İmdat Freni

sol islam

İslam-Sol Tartışmaları Üzerine – Bedri Soylu

Bu yıl İhsan Eliaçık’ın çağrısıyla İslam ve Sol Çalıştay’ı ikinci kez yapıldı. Geçen yıl siyasi arzusu daha öne çıkan bir etkinlik yapılmıştı. Bu yıl ise meseleyi teorik olarak dert edinen insanların hatırı sayılır düzeyde katıldığı bir organizasyon tertiplendi. Muhtelif örgütlerden ve siyasi geleneklerden, bireysel ya da kurumu temsilen katılımlar ile bir dizi tematik oturumlar ile İslam ve Sol arasındaki irtibatlanmalar tartışıldı.

Bu tartışma yeni başlamadı ve biteceğe de benzemiyor ancak tartışmanın izlediği aksa baktığımızda bir dizi sorun olduğunu düşünüyorum. Bu yazıda bu bağlamda eleştirilerimi yazmayı düşünüyorum. Geçen yıl sempozyum sonrasında yazdığım yazıda[1] ise eleştiriden daha çok benimsediğim yaklaşımı resmetmeye çalışmıştım. Şimdiki ise sempozyumda olan bitenlerden çok, daha genel bir eleştiri… Bu yazıyı bazı tematik bağlamlara ayırarak ilerletip sonuçlandırmayı düşünüyorum.

“İki Benzemez”

Bu tartışmaya dönük ortaya konulan yazılar ve söylemler, büyük oranda, sanki iki benzemezi konuşuyormuş gibi bir görüntü veriyor. Müslüman olmak ile sosyalist olmak ya da solcu olmak arasında ilişkiler kurulurken birbirine ikame ve farklı dünyalara ait iki yorumsamanın kapışmasından ve karşılaşmasından bahsediliyor gibi bir genel kanı var. Bu yaklaşım, büyük bir fırsatın da tepilmesine neden olmanın yanı sıra, tartışmanın sağlıklı ilerlememesine neden oluyor.

Düşünce tarihi arasında bir Berlin Duvarı yok. Hiç de olmadı. Misal, Daniel Defoe, Robinson Crusoe‘yu yazarken İbni Tufeyl’in Hay Bin Yakzan kitabından elbette haberdardı.[2] Başka bir formda ve kendi gündelik hayatının mesajlarını işleyerek bir başka eser ortaya çıkardı. Doğu anlatıları ile Batı anlatıları arasında buna benzer çokça irtibat, iltisak ve temas örneği verilebilir. Bu öncekiler ve sonrakiler durumu, buralarda sanıldığının aksine bir hiyerarşiyi ve üstünlüğü göstermez. Ülkemizdeki ve genel olarak dünyadaki Müslümancılık bu ilişkileri tespit ettikçe “Batılılar bizden öğrendi bu işleri” gibi bir kolaycılıkla bolca üstünlük arzularını izhar ediyorlar. Ancak İslam öncesi de var ve İslam toplumlarının kendilerinden öncekilerden tevarüs ettikleri düşünce mirasının göz ardı edilmesi mümkün değil. Haliyle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz, üretildiği yer neresi, üreten kim olursa olsun, düşünce ve bilgi insanlığın ortak mirası olarak aktarımlarla bugüne kadar geldi.  “İlk biz bulduk” çocukluğuyla bir benzemezler dili ve aşılmaz duvarlar örerek karikatürleştirme kolaycılığı bize hiçbir olumlu katkı sağlamaz.

Olaylar basitçe şöyle gelişti, insanlık tarihi bir bilgi havuzudur aynı zamanda ve tarih boyunca sürekli bir üretim oldu, birileri bu bilgilerden ve tecrübelerden etkilenerek yenilerini, benzerlerini ürettiler. Bilgiyle ve hayatla komplekssiz bir ilişki kurmayı becerenler, tarihten tevarüs ettiklerini hayata dokunan anlamlı bir tutumla meczederek yeniden ürettiler. Müslümanlar da kendilerinden önce gelen bilgiyle kurdukları ilişki ve dünyaya söz söyleme kabiliyetleri nedeniyle etkili cümleler kurabilmişlerdi. Bugün Batı diye kodlanan düşünce dünyası için de aynısı pekâlâ söylenebilir. Haliyle bilgiler arasında köprüler bulmak ve kurmak, değer dünyaları arasındaki ilişkiyi benzemezlerin buluşması gibi bir noktadan, benzerlerin ve birbirine uzak kalmış akrabaların tekrardan buluşmasına dönüşecektir.

