Geçtiğimiz günlerde Paris’te düzenlenen ve Orhan Pamuk ve Nilüfer Göle gibi isimlerin konuşmacı olarak katıldığı bir panelde sorulan bir soru üzerine Yetmez Ama Evet tartışması yeniden gündeme geldi. 12 Eylül 2010 anayasa değişikliği referandumunda, AKP iktidarı tarafından önerilen birtakım değişikliklerin demokratik gelişme açısından olumlu olduğunu, genel olarak değişiklik paketinin tam bir demokratikleşmeye yetmediğini, ama buna rağmen referandumda evet diyeceklerini ilan eden sol liberaller, sosyalist çevreler, liberal sağcılar ve siyasal İslamcılar Yetmez Ama Evet sloganı etrafında bir araya gelmişti. Ancak, Yetmez Ama Evet, sadece oy rengini belli etme sloganı değil, çeşitli etkinlikler düzenleyen, belli bir siyasi takvim çerçevesinde ilerleyen ve bileşenlerinin ortak mesai yaptığı etraflı bir kampanyaydı. Aynı çevreler aynı dönemde Darbelere Karşı 70 Milyon Adım isimli kampanyada da bir arada çalışıyor, Ergenekon ve Balyoz davalarının ardından iktidarın ihtiyacı olan darbe histerisinin canlı tutulmasında rol sahibi olmaya çalışıyordu. Bütün bunların sonunda, evet oyunun önde çıktığı seçimlerin ardından, Erdoğan balkon konuşmasında (pankartları AKP İstanbul İl Örgütü organizasyonuyla asılan) Yetmez Ama Evet kampanyasına teşekkür ediyordu.
11 yıl sonra siyaset sahnesi artık bambaşka. Artık kimse AKP’den bir demokratikleşme beklemiyor, aksine 11 sene önce AKP’de demokratik olanaklar görenler bugün bu iktidarı tanımlamak için totalitarizmden Erdoğanizme, diktatörlükten faşizme kadar birçok kavramı yardıma çağırıyor. O dönem, AKP’nin siyasi hegemonyasının kurulmasında, bürokratik hâkimiyeti ele geçirmesinde mütevazı bir payı olan Yetmez Ama Evet kampanyasının bileşenleri ise muhalifler tarafından bütün bunların sorumlusu olarak lanse ediliyor. Bizce bu aşırı bir eleştiridir, AKP’nin iktidarını pekiştirmesi bir dizi mücadelenin ve kırılmanın ürünüdür. Referandum da bu aşamalardan biridir elbette, tıpkı “demokratik” denilen 2002-2010 dönemini de kapsayan ve bugüne kadar hız kesmeyen neoliberal otoriterliğin taşeronlaştırma, özelleştirme, güvencesizleştirme, soylulaştırma, ekolojik talan vb. uygulamalarının da mevcut rejimin yerleşmesinin asli yapı taşları olduğu gibi. Dolayısıyla YAE’nin eleştirisi, hele de o dönem için, kapitalist tahakkümün bu unsurlarını zerre kadar umursamayan ve liberal solun bir çeşit düşman kardeşini oluşturan ulusalcılığın eleştirisiyle birlikte düşünülmelidir.
Öte yandan YAE örneği, sadece referandumla sınırlı bir yanlış tutum değil, 1980 sonrası hâkimiyetini artıran sol liberalizmin pratik bir tezahürüdür. Marksist yöntemden ve sınıf mücadelesinden uzak, liberal kavram setleriyle toplumu anlamaya ve dönüştürmeye çalışan ve hatalarını kıskançça sahiplenen sol liberalizmin geleceğinde daha birçok potansiyel YAE yatıyor. Bunu bugün başta CHP olmak üzere muhalefet içerisinde gelişen liberal dalgadan da kestirmek mümkün. 2010’da AKP’nin entelektüel-kültürel bagajını dolduranlar, bugün ellerinde analizleriyle CHP’nin kapısında bekliyor. Bunun sosyalist sol için de tehlikeler barındırdığı yakın geçmişimize bakılarak anlaşılabilir.
Bundan dolayı, YAE olayını ve sol liberalizmi basit bir günah keçisi bulma ya da intikam arzusunu doyurma motivasyonuyla değil, Marksist bir yöntemle hem tarihselleştirerek hem de sınıf mücadelesinin ve siyasal-toplumsal güç ilişkilerinin bağlamına oturtarak tartışmak gerekiyor. Sosyalist Demokrasi için Yeniyol o vakitler hem yayınlarıyla hem de İstanbul, Ankara, İzmir’de “Sol, Liberalizm ve Diğerleri” adı altında çeşitli toplantılarla bu tartışmayı, sosyalist hareketin yeniden inşasını kerteriz alarak sürdürmeye gayret etti. Bu meselenin tekrar gündeme gelmesi vesilesiyle, bugün İmdat Freni’nin editörlüğünü yapan Uraz Aydın’ın, tam da referandum gündeminin olduğu 2010 yılında, Yeniyol dergisinde (Güz 2010, Sayı: 39) çıkan ve sol liberal tezleri tartışan iki yazısını birleştirerek yayımlıyoruz
İmdat Freni
“Beklenti ufkunun daralması”. Daniel Bensaïd 20. yüzyıl boyunca toplumsal özgürleşim hareketlerinin yaşadığı tarihsel yenilgilerin sonucu olarak, yüzyıl sonunda eleştirel düşünceye hâkim olan iklimi bu sözlerle ifade eder[1]. Solun çeşitli akımları bu yönelişten farklı biçimler ve düzeylerde etkilense de, büyük bir çoğunluğu için bu bir deradikalizasyon süreci olarak yaşanır. Böylece, kimileri için “üçüncü yol”un ve egemen düzenin “sosyal-liberal” yönetimi çağı başlarken, diğerleri için –bir öncü olarak– Avrokomünizmin, sosyal-demokratlaşmış Komünist Partilerin, postmarksizmin, radikal demokrasinin, “yeni zamanların” ve türlü türlü postmodernizmin dönemine girilir. Bu deradikalizasyonun başlıca teorik-politik momentleri iki genel eğilimde bulunmaktadır:
- Sınıf siyasetine ve bir egemenlik ve sömürü biçimi olarak kapitalist üretim biçiminin eleştirisine (ve dolayısıyla “totalite” kavramına) mesafe almak –yahut bunlardan tümüyle kopmak. Buradaki temel dayanak ise işçi sınıfının yok olmaya yüz tutması veya sınıf tahakkümünün, “yeni toplumsal hareketler” tarafından sorunsallaştırılan diğer baskı biçimlerinden (etnik, cinsel, ırksal…) yalnızca biri olmasıdır.
