İmdat Freni

Tarih

Yahudi Marksizmi ve Siyah Marksizmi-Enzo Traverso

Son yirmi yıl içinde Amerikalı Yahudilerle Siyahlar arasındaki ilişkiler giderek bozuldu. Siyah elitlerin kimi tabakalarındaki antisemit eğilimler (Louis Farrakhan bunlar arasında en iyi bilineni) ile Amerika Yahudiliğinin geniş bir kesimindeki açıkça muhafazakâr yönelim, ırksal ayrımcılığa karşı ve yurttaşlık hakları için onlarca yıl boyunca sürdürülmüş olan ortak mücadeleleri hafızalardan silmiştir[1].

(…)

Burada Yahudi ve Siyah meselelerine ilişkin Marksist yaklaşımları karakterize eden ortak unsurlarla farklılıkları ele alacağız. Öncelikle her iki durumda da benzer bir ekonomisteğilimin altını çizmek gerekir: Yahudinin basit bir iktisadi kategoriyle özdeşleştirilmesine –“kast ve “sınıf-halk” kuramı- siyah meselesinin köleliğin mirasına indirgenmesi eşlik ediyor. Bu eğilim, köleliğe dayalı üretim biçimini kapitalist birikim sürecinde önemli bir evre olarak değerlendirirken bunun içerdiği kültürel ve siyasal boyutu hiçbir zaman kavramamış olan Marx’a kadar götürülebilir[2]. Okyanusu geçerek Afrika’dan Amerika’ya giden köle gemileri yalnızca emek gücü değil çeşitli dillerin, kültürlerin ve dünya görüşlerinin taşıyıcısı olan insanları da taşıyordu; bir başka ifadeyle Yeni Dünya’da kök salmaya yazgılı bir etnik-kültürel mirası taşıyorlardı. Marx siyah meselesinin yalnızca bir yönünü görürken -sanayi kapitalizminin bir gereği olarak köleliğin kaldırılması- bir diğerini tümüyle es geçiyordu: Siyahların bir tarihsel özne olarak kabulü. Siyahların özgürleşme davasına olan desteği ise kararlıydı, örneğin Kapital’de “siyah deri altındaki emek damgalanıp aşağılanırken beyaz deri altındaki emek özgürleşemez” yazıyordu[3]. Ne var ki iç savaşın çözmekten ziyade ortaya koyduğu bir siyah meselesinin var olabileceğine hiç ihtimal vermiyordu. Esasında kölelerin uğruna mücadele ettiği siyah kimliği karşısında, kendi Yahudiliği konusunda olduğu gibi kayıtsızdı. Bu zemin üzerinden giderek, Marksistler, Yahudiler gibi Siyahları da, Engels tarafından 1848’de tasarlanmış bilhassa kötü bir kategori içinde sınıflandırır: “Tarihsiz halklar” kategorisi.[4]

Bund Toplantısı

En azından yirmili yılların sonuna kadar Amerikan işçi hareketi Siyahları Amerikan radikal geleneğinin özgül bir bileşeni olarak kabul edemedi. Yahudi meselesine Marksist yaklaşım da bundan farklı değildi. Avrupa’da işçi hareketi ve sosyalist düşünce Yahudi özgürleşmesine [Yahudilerin 18. Yüzyılın sonundan itibaren yurttaşlık haklarının kabulü] dair Aydınlanma’dan miras aldıkları bir kavrayışa sahiptiler. Onu bir asimilasyon olarak, “daha üst bir medeniyete” kavuşmak için Yahudiliğin terki olarak kavrıyorlardı. Asimilasyon, toplumun bir çeşit “ilerleme” göstergesi olarak algılanıyordu. Bu perspektifte, Kautsky’ye göre Yahudiler, Yahudiliklerini terk edip, geçmişlerini unutup, tarihlerini inkâr ettikleri takdirde işçi hareketinin tümüyle bir parçası olabilirlerdi. Kısacası “ilerici Yahudiler” ile “gerici” Yahudilik arasında gerçek bir ikiliği kuramlaştırıyordu[5]. Daha da karikatürleştirilmiş bir haliyle bu aynı bakış ilk Amerikalı sosyalistlerin -çoğu Alman mültecilerdi- siyah meselesi karşısındaki tutumuna yön veriyordu. Normalde Siyahları, sosyalist yönetici Victor Berger’in tanımı itibariyle, bir “aşağı ırk” olarak değerlendiriyorlardı[6]. Renkli nüfus için yurttaşlık haklarını talep edip ayrımcı yasaları teşhir ederken söylemleri fazlasıyla paternalist bir tonlama kazanıyordu. Genç Eugene Debs’e göre (daha sonra fikrini değiştirecektir) sosyalizm siyahların kendi “hayvanlıklarını” aşma imkânı sağlamıştır[7].Knights of Labour(Emek Şövalyeleri-KoL) ve Industrials Workers of the World(Dünya Sanayi İşçileri-IWW) gibi iki radikal eğilimli sendika Siyahları dışlamıyordu. Hatta ilki, KoL, 19. Yüzyılın sonunda binlercesini örgütlemeyi başarmıştı. Ne var ki onların enternasyonalizmi hiçbir zaman Siyahların Amerikan toplumunun bünyesinde maruz kaldıkları özgül tahakkümün kabulüne kadar varmıyordu. İlk başlarda Komünist Partinin yönelimi IWW’nunkine çok yakındı. Amerikan KP’sinin ilk on yılına dair yazdığı tarihte James P. Cannon’un altını çizdiği gibi bu parti siyah meselesine “miadı dolmuş bir kuramla, yanlış veya kayıtsız bir yönelimle ve radikal yahut devrimci eğilimli birkaç Siyahın bireysel katılımıyla” yaklaşıyordu[8]. Siyahları aynı zamanda ezilen bir toplulukdeğil de yalnızca sanayi işçi sınıfının bir parçası olarak değerlendirdikleri dönemde komünistler Peder Marcus Garvey’in esinlediği kitlesel seferberlikleri dışarıdan gözlemlemekle yetiniyorlardı. Komintern’in altıncı kongresi, 1928’de Amerikalı Siyahlar için kendi kaderini tayin hakkı talebini savunmaya başladığında önemli bir dönemeç meydana gelmiş oldu. Bir anda komünistler Siyahların Kurtuluşuhareketi içinde dönüşür ve kısa zamanda Siyah nüfus içindeki hegemonik güç haline gelirler. Hemen hemen aynı dönemde SBKP Yahudi meselesi hakkında yeni bir yönelim alıp Sibirya çölündeki Birobican’da özerk bir Yahudi devleti kurma tasarısını geliştiriyordu[9].