Türkiye dahil genel olarak dünyada, İslam-Sol birlikteliği üzerine kurulan cümleler bir hiyerarşi diliyle malul. Haliyle bir aparatlaştırmadan öteye gidemeyecek ittifak arayışlarından fazlası henüz vücut bulamadı. Aparatlaştırma derken kastım şu: Örgütler ve oluşumlar politik etki alanları artsın diye her ne kadar kendilerinden ayrı bir yerde görseler bile bazı durumlarda sessiz kalarak ya da tevillerle esnetmeye giderek esasında öteki gördükleri ile yakınlaştıklarını, pek uzak olmadıklarını göstermek isterler. Misal İslam’ı gerici bir olgu olarak gören bir sosyalist, organik bir bağdaştırma ve teori kurma gayretindense, amiyane tabirle, özünde gerici gördüğü bu mecranın olumlu bulduğu taraflarına oynar. Benzer şekilde Türkiye’de birçok İslamcının demokrasi, insan hakları, sendikal haklar gibi seküler olarak kodladıkları alana hasrettikleri kavramları ve mücadele pratiklerini samimiyetle benimsemeseler bile etki alanlarını güçlendirmek ve daha meşru görünmek için istismar ettiklerini biliyoruz.[3] Bu haliyle aparatlaştırma bir şeye gerçek anlamda inanmadan inanır gibi görünerek, değerleri istismar etmeyi imliyor.

Şimdilik şunu hatırda tutmak bizim için yeterli olur, sözün gücü bilgi ile kurduğu ilişki diri olan tarafa kayar, onlar her kimse ve kendilerini ne olarak tanımlıyorlarsa…

Kelime Fetişizmi

Kelimecilik da bu tartışmayı esas meselesinden koparan bir mahiyeti besliyor. Şöyle iki soruyla başlayayım: İlk Solcu kimdi? İlk Müslüman kimdi?

Sol kavramının gündemimize girmesi 1789 Fransız İhtilali iledir. Monarşi yıkıldıktan sonra kurulan parlamentoda işçilerden ve düşük gelirlilerden yana taraf olanlar solda oturmuş ve burjuva temsilcileri sağda oturmuştu. Sol’da olmanın ilk görüntüsü bir teorik tartışmanın değil tutum alışın ürünüydü. Müslümanlık için de benzeri söylenebilir, kendisinden önce gelen mesajları doğrulayan ve mirasçısı gören, Hanifliği ve İbrahim Peygamberle birlikte tüm peygamberleri sahiplenen ve yaşadıkları toplumda silm’e çağırdıklarından kendilerine Müslüman denilen bir grup kişiden bahsediyoruz. Müslümanlığın sahip olduğu kıymet de ilk taşıyıcılarının toplumla karşılaştıklarında aldıkları tutumla ilgiliydi.

Burada Sağ’dan da bahsetmek anlamlı olur. Arap toplumu sol taraftan geleni uğursuz ve sağ taraftan geleni uğurlu görürmüş. Topluma faydası olacak olanın sol taraftan gelmeyeceğine dair bu yaygın inanış, seslendiği toplumun geleneklerinden ve muhayyilesinden bağımsız bir anlatıya sahip olmayan Kuran’da da karşılık bulmuş. “Ahiret gününde kendisine kitabı sağ’dan verilenler”[4] ifadesindeki sağ’ı, pekâlâ “toplum yararını gözetenler” olarak tefsir edilebiliyoruz. Anlatılan şeyin mesele ettiklerinden çok kelimelere takılan sığlık rahatlıkla kelime fetişizmine boğulup kalabiliyor.  Sağ siyasetin uzun yıllar ayetlerdeki ifadeleri masaya sürerek Sol siyasete aldığı cephede kullanabilmesinde kelimecilik etkili olmuştu.

Sol’un bir siyaset etme biçiminden çıkarılarak bir kimliğe dönüşmesi ve bugün özellikle ezilen sınıflara seslenemez bir seçkincilikle okunmasıyla Müslümanlığın birtakım kalıplara hapsedilerek dondurulması arasında benzer bir durum söz konusu. Aynı şekilde toplumda yanlış giden birtakım eşitsizliklere tepki olarak ortaya çıkan tüm dinler ve öğretiler için de aynı kaderin yaşandığını söyleyebiliriz.