- Her türden sınıf içeriğinden soyutlanmış biçimsel (liberal) demokrasinin fetişleştirilmesi ve daha “radikal” olanlar açısından mevcut demokrasinin “genişletilmesi” veya “derinleştirilmesi” yoluyla sosyalizme doğru yol alınması perspektifinin benimsenmesi –ki bu da söz konusu iki düzen arasında bir kopuştan ziyade bir çizgisel devamlılık ilişkisinin var olduğu varsayımına dayanır.
Elbette Türkiye sosyalist hareketi de bu türden bir dönüşümden kaçınamadı. Böylesi bir dönüşüm, yani sol içerisinde liberal-demokrat bir söylemin ortaya çıkışı, neoliberalizmin dünya çapındaki ideolojik ağırlığı kadar Sovyet İmparatorluğu’nun bürokratik diktatörlüklerinin yıkılarak mevcut üretim biçiminden çıkmayı hedefleyen her türden projenin geniş kitleler açısından inandırıcılığını yitirmesinden kaynaklanmaktadır. Fakat bu iki tarihsel mağlubiyetin –ki Doğu Bloğu’nda ve SSCB’de yıkılan rejimlerin 1920’lerin ortasında başlayan bir bürokratik karşı-devrimin ve dolayısıyla çok daha eskiye dayanan bir yenilginin ürünü olduğunu geçerken belirtelim– sebep olduğu hayal kırıklığı ve moral yitimine, Türkiye’deki devrimci hareketi, Juggernaut’un arabası misali tekerleri altında ezip geçen 12 Eylül 1980 askeri darbesinin de yarattığı etki eklenir.
Askeri darbe karşısındaki bu siyasal yenilgi ve hegemonya kaybı, neoliberal politikalar aracılığıyla sermayenin saldırısı karşısındaki toplumsal yenilgi ve Turgut Özal’ın pragmatizminin damgasını vurduğu ve ordunun hala ağırlığını hissettirdiği kısmi demokratikleşme koşulları altında sol entelijensiyanın bir kesimi demokrasi kavramını, batı toplumlarında sivil toplumun yerini ve Türk toplumunda devletin ve ordunun rolünü yeniden düşünme ihtiyacını hisseder. Bu tefekkür süreci aynı zamanda Türkiye sosyalist hareketinin geçmişinin ideolojik ve politik eleştirisini ve hedeflerinin yeniden tanımlanışını içerir. Bu çeşitli öğelerin eklemlendiği demokrasi söylemi 80’li yıllar boyunca çeşitli çalışmaların yanı sıra, özellikle Yeni Gündem dergisi aracılığıyla geliştirilir ve yaygınlaştırılır. 1980’de kapatıldıktan sonra 1989’da yeniden yayımlanmaya başlayan Birikim de uluslararası düzeydeki benzer tartışma ve arayışları aktararak bu tefekkürün gelişmesine katkıda bulunur. Fakat medya endüstrisinin gelişmesiyle, gazete sayılarının artışıyla ve köşe yazarı figürünün bir kamusal aydın olarak belirişiyle bu “demokratik söylem” hegemonyasını entelektüel çevrelerde, ama aynı zamanda da yeniden şekillenen sosyalist hareket içinde oluşturmaya başlar. Şunun da altını çizmek gerekir ki bu hegemonik söylemin doksanlı yıllarda sol içinde yeni bir hâkim kod olarak kendini dayatabilmesinde, andığımız demoralizasyon etkenlerinin yanı sıra Batılı/liberal tipte bir demokratikleşmeyi ve silahlı kuvvetlerin siyasal alan üzerindeki ağırlının zayıflamasını daha inandırıcı ve gerçekleşebilir kılan Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne adaylığı çerçevesinde oluşan yeni hegemonik projenin de belirleyici bir etkisi olmuştur.
AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte yeni bir sekans açılır. Bugüne dek cumhuriyetçi-Kemalist merkez tarafından bastırılmış olan “çevre”, AKP’nin şahsında memleketi demokratikleştirebilecek, sıkça kullanılan bir ifadeyle “normalleştirecek” bir özne olarak görülür. Böylece sol içinde de taşlar yeniden dizilmeye başlanır. Bir yandan “liberal demokrat” söylem ve perspektif sol cenahta mevzi kazanırken, iktidar partisinin İslami kimliği karşısında Kemalist-ulusalcı sol da tabanını genişletmeye başlar. Öte yandan 2001 krizinin etkisi ve AKP’nin neoliberal saldırganlığıyla birlikte sosyalist hareketin kayda değer bir kısmı da doksanlı yılların “düzen içi demokratikleşme” ekseninden sıyrılıp “sınıf meselesini” ve antikapitalist mücadele hattını tekrar gündeminin merkezine oturtur. Bugün halen bu sekans içinde bulunuyoruz ve 12 Eylül 2010 Referandumu (ve onu önceleyen süreç) bunun en mühim uğraklarından birini oluşturur. Örgütsüz solcuların ve aydın çevrelerinin ötesinde “muhafazakâr-liberal” hegemonyanın çekim kuvveti, bu son süreçte sosyalist hareketten doğrudan örgütlü unsurları da koparmayı başarmıştır.
Öte yandan doksanlı yılların başından beri, sola yeni bir perspektif benimsetme derdinde olan bu “yeni siyasal kültür”, kendi ideolojik aygıtlarını da edinme çabası içinde olmuştur. Cumhuriyet, Yeni Yüzyıl, Yeni Binyıl ve Radikal ile Radikal İki gibi denemelerin ardından, Taraf gazetesiyle birlikte bu siyasal eğilim, Holding basınının sunduğu zeminlerde, söyleminin muğlaklaşmasına yol açan uzlaşmalardan sıyrılarak, kendi yayın organını edinmiş oldu. Bunun yanı sıra, hükümete yakın çevrelerin de giderek medyanın önemli bir kısmını kendi denetimine geçirmesiyle birlikte bu mecralar da mevcut iktidar söylemine eklemlenmiş biçimde liberal demokrat dilin yayılabileceği alanlar halini almıştır. Böylece liberal sol eğilim, tabiri caizse bundan böyle kendi kurumlarıyla birlikte (parti, gazete…) siyaset sahnesinde yer alacaktır.
