Paylaşılan bir gelecek muhayyilesinin yokluğu çağımızda kronik midir? İnsanlığın tüm seferberliğini yönelttiği bir ufkun varlığı her ne kadar tarihsel ilerlemenin, tanrıların ve benzeri öykülerin yatağı olmuş olsa da esasında her halükârda bir icat olsa gerek. Bizi birleştiren ve aynı zamanda ayrıştıran, ancak her seferinde öznelerin eylemlerinin anlamlı bir amaç ufkuna yöneldiği izlenimini verecek olan bu anlatıların yokluğu, yaşadığımız ekolojik felaketin gerilimleri ve sinsi tedirginlikleriyle de birleşince işler epey zorlaşıyor.
Sanat akımları için de benzer bir şey söz konusu, sanıyorum. Benzer muhayyileleri insan toplumlarına tanıtan ve onları belli başlı amaçlar için seferber eden siyasalar gibi, sanat akımları da insanlığın ufkunu ve belleğini eğip bükmüş, uzun vadeli amaçlar için mücadeleye angaje fedakâr sayılabilecek öznelerden oluşur. Her biri bir amaç ve sorunsal etrafında bütünleşmiş bir kapsamı ifade eder. Konu fütürizm olduğunda ise gerçekleşmesi istenen şeyin yalnızca geleceğe itilmesiyle değil, aynı zamanda gerçekleşmesi istenenin bizatihi gelecek olması fenomeniyle karşılaşırız.
Peki içerisinden geçtiğimiz ne ilerleme ülküsünün ne de tanrıların ilgimizi çektiği, yıkıntılarla dolu bir geçmiş ve belirsiz bir geleceği devraldığımız bugünlerde gelecekçilik bize ne gibi bir imkân sunabilir?
Bir zar atımı ancak zarlar ejderhanın karnında
Öyleyse nasıl olup bittiğini tam olarak kestiremediğimiz bir “lanetli geçmiş”ten kopma arzusu, belki cepte sayılabilir. Bu geçmiş ki, her seferinde muktedirler tarafından eğilip bükülecek, çarpıtılıp kendi çıkarları doğrultusunda servis edilecek, bunlara bilimsel olarak karşı çıkmak orta vadede hiçbir şey ifade etmeyecektir. Egemenlerin bilgiyi servis etme hızı o kadar yüksektir ki, karşımızdakiler büyülü güçlere sahip tanrılardan neredeyse farksız.
Peki öyleyse, hangi gelecek? Kesinlikle, bir gelecekten, Latince adıyla futurus, varoluş kipimizi geleceğe fırlatmanın ötesinde, bizzat gelecekte öngördüğümüz felaketlere yönelen, neredeyse önlemeye çalışmak yerine onların bir an önce içerisinden yürümek isteyen gözü kara bir hız, bir ivmelenmedir burada kastedilen. Kısacası her anlamda manipüle edemeyeceğimiz aşikare bile olsa, geleceği ve geçmişte olup bitenlere dair yepyeni, gelecekten günümüze yönelen gözlerle bakmayı istemek.
İtalyan fütüristleri o gün için yeni olan otomobilleri, uçakları, telgraf ve telefonları Antik Yunan’ın büyülü mitolojisinin gerçekleşmesi olarak görüyorlardı. Onlar savaşı, hızı ve kimi zaman vahşeti yüceltiyorlardı. “Savaş dünyanın sağlığıdır” diyorlardı. Ancak hangi savaş? Onlar için bu savaş Mussolini’nin acımasızca yürüttüğü savaştı belki, ancak biz bunu sınıf savaşı olarak düşünebiliyorsak, aynı Bolşeviklerle hareket eden Rus Fütüristleri gibi, bu gerçekten de doğru değil midir? Sınıf savaşının dinamikleri gerçekten de toplumsal ruh ve beden sağlığımız için en önemli şeyler değil midir?
Peki bunu hızlandırmaya ne dersiniz?
“Eklem yerinden oynamış bir zamanda”, Shakespeare bu sözcükleri handiyse 400 küsur sene önce yazıyordu. Ancak bu sefer işler değişiyor, dünyayı kurtarsak bile onunla ne yapabileceğimiz muğlak. İlerleme masalı adına onu eşitlikçi bir biçimde dahi olsa talan edemeyeceğimiz ortada, yapay zekâ ve robotik teknolojisi savaş mefhumunun kapitalist ekonomilerde ne gibi bir boyut kazanabileceğine dair şüphe uyandırıyor. Öyleyse, geleceği, daha bir geleceği istemek ve onun karanlık boğumlarını, yani yakın geleceği hızla, bir ateşe atılır gibi atlayarak atlatmak, gerçekten de “dünyanın sağlığı” için en uygunu olmaz mıydı?
Donmuş bir öpücük
Peki böylesi öngörülerin, hesaplamaların ve düşünüp taşınmaların, kısacası bizi bekleyen felaketlerle ilgili öngörülerin dahi onu yaratanlar tarafından bizimle alay edercesine önümüze koyulduğu ve edilgenleştiğimiz bu gezegensel koşullarda, bir gelecek ortaklaşmasından söz edilmemesi mümkün olabilir mi? Bu gerçekten de hayatta kalmak savaşımıyla yüksek ideallerin birbirine düğümlendiği yer. Faşist ve otoriter, alaycı ve küstah yönetimlerle işimizi bitirecek olan hamleleri hızlandırmak demek, belirsiz olan geleceği bize yaklaştırmak vesilesiyle onu bükme becerisine sahip olmak anlamına geliyor.
Böylesi koşullarda, küresel genel grev, tüketmeme günleri, evrensel dans etme günü gibi eylemler çok uzakta görünmüyor. Zizek bir kitabında insan üretiminin doğal döngülerle çok fazla iç içe geçtiğinden, neredeyse onun bir parçası olduğundan, dolayısıyla onda yaşanan ani bir değişim ve/veya duraklamanın doğal felaketleri tetikleyebileceğinden bahsediyordu. Bunu arzu etmeye ne dersiniz? Doğal felaketleri olması gerekenden sonraya ertelemek yerine önceye çekmek neden daha az “etik” olsun? En azından benim eko-Leninizm’den anladığım bir veçhesiyle de bu.
Mevcut olan biten paylaşım kavgaları bize Afrika’nın kaderinin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Afrika kıtası, insanlık macerasının başladığı bu kara kutu daha şimdiden Çin ve AB ülkeleri arasındaki “yenilenebilir enerji” üretmek için gerekli olan madenleri elde etmek üzere verilen paylaşım kavgalarına sahne olmakta. O halde yerkürenin koca bir Afrika’ya dönüşmemesi için, bizim savaşan bir doğaya dönüşmemiz gerekliliği son derece “gerçek” değil midir?
Gezi biraz içimizden hariç olmayan Afrika kıtasının, içimizdeki üçüncü dünyanın ayaklanması değildi de neydi? Öyleyse bizi bir arada tutan şey canlılığın imgeleri kadar, felaketin kaçınılmazlığı da olabileceği akılda tutulursa, buna dair imgeler sunan dizelere göz atmakta fayda var. Bu sefer Nazım’dan, Fazıl Say tarafından da yorumlanan Yaşamaya Dair’den:
Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
“Yaşadım” diyebilmen için…
Kapak görseli: Antonio Sant’Elia (1888–1916) La Città Nuova, detay (1913-1914)