İmdat Freni

bilimkurgu

İklim Felaketini Yazmak: Kim Stanley Robinson ile Söyleşi

Türkiye’de Kızıl Mars ve Yağmurun Kırk İşareti kitaplarıyla tanınan Kim Stanley Robinson’un henüz Türkçeye tercüme edilmemiş olan The Ministry For The Future (Gelecek Bakanlığı) kitabı hakkında Rebecca Onion tarafından yazar ile yapılmış olan bu söyleşiyi okurlarımızın ilgisine sunuyoruz. 

Bu ayın başlarında roman yazarı Monica Byrne, Twitter’da “Arkadaş çevrem sanki Gelecek Bakanlığı’nın açılış bölümünü okuyanlar ve okumamış olanlar şeklinde bölünmüş gibi hissediyorum” diye yazdı. Değerli bilimkurgu yazarı Kim Stanley Robinson tarafından yazılan bu kitap 2020’de çıktı ve 2021 yazıma musallat oldu. Gelecek Bakanlığı, kimliği belirsiz bir STK için çalışan Amerikalı Frank May karakterinin, ülkedeki milyonlarca insanı öldüren aşırı sıcak dalgasından zar zor kurtulduğu, Hindistan’ın Uttar Pradesh bölgesindeki küçük bir kentte açılış yapıyor. Bu açılış içten içe o kadar üzücü ki, okuduktan sonra günlerce kendi içimde tedirginlik yaşadım, kitabı ters çevirdim, onu uzaklaştırmaya çalıştım – ve başaramadım.

Roman, korkunç, klostrofobik bir rüya gibi ortaya serilmeden önce, başka pek çoklarının ardından gelen çok sıcak ve nemli bir gün boyunca “Gittikçe ısınıyordu” diyerek başlıyor. Frank, dışarıda uyuyarak var olmayan serin bir gece havası almaya çalışan yaşlı, hasta veya genç aile üyelerini sabah uyandıklarında ölü halde bulan insanların şehrin çatılarından yükselen çığlıklarını duyuyor. Sonra elektrikler kesiliyor ve sorun gerçekten başlıyor. Frank, bazı insanları jeneratörle çalışan bir klima ünitesiyle kliniğe götürerek yardım etmeye çalışıyor; birazcık serinlemiş olan bu binada bile yaşlı bir adam ve ardından bir bebek ölüyor. Sonra silahlı adamlar kliniğin jeneratörü ve klima ünitesini çalıyor. Olay yerinden ayrılırken içlerinden biri Frank’e silah doğrultuyor ve “Siz” -Batılılar- “yaptınız bunu” diyor.

Çaresiz, Frank ve küçük grubu, rahatlama sağlayamayacak kadar sıcak olmasına rağmen kasabanın gölüne gidiyor ve kasabadaki herkesle birlikte içine giriyor. Bazısı sığ yerlerde oturuyor; diğerleri “şu ya da bu türden derme çatma sallar” üzerinde sürükleniyor. İnsanlar gece boyunca ölüyor, ancak onlar için ağlayamayacak kadar sıcaktan bunalmış olan diğer herkes, sadece vücutlarını gölün ortasına itebilecek kadar güç buluyor. Frank bu berbat gecenin sonunda uyandığında bedeni bitap, “haşlanmış, ağır ağır kaynamış ve pişmiş durumda.” Geriye kalan herkes ölmüş.

Kitabın geri kalanı, insanlığın iklim felaketinden nasıl kurtulabileceğine dair uzun bir düşünce deneyi. Los Angeles Review of Books için romanı inceleyen Gerry Canavan da kitabın yaklaşımını “John Dos Passos’tan ilham alan çok perspektifli yazı”, haber bültenleri, toplantı tutanakları, düzyazı şiirleri vb. gibi “başka düzyazı biçimleriyle geleneksel anlatı”nın bir pastişi olarak tanımladı. Her şeyin üstünde, Frank May karakterinin insani arkı hayati bir çapa görevi görüyor. May, yoğun ve felç edici bir TSSB (Travma Sonrası Stres Bozukluğu) ve hayatta kalma suçluluğu yaşıyor, çünkü kısmen, etrafındaki insanlardan zulada su saklayıp onlar bakmazken yudum yudum içmesi sayesinde geceyi atlattığından şüpheleniyor. Bu kaynak istifleme eylemi aklından çıkmıyor ve karbondan arındırma için küresel mücadelede katalizör bir güç haline geliyor.

