İmdat Freni

Sanat, Siyaset ve Siyasal İktisadın Eleştirisi – Isabelle Garo

İlk bakışta bu çalışmanın konusu şaşkınlık uyandırabilir. Burada söz konusu olan, ilkesel açıdan birbirine tümüyle zıt olan, yahut karşılaşmaları fazlasıyla problemli olan iki gerçekliği ilişkilendirmek: sanat ile, çeşitli biçimleri altında iktisadi zenginlik – altın, para, sermaye. Ağırlaştırıcı koşul ise, bu vesileyle sanatsal faaliyete dair Marksist bir yaklaşım sunmak. Çünkü gerek bir eleştirel kültür analizi biçimini alan estetik teori şeklinde oluşturulmuş olsun, gerekse eserleri esinleyici hatta kodlayıcı bir mahiyet kazanmış olsun, böylesi bir yaklaşım, bambaşka bir tarzda olmakla birlikte, halihazırda mevcut. Bu geleneğe baktığımızda, 20. yüzyıl boyunca birbirinden farklı, hatta birbiriyle bağdaşmaz kuramlaştırmaların ortaya çıktığını görüyoruz. Bunların katkılarını veya sınırlarını –hatta açmazlarını– azımsamamak gerekir, ancak bir yenilenme ihtiyacı da söz konusudur. Dolayısıyla çağdaş Marksizmin karşı karşıya bulunduğu sınav, bu alanda da kendini gösteriyor: ekonomik ve toplumsal gerçekliğe ilişkin, araştırma alanlarını akademik bölümlenmelere göre ayırmayan, fakat sanatsal “üretimi” de iktisadi ve toplumsal bir temele indirgemeyen bütünlüklü bir analiz önermek. Yanı sıra sanatçıların –eğer varsa– siyasal ve eleştirel maksadını değerlendirmeye almak, fakat bunu yaparken de eserlerine dışarıdan böylesi bir maksat atfetmekten kaçınmak gerekir. 

Bu gerekliliklere, sanatın ve kültürün günümüzdeki durumunun göz önünde bulundurulması da ekleniyor. Sanat üretiminin daimi yenilenişinin yanı sıra, “kültür ekonomisi” olarak adlandırılan alan da derin bir altüst oluşa tabi. Bu, sanatın iktisadi ve toplumsal bütünlükle hem yakın hem çatışmalı ilişkisini derinleştiriyor ve karmaşıklaştırıyor. Sanat dalları (kimileri diğerlerinden daha yoğun biçimde olmak üzere), üretici güçlerde ve üretim biçiminde meydana gelen dönüşümlerden ve kapitalist piyasanın genişlemesinden uzun süredir etkileniyor. Ne var ki kültür ve genel olarak bilgi, kriz halindeki bir kapitalizmin oluşturucu unsurlarından biri haline gelmiş durumda. Kapitalizm bu alanlar aracılığıyla kendini yenilemeye çalışıyor; kendi mantığını buralara yayıp yeniden üretme derdinde. Aynı zamanda bu sanat-kültür faaliyetleri, tanımları itibariyle, kapitalizm tarafından sömürgeleştirilmelerine kısmen yabancı –hatta hasım– kalmayı sürdürüyor: Angajman meselesini yenileyen, onu tam da eserin kendi parasal karşılığıyla karşılaştığı noktada yeniden inşa eden yeni direniş biçimleri doğuyor. Değerin hüküm sürdüğü bir dünyanın temsili ile, dünyanın fethine çıkmış değerin temsili güçlü bir biçimde birbirini yankılıyor. 

