İmdat Freni

kültür

Netflix Bir Orta Sınıf Budalalığı mı? – Emre Tansu Keten

Geçtiğimiz hafta Ekşi Sözlük’te açılan bir başlık epey bir tartışma yarattı. “Bir orta sınıf budalalığı olarak Netflix” başlığını açan yazar, “Netflix onlar (orta sınıf) için adeta bir medeniyet göstergesi, kültürün olmazsa olmaz üstün bir parçası, orta sınıflığın vazgeçilmez sınıfsal bir sembolü haline geldi” diyordu. Yazara göre Netflix yeni zamanların bir dini, ona kapılan orta sınıf insanlar ise bu dinin müridiydi. Platform, belli bir ideolojik çerçeve içerisinde ürettiği içeriklerle insanlara bir hayat tarzı sunuyordu. Bu, geçmişten farklı olarak, kitle kültürü ürünlerinin tüketilmesinin daha bir şevkle yapıldığı, yani bu ürünlerin ideolojik işlevinin çok daha güçlendiği anlamına geliyordu.

Aslında bu yeni bir eleştiri değil. Yakın zamanda, neredeyse aynı argümanlara sahip, birkaç yazıya denk gelmiştim. Bu eleştirilerin ortak noktası, beyaz yakalı işçilerin ve genel olarak üniversite eğitimi almış kişi sayısının artması ile birlikte kültürel alan içerisinde bir beğeni kümesinin genişlemesini belli bir mecra (Instagram), tüketim davranışı (Starbucks) ya da platformla (Netflix) simgeleştirme çabasını yansıtıyor. Sosyal medyanın gerek görünürlüğün artması, gerekse kişilere bir (sanal) benlik inşası görevi yüklemesi gibi etkileri de, bu indirgeyici eleştirinin beslendiği kaynaklar oluyor. Ancak bu eleştiri yaşanmakta olanı ne kadar açıklayabilir? 

Orta sınıf?

Öncelikle, Marksizme referansla konuşan bu metinlerin, orta sınıfı belirleme konusunda ciddi arızaları mevcut. Marksizme göre sınıfları belirleyen şey, alınan maaşın miktarı ya da tüketilen kültürel ürünlerin niteliği değil, kişinin üretim ilişkilerindeki konumudur. Yani, metal sektöründe çalışan bir işçinin aylık kazancının bir esnafın kazandığının iki katı olması, işçinin işçi, esnafın ise küçük burjuva olduğu gerçeğini değiştirmez. Aynı şekilde, bir işçinin beyaz yakalı ya da mavi yakalı olması da sınıfsal konumlarının farklı olduğu anlamına gelmez. “Yaşamak için emeğini satmak zorunda olmak” bu konuda en açıklayıcı ve kapsamlı tanım sanırım.

Orta sınıf kavramının günümüzdeki yaygın kullanımı, bu eleştiride olduğu gibi, insanları üretim ilişkilerindeki konumlarından ziyade, tüketim davranışları üzerinden tasnif etme çabasına karşılık geliyor. Burada da özellikle kültürel tüketim öne çıkıyor. İnsanlar operaya giderek, Netflix izleyerek, Tiktok kullanarak farklı sınıflara dahil olabiliyor. Evet, sahip olunan kültürel sermayenin sınıfsal konumla doğrudan ilgisi vardır. Ancak, bugün kültürel sermaye maddi hayatta birtakım avantajlar sağlama konusunda hala çok güçlü bir yerde dursa da, internetin kültürel ürünlere erişimi oldukça kolaylaştırmasının da etkisiyle, kültürel tüketim davranışları arasındaki sınır çizgileri, hiç olmadığı kadar aşınmıştır. Yüksek kültür, popüler kültür ve popüler kültürün kendi içerisindeki çeşitli katmanlar arasındaki değiş tokuşlar ve hareketlilik artmıştır.