Stalinist SSCB’deki rezil başarısızlığına rağmen – Troçki tarafından haklı olarak bir “bürokratik fars” olarak tanımlanır- Birobican, Yahudi diasporasının ulusal bir boyut da kazanabileceğinin kabulünü simgeliyordu. Daha Çarlık Rusya’sında Yahudi işçi hareketinin talep ettiği ve savunduğu bir gerçekliğin gecikmiş kabulüydü. Bu, Yahudi meselesine ilişkin Marksist yaklaşımların çoğulluğuna bakmayı gerektiriyor. Bir şekilde klasik Marksizmin tutumunu teşkil eden ve daha yukarıda anılan asimilasyoncu kavrayışın yanı sıra ulus-esaslı olarak tarif edilebilecek başka yönelimler de mevcuttu. Hem çevrede hâkim olan antisemitizmin, hem Yahudilerin iktisadi ve toplumsal marjinalleşmesinin, hem de Yidiş kültüründeki yenilenmenin sonucu olarak Yahudiliğin özgül bir ulusal kimlik olarak billurlaştığı Doğu Avrupa’da Marksist yaklaşım kompleks bir hal kazanıyor ve çeşitleniyordu. İçinde Yahudilerin varlığı hiç de ihmal edilebilir olmayan (Martov, Troçki, R. Luxemburg vs.) Rus ve Polonyalı sosyalistler, asimilasyonun gecikmişliğini Slavların toplumsal geriliğiyle açıklayarak Kautsky’ci şemayı tekrar öne sürüyordu. Öte yandan Yahudi işçi hareketi bünyesinde Yahudi Marksizmi (judéo-marxisme) olarak adlandırılabilecek ve özgünlüğü Yiddishkeit’ın [Doğu Avrupa Yahudi kültürü]ulusal boyutunun altını çizmeye dayanan bir düşünce akımı teşekkül etti[10]. Birbirine çoğunlukla sertçe karşı çıkan iki ayrı eğilim mevcuttu. Bir yanda başlıca kuramcısı Vladimir Medem olan ve Doğu Avrupa Yahudileri için bir ulusal kültürel özerklik projesine sahip olan Bund vardı. Diğer yandaysa Filistin’de bir Yahudi ulusal teşekkülün yeniden oluşturulmasını tasarlayan ve Ber Borokhov tarafından yönetilen Siyonist sosyalistler vardı. Aralarındaki ayrımların ötesinde bu iki hareket de asimilasyonculuğu (yani bir programatik hedef veya bir ilerleme göstergesi olarak kavranan asimilasyonu) reddediyor ve Ostjudentum’un [Doğu Avrupa Yahudiliği]ulusal gerçekliğine bağlı kalıyordu.

 ABD’de, 1929 büyük buhranına kadar siyah radikalizmi milliyetçi veya dini biçimler almıştı. Birinci Dünya Savaşından sonraki en tipik görünümü Marcus Garvey tarafından kurulan UNIA (Universal Negro Improvement Association and African Communities League)olmuştur. Komintern’deki yaklaşım değişikliği, o güne dek işçi hareketinin sınırlarında kalmış olan radikal siyah entelijensiya ile Marksizmin karşılaşmasının koşullarını yaratmış olur. Tarihçi Cedric Robinson’a göre bu karşılaşmanın ürünü, bir siyah Marksizminin doğumu olmuştur. C.L.R. James, George Padmore ve W.E.B. Du Bois burada ele alınan dönem itibariyle bu siyah Marksizminin başlıca temsilcileriydi. Cedric Robinson’a göre bu akımın belirleyici bir karakteristiği klasik Marksizmin Avrupa-merkezci geleneğinin eleştirisi olmuştur. Ona göre “siyah Marksizmi, Batı radikalizminin, temsilcileri Siyahlardan müteşekkil bir çeşidi değil”.[11]

Elbette ki ırksal tahakküme bir yanıt oluşturuyordu fakat o zamana dek üzeri örtülü kalmış bir kültürel kimliğin yeniden keşfinden ve ona sahip çıkılmasından ayrılmaz bir yanıttı bu. Eğer Yahudi-Marksizminin kültürel köklerini temsil eden Yidiş diliolmuşsa siyah Marksizminin kökleri ise Afrika mirasınauzanıyordu. Siyah entelektüellerin Marksizme katılımı çoğu kez Leninist tipteki bir sömürgecilik karşıtlığına eklemlenmiş bir panafrikanizmbiçimini alıyordu.

Siyah geçmişini yeniden sahiplenme iradesi Marksist tarih yazımının iki temel eserini vermiştir: W.E.B. Du Bois’nın Black Reconstruction(1935) ve C.L.R. James’ın The Black Jacobins(1938) çalışmaları. İç savaşa dair tüm geleneksel anlatıları tersine çevirerek Du Bois ilk kez olarak Siyahları, Amerikan tarihinin merkezine yerleştiriyor ve üstelik birer figüran olarak değil aktör olarak. Kölelerin mücadelesini Rus devriminin bir ön görünümü olarak görüyor ve köleliği çağın gerisinde kalmış bir üretim biçimi olarak değerlendirmeyi reddediyordu. Bu onun için dünya kapitalist sisteminin senteziydi; bu nedenle kapitalizmi “bir tarihsel ilerleme gücü” olarak tanımlamayı reddediyordu”[12]Siyah Jakobenler, 1791 ile 1803 arasında Saint-Domingue kölelerinin Toussaint Louverture tarafından yönetilen devriminin tarihidir. James bu çalışmanın gelişimini şu şekilde aktarır: “Afrikalıların (veya Yeni Dünya’daki torunlarının), daimî olarak başka halkların sömürüsünün ve vahşetinin nesnesi olmaktansa, kendi ihtiyaçları ölçüsünde geniş ölçekte eyleme girişen ve kendi kaderleriyle birlikte başka halklarınkini de şekillendirdiği bir kitap yazmaya karar vermiştim”.[13]