Yakın zamanlarda, en son Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin feci raporunu özümsediğimiz ve Kuzeybatı Pasifik ve New England’ın bir başka sıcak gerilimle karşı karşıya kaldığı sıralarda Robinson’a bu ilk bölüm hakkında e-posta gönderdim.

Rebecca OnionBu açılış beni fena hırpaladı. (Yalnız olmadığımı da biliyorum.) Kitabı herhangi bir hazırlık yapmadan okudum -uyaran olmadı- uykularımı kaçırdı, düşüncelerimi ele geçirdi ve kitabı birkaç ay elimden bırakmama sebep oldu. Sonra tekrar elime aldım ve geri kalanının aslında üst üste felaketlerle ilgili bir kitaba göre oldukça iyimser olduğunu gördüm! Okuyucunun duygusal tepkisi göz önüne alındığında kitaba bu şekilde başlarken neyi amaçladınız?

Kim Stanley Robinson: Hemen hemen tarif ettiğiniz tepkiyi amaçlamıştım. Kurgu, insanları güçlü yaratıcı deneyimlerden geçirebilir; gerçek duygular yaratır. Bu yüzden açılış sahnesini okumanın zor olacağını biliyordum, yazması da zordu. Deneme amaçlı rastgele bir karar değildi. Bu türden bir felaketin yakın gelecekte gerçekleşmesinin çok muhtemel olduğunu hissettim. Bu ihtimal beni ürkütüyor, insanların da tehlikeyi anlamalarını istedim.

Kitapta iklim kaynaklı afetlerin içinde insan deneyimlerine dair birkaç başka birinci şahıs kısa öykü de mevcut: Los Angeles’ın sel altında kaldığını gören bir kadının seslendirdiği bölüm; mülteci kamplarında geçen bölümler vs. Neden kitabın açılış ortamı olarak bir sıcak hava dalgasını seçtiniz? Frank’in deneyimlediği felaket türü için alternatif fikirler düşünmüş müydünüz?

Hayır, ilk sahne ilk aklıma gelendi ve romanın çıkış noktasıydı. Alternatif bir başlangıç düşünmedim.

2018 yılında, yüksek ısı ve yüksek nemin birlikte bir indeksi olan “yaş termometre 35” sıcaklıklarının insan vücuduna yönelik tehlikesini anlatan bilimsel literatürdeki bazı makaleleri okumuştum. Yeterince yüksek bileşimler, klima tarafından korunmayan insanlar için ölümcül olabilirler ki klima da her zaman mevcut olmayabiliyor. Bu tür ısı dalgaları zaten oluyordu ve daha sıklaşıp daha da uzun süreli hale gelecekleri kesindi.

Bu bulgu, insanlığın mümkün olduğunca hızlı bir şekilde karbondan arınma ihtiyacına yeni bir aciliyet getirdi. Ortalama küresel sıcaklıktaki herhangi bir artışa uyum sağlayabileceğimizi savunan insanlar çok önemli bir gerçeği gözden kaçırmıştı. Bu haber bana inandırıcı biçimde işaret edilmesi gereken bir şey gibi göründü. Bu sebeple de kitabımın başlangıcı oldu.

Sanırım açılışın benim için bu kadar etkili olmasının bir nedeni de fizikselliğiydi. Isı dalgasından etkilenen insanlar, güneş tarafından bu hırpalanmayı çoğunlukla seyrek ve aralıklı olarak deneyimleyip ardından da rahatlamaya kavuşuyor. Hangi fiziksel detayları dahil edeceğinizi nasıl seçtiniz?

Doğrusunu söylemek gerekirse sahne yazmayı bir seçim meselesi olarak yaşamıyorum. Aklıma bir fikir geliyor, onu bir tür akış halinde yazmaya çalışıyorum. Ağır çekimde yaşamak gibi, ama yazabildiğimce hızlı biçimde. İlk taslak, onu yaşamanın bana göre nasıl bir şey olacağını gösteren notlar oluyor. Daha sonra çok fazla revizyon yapıyorum. Ancak genellikle, özellikle de yaşlandıkça, mevzu, akışa devam edip neler olacağını görme meselesine dönüyor. Sonrasındaysa sıklıkla şaşkınlık yaşıyorum çünkü nasıl olduğunu hatırlamıyorum.