Tarih, Hegemonya ve Aşamacı Strateji
Daha tatmin edici bir kavram henüz bulunmadığı için liberal sol olarak adlandırmaya devam ettiğimiz bu kesimin, stratejik yönelimini belirleyen mevcut siyasal-toplumsal çatışma dinamiklerine dair okuması; “askeri vesayet rejimi”ni tanımlarken Türkiye militarizmine ve Kemalizm’e dair yaptığı analiz; veya son dönemde artık iyiden iyiye pervasızlaşan bir üslupla hakaret diline bürünen Türkiye’deki devrimci geleneklerin eleştirisi gibi söyleminin başlıca unsurlarının temelinde belirli bir tarih kavrayışı yatmaktadır. Bu gayet doğaldır, zira Guy Debord’un da vurguladığı gibi tarih anlayışıyla stratejik akıl birbirine yakından bağlıdır. Dolayısıyla bugün iman edilen demokratikleşme perspektifiyle cebelleşirken, aynı zamanda dayandığı bu tarih okumasının da çelişkilerini, tutarsızlıklarını ve sınırlarını görünür kılmak elzemdir.
Bir Siyasal Söylemin Tarihyazımsal Dayanakları
Kökenleri ve kullandığı kavramsal alet edevatı daha eskilere dayansa da, “devlet-merkezli” diyebileceğimiz bu tarih analizi seksenli yıllardan itibaren hâkim hale gelmiştir. Kısaca özetlemek gerekirse bu türden bir okumanın temelinde Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınmış bir “güçlü devlet geleneğinin” varlığı yatmaktadır. Bu geleneğin sivil toplumun ve piyasanın gelişimini engellediği ve dolayısıyla Türkiye’nin demokratikleşmesi önündeki temel engeli oluşturduğu varsayılır. Şerif Mardin’den İdris Küçükömer’e, Metin Heper’den Çağlar Keyder’e, Ahmet İnsel’den Ayşe Buğra’ya, Murat Belge’den Levent Köker’e farklı siyasal yaklaşımlara sahip olan çeşitli tarihçi ve sosyal bilimcilerin çalışmalarında bu türden bir yaklaşımın örnekleri görülebilir.
Osmanlığı İmparatorluğu ve modern Türkiye arasında devletin temel özellikleri ve toplumla ilişkileri açısından bir tarihsel sürekliliğin var olduğu fikri birbirine karşıt olarak sunulan devlet/(sivil) toplum, merkez/çevre, burjuvazi/bürokrasi ve nihayet siyasal alan/ekonomik alan gibi kavram çiftlerine dayanmaktadır. Osmanlı İmparatorluğunda bir “güçlü devletin” varlığına dair tez, onun Batı devletlerinden farklılığının ve tarihsel gelişiminin kapitalist üretim biçiminin ve temsili demokrasinin yerleşmesine yol açan Batı feodalizmininki karşısındaki özgüllüğünün altını çizmek için kullanılır. Güçlü devlet geleneği argümanı öncelikle Alman sosyolog Max Weber tarafından oluşturulan “patrimonyalizm” kavramına dayanmaktadır[2]. Patrimonyal devlet söylemi, aynı zamanda Asya Tipi Üretim Tarzı olarak da anılan Osmanlı İmparatorluğundaki devlet mülkiyeti sisteminin analizinden yola çıkmaktadır. Ahmet İnsel’e göre devletin yeniden üretim sistemini oluşturan ve “feodalizmin çok uzağında bulunan” bu devlet mülkiyeti, miras yoluyla zenginleşmeye olanak yaratmadığından kalıcı ve babadan oğla geçen bir soyluluğun oluşması imkânsızdı.
Zanaatkârlığın ve ticaretin de özerkleşme imkânlarını ortadan kaldıran patrimonyal devlet, sermaye birikimini ve her türden ekonomik gelişmeyi de engellemenin yanı sıra, şehirlerin özerklik kazandığı ve yerel meclislerini oluşturduğu Batı’dakinin aksine çoğul iktidar merkezlerini de kabul edemezdi. Böylece patrimonyalizmin tarihsel yapıları modern Türkiye’de de varlığını sürdürmüş ve Cumhuriyet devletinin hareket alanını ve stratejilerini belirlemiştir. Osmanlı toplumunda egemen olan siyasal ilişkileri “çevrenin olası özerkliği karşısında merkezin durup dinlenmeden verdiği bir mücadele” olarak niteleyen İnsel, bu ilişkilerin Cumhuriyetin siyasal sisteminde de mevcut olduğunu ekler: “Osmanlı Devleti gibi Cumhuriyet Devleti de hiçbir meşru özerklik alanı ve toplumsaldan doğan çevresel eylemler için hiçbir potansiyel güç bırakmıyordu”[3].
Ekonomik gelişmeyi, sermaye birikimini, sivil toplumun özerkleşmesini engelleyen ve temel çatışmanın merkez ile çevre arasında bulunduğu bir patrimonyal devlet teziyle uyum içinde, burjuvazinin Cumhuriyet devleti karşısındaki zayıflığı ve bağımlılığı da devlet-merkezli yaklaşımların temel argümanlarından biridir. Terminolojik farklılıklara karşın, bu argümanı yukarıda andığımız yazarların çalışmalarında görebiliriz[4].