Siyah Marksizmiyle Yahudi Marksizmi arasındaki paralellik şimdi daha net görünüyor: her ikisi de yalnızca sınıfındeğil -Yahudi veya Siyah proletarya- aynı zamanda ulusunda taleplerine tercüman oluyorlardı. Marksizmi bir ulusal kurtuluş tasarısı geliştirmek için sahipleniyorlardı. Yazar Richard Wright Marksizmi “siyah deneyiminin kendine bir ev, bir değer ve bir işleyiş kodu” bulduğu yer olarak görüyordu[14]. Varşovalı genç bir Yahudi işçi olan Hersch Mendel Bund’un Marksizminde “uluslararası sosyalizm ile Yahudi ulusal meselesi arasında bir sentez” görüyordu[15].

Yalnızca birkaç araştırma hipotezi formüle etmeyi amaçlayan bu karşılaştırmalı analiz bize en azından bir paradoksun varlığını keşfetmeyi sağladı: Yahudi ve Siyah örnekleri ulus olgusuna dair Marksist yaklaşımın temelinde yatan bir zayıflık olduğunu kanıtlıyor, bilhassa da ulusal tahakkümün özgüllüklerini kavramadaki yetersizliği veya bu konudaki gecikmesi itibariyle. Fakat öte yandan bu etnik azınlıkların radikalleşmiş entelektüellerinin Marksizmde kendi ezilmişliklerini açıklamayı, kültürel kimliklerinin oluşum sürecini anlamayı ve nihayet hem toplumsal hem ulusal bir kurtuluş projesi tasarlamayı sağlayan bir araç bulmuş oldukları da şüphe götürmez. Bu teşebbüsün sonuçlarını sorgulayabiliriz elbette. Ne var ki ezilen uluslar hümanist ve evrenselci boyutuyla Marksizmi bir özgürleşme silahı olarak kullandılar. Marksizmin ayakta kalma ve zenginleşme ihtimali, kapitalist düzene yönelik her türden muhalefet biçimiyle -feminizmden ekolojiye ve yeni ulusal kurtuluş mücadelelerine- sembiyoza girme, hiyerarşik ve önceden tasarlanmış şemalar dayatmaktansa bu hareketler tarafından yeniden şekillendirilme ve bir anlamda dönüştürülme kapasitesine bağlıdır. Yahudi ve Siyah meseleleri, bu perspektifte, yalnızca Marksizmin verimliliğini ve eksikliklerini tespit etmek için değil aynı zamanda onun yenilenmesi için de birer laboratuvar olarak kavranabilir. 

Çeviren: Uraz Aydın


[1]Enzo Traverso’nun « Juifs et Noirs : Deux histoires parallèles » [Yahudiler ve Siyahlar : İki Paralel Tarih] başlıklı yazısının Yahudi Marksizmi ve Siyah Marksizmi altbaşlığını taşıyan son bölümünü aktarıyoruz. Enzo Traverso, Pour une critique de la Barbarie moderne, Editions Page deux, Lozan, 1997.

[2]Bkz. Cedric Robinson, Black Marxism, The Making of the Black Radical Tradition, Zed Press, Londra, 1983, ss. 173-174.

[3]Karl Marx, « Le Capital », Œuvres, Economie, I, La Pléiade-Gallimard, Paris, 1965, s. 835.

[4]Bkz. Roman Rosdoslky, Zur nationalen Frage. Friedrich Engels und das Problem der « geschichtslosen » Völker, Olle &Wolter, Berlin, 1979.

[5]Karl Kautsky, Rasse und Judentum, Dietz Verlag, Stuttgart, 1921, s.93. Ayrıca Bkz. Enzo Traverso, Marksistler ve Yahudi Sorunu, Yazın yayıncılık, çeviri : Ayşe Tekin, 2001. 

[6]Bkz. Philip S. Foner, American Socialism and Black Americans. From the Age ou Jackson to Wordl War II, Greenwood Press, Westport, Londra, 1977, s. 105.

[7]Ibidem, s. 111-112.

[8]James P. Cannon, I primi dieci anni del Partito comunista americano, Jaca Book, Milano, 1977, s. 266.

[9]Bkz. Henri Sloves, L’Etat juif de l’Union soviétique, Les Presses d’Aujourd’hui, Paris, 1982. 

[10]Bkz. E. Traverso, Marksistler ve Yahudi Sorunuop.cit.

[11]C. Robinson, Black Marxism, op.cit., s. 97.

[12]W.E.B. Du Bois, Black Reconstruction in America, Russel and Russel, New York, 1963, s. 358. Du Bois’nın Amerikan marksizmindeki yeri konusunda bkz. Paul Buhle, Marxism in the USA, Verso, Londra, 1987, ss. 169-170.

[13]C.L.R. James, Les Jacobins noirs’ın1980 baskısına önsöz. James’in biyografisi için bkz. P. Buhle, C.L.R. James. The Artist as Revolutionary, Verso, Londra, 1988 ve Fransızca E. Traverso, « C.L.R. James (1901-1989). Hommage à l’auteur des Jacobins noirs », L’homme et la société, 1989/3, s. 115-121.

[14]Alıntılayan C. Robinson, Black Marxism, op.cit, s. 423

[15]Hersch Mendel, Mémoires d’un révolutionnaire juif, Presses universitaires de Grenoble, 1982, s.73. 

