Geçen yıl 27 Eylül’de, Karabağ Ermenilerine yapılan büyük Azerbaycan saldırısıyla birlikte İkinci Karabağ savaşı patlak verdiğinde, Türkiye’deki entelektüeller sessiz kaldı. Türkiyeli entelektüeller derken devletten bağımsız olarak fikir üreten profesyonelleri kastediyorum (aksi takdirde, devlete bağlı fikir üreticileri “propagandacılar” olarak adlandırılırlar). Şimdi, üzerinden bir yıl geçtikten sonra, bu entelektüeller hâlâ sessiz kalmaya devam ediyorlar. Bu kayıtsızlık siyasi değerlendirme ve ahlaki açıdan bir takım soruları sormamızı gerektiriyor.
Türkiyeli entelektüellerin sessizliği en iyimser görüşle Karabağ’daki çatışmanın Türkiye’yi ilgilendirmediği varsayımına dayanabilir. Bu savaş, en iyi ihtimalle, iki etnik grubun bir parça alan için tartıştığı Kafkasların uzak bir köşesinde iki “vahşi kabile” arasındadır. Sebep bu olabilir; 1988’den beri etnik Ermeniler ile etnik Azerilerin bölgenin kontrolü için Karabağ ve çevresinde çarpıştıkları doğrudur. Ayrıca bu problemin büyük ölçüde Stalin döneminin katı siyasî kurumlarının ve tepeden tabana ulus kurma süreçlerinin sonucu olduğu da doğrudur.
Ne ki, bu tarihin sadece bir bölümüdür. Karabağ uyuşmazlığı tarihinin diğer bölümünde ise Türkiye bu sorunun bir parçasıdır ve hep bir parçası olmuştur: 2020’de Bakü’deki Türk generallerin Karabağ Ermenilerine karşı savaşmak için F16 ve Bayraktarları konuşlandırdığını hepimiz gördük. Eğer Türkiye Ermenilere karşı “Karabağ’da barış değil savaş unsuru” ise, Türkiyeli entelektüeller sağır edici sessizliklerini nasıl koruyorlar?
Osmanlı Ermenilerini yok ettikten yüzyıl sonra Türkiye’nin Ermenilere karşı başka bir savaş açmasına herhangi bir entelektüelin sessiz kalması siyasi anlamda tarafsızlık değildir. Gerçekte, çatışmanın başlangıcından itibaren Türkiye Ermenistan’ın karşısında yer alıp Azerbaycan’ı destekleyerek taraflı davranmıştır. Ankara diplomatik olarak Azerbaycan’ın aldığı tavrı desteklemiş, silahlandırma yoluyla muazzam askeri yardımda bulunmuş ve binlerce Azerbaycan askerini savaş konusunda NATO usulüyle eğitmiştir. Bakü yönetimine sınırsız destek vererek Türkiye, Azeri liderlerinin konumunu sağlamlaştırmış, onları her geçen gün daha militarist yapmış ve AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) içerisindeki Minsk Grubunun uyuşmazlığa karşı diplomatik bir çözüm geliştirmesinin baltalanmasına katkıda bulunmuştur.
Ankara sadece Azerbaycan’a geniş siyasi ve askeri destek sağlamakla kalmamış, aynı zamanda Ermenistan üzerinde de müthiş bir baskı kurmuştur: Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana Türkiye Ermenistan’la siyasi ilişkiler kurmayı ve ilişkileri normalleştirmeyi reddetmiş, sınırları geçişi engelleyecek şekilde kapalı tutmaya devam etmiştir. Bu sınır Soğuk Savaş’tan kalan son kapalı sınırdır.
Ne var ki, bu işin bir boyutu da soykırım ve soykırımın inkârıdır. Türkiye soykırıma dair ideolojisini ve soykırım inkârını Azerbaycan’a da aktarmıştır.
