Bir süredir sosyalist hareketin farklı kesimleri arasında yürütülen strateji tartışmalarına dair kaleme aldığımız metinlerde emekçilerin özgüvenlerini arttıracak, sınıf bilinçlerinin yeniden şekillenmesine yardımcı olacak birleşik bir antikapitalist siyasal odağın inşasının elzem olduğunu vurguladık. Çoğulculuk ilkesinin herhangi bir siyasal mücadele aracının inşasında olduğu gibi böylesi bir odağın inşasının da önünü açacağını ve dolayısıyla sosyalistler tarafından alamet-i farika düzeyinde sahiplenilmesi ve geliştirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu vesile ile Türkiye sosyalist hareketinde birleşik parti inşası açısından en gelişkin deneyimler olan BSP ve ÖDP içerisinde yer almış Masis Kürkçügil ile Türkiye’de ve dünyada, tarihte ve gelecekte birleşik parti ve parti içi çoğulculuk meselesi üzerine konuştuk.
İmdat Freni: Birleşik parti tecrübelerinden, özellikle de BSP ve ardından ÖDP deneyimlerinden Türkiye sosyalist hareketi pek fazla ders çıkarmaya gayret etmedi. Bir başka deyişle, BSP-ÖDP deneyiminin kapsamlı bir bilançosunun çıkarıldığını söylemek pek mümkün değil. Odaklanılan nokta bu deneyimin başarısızlık ile sonuçlanmış olması ve genel kanı ise “başarısızlığının” nedeninin parti içinde farklı geleneklerden gelen grupların varlığından kaynaklandığı yönünde. Sen hem BSP hem de ÖDP süreçlerinde yer aldın, senin değerlendirmen nedir?
Masis Kürkçügil: İşçi sınıfının, emekçilerin birliğinden söz edip darmadağınık bir sosyalist hareketin “birleşik” olmasını garipsemeyi garipserim. Birleşik Sosyalist Parti ve onun Geleceği Birlikte Kuralım-Parti Girişimi ile birleşmesiyle oluşan ÖDP’nin bir muhasebesi ancak geleceğin nasıl tahayyül edildiği ile birlikte ele alınabilir. Eğer “ayrışık” bir parti, monolitik bir parti tahayyül ediliyorsa buradan çıkarılacak herhangi bir ders yoktur. Bu durumda birileri nesnel gerçekliği, yani sosyalist hareketin parçalı bohça halini, bu da yetmezmişçesine sayıları kendine sosyalist diyen en büyük birkaç örgüt kadar olabilecek partisizleri de bir kenara koyup kendilerinin doğrusal gelişimi ile 84 milyonluk bir toplumun önemli bir kısmını kucaklayacaklarını iddia edebilirler. Bu iddiayı doğrulamak için ise muzafferane tiratlar yerine çok somut göstergelere ihtiyaç vardır. Abartılacak üye sayıları bile bu göstergelerin içini dolduramaz. Toplumsal etkinlik açısından örneğin son dönem işçi mücadelesinin simgesi haline gelen Metal Fırtına’da toplam sosyalist tahrik ve teşvikin bile kıymeti harbiyesi olmadığı bilinmekte.
Öte yandan “başarısızlık” yalnızca “birleşik” faaliyetler için değil “ayrışıklar” için de geçerli. ÖDP başarısız oldu, peki, ama başarılı olan var mı? Tek başına yürümeyi önüne koyup da bu işi becerdiğini söyleyebilecek olan? Tarihsel ve siyasal bir muhasebe yapacaksanız sosyalist hareketin bir unsuruna değil, bütünün gelişimine bakmak durumundasınız.
Eğer çoğulcu bir antikapitalist, anti-emperyalist, feminist, ekolojist, özyönetimci, enternasyonalist, kendi geleceğini belirleme hakkını kabul eden bir parti inşası hedefleniyorsa karınca kaderince BSP-ÖDP deneyiminden çıkarılacak önemli dersler vardır. Elbette ciddi hatalar da var. Ve esas olarak da dersler bu hatalar üzerinden çıkarılabilir.
Bunların arasında farklı geleneklerden gelenlerin yeni sorunlar, yeni görevler etrafında yeniden şekillenmesinde ciddiye alınabilir bir yol kat edilmemesi gelmekte. Yani partinin oluşumunda ve kuruluşunda katkıları olanların sınırlı adımlardan sonra kaynaşması (füzyonu) mümkün olmamıştır.