“Kültürel bir ürünü, örneğin bir şiiri, resmi ya da senfoniyi, beğenerek tüketmek, onu somut hale getiren kültürel kodun, uygun sermaye biçimiyle çözümlenmesini gerektirir ki, bu meziyet aynı zamanda kültürel ürüne ilişkin malumata ve tüketim terbiyesine (habitus) sahip olunursa kendini gösterir. Kültürel ürüne ait kodun çözümlenmesine ilişkin böylesi bir malumat ve terbiye, ya aileden miras kalan doğal bir aşinalık sayesinde ya eğitimle elde edilebilir. Ya da ikisi birden. Bourdieu, estetik yargının, sınıfsal terbiye ve eğitimden kaynaklanan büyük ölçüde toplumsal bir yeti olduğunu iddia eder”[1]. Bu anlamda, 90 sonrası kapsamı oldukça genişleyen üniversite eğitiminin, internetin kültürel olanaklarıyla çakışmasından söz edebiliriz. Ernest Mandel, “Entelektüel Emeğin Proleterleşmesi”[2] başlıklı yazısında, Batı’da 1950 sonrası patlama yaşayan üniversite eğitiminin benzer bir sonuç yarattığını, entelektüel kapasitenin genişlediğini, ancak kültürel sermaye kazanan gençlerin sınıfsal olarak yükselmesinden ziyade, kültürel sermaye gerektiren işlerde çalışmanın kendisinin proleterleşme eğiliminde olduğunu söyler. Başka bir deyişle, üniversite eğitiminin yaygınlaşmasıyla birlikte, ciddi bir kesim kültürel sermayesini artırabilmiş, işçi bir aileden gelip, içinde yetiştiği ortamdan çok farklı bir kültürel dünyanın içerisine girebilmiş, ancak sahip olduğu yetilerin yıllar içerisinde maddi anlamda değersizleştiği gerçeğiyle karşılaşmıştır.

Netflix ve popüler kültür

Sosyolog Herbert J. Gans popüler kültür savunusu olarak okunabilecek “Popüler Kültür ve Yüksek Kültür”[3] başlıklı kitabında, kültürel alanı ikiye ayırır. Ancak popüler kültür de kendi içerisinde katmanlar barındırır. Bunlar: üst-orta, alt-orta ve aşağı kültürdür (bunlar daha çok eğitimle ilgilidir). Gans, kitabı yazdığı 1974 yılında bu katmanlar arasındaki değiş tokuşun varlığından söz ederken, 1999 yılında yeni baskıya yaptığı eklemelerde, bunun çok büyük oranda arttığını vurgular. Kültürel üretimin sınırlı, bunlara erişimin zor ve bunun yönetiminin az sayıda insanın elinde olduğu bir dönemde, beğeni kamuları arasında (özellikle popüler kültür içerisinde) ayrım yapmak daha kolayken günümüzde bu çok daha zordur. Geçmişte kültürel tüketim, hoşça vakit geçirmenin bir aracıyken, günümüzde sosyal medyada inşa edilen benliklerin içini doldurma işlevini de yüklenir (bu bütün beğeni kümeleri için geçerlidir). Bu nedenle, Netflix ya da Spotify gibi mecralarda bir merkezileşme söz konusuyken, tam aksi yönde, özgün tüketim kaygısıyla merkezin dışına doğru bir eğilimden de bahsedilebilir.