İçeriği sebebiyle bu seferki farklıydı tabii. Anılarımın çok az yardımı oldu. Güney Kaliforniya’da büyüdüm ben, Akdeniz iklimidir, gayet konforludur – çok sıcak olabilmesine rağmen dünyadaki en insan dostu iklimlerden biridir. Çok rahatsız edici olmayan kuru bir sıcaktır. Daha sonra Pensacola yakınlarındaki Florida sahilinde birkaç yaz geçirdim ve D.C.’de dört yıl yaşadım. Oralar çok sıcak ve nemli olur. Bir keresinde ziyaret ettiğim Nepal’in ovalarındaki bir köy de öyleydi. Yani hatırlayabileceğim bazı anılarım vardı ama böyle bir sahneyi tasarlama işi çoğu zaman insanın kendisine “Nasıl olurdu?” diye sorması noktasına geliyor. Saunalar kıyas olabilir ve karakterim Frank gibi saunalara girmeyi sevmiyorum. Fikir vericiydi bu.

“Yüksek ısı ve yüksek nem tehlikelidir” ifadesinin bilimsel olarak açıklandığını duyabiliyorsunuz ancak hep (sanırım ayrıcalıklı bir Batılı gibi!) “eğer böyle bir şey olursa insanlar klimalı bir kamu binasına girebilirler” diye varsayımda bulunuyorsunuz. Bölüm, bu varsayımın aptallığını açığa çıkarıyor. Bu korkunç sıcağı deneyimlemek için Batılı bir karakter seçmişsiniz ki karakterin bu bölümdeki deneyiminin bir kısmı da bu korkunç durumda bu kadar çok insana yardımın elbette ki gelmesi gerektiği fikrine veda etmesiyle ilgili olduğundan ötürü bunun bilinçli olduğunu varsayıyorum. Karakter bu durumdan travmatize olmuş ve daha fazlasını arzulayarak, doğrudan eylemi arzulayarak çıkıyor.

Frank’in dönüşümü ve diğer karakterlerin insanları iklim felaketi tehlikesine ikna etmenin ne kadar zor olduğuna işaret ettiği kitabın diğer bazı bölümleri beni meraka itti: Bir tanesinin hemen eşiğindeyken, bu tarz olayların yol açtığı acıların boyutu ve oluşturdukları tehlikeleri gerçekten absorbe edebilmemiz için acaba elimizden ne gelir ki? Yoksa bunu yapacak güçte olmayışımız üzerinde takılıp durmamız aslında ters etki mi yapıyor? Hani “Yeter artık düşünme, sadece yap!” gibi…

Gittikçe daha fazla insan iklim değişikliğinin ve biyosfer çöküşünün ciddi tehlikelerini anlar oldu. Pandemi de büyük bir şok oldu ki sadece bir hikaye ya da teori değildi, son bir buçuk yılın küresel gerçekliğiydi.

Peki varoluşsal tehlikenin bu artan farkındalığını etkili bir değişime dönüştürmek için ne gerekecek? Bunu ben de merak ediyorum. Tek yanıtlı bir soru değil gibi geliyor bu bana. Bazıları iklim travması yaşayacak ve değişecekler. Başka pek çok insan ise kendi farkındalıkları ve ön bilgileri doğrultusunda değişmek zorunda kalacaklar. Dolaylı bir yol bu, fakat bildiğimiz şeyler içimizde çok güçlü duygular uyandırabilir.

Bu sorunları olabildiğince hızlı bir şekilde çözmek için, var olan kusurlu sistemimizi etkili biçimde kullanarak bastıracak siyasi çoğunlukların yaratılmasına acil bir ihtiyaç olacak elbette. Bu acil bir ihtiyaç ve bir sürü iyi fikir ve de motive olmuş insan mevcut. Herkese iş düşen bir durum bu.

Çeviri: Can Güler

Orijinal kaynak: slate.com. Başlık İmdat Freni tarafından konulmuştur.