Sol olarak tanımlanan anlatı dünyasının elle tutulur bir yazılı mirası ve modern zamana seslenen birtakım somut vaatlerinin olması onu üstü tarihle kapanmış miraslardan daha avantajlı kılıyor. Kimliklere ve seçkinciliğe bağlanan, bağlanmaya çalışılan solculuk da ister istemez kendisine alan açabilecek birtakım “tavizler”e başvuruyor. Bir kısım Sol, kurtuluş teolojisi, dini anlatı dünyasının isyankâr yönlerine dönük arayışlar, matah olmayan ve birçok açıdan kabullenilemez refleksler sergilese bile toplumun bazı hastalıklarını (ataerki, kölecilik, ırkçılık ilh.) göz ardı etme gibi bazı tavizlerle gitmenin anlamlı bir yol olduğunu düşünürken, daha Ortodoks bir tutum sergileyen ve takındığı sözümona ilkecilik nedeniyle büyük oranda sinikleşen sol ise bu gibi gayretleri tahfifle izlemeyi tercih edebiliyor. Bütün bu tartışmalar, aparatlaştırmalar, gerekirse dini geleneğin absürtlüklerini yok saymalar yaşanırken sınıfla temas kurma sorunu eksik kalmaya devam ediyor. Çünkü bütün bu tartışmalar aynı zamanda birtakım kompleksleri de taşıyarak konuşmak anlamına geliyor. Böylelikle kendinize Müslüman da deseniz, Solcu da deseniz cümlelerinizi alt metnine işlemiş olan öfkeden bağımsız konuşmayı beceremiyorsunuz. Sonra meydan bir şekilde basitleştirme kabiliyetine sahip iki yüzlü demagoglara kalıyor. Burada kelimelerden çok tutumlara bakmak ve hatta tutum alışları da vaka bazlı yapmak gerekiyor. Mücadele pratikleri içinde eşini döven ya da bazı insanlara ırkçılık sergileyebilen bir işçinin sendikal hakları için mücadele etmesine destek olmakla, eşitsizliği besleyen diğer hallerini ayrı değerlendirmek ve tabi hiçbir şekilde de sigaya çekmeyip, sorun olarak görmeye devam etmek gerekiyor. Mücadele pratikleri ancak tutum alma hali öne çıktıkça bu gibi konular için iyileştirici olabilir. Kelime fetişizmi bu anlamda büyük bir engel olarak duruyor.

Özetle, Sol da Müslümanlık da en temelde bir tutumu dayatır, hakeza diğer tek tanrılı dinler dahil bütün büyük anlatılar bir tutum dayatmasıyla yola çıkarlar. Sonrasında takipçileri hayatla ilişki kuramadıkları müddetçe kendilerini haklı bir davaya ait gösteren söylemsel zeminden kopar ve yaslandıkları anlatıya zeval vermiş olurlar. Ezilenlerle beraber saf tutmak, ezilenleri bu dünyaya önder kılmak gibi çokça benzerlikler ve ortaklıklar, tutum kaybolunca buharlaşır. Aziz Francis’e öldükten sonra kendisinde olmayan her şeyi anlamı ve iştigali yükleyen Fransizkenler ile Muhammed öldükten sonra ona yapmadığı şeyleri yaptıran tarihsel yük aynı kontekste ilerlemiştir. Marx’ın ya da sosyalist geleneğe yazılan düşünürlerin söyledikleri içinse daha şanslıyız, söyledikleri ve düşünsel mirasın evrimini gayet açık ve ulaşılabilir bir şekilde okuyabiliyoruz. Üstelik Sol yazının modern zaman ve kapitalizm analizlerinin cariliği mahfuz.

