çin’ini ne kapitalizm ne de devlet kapitalizmi tarafından yönetilen bir toplum olarak niteleyebiliriz. Çin ile ilgili sorduğum soru bununla ilişkili.

C.L.R.: Kültür Devrimi benim için önemli olmuştur. Çin’i nasıl niteleyeceğimi bilmiyorum. Benim için buna yanıt vermek zor. Fakat Çin Rusya değildir. Bu nedenle size Rusya hakkında bir soru sorduğumda bana Çin ile ilgili bir soru sormamalısınız.

T.A. : Fakat benim görüşüm o kadar önemli değil.

C.L.R.: Yok gayet önemli çünkü hayatımın on yedi yılını hasrettiğim bir örgütün görüşü.

T.A.: Aslında bununla ilgili olarak size Fidel ve Küba Devrimi hakkındaki bakışınızı sormak isterim. Siyah Jakobenler kitabınızın gözden geçirilmiş baskısında, Fidel Castro ile Toussaint Louverture [Haiti Devriminin lideri] arasında benim hayli çekici bulduğum bir karşılaştırma yapıyorsunuz. Bu fikir üzerinde biraz durabilir miyiz?

C.L.R.: Fransız Devriminin yarattığı coşkunluk ve heyecan Karayipler’de büyük bir devrime yol açtı. Bugün içinden geçtiğimiz emperyalist dünya krizi çerçevesinde Karayipler’de ikinci bir büyük devrim meydana geldi: Küba Devrimi.

Fidel’den bahsetmemi istediniz. Aklıma iki şey geliyor. Öncelikle Ruslardan destek almadan devrimi yapmaya başlamış olması. Devrim tamamlanmadan önce Ruslar ona taraftar değildi. İkincisi Fidel hakkında bazı şeyler okudum ve bunlar pek hoşuma gitmedi. Ama benim için en önemli olan bir başka mesele var: Eğer Fidel’in ordusu müdahil olmasaydı Angola şu anda Güney Afrika’nın beyazlarının boyunduruğu altında olacaktı. Angola’daki Küba müdahalesi dünya tarihi içinde yaşamsal önemde bir olaydır. Koşulları göz önünde bulundurduğumuzda Fidel’in elinden geleni yaptığına inanıyorum.

T.A.: Devrimci sol uzun süre Siyah Jakobenler’i bir klasik olarak gördü. Ama siyasal görüşlerinizden dolayı bu kitabın daha geniş bir tanınırlıktan istifade etmemiş olması sizi çileden çıkarmış olmalı. Bugün ise çok daha geniş çevreler tarafından alkışlanıyor.

Benim için daha ilk okuduğumda bu kitap epik bir film senaryosu için biçilmiş kaftandı. Bir Hollywood destanı değil tabii sözünü ettiğim, bir halk destanı. Bu neden gerçekleşmedi?

C.L.R.: Bundan söz eden çok kişi oldu ama kim finanse edecekti ki bu projeyi?  Birçok kişi de bu argümanı ileri sürüyor. Bir yönetmen de hala bunun imkanının olup olmadığını inceliyor. İşinin ehli bir yönetmen ve yeterli fon bulunduğu takdirde ben bir senaryo yazmayı kabul ederim. Ama yönetmenleri çoğu devrimci bir film çekme fikrine çok heyecanla yaklaşmıyor.

T.A.: Neden Kübalı yönetmenlere yönelmiyorsunuz? Küba son derece yetenekli ve gayet radikal yönetmenlerle dolup taşıyor! Böyle bir projede işbirliği yapmaya hazır değiller midir sizce?

C.L.R.: Bir ara kitabın Kübalılar tarafından İspanyolcaya çevrilmesi fikri vardı. Ancak kitap Rus rejimine karşı bazı sert eleştiriler barındırıyordu. Tercüme bu sayfalara gelindiğinde durduruldu. O kısma gelmeden önce tercümenin tamamlanıp bir iki ay içinde kitabın basılacağından söz ediliyordu. Ama durduruldu.