Görsel: AFP

*31 Ağustos Salı günü, Future Tense, daha adil, sürdürülebilir topluluklar ve toplumlarda insan gelişimiyle alâkalı öyküleri tartışmak için yazar Kim Stanley Robinson’ın katılımıyla çevrimiçi bir etkinliğe ev sahipliği yapacak. Daha fazla bilgi için New America web sitesini ziyaret edin.

Future Tense, gelişen teknolojiler, kamu politikası ve toplumu inceleyen bir Slate, New America ve Arizona Eyalet Üniversitesi ortaklığıdır.

Kim Stanley Robinson ile ilgilenenler terrabayt.com’da yayımlanmış şu yazılara da ayrıca bakabilir:

Bilim-Kurgu Sosyalizmi Nasıl Şekillendirdi? Nick Hubble

Kızıl Mars: Ütopyayı Kurmak – Koray Kırmızısakal

Korona Virüsü Hayal Gücümüzü Yeniden Yazıyor – Kim Stanley Robinson

Popüler Kıyamet Senaryoları ve Ekolojik Adalet – Aygün Şen

Popüler sinemanın çelişkili biçimde de olsa mevcut sistemin devamı halinde insanlığın sağlıklı bir çevrede yaşamasının mümkün olmadığı, ekolojik krizin önlenmesinin en önemli koşulunun sistemi değiştirmek olduğunu vurgulaması azımsanamayacak kadar önemlidir.

İnsan toplumunun doğadan kopuşu yüzlerce yıl önce başlamış, insanmerkezci dinsel inanışlar, felsefe, bilim ve siyasetteki dönüşümler bu süreci hızlandırarak medeniyetin ve ilerlemenin doğaya hükmetmek olarak algılanması sürecini desteklemiştir. Endüstriyel Devrim ile bu zihinsel sürecin teknik yönü tamamlanmış, ekosistemin bir parçası olduğunu unutan insan türünün doğada neden olduğu yıkım küresel kapitalizm tarafından yağmalanan ve zehirlenen tüm gezegenin sağlığını tehdit eder hale gelmiştir.

İnsan medeniyetinin doğayı kendi amaçları için tahakküm altına alan, doğal varlıklara faydacı yaklaşan ve sömüren eylemlerin kaynağı, kültür ile doğayı mutlak biçimde birbirine karşıt olarak gören düalist düşünce biçiminin sonucudur. Doğanın kültür içinde tanımlanma biçimi algılarımızı belirlemekte, somut eylemlerimizi de bu algılar şekillendirmektedir. Ekososyalist Manifesto’nun yazarlarından Michael Löwy’nin de hatırlattığı gibi, doğa, insan kültürünün tanımlamaları olmadan varlığını sürdürebilir, ancak bizim için dil ve kültür dolayımında anlam taşır. Anlamak, etik bir ilişki oluşturmak için doğayı sözcüklerle, görüntülerle, seslerle ifade etmemiz gerekir. Çevre etiği alanındaki en önemli yazarlardan olan Aldo Leopold’un “toprak etiği” kavramı da insanın ancak görebildiği şeylere karşı etik olabileceğini vurgular. Bu nedenle ekolojik yıkımın önüne geçmek için öncelikle kültürün öğeleri ele alınmalı, insanmerkezci bakışı normalleştiren kavramlar sorgulanmalı, yeni kavramlar ve yaklaşımlar oluşturulmalıdır.

İnsan da diğer canlılar gibi ekosistemin bir üyesidir. Varlığı ve refahı, ekosistemdeki diğer varlıklarla karşılıklı uyum içinde yaşamasına bağlıdır. İnsan kültürünü doğadan kopuş ve onu kontrol etmek üzerine kurmak, kültür ve doğa arasındaki etkileşimi göz ardı etmek anlamına gelir. İnsan kültürü her aşamada doğanın şartlarından etkilenerek biçimlenmiş, doğal evrim ile birlikte kültür de gelişmiştir. İnsan medeniyetinin gelişmişlik ölçütü doğadan ayrı ve onun üzerinde tahakküm kurması değil, ekosistemin bir parçası olduğunu unutmadan tüm türler için sürdürülebilir bir yaşam inşa etmesidir. Bunun için de öncelikle kültürde doğaya dair yanlış tanımlamalar ve algılar değiştirilmeli, insanmerkezli kültürden ekomerkezli bir kültüre geçilmelidir.