Lenin ve Devrimci Yöntemi Kriz Zamanlarında Neden Gerekli: Rusya’dan bir Bakış-Ilya Budraitskis

Tarihçi, siyaset kuramcısı ve Rusya Sosyalist Hareketi’nin sözcülerinden Ilya Budraitskis, “Rus devleti, siyasi fikirlerinden ve gerçek yaşamöyküsünden arındırılmış bir Lenin’e, bir Lenin-anıtına ihtiyaç duyuyor. Fakat ne zaman gerçek bir Lenin, bir asi ve eski düzenin yıkıcısı haline gelse yetkililer otomatik olarak ondan bir canavar gibi söz etmeye başlıyor” diyor. Business-Online için Marine Voskanian tarafından Rusça dilinde gerçekleştirilmiş ve LeftEastiçin Sean Guillory tarafından tercüme edilmiş bu kapsamlı mülâkatta Budraitskis, kendi çağdaşı sosyalistler için Lenin’in nasıl bir heretik[1]olduğunu ve daha fazla yeniden bölüşüm talep etmenin neden ille de solcu olmak anlamına gelmeyeceğini açıklıyor.

Ilya, 22 Nisan Vladimir Lenin’in 150. doğum günü. 1990’larda komünist geçmişin bütününe karşı olumsuzlama dalgasının bir parçası olarak şeytanlaştırıldı. Bugünün Rusya’sında devlet onu halktan ve medyadan uzaklaştırmaya çalışıyor. Lenin, örneğin Josef Stalin’in aksine, hükümet ve halk için daha az anlamlı bir tarihsel figür haline mi geldi? 

Tam olarak katılmıyorum. Son yıllarda Lenin’in imajı kitle kültürü ürünleri üzerinde ve yüksek devlet görevlilerinin konuşmalarında sıklıkla görülür oldu. Ve bu konuşmalardaki tüm bu göndermeler genellikle son derece olumsuz. Bir suçlu, yabancı ajanı, kendi ütopik fikirlerini gerçekleştirmek uğruna ülkenin çıkarlarını ayaklar altına alma heveslisi bir fanatik olarak resmediliyor. Dolayısıyla Rusya’da Lenin’in olumsuz bir tarihsel figür olarak siyasi anlamda kriminalize edilişi apaçık ortada. Ve tabii ki bu genel olarak Rus Devrimi’nin ve prensipte bir olgu olarak devrimin kriminalize edilmesi hattı ile doğrudan bağlantılı. 

Fakat Lenin, bugünkü Rus devleti için tartışmalı bir figür olmaya devam ediyor. Bir yandan zehirli bir tarihsel figür – bir devrimci ve devlet yıkıcı. Öte yandan yeni Sovyet Devleti’nin kurucusu ve dolayısıyla Lenin, Rusya tarihi boyunca devletin devamlılığına dayanan resmi zihniyette yer buluyor. Anlatıya göre, Rus İmparatorluğu, Sovyetler Birliği ve bugünün Rusya Federasyonu birbirine doğru su gibi akıyor. Aralarında tarihsel bir kırılma yok. Sadece aynı devletin farklı isim ve yüzlerini temsil ediyorlar. Bu bakış açısından, Lenin de en az Ivan Kalita, İmparatoriçe Elizabeth ya da Boris Yeltsin kadar saygıyı hak ediyor. Bu Lenin, siyasi fikirlerinden ve gerçek biyografisinden arındırılmış, işlevsel bir Lenin, anıtsal bir Lenin. Ne zaman ki gerçek tarihsel Lenin’i, asi olanı ve eski düzenin yıkıcısını temsil ediyor, anında yerini hak eden yöneticiden canavara dönüşüyor.

Bugünün resmi tarih siyasetinde bu yıldönümü etrafında ciddi herhangi bir kutlamanın ve açık tartışmanın olmamasına dair doğrudan fikir veren tuhaf bir şizofreni mevcut. Aynı zamanda post-Sovyet aydınlar arasında Lenin’in şeytanlaştırılmasının uzun bir geçmişi var. Bana göre Lenin’in liberallerce bir fanatik ve şiddet savunucusu olarak kriminalizasyonu, paradoksal biçimde muhafazakârlarca imparatorluğun yıkıcısı ve Alman ajanı olarak mahkûm edilişinin bir yansıması.

Aynı zamanda, dindar-monarşi yanlısı taraflarını bir kenara koyarak Rusya’daki muhafazakâr-vatansever camiayı göz önüne aldığımızda, Rus devletinin bu tarihsel devamlılığı fikri, Devrim’i onaylamamalarına rağmen büyük bir ülke olduğunu düşündükleri SSCB’nin yaratılmasında genel olarak Lenin’in ve Bolşeviklerin rolünü tanıyor. Rusya’daki farklı toplumsal ve siyasi güçlerin bugün Lenin’e yönelik tutumlarını nasıl değerlendiriyorsun?

Haklısın. Vatansever halk Lenin’i olumlu görme eğilimi taşıyor; fakat yalnızca onu Sovyet dönemiyle ilişkilendirdiği sürece, ki aslında güçlü bir devlet, bir imparatorluk olarak algılanıyor. Ancak onun böyle, devletin kurucusu olarak olumlu şekilde görülmesi, Lenin’in esas olarak taşıdığı ve eylemlerine yön veren fikirlerinin bütünüyle yanlış anlaşılmasını veya reddedilmesini gerektiriyor.

Vladimir İliç’in fikirleri hiçbir biçimde devletçi-vatansever değildi. Bilakis, devletin sönümlenmesinin gerekliliğine dayanıyordu. Devlet ve Devrim’de ısrarla bu fikri savunmuştur. Sovyetler Birliği’nin Leninist modeli milli bir devlet değildir; her ülkenin katılabileceği enternasyonal devlet-dışı sosyalist bir topluluğun prototipidir. Devletçi-vatanseverlerin Lenin’e yönelik (çoğunlukla Stalin’i de kapsayan) saygısı, onu bir siyasi kuramcı ve eyleyici olarak dikkate almamaya ve göz ardı etmeye dayanıyor. Vladimir İliç için teori ve praksis daima birbirinden ayrılamaz bir biçimde bağlantılıydı.