Raymond Williams’ın dediği gibi “icadın kendisi tek başına kültürel değişime yol açmaz; herhangi bir kitle iletişim teknolojisini anlayabilmek için onu tarihselleştirmemiz, belirli toplumsal çıkarlarla nasıl eklemlendiğini ve toplumsal düzen içerisinde nasıl konumlandığını anlamamız gerekir”.[4] Netflix, öncelikle, yüzde 1’ini bile tüketmeye ömrümüzün yetmeyeceği bir içerik bolluğunda, bir içerik düzenleyicisi olarak çalışır. İş zamanının serbest zamanın içerisine sızdığı ve yapılması gerekenlere yetişememenin anksiyete yarattığı böyle bir dönemde Netflix’i ve benzer diğer platformları güçlendiren bir olgudur bu. İkincisi, Netflix, ağırlıklı olarak arkadaşlık, ilişkiler, çalışma yaşamı, iletişim gibi hayatın bütününde son yirmi yılda gerçekleşen dönüşümleri konu alan, insanların kendi hayatlarına dair birçok şey bulabileceği yapımlara öncelik tanımaktadır (Easy, You, Sex Education vs.). Yani, zamanın ruhunu iyi yakalamaktadır. Üçüncüsü, Netflix’in bu özellikleri onu sosyal medya kamusunun sabit bir gündemi haline getirmiştir. Gündeme dahil olabilmenin yollarından birisi bu platformu takip etmek olmuştur.

Netflix ve Spotify, belirli algoritmalarla en çok ilgi gören içeriklerin devamlılığını sağlama ya da yakın içerikleri birbirine benzetme gayesi taşır. Ancak bu tek bir kanaldan yürüyen bir işlem değildir. Netflix, içerisinde birçok farklı beğeni kamusuna hitap edecek yapım barındırır. Söz konusu olan, bu farklı hedef kitleler için üretilen yapımları izleyen çeşitli algoritmalardır. İçeriğin homojenleşmesi en başta bu platformların ekonomik mantığına aykırıdır. Netflix önüne ne getirdiyse izleyen insan modeli de bu anlamda biraz hayal ürünüdür. İnsanları bu derece edilgenleştiren bir eleştirinin, doğal olarak, özgürleştirici bir potansiyeli de yoktur.

Son olarak şunu sormamız gerekiyor: Bu eleştiriyi dile getirenler bizi hangi kültürel tüketime davet ediyor? Ne izlememiz, ne dinlememiz gerekiyor? Böylesine soldan yapılan bir eleştirinin yüksek kültür dışındaki her şeyi çöp ilan etme elitizmine düşmeyeceğini varsayıyoruz. Aslında bu eleştiri, İslamcıların, yerli ve milli olmayan kültürel ürünlere yönelen kendi kitlesini eleştirmesine benziyor biraz. Seküler kesimde de birileri, insanlara belirli kültürel sınırlar çizme cüretini buluyor kendinde. Yaşanan kültürel dönüşüm gözlerini korkutuyor. Ama kültür ile siyaset ilişkisinin çok çetrefilli olduğunu anlamak için AKP’nin, sonuçsuz kalmaya mahkum, kültürel iktidar mücadelesini biraz yakından izlemek yeterli olabilir.


[1] Loïc Wacquant, “Pierre Bourdieu: Hayatı, Eserleri ve Entelektüel Gelişimi” içinde Ocak ve Zanaat, Pierre Bourdieu Derlemesi, Çeğin, G., Göker, E., Arlı, A. Ve Tatlıcan, Ü. (ed.) İstanbul: İletişim Yay., 2007, s.65

[2] Ernest Mandel, “Entelektüel Emeğin Proleterleşmesi”, Yeniyol, Sayı: 40, 2011

[3] çev. Emine Onaran İncirlioğlu, Yapı Kredi Yayınları, 2005.

[4] Akt. Michael Gardiner, Gündelik Hayat Eleştirileri, çev. Babacan Taşdemir, Burak Özçetin, Deniz Özçetin, Heretik Yayınları, 2016, s.79

Kaynak: Gazete Pencere, 12 Nisan 2020

Şiir ve Akıl – Benjamin Peret

Sürrealist hareketin kurucularından şair ve devrimci militan Benjamin Peret, Latin Amerika mitlerini derlediği kitaba yazdığı girişten alınmış bu kısa metinde akıl ile şiirsel düşüncenin yani bilinçdışının ortak kökenlerine vurgu yaparak aralarındaki uyumun yeniden tesis edilmesi gerektiğini savunuyor. 