Ekonomik ve politik sistemleri dönüştürmeden, bireysel suç ve sorumluluk ile günümüzde karşı karşıya kaldığımız ekolojik sorunların çözülmesi mümkün değildir. Yakın zamanda Dünya Bankası ve IMF suyun hak mı ihtiyaç mı olduğu konusundaki tartışmalarda suyun “ihtiyaç” yani iktisadın konusu olan, alınıp satılan bir meta olduğu fikrini desteklemiştir. Tohumların belli şirketlere patentlenme çalışmaları ile birlikte, uzak olmayan bir gelecekte dünyanın tüm su kaynakları ve tarım ürünleri birkaç küresel şirketin tekelinde olacak gibi görünmektedir. Bu gelişmelerin yaşandığı ekonomik-politik bir zeminde ekolojik sorunları çevresel adalet zemininden çıkararak bireysel dönüşüm üzerinden tartışmak çözümden uzaklaşmak anlamına gelir. Sürekli büyümeye dayanan mevcut ekonomik sistem içinde kalındığı sürece ayrıcalıklı azınlığın sonsuz üretim/tüketim döngüsünü beslemek için halkların ve ekosistemin tüm varlıklarının sömürülmesine engel olunamaz. Yapılması gereken “yeşil bir piyasa” yaratarak kapitalizme yeni pazarlar açmak değil ekolojik limitlere saygılı ve tüm insanlar için adil yaşam koşulları sağlayan bir sistem kurarak kapitalist sistemi tamamen ortadan kaldırmaktır.

Teknoloji ve bilime duyulan güvenin yerini bunların yanlış ve kötücül kullanımının sonuçlarının sorgulanması almış, barbarlık ve modernlik tanımları tartışmaya açık hale getirilmiştir.

Bilimkurgunun Yıkıcılığı: Başka Bir Dünya Mümkün!

Bilimkurgu sineması, günümüzün kaygılarını, korkularını başka bir zaman ve mekana taşıyarak olası felaketleri ya da çözüm yollarını önermesi bağlamında ekolojik meselelerin algılanmasına katkı sağlayabilme potansiyeline sahiptir. Kıyamet ve kıtlık senaryoları insan türünün felaket karşısında ya da kaynakların sadece bir grup insana yeteceğine inandıkları zaman halkın belli bir kısmını “insan olmayan öteki” olarak görme eğilimini ele alan filmlerdir. Snowpiercer, Elysium, Açlık Oyunları, Mad Max gibi distopyan bilimkurgu filmler, ekolojik mahşer sonrası bir dünyada kıt kaynakların sosyal ve çevresel adalet ekseninde nasıl bir baskı ve denetim mekanizması haline geleceğine dair endişelerin dile getirildiği popüler kültür metinleridir.

Jay Telotte geleneksel Hollywood sineması içinde, ekolojik ve sosyal meselelerden biçimsel olarak ve tarihsel bağlam içinde en çok etkilenen türün bilimkurgu olduğunu belirtmiştir. Bilimkurgu teknoloji ve insanlığın karşılıklı etkileşim halinde olduğu, birbirlerini ölçüp biçtikleri özel bir tür alanı paranteze almaktadır. Pek az şey bir çağın umutlarını, dileklerini, korkularını, içsel gerilimlerini bilimkurgu kadar keskin biçimde açığa vurabilir ya da sınırlılıklarını böyle bir kesinlikle tanımlayabilir. Bilimkurgu filmleri, Brereton’un vurguladığı gibi, doğaları gereği içinde yaşadığımız ve kesin olarak kabul ettiğimiz dünyayı sorgulama eğilimindedir. Bu filmlerde işlenen fikirler çoğunlukla hayal ürünü olmasına rağmen, çarpıtılmış ve bazen iyi işlenmemiş olsa da bizi bekleyen gelecek hakkında spekülatif şekilde düşünme teşebbüslerini temsil eder.

