İmdat Freni

diyalektik

Diyalektik ve Devrim – Daniel Bensaïd

2005 yılındaki bu konuşmasında Daniel Bensaïd, Fransız Marksizminde diyalektik düşünceye tepkinin tarihsel kökenlerini ele alırken, günümünüz koşullarında diyalektiğin hangi alanlar ve konular üzerinden çalıştırılması, geliştirilmesi gerektiğini tartışıyor.

Hakim akıl karşısında diyalektik akıl akılsızlıktır:

Onun maskesini düşürüp ötesine geçtiği vakit aklî hale gelir.

Theodor W. Adorno

“Fransa’da ve dünyada diyalektik düşüncenin durumu”. Bu yuvarlak masa toplantısının başlığı bir hayli iddialı. Dünyada? O topa girmem. Bertell Olmann Anglo-Sakson dünyada diyalektik araştırmaların durumu hakkında kışkırtıcı bir sunum yaptı. Daha özgül olarak Fransa’ya gelirsek, bu ülkenin felsefi kültürünün diyalektiğe inatçı bir karşıtlık içinde olduğu söylenebilir.

Giriş konuşmasında Lucien Séve, Lucien Goldmann’ı da ekleyebileceğim birçok isim zikrederek ellili yıllarda diyalektik düşünceye olan ilgiyi hatırlattı. Bu vaat yetmişli yıllarda birdenbire yitip gitmiş görünüyor. Fransız olan yalnızca dört diyalektikçiyi (Pascal, Rousseau, Mallarmé ve Lacan) kabul eden Alain Badiou kadar ileri gitmeden Fransa’da diyalektik düşüncenin geçmek bitmeyen sefaletini tespit etmek durumundayız. Özellikle Auguste Comte’a yönelik acımasız kısa yorumlarında Marx tarafından değinilen bu meselenin altı Troçki tarafından da çizilmiştir. Sürekli Devrim’de diyalektiğe dönük “Fransız sol çevrelerinde yaygın olan tiksinti”den söz ediyordu. Gramsci de Hapishane Defterleri’nde “Fransızın diyalektik ve somut biçimde devrimci bir zihniyete” sahip olmadığını belirtiyordu. Şüphesiz bu tiksinti Galyalılara özgü bir genetik acziyetin değil siyasal ve kültürel bir tarihin ürünüdür.

Muzaffer Stalinist bürokrasi tarafından otuzlu yıllarda bir devlet aklı mertebesine yükseltilmiş ortodoks Marksizm, bu durumdan faydalanarak işçi hareketi içinde dogmatikleştirilmiş ve kanonlaştırılmış diamat’ının ideolojik hakimiyetini sağlamakta zorluk çekmemiştir. Bu, diyalektiğin bir çeşit ikinci ölüm fermanı olmuştur.

“Düzen içinde ilerleme”nin düşüncesi olarak pozitivizmin üniversiter beşerî bilimlerdeki egemenliğinin ve Üçüncü Cumhuriyet’in üzerine kurulduğu cumhuriyetçi antlaşmada sahip olduğu hegemonyanın sonucudur. Lanson’ların, Lavisse’lerin ve Langlois’ların bu “entelektüel partisi”ne karşı isyan ediyordu genç Péguy veya Georges Sorel. Althusser ise, tam aksine, Marx İçin’de Comte’u hala “19’uncu yüzyılın tek büyük Fransız filozofu” olarak değerlendiriyordu. Oysa pozitivizm devrimci tehdidin ve onun yaratacağı sarsıntıların önünü almayı hedefleyen tipik bir Termidorcu ideolojidir. Yeni doğmakta olan işçi hareketinin bünyesinde Blanqui pozitivizmin bu methiyeci boyutunu kavrayan nadir şahsiyetlerden biri olmuştur. Bu konuda not defterlerinden sayfalarca alıntı yapılabilir. Dolayısıyla bir gericilik ideolojisidir pozitivizm. Devrimci cumhuriyetin değil, devrime karşı cumhuriyetin, kutsal öğretisi ve sivil diniyle Düzen içinde İlerleme’nin ideolojisi. Bu açıklanabilir: Almanlar, İtalyanlar ve tabii ki Ruslar kendi ulusal ve toplumsal özgürleşimlerini gerçekleştirmek için diyalektik eleştiriye ihtiyaç duyarken Fransız muhafazakâr ideolojisi, Haziran 1848’in ve Paris Komününün ardından ondan kurtulmak için elinden geleni ardına koymadı. Son metinlerinde Althusser’in hoş bir ifade ile başvurduğu “karşılaşmanın yeraltı maddeciliği”, Fransa’da Marx’ın alımlanışından bile önce yenilgiye uğramıştı. Ekonomik Belirlenimcilik’in yazarı Lafargue’ın ve Guesde’in doğmakta olan “bulunmaz Marksizmi[1]” daha başından itibaren pozitivizmle yoğrulmuştu. Tanımların tasnif edici mantığından, Marx’ın Kapital’de ustaca yürürlüğe koyduğu belirlenimlerin dinamik (diyalektik) mantığına geçmek zordu. Altmışlı yıllarda moda olan yapısalcılık, en sert biçimleri altında, olaydan ve öznellikten azade donmuş yapılar ve yüzyılın tarihini düşünmek acı verici hale geldiği oranda tarihten yoksun sistemler üzerinde durarak bu bastırma işlemini sürdürebilmiştir.