Bunlarda iki nokta ön plana çıkar. İlk olarak, tâbi, zayıf, devlete bağımlı, “sivil toplum kurma hakkından vazgeçmiş”, “kendisine atfedilen devrimci iradeden” yoksun kalmayı dert etmeyen (Keyder), “girişim özgürlüğü konusundaki mitsel liberal söylemi”yle çelişki içinde bulunan (İnsel), bürokrasi tarafından benimsenen ekonomik stratejilere kendi çıkarlarını ve ihtiyaçlarını dâhil ettiremeyen bir burjuvazinin varlığı. İkincisi, Osmanlı patrimonyal devletinin ve burjuvaziye karşı tutumlarının (“geleneksel şüphe”) mirasçısı; bir “ara sınıfın” yaratılması gerekliliğinin bilincinde olmakla beraber, iktidarını ve gelirlerini paylaşmak durumunda kalması çekincesiyle, ekonomik alandan elini çekmeyi kabul etmeyen; burjuvaziyi kendi denetimi altında tutmaya çalışan ve onun tarafından iktidardan uzaklaştırıldığı takdirde de askeri kanadı aracılığıyla müdahale eden, “bir devlet sınıfı” (Keyder) olan bir bürokrasinin varlığı.
Fakat şunu da belirtmeliyiz ki bu entelektüeller tarafından formüle edilen Kemalist rejim analizleri –tarihsel maddeciliğe olan yakınlık veya uzaklık derecelerine göre– kimi zaman sınıfsal analiz unsurları veya referansları ihtiva edebilir. Ne var ki bu durumlarda bile devlet-toplum paradigması belirleyici olmayı sürdürüyor ve sınıfsal bölünme ve çelişkiler meselesi, tarihi devlet ile özerkleşmeye çalışan bir sivil toplum arasındaki mücadele olarak algılayan liberal tarihyazımı yönteminden ileri gelen genel analiz çerçevesine eklenen unsurlardan biri olmaktan öteye gitmiyor.
Bu otoriter modernleşmenin temel aktörlerinden olan ve yirmi yılda üç askeri müdahale gerçekleştirmiş olan silahlı kuvvetler de Kemalist rejimin sorgulanışındaki temel unsurlardan biri. Bu eleştirilerde Türk Silahlı Kuvvetleri Türkiye’de demokratik bir rejimin kurulmasının önündeki başlıca engel olarak kavranıyor. Böylece her askeri müdahale ve darbe, askeri bürokrasinin iktidarını kaybetmemek için sivil toplumun özerkleşmesini engelleme arzusu olarak ele alınıyor. Türk militarizminin otoriter karakteri konusunda son derece radikal olan bu eleştiriler, ordunun sivil siyaset (ve toplum) karşısındaki baskıcı ve sınırlayıcı eylemlerini açıklamak için süreklilik tezine (“patrimonyalizm”, “devlet geleneği”) başvurmaktadır.
Bugün egemen tarihyazımı hâlâ devlet-merkezli yaklaşımınki olmaya devam ediyor. Bu söylem hegemonyasını büyük oranda “başat toplumsal çelişkinin üreten ve artığa el koyan sınıflar arasında değil, artığa el koyan kesimlerin kendi aralarında olduğunu gösterme çabasının”[5], sınıf politikalarına son vermeye dönük hegemonik projeyle yakınlık taşımasından kaynaklanmaktadır. Böylece tarihsel gelişme içinde ezilen sınıfların rolü, siyasal duruma müdahale etme ve tarihin seyrini değiştirme kapasiteleri bu söylem çerçevesinin dışında kalmaktadır.
Devlet Geleneği ve Sivil Toplum: Analiz Çerçevesi mi Hegemonik Söylem mi?
Peki ya tarihi bu şekilde yorumlamanın kendisi, tahakküm sorununu aydınlatmak yerine, başka bir tahakkümü doğallaştırmanın bir parçasıysa? Bu tarih okuması çok incelikli bir tespitle Galip Yalman tarafından “muhalif fakat hegemonik” olarak tanımlanır. Muhalifliği, özerk, kendi rasyonalitesine ve çıkarlarına sahip, toplumdan kopuk ve onun taleplerini kale almayan ve Osmanlı imparatorluğundan beri değişmemiş olan bir “güçlü devlet” imgesine karşı konumlanışından ileri gelmektedir. Hegemonik boyutu ise bir yandan bu imgenin gerçek olduğuna inandırmasından kaynaklanmaktadır; öte yandan da piyasayı ve sivil toplumu devletten bağımsız ve bireysel özgürlüklerin gerçekleştiği alanlar olarak tarif ederek kamuoyunun inşasında belirleyici bir pozisyona sahip oluşuna dayanmaktadır[6]. 24 Ocak kararlarıyla birlikte başlayan kapitalizmin yeniden yapılandırılması sürecine paralel olarak, Türkiye’de devlet ve toplum ilişkilerinin tarihine dair bu okuma neoliberal projenin meşrulaştırılmasına doğrudan katkıda bulunmuş ve devletin yeniden şekillendirilmesine yönelik ideolojik taarruza dahil olmuştur[7].