Tartışmanın Parçalı ve Zor Karakteri

İslam-Sol tartışmalarının bir diğer sorunlu tarafı da meselenin hep bir yeni başlangıçmış gibi tartışılması…

Bu durum pekâlâ normal görülebilir zira çok fazla birbirinden kopuk duran görüntü var ve bunlar arasında derli toplu bir irtibatlanma sağlamak için esaslı bir kurguyla cümleye baştan başlamak yanlış değil. Tarihin muhtelif zamanlarında İslam-Sol hanesine yazılabilecek karşılaşmaları sıralamak bile bu açıdan nasıl bir kaosun içinde olduğumuz göstermeye yetecektir:

  • Bolşevik devriminden önce yenilikçi bir İslam’ı teklif eden ve pekala İslamcı denebilecek olan Ceditçilerin Rusya’da geniş bir etki ağı vardı ve devrimden sonra Bolşeviklerle Ceditçiler birtakım iş birlikleri yapıyorlar. Ancak maalesef yapılan ortak işler konusunda büyük bir boşluk var. En azından Türkiye’deki literatür bu anlamda tatmin edici düzeyde değil.[5]
  • Sosyalizm tartışmalarının ve devrimci duruma dair özlemlerin alevlendiği 19. yüzyıl sonlarında özellikle İngiltere’de bulunan Müslümanların bu anlamda bir tartışma yaptıklarını gösteren metinlerle karşılaşıyoruz ancak komünistlere ve Marksizme yaklaşımları, nasıl bir sosyalizmi benimsedikleri, aralarındaki ihtilaflar bizim için hala bir muamma olarak duruyor.[6]
  • Osmanlı modernleşmesinin ivmelendiği 19. yüzyılda Osmanlı efkarı umumiyesinin önemli figürlerinin yaptıkları tartışmalar hala tam olarak günümüze aktarılmış değil. Mesela Namık Kemal’in kadın erkek eşitliği üzerine yazdıklarını pekâlâ İslam-Sol tartışması içinde değerlendirebiliriz. Tanzimat dönemi tartışmalar hala keşfedilmeyi bekleyen devasa bir alan.[7]
  • 20. yüzyıl başlarında bir Osmanlı neşriyatı olan İştirak dergisi ve o dergiyi besleyen tartışma çevresi de günümüze aktarılmayan ve üzerine hakkını vererek konuşamadığımız bir başlık olarak duruyor. Cumhuriyet kurulurken Müslüman sosyalistlerin itina ile tasfiye edildiklerini bilecek kadar malumata sahibiz ancak mirası tevarüs edip güncele taşıyacak kadar bilgiye sahip değiliz.[8]
  • Türkiye özelinde çıkan İslam-Sol arayışları olarak okunabilecek yaklaşımların da bazı semptomlarını ayırarak konuşmak pek kolay değil. Misal açık şekilde Anadolu Sosyalizmi gibi bir terkibi savunan ve kullandığı “sosyalizm” ifadesi nedeniyle Necip Fazıl ile yollarını fikirsel düzeyde ayıran Nurettin Topçu’yu Marksizme olan mesafesi ve bir dönem taşıdığı Hitler sempatisiyle birlikte tartışmak durumundayız.[9] Ya da geleneksel kodları bolca taşıyan/aktaran ve erkek/Zeusçu bir meal-tefsir olan Elmalılı Hamdi Yazır mealini asli dini metin görerek bir “Marksist tefsir” yazan Hikmet Kıvılcımlı’nın ortaya koyduklarını (Özellikle Allah Kitap Peygamber kitabı) tartışmak çok kolay değil. Zira metnin yaslandığı çıkarımlar ciddi bir tarihi yüzleşmeyi de gerektiriyor; İslam’ın geleneksel yaklaşımı bugün için ne kadar izah edicidir ve “hangi Marksizm?” gibi… Ayrıca bu müelliflerin yaptıkları olumlu katkıları yadsımamak ve düşünsel dönüşümlerindeki savruluşları da hesaba katmak gerekiyor.[10]
  • İran İslam İnkılabı’ndan önce, hemen yanı başımızda cereyan etmiş İran’daki İslam-Sol tartışmasını maalesef esasından kopuk olarak okuma şansı bulabildik. Halkın Mücahitleri’nin iç tartışmalarını Ali Şeriati’nin pozisyon alışlarını, mustazafçı bir öğreti olarak temayüz eden Humeyni’nin Şii İslamcılığının neticelerini ve diğerleri ile arasındaki farkları yeni yeni okuyabiliyoruz. İran’da gezinirken Şeriati’nin Ali Şiası Safavi Şiası kitabının hala tartışılmaya devam ettiğini bizzat görmüştüm, tartışanlar da kendini ateist olarak tanımlıyorlardı.[11]
  • Hint alt kıtasında Müslüman toplumların bu bağlamda yaptığı tartışmaları da maalesef neredeyse pek bilmiyoruz. Geçenlerde Muhammed İkbal’in Lenin’in ölümü sonrasında yazdığı bir şiirden haberdar olduğumda şaşırmıştım. Özellikle Türkiye’ye çevirilerle aktarılan metinler içerisinde Sol içerikli olanlar neredeyse hiç yok. Yeni yeni yapılıyor ve hala çok eksik.
  • Özellikle Osmanlı içindeki siyasi tartışmaların ve kutuplaşmaların devasa bir muğlaklığa rağmen partizan bir tarafgirlikle okunması gibi bir sorunumuz da var. Bu belirsizlik bizi gerçekte ne oldu sorusundan uzaklaştırabiliyor. Bedrettin neden isyan etti ve eserleri ile isyan edişi arasındaki güncel anlatıya uymayan tutarsızlıkları nasıl bağdaştıracağız? Celaliler bizim neyimiz olur, belki de sadece yağma düşünen eline silah almış eşkiyalardı? Sivasiler mi yoksa Kadızadeler mi haklıydı, temsil ettikleri İslamlar arasında ne gibi farklar vardı? Patrona Halil İsyanı gerici miydi yoksa sınıfçı ve ilerici miydi, isyanının karakteri ne kadar Müslümandı ve ne kadar kozmopolitti, isyancılar kalıcı dönüşümler için neleri teklif ediyorlardı, isyan nasıl bir metafiziğe yaslanmıştı, omurgasını Arnavut tellakların oluşturduğu bu isyan bugüne ne söyler? Şu an heterodoksi denilerek merkezden uzak gösterilen Alevi-Bektaşi anlatının başına tam olarak neler geldi ve bu olan bitenlerin ne kadarı siyasi bir meseleydi ne kadarı “sosyalist” olmakla alakalıydı? gibi sorular etraflıca incelenmeyi bekliyor. Muğlaklıklar ve güncelle ilişkilendirememe, basmakalıp ezberler üzerinden tartışılmalarına sebep oluyor.
  • Yukarıdakine benzer bir durum da Selçuklu dönemi isyanları için söylenebilir. Heterodoksi ve senkretiklik üzerinden anlaşılmaya çalışılan bu tartışma için de birçok sorun kendisini gösteriyor. Ve maalesef bu tartışmalar güncel siyasette bir kontekse oturtulamadan sönümleniyor. Mesela dolaylı olarak Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılmasına neden olan ve İslam-Sol anlatısı için metafizik üretimi gayretlerinde çokça referans verilen Babailer İsyanı için çok fazla bilinmez var. Kalkışmanın mahiyeti salt Müslüman kimlik üzerinden mi gelişti? Sadece Türkler mi vardı? Yoksa “herkesçi” bir hareket miydi? Zamanında Bizans’a isyan eden Pavlikenlerin yaşadığı yörede gelişmiş olması bir tesadüf mü? gibi çok fazla soru hala cevap bekliyor. Müslümanların tesis ettikleri sosyalistçe bir eko-politik anlayışı imleyen, öyle olduğu savunulan ve aynı dönemlerde vücut bulan Ahilik kurumu üzerindeki muğlaklıklar ise belki çok daha fazla…
  • Daha eski olan ve Arap yarımadasında ve İran bölgesinde kalan örnekler içinse (Karmatiler, İmam Cafer, Zenci İsyanı, Ebu Müslim Horasani, İsmaililer, Oğuz İsyanları, yazarları bilinmeyen ve bazılarına göre Aleviliğin en eski metni olan İhvanı Safa Risaleleri ilh.) net bir şey söylemek çok zorlaşıyor. Zira İslam’ın etkili bir din olarak ortaya çıktığı günden itibaren sol bir anlatıyla merkezde konuşulabilmesi için giderilmesi gereken hayli tarihi boşluk var.