Lenin’in zamanında siyasi partiler ideoloji, ilkeler ve gelecek tasavvurları üzerine inşa oluyordu. İçinde bulunduğumuz postmodern dönemde siyaset, siyaset teknolojisi ve halkla ilişkilerin bir alanı, fikirlerin değil. Siyasi eylemden bahsediyorsak Lenin’in siyasi praksisinin bugün ne düzeyde geçerli olduğunu düşünüyorsun?

Evet, bugünün siyaseti hiçbir fikir hesaba katılmaksızın etkililik üzerinden algılanıyor. Lenin’in bizatihi yaşamının siyasete yönelik bu kinik tutuma bir meydan okuma olmasının nedeni budur. Elbette ilkeleri uğruna alışılmış olanın ve koşulların tersine gitmeye ve neredeyse bütünüyle siyasi tecrit altında kalmaya gönüllü olan, ideolojik biriydi. Öte yandan 1917’de devrime önderlik etmesini sağlayan tam da bu fikir ve ilke idi. Lenin’in kendi yaşamı, meşhur “ilkeli siyaset en pratik olandır” sözünü bütünüyle doğrular niteliktedir. Ve elbette Lenin’in yaşamı bugün gördüğümüz araçsal ve kinik siyaset nosyonunun karşıtıdır. Onun hayatı, yalnızca sonuna kadar fikirlerin peşinden gidilmesi gerektiğinin değil, aynı zamanda onların gerçekliği değiştirebileceğinin daimî bir anımsatıcısıdır.

Yaygın olarak bilinen taktik deha, siyasi komplocu ve çeşitli durumlarda dümeni ele alma ve başkaları ne yapacağını bilemezken karar verme becerisine sahip Lenin algısı ilkelerine rağmen uzlaşan ve gerekli taktik ittifaklar yapan biriyle nasıl bağdaşıyor? Eğer biyografisine bakacak olursak, Bolşeviklerin başarısına büyük ölçüde önderlik etmiş olan, son derece faydacı bir adam gibi görünüyor.

Lenin’i faydacı olarak değil, değişen gerçekliklere göre fikirlerini gözden geçirebilen bir adam olarak adlandırırdım. Bu ikisi birbirinden farklı. Lenin olayları yalnızca yakından takip etmekle kalmadı; aynı zamanda onlardan ders çıkardı. Örneğin 1905 Devrimi’nde işçi sovyetleri aşağıdan doğduğunda “İktidar Sovyetlere” sloganını geliştirdi. Bildiğimiz üzere 1917’nin başlarında Vladimir İliç’in Petrograd Sovyeti’nin ortaya çıkışıyla bir ilgisi yoktu; fakat Geçici Hükümet’i kuran elitlerinkine alternatif olarak işçilerin ve askerlerin kendi ellerindeki gücü gördü. Şunu da hatırlamak önemlidir; Lenin’in parti için herhangi bir “değişmez” planı yoktu. “Ne Yapmalı?” (1902) çalışmasında profesyonel devrimcilerin dar örgütü olarak parti fikrini savunurken, 1917’de Devrim’in başlamasından hemen sonra onun önderliğinde Bolşevikler, yıllar içinde daha önce siyasi deneyimi olmayan on binlerce insanın katıldığı bir kitle partisine dönüştüler. Lenin’in diğer devrimcilerle olan ilişkisini de zikretmek gerekir. Lev Troçki ve Alexander Bogdanov ile uzun yıllar süren keskin bir tartışma yaşadı, ama 1917 Devrimi sırasında ve sonrasında onlarla yoldaş ve hemfikir olarak iş birliği içinde oldu. Fakat bütün bu değişimler, Lenin’in sonuna kadar sürdürdüğü bir dünya görüşü içinde gerçekleşti. Sınıf mücadelesi içindeki yerini ya da kapitalist düzenin kaçınılmaz sonuna dair görüşlerini hiçbir zaman yeniden gözden geçirmedi.

Böylesi ideolojik ve yalnızca ilkelerle hareket eden tarihsel figürler çağdaş söylem için oldukça rahatsız edici, çünkü temel olarak pratik sonuçlar tarafından yönlendirilen ve muhtemelen devlet aygıtının kendisi için bile tehdit olarak görünen çağdaş siyasetçilerden o kadar zıtlar ki. Böyle figürlerin tarihsel hatırası bile bugünün bütünüyle sahte politik sistemlerinin altını oyuyor.

Kesinlikle. Katı ilkeleri olan insanlar mevcut sisteme tehlike olmanın da ötesinde onun için anlaşılmazlar. Hangi ilkeler olduğuna gelince, o başka bir mesele. 20. yüzyılın eşiğindeki Rusya’ya bakacak olursak, bugünkünden bir farkı, monarşiye içten bir şekilde bağlı olan ve onun çöküşünü kişisel bir trajedi olarak gören (çoğunlukla asker ve devlet görevlisi olan) çok sayıda insanın varlığıydı. Bugünün Rus devletinin İç Savaş’ta Kızıllar’a karşı savaşan ve kaybedenler gibi ilkeli destekçilerinin olabileceğini hayal etmek zor. 

Dolayısıyla mesele sadece ilkelerde sebat etmekte değil, mevcut düzenin kaçınılmaz çöküşünün görülebileceği mesafede. Lenin’in geleceği Rus İmparatorluğu’nu kurtarmak isteyenlerden daha iyi görebilmesini sağlayan, onun Marksist yaklaşımıydı.

Sovyetler Birliği’nin çöküşünden bu yana dünyada yaygın olan görüş, komünizmin ütopik bir fikir olarak imkânsız olduğunun kanıtlanmış olduğu. Sosyal devletin unsurlarını kastetmiyoruz, ama onlar da bugün kesintiye uğruyor. 1990’larda bunun sebebi liberalizmin tam anlamıyla zafer kazanmasıydı. Fakat bugün sebep, dünyanın değişmiş olması. Artık bir proletarya ve sınıflı toplum yok. Sol kanattan uzmanlar bile emeği, dijital gerçekliği, vs. Marksist analizle tahlil etmenin ne kadar zor olduğunu kabul ediyorlar. Buna göre Lenin’in kuramsal Marksizm-Leninizm mirası ne derece güncel?