İsmet Akça’nın da belirttiği gibi “devlet-merkezli fakat devlet karşıtı bu hegemonik söylem”, devleti bir toplumsal ilişkiden ziyade “toplumun dışında ve üstünde” bulunan bir “kendinde tümlük” olarak tanımlayarak hem liberal demokrasinin siyasal pozisyonlarıyla hem de neoliberalizminkilerle bir paralellik arz etmektedir. Çünkü her ikisi de sınıf iktidarı ilişkilerini analiz çerçevesinin dışında tutarak devleti ve toplumu “ontolojik açıdan farklı tümlükler” olarak kavrarlar. Böylece devlet iktidarın alanı, toplum ise özgürlüğünki olarak fetişize edilir.[8]
Osmanlı İmparatorluğunda devletin doğası ve toplumla ilişkilerinin özgüllüğü konusundaki söylemin temel sorunlarından biri de bir “yokluklar tarihi” olarak sunulmasıdır[9]. Toplumsal sözleşmenin, sivil toplumun özerkliğinin, sermaye birikiminin ve toplumsal sınıfların yokluğu üzerinde duran bu söylem esasında Osmanlı-Türkiye tarihini “normal” olarak addedilen Batı tarihinden bir sapmanın tarihi olarak anlatmaktadır. Bu yaklaşım esasında hem teleolojikbir tarih anlayışına dayanmaktadır hem de Avrupa’nın sosyal, ekonomik ve siyasal gelişimini temel referans noktası olarak alıp, Osmanlı İmparatorluğunu bunun üzerinden tanımlamakla Avrupa-merkezci bir bakışa da sahiptir. Öte yandan “yukarıdan” gerçekleşen Avrupa devrimlerini göz önünde bulundurmayarak Avrupa tarihine dair idealist ve normatif bir kavrayışın ürünüdür[10]. Bu idealizmi çok net biçimde “zayıf burjuvazi” tezinde görüyoruz. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, burjuvaziyi devlet karşısında zayıf ve bağımlı olarak betimleyen devlet-merkezli okumalara karşı çıkan ve tarihsel maddeciliğin yöntembiliminden esinlenen çeşitli çalışmalar da mevcuttur. Bu analizlerde Cumhuriyet rejiminin siyasal-ekonomik dönüşümleri çeşitli (bürokratik ve siyasal) elitler arasında bir mutlak karşıtlık ilişkisi üzerinden değil, sınıf (ve sınıf fraksiyonları) arasında çatışma ve işbirliği, birikim stratejileri, iktidar blokları ve hegemonik projeler çerçevesinde incelenir. Türkiye’nin tarihsel gelişimine dair yer yer farklı değerlendirmeler ihtiva etse de bu çalışmalar bürokrasiyle kimi zaman çatışmalı ilişkilere rağmen burjuvazinin zayıf ve devlete bağımlı değil, tam tersine hegemonyayı ele geçirmek ve sermaye birikimini denetlemek için kendi aralarında da bir mücadele içinde olan fraksiyonlarının, çeşitli dönemlerde iktisat politikalarının formüle edilmesi ve benimsenmesinde aktif olduğunu göstermektedirler. Fakat, son dönemde Ömer Laçiner tarafından tekrar gündeme getirilen ve bugün AKP’nin temsil ettiği iddia edilen bir “otantik burjuvazi”den farklı olarak Türkiye’nin geleneksel büyük burjuvazisinin “zayıf” ve devlete bağımlı olduğu tezinin içerdiği normatif boyuta geri dönersek, burada burjuvaziye, tarihsel gerçeklikle hiçbir biçimde örtüşmeyecek idealize edilmiş bir rol atfedildiğini söylemek gerekir. Yukarıda vurguladığımız gibi Hollanda, İngiliz ve Fransız devrimleri referans alınmakta ve tarihsel gelişim aynı yolu izlemediği takdirde bunun bir sapma olduğu, burjuvazinin görevlerini yerine getirmediği, örneğin sivil toplumu kurmadığı veya kendi doğal ideolojisi sayılan liberal-demokratlığın taşıyıcısı olmadığı ileri sürülmekte. Böyle baktığınız vakit, otantik bir burjuvazinin varlığı da ancak sözü edilen ülkelerle sınırlı olmaktadır. Öte yandan sınıfların oluşumunda devletin her daim önemli bir rolü olmuştur, özellikle de Sungur Savran’ın vurguladığı gibi, ticaret sermayesinin sanayi sermayesine dönüşümünde. Bu özel sermaye birikimine dönük bu türden devlet müdahalelerini, ucuz İngiliz mallarına karşı yüksek gümrük tarifelerinin uygulandığı Fransa ve Almanya’nın yanı sıra çok daha belirleyici bir rol oynadığı Polonya, Rusya’da görebiliriz[11]. Fakat bizzat sanayinin devlet tarafından kapitalist temeller üzerinde kurulmasına Japonya’da tanık oluruz, ki çeşitli Latin Amerika ülkeleri de benzer bir yolu izleyecektir. Bu durumda dünya ülkelerinin ezici bir çoğunluğu hâlâ burjuva demokratik devrimini gerçekleştirecek bir otantik burjuvazi arayışında demektir!
Merkez/çevre ve devlet/toplum kavram çiftlerine bakarsak, esas sorun bu unsurlar arasında bir dışsallık ilişkisi olduğunun varsayılmasıdır. Böylece devlet toplumsal mücadelelerden ve toplumsal üretim ilişkilerinden bağımsız olarak düşünülmekte, bu ilişkilerin farklı siyasal, ekonomik ve ideolojik momentleri arasındaki bağlar analiz çerçevesine sokulmamakta[12]. Kapitalist üretim biçiminde ekonomik alan ile siyasal alan birbirinden farklılaşmış olsa da birincisi ikincisinin varlığına muhtaçtır ve üretimin örgütlenmesi, artığa el konulması ve meta mübadelesi açısından devletin tahakküm mekanizmalarına ve hukuki işlevlerine dayanmaktadır. Dolayısıyla devlet, üretim ilişkilerini yansıtmanın da ötesinde, bu ilişkiler siyasal ve hukuki biçimler aldığı ölçüde üretim biçimine dahildir, onun bir kurucu unsurudur[13]. Sivil toplum da, özel mülkiyet ilişkilerinin ve sömürünün gerçekleştiği bir tahakküm alanı olması elbette es geçilerek, özgürlüklerin alanı olarak sunularak, iktidarın –veya siyasal olanın– müdahale etmediği/edemeyeceği bir alan olarak fetişize edilir. Bu yaklaşım da devletin ve kurumlarının ekonomi üzerindeki denetim alanını sınırlayan, onu toplumsal sorumluluk ve görevlerinden kurtaran ve böylece ekonomik olanı siyasal alandan çıkaran neoliberal modelle uyum içindedir. Dolayısıyla devlet ile sivil toplum arasındaki katı ayrım esasında bir hegemonik söylem unsuru, bir “ideolojik operatör” olarak işlev görmektedir[14].
Türkiye’de sivil toplum söylemine devlet tarafından da sahip çıkılması, önceleri devlet tarafından yapılan kutlamaların doksanlarda sivil toplum örgütleri tarafından devralınması –örneğin Cumhuriyet’in kuruluşunun 75’nci yılı[15]–, esasında sivil toplumun gelişiminden ziyade devletin “sivil bir imaj” benimsemesinin ürünüdür. Artık yalnızca baskıcı yollarla kendi iktidarını ve tahakkümünü sürdüremeyen devlet açısından hedef, cumhuriyetin, Kemalizmin veya milliyetçiliğin yalnızca devletin değerleri değil, bizzat sivil toplum tarafından savunulan değerler olduğunu gösterebilmekti[16]. Bu, devlet ve sivil toplum ayrımının sözü edildiği kadar katı olmadığını, esasında bu iki alanın iç içe geçtiğini ve bu alanların dışsallığı kavrayışının, bizzat bu iç içe geçiş sayesinde devlet iktidarının yeniden üretimini sağlayan bir hegemonik söylem olduğunu göstermektedir.