T.A.: Yıllar önce sizin Londra’daki bir konuşmanızı dinlediğimde Stokely Carmichael’la hararetli bir tartışma yürütüyordunuz. Irk ve sınıf hakkındaki fikirleriniz değişmeden kaldı mı yoksa şu ya da bu yönde bir farklılaşma oldu mu? O zamanlar sınıfın nihai karar verici olduğu konusunda ısrarcıydınız.

C.L.R.: Hala böyle düşünüyorum. Düşüncelerim değişmedi fakat ırk meselesini veya boyutunu yok saymak büyük bir hata olacaktır. Ben ırksal açıdan tabi konuma itilmişliklerini insanları bir araya getirmenin bir yolu olarak kullananların tarafındayım. En önemli etkilerini belki de böyle gösterebilirler. Fakat benim için sınıf, birincil ve asli mesele olmayı sürdürüyor.

T.A.: Bu aralar “Marksizmin krizi”nden çokça söz ediliyor. Marksizme olan bağlılığınızı ciddi biçimde sorguladığınız oldu mu? Onun bir araştırma yöntemi olarak kullanılması noktasında şüpheleriniz oldu mu?

C.L.R.: Hiçbir zaman! 1932’de geldim buraya, İngiltere’ye. Etrafıma bakındım. Tarih ve edebiyat alanında sağlam bir bilgiye sahiptim. Aynı zamanda müzikle ilgileniyordum: Bach, Beethoven ve Mozart’ı çok iyi biliyordum. Ama bu konuda [Marksizm] net bir şey yoktu. Ancak Marx ve Lenin’i okuyup Troçki’nin Stalin’e karşı yürüttüğü tartışmaları inceledikten sonra tutarlı bir dünya görüşü geliştirmeye başladım. 1933’te Hitler iktidara geldiğinde “ya sosyalizm ya barbarlık” iki yegâne seçenek olarak belirdi gözümde.

Kapitalizm 1914-1918 savaşı sırasında sekiz milyon insanı öldürdükten sonra 1929’daki ekonomik buhranla dağıldı. Tekrar toparlamaya başlarken faşizm Almanya’da, İtalya’da ve birkaç yıl sonra İspanya’da muzaffer oluyordu. Ardından da İkinci Dünya Savaşı geldi. Bugün böyle bir savaşa girilmiyor çünkü nükleer silahların gücü göz önünde bulundurulduğunda bu tam bir intihar olur. Ama kapitalizme güvenmiyorum. Kesinlikle güvenmiyorum. Son elli yılda Marksizm hakkında hiçbir zaman ciddi şüphelerim olmadı. Kapitalizm istediklerimden hiçbirini sağlamıyor.

Ama Sovyetler Birliği’ne geri dönelim. Örgütünüz ve siz hala “işçi devleti” tezini savunmaya devam ediyorsunuz. Ernest Mandel’in hala bu konuda yazdığını görüyorum.

T.A.: Peki bu konuda ne düşündüğümü söyleyeceğim, tamamen ortodoks bir görüş olmasa da. Sovyetler Birliği’ni sosyalist bir devlet olarak görmüyorum.

C.L.R.: Ama bir işçi devleti olarak görüyor musunuz?

T.A.: Evet, fakat yozlaşmış ve şekilsizleşmiş bir işçi devleti olarak. Yıkılması ve yukardan aşağı bütünüyle tekrar düzenlenmesi gereken bir devlet. Kanaatim SSCB’nin dünya siyasetindeki nesnel rolüne dayanıyor. ABD ile SSCB arasında nesnel bir gerilim mevcut. Bu, SSCB’de sermayenin emtia olarak dolaşımına için verilmemesine dayalı bir gerilim. Hatta ne yabancı sermayenin ne de başka bir sermaye biçiminin dolaşımına izin veriliyor.

Sermaye girişini engellemek için Sovyet bürokrasisi tetikte olmalıdır ve uzlaşmalar başarısızlığa uğradığında veya emperyalizme karşı bir puan elde etme fırsatı belirdiğinde sertleşiyor.