Lenin’in, örneğin emperyalizmi ya da Rusya’da kapitalizmin gelişimini Marx’ın Kapital’inden sonra dünyanın radikal biçimde değiştiği bir bağlamda analiz ettiğini söylemek gerek. 20. yüzyılın başı 19. yüzyılın ortalarındaki dünyadan farklıydı. Lenin’in fikri, Marx’ın kuramının oldukça cesur bir biçimde yenilenmesiydi. Kapitalist üretim ilişkileri tam anlamıyla gelişmemiş olmasına rağmen ve işçi sınıfı nüfusun mutlak azınlığıyken sosyalist devrimin gerekliliğine ikna oldu.

Dolayısıyla Lenin her şeyden evvel bize Marksist analizi dogma olarak görmememiz, mevcut koşullarla yeterince örtüşmediğinde de bütünüyle reddetmememiz gerektiğini öğretir. Sorun şu ki, Rusya’nın yaşlı kuşaklarının çoğunluğu için Marksizm, gerçeklikten koparılmış ve yalnızca ezberlenmesi gereken bir dogmalar bütününden oluşan ve Sovyet siyasi eğitimiyle aşılanan algılarla ilişkili. 

Elbette bugün dünyanın Lenin’in döneminden çok farklı olduğu gerçeğine pek az kişi karşı çıkabilir. Endüstriyel işçi sınıfı kısmen önemini yitirdi ve oldukça değişti. Öte yandan ücretli emeğin yeni biçimleri ortaya çıktı. Yine de kapitalizmin emek ve sermaye arasındaki temel çelişkisi ortadan kalkmamakla kalmadı, aynı zamanda gittikçe daha şiddetle hissedilir oldu.

İlk bakışta modern kapitalizm ve istihdamın modern biçimleri çok esnek, ağlara dayalı ve son derece bireyselleşmiş durumda. Bir başka deyişle, bugünün “proleterlerinin” aynı türde işçilerle fazla ortak noktası yok. Sendikalar onların çıkarlarını korumuyor ve kimse onları uzun saatler çalışmaya zorlamıyor. Genel olarak Bolşevik ideolojide önemli bir yer tutan işçi dayanışmasından söz etmek mümkün mü?

20. yüzyılın ilk yarısındaki endüstriyel kapitalizm de işçiler arasında otomatik olarak bir dayanışma doğurmadı. Fordist üretimin seri üretim hattındaki işçiler arasında herhangi bir iletişim gerektirmediğini hatırlayın. Eğer işçiler arasında dayanışma ve kolektif eylem ihtiyacı doğduysa bunun sebebi aynı fabrikada çalışmaları değildi. Bunun sebebi, kapitalist üretimde yer alan insanlar arasındaki geniş çaplı bölünme ve yabancılaşmaya rağmen, siyasi mücadele, sosyalistlerin faaliyetleri ve sosyalist fikirlerin yayılması sayesinde işçilerin ortak çıkarlarının farkına varmalarıydı. Ayrıca 1917 Devrimi döneminde Rusya nüfusunun ezici çoğunluğu işçi sınıfından değildi. Yine de örneğin askerlerden ve köylü sınıfından gelen denizcilerden bahsedecek olursak, bu proleter olmayan çoğunluk devrimin itici gücü oldu.

Dolayısıyla bugün kurulu düzene meydan okuyabilen güçlerden söz etmek istiyorsak, bir tek modern toplumsal yapıdaki yerlerine dayanarak değil, yalnızca siyasete katılarak bir hareket haline gelebileceklerini anlamalıyız.

Fakat dünyanın her yerinde değişimin araçları olarak partilerin çok ciddi biçimde zayıfladığına tanık oluyoruz. Farklı ülkelerdeki seçimlerde gördüğümüz gibi, insanların siyasi güçlerin büyük çoğunluğuna olan güvenleri azalıyor. Lenin’in temel fikirlerinden biri, bir gerçekliği değiştirme gücü olarak partinin öncü rolüydü. Sol partiler böyle bir rol oynayabilecek durumda mı ve bugünün dünyasında ne kadar bu rolü gerçekleştirebilirler?

Lenin’in parti kavramı kendi zamanında mevcut olan parti biçimine bir meydan okumaydı. Yalnızca parlamenter elit partilere değil, aynı zamanda Alman Sosyal Demokrat Partisi gibi kitlesel işçi partilerine. Avrupa Sosyal Demokratları, üretim araçlarıyla ilişkilerinden dolayı işçilerin partiyi sınıfsal çıkarlarının bir ifadesi olarak düşünmeleri gerektiğini varsaydılar. Lenin bu yaklaşımı reddetti ve partinin işçi sınıfının kitle örgütü değil, devrimcilerin örgütü olmasında ısrar etti. Dönemin Marksistleri için Lenin’in parti görüşü tam anlamıyla sapkın görünüyordu; ama aslında köklerini otokratik Rusya’nın koşullarından ve bir ölçüde Lenin’in de temel aldığı 19. yüzyıl Rusya devrimci geleneğinin özgünlüğünden alıyordu.

Yani eğer bugünün parti sisteminin krizinden söz ediyorsak, her şeyden önce mevcut liberal demokrat kurumlar içinde yer alan parlamenter partilerin krizinden söz ediyoruz. Bugün Leninist partiden çıkarılacak ders, siyasi ve toplumsal krizlere layıkıyla yanıt verebilecek yeni siyasi örgütlenme biçimleri aramamız gerektiğidir.

Eğer çağdaş Batılı sol partilerden söz ediyorsak, öyle görünüyor ki onlar bir noktada odaklarını emekçi halkın çoğunluğunun çıkarlarını korumaktan çeşitli azınlıkların, feminizmin ve çevreciliğin çıkarlarını korumaya doğru kaydırdılar. Ayrıca bu durumun tersine yeni sağ, kendini işçi sınıfının temsilcisi olarak konumlandırmaya başladı. Bu tam da parlamenter solun popülaritesinin azalma sebebi değil mi? Hatta neden solun gündeminde böyle bir kayma oldu?