20 Şubat 1988’de Karabağ çatışması patlak verdiğinde, Karabağ Ermenileri, Sovyet Azerbaycan’ından ayrılıp Sovyet Ermenistan’ı ile birleşmek istediklerini kararlı bir şekilde bildirince, “cevap” bir hafta sonra Sumgayıt kentinde Ermenilere karşı katliamlar biçiminde verildi. Bu şiddetle beraber Ermenilere karşı şiddetin ideolojik gerekçelendirmesi de geldi, bu da Ermeni Soykırımı için Türkiye’nin gerekçelendirmesinin birebir aynısıydı. Sovyet Azerbaycanı’nda “sosyalizm” ideolojisinin dağıldığı bir zamanda, Ermenilerin şeytanlaştırıldığı yeni bir milliyetçilik ideolojisi Türkiye’den ödünç alınmaktaydı: Ermenilerin herhangi bir siyasi talepte bulunma hakları olmadığı gibi Transkafkasya’da bulunmaları bile gayrimeşru görülmekteydi. Ermeniler sadece emperyalizmin ajanlarıydı ve onları “köpekler gibi” kovalamak Azerbaycan’ın hakkıydı. Bu size tanıdık geldi mi?
Türkiye katı soykırım inkârından uzaklaşmaya başladığında, bunun Azerbaycan devlet ideolojisi haline geldiğini görüyoruz. Azerbaycan’daki devlet propagandası sadece 1915 Ermeni Soykırımı gerçeğini reddetmekle kalmıyor aynı zamanda inkârcılığın en geleneksel halini gösterip Ermenileri fail olarak nitelendiriyordu. Resmî Azerbaycan propagandasında, Ermenilerin canavarlaştırılması devam etmektedir; Bakü’de yakın zamanda açılan utanç verici Savaş Ganimetleri Parkına bakınız.
Neden Türkiye bu savaş çabalarında Azerbaycan’ı destekledi? Neden Türkiye bağımsızlığının ilk gününden itibaren Ermenistan’a karşı ekonomik ambargo uyguluyor? Bu 1915 Soykırımının mirası değil midir? Osmanlı Ermenilerini yok ettikten yüz yıl sonra, Türkiye Erivan’ı gerek suçun siyasî olarak tanınması gerekse herhangi bir maddi tazminat olsun, soykırımla bağlantılı her tür talepten vaz geçirmek için yeni kurulmuş bağımsız Ermenistan’a karşı mücadelesini sürdürdü. Eğer bu da Türkiyeli entelektüelleri ilgilendirmiyorsa, ne ilgilendiriyor?
Türkiyeli entelektüeller Ermenilerin yok edildiklerini çok geç, ancak 90 yıldan daha uzun zaman sonra, farkına vardılar. Ermeni Soykırımını, Hrank Dink ve onun Türkiyeli entelektüelleri hafıza kayıplarından uyandırmak için gösterdiği olağanüstü çabaları ile fark ettiler.
O zamandan bu yana, Türkiyeli entelektüeller Hrant Dink’i anmakla yetiniyor gibi görünüyor. Tüm ahlâkî günahlarından aklanmak için “arkadaşım Hrant Dink şöyle söylemişti” demek onlar için yeterli. Türkiyeli entelektüeller tam içlerinde bir soykırım yapıldığını – oldukça geç – fark etmiş olabilirler, ancak bunun bırakın ahlâkî sonuçlarını siyasî sonuçlarını bile anlamaktan fersah fersah uzaklar. Onlar için, Ermeni Soykırımının tanınması için verilen yüzyıllık çaba ve Ermeniler için adaletin temin edilmesi Hrant Dink’le başladı ve onunla bitti.
1915’in ardında bıraktığı yoğun karanlık sadece Türkiye’de değil Kafkaslar’da da varlığını koruyor. Geçmişimizle yüzleşmeye, milliyetçiliği ve militarizmi yıkmaya, barış ve adaleti mümkün kılmaya her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Bu çabada da hâlâ Türkiyeli entelektüellerin sesini duymayı bekliyoruz.
(İngilizceden çeviren: Bürkem Cevher)
Bu yazı Agos‘ta yayımlanmıştır.
Görsel: Associated Press