Muzaffer Stalinist bürokrasi tarafından otuzlu yıllarda bir devlet aklı mertebesine yükseltilmiş ortodoks Marksizm, bu durumdan faydalanarak işçi hareketi içinde dogmatikleştirilmiş ve kanonlaştırılmış diamat’ının ideolojik hakimiyetini sağlamakta zorluk çekmemiştir. Bu, diyalektiğin bir çeşit ikinci ölüm fermanı olmuştur. Karanlık Kharkov kongresinde[2] psikanalizin ve sürrealizmin mahkûm edilmesiyle öncülleri bariz hale gelen bir çeşit teori içindeki Termidor’dur bu. “Bilimin koro başı”, Tarihsel Maddecilik ve Diyalektik Maddecilik isimli o ölümsüz broşür bu Termidor’un öğretisinin temellerini atar. Dolayısıyla diyalektik, formel bir meta-mantık, her işi gören ve tuğla kırmazdan önce insan kıran bir devlet sofistiği haline bürünür[3]. Böylece eleştirel bilinç diyalektiği (Lukacs, Korsch) devlet aklının otoritesi karşısında gerilemek durumunda kalır.

Geçip giden yüzyılın trajedilerinin ardından, ilerleme ile felaketin o korkunç Benjaminci diyalektiğini yok sayarak ilerlemenin usul usul akan nehrinde yıkanamayız artık.

Teorideki bu gericilik, özellikle de Fransa’da bir başka sürece eklemlendi. Mitolojik alacakaranlıklar karşısında Aydınlanmanın rasyonalizmini savunma gerekçesiyle -ki bu belirli bir ölçüde ve belirli bir yere kadar meşrudur-, felsefedeki Halk Cephesi dediğim olgu gelip siyasetteki Halk Cephesini tamamlar. Yöntem Üzerine Konuşma’nın üç yüzüncü yıldönümü vesilesiyle Politzer için Descartes Fransa’ydı! Gayrı-diyalektik akla düzülen bu methiye aynı zamanda bu kutsal yöntemin diyalektikçi Pascal üzerindeki -geç gelen- zaferidir (Henri Lefebvre’ın onun hakkındaki cüretkâr savunusuna rağmen). Yakın zamanda keşfedilen kendiliğindenlik ve bilinç hakkındaki 1926 tarihli metnine kadar eleştirmenlerinin mahkemesine direnen Lukacs bile Aklın Yıkımı kitabına hevesle girişir (ancak savaştan sonra yayınlanacaktır). Bürokratik karşı-devrim üçüncü seçeneği dışlayan bir ikili mantık talep ediyor: “Benim yanımda bulunmayan karşımda bulunur…”, “Kurtlarla birlikte ulumamak lazım…” vs. Asimetrik biçimde de olsa iki cephede birden mücadele vermek söz konusu değildir bu anlayış açısından. Bu yıldırma ve suçlu hissettirme mantığı çok sayıda siyasal tahribata yol açar (Macaristan, Çekoslovakya, Polonya’da ve daha yakınlarda Afganistan’da veya Balkanlarda).

Lucien Sève diyalektik düşüncenin yeni bir atılımına tanık olduğumuza kani. Bu iyi bir işaret olur. Bu, rüzgârın yön değiştirdiğinin ve her koşulda “pozitif” düşünmeyi salık veren Carrefour-düşüncesine, konsensüs sağlama ve genel uzlaşma retoriklerine karşı negatifin, olumsuzlamanın çalışmaya başladığının işareti olur. Böyle olması için iyi ve kuvvetli nedenler mevcut: Zamanın havasına nakşolmuş bir eleştirel ve diyalektik düşünceye dönük acil bir ihtiyaç.