Tüm bu bileşik nedenler, çağdaş sanat ortamıyla birlikte, bu ortamın kışkırttığı kuramsal tefekkürü derinlemesine dönüştürüyor. Çünkü eğer sanat bir toplumsal faaliyetse, mantıken, diğer tüm beşeri faaliyetlerin barındırdığı çelişkileri özgül biçimde kendi bünyesinde yaşayacaktır. Sanat üzerine düşünmenin öncelikle bizzat sanatçıların eseri olduğunu, hatta kimi zaman onların sanat üretiminin bir parçasını oluşturduğunu çok sık unutuyoruz. Sanatçının değer yasasıyla ve meta dolaşımıyla karşı karşıya kalması, bizzat sanat ve dünya hakkındaki böylesi bir tefekkürün geliştirilmesinin par excellence vesilesini oluşturur. Sırf görsel sanatları ele alacak olursak, çok sayıda plastik eserin, enstalasyonun, kurgusal veya belgesel filmin, fotoğraf çalışmasının, videonun vs. çok daha önceleri bazı sanatçılarca başlatılan bir sorgulamayı devralarak bugün kendi statüleri ve konumları, alımlanışları ve etkileri, finansman ve dağılım biçimleri gibi meselelerle tekrar cebelleşiyor olmaları çarpıcıdır. 

Esasında, yakından bakarsak, sanat ile servet arasındaki bu buluşma hayli eski ve kalıcıdır. Sanat, anlamların kolektif üretimine, mevcut toplumsal ilişkilerin meşrulaştırılmasına veya teşhirine katıldığı ölçüde, uzun zamandır servetle, onun birikimiyle ve yeniden üretimiyle karşı karşıyadır. Öncelikle altınla ve daha genel olarak değerli madenlerle karşılaşır sanat eseri, ki bu durum günümüze dek sürmüştür. Altın kendini öncelikle sanatın karmaşık ve oluşturucu bir unsuru olarak sunar: hem eserin malzemesi, hem zenginlik işareti, hem de hayranlık uyandıran bir parıltıdır. 

Rönesans’tan itibaren kimi eserler parayı, kambiyo senedini ve bunların manipülasyonunun oluşturduğu gösteriyi konu alır. Zenginliğin ve sosyal başarının imgesiyle oynayarak değerin mizanabimine[1] ve metanın eleştirisine girişirler, üstelik eser kendisinin de bir değer nesnesi ve meta olduğunu bildiği ölçüde eleştiri daha da keskin bir nitelik kazanır. Çağdaş dünyada böyle eserler çok temel çelişkileri bünyelerinde taşır – ortak miras ile özel temellük, bireyin gelişimi ile örselenmesi, sermayeye tabiiyet ile direniş arasındaki çelişkiler. Çünkü burada sorgulanan yalnızca meta mübadelesinin mantığı değil, bizzat sermayedir. Birer spekülasyon nesnesi, saf değer rezervi veya bu rezerv niteliğine sahip olacak şekilde tasarlanmış birer ürün olarak sanat eserleri, tasarlandıkları andan itibaren, birer eleştirel müdahale olarak kendilerini ilga etme tehdidiyle mi karşı karşıyalar? Sanatçılar bu küresel mantıktan kaçınabilirler mi, yoksa kendilerine özgü yollarla bununla çarpışabilirler mi? Sorularımız bunlardır ve sanatın sanat hakkındaki tefekkürünü, estetiğin geleneksel sınırlarının ötesine geçerek yenilemektedirler. 

Burada sunulan varsayımları sanat tarihinin tamamına veya çağdaş sanata yayarak genelleştirme iddiasında olmayan ve sanat formlarını değer formlarıyla karşı karşıya getiren bu tematik akış, yaratım alanında olduğu kadar kapitalizme karşı mücadele sahasında da yeni sorular oluşturmaya elverişli bir çerçeve sunuyor. Bu akış aynı zamanda yaratıcı faaliyetin, bireysel boyutunu kesinlikle gölgelemeden, bir toplumsal faaliyet olma niteliğini de gözler önüne seriyor. Bu açıdan bakıldığında, sanatın kendisi de değer yasasına tabi olmak durumunda kalan üretken emeğe yakınlaşmaktadır. Değer yasası, kültür endüstrisi ücretli emeğe dayandığı ve kendi kârlılık kriterlerini dayattığı andan itibaren artı değerin temellük edilmesini mümkün kılmaktadır. 