T.A.: Kendiniz Angola’daki Küba müdahalesinin “yaşamsal önemde bir olay” olduğunu söylediniz. Fakat Rus silahları ve askeri nakliyat uçakları olmadan bu müdahale imkânsız olurdu. Tekrar ediyorum, imkânsız.

C.L.R.: Fakat Fidel’in MPLA’nın [Angola Halk Kurtuluş Hareketi] davetini kabul ettiğinde Rusların bundan haberi olmadığı yönünde bir bilgim var. Öyle duydum.

T.A.: Olabilir fakat öncesinde Ruslarla uzun görüşmeler yapmadan birliklerini yolladığına inanmanın zor olduğunu düşünüyorum. Gerekçeleri muhtemelen aynı değildi fakat Rusların dahil olmadığına inanmıyorum.

Aynı şekilde Saygon’un düşüşünden önceki aylarda Sovyet silahı tedariki (özellikle de roketatarlar) azımsanacak bir olay değildi.

C.L.R.: Fakat Çinliler de silah sağladı…

T.A.: Elbette, özellikle de ilk zamanlarda. Fakat IV. Enternasyonal Vietnam Devrimini savunmak için Moskova ve Pekin arasında bir birleşik cephe çağrısında bulunuyordu. Dünya bağlamında SSCB’ye baktığımızda ABD ile SSCB arasında asli farklılıklar olmadığı sonucunu çıkaramayız.

C.L.R.: Bu konuda sizinle hemfikirim ama insanlardan Lenin döneminde olduğu gibi kendilerini Rusya için feda etmelerini talep edebilir miyiz gerçekten? Onları destekliyorsanız, savunmanız da gerekir.

T.A.: Ama neye karşı savunmak? Kitlelerle bürokrasi arasındaki tüm çatışmalarda kitlelerin yanındayız. Yalnızca emperyalizm ile bir çatışma olduğunda tarafsız kalmayı reddediyoruz.

Bana göre Küba Devriminin egemenliği SSCB’nin varlığı ve askeri gücü tarafından güvence altına alınmıştır. Kruşçev tarafından füzelerin geri çekilmesi aynı zamanda Fidel’i tasfiye etmek için herhangi bir askeri teşebbüsün de olmayacağını güvence altına aldı. Elbette ki esas etken Fidel’in devasa popülerliğiydi fakat Küba yalnızca küçük bir adaydı. Neyse bu eski, eski tartışma hakkında anlaşamadığımız konusunda anlaşalım.

T.A.: Siyaseti şimdilik kenara bırakalım. Diğer tutkunuz olan krikete eğilebilir miyiz? Başlamak için size iki soru sormak istiyorum: Neren kriket Karayipler’de ve Hindistan-Pakistan’da, tıpkı Britanya’da futbolun olduğu gibi, bir kitle sporu? İkincisi neden Kanada gibi başka sömürgeler kriketi benimsemedi?

C.L.R.: Britanya’da insanlar birçok farklı şeyle ilgilenebilirler ancak Hindistan ve Karayipler’de kriketin etkisi bambaşkadır. Kitlelerin ezici çoğunluğu okuryazar değildi. Kriketi -ki gerçekten harikulade bir spordur- bir çeşit sanat olarak görüyorlardı. Batı medeniyetinin en kolay erişilebilecek ve özdeşleşebilecekleri kısmını oluşturuyordu. Öte yandan herkesin katılabileceği bir faaliyetti.

Beyond a Boundary[3] kitabımda bu konuşu daha da derinlikli biçimde tartışıyorum. Batı edebiyatı, müziği, resmi yalnızca seçkinlere yönelikti. Fakat krikete gelince, kitlelerin benimseyip sahiplenebileceği bir faaliyetti. İçgüdüsel olarak bu oyunun sanatsal niteliğinden tat aldılar.

Güzel sanatların büyük eleştirmenlerinin şunu fark etmesinin zamanı gelmiştir ki eğer yüz bin kişi gidip bir futbol veya kriket maçını izliyorsa burada -açık seçik biçimde olmasa da- bir sanatsal etkinlik söz konusudur.

T.A.: Peki, bir biçimde sporun halkların yeni afyonu olduğu da söylenemez mi?