Tarihin muhtelif dönemlerinde kendini gösteren ve bugün “Müslüman Sol” olarak adlandırılan anlatı dünyasındaki kopukluğu gidermek kolay görünmüyor. Özellikle kendisini merkezde konumlayan iktidarcı yaklaşımların ürettiği literatürün ve toplumsal etkisinin yaygınlığı ve gücü de bu bağsız duran parçaların istisnai durumlar olduğunu öne sürenlerin işini kolaylaştırıyor. İslam’ın esasına mugayyir görünen ve devlet/iktidar eliyle kirletilmiş olan anlatı dünyası versus istisna kabilinde okunan diğer yorumlar… Bu tartışmaları belli ki uzaktan da olsa bir şekilde takip eden Nuri Bilge Ceylan, son filmi Ahlat Ağacı’nda, bu istisnalığa vurgu yapan bir sahneye yer vermişti, köyün imamı ile komşu köyün imamı olan arkadaşı arasındaki Ebuzer tartışması “sol-İslam” ile “sağ-İslam” arasındaki tartışmanın karikatürü gibiydi. Eklektiklik eleştirisine uğramamak için meseleyi temelden alan derli toplu bir tarih anlatısına, siyaset teorisine, eko-politik yaklaşıma ve hukuka (fıkha) ihtiyaç olduğu açık duruyor.