  1. Tarihsel bir neden, öncelikle. Geçip giden yüzyılın trajedilerinin ardından, ilerleme ile felaketin o korkunç Benjaminci diyalektiğini yok sayarak ilerlemenin usul usul akan nehrinde yıkanamayız artık. Özellikle de son yirmi yıldan beri şekillenen dünyanın belirsiz dönüşümlerinde. Bu diyalektik ihtiyacı kendini eleştirel ekolojide de hissettiriyor. Hem kapitalist küreselleşmenin esrikliklerine hem de derin ekolojinin karanlık eğilimlerine karşı iki cephede birden müdahale etmesi gereken bir ekoloji.
  2. Belirlenimci kaos, sistem teorisi, holistik veya karmaşık nedensellikler, canlının ve yükselen düzenin mantıkları konusundaki bilimsel tartışmaların ışığında diyalektik mantığın kategorilerinin yenilenmesi. Bir alandan diğerine temkinli biçimde geçme koşuluyla, farklı araştırma alanları arasında yenilenmiş bir diyalogu ve diyalektik mantıkların sınanmasını gündeme getiriyorlar.
  3. Küreselleşmeyi totalitenin/bütünlüğün (açık bir bütünselleştirmenin) bakış açısından düşünmeye dönük acil bir ihtiyaç. Bu, geç emperyalizmlerin yeni simalarını anlamanın ve gezegenin her zamankinden eşitsiz ve kötü bileşmiş gelişimine siyasal olarak müdahale etmenin önünü açar.
  4. Bir diğer acil ihtiyaç ise yüzyılı, toplumsal olarak üretilmiş, süreksiz bir zaman-mekân açısından düşünmek ve tarihi miskince post’ların ve ante’lerin (postkapitalizm, postkomünizm…) çizgisel kronolojik kategorileri üzerinden düşünmek yerine, zamansızlık ve aynı-çağdan-olmayış kategorilerini[4] temel alan özgül bir siyasal zaman ölçeğini kavramsallaştırmak.
  5. Etkin ilerlemeyi yalnızca nicel birikimin veya Henri Lefebvre’in haklı olarak eleştirdiği “gelişmesiz büyümenin” değil gelişmenin (veya Troçki’nin terminolojisiyle “evrilmenin” [transcroissance]) bakış açısından değerlendirmeye yönelik yine acil bir gereklilik.
  6. Son olarak, soğuk savaşın sona erişi ve çoklu çatışmaların karmaşık kesişimi bir anavatanın devlet hegemonyası altındaki “kamplardan” birini seçmeye (bu reel sosyalizmin kampı bile olsa) dönük ikili mantıktan çıkmaya ve Balkanlar veya Körfez’inki gibi çatışmalarda stratejik bir yönelime sahip olabilmek için bir üçüncü seçeneği tekrar devreye sokmaya zorluyor.

Eğer diyalektik düşüncenin bu güncelliği doğrulanırsa Komünizmin Kara Kitabı ile Psikanalizin Kara Kitabı’nın ardından bir “Diyalektiğin Kara Kitabı”nın yayınlanmasına hazırlıklı olmak (hatta bundan memnuniyet duymak) gerekebilir. Bu, uzlaşmaz çelişkinin bütünleyicilik biçimi altında etkisiz kılınmış veya “çelişkilerin değil ilintilerin karşıtlığı” içinde erimiş olmadığı anlamına gelir. Ve “hayır’ın felsefesinin”, olumsuzlama çalışmasının, totaliteden yola çıkan bakış açısının, Hegel’in Mantık’ına tuttuğu kenar notlarında Lenin tarafından kutsanan öngörülemez “sıçrayışların” kesinkes ehlileştirilmediğini gösterir. Çünkü diyalektik üzerinden hedef alınan bizzat Devrimin kendisidir. Tarih ve Sınıf Bilinci’nin ve Lenin’in Düşüncesi’nin Lukacs’ı bunu iyi kavramıştı. Doğrudur, bu fırtınanın tam ortasında meydana geliyordu, kriz yıllarında, ki bu mantıken diyalektik yoğunluk yıllarıdır da.

Çeviren: Uraz Aydın


[1] Daniel Linderberg’in Fransa’da marksizmin gelişimini incelediği “Le marxisme introuvable” (1975) adlı kitabına gönderme.

[2] Uluslararası Devrimci Yazarlar Birliği’nin 1930 yılında yapılan bu kongresinde tüm sapmalar belirlenip uluslararası çapta komünist hareket için doğru edebiyat çizgisi belirlenmiştir.

[3] René Viénet’in 1973 yapımı “Diyalektik Tuğla Kırabilir mi?” isimli filmine gönderme. 

[4] Marx’taki contretemps (beklenmedik, zamansız, vakitsiz) ve Ernst Bloch’taki non-contemporanéité (çağdaş-olmayış, aynı-çağdan-olmayış).