BSP’de örneğin öyle bir seçim sistemi vardı ki gruplar kendileriyle sınırlı oy kullandıklarında oylarının değeri düşüyordu. Şeklen de olsa önemli bir adımdı bu. Kadın kotasının ilk kez bu partinin ilk kongresinde karar altına alınıp uygulandığı da eklenmeli. Ayrıntısına burada giremezsek de yaklaşık 4 bin kişilik, büyük miktarda bir veya iki darbeyi göğüslemiş insanların ağırlıkta olduğu bir partiydi. Bileşenlerin hızla derlendiği ve güç kazandığı bir evreden sonra bu derlenme partinin organikleşmesine değil de bileşenlerin iç sorunlarının önemsenmesine yol açınca tıkanma başladı; Aralık 1995 seçimlerine BSP katılma hakkını kaybettiğinde HADEP ile ittifak kararı alındığında bir yarılma oldu.
ÖDP’nin kuruluşundan sonra da bileşenler açısından yeniden bir derlenme oldu. Üye sayısı 20 bine yaklaştı. Başta en yakın olacağı beklenen iki bileşen [Kurtuluş ve Devrimci Yol’dan gelenler] arasındaki gerilim giderilemediği gibi her ikisi de kendi içinde gerilimler yaşadı. Yarılma 1999 seçimleri arifesinde yine “ittifak” konusunda açığa çıktı denebilir. İlk 2 yıl faaliyet bakımından yoğun geçerken (Sultanahmet meydanında HADEP ile birlikte yapılan “Ne RefahYol Ne Hazır Ol!” büyük mitingi, Fenerbahçe stadındaki “Demokrasi” buluşması gibi kitlesel gösteriler) seçim sonuçları itibarıyla beklenenin altında kalınsa da henüz aşılmamış bir orana ulaşıldı. Sonraki 5 yılda da içselleştirilmemiş önemli programatik adımlar atılmış, savaş karşıtı gösteriler başta olmak üzere önemli katkılar gerçekleşmiştir.
ÖDP’de aşılamayan bir durum fluluktu. Birliğin harcı olarak sanki belirsizliğe mahkûm olunmuştu. Partinin kendini yenilemesi, emekçilerle kaynaşması için yapılması gereken tartışmalar yerine eylem kapasitesini düşüren içe dönük, partiyi felçleştiren bir fraksiyon kemikleşmesini aşma imkânı bulunamadı. Örneğin seçim meselesi bir taktik mesele olmasına rağmen ilkesel bir sorun gibi ele alındı.
Oysa 1999 seçimlerinde tek başına seçime giren partide “ittifak” meselesi bir yarılmaya neden olmuşken 2002 genel seçimlerinde herhangi bir organ kararı olmadan Sema Pişkinsüt’ün partisiyle ittifak yapılabildi ve 2004 yerel seçimlerinde de DEHAP ve SHP dahil bir ittifaka gidilebildi. 2007 seçimlerinden söz etmeye bile gerek yok!
Çoğulcu parti meselesi sol kamuoyunda sanki 90 sonrasının bir yeniliği imiş gibi algılanıyor. Uluslararası işçi hareketi tarihine baktığımızda, farklı akımların yan yana duruşu, parti içi eğilim, tartışma serbestisi gibi meseleler konusunda nasıl bir birikimden, ne türden deneyimlerden bahsedilebilir?
Çoğulcu partiden kastettiğimizin parti içi demokrasi olduğunun altını çizmek gerek. Tabii parti içi demokrasi kongreden kongreye merkezden hazırlanan birtakım metinlerin oylanmasından oldukça farklı, her bir üyenin tekil olarak veya aynı görüşte olan üyelerin farklı farklı pozisyonları parti içinde tartışabilme ve ikna etme imkânıdır. Lenin’in, Lassalle’ın Marx’a yazdığı bir mektubundan kitabının başına koyduğu alıntı hatırlanabilir. (Bu alıntının kendisi parti içi tartışmaların önemine değindiğine göre “monolitik” bir partiden söz edilmediğinin anlaşılması gerekir.)
Çoğulculuk kakofoni anlamına gelmez aksine parti içi demokrasi ne kadar gelişkin olursa üyelerin bir bütün olarak iradelerini yansıtmaları o kadar imkân dahilinde olur. Yani eylem kapasitesini yükselten parti içi demokrasidir. Partiyi güçlendiren de budur, diyor Lassalle Marx’a, Lenin’in yaptığı alıntıda.
Galiba bilinçlenme dediğimiz, hâkim ideolojiye karşı mücadelenin yanı sıra Marksizm hakkında üstünkörü bilgilerle de bir hesaplaşma.
Marx’ı Blanqui, Lassalle ve hatta Bakunin gibi devrimcilerin safında düşünmek, onu sırça köşkte bir ilim irfan insanı olarak ters yüz etmemek gerek. Paris Komünü günlerinde Blanqui’nin Fransız proletaryasını temsil ettiği, Marx’ın Blanqui’yi Enternasyonal’e katmak için çabaladığı hatırlanmalı. Birinci Enternasyonal “çoğulcu” muydu sorusunun cevabı sanırım açık. Proudhon da orda. Proudhon ile alabildiğine sert bir polemik yapıyor ama “tasfiye” etmiyor.