Bitirirken

Yukarıda görünürleştirmeye çalıştığım dağınıklık özellikle kendisini salt sol anlatı içinde konumlandıran ve diğer bütün anlatıları (ilahi dinler, ideolojiler ilh.) da aynı gericilik kodlarıyla okuyan birinin İslam’ı tahfif ederek konuşmasına ve konumlamasına pekâlâ imkân verir. Günümüzde hala üretkenliğini koruyan Batı düşüncesi, bol muğlaklarla bezeli olan ve çokça tefsiri dayatan dinsel anlatılara (buna isterseniz Doğu düşüncesi diyelim burada) karşı açık ara üstün durumda görünüyor. [12] Batının düşünce mirası modern zamanlarda karşılaşılan sorulara ve sorunlara daha basit, anlaşılır ve ikna edici cevaplar üretme noktasında kabiliyetini muhafaza ediyor. Dönem dönem savaşlar, siyasi çalkantılar, ekonomik krizler gibi birtakım tökezlemeler yaşasa da hala kâğıt üzerinde somut ve işler izahlar “Batılı”.[13]

Eğer İslam-Sol tartışmasını bir Doğu-Batı sentezi gibi kodlarsak kalıcı bir sonuç çıkaramayız. Bir süre sonra kullandığınız kavram seti de ister istemez Batılılaşır. Ancak uzak akrabaların buluşması gibi görmek bizi bir yere taşıyabilir. Böylelikle toplumları bölen ve karşı karşıya getiren anlatılar yerine bir tutumu teklif eden ve yücelten bir anlatıya hizmet etme şansı bulabiliriz. Hakeza İslam-Hristiyanlık, İslam-Yahudilik, İslam-Zerdüştlük gibi dinsel ve kültürel ikilikler için de benzer şekilde konum almak gerekir.

Eğer İslam-Sol tartışmasında ısrarcı olacaksak, kurtuluşçu teolojileri ve anlatı disiplinlerini merkeze alarak işimize yarayacak olanı yani toplumu rahatlatacak devrimci durumu çıkaramayabiliriz. Hangi disiplinin daha haklı olduğuna bakarak metafizik arzuyu teolojiye yaslamak zorunda mıyız? Dinlerin, maneviyatın, politik anlatıların ve disiplinlerin hala işler olduğu, ancak hiç birinin tek başına cevap üretemediği bir dönemdeyiz. Reel sosyalizm çökeli beri örgütsel mukavemetler her yerde cephe kaybetti, 2008 krizi üzerinden 10 yıldan fazla geçmiş olmasına ve kriz hala sürüyor olmasına rağmen teolojilere yaslanan klasik örgütler güç kaybetmeye devam ediyor. Bunun yerine amorf karakteri olan ve daha marjinal ve yıkıcı tutumlar (IŞİD ve dirileşen ırkçı siyasetler gibi) görünebiliyor. Kapitalizm, kar marjları düşmeye devam ederken, mevcut denetimsizlik ve kuralsızlık içinde becerebildiği ölçüde işçiden ve emekçiden çalmaya devam ediyor. Kar oranlarını korumak içinse doğaya saldırmaya ve iklim krizini derinleştirmeyi sürdürüyor.

Son olarak, Hamit Dabaşi’den ilhamla, tüm kurtuluşlara hizmet eden seküler ya da dini herhangi bir “teoloji”dense, ortaklaşabileceğimiz bir “teodise”ye yoğunlaşmak daha anlamı sonuçlar verebilir. Zira dinler de yüzünü politikaya dönen anlatılar da aynı anda var kalmaya devam edecek gibi duruyor.