C.L.R.: Troçki işçi sınıfının sporla fazla ilgilendiğini söylüyordu. Kendi sınıfının örgütlenmesine harcayacağından çok daha fazla enerjiyi buna harcadığını söylüyordu. Ama ben buna katılmıyordum. Öyle düşünmüyorum.

Karayipler’den ayrılana kadar kriket ve futbol oynadım ve kriket benim için her zaman çok önemli oldu. Hiçbir zaman da Marksist görüşlerimle çatışmadı.

Neden Kanada’da tutmadığı meselesine gelince, yanıtın oldukça basit olduğunu düşünüyorum: İklimden dolayı. Kanada’da bütün bir sezonu götürmek mümkün değil. Esas neden bu.

T.A.: Sizce günümüzde en yetenekli kriket oyuncusu kim?

C.L.R.: Viv Richards. Daha önce görülmedik bir oynama tarzı var. Daha önceleri George Headley’in en iyi oyuncu olduğunu, hatta Sobers veya 3 Ws’ten[4] de daha iyi olduğunu düşünüyordum ama küçük Richards olağanüstü. Kullandığı tekniği hiç kimse bilmiyordu. Muhteşem bir vurucu [batsman]. Top off-stump’a veya sadece sahanın dışında atıldığında onu on-side tarafındaki oyuncuların ötesine, sınır çizgisine kadar gönderiş biçimi…! Öylesine incelikli bir atışı var ki bence bilardo da oynayabilir[5]. Hiç böyle bir şey görmedim.

T.A.: Hayatınızda pişman olduğunuz, şimdi olsa daha farklı davranacağız bir şey oldu mu?

C.L.R: Hayır, kitap okumayı çok sevdim, beni Marksist yapan da bu oldu.

T.A.: Peki gelecek için projeleriniz nedir?

C.L.R.: Trinidad’da otobiyografimi kaleme alıyorum, buradan dönünce de devam edeceğim. Sonrasında Floransa’da iki ya da üç hafta geçirmek isterim. Bu şehre çok bağlıyım. Michelangelo, Raffaello, Leonardo Da Vinci… Muhteşem bir şehir. Gerçi İtalyan Komünist Partisi’nin kontrolünde olduğundan oraya gitmeye korkuyorum biraz (gülüşler), ama artık bana bir şey yapacaklarını sanmıyorum”.

Söyleşi kriket test maçının [uluslararası ölçekte maç] başlaması ve C.L.R.’ın Boycott’un[6] İngiliz takımına sokulmasına karşı homurdanmasıyla sona eriyor. Takım oyuncularını kendisi seçecek olsa ne yapardı diye sorduğumda şöyle yanıt veriyor: “Boycott’tan kurtulurdum. Takımın geri kalanının moralini bozuyor. İki yeni ilk vurucu seçin, bırakın beş testte de oynasınlar! Bir iki tane kaçırırlar illa ki ama sonunda iyi oyuncular olurlar.”

Çeviri: Uraz Aydın


[1] Kaynak: Tariq Ali, ‘A Conversation with C.L.R. James’, Socialist Challenge, 3 Haziran 1980, ss. 8-9 https://www.marxists.org/archive/james-clr/works/1980/07/tariq-ali.htm ; Tariq Ali en discussion avec C.L.R. James, http://revueperiode.net/tariq-ali-en-discussion-avec-c-l-r-james/  (İngilizce’den çeviren Juliette Raulet). Üst başlık imdatfreni.org tarafından konulmuştur.

[2] İngiliz yazar Dinah Craik’in romanı, 1856.

[3] “Sınırların Ötesinde”: Anı, otobiyografi ve kriket sahasının içine ve dışına ilişkin sosyolojik değerlendirmelerin yer aldığı hibrid bir eser.

[4] Barbados’lu üç oyuncu Weekes, Walcott ve Worrell.

[5] Stump kaleyi (wicket) oluşturan üç kazıktan biridir. “Off stump” vurucu konumdaki oyuncunun tarafında bulunan kazığı ifade eder. “On-side” vurucunun karşı tarafında bulunan yarı sahayı ifade eder.