Örgüt deyince Lenin’in Ne Yapmalı’sı akla geliyor ama diyebiliriz ki yakın zamanlarda Lars T. Lih’in kitabı (Lenin’i Yeniden Keşfetmek) çıkana kadar derinlemesine bir okumadan ziyade alıntılar arasında sıkışıp kalındı. Öte yandan, Lenin’in de daha sonra ifade edeceği gibi bu kitapta tarif edilen örgütlenme biçimi son derece özgün koşullara karşılık düşer.
Bilindiği gibi 1920’de İngiliz komünistlerinin Labour Party’ye katılabileceği, orada örgütlenebileceğini söyler. Yani örgütlenme ve inşa konularında esnektir Lenin ve tabiri caizse kitaba bağlı kalmayaraktan mevcut güçler ilişkisi içinde sınıf mücadelesine ne katkı sağlayacaksa oraya yönelmekten kaçınmaz.
Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisinin kendisinin çoğulculuğu (“Bolşevik hizip”!) bir yana Bolşevik Partisinde Lenin’in her söylediğinin ayet gibi kabul edildiğini kim iddia edebilir ki? Şubat Devrimi’nden sonra bu devrimin burjuva aşamada kalmayıp sosyalizme yönelmesi gerektiğini ilan ettiği “Uzaktan Mektuplar”ının Pravda’da Stalin ve Kamenev tarafından yayınlanmadığını hatırlayalım. Ya da Brest Litovsk görüşmeleri sırasında farklı görüşlerin bulunması bir yana, bu antlaşmaya karşı olan Sol Komünistlerin “Komünist” diye gazete çıkardıkları da malum.
Komünist Enternasyonal kurulurken katledilmiş olan Devrimin Kartalı olarak bilinen Rosa Luxemburg’un Lenin ile bir dizi konuda ayrı düştüğü de bilinir. Bir dizi başka örnek verilebilir.
Peki, dünyanın diğer coğrafyalarında yaşanan birleşik ve çoğulcu parti deneyimleri arasında, hem problemleriyle hem de kazanımlarıyla anlamlı örneklerden söz edebilir misin?
Bir döküm çıkarmak gerekirse, yetmişli yılların ortalarından itibaren sosyalizm iddiasında olan çeşitli kesimlerin ciddi bir güç kaybına uğradığı, birçoklarının tarihten silindiği söylenebilir. Tabii dünya işçi hareketi derken, sendikalar da bu dönemden sonra eski güçlerini kaybettiler, geleneksel sektörler çöktü, işçi sınıfı yeniden şekillendi. Ellilerdeki, altmışlardaki yapılanmalar krizden çıkamadı.
Ancak çalışan kitlelerin mücadelesi durmadı. Geçmişten çok farklı biçimler altında yeni arayışlar ortaya çıktı.
Denebilir ki 90’lı yıllardan sonra düne kadar çok farklı gelenekten gelenler bir partide buluştular. Örneğin İtalya’da Komünist Partinin Avro-Komünizmi benimseyip ABD’deki Demokrat Parti’ye benzer bir partiye yöneldiği bir ortamda solda kalanlar, Maocu hareket (Democrazia Proletaria) ve Dördüncü Enternasyonal İtalyan Seksiyonu, Komünist Yeniden Oluşum’da (Rifondazione Comunista-PRC) bir araya geldiler. Danimarka’da hâlâ sürmekte olan Kızıl Yeşil İttifak iyice “benzemezleri” yan yana getirdi. Latin Amerika’nın motor gücü Brezilya’da askeri diktatörlükten çıkışta önemli bir rol oynayan ve kuruluşunu işçi önderlerinin gerçekleştirdiği Emekçiler Partisi (PT) ilk on yılından sonra sağa kaydı. Bugün faşizan Bolsonaro’yu devirmek için en güçlü aday ama yine kendi sağına bakıyor. Partinin sağa kayışı karşısında ayrılanların 2004’te oluşturduğu Sosyalizm ve Özgürlük Partisi de (PSOL) çoğulcu bir parti (10 milletvekilleri var).
Portekiz’de Bloco de Esquerda (Sol Blok) KP’den ayrılan Politica XX1, Maocular ve Troçkistlerin birlikte oluşturduğu bir blok iken bugün parti haline gelmiş durumda ve KP’den daha fazla oy alıyor (%10).
Arjantin’de dört Troçkist örgütün kurduğu cephe (FIT-U) son seçimlerde yine önemli bir başarı elde etti (%6) ve seçmen sağa kayarken bile oylarını artırmayı becerdi. Pakistan’da, Rusya’da bu tür girişimler devam ediyor.