Tanınmış fantezi ve bilimkurgu yazarı Ursula K. Le Guin, bu türlerin özünde okuyucunun mevcut dünyasına alternatifler sunduğunu vurgular. Yazara göre fantezi ve bilimkurgunun önemi kesin ve belirlenmiş bir iyileşme umudu sunmasından ziyade hayal ürünü olan, ama ikna edici bir alternatif gerçeklik önermesindedir. Mevcut koşulların, yaşam biçiminin tek seçenek olmadığını göstererek daha cesur düşünmemize yardım eder. Adaletsiz düzenin devam etmesine, sorgulanmamasına izin veren şey bizim yaşamanın yeni yolları düşünmek konusundaki tembelliğimiz ve ürkekliğimizdir.

Filmler ekomerkezli bir bakış açısı ile ele alındığında mevcut gerçeklikten yola çıkan, geleceğe yönelik öngörüler ve sorular çıkar karşımıza: Başka bir gezegende, başka bir zamanda, başka bir teknoloji ile yaşayan canlıları düşündüğümüzde onları nasıl tasvir ediyoruz? Gelecekte insan medeniyetini, ekosistemi, doğa ve kültür arasındaki ilişkiyi nerede, hangi biçimde görüyoruz? Geleceğe dair vizyonumuzda düşleyebildiğimiz en güzel yaşam ve en kötü yaşam nasıldır? Bugünkü kültürümüz, mevcut ekolojik koşullar, teknolojik gelişmeler, sosyal sistemler ışığında baktığımızda gelecekteki “cennet”i ve “cehennem”i nasıl anlatırız? “Cennet” ve “cehennem”e dair beklentilerimizin ve korkularımızın filmlerdeki temsilleri bize günümüze dair neler söyler, algılarımızı ve buna bağlı olarak eylemliliğimizi nasıl değiştirir?

Teknolojinin geldiği aşamada sömürü ve yıkıma dayalı insan medeniyetinin doğayı mutlak biçimde ortadan kaldıracağı algısı Avatar, Açlık Oyunları, Elysium, Mad Max, Snowpiercer gibi bilimkurgu filmlerde ön plandadır. Bu noktada gelecek vizyonu, başka zaman, başka mekân tasavvurlarından oluşan bilimkurgunun tür olarak önemi ortaya çıkmaktadır. Bilimkurgu, aslında bugün ve burasıdır. Mevcut gerçekliğimizi ifade etmek için gelecekte bir evren kurarken kültürel, toplumsal, politik ve ekonomik koşullardan yola çıkılır.

Söz konusu bilimkurgu filmler, gelecekteki ekolojik felaketler üzerine kurulmuş anlatılar olmakla birlikte, yeni dönemde kıyamet senaryosu filmlerinde sorunun ve çözüm yollarının teknolojik boyutundan çok –ya da bununla birlikte- sınıfsal gelecek vizyonları öykünün odağında işlenmiştir. Ayrıca ekolojik sorunların kaynaklarının çok boyutlu, karmaşık ve birbirini zincirleme reaksiyonlar halinde güçlendiren etkileri olduğu vurgulanmaktadır. Beklenmedik bir anda gerçekleşen, ani ve görsel niteliğe sahip olan felaketlerin (meteor, sel, dönüşüme uğramış vahşi hayvanlar vb) ve bunların ileri teknolojiler ve kahramanın cesareti sayesinde üstesinden gelinmesi öykülerinin yerini şirketlerin, hükümetlerin açgözlülüğü veya ihmalkarlığı nedeniyle sürecin yıllara yayılan, birbirini tetikleyen ve giderek artan etkisine daha fazla yer veren filmler almaktadır.