Bu görüşün doğru olduğunu düşünmüyorum. Örneğin, şu anda başkanlık yarışından çekilmiş olsa da Bernie Sanders’in Birleşik Devletler’deki son derece başarılı kampanyasını ele alalım. Doğrudan, kimlikleri ya da kültürel aidiyetleri ne olursa olsun tüm emekçilere hitap ettiğinden söz etti. Ayrıca tarihi boyunca sosyalist hareket emekçi halkların çoğunluğunun çıkarları için mücadeleyi kadınların ve ulusal olanlar da dâhil olmak üzere azınlıkların hakları için mücadeleden farklı görmedi hiçbir zaman.

Kanımca eğer bir yerde böyle bir muhalefet ortaya çıkmışsa, bazı sol partiler gerçekten de daha önce temsil etmiş olduklarının çıkarlarının tersine toplumsal politikalar izlemeye başladığı için çıkmıştır. Zaman zaman bu eksen, azınlık haklarını korumakla ilgili yeni retorik tarafından gizlendi. Gerçi bu liberal-sol partilerin sözde koruduğu azınlık haklarının son derece kırılgan olduğunu görüyoruz.

Sanders olgusu ilginç, çünkü Avrupa’nın aksine, çok büyük bir sosyal demokrat geleneğin olmadığı Birleşik Devletler gibi bir ülkede ortaya çıktı. Ve birdenbire sosyalist fikirler Amerikan siyasi söylemine girdi ve görünen o ki Demokrat Parti yapısını bile ürküttü. Sanders’in popülaritesini nasıl açıklıyorsunuz? İnsanlar sol fikirleri daha çekici bulur hale mi geldiler?

Evet, elbette. Geçtiğimiz kırk yılda eşitsizliklerin düzenli bir biçimde arttığını ve liberal demokrasi kurumlarına sahip Batı ülkelerindeki nüfusun büyük kısmının gözünün açıldığını gördük. Ve en önemlisi, kapitalizmin toplumun refahının artma garantisi olduğu nosyonu bugün bütünüyle geçersiz hale geldi. Bu söylem gerçekte olup bitenlerle hiçbir paralellik taşımıyor.

Rusya’da bugün koronavirüs salgınının tetiklediği çok ağır bir ekonomik kriz yaşıyoruz. Sol fikirler Rusya’da ne ölçüde popüler hale gelebilir ve kime yarar sağlayabilir?

Bugün toplumumuzda mevcut olan bütün eşitsizlik ve adaletsizlik, pandemi ile ilişkilendirilen sosyal ve ekonomik kriz sayesinde son derece şiddetli hale geldi. Ve tabii ki gelir adaleti ve yeniden dağılım talepleri kitlesel bir çekicilik kazanabilir. Bir başka mesele, bunların ne düzeyde spesifik olarak sol kanat olduğu. Sosyal-ekonomik sloganlar kaçınılmaz olarak liberal muhalefet retoriğinin bir parçası haline gelecekse bile, bu ille de sola doğru bir kayma anlamına gelmiyor, çünkü sosyalist fikir temel bir ilke olarak piyasaya alternatif olanla ilişkili.

Sol bu alternatifi uygulanabilir görüyor mu? Eğer Lenin ve Bolşevikler bütün dünyayı dönüştürmek istedilerse bugün sol kanattaki partiler önerilerinde daha ılımlılar; kabaca söylemek gerekirse kapitalizmi sıkıp ondan bir şeyler çıkarmak gibi – zengini vergilendir, toplumun kırılgan kesimlerini destekle… Ama sol piyasa ekonomisini bütünüyle terk etmeyi talep ediyor mu? Sonuçta bu en temel iddiaları; bütünüyle gerçekleşmeyen ya da SSCB gibi sınırlı bir alanda uygulanan bir şeyin hayalini kuruyorlar. 

Bir yandan Sanders’in Birleşik Devletler’de Herkes İçin Sağlık Hizmeti talebinin ılımlı olduğunu ve kapitalist sistemin temelleri üzerinde bir etkisi olmadığını ve/veya mevcut sisteme bir alternatif sunmadığını söyleyebiliriz. Öte yandan alternatifler sadece aydınların zihinlerinde var oldukları için doğup eyleme geçirilmezler. Sol siyaset yalnızca doğru kuramla değil, en başta kitlesel bilinçteki değişimle bağlantılıdır. Ve bu anlamda evrensel sağlık hizmeti talebi, bilinçte böyle bir değişimin en azından başlaması için bir moment oluverir. 

Lenin’in şu yorumunu hatırlamak önemli; sosyalizme giden kesin yolu bilmiyoruz, fakat milyonlar davaya sarıldıklarında bunu bileceğiz. Bir başka deyişle, bu gerçekleştiğinde, az sayıda aydın arasındaki fikirler olarak var olan bütün öneriler inceliklerini kazanacaklar ve gerçeğe dönüşmek için tarihsel bir şans yakalayacaklar. Bu anlamda Marx’ın iyi bilinen savını paylaşıyorum; gerçek bir hareketin bir adımı binlerce programdan daha önemlidir. Ve bugünün solu için en başta gerekli olan, bilincin hangi belirgin anda dönüşeceğini anlamak.

Bence bu yüzden, şansa bakın ki Leninist görüşlerle tam anlamıyla örtüşen demokrasi, bugünün solu için merkezi bir yerde duruyor. Fakat yalnızca bir prosedür ya da iktidarı ele geçirmek için bir ilke olarak demokrasi değil; aynı zamanda insanların hem siyasi hem de ekonomik düzeyde kendi kaderiyle ilgili kararları alabilme yetisi anlamında demokrasi. Sovyet deneyiminde bunlar neden büyük sorunlardı? Başarısızlığının kanıtı, sistemin sıradan insanların karar verme mekanizmalarından bütünüyle yabancılaştırılması üzerine inşa olması gerçeğinden ibarettir. Bu yüzden planlı ekonomi işlemedi ve Leninist demokratik projenin merkezinde yer alan sovyetler, devlet bürokrasisinin iktidarı için bir cephe olacak şekilde yozlaştı.