Yani geleceğe yönelik görevler konusunda (program) anlaşmış farklı geleneklerden gelen sosyalistlerin bir partide mücadele etmesine geçtiğimiz 30 yılda çokça rastlandığı gibi önümüzdeki dönemde daha da fazla rastlayacağımız kesindir. Birçok siyasal hareket kendi geleneğinden çok farklı yerlerde arayışlarını sürdürmekte.
Ama bir model aramak yerine, her ülkenin güç ilişkileriyle şekillenen ihtiyaçlarına göre emekçilerin, ezilenlerin kurtuluşu için mümkün ve hatta muhtemel gücü bir araya getirmek zorunludur. Kurtuluş gününe hazırlanmak için önce emekçilerin, ezilenlerin gündelik hayatlarında onlarla birlikte inandırıcı bir alternatif inşa etmek gerek. Elli yıllık darmadağınıklığı sınıf mücadelesinde parti veya cephe ama mutlaka bir birleşik güç haline getirmeden gidermek mümkün değildir. “Birleşik” partiden ziyade bir partinin doğrusal gelişmesine yönelik beklentiler yoğun olmuştur. “Birleşik” partiden ayrılan her birim de 20 yılda birleşik partinin gücü bir yana o partideyken sahip olduğu gücünün yarısı kadar bile güç toparlayamamıştır.
Türkiye sosyalist hareketi az rastlanır bir bölünmüşlüğe sahip. Bunun tarihsel nedenleri nelerdir sence ve bunun üstesinden gelmenin, çoğulcu bir siyasal kültürü inşa etmenin yollarına dair ne diyebilirsin?
Bizdeki dağınıklık dünya rekoruna gidebilir. Bunu herhangi bir dile çevirmeye kalktığınızda muhatabınız hemen birçok hareketi birbirine indirgemeye başlayabilir. Ayrım noktalarının ne kadarının birbiriyle telif edilemeyecek olduğuna dair bir araştırma şaşırtıcı sonuçlar verecektir. Örneğin 80 öncesi kaç tane belli merkezleri (SSCB, Çin, Arnavutluk gibi) esas alan hareket vardı ve sonunda ne oldu sorusu bir anahtar olabilir. Açık söylenmesi gerekirse ayrımların ne kadarının tarihin süzgecinden geçtiği de tartışmalıdır.
Bizim dünya Marksist literatürüne katkıda bulunan bir sosyalist kültürümüz yok. Yani “izm”ler babında bu kadar ayrışmanın meşruiyeti yok.
Öte yandan sınıf dinamiğinin nispeten düşük bir seyir izlemesi, gruplaşmaların hizaya gelmesine imkân sağlayacak, onları nesnel gerçeklikle yüzleşerek bir eğitimden geçilmesine pek imkân tanımadı. Bu bapta anılabilecek en önemli olayın, 15-16 Haziran 1970 işçi direnişinin dönemin önde gelen hareketlerinden herhangi birini yeniden düşünmeye sevk etmediğini de yeniden düşünmek gerekir.
12 Mart sonrasındaki onlarca akımın had safhaya varan rekabetinin de emekçiler tarafından makul karşılandığını ve derlenip toparlanmaya katkıda bulunduğunu söyleyebilecek kimsenin olabileceğini sanmıyorum.
Lenin’in Sol Komünizm-Bir Çocukluk Hastalığı kitabını okumakla başlanabilir, ancak sınıf hareketiyle bir kaynaşma gerçekleşmeden hizaya gelmek de pek mümkün gözükmüyor. Hapishanede koğuşu, karavanayı, haysiyeti paylaşmak zorunda kalanlar bu dayanışmayı daha önce sınıf düşmanlarına karşı neden gösteremediklerini de sorgulamış olmalılar.
Haziran Direnişi, tıpkı 15-16 Haziran gibi sosyalistleri fenersiz yakaladı. Buradan çıkarılacak ders orada bulunan milyonların birbirlerine pasaport, kimlik sormadan hareket etmelerindeki saiki iradeye dönüştürecek bir stratejiyi öne çıkarmaktır.
Marksistler uzun yıllar Paris Komününün (çok az Marksist, bolca Blanquist, bir miktar Proudhon’cu) derslerini rehber edindiler; sonra 1905 Devrimi geldi ve ardından 1917 Devrimleri. Eski kuşak 15-16 Haziran’ı değerlendiremedi, 2013 Haziran Direnişinin üzerinden de az zaman geçmedi. Ama elde üzerinde düşünülmesi gereken o kapsamda bir deneyim de olmadığına göre, ya duvara karşı bildiğimizi okuyacağız ya da orada açığa çıkan özlemlerin gerçekleştirilmesi, emekçilerin kurtuluşunun kendi eserleri olması için hem parti içinde hem parti dışında sosyalist hareketin çoğulculuğunu göz önünde tutacağız.