Snowpiercer, küresel ısınmaya çare olması için bulunan teknolojik çözümün tüm dünyayı buzullarla kaplı hale getirdiği bir gelecekte geçer. Dünyayı buz kaplarken neredeyse tüm canlılar yok olur ve sağ kalan insanlar donmamak için sürekli hareket eden bir trende yaşamlarını sürdürmektedir. Trenin ön kompartımanlarında zenginler için canlı hayvan ve bitki türleriyle “doğal” hale getirilmiş bolluk içinde bir yaşam sağlanırken yoksullar en arka kompartımanda açlık ve sefalet içinde hayatta kalmaya çalışır. Trenin kontrolünü ele geçirmeye çalışan alt sınıftan isyancılar lokomotife ulaştıklarında trenin mucidi ve sürücüsü olan Wilford’ın kendilerini beklediğini görürler. Yaşlandığı için yeni bir sürücüye ihtiyaç duyan Wilford isyanı kendisi teşvik etmiştir. Bu sırada ölenler trendeki “aşırı nüfus”tur ve ölümleri ile nüfus yeniden dengelenmiştir. Alt sınıftan küçük çocukları trenin bozulan parçaları yerine işlev görmeleri için kullanarak lokomotifin/sistemin bir parçası haline getiren Wilford’a göre tren tüm bir ekosistemdir. Sınıf sistemi ve zayıfların yok olduğu bir hiyerarşik ekosistem tasvir eden Wilford, isyancıların liderinden yeni sürücü olmasını ister. Sürücü kim olursa olsun trende kaldıkları sürece adaletsiz sistemin devam edeceğini anlayan isyancılar adaletsiz bir yaşam yerine buzlarla kaplı ölmüş dünyada hayatta kalmayı denemeye karar verip treni raydan çıkarırlar. Filmin karanlık tonuna rağmen final sahnesinde geleceğe yönelik umut yeşertilir. Trenden inenler buzullar arasında dolaşan bir kutup ayısı görürler. Dünya kendini onarmaya, yeniden canlanmaya başlamıştır.

Elysium filminde dünyada artan kirlilik, canlıları zehirleyen gazlar, kıtlık ve aşırı nüfus yüzünden seçkinler Elysium adlı uyduda yeni bir yaşam kurmuşlardır. Üst sınıflar bu yeni “cennet”te yeşil bahçeler içinde hastalık ve yaşlılığın olmadığı bir hayat sürerken alt sınıflar dünyada hastalık, sakatlık, yoksulluk ile mücadele etmeye çalışırlar. Elysium’da her evde bulunan sağlık biriminde tüm hastalıklar tek bir cihazla tedavi edilirken alt sınıfların uyduya girişi yasaktır. Çeteler, Üçüncü dünya ülkelerinden Avrupa’ya kaçmaya çalışan mültecileri taşıyan günümüz insan kaçakçıları gibi, yüksek fiyatlar karşılığında hastaları yasadışı olarak Elysium’a taşırlar. Dünyayı zehirleyerek yaşanılmaz hale getiren dev şirketler ve üst sınıflar kendilerine ileri teknoloji sayesinde yeni bir yaşam kurmuştur ancak açlık ve hastalık alt sınıflar için kaçınılmazdır. Teknolojik ilerleme, gelişme gerçekten gelecekte gezegenimizi kurtaracak mı, yoksa sınıflı toplum ve sermayenin iktidarı devam ettiği sürece ekolojik yıkımın bedelini alt sınıflar mı ödeyecek? Filmin sonunda kahramanın kendi hayatı pahasına, alt sınıfları uydudan uzak tutan, bedenlerine işlenmiş olan sınıfsal kodları okuyan yazılımı ortadan kaldırılması ile adil bir yaşam umudu doğar.

Sınıflı toplum, adaletsizlik, sömürü devam ettiği sürece yeni bir gezegende bir cennet yaratılsa bile, bu cennetin kimler için olacağı sorusu cevap beklemektedir.

Christopher Nolan’ın 2014’te gösterime giren filmi Interstellar, ekinlerin küflenip yok olduğu, toz tabakasının atmosferi kapladığı, oksijenin azaldığı, teknolojinin finanse edilemediği için ortadan kalktığı distopyen bir gelecekte geçer. İnsanlığın devamı için yaşam koşulları uygun bir gezegen bulma çabasını anlatan filmin sonunda Satürn yörüngesine yerleştirilen uydularda Amerikan kırsalına benzeyen, tek katlı evler ve mısır tarlalarının uzandığı yeşil bir yaşam kurulmuştur. Geleneksel Amerikan arazi yaşamını yeniden inşa etmesinin, yeşil çayırlar ve beyzbol oynayan genç kuşakların olumlu mesajının yanında Elysium filmindeki gibi Dünya’yı kaybedersek yeni bir gezegen bulamayacağımız da hatırlatılmış, bu yeni yaşam uyduda kurulmuştur.