Hem Lenin hem de Devrim ile ilgili en zor sorulardan biri şiddet ve devrimlerin bedeli. Sol o dönemde şiddetin yardımıyla iktidara geldi ve açıkçası muhalifler tasfiye edildi. Sovyetler Birliği de dâhil olmak üzere solun en temel iddialarından biri şu; hepiniz mutlu olmak istiyorsunuz, ama aynı zamanda bütün muhalefeti ortadan kaldırmaya hazır olmalısınız. Böyle yöntemler olmadan toplumu yeniden yapılandırmaya dair solun herhangi bir fikri var mı? Sonuçta devrim sadece tarihsel bir olay değil, aynı zamanda fedakârlıkları, çatışmaları ve iç savaşı kapsayan bir trajedi.

Şiddet devrimcilerin icat ettiği bir olgu değil, kapitalist düzenin tamamlayıcı bir parçası. Dünya savaşları, soykırımlar ve sömürgecilik bunu tekrar tekrar ispatladı. Statükoyu değiştirme arayışında olan güçler de, çelişkileri olan, yöneten elitlerin mevkilerini savunmak için gerekli olan her türlü aracı kullanma hevesi gibi yöntemleri olan bu dünyada işleyişini sürdürüyor. Dolayısıyla devrimci şiddet ekseriyetle bir yanıt olarak, başka hiçbir yöntemin kullanılmadığı bir durumda tepki olarak başladı. Fakat sosyalistlerin görevi çoğunluğun iyiliği için bir toplum inşa etmek olduğundan, şiddet bu toplumun temel yöntemlerinden biri olamaz: İktidardaki azınlık, tanımı gereği, iktidardan mahrum olan çoğunluktan daha fazla şiddete ihtiyaç duyar. Yani toplumsal devrimlerin şiddetli doğası esas olarak meseleleri zor kullanarak çözen devrimcilerle değil, eyleme mecbur bırakıldıkları koşullarla bağlantılıdır.

Kimsenin o trajik olayların tekrarlanmasını istemediği, dolayısıyla Rusya’da devrime ihtiyaç olmadığı yönünde bir inanç var. Fakat buradan sıklıkla varılan sonuç, kimse değişim için fedakârlık yapmaya istekli olmadığından değişimin gerçekleşmeyeceğini kabullenmek gerektiği. Bu sorunun ortadan kalkacağına ve toplumların kargaşa ve kurbanlarla ilişkilendirilen trajik yıkım olmadan değişimin gerçekleşmesi için bir yol bulacağına dair bir umut var mı?

Bu soruya evet diyerek cevap vermek istiyorum, ama geleceği kendimden emin bir şekilde öngörebilmemin bir yolu yok. Fakat bence işte bu dönüşüme kurbanların eşlik edeceği argümanı terk edilmeli, çünkü meselenin tam da özünü çarpıtıyor. İşin doğrusu, mevcut toplum sürekli olarak kurbanlar yaratıyor. Bugün ekonomik krizlerle, yoksullaşmayla, süregiden askeri çatışmalarla sürekli olarak kurbanların ortaya çıktığı ve çoğu insanın öyle ya da böyle kurban olduğu bir durumun ortasında yaşıyoruz. Fakat başka ve korkunç, tanımı gereği mevcut olandan daha kötü bir fedakârlıktan kaçınmak için kurban olarak kalmaya teşvik ediliyorlar. Bence bu duruma farklı bir perspektiften bakmaya değer; neden mevcut durum sürekli acı çeken ve fedakârlık yapan insanlar için tahammül edilebilir olmaya devam ediyor?

Lenin’in mirası muazzam. Çok sayıda kitap ve makale yazdı. Eğer tarihçi değillerse, insanların genellikle geçmişte yaşamış düşünürlerin bütün eserlerini okumaya vakitleri yok. Vladimir İliç’in felsefesini ve görüşlerini anlamak isteyen birine ne önerirsin? Bugün bilhassa güncel olan ne?

En başta daha önce bahsi geçen Devlet ve Devrim; çünkü sadece Marksistlerin devleti nasıl ele aldıkları sorusuna cevap vermekle kalmıyor, aynı zamanda Leninist yaklaşım ve maalesef Sovyet tarihinin büyük bölümünde tanık olduğumuz çarpıtmalar arasındaki farkı görmemizi sağlıyor.

Elbette aynı zamanda Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması’nı öneririm. Çünkü kapitalist sistem içinde savaşların sürekli olarak yeniden üretilmesi mekanizmasını tam anlamıyla tarif ediyor. Şunu söylemek gerek; Marksist emperyalizm kuramına ve Lenin’in bu çalışmasına yönelik yeni ve güncel ilgi dalgası, 2000’lerin başındaki olaylarla – Irak Savaşı ve ardından gelen ve açıkça emperyalist ve emperyalistler-arası karaktere sahip olan askeri çatışmalar – bilhassa bağlantılıydı. 

Son olarak, Lenin’in ulusal azınlıkların haklarını kısıtlayan emperyal devlet politikasına açık bir şekilde karşı çıktığı ve bu hakların tam olarak gerçekleştirilmesi mücadelesini toplumun sosyalist dönüşümü hedefiyle ilişkilendirdiği Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkıokumaya değer.

Yani sizin görüşünüze göre, bugün dünyada olup biteni anlamak için Vladimir İliç’in mirası geçerliliğini koruyor?

Lenin zamanımızın bütün meselelerine kapsamlı cevaplar verdiği için değil, bu yanıtları kendiniz bulabileceğiniz bir yöntem kullandığı için geçerliliğini koruyor.

Çeviren: Sanem Öztürk


[1]Heretik sıfatı, anaakımdan sapmış olan, genel kabul görmüş doktrinlerin karşısında duran anlamında kullanılmıştır.