[1] İlgilenenler için yazı şuradadır: https://www.emekveadalet.org/notlar/islam-ve-sol-tartismalari-bir-tavuk-yumurta-diyalektigi/

[2] Ayşe Çavdar’ın bu konu hakkında güzel bir yazısı var. İlgilenenler için bkz.: https://aysecavdarblog.wordpress.com/2016/01/19/robinsonun-hamuru/

[3] Bu anlamda çok gözönünde ve açıklayıcı bir örnek olduğu için yazıyorum, mevcut AKP iktidarının sözcüsü, 2002 seçimlere girmeden önce şimdi kendisinden hiç beklenmeyecek bir şey yapmıştı ve eşcinsel haklarına mesafeli olmadığını göstermeye çalışmıştı.

[4] Bu anlamda Hakka Suresi 19. Ayet üzerine yazılan tefsirlere ve tartışmalara bakılabilir. Kuran’ı geleneksel ve mevcut dünyada olan bitenlere sağlıklı bir ilişki kurmadan yorumlayan tefsirlerde, bağlamın bir sol karşıtlığına evrildiği pekâlâ görülecektir.

[5] Ben Fowkes ve Bülent Gökay’ın bu bağlamda yazılmış önemli bir makalesi var. İlgilenenler için bkz. https://istiraki.blogspot.com/2012/01/muslumanlar-ve-komunistler.html?fbclid=IwAR0WcPsQW1h5qElb7AsZQ95hFFJrN7hbcYYMvFekK6M4CZNJZ83-_z7lE7k Makalenin aslı için bkz.: https://www.tandfonline.com/doi/full/10.1080/13523270802655597

[6] Müşir Hüseyin Kidvai’nin Ayrıntı Yayınları tarafından Türkçe’ye kazandırılmış olan kitabı bu anlamda en somut metinlerden birisi. 1900lerin başında İngiltere’de Müslümanların sosyalizm fikriyle olan ilişkileri üzerine Türkçe’de belki tek kitap. Link: https://www.ayrintiyayinlari.com.tr/kitap/islam-ve-sosyalizm/1181

[7] Namık Kemal gibi çok önemli bir figürün bile metinleri tam olarak günümüz Türkçesine aktarılmış değil.

[8] 2.Abdulhamit tahttan indirilip Meşrutiyet Bayramı ilan edildikten sonra oluşan görece özgür ortam Osmanlı’da bir neşriyat patlamasına neden olmuştu. Ayrıca şunu da akılda tutmakta fayda var; İştiraki Dergisi gibi örneklerle birlikte, Türklük fikri üzerine de eskisine nazaran çok fazla dergi bu dönemde neşredilmeye başlamıştı.

[9] Bu anlamda Fırat Mollaer’in Nurettin Topçu üzerine yazdıklarına bakılabilir.

[10] Türkiye özelinde, Rusya korkusu nedeniyle gelişen Amerikancılaşma neticesinde siyaset alanı sürekli daralan Sol anlatılarla birlikte, sağ temayülleri devlet tarafından desteklenen dindarlık arasında açılmaya çalışılan yapay mesafeleri de akılda tutmak gerekiyor. Baya mühendislik işletildi ve çokça kaynak aktarımı yapıldı bunun için.

[11] Siyaveş Saffari’nin Contemprary Islam için yazdığı makale bu anlamda oldukça önemli. Link: https://s3.amazonaws.com/academia.edu.documents/59336560/Saffari2017_Article_TwoPro-MostazafinDiscoursesInT.pdf?response-content-disposition=inline%3B%20filename%3DTwo_Pro-Mostazafin_Discourses_in_the_197.pdf&X-Amz-Algorithm=AWS4-HMAC-SHA256&X-Amz-Credential=AKIAIWOWYYGZ2Y53UL3A%2F20200210%2Fus-east-1%2Fs3%2Faws4_request&X-Amz-Date=20200210T084637Z&X-Amz-Expires=3600&X-Amz-SignedHeaders=host&X-Amz-Signature=ba67b94167928cb96239a6f180c59b3b80ca3fb1fda1210fae9f32d512813f57

Bu makale geçenlerde Türkçe’ye de çevrildi: https://istiraki.blogspot.com/2020/01/mustazaf.html

[12] Bu konudaki yaklaşımım böyle değil tabi. Bkz. yazının “İki Benzemez” başlıklı kısmı.

[13] Burada kastım kapitalizm/liberalizm dışında kalan ve Sol’a yazılan anlatılar. Kapitalizmin bizatihi kendisi bir kriz ve sorun üretme mekanizması malum…