Teknoloji ve bilime duyulan güvenin yerini bunların yanlış ve kötücül kullanımının sonuçlarının sorgulanması almış, barbarlık ve modernlik tanımları tartışmaya açık hale getirilmiştir. Avatar’da doğa ile uyum içinde yaşayan “vahşi”leri katleden, gezegeni yağmalayan, gelişmiş teknolojiye sahip “modern” toplumdur. Açlık Oyunları’nda teknolojinin en gelişkin halinin barbarlık için kullanıldığını, yüzyıllar öncesindeki gibi ilkel gladyatör oyunları ve kamuya açık infaz uygulamalarının gözetim/denetim teknolojileri sayesinde daha vahşi biçimde sürdürüldüğü bir ülke tasvir edilir. Avatar’da Pandora gezegeni bir kayıp cennet tasavvuru ise bu cenneti yok eden insan türünün açgözlülüğü ve doğadan kopuk yaşam biçimidir. Ordu-şirket ortaklıkları Dünya gezegenini yaşanılmaz hale getirdikten sonra teknolojinin de yardımıyla başka gezegenleri yağmalamaya başlamıştır.

Bu filmlerde ekolojik sorunların karmaşıklığının daha fazla yer bulması, teknolojik çözümlerin sosyal sorunlar çözülmeden “herkese” faydalı olmayacağı (Elysium, Hunger Games), siyaset-sermaye-ordu suç ortaklığı devam ettikçe ekolojik yıkımın başka bir gezegende bile kaçınılmaz olduğu (Avatar), doğanın yıkımına neden olan teknolojinin sistem değişmeden o sorunları çözmekte tek başına yeterli olmayacağı (Snowpiercer), işgalci uzaylı (Independence Day) stereotipinin insan açgözlülüğü karşısında mülteci durumuna düştüğü (Avatar, District 9) anlatıları yaygınlaşmıştır.

Son yıllarda giderek artan sayıda bilimkurgu filmi, radikal ekolojik hareketlerin de ısrarla ortaya koydukları gibi, mevcut sistem içinde kalındığı sürece ekolojik yıkımı, sosyal ve çevresel adaletsizliği ortadan kaldırmanın imkansız olduğunu ortaya koyar. Ekolojik çöküşün kaynağı gibi çözümü de politiktir. Popüler sinemanın çelişkili biçimde de olsa mevcut sistemin devamı halinde insanlığın sağlıklı bir çevrede yaşamasının mümkün olmadığı, ekolojik krizin önlenmesinin en önemli koşulunun sistemi değiştirmek olduğunu vurgulaması azımsanamayacak kadar önemlidir.

Ekosistemin işleyişini ve insanın ekosistemin bir parçası olduğunu anlamadan, bu işleyişe saygı göstermeden, tüketime dayalı, sınıflı, cinsiyetçi ve sömürgeci bir kapitalist sistemin ortadan kaldırılması mümkün değildir. Bir ekolojik kıyametin ardından hangi toplumsal sınıflara ne olacaktır? Bu filmlerde besin kıtlığı, zehirlenmiş atmosfer, kimyasal atıklarla kirlenmiş toprak tüm sınıfları aynı şiddette etkilememektedir. Teknolojide yaşanan gelişmelerin kime faydası olacaktır? Son yıllarda ekolojik yıkımı ele alan popüler filmlerde öncelikle sınıflı toplum yapısının, mevcut adaletsiz sistemin ortadan kaldırılması gerektiğine yapılan vurgu dikkat çekmektedir. Sosyal ve çevresel adalet, ekoeleştirinin en canlı kollarından biridir ve ekolojik yıkıma da neden olan sistemin temel sorunlarını net biçimde ortaya koymaktadır. Sınıflı toplum, adaletsizlik, sömürü devam ettiği sürece yeni bir gezegende bir cennet yaratılsa bile, bu cennetin kimler için olacağı sorusu cevap beklemektedir. Karanlık ve umutsuz tonda başlayan bu filmler, doğrudan mevcut sistemi yıkmaya yönelik eylemlerin gerçekleştirilmesi ile kurtuluşun mümkün olabileceğini ortaya koyarak geleceğe yönelik umudu besleyen mesajlarla sona ereler. Treni raydan çıkarmadan, kubbeyi yıkmadan, işgalciyi kovmadan, insanları eşit gören bir toplumsal sistemin inşasına soyunmadan ekosistemle uyumlu, çevresel adaletin sağlandığı bir sistem kurulamaz.