Merkez/çevre ikiliği de benzer türden metodolojik sorunlar barındırmaktadır ve sabit ve ayrı iki tümlük arasında daimi bir dışsallık ilişkisini varsaydığı ölçüde özcü ve düalist[17] bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir. Ayrıca, toplumsal güç ilişkilerini coğrafi bir metafor ve uzamsal bir hiyerarşi üzerinden tanımlamaya çalıştığı için devlet/sivil toplum kavram çiftinden daha da muğlak ve belirsizdir. Merkez neye tekabül etmekte ve ne ölçüde devlet yapısından ayrılmakta? Merkezi eğer iktidar alanı olarak görürsek, bu alan yegâne iktidar alanı mıdır? Yoksa Suavi Aydın’ın ifade ettiği gibi devletle temas halinde olan ve devletin kendi tahakkümünü sürdürmek ve uygulamak için uzlaşma arayışında olduğu bir merkezler ve yerel iktidarlar çoğulluğu mu söz konusudur[18]? Bu kavramlar ve karşıtlık üzerine kurulu ilişkiler Akça’ya göre daha çok bir soyutlama, toplumsal üretim ve iktidar ilişkilerinin karmaşıklığını kavramaktan uzak ve toplumsal gerçekliğin oluşturucu unsur ve süreçlerinin içine sokulmaya çalışıldığı bir kuramsal kurgu olarak görünmektedir. Bu bağlamda, Akça bu dikotominin inşasını özgül bir iktidar söylemi olarak tanımlamayı önerir: “Eğer her hegemonya projesi, her iktidar söylemi, aynı zamanda siyasal çatışmanın temel eksenini de tanımlama konusunda bir mücadeleyse, her biri ‘çerçeveleme’ mekanizmasına dayalıdır”. Toplumsal gerçekliğin merkez/çevre dikotomisi üzerinden çerçevelenmesinde bir yandan siyasal çatışmalar tek bir boyuta indirgenmekte, öte yandan da diğer toplumsal ve siyasal iktidar ilişkileri ve özellikle de sınıf ve sınıf fraksiyonları üzerine kurulu olanlar analizin dışında bırakılmaktadır. Bu dışsallık ilişkisi esasında merkez ve çevre olarak adlandırılan alanların karşılıklı olarak birbirlerini nasıl oluşturduğunu gizlemekte ve aynı zamanda da çeşitli iktidar söylemleri ve hegemonik projelerin merkez ve çevre ayrımını aşan toplumsal süreçler içinde üretildiğini de gözden uzak tutmaktadır[19].
Medeniyet Krizi ve İlerlemeciliğin Sınırları
Devlet-toplum paradigmasına dayalı ve metodolojik sorunlarını tartıştığımız bu tarih anlayışı, liberal sol tarafından sahiplenildiği ölçüde, elbette ki siyasal strateji açısından da sorunlar içermektedir. Çünkü “sol”dan bakıldığında, Osmanlı İmparatorluğundan bugüne gelmiş olan bu güçlü devlet geleneği ve kurumları tasfiye edildikten sonra, yani “otantik” bir burjuva demokratik devrimi gerçekleştikten sonra ancak daha eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumun mücadelesini verilebilir. Yani sosyalizmi ilgilendiren meselelere geçmeden önce, Türkiye toplumunun ve devletinin Tarih’in “normal” güzergâhına katılması, Batılı anlamda bir demokratik uygarlık seviyesine ulaşması, Murat Belge’nin deyişiyle “sağlıklı dünya”nın bir parçası haline gelmesi gerekmektedir.
Bu anlayış sosyalist hareketler tarihinin hiç de yabancısı olmadığı, tarihi geçilmesi zorunlu aşamalara bölünmüş çizgisel-mekanik bir ilerleyiş olarak okuma alışkanlığına dayanmaktadır. Esasında, bu tarih okuması tüm bir 20. yüzyıl boyunca, liberal solun kendisini dikkatle ayrıştırmaya çalıştığı, II. ve III. Enternasyonalleri kapsayan sosyalist geleneğe hâkim olmuştur. Örneğin, 1905 devrimi sırasında Menşeviklerle Bolşevikler işçi sınıfının burjuvaziyle mi yoksa köylülükle mi ittifak yapması gerektiği konusunda ayrışsa da her iki akımın da paylaştığı ortak kanı bunun her halükârda bir demokratik devrim çerçevesini aşmayacağıydı. Fakat Ekim Devrimi’nin gösterdiği gibi, burjuvazi artık bir demokratik devrim gerçekleştirecek konumda değildi, demokratik bir devrimin gereklilikleri de ancak emekçi sınıfların kapitalizmi tasfiye etmeye dönük bir hamlesiyle yerine getirilebilirdi. Nisan Tezleri’yle Lenin ve sürekli devrim kuramı ve eşitsiz ve bileşik gelişme yasasıyla Troçki bir anlamda bu tarih okumasından stratejik düzeyde bir kopuş gerçekleştirse de, bu iki şahsın görüşleri çok kısa bir zaman boyunca hâkimiyet kurabilmiştir (1917-1924). Rus Marksizminin dışında ise bu türden bir okumayı sorunsallaştıran teorisyenler ve düşünürlerin içinde R. Luksemburg, Jose Carlos Mariategui, K. Korsch, A. Gramsci, G. Lukacs ve, kaçınılmaz olarak, Walter Benjamin’i sayabiliriz.
Fakat bu ilerlemeci tarih kavrayışının somut düzeyde en ağır sonuçları Stalinist Komintern’in yöneticileri tarafından “aşamalı devrim” kuramının şekillendirilmesi ve uygulanması sonucunda oluşur. Bu doktrin bağımlı ülkelerin, sömürge ve yarı sömürgelerin önündeki tarihsel aşamanın burjuva demokratik devrimi olduğunu ve dolayısıyla bu ülkelerin komünist partilerinin “ilerici” burjuvaziyle (ve kimi zaman onun en radikal kanadı addedilen orduyla) ittifak yapması gerektiğini ileri sürer. Öncelikle 1925-1927 İkinci Çin Devrimi sırasında Çin KP’sinin Kuomintang’la ittifak kurması şeklinde uygulanan bu doktrin, “halk cephesi” veya “dört sınıf bloku” adı altında çeşitli ülkelerdeki ittifak stratejilerini de belirler. Burjuvazinin ilerici kanadına duyulan bu güvenin her seferinde işçi hareketi ve sosyalist hareket için ağır bir yenilgiyle ve kitle katliamlarıyla sonuçlandığını eklemeye gerek yok. Çin’in dışında İspanya 1936, Endonezya 1965 ve Şili 1973 bu konuda verilebilecek en dramatik örneklerdir.