Burada söz konusu olan, akılcı düşünceyi yerip şiire methiye düzmek değil, mantığın ve aklın savunucularının şiire dönük horgörüsüne isyan etmektir; ki mantıkla akıl da bilinçdışından yola çıkarak keşfedilmiştir. Şarabın keşfi de insanı sudan vazgeçip kırmızı şarapta yıkanmaya sevk etmemiş ve ayrıca kimse yağmur olmaksızın şarabın varolamayacağına karşı çıkmayacaktır.

Aynı şekilde, bilinçdışı aydınlanma olmadan belirsizlikte kalan mantık ve akıl, şiiri çekiştirmeye girişemezdi. Eğer bilim evrenin sihirli bir yorumundan doğduysa, Freud’e göre, babalarını öldüren o ilkel kabilenin çocuklarına pek bir benziyor. Ama onlar en azından babalarını saygın göksel kahramanlara çevirmişlerdi. Gelecek kuşaklar da akılla şiir arasındaki uyumu yeniden tesis etmek durumundadır. Onları birbirine karşıt göstermeye, ortak kökenleri üzerine bir edep örtüsü atmaya devam edemeyiz. Kendinden bu kadar emin olan ve bilinçdışı dayanaklarını genelde hiç kale almayan akılcı düşüncenin bilinçle bilinçdışını, hayalle gerçekliği keyfi olarak birbirinden ayırmasını eleştirmeliyiz.

Bilinçdışının psişik hayat üzerindeki temel rolünü, bilinç üzerindeki etkilerini, ve bilincin buna karşı tepkilerini hiçbir çekince göstermeden kabullenmediğimiz takdirde, rahip gibi yani düalist bir vahşi gibi düşünmeye devam ederiz, tek farkla ki vahşi bir şair olmayı sürdürürken düşüncenin birliğini kabul etmeyi reddeden akılcı kişi kültürel hareket karşısında bir engel oluşturur.

Bunu anlayan kişi, belki de haberi olmadan şiire yönelen bir devrimci haline gelir. Sonuç olarak, zamanında mantıköncesi diye adlandırılan şiirsel düşünceyle, bilinçdışıyla akılcı düşünce arasında ortaklaşa dikilmiş olan barikatın her iki tarafından da gelen sekter ruhlarca yaratılmış bu suni karşıtlığın sonsuza dek kaldırılması gerekir.

Freud’den bir asır önce, Goethe şairlerde bilim insanlarının öncüsünü gören popüler sezgiyi teyid etmiş ve şöyle demişti: “insan uzun süre bilinçli halde kalamaz ve yeniden bilinçdışına dalmalıdır, çünkü varlığının kökleri burada yaşamaktadır”.

Benjamin Peret (1899-1959), sürrealist hareketin aktif bir siyasal angajmana sahip önemli isimlerinden biridir. Troçkist bir grup olan Enternasyonalist İşçi Partisi (POI)’nin delegesi olarak 1936’da gittiği İspanya’da önce POUM saflarında ardından da anarşist Durutti alayında savaşmıştır. Kırklı yıllarda Meksika’da Maya sanatını ve Kolomb-öncesi dönemin mitlerini ve efsanelerini inceledikten sonra bu alandaki ünlü antolojisini oluşturur.


Benjamin Péret, Introduction à l’Anthologie des Mythes, Légendes et Contes Populaires d’Amérique [Amerikan Mitleri, Efsaneleri ve Halk Masalları Antolojisi’ne Giriş’ten parça], Oeuvres Complètes, José Corti, tome 6, s. 18. Bu yazıda kullanılan başlık bizim tarafımızdan konulmuştur.

Çeviri: Uraz Aydın

http://www.benjamin-peret.org/extraits-de-loeuvre/11/59-anthologie-des-mythes-legendes-et-contes-populaires-damerique.html
https://www.e-skop.com/skopbulten/pasajlar-siir-ve-akil/1325