[6] 1940 doğumlu Yorkshire ve İngiltere kriket takımlarında oynayan eski oyuncu, vurucu yetenekleriyle ünlenmiştir.

Bensaïd’in Marksizmi – Enzo Traverso

Bensaïd 1990’larda birçok yönden sınır aşan bir figüre dönüştü. İlk olarak, farklı siyasi gelenekler arasındaki sınırları aşıp Troçkizmi halihazırda skolastizme kodlanmış devrimci mirasın muhafazasından kurtarmayı başardı. Her şeyi sorgular ve yeniden değerlendirirken, o vakte dek itibar edilmeyen felsefi ve siyasi geleneklerin Alain Badiou, Jacques Derrida ve Toni Negri gibi temsilcileriyle verimli bir diyaloğa girdi. Bu klasik Marksizmin bu şekilde “lağvedilmesi” (Aufhebung) aslında onu yeni bir gerçekliğe kaydedip (önceleri düşmanlıkla ve küçümsemeyle bakılan) diğer siyasi kültürlerle birleştirerek kurtarma girişimiydi.

Bensaïd ekseriyetle ekonomi ve siyasete odaklanan Troçkizm ile felsefenin ve estetiğin alanına çekilen Batı Marksizmi arasındaki –Perry Anderson’ın on yıl önce parmak bastığı- boşluğu kapatmaya çalışıyordu. Troçkizm onun sayesinde Bourdieu’nün sosyolojisinden Frankfurt Okulu’na kadar eleştirel düşüncenin farklı akımlarıyla kaynaşmaya başladı. İkinci olarak, farklı aktivist kuşakları arasındaki sınırları aşıp, Mayıs 68’den geriye kalan insanların, siyaseti ve radikal angajmanı 1990’ların “küreselleşme karşıtı” hareketinde bulan yeni bir kuşakla buluşmasını sağladı. Partizan bağlantılar kurmayan, (Marksist olmayanlar da dahil olmak üzere) farklı gelenekler ve ve siyasi deneyimlerden pek çok genci ağırlayan dayanışmacı bir sol forum niteliğindeki Contretemps dergisini çıkardı. Dönemlerle fikirler arasındaki bu mübadelede Bensaïd’in rolü büyüktü.

Son olarak, farklı ülkelerin ve kıtaların sol hareketleri arasındaki sınırları aştı Bensaïd. Dördüncü Enternasyonal’in –sevecen ve kendini de tiye alan tabiriyle bu “bonsai cinsi Komintern’in”- önde gelen üyelerinden biriydi ve hem Avrupa’da hem de Latin Amerika’da çok sayıda arkadaşı vardı. […] Pek çok komünist yoldaşının saptığı şaibeli yollara rağmen, Gramsci’nin “organik aydın” mefhumu onu korkutmuyor, hatta Fransız LCR’sinin (Devrimci Komünist Birlik) organik aydını olmakla itham edilmekten adeta gurur duyuyordu. Diğer bir deyişle, siyasi duruşu kültür endüstrisinin imal ettiği medya entelektüelleriyle taban tabana zıttı.

[…] Bensaïd, Sartrecı manada aydın, yani adaletsizliği kınayan ve hatta bir tür “yasa koyuculuk” görevi üstlenip birtakım etik ve siyasi normlar dayatan bir yazar yahut araştırmacı da değildi. Elitizmin ayartısından uzak, “sağlıklı bir hakikat ilkesinden kopmamış, hem mütevazı (“eşitler toplumu içinde konuşup düşünüyoruz”), hem sorumluluk sahibi (“medya kahininden farklı olarak, bir militan, sözlerinin olası sonuçlarını hesap eder”) bir aktivist konumunu yeğliyordu. Son olarak, Bensaïd, Foucaultcu anlamda “spesifik” bir entelektüel de değildi: Ne “uzman” olma ne de bilimsel gerçekleri dile getirme iddiasında bulunmuştu hayatı boyunca.

Bu alıntılar Enzo Traverso’nun Solun Melankolisi (çev. Elif Ersavcı, İletişim Yayınları, 2018) kitabından aktarılmıştır.