Tabii işin bir diğer paradoksal boyutu, liberal sol tarafından savunulan bu aşamalı tarih anlayışının, demokratik aşamaya yüklenen anlam ve ittifak kurulacak özneler farklı olsa dahi, tam da Milli Demokratik Devrim anlayışından bugünlere kadar uzanan, Kemalist cumhuriyeti meşru bir aşama olarak kutsayan ulusal solla da aynı metodolojik eksene oturmasıdır[20].
Tarih’in her daim daha fazla özgürlüğe, daha fazla demokrasiye, daha “uygar” bir yöne ilerlediği, bizzat bu ilerleyişin kendisinin bir “norm” olduğu ön kabulüyle çevrenize baktığınızda, dünyanın sıhhati konusunda olumlu teşhisler koymak mümkün olabilir. Hele bugün, dünya çapında üç krizin, neoliberal kapitalizmin krizinin, gıda krizinin ve ekolojik krizin iç içe geçerek, insanlığı bir medeniyet kriziyle karşı karşıya bıraktığı koşullarda, ilerlemeci tarih anlayışını ve aşamalı devrim perspektifini savunuyor olmak, olsa olsa dikkafalı bir iyimserlikle açıklanabilir. Fakat ezilenlerin geleneğinin bize öğrettiği, esas “normun”, içinde yaşadığımız eşitsizliğe ve yabancılaşmaya dayalı “olağanüstü hâl” olduğudur; “ekonomik gelişme”nin sermaye birikimi tanrısına sunulan adaklarla beslendiğidir; egemenlerin uygarlık gördüğü yerde, ardında yatan barbarlığı teşhir etme zorunluluğudur. Dolayısıyla katılacak bir “sağlıklı dünya” kalmadı gibi dünyanın kendisi de çürümekte ve onunla birlikte ütopyayı hayata geçirecek zamansal ufkumuz da daralmakta.
Bütün bunlar genel olarak değerlendirildiğinde, küresel kapitalizmin ihtiyaçlarına ve yerel burjuvazinin bir fraksiyonunun çıkarlarına dayanarak kurumsal siyaset mekanizmaları aracılığıyla yukarıdan gerçekleştirilen reformlardan medet ummaktansa, kapitalizm karşıtı zeminde aşağıdan örgütlenen bir emek hareketinin her türden özgürleşmenin esas koşulu olduğuna inanan ve bu yönde bir mücadelede sebat etmeye niyetli sosyalist akımların, çok daha ciddiye alması gereken bir muarızı haline gelmiştir liberal sol. Bu perspektifle mücadele, bugün gazete sütunlarında veya internet sitelerinde rastladığımız “vülger antiliberalizmle” ve onun pratikteki yumurtalı-boyalı tezahürleriyle yürütülemez. Bu türden bir antiliberalizme kaymanın doğurabileceği temel sıkıntı, AKP’nin siyasal söylemine ve hamlelerine eklemlenen liberal sol pozisyonun müdahil olduğu demokratik ve siyasal haklar için mücadele alanını boş bırakmak ve “muhafazakâr-liberal” hegemonya karşıtlığı temelinde, sosyalistlerin laikçi-ulusalcı sol unsurlarla yan yana gelmesi ve hatta giderek benzer bir dil kullanması olur. Dolayısıyla “liberaller ne savunursa tersini yapalım” şeklinde özetlenebilecek ve şimdiden ipuçları görülen eğilime rağbet etmemek gerekir. Çünkü liberal-demokrasinin dili, aslında Yerdeniz’in ejderhalarının dilini andırıyor, “her biri bir gerçeği yansıtan ama hiçbiri bir yere varmayan ters sözcükler” üzerine kurulu bir dil. Dolayısıyla uğruna mücadele edilmesi gereken hakikatleri de içerebilir. Ne var ki hakikat karşısında Marksistlerin takındığı tutum, liberal-demokrasininkinden farklıdır. Zizek’in vurguladığı gibi, onlar için hakikati kim dile getirirse getirsin peşinden gitmeye değerdir. Marksistler içinse, hakikat nesnel bir kategori oluşturmaz ve toplumsal iktidar ve üretim ilişkilerini kapsayan totalite bağlamında değerlendirilmediği takdirde onu ifade etmek “hiçbir yere varmayan” bir dille konuşmaya benzer. Dolayısıyla militarizme karşı mücadele edilmesi gerekliliği bir “hakikati” ifade etse de bu yalnızca, liberal-demokratik bir perspektifte siyasal hakların genişletilmesi hedefiyle kendini sınırlamayıp, 12 Eylül’ün neoliberal taarruzdaki belirleyiciliğini de göz önünde bulundurmak ve antikapitalist bir yönelime sahip olmak durumundadır. Öte yandan, piyasa diktatörlüğü yahut ataerkil otoritarizm gibi başka türden tahakkümleri sorunsallaştırmayan veya doğrudan bunların öznesi olan kesimlerle yan yana gelerek onları meşrulaştırmak gibi bir eğilimden kaçınmak da zorundadır. Kaldı ki darbelere karşı her türden eğilimin yan yana gelebildiği cepheler örme stratejisine dair tartışma sosyalist harekette yeni değildir. Halk cephesi ve birleşik işçi cephesi tartışması doğrudan bu meseleyi gündeme getirir. Halk cephesinin fiyaskolarının dökümünü yapmaya gerek yok, ama sadece şunu hatırlatalım ki, devrimci Marksistler etten kemikten somut faşist rejimlere karşı bile burjuvazinin şu ya da bu fraksiyonun hakimiyeti altına girmeyi reddetmiş ve antifaşist mücadeleyi devrimci bir içerikle donatmaya çalışmıştır.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, Türkiye’ye özgü karakteristikleriyle birlikte, bugün yaşanan süreç, “beklenti ufkunun daralması” olarak değerlendirilebilirse, yani siyasal-toplumsal hedeflerde bir gerileme olarak tespit edilirse, bu türden bir akıma karşı esas mücadele, kapitalizme karşı yürütülen mücadeleden ayrılamaz. Şöyle ki, bugün bir tarihsel yenilgiler dizisinin ürünü olan bu siyasal eğilimle mücadele antikapitalist ve devrimci bir seçeneği tekrar inandırıcı kılmaktan, kitlelerin öz eylemliliğine dair güveni tazelemekten ve özgürlüğün krallığının tesis edildiği devletsiz, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyaya dair arzuyu kamçılamaktan geçer ki, bu da ancak bu perspektifle yürütülecek bir mücadeleyle sosyalist hareketin toplumsal tabanının genişletmesiyle, özörgütlenme ve özyönetim deneyimlerinin çoğalmasına katkıda bulunmasıyla mümkün olur.