Bu bakımdan, göreli ve kimi zaman yanılsamalı olmakla birlikte kendi özerkliğine sahip çıkan ve onu müdafaa eden bir faaliyet ile, bu faaliyetin kapitalist işleyişe eklemlenmesi arasındaki çelişki burada da canlılığını korumaktadır. Bu alana da kendi kurallarını yayan kapitalizm, böylece kâr oranı takıntısına, haminin saf yüce gönüllülüğü ile yüksek kültür aurasını eklemektedir. Bu nedenle sanatçılar hem diğerleri gibi birer emekçidir, hem de değildir. Bu durum, kapitalist temellük ile ortak zenginliğin paylaşımı, bireysel özerklik iradesi ile kolektif özgürleşim projesi arasındaki çelişkiyi körükler. Böylesi meseleler sanat sektörünü aşarak toplumun bütününü ilgilendirir. Bugün sanat ve kültür meselesini karmaşıklaştıran tüm bu nedenlerle ve hem sanatsal yaratıma dışsal her türlü estetik tasarımdan kaçınmak hem de basit bir durum tespitine düşmemek için, kimi eserlerin söylemini, gerçeklikle yüzleşmenin bu diğer biçimiyle, yani siyasal iktisadın eleştirisiyle ilişkilendirmek daha uygun göründü. Söylediğimiz gibi kurulan bu paralellik herhangi bir indirgeme içermiyor ve gerçeklik ile bu gerçekliğin parçasını oluşturan bilinç biçimlerinin alt bölümlere ayrılmasından kaçınmayı hedefliyor. “Siyasal iktisadın eleştirisi” ifadesinin bizzat Marx’ın özgün katkısına işaret edip onu özetlediğini belirtelim. Kapitalizme dair, onun devrimci dönüşüm projesini de içeren bilgiyi ifade ediyor bu. Fakat aynı zamanda, bu alandaki bilgiye bağlı olan ve bireysel ve kolektif bir özgürleşim sürecini içeren bir devrimci projeye de işaret ediyor. Ayrıca eklemeliyiz ki bu özgürleşim süreci söz konusu projenin hem hedefini hem de koşulunu teşkil etmektedir. Bu zorlu ve belirsiz dinamik, kapitalist üretim biçiminin asli çelişkilerinin siyasallaştırılmasını gerektirir. Dolayısıyla siyasal iktisadın eleştirisi de kendi etkileri üzerine tefekkürü içerir; hem kendi gerçekleşme koşullarının analizi, hem de oluşmasına katkıda bulunduğu ve aynı zamanda da beslendiği hareketler aracılığıyla. Burada da alımlama aktif, yaratım kolektiftir. 

Böylece, çeşitli kesişme noktalarıyla birbirine bağlanan, özdeşleşmeden iç içe geçen bu iki eksen, sanatçının üretim ve mübadele dünyasındaki yerini düşünmeye ve tanımlamaya gayret ettiği istisnai anları açığa çıkarmayı sağlar. Bu vesileyle sanatçı, ürettiği eserlere dışsal olan bir uzmanlaşmış söylem inşa etmeden sanatsal faaliyeti kuramlaştırır. Sanat ile sanat söylemi arasındaki karşıtlıktan uzak biçimde, bizzat eserlerin konuşmasına izin vermek, hiç şüphesiz hem kendileri hakkında hem de kendilerini doğuran sanatsal faaliyet hakkında konuşmalarını sağlamaktır.

Bu üretim ve icat işlemi her daim tamamlanmış eserin ardında kaybolur. Yaratım sürecinin bu şekilde gözden yitimi, kendisi de neticesi olduğu canlı emeği, nevi şahsına münhasır biçimde hem açığa çıkaran hem de gizleyen metanın gizemini ikiye katlar. Bu nedenle böylesi bir tefekküre tanıklık etmiş çok sayıda eser arasından seçilmiş kimilerini dikkatlice analiz etmek gerekmektedir. Bazı özgül örnekler seçerek, kelimenin geniş anlamıyla plastik sanatlarla ilgileneceğiz: dinî veya define ilişkin nesneler, freskler, tahta ikonalar veya tuval üzerine resimlerin yanı sıra çağdaş enstalasyonlar ve belgesel yahut kurgusal filmler. Her halükârda analiz ekseni olarak eserin tekanlamlı bir figürasyondan müteşekkil olduğu ilkesinin reddi, temsilin diyalektiğinin altını daha fazla çizmeyi amaçlar. Bu ise, söz konusu diyalektiği zenginliğin ve paranın temsilinin Marksist analizine bağlamakla mümkün olur. Çünkü bu Marksist analiz, tam da böylesi bir diyalektiği seferber eder ve o kocamış fakat yeri doldurulamaz “temsil” kavramını, felsefi doğum yerinden hayli uzaklarda radikal biçimde yeniler. 

İlk bölümde Marx’ın sanatsal faaliyet hakkındaki tezleri üzerinde duruluyor. Bu faaliyet iktisadi ve toplumsal bütünlüğe dahildir fakat bir yandan da onun ellerinden kaçıp gider. Belirtmek gerekir ki Marx’ın analizi, ilk projesi Hıristiyan sanatı üzerine bir denemeden oluşmakla birlikte, hiçbir zaman uzmanlaşmış bir estetik olarak teşekkül etmez. Daha sonraki tüm çalışmaları boyunca kapitalist üretim biçimine ve komünist perspektife girift biçimde bağlanan farklı bireysel gelişim biçimlerini biteviye mukayese edecektir. 

İkinci ve üçüncü bölümler bazı eserler ve sanat tarihinin belirli uğrakları üzerinde durup bunları eserin malzemesini oluşturan altın ve değerli madenlerle ilişkili biçimde ele alıyor. Aynı zamanda bu eserler paranın temsiliyle ve hâkimiyetini dayatıp mantığını yaydığı andan itibaren sermayeyle de bağlantılı olarak değerlendiriliyor. Bu uzun tarih boyunca kimi sanatçılar hem faaliyetlerinin koşulu hem de hiçbir zaman tamamen kazanılmamış özerklikleri üzerinde tehdit oluşturan sermaye meselesini irdeliyor. Eserin kendi hakkındaki tefekkürü hem dünyaya açılımının koşulu hem de, kimi zaman, özgül bir müdahale yöntemi haline geliyor. 

Dördüncü bölüm ise kültürün ve bilginin ekonomisi üzerinde duruyor. Böylece, değer meselesini ve kimi eserlerin bununla cebelleşirken bizzat kendi tanımlarıyla yüzleşmek durumunda kalışını ele alan soruşturma, çağdaş siyasal iktisadın eleştirisi alanında sürdürülüyor. Bilişsel kapitalizmin, neoklasik akımın ve Marksist yönelimli çalışmaların tezlerinin çarpıştığı bu tartışma iktisadi ve toplumsal meselelerin, siyasal ve antropolojik kapsamlarıyla eklemlendiği geniş ve çoklu boyutlar sunuyor. Bu alanda geliştirilen analizler yenilenmiş bir angajman sorunu şeklinde tekrar çağdaş sanatçıların ve izleyicilerin karşısına çıkıyor.

Çeviri: Uraz Aydın

Bu metin yazarın L’Or des images, Art-Monnaie-Capital [İmgelerin Altını, Sanat-Para-Sermaye] isimli kitabının (La Ville Brûle, 2014) giriş kısmının tercümesidir. Kaynak www.contretemps.eu

Bu çeviri ilk olarak e-skop’ta yayımlanmıştır.

Görsel: Quentis Metsys, “Tefeci ve Karısı”, 1514, detay.

(1)  Mizanabim veya mise en abyme çeşitli sanat dallarında bir anlatının veya imgenin içine yine kendisini yerleştirmeye dayalı bir tekniktir (film içinde film yahut resim içinde resim gibi). Burada kendisi de değer içeren bir eserin içinde değerin temsil edilmesine gönderme yapılıyor – ç.n.