[1] Daniel Bensaïd, “Les irréductibles, huit ans après”, http://www.preavis.net/breche-numerique/article408.html, Les irréductibles. Théorèmes de la résistance à l’air du temps (Paris: Textuel, 2001) kitabının Brezilya baskısına önsöz.
[2] Max Weber, Economie et société/1, Les catégories de la sociologie, Plon Pocket, 1995, s. 307-308
[3] Insel, La Turquie entre l’ordre et le développement, Paris: L’Harmattan, 1984, ss.33, 40-45, 222-224, 54-55, 223.
[4] M. Heper, Türkiye’de Devlet Geleneği, Istanbul :Doğu Batı Yayınları, 2006; Şerif Mardin, “Türkiye: Bir Ekonomik Kodun Dönüşümü” (1980), Türk Modernleşmesi, Istanbul :Iletişim, 2000; Ahmet Insel-Cengiz Aktar, « ‘Devletin Bekâsı’ İçin Yürütülen Çağdaşlaşma Sürecinin Toplumsal Sorunları », Toplum ve Bilim, 31/39, 1985-1987; Ahmet Insel, La Turquie entre l’ordre et le développement; Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, Istanbul: Iletişim, 2007; Ayşe Buğra, Devlet ve İşadamları, Fikret Adaman, Istanbul: Iletişim, 2007; Ayşe Buğra, “Political Sources of Uncertainty in Business Life”, Strong State and Economic Interest Groups. The Post-1980 Turkish Experience; A. Buğra, “Türk İşadamları ve Liberalizm”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 7, Liberalizm, Istanbul : İletişim, 2005, s.385-388.
[5] G.L. Yalman, “Türkiye’de Devlet ve Burjuvazi: Alternatif bir Okuma Denemesi”, Sürekli Kriz Politikaları, Türkiye’de Sınıf, İdeoloji ve Devlet, der: Neşecan Balkan ve Sungur Savran, Istanbul : Metis, 2004, s.50.
[6] Galip L. Yalman, “Hegemonya projeleri olarak devletçilik, kalkınmacılık ve piyasa”, Liberalizm, Devlet, Hegemonya, Ed. E. Fuat Keyman, Istanbul :Everest, 2002, s.316.
[7] G.L. Yalman, « The Turkish State and Bourgeoisie in Historical Perspective: A Relativist Paradigm or a Panoply of Hegemonic Strategies », The Politics of Permanent Crisis. Class, Ideology and State in Turkey, s. 23.
[8] Ismet Akça, Militarism, Capitalism and the State: Putting the Military in its Place in Turkey, Boğaziçi Üniversitesi’nde savunulmuş doktora tezi, Istanbul, 2006, s.161-162.
[9] Demet Dinler, “Turkiye’de Güçlü Devlet Geleneği Tezinin Eleştirisi”, Praksis no:9, Ankara, s.23
[10] Bu konuda bkz. Sungur Savran, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e: Türkiye’de Burjuva Devrimi Sorunu”, 11 Tez no:1, 1986, Istanbul, p.172-214; Sungur Savran, Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri, Cilt 1 (1919-1980), Istanbul: Kardelen Yayınları, 1992.
[11] Sungur Savran, Türkiye’de Sınıf Mücadeleleri…, s.87-88.
[12] I. Akça, Militarism, Capitalism and the State…, p.166
[13] Ellen Meiksins Wood, “Kapitalizmde ‘İktisadi’ ile ‘Siyasi’nin Birbirinden Ayrılması”, Kapitalizm Demokrasiye Karşı, p. 43, 45-48
[14] Jacques Chevallier, “Le mirage de la société civile”, Libéralisme, Société civile, État de droit, Actuel Marx no.5, Paris :PUF, 1989, p. 49
[15] Bkz Nicolas Monceau, « Cumhuriyetin 75. Yıldönümü ve Osmanlı Devleti’nin 700. Kuruluş Yıldönümü : Geçmişin ve Bugünün Modernliğini Kutlamak », Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik, Istanbul : Iletişim, 2001, p.505-547; Necmi Erdoğan, « ‘Kalpaksız Kuvvacılar’ : Kemalist Sivil Toplum Kuruluşları », Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik, p.235-263.
[16] Yael Navaro-Yaşin, “Bir İktidar Söylemi olarak Sivil Toplum”, Birikim no: 105-106; Janvier-Février 1996, p.58-59, 61.
[17] Alim Arlı, “Devletin Sürekliliği, devrimin muhafazası, toplumun denetimi sorunu: Merkez-çevre paradigmasının sınırlılıkları üzerine notlar”, Toplum ve Bilim, no:15, Istanbul, 2006, s.100-101.
[18] Suavi Aydın, “Paradigmada tarihsel yorumun sınırları: Merkez-çevre temellendirmeleri üzerinden düşünceler” , Toplum ve Bilim, no:15, s.70-95
[19] I. Akça, Op.Cit., s.185-186
[20] Bkz. Foti Benlisoy, Kemalizm, Sosyalizm ve Aşamacılık, http://sdyeniyol.org/index.php/teori/221-kemalizm-sosyalizm-ve-aamaclk